7 Mart 2010 Pazar

yaşar kemal göğçeli - ince memed 1 - bölüm3

132
"Var." Durdu:
"İşte ona nişan alacaksın..."
Memed, tüfeğini omuzuna çekti. Nişan aldı. Beyaz lekeye ateş etti. Durdu:
"Vuramadın İnce Memed!" dedi. Memed:
"Nasıl oldu?" diye kızgınlıkla sordu. "Nasıl oldu da!.."
Durdu:
"Ne bileyim ben," diye omuzlarını silkti. "Vuramadın işte."
Memed, dudaklarını geviyordu. Bu sefer tüfeği iyice omuzuna yerleştirdi. Biraz daha nişan aldı. Tetiğe çöktü.
Durdu:
"İşte bu sefer tamam," dedi. "Ortasından."
Beyaz lekenin oradan hafif bir- duman çıkıyordu.
Memed, şaşkın şaşkın:
"Peki öteki neden değmedi ya?" diye sordu.
Durdu:
"Peki," dedi, "İnce Memed, sen her attığını vurur musun?"
Memed:
"Bilmem," dedi, gülümsedi.
Durdunun uzun yüzü gerildi. Genç olmasına karşın, Dur-dunun yüzü kırışık içindeydi. Ağzı çok büyük, dudakları incecikti. Sağ yanağının üstünden saçlarının içine kadar, uzun bir yanık izi vardı. Çenesi sivriydi ama, çok güçlü görünüyordu. Daima gülerdi. Gülüşünde bir acılık vardı.
"İnce Memed, sende iş var yavrum."
İnce Memedin utangaç bir çocuk gibi yüzü kızardı. Önüne baktı.
Arka arkaya üç defa ıslık çalındı aşağıdan. Kulak kabartıp dinlediler.
Cabbar:
"Haberci geliyor Ağam," diye seslendi.
Az sonra da haberci soluk soluğa çıktı geldi. Daha soluğunu alamadan:
"Aşağıdan, Çanaklının düzünden Akyola doğru beş kadar
133
atlı gidiyor. Hepsinin de üstü başı düzgün... Paralı adamlara benziyorlar."
Durdu, hazırlanmakta olan adamlarına:
"Haydi çabuk hazırlanın, herkes bolca kurşun alsın," diye emir verdi. "Birkaç ocak daha söndürecek Deli Durdu."
Sonra Memede:
"Bak," dedi, "İnce Memed!"
Beyaz yere nişan aldı. Kaya duman içinde kaldı, açıldı.
Övündü:
"Nasıl İnce Memed?"
"Tam ortasından."
Öteki:
"Yaa ortasından," diye gülümsedi.
Sonra ortaya bir göz kırptı:
"Bu ilk avındır İnce Memed. Sıkı dur."
Memed, buna cevap vermedi.
Durdu:
"Tamam mı arkadaşlar?"
Ötekiler:
"Tamam."
Sık meşeler arasından geçen yola indiklerinde gün öğle oluyordu. Yolun bir yanına elli adım elli adım arayla siperlendiler. Bir tanesi de çok ileriye gözcü durdu.
Az sonra yolun ortasında, önünde zayıf, bacakları bacaklarına dayanan boz bir eşek bulunan karmakarışık, gök kır sakallı, uzun bıyıkları bütün ağzını örtmüş, bıyıklarının ucu sigara dumanından sapsarı kesilmiş, sarılığı ta uzaktan belli olan gözlerinin yöresi kırış kırış, kocaman, ayakları toza belenmiş, yamalı şalvarı yalpa vurarak birisi göründü. Usuldan, oynar gibi yürüyerek, bir türkü söylüyordu. Kendi kendine oyunlar yapıyordu küçük küçük. Gülümseyerek türküyü dinlediler:
Çamdan sakız akıyor Kız nişanlın bakıyor Koynundaki memekler Turunç olmuş kokuyor
134
Aman aman kara kız Zülüfünü tara kız Baban bekçi tutmaz mı Koynundaki nara kız
Durdu:
"Teslim," diye bağırdı. "Yakarım."
Türkü kesiliverdi. Adam olduğu yerde kalakaldı.
"Teslimim baba," dedi. 'Teslimim. Ne var yani?"
Deli Durdu, siperinden yola atladı:
"Soyun!"
Adam, şaştı kaldı:
"Neyi soyunayım Ağam?" .
Durdu:
"Üstündekileri..."
Adam güldü:
"Şaka etme Allahaşkına. Benim elbiseleri ne yapacaksın? Bırak da beni gideyim. Çok yorgunum. Tabanlarımın sızıltısından yıkılacak gibiyim. Bırak beni güzel Ağam..."
Durdu:
"Sen soyun, soyun hele," diye kaşlarını çattı.
Adam, şüpheli şüpheli, yüreği ikircikli, şaka mı ediyor, 3'oksa ciddi mi diye Durdunun gözlerinin içine yaltaklanan bir köpek sevimliliğinde gülümseyerek bakıyordu.
Durdu, sertçe:
"Haydi haydi bekleme," diye çıkıştı.
Adam, hala inanmayarak gülümsüyordu. Durdu kaşlarını çatıp, adamın bacağına şiddetli bir tekme attı.
Adam, acıdan bağırdı.
Durdu:
"Çıkar diyorum sana. Çıkar!"
Adam, yalvarmaya başladı:
"Paşa Efendi, ben senin ayaklarını öperim. Ellerini de öperim. Benim hiç elbisem yoktur ki... Ben çırılçıplak kalırım. Anadan doğma..."
Şahadet parmağını ağzına soktu sonunda, çıkardı:
"Aha işte böyle çıplak, böyle rut... Yoktur başka Paşa Efen-
135
di. Senin ellerini öperim. Ayaklarını da... Alma benim elbiseleri... Sen çok büyük bir paşa efendisin. Ne yapacaksın benim partallarımı? Ellerini öperim, ayaklarını da..."
Durdu:
"Ulan it oğlu it, çıkar diyorum sana. Paşa Efendi! Paşa Efendi!"
Adam, durmadan yalvanyordu. Sonra da ağlamaya başladı:
"Ben beş aylık gurbetten geliyorum. Çukurovadan. Çalışmadan geliyorum."
Durdu sözünü kesti:
"Demek paran da var?"
Adam, çocuk gibi burnunu çeke çeke ağlıyor:
"Beş aylık gurbette ölmüşüm... Çukurovanın sinekleri öldürmüştür beni..."
Durdu tekrar etti:
"Demek paran da var?"
Adam:
"Azıcık var," dedi. "Şu ihtiyar halimle çeltikte çalıştım. Çamurun içinde, öldüm Çukurovada. Şimdi evime gidiyorum. Etme bunu efendim. Çırılçıplak gönderme beni çoluk çocuğumun arasına..."
Durdu, daha çok kızdı:
"Daha iyi ya. Çıkar çıkar..."
Adam, kıvranıyordu. Durdu, hançerini çekti. Hançer pırıl pırıl etti güneşi görünce... Ucunu azıcık adama batırdı. Adam, havaya hopladı, bağırdı:
"Öldürme beni," dedi. "Çoluk çocuğumu göreyim. Çıkarayım elbiseleri. Senin olsun."
Siperliktekiler gülüyorlardı. Bu işe yalnız Memed içerle-mişti. O yırtıcı kaplan ışığı gözlerine gelip çakılmıştı. Durdu-dan tiksindi.
Adam, telaşla, korkuyla elleri biribirine dolaşarak ceketini, şalvarını çıkarırken Durdu:
"Ha şöyle işte," diyordu. "Ha şöyle... Adamı ne üzersin bre adam?"
Adam elleri titreye titreye elbiselerini çıkarıp bir tarafa koydu.
136
Durdu:
"Donu da, gömleği de çıkar," diyerek bağırdı. Hançerin ucunu da bir daha batırdı.
Adam, hem titriyor, hem gömleğini çıkarıyordu:
"Peki Ağam, Paşam öldürme beni. Hepiciğini çıkarayım."
Gömleği de çıkardı, elbiselerinin üstüne koydu. Mintanı yoktu zaten.
Durduya, bu sefer yalvarırcasına, boynunu büktü baktı.
Durdu:
"Haydi haydi," dedi. "Bakma gözlerimin içine. Donu da çıkar."
Adam, donu da güç bela çıkarabildi. Titremekten elleri uçuyor gibiydi. Elleriyle önünü kapatarak koşa koşa eşeğine doğru gitti. Eşek, yolun kıyısında durmuş otluyordu. Sol eliyle yularından tuttu çekti. Bacakları çöp gibi ince, kıllıydı. Bacak adaleleri kemik gibi sert dışarı çıkmıştı. İçeri doğru çekik karnı kırış kırış, aynen bir pösteki gibi... Göğsünün kılları ağarmıştı. Kirliydi. Saman kiri. Kamburdu. Omuzları da düşmüştü. Bütün teni de pire, böcek yeniği ile doluydu. Kırmızı kırmızı. Büyük lekeler kaplamıştı her yerini. Hasır gibi. İşte Memed, önünden geçen yolcuyu böyle görüp bir kat daha acıdı.
Bu sırada yolun öteki ucuna diktikleri nöbetçi:
"Geliyorlar," diye onlara koşuyordu.
Durdu:
"Atlılar geliyor," dedi.
Siperdekiler, hala bir eliyle önünü kapatmış, yavaş yavaş gitmekte olan porsumuş vücutlu ihtiyara gülüyorlardı. Adam beş on adım gidiyor, sonra dönüyor, hasretle, korkuyla elbiselerine bakıyordu. Gidiyor, gidiyor, durup bakıyordu. Durdu, ona seslendi:
"Gel," dedi. "Gel de al öteberini. Bizim avlar geliyor. Kurtardın yakayı..."
O, büzülmüş, bitmiş gibi görünen ihtiyar, kendinden beklenilmeyen bir çeviklikle koşa koşa geldi, bir paçavra yığını olan, kayış gibi kirlenmiş elbiselerini kucakladı. Koşa koşa geri döndü. Eşeğin önünde, ha bire koşuyordu.
Memedin yüzü kapkara kesilmişti. Elleri de titriyordu.
137
Elindeki tüfeğin içinde ne kadar kurşun varsa, bir tanesini araya vermeden hepsini Durdunun kafasına boşaltmak istiyordu. Yani boşaltmamak için kendini zor tutuyordu.
Durdu, bu sefer daha gür:
"Teslim," diye bağırdı.
Gelen beş atlının beşi de birden, atlarının başını çektiler.
"Bir adım daha atar, kıpırdarsanız yakarım. Alimallah yakarım."
Siperdekilere seslendi:
"Ben, onların yanma gidiyorum. Davranacak olurlarsa, hepiniz her yerden ateş edeceksiniz."
Sallana sallana, ortada hiçbir şey yokmuş gibi atlıların yanına vardı.
"İnin atlardan," dedi.
Ötekiler, hiç ses çıkarmadan atlardan indiler.
Atların takımları gümüş savatlıydı. Adamların hepsi de iyi giyinmişti. İki tanesininki şehirli giyimiydi. Beş atlıdan birisi on yedi yaşlarında gösteren bir çocuktu.
Durdu, siperdekilere yeniden seslendi:
"Üç kişi daha gelsin."
Tam bu sırada on yedi yaşlarında gösteren çocuk, yüksek sesle ağlamaya başladı:
"Beni öldürmeyin nolursunuz? Ne isterseniz alın. Beni öldürmeyin."
Durdu çocuğa:
"Aslanım," dedi, "çırılçıplak, anadan doğma olacak, ondan sonra gidebileceksin."
Çocuk, birden bir sevinç çığlığı attı:
"Öldürmeyeceksiniz ha?"
Elbiselerini çabuk çabuk soyarken:
"Demek öldürmeyeceksiniz?" diye minnetle soruyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar, elbiselerini, gömleğini, iç gömleğini, donunu her şeyini çıkardı. Durduya getirdi:
"Al!" dedi.
Hiçbir şey söylemeden ötekiler de soyundular. Üzerlerinde, yalnız donları kaldı. >
Durdu:
138
"Donları da çıkaracaksınız ağalar," dedi. "Esas don gerek bana!"
Adamlar, gene hiç ağızlarını açmadılar. Donlarını da çıkarıp önlerini elleriyle kapattılar, yola düştüler.
Atları, elbiseleri, neleri varsa her şeylerini aldılar. Dağa doğru yöneldiler.
Dağa çıkarlarken Durdu Memede:
"Talihin varmış İnce oğlan. Bugün kısmetimiz iyi gitti. Üzerlerinden de tam bin beş yüz lira çıktı. Atları, elbiseleri de cabası... Çocuğun elbiseleri sana iyi gelir. Daha yepyeni. Nasıl da bağırıyordu it oğlu it! Canı şekerden tatlı..."
Karanlıkkayasının dibine geldiklerinde, Durdu attan iner inmez, çocuğun elbiselerini Memede giydirdi. Baktı baktı da:
"Bre İnce Memed," dedi, "sana ne kadar da yakıştı, bu it oğlu itin elbisesi... Aynen mektepli gibi oldun..."
Memed, üzerindeki yabancı elbiseyle içinde bir küçülme, bir eziklik duydu. Boğulur gibiydi.
Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Yoldan beri içinde tuttuğu, bir türlü sormaya cesaret edemediği soruyu, ortaya atıverdi bu anda:
"Her şeylerini alıyoruz almaya ya bunların. Peki, donlarını neden alıyoruz? Bunu anlamadım..."
Bunu söyleyince içinde bir hafiflik duydu. Bir an için olsa da üstündeki yabancı elbiseyi unuttu.
Durdu, Memedin bu sorusuna güldü:
"Şan olsun memlekete diye, alıyoruz donlarını," dedi. "Deli Durdudan başka eşkıya don almaz. Bilsinler ki bu soyulanları Deli Durdu soydu..."
139

11
Yağmur sonu sıcağı çökmüştü. Islak, yapış yapış bir sıcak... Velinin ıslak elbisesi vücuduna yapışmış, kana, çamura belen-miş ölüsünü Abdi Ağanın avlusunda bir çulun üstüne yatırmışlardı. Yeşil sinekler, ıslak ıslak parlayarak ölünün üstünde dolanıyorlardı. Bir gariplik, bir yalnızlık içindeydi ölü. Sapsarı kesilmiş elleri mahzun mahzun iki yanına sarkmıştı.
Abdi Ağa, kurşunun birini sol omuzundan yemişti. Kurşun omuzu deldikten sonra, dönüp kürekkemiğinin altında kalmıştı. İkinci kurşun sol bacağından girmiş, kemiğe rastlamadan çıkıp gitmişti. Abdi Ağanın yaralan, daha ormandayken köyün cerrahı tarafından yakılanarak sarılmıştı. Bu sebepten Abdi Ağa kan da kaybetmemişti. İllaki kürekkemiğinin altındaki kurşun... Çok rahatsızlık veriyordu. Ciğerine işliyordu.
Abdi Ağanın biri on dört, öteki on altı yaşında iki oğlu vardı. Oğulları, akrabaları, fedaileri, yanaşmaları başına toplanmışlar, onun ağzından bir çift laf çıkmasını bekliyorlardı. Oysa hafif hafif boyuna inleyerek, of çekiyordu. Karıları, başucuna oturmuşlar sessiz sessiz ağlaşıyorlardı.
Birden tuhaf tuhaf gözlerini açan Abdi Ağa:
"Yiğenim nasıl? Velim nasıl oldu?" diye sordu.
Kadınlar, birer hıçkırıkla cevap verdiler.
Abdi Ağa:
"Demek?" dedi.
Köylülerden biri:
140
"Başın sağ olsun," diye cevap verdi. "Sen sağ ol Abdi Ağamız"
Abdi Ağa, gözleri parlayarak:
"O melunu?" diye sordu.
Boyunlarını bükerek ince bir sesle:
"Kaçırdık," dediler.
Abdi Ağa gözlerini belerterek yeniden sordu:
"Ya kız dedikleri o orospu?"
"Aldık getirdik," dediler.
Abdi Ağa, gözlerini yumdu, başını yastığa koydu. İnlemeye başladı. Bir zaman sonra gözlerini açtı:
"Kızı dövmediniz ya?" diye sordu.
"Hiç incitmedik," dediler.
"İşte bunu çok iyi etmişsiniz. Bir fiske bile vurmadınız ya?
"Bir fiske bile vurmadık," dediler.
"Çok iyi yaptınız."
Herkes bilirdi ki, köylülerden biri bir kabahat işlediğinde Abdi Ağa onu dövmezse çok büyük bir kötülük yapacaktır ona. O adam ömrünün sonuna kadar, işlediği suçun cezasını çekecektir. Eğer döverse unutulur giderdi suç. Abdi Ağaya karşı suç işlediklerini sanan köylüler gelir onun önüne otururlar, dayak yiyinceye kadar önünden kalkmazlardı.
Gene gözlerini yumdu. Yüzü sapsarı kesilmiş, uzamıştı. Bir zaman sonra tekrar gözlerini açtığında, yüzünden belli belirsiz bir sevinç dalgası geçti.
"Benimle birlikte ormana gelenlerin hepsi burada mı?" diye sordu.
"Topal Aliyle Rüstem yok," dediler.
"Gidin onları da hemen bulun," diyerek kesin emir verdi.
Biraz sonra avlu kadın çığlıklarıyla doldu. Velinin anası, babası, köylüleri gelmişti. Ana, oğlunun üstüne atılmış, kan çamur içindeki ölüyü öpüyordu. Babaysa bir elini şakağına dayamış, kanı çekilmişcesine duruyordu. Anayı güçbela oğlunun ölüsü üstünden kaldırıp götürdüler. Baba da o kanı çekilmiş haliyle, başı önünde ağır ağır kalktı. Uzun boylu, ince bir adamdı. Çok uzun bir yüzü, geniş bir alnı vardı. İşlemeli yakasız bir mintan giyiyordu. Şalvarı çizgili, pamuk kumaştandı.
141
Ayağına bir ham çarık geçirmişti. Çarığın, daha tüyleri dökülmemişti. Ayağa kalktıktan sonra şaşkın şaşkın, elleri yanlarına düşmüş kalakaldı... Yüzünde keder, tarifsiz bir acılık çöreklenmiş kalmıştı. Oğlunun ölüsüne bir türlü bakamıyordu. İçi gö-türmüyordu.
Biri, o öyle dikilmiş dururken, geldi koluna girdi. Abdi Ağanın yanına götürdü. Abdi Ağa onu görünce:
"Kader," diye başını salladı.
Adam, bir boşandı:
"Kader kader... Buna kader demezler Abdi Ağa!" dedi. "Bu kader değil. Bir kedinin, köpeğin, uçan kuşun, neyin üstüne bu kadar varırsan birincisinde korkar, ikincisinde... Üçüncüsünde canını dişine takar kaplan kesilir... Parçalar seni. İnsanların üstüne bu kadar varmamah. Almış kaçmış... Allah belalarını versin. Ko gitsinler..." dedi. Sonra durgunlaştı. Eski, kanı çekilmiş halini gene aldı. Sanki odaya girdi gireli ne konuşmuş, ne kı-mıldamıştı. Taş gibi durup durmuştu olduğu yerde.
Abdi Ağa, dişlerini gıcırdatarak:
"Bilseydim bunu yapacağını... Bir bilseydim... Bir bak onların başına neler getireceğim. O melun da, o orospu da bin kere ölümü arayacaktır. Bin kere... Aratacağım... Bunu kor muyum onların yanına? Öyle mi sanıyorsun? Bir çam ağacına bağlayacağım onları, altından ateş vereceğim. Şimdi nasıl olsa yakalanır o."
Yanındakilere sordu:
"Takibine çıkıldı mı?"
"Akşamdan beri..." .
"Karakola adam gönderildi mi?"
"Akşamdan gönderildi."
"Candarmalar daha gelmediler mi?"
"Akşama doğru ancak gelirler. Hükümete haber göndermişler, müstantiği bekliyorlar, doktoru da bekliyorlar herhalde..."
Abdi Ağa:
"Doktor olmayınca, olmaz," dedi. "Onlar gelmeden benimle ormanda bulunanların hepsi gelsin. Burada mutlak eksiksiz bulunmalılar..."
142
Bir yanaşma:
"Topal Aliyle Rüstem dışardalar," dedi.
Abdi Ağa:
"Demek hepsi tamam oldu?"
"Tamam," dediler.
Abdi Ağa:
"Öyleyse hepsi yanıma gelsin. Odada kimse kalmasın. Hiç kimse..."
Ölen çocuğun babası o donmuş haliyle kalktı, ağır ağır dışarı çıktı. Bir kere olsun Abdi Ağanın yüzüne bakmadı. Onun arkasından, odada başka kim varsa hepsi çıktı.
Onların yerine ormanda bulunanlar geldiler, oturdular. Abdi Ağanın karşısında da halka oldular. Meraktaydılar. İfadenizi şöyle verin, böyle verin diyeceğini biliyorlardı. Bir hükümet işi oldu muydu, onlar kendiliklerinden hiçbir şey söyleyemezlerdi. Ne söyleyeceklerse, Abdi Ağa onları karşısına alır ezberletir-di. Ondan sonra geçerler hükümet adamının karşısına bülbül gibi şakırlardı. Ezberledikleri bitip de başka soru karşısında kalırlarsa, "gerisini bilmiyorum," derlerdi. Ne sorarlarsa sorsunlar, "bilmiyorum"du karşılığı. Abdi Ağa, bu sefer teker teker hepsinin yüzüne baktı. Hepsinin de yüzü sapsarıydı. Bir zaman da gözlerini onların yüzünden alıp, önüne eğdi. Sessizce öyle kaldı. Başını kaldırdığında teker teker delici bakışlarını üzerlerinde dolaştırdı. Dudakları usuldan kıpırdadı. Zayıf bir sesle:
"Beni dinleyin kardeşler," dedi. "Önce elinizi vicdanınızın üstüne şöyle bir koyun... Koydunuz mu? Haaa işte ondan sonra bir düşünün... Sizlere soruyorum şimdi: Yal döktüğünüz ka-pınızdaki köpek, sizi dalar, çoluğunuzu çocuğunuzu öldürürse ne yaparsınız? Bunun cevabını isterim sizden... Eliniz vicdanınızın üstünde... Ondan şaşmayın..."
Bakışlarını her birinin üstünde uzun zaman durdurarak gene teker teker baktı.
"Bir cevap söyleyin. Ne yaparsınız siz olsanız?"
Bu sefer de şiddetli şiddetli gözlerini bir yıldırım hızıyla üzerlerinde gezdirdi.
"Siz olsanız ne yaparsınız, söyleyin."
Mırıltı halinde:
143
"Olacak olur," dediler. Abdi Ağa gözlerini belerterek: "Yani?"
"Senin dediğin Ağa," dediler, "Sen bilirsin." Bunu duyunca Abdi Ağa, sanki mühim şeyler söylemişler gibi, onları tasdik edercesine:
"Hah, işte kardaşlar, benim itim benim çocuğumu daladı. Çocuğumu, beni parçaladı. Bir tanesi kaçtı gitti. Yakalanacaktır. Kuş olup uçsa, gene yakalanacaktır. Kurtuluş yok. Burda onun suç ortağı kaldı. Bütün kötülükler bu kızın yüzünden oldu zaten. Bütün suç da onun... Oğlanı da kız vurdu yani... Gözümüzle gördük ki Veliyi kız vurdu. İkisinin elinde de tabanca vardı. Hepiniz gördünüz. Önce melun beni hedef aldı ateşledi. Sonra da kız, oğlanı hedef aldı ateşledi." Abdi Ağa, dışarı bağırdı: "Çocuklar, biriniz buraya gelsin." İçeriye büyük oğlu girdi. "O silahı getir oğlum," dedi.
Oğlan odadaki, duvara oyulu bir dolaptan yepyeni bir tabanca çıkardı babasına verdi. Abdi Ağa elindeki tabancayı yanındakilere uzattı:
"Teker teker bakın," dedi. "Kızın elinden aldığınız bu tabanca mı? Veliyi vuran tabanca bu tabanca mı? İyi bakın..."
Tabanca elden ele dolandı, geri Abdi Ağaya geldi. ±M
"Gördünüz değil mi?" dedi Abdi Ağa. I
"Gördük," dediler. |
"Bu tabanca kızın elindeki, Veliyi vuran tabancadır. Kız Veliye ateş etti. Veli yere düşünce, tabanca da kızın elinden toprağa düşüverdi. Yerden tabancayı Hacı aldı. Kızı da Hacı tuttu. Hepiniz gördünüz bunu. Öyle değil mi Hacı?"
Hacı, kısa boylu, çakır gözlü, kocaman burunlu, zamanından önce yaşlanmış, yırtık yamalı elbiseli, yüzü gözü kir pas içinde, bıçak görmemiş, karmakarışık saçlı sakallı, toza batmış çıkmış gibi bir adamdı.
"Öyle oldu canını sevdiğim Ağam. Tam öyle oldu işte. Tabanca yere düşünce... Yani yere düşünce canını sevdiğim Ağam, yerden ben aldım. Kız, arkasını dönmüş kaçıyordu. Yani
144
oğlanın elini tutmuş... Oğlan dediğim o melun İnce Memed var ya, işte o. Onun elini tutmuş ikisi birden kaçıyorlardı. Vardım Hatçeye sarıldım. Göndermedim. Gözümün önünde Hatçe vurdu Veliyi." Başını salladı. Gözlerini yaşarmış gibi kuruladı. "Aaah Veli Ağam. Veli Ağam gibi var mıydı? Kötüler kıyar zaten babayiğide. Yiğidin yiğide kıydığını kim görmüş zaten. Aaah Veli Ağam, beş paralık bir avrat kurşunuyla giden Veli Ağam... Gözümün önünde vurdu kafirin kızı... Bir de nişan alıyordu köpoğlunun kızı... Bir de nişan... Kim bilir nerede öğren-miş..."
Abdi Ağa:
"Duydunuz ya," dedi. "Hepiniz böyle gördünüz değil mi? Zekeriya sen? Sen de böyle mi gördün?" "Aynen böyle gördüm," dedi Zekeriya. "Topal Ali sen?"
Topal Ali, çoktandır patlamaya hazırlanmıştı: "Ben," dedi, "ben hiçbir şey görmedim Ağa. Hiçbir şeycik. Bir iz sürdüm diye köylü yüzüme bakmıyor. Ne bu köylü, ne de bizim köylü. Ben geçerken çocuklar bile arkasını dönüyor. Avradım bile bana tiksinerek baktı. Konuşmadı benimle. Ben, hiç mi hiç bir şey görmedim Ağa. Bunu böyle bilesin. Memedin seni vurduğunu bile görmedim," dedi, ayağa kalktı kapıya doğru hışımla yürüdü. Bütün vücudu isyan kesmişti. Müşekkel bir isyan gibi yürüdü.
Abdi Ağa böyle bir hareketi, böyle bir isyanı hiç kimseden beklemezdi. Aptallaştı. Dudakları sarktı. Az kendine gelince sinirlendi. Sinirden başı sallanmaya başladı. Arkasından koşa-cakmış gibi ona doğru uzandı:
"Topal Ali! Topal Ali! O köyde durma gayrı. Köye varır varmaz evini yükle, nereye gidersen git! Bir gün daha kalırsan evde, adam gönderir, evini başına yıktırırım. Duydun mu Topal Ali?" diye bağırdı.
Sonra, kendi kendine:
"Namussuzlar, nankörler, ekmeksizler..."
Köpürdü:
"Hepiniz böyle gördünüz öyle mi?"
Hep bir ağızdan:
145
"Böyle gördük," dediler.
"Elinizi alın da vicdanınızın üstüne koyun köylülerim, kar-daşlarım... Bir karış çocuk öldürmeye kalksın beni... Beş tane koca köyün ağasını... Sahibini... Bir kız için. Ben ölseydim sizin haliniz neye varırdı? Bir düşünün hele! Bir düşünün benim yokluğumu... Bir kız bana gelin olacakken, gitsin bir baldırı çıplakla kaçsın. Bu hangi kitapta yazar? Elinizi iyice vicdanınıza koyun... Vicdanın karışmadığı işte iş yoktur. Hayır gelmez. İlle de vicdan..."
Tomruk Musa:
"Ağamız için değil mi, koyduk da gittik," dedi.
Ağa takdirle:
"Var ol Musa," dedi.
Teke Kadir:
"Ağamız için değil mi?" dedi. "Hepimiz koyduk gittik."
Ağa:
"Hepiniz sağ olun," dedi. "Bu yıl sizlerden ancak mahsulün dörtte birini alacağım. Haydi," dedi, "hayvanları da size bağışladım. Elinizdeki hayvanlar sizin olacaktır. Haydi gidin ellerinizi vicdanınıza koyun, hükümete ne söyleyeceğinizi belleyin..."
Ağanın yanından neşeli, güleryüzle çıktılar. Mahsulün dörtte üçü! Hayvanlar da! Vay anasını be! Avlunun bir köşesine, elli metre kadar uzağına çömelmişler, söyleyeceklerini ezberliyorlar...
"Hacı efendim... İşte bu Hacı efendim, vardı tabancayı yerden aldı. Kız, oğlanın elinden tutmuş kaçıyorlardı. Kız, oğlanın elinden boşandı... Vardık yakaladık..." Hacı sözünü kesti:
"Burası olmadı," dedi. "Diyeceksin ki, Hacı, yani ben, vardım, onlar el ele tutuşmuşlar kaçıyorlardı. Sarıldım Hatçeye... Ben sarılınca, yani Hacı sarılınca diyeceksin, oğlan, yani İnce Memed, kızı bıraktı kaçtı."
"Hacı vardı kıza sarıldı. Hacı kıza sarılınca, oğlan, yani İnce Memed, bıraktı kaçtı."
"Kız bir nişan alıyordu. Nereden de öğrenmiş köpoğlunun kızı? Nişan aldı Veliye, üç kurşun sıktı. Üçü de değdi! Vay kö-
146
poğlunun kızı. Üçü de!... Sonra Veli cansız yere düşünce, kızın da elinden tabanca yere düştü. Hacı vardı, işte bu Hacı tabancayı yerden aldı."
Hacı:
"Tamam," dedi. "İşte. böyle oldu. Onlar gelinceye kadar, daha iyice ezber ederiz."
Öğlen sonuydu ki, önde iki süngülü candarma, arkasında doktorla savcı, candarma gedikli çavuşu gelip Abdi Ağanın evine indiler. Avludaki ölünün üstüne çiçekli bir yorgan atılmış, ölünün sapsarı kesilmiş kolu, yorganın dışına çıkmıştı.
Doktor, genç, mavi gözlü, kıza benzer bir adamdı. Attan inince, ölüye tiksintiyle baktı. Yorganı üstüne geri örttü.
"Gömebilirsiniz," dedi.
Asık suratlarla içeri gidip Abdi Ağanın yanına oturdular. Çok yorulmuşlardı. Üçü de Abdi Ağayı kasabadan tanıyordu. Candarma gediklisi Abdi Ağanın çok dostuydu. Bu olaydan duyduğu kederi, her fırsatta, durup durmaksızın ortaya atıyordu.
"Hiç üzülme sen Ağa," dedi. "Katili ben elimle koymuş gibi bulurum. Getiririm. Cezasını bulur. Onun için sen hiç üzülme... Takibine dört tane candarma gönderdim."
Çavuş beraberinde daktilo da getirmişti. Daktilo heybeden çıkarılıp, ekmek tahtası üzerine kondu. Bir de candarma gönderdiler. Hatçeyi getirttiler. Kızın ifadesini aldılar. Kız, ifadesinde olayı olup bittiği gibi anlattı. İfade zapta geçirildi. Onun arkasından olayda bulunmuş şahitlerin ifadeleri alındı. Önce Hacı ifade verdi. Olayı baştan sona kadar anlattıktan sonra:
"Memed, Abdi Ağaya ateş ederken, bir de baktım bu kız, yani bu Hatçe elinde bir tabanca nişan almış, bir de nişan almış ki... Veliye ateş ediyor. Veli, "yandım anam" diyerek yere düşünce Hatçe de dondu kaldı. Tabanca da elinden düştü. Ben vardım tabancayı çamurun içinden aldım. Memed, kızı, yani bu Hatçeyi kolundan tutmuş kaçıyorlardı. Vardım üstlerine atıldım. İkisini de tuttum. Memed kaçtı. Ben kızı bırakmadım. Yaaa bırakmadım. Bırakmadım işte. Bırakır mıyım!"
Hatçe, Hacının bu ifadesine şaştı kaldı. Ne demek istiyordu Hacı, anlamadı.
147
Savcı:
"Veliyi senin vurduğunu söylüyor," dedi, "ne diyorsun Hatçe?"
Hatçe:
"Yook," dedi. "Ben nasıl vururmuşum kocaman adamı?"
Hiç de olay bu Hacının dediği gibi olmamıştı. Neden böyle söylüyorlardı acaba?
Sonra, Zekeriyanm ifadesi alındı. O da tıpkı Hacı gibi söyledi. Ne bir sözcük az, ne de bir sözcük fazla. Şahitlerin hepsi aynı ifadeyi verince Hatçe kendi aleyhinde bir şeyler sezinledi. Yüreğine korku düştü. Gözlerinden de yaşlar sızıyordu.
Savcı şahitlere tabancayı gösterdi:
"Bu tabanca mıydı Hatçenin elindeki?" diye sordu.
"Yaa işte bu tabancaydı," diye cevap verdiler.
O gece Abdi Ağanın evinde misafir kaldılar. Altlarına çifte döşekler serildi. Şereflerine kuzular kızartıldı. Toprak kızartması. Savcı dağ köylüklerine her gelişinde toprak kızartması yaptırırdı. Etin en lezzetli pişme biçimi, mutlak toprak kızartması-dır.
Gece, Hatçeyi de yandaki odaya hapsettiler. O gece hiçbir şey düşünemeyen Hatçe, başını iki dizinin üstüne koyarak, sabahlara kadar sessiz sessiz ağladı. Sabah olunca, Hatçeyi hapsedildiği odadan çıkarıp iki candarmanm önüne kattılar. Hatçe mahpusaneye götürülüyordu. Hiç kendinde değildi. Ne olacağını, ne yapacaklarını bir türlü bilemiyordu. Yürürken ayakları biribirine dolanıyordu. Bu onun, köyünden uzaklara gitmek için ikinci çıkışıdır. Birincisinde yanında dayanağı, sevdiği vardı. O zaman nereye gideceğini, ne yapacağını biliyordu. O zaman sıcacık bir tarla, bir ev hayalinin peşinde koşuyorlardı. Şimdi ise yüreğinde bir korku, bir umutsuzluk var. Bu adamların kendisine ne yapacaklarını düşünüyor. Köyden ayrılırken anası bile gelmemişti kendisini uğurlamaya... Kız arkadaşları bile gelmemişti. Bu, gücüne gidiyordu işte. Bu öldürüyordu onu. Kendini dayanılmaz bir efkara kaptırmış gidiyor. Bazı bazı da hiçbir şey duymuyor, düşünmüyor, görmüyordu. Yalnız, arada bir, kendine gelince, iki yanındaki candarmalara bakıp ürperiyordu. Hatçe için ötesi karanlık. Her adımda biraz daha
148
karanlığa gömülüyordu. Gözlerinin önünde dev gibi bir hükümet... Candarmalar... Önde giden iki hükümet adamı...
Ertesi gün kasabaya geldiklerinde Hatçe bitmişti. Yorgundu. Sürünür gibiydi. Kasaba, içine bir hoşluk verdi. Yüreğine de azıcık emniyet geldi. Korkusu azaldı. Memedi anımsadı. Memed, durup durmaksızın bir sarı pırıltı anlatmıştı. Portakalları, sütbe-yaz çakıl taşlarını, akan suyu, kebap kokusunu... Bir evin önünde leylek yuvası gibi, bir oda varmış cıncıktan. Hangi ev acaba? Bir evin camına gün vurmuş kızarmıştı. Kırmızı cıncık takmışlar pencereye... Birden burcu bulandı. Memed olduğu gibi geldi gözlerinin önüne dikildi. Neredeydi şimdi ola? Memedi yakalarlarsa öldürürlerdi. "Benim yüzümden fıkara," dedi.
Candarma dairesinin altındaki nezaretin tabanı çimentodur. Ayak bileklerine kadar suyla doludur. Neden suyla doludur, niçin böyle etmişlerdir, belli değil. Pis pis hela kokar üstelik de. Karanlıktır. Mazgal deliğLgibi tek penceresi vardır. O da kapalıdır sıkı sıkıya... Hatçeyi oraya attılar işte. Bir gece orada kaldı. Tabii gene gözlerine uyku girmedi. Uyuyacak da bir yer yoktu ama, gönlü rahat olsaydı ayakta da uyurdu. Koskocaman, derya misali bir karanlık içinde erimiş gibiydi. Kapıyı açmalarını da dört gözle bekliyordu. Kapı açılınca kurtulacağını sanıyordu. Sabah olduğunu tahmin ediyordu. Hiçbir yerden, kapı aralığından bile ışık sızmıyordu ama, gene de sabah olduğunu tahmin ediyordu.
Birden kapı açıldı. Işık, kurşun gibi ağır, ona çarpıp sersemletti. Aradan epeyce zaman geçincedir ki, ancak yavaş yavaş kendine gelebildi. Bu sırada bir candarma onu kolundan tutmuş dışarı çekiyordu.
Dışarı, bir sürü insan birikmişti. Hatçe dışarı çıkınca, bütün başlar ona çevrildi. "İşte nişanlısını öldüren kız!" lafı da kulağına kadar geldi. Anladı ki bütün bu kalabalık kendisi için birikmiş. Kalabalığa bir kere olsun, başını yerden kaldırıp da bakmadı. Öylecene kalabalığın ortasından geçti gitti. İki yanındaki candarmalar şimdi ona korku değil, güç veriyorlardı.
Çok yaşlı bir yargıcın önüne çıkardılar. Yargıç, türlü deneylerden, belalardan geriye kalmış yaşlı, gerdanı sarkmış, pos bıyıklı birisiydi. Kızın kimliğini saptadıktan sonra sordu:
149
"Mustafa oğlu Veliyi vurduğun iddia ediliyor, doğru mu?"
Hatçe, saf saf:
"Veliyi ben öldürmedim vallaha," dedi. "Ben neyle adam öldürürüm? Ben, elime tabanca almaktan korkarım."
Yargıç, köylüleri, köyün kadınlarını çok iyi tanırdı. Yıllardır, binlercesini dinlemişti. Hatçenin suçsuz olduğunu hemen anladı. Anladı ama, onu tutuklamak zorunda da kaldı. Kanıtlar güçlüydü.
Kadınlar koğuşu hapisaneye sonradan eklenmiş bitişik bir odadadır. Badanaları dökülmüştür... Duvarlar, kan lekesi içindedir. Şimdiye dek duvarda yüzlerce, binlerce sivrisinek öldürülmüştür. Bu kan lekeleri onlardandır. Tavan, tahtalar, pencereler, mertekler çürümüş, çürümekte...
Ortalık nem kokuyordu. Sidik kokuyordu. Kapının arkasında bir teneke vardı. Gardiyan gelmiş ona göstererek, gece sıkışırsa kullanabileceğini söylemişti.
Hatçe, istemeye istemeye, gardiyanın getirdiği ekmekten bir parçacık kırdı ağzına attı. Çiğnedi çiğnedi yutamadı. Tükür-dü.
Ertesi gün, daha ertesi gün de bir şey yiyemedi. İçinde bulunduğu dünya kötü bir işkence dünyasıydı. Bir türlü alışamı-yordu. İçeri düştüğünün üçüncü günüydü ki anası çıkageldi. Anasının ağlamaktan gözleri kızarmıştı. Hapisane penceresinin önüne oturup:
"Kızım kızım, kınalı kızım! Neydi bu senin başına gelenler?" dedi. "Niçin vurdun elin oğlunu?"
Kız, ilk olaraktan isyanla, hınçla konuştu:
"Ben nasıl öldürürüm elin oğlunu? Ben, elime silah aldım mı hiç? Bilmiyor musun?" diye bağırdı.
Kadın, bu isyan karşısında yumuşadı. Kızının bu işi yapamayacağını hiç düşünmemişti.
"Ben ne bileyim kınalı kızım! Herkes, Veliyi vuran Hatçe-dir, diyor. Ben ne bileyim kınalı kızım? Gider arzuhalciye arzuhal yazdırırım. Benim kızım silahtan korkar derim. Yaaa... Abdi Ağa bana haber salmış, arzuhal ne yazdırıp uğraşmasın, demiş-Onun haberi olmadan, senin için bir arzuhal yazdıracağım kınalı kızım. Beni öldüreceğini de bilsem arzuhal yazdıracağım.
150
Yaa kınalı kızım. Senin hiç suçun yok. O gavur yapılı İnce Memed vurdu elin oğlunu. Senin üstüne atıyorlar. O gavur yapılı İnce Memed yok mu yıktı evimi... Senin için iyi bir arzuhal yazdıracağım kınalı kızım. Gidip ağlayacağım arzuhalciye. Ben gidiyorum kınalı kızım."
Köyden getirdiği yiyecek dolu çıkını pencereden uzattı.
"Ben arzuhalciye gidip her şeyi yazdırırım. Hükümet okursa onu, senin suçun olmadığını anlar... Hükümet de insan... Onun da merhameti var. Suçsuz yere ne diye seni yatırsın!"
Anasının gelmesi, onun biraz içini açtı. Hatçe ilk olaraktır ki, farkına vardı: Yeni yapılmış bir evin pırıl pınl, kırmızı, temiz kiremitleri, onun arkasında caminin kubbesi, bir kalem gibi ince, dümdüz, sütbeyaz minaresi, beride duvarın dibinde kalın yapraklı bir de incir ağacı, ondan beride de koskocaman, tozlu bir avlu, avluda oraya buraya giden insanlar görülüyordu pencereden... Memed, her şeyi anlamış, kırmızı kiremidin güzelliğini, pırıltısını söylemişti.
Gardiyan geldi kapıyı açtı. Çok sinirli bir adamdı. Sertçe:
"Dışarıya çıkıp hava alabilirsin," dedi.
Öğle, akşam kapıyı birer kere açar, onu dışarı çıkarırdı. Şimdiye kadar dışarı da çıktığının farkında değildi. Dünyaya yeniden kavuşmanın sevincini duydu.
Hapisanenin büyük kapısıyla onun koğuşunun yan penceresi karşı karşıyaydı. Bir iki mahpus onu açılmış, dünyayla az çok ilgili görünce ona seslendiler:
"Bacı be! Aldırma bacı be! İnsan olanın başına her şey gelir. Haklamışsın herifi. Yaşşa bacı! Yaşasın kara sevda!"
Hatçe cevap vermedi. İçeri girdi. Memedi düşünmeye başladı...
Ana, arzuhalci sarhoş Deli Fahriye gitti. Deli Fahri, yıllar önce, zabıt katipliğinden rüşvetten dolayı kovulmuştu. Kovulduğu günden beri de arzuhalcilik ediyordu. Arzuhalcilikten, zabıt katipliğinden kazandığının iki üç misli kazanıyordu. "Avukattan daha dirayetlidir," diye de ünü yayılmıştı. Gece gündüz sarhoştu. Dilekçeleri sarhoş sarhoş yazardı.
Deli Fahri, başını daktilonun durduğu kirli masaya koy-
151
muş uyukluyordu. Dört bir yanını rakı kokusu sarmıştı. Ayak sesi duyunca başını kaldırdı. Bu biçim ayak sesleri, dilekçe yazdıracak insanların ayak sesleridir. Fahri, yılların verdiği alışkanlıkla, dilekçe yazdıracak kimseleri ayak seslerinden tanırdı. Masası bir kasap dükkanının saçağı altında olduğundan yanından her zaman bir sürü insan geçerdi. O, geçenlerin hiçbirisine başını kaldırıp bakmazdı. Dilekçe yazdıracak kimse, çok uzakta bile olsa, o başını hemen kaldırır gelenin gözlerinin içine bakarak:
"Anlat bakalım," derdi.
Anaya da:
"Anlat bakalım," dedi.
Kadın, kaldırımın üstüne oturdu, başını duvara dayadı:
"Kurban olduğum Fahri Efendi," diye başladı. "Başımıza geleni sorma."
Fahri Efendi, kurşunkalemini ağzına sokmuş emiyordu.
"Kurban olduğum Fahri Efendi. Benim bir tek kızım vardı. Bir tek kızcağızım, kurban olduğum Fahri Efendi... Yaa kınalı kızım Hatçe... Fahri Efendime deyim, aldılar kınalı kızımı soktular mapusaneye. Benim kınalı kızım mapusanede yatar."
Fahri efendi usul usul ağzından kalemi çekti:
"Şu senin kızın neden dolayı mapusaneye düşmüş, sen onu anlat bana," dedi.
"Kurban olduğum Fahri Efendi, sana deyim de iyi dinle.. Kızımı Abdi Ağanın yiğeni Veliye nişanladık. Kınalı kızımı. Keklik gibi kınalı kızımı. O gavur yapılı, o İnce Memed var ya. Dönenin öksüz oğlu, kız onunla sevişirmiş, biz ne bilelim. Bir gece kaçıyorlar. İzci Topal Aliyi bilirsin değil mi? Onu bilmeyen yok, o gavur bunların izini sürüyor, bir kayanın kovuğunda sevişirlerken eliyle koymuş gibi buluyor. Oğlan da çekiyor tabancasını Abdi Ağayı da, Veliyi de vuruyor. Kaçıyor gidiyor ondan sonra... Ondan son-racığıma Fahri Efendi kardaşıma söyleyim, daha oğlanı yakalaya-madılar. Oğlanın yerine de benim kınalı Hatçemi aldılar getirdiler. Keşifçiler mapusaneye soktular benim gül kızımı. O gözü kör olası öksüz Memedin yüzünden. Güya Veliyi benim kızım öldürmüş... Köylünün hepsi öyle ıspatçılık etti. Bir tek Topal Ali ıspat-çılık edemem demiş, onu da Abdi Ağa köyden sürdü... Ne bile-
152
yim Fahri Efendi kardaş, kızın Veliyi öldürdüğüne ben de inandım. Kocaman bir köy hep bir ağız olup da yalan söyleyecek değil ya, benim kızıma ne garazları var, dedim. O gavur Abdi yaptırmış onlara bunu... Abdinin dediğinden köylü çıkamaz. Vay benim akılsız başım... Tuttum da onlara inanıverdim. Ya Fahri Efendi kardaşım... Sonra, geldim kıza, kınalı kızıma sordum ki... İş başka... Kınalı kızım dedi ki, "Ben silah sıkmasını ne bilirim ana?" Ben de düşündüm ki kınalı kızım silah sıkmasını bilmez. Silahtan da korkar üstelik. Bizim evimize silah girmedi hiç. Babası silahı hiç sevmez kınalı kızımın... Hepsi yalan yere ıspatçılık ediyorlar kınalı kızımın üstüne... Garaz olmuşlar. Fahri Efendi Ağam böyle işte... Benim kınalı kızım tüfekten korkar... Tüfek görse ödü kopar... Hükümete bunu böylece yaz."
Fahri Efendi kağıdı aldı, eski, her bir yanı dökülmüş daktilosuna soktu. Gürültüyle yazmaya başladı. Hiç durmadan, tam beş sayfa yazdı:
"Bak kadınım," dedi, "okuyayım da iyi dinle. Bak gör nasıl donatmışım." Fahri Efendi, sigarasını dudağının bir o tarafına, bir bu tarafına atarak bir çırpıda dilekçeyi okudu bitirdi.
"Nasıl?" diye sordu.
Ana:
"Eline sağlık, çok iyi donattın," dedi.
Fahri:
"Kadınım," dedi, "başkasına olsa on beş liraya yazmazdım. Sen on lira ver. Arzuhali bir donattım ki taşa geçer billahi... Taşa geçer."
Ana, eli titreyerek, parayı üst üste düğüm attığı çıkınından çıkarırken:
"Eline sağlık," dedi. "İnşallah taşa bile geçer."
Fahri Efendi, kırmızı onluğu elinde evirir çevirirken dilekçeyi nereye götüreceğini, ne söyleyeceğini ona iyice anlattı. Kadın kalkıp giderken:
"Kusura kalma Fahri Efendi kardaş," dedi. "Gelecekte sana yumurta da getiririm, yağ da..."
Aldığı tarif üzere gitti, dilekçeyi vereceği yeri buldu. Karşısında kızını alıp getiren adamlardan birini görünce, önce korktu, sonra:
153
"Kurban olduğum Ağam," dedi, "benim kızımı ne diye aldın getirdin? Aldm getirdin de mahpuslara soktun? Benim kızım tüfek sıkmasını bilmez ki, adam öldürsün. Benim kızım tüfekten çok korkar... Çocukluğunda bir tüfek görse ağlaya ağlaya gelir benim yakama sarılır, saklanmaya çalışırdı. Sana bir arzuhal getirdim. Fahri Efendi bir iyice donattı. Oku da kızı koyver kardaş. Ayaklarının altını öperim. Benim kınalı kızımın hiç suçu yok. Göğnü düşmüş, o gavur yapılı İnce Memedlen kaçmış... Herkesin kızı kaçar. Koyver kızımı. Tabanlarını öpü-yüm kardaş..."
Savcı sert:
"Çok ukalalık etme! Bırak arzuhalini de git!" dedi. "Mahkeme adil kararını verecektir."
Başını evraklara eğdi, tekrar yazmaya koyuldu.
Ana, mahpushaneye geldiğinde akşam oluyordu. Hatçe sabahtan beri onu dört gözle beklemişti.
"Bir arzuhal donattırdım ki Fahri Efendiye, taşa demire geçer. Onu bir okusun hükümet, seni hemen bırakır. Suçsuz olduğunu anlar bırakır. Arzuhale, senin silahtan korktuğunu yazdırdım. Hani çocukken silah görsen kaçardın da kucağıma saklanırdın. İşte onu da yazdırdım. Bir donattı Fahri Efendi, tam yirmi liralık donattı. Amma benden on lira aldı. Varsın alsın, kınalı kızım için değil mi, malım da gitsin, canım da... Bir okusun onu hükümet..."
Hatçe:
"Keski öyle olsa," dedi. Sonra anasının gözlerinin içine bakarak, başını önüne eğdi:
"Anam," dedi, "güzel anam, bana Memedden bir haber getir, bir daha gelişinde. Ne diyorsun güzel anam? Bana bir haber getir."
Ana kızgın:
"Zıkkımın kökü diyorum," dedi.
Hatçe gözlerini yerden kaldırıp, yalvarırcasına baktı:
"Anam anam, sürmeli anam, bak delikte çürüyorum. Me-med olmazsa ben ölürüm. Sen kızını öldürmek mi istiyorsun? Ondan bir haber..." J
Ana:
154
"Zıkkım," dedi. "İnşallah onu parça parça ederler. Sana ölüm haberini getiririm inşallah..." deyince kız ağlamaya başladı.
Ana, bunun üstüne sustu. Uzun zaman kız ağladı, o bir şey söylemedi. Sonra:
"Günbatıyor kınalı kızım," dedi. "Ben gideyim gayri."
Hatçe:
"Ana..." dedi.
Kadın durdu. Gözlerine yaş dolmuştu:
"Peki," dedi, sesi karıncalanarak. "Senin gül hatırın için bir haber öğrenmeye çalışırım. Memedin anasını bir dövmüşler ki... Belki ölür fıkara. Fıkara Dönecik. Sağlıcakla kal kızım," dedi yürüdü. "Korkma, Fahri Efendi iyi donattı arzuhalini."
Verdiği dilekçeye çok güveniyordu.
155
12
Öyle bir karanlık vardı ki göz gözü görmüyordu. Orman uğulduyordu. Orman kapkara bir duvar gibi karanlığa gerilmişti. Ta uzakta, dağın doruğuna yakın yerde, ipil ipil bir ateş yanıyordu. Ağaçlara çarpa çarpa el yordamıyla yürüyorlardı. Ama çok gürültülü... Gece ıslak ıslak kokuyordu. Çam, gürgen, mantıvar, peryavşan, çobançırası, ter kokuyordu. Ekşi ter... Püren kokuyordu. Gökyüzünde de bir iki yıldız parlayıp sönüyordu.
Aylardan beri bir sürü ev basmışlar, yol kesmişler, candar-malarla çarpışmışlardı. Candarmalar öteki eşkıyaların arkalarını bırakmış, Deli Durdu çetesinin üstüne düşmüştü. Deli Durdu da candarmalarla alay ediyordu. Oynuyordu. Memed az zamanda kendini göstermiş, arkadaşlarına, Deli Durduya kendini sevdirmişti. Çeteye yardımı dokunuyordu.
Durdunun karanlıktan sesi geldi:
"Burada kalalım. Bittik. Öldük. İki günden beri durmadan kaç babam kaç, nolacak halimiz böyle! Burada!"
Sesi hınçlı, inatçıydı.
Memed yanma vardı:
"Yavaş. Usul konuş Ağam."
Durdu:
"Nolacak yani?" diye hışımla konuştu. Memed değil de başkası konuşsaydı bu biçimde, bu kadar içerlemezdi. Dün gelmiş de bugün eşkıyalık dersi veriyor. >
"Düşmanın karıncaysa da..." dedi, Memed.
156
Durdu:
"Eeee sonra?"
Memed, Durdunun alayını fark etmemiş gibi davrandı.
"Yani demem odur ki... hor bakma."
Durdu dayanamadı, içindekini dışarıya vurdu:
"Ohhooo, bre İnce Memed, Süleyman Kahya seni bize arkadaş değil, erkanıharp göndermiş. Karışma böyle işlere!"
Cabbar Memedin solunda yürüyordu. Hızlı hızlı soluk alıyordu:
"Memed doğru söylüyor Ağa," dedi. "Ormanda kalırsak kuşatırlar. Ardımızdalar. Ha bire takip ediyorlar. Keklik gibi avlarlar alimallah, bir çevirirlerse... Asım Çavuş böyle bir fırsat arıyor zaten, yavaş..."
Memed:
"Keklik gibi..."
Cabbar:
"Arkamızda az boz candarma yok. Candarmalara köylüleri, bize düşman eşkıyaları da kat Ağa... Onlarla başa çıkama-yız."
Memed:
"Baş edemeyiz. Cephanemiz bile yok."
Durdu olduğu yerde dikildi kaldı:
"Buradan bir adım ileri atmak yok."
Sesi ormanda çın çın öttü:
"İki günden beri köpek gibi kaçıyoruz. Köpek!"
İçlerinde biri vardı: Recep Çavuş. Nerden geldiği, kaç yıldır eşkıyalık yaptığı hakkında doğru dürüst hiç kimse bir şey bilmiyordu. Geçmişini ona kimse de soramazdı. Buna, soranı öldürecek kadar kızardı. Soranla bir daha ne bir yerde bulunur, ne de karşılaştığı zaman konuşurdu. Kırk yıllık düşmanmış gibi. Elliyi geçkindi. Hakkında bilinen tek şey Koca Ahmet çetesinden oluşuydu. Çete affa uğradığında herkes gitmiş hükümete teslim olmuş, o affı kabul etmemiş, bir iki yıl dağlarda tek başına gezmiş, iki yıl sonra, dağlarda yeniden eşkıyalar türe-yince onlara karışmıştı. Girip çıkmadığı çete yoktu. Bütün çeteler onu tanır, sayar, severdi. Öyle, bir çeteye mal olup kalmazdı. Bugün canı istemiş, Deli Durdu çetesine gelmiş, yarın canı ister
157
Deli Durdunun can düşmanı Yozcu çetesine gider. Kimseye, kimse hakkında dedikodu etmez, bir tek laf söylemezdi. Öbür gün de Kürt Reşo çetesine... Her çetede yeri vardı. Ona niçin geldin, niçin gidiyorsun, diyen de olmazdı. Üstelik, kimin çetesine gelirse, o çete sevinirdi. Onu uğur saymışlardı.
Eşkıyalıkta da çok ustaydı. Bir kez çarpışmaya tutuşmaya görsün, eli makinalı tüfek gibi işlerdi.
Karanlıkta, tok, alışılmamış sesi duyuldu:
"Durdu, çocuklar doğru söylüyorlar. Ormandan çıkıp kayalıkları tutalım."
Durdu:
"Recep Çavuş, Recep Çavuş," diye bağırdı, "buradan ileriye bir adım bile atılmayacak."
Cabbar:
"Durdu Ağam," dedi, "hiçbir şey gelmezse ellerinden, bizi kuşatırlar, ormana da ateş verirler..."
Durdu:
"Bir adım bile..."
Cabbar:
"Etme Ağam!"
"Durdu:
"Atılmayacak."
Cabbar:
"Perişan olacağız."
Durdu:
"Ben çete başı mıyım?"
Cabbar:
"Heyye," dedi, "sen çete başısın."
Memed:
"Heyye."
Ötekiler de öyle söylediler.
Memed:
"Ağam," dedi, "bir şey deyim de darılma."
Durdu:
"De bakalım erkanıharp," diye güldü.
Memed:
"Hiç olmazsa, sık ağaçlıklı, taşlı çukurlu bir yere varalım."
158
Durdu:
"Bir tek adım atılmayacak."
Oraya, dikildiği yere oturuverdi. Ötekiler de oturdular. Uzun zaman hiçbirisinden ses çıkmadı. Bir ikisinin elindeki cı-garanm ışığı karanlıkta yıldız gibi parlıyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu.
Cabbar ayağa kalktı. Gerindi. Yukarı doğru yollandı. Memed de arkasından gitti.
Cabbar bir ağacın dibine su dökmeye oturdu. Memed de yanma. Bir zaman sonra, Cabbar işini bitirdi ve kalktı. Memed de arkasından.
Arkalarını dönünce hafif bir ışık gördüler, şaştılar. Oldukları yerde kalakaldılar. Durdu, çam dallarını tutuşturmuştu. Ateşin ışığında gölge gibi sallanıyordu.
Memed:
"Düpedüz ölümünü arıyor bu adam."
Cabbar:
"Asım Çavuş neysem ne ya, arkamızdaki köylüler beterin beteri. Hepsi donsuz bıraktıklarımız."
Memed:
"Ben geldim geleli, en az beş yüz kişiyi donsuz bıraktık."
Cabbar:
"Soyduğumuz elbiseleri, bari köylerin fıkaralarına dağıt-saydık. Belki köylülerin elinden kurtulurduk. Kurtulamadığımızın sebebi var, iki gündür. Dışarda hiç yardımcımız yok. Hele köylüler, Aksöğüttüler, ellerine geçsek, bizi havada yerler. Zulüm... Durdu yapmadığını bırakmadı Aksöğütte. Zulüm. Akla hayale gelmez işkenceler, hakaretler..."
Memed:
"Bana bak kardaş," dedi, "insanların üstüne çok varmama-lı. Öldürmeli, dövmeli, ama üstlerine çok varmamalı. Donsuz, Çırılçıplak, köyüne, evine girmesi bir adama ölümden zor gelir. İşte bunu yapmamalı. İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli. Ben Abdi Ağadan biliyorum. Yoksa... Korkmalı insanların bu tarafından. Aşağı görmemeli insanları..."
Dönerken ufacık bir suya düştüler. Dize kadar battılar. Su
159
yarpuz yarpuz koktu. Gece yarpuz koktu. Yıldızlar kıvılcım-landılar. Her bir yer yarpuza kesti. Küçük su, yıldızlar, uğultulu çam ağaçlan, yarpuz yeşili kokusu...
"Keski Deliyi kandırsak da buraya çeksek."
Cabbar:
"Öldürsen yarım adım artıramazsın. İnat."
Durdunun ateşi koskocaman olmuştu. Bir harman yeri kadar yer tüm yalıma kesmişti. Yalımlar göğe çıkıyordu. Kocaman kütükler çatırdayarak yanıyordu.
Durdu gülerek ateşin etrafında gidip geliyordu:
"Bakın hele şu ateşe. Bu ateşten geçilir mi? Nerde yakılır böyle ateş?"
Cabbar:
"Keski yanmasaydı."
Durdu:
"Gürül gürül."
Cabbar:
"Keski..."
Durdu:
"Kes gayrı Cabbar," diye çıkıştı.
Gece orada, ateşin yanında kaldılar. Korkudan hiçbirisini uyku tutmadı. Durdudan başka. Her birinin içinde uykuda bastırılıp, öldürülmek korkusu vardı. Böyle bir korku kimin içine girmişse onu iflah etmemiştir.
Güya üç kişiyi, Recep Çavuşu, Horaliyi, Memedi nöbete dikip, ötekiler uykuya yattılar. Bir zaman uyumaya çalıştılar. Yattıkları yerde döndüler durdular. Olmadı. Önce Cabbar kalktı. Ocağın başına bağdaş kurup oturdu. Onun arkasından ötekiler... Durdu rahat, mışıl mışıl uyuyordu. Ocağın başında, konuşmadan gözlerini ateşe dikip kaldılar.
Tan yerleri ışırken bir cayırtı başladı. Dört bir taraftan kurşun kum gibi kaynıyor. Akşamdan beri ha başladı, ha başlayacak diye bekleyip duruyorlardı. Şaşırmadılar. Ateşin başından kaçıp uzağa siperlendiler.
Memed, kulağının dibinden kurşunlar vınlayarak geçerken kendisini ancak bir ağaç köküne atabildi.
Gedikli Asım Çavuşun arka yanı açık kalmış, Memed de
160
oraya düşmüştü. Tüfeği doğrulttu. İçinden kusmak geldi. Sonra indirdi başka yana sıktı.
Kendi kendine güldü:
"Çavuş, Çavuş!" diye bağırdı. "İyi siperlenmemişsin. Yersin kurşunu."
Çavuş farkına vardı. Yanma yönüne kurşun yağıyor. Yeri yer değil. Tam bu sırada şapkasını kurşun alıp götürüyor.
"Ulan," diyor, "ulan bir düşersen elime."
Memed:
"Bana İnce Memed derler, Çavuş. Sen ancak ölümü geçirirsin eline. Çoluk çocuğun var. Çekil git Çavuş. Var git işine."
Çavuş:
"Çok yazık," diyor.
Kabzayı tutan elini bir kurşun sıyırıyor. Elinden kan sızıyor toprağa.
"Var git Çavuşum işine. Değme bize. Ölümün bizden olmasın. Çok düştün üstümüze."
Her bir tarafı kurşuna açık. Korkuyla geri çekiliyor. Düşünüyor ki şapkasını alıp götüren, elini sıyıran kurşunu sıkan adam kendisini çoktan vurabilirdi. Bu İnce Memed de kim? Deli Durdu onu böyle yakalamış olsaydı hali dumandı! İnce Memed! Böyle bir ad anımsamıyor. Çok Memed var. Ama İnce Memed?
"Ulan," diyor, "ulan, sana İnce Memedliği gösteririm." Tatlı.
Kurşun yağıyor. Şafağa kırmızı, yağlı kurşunlar yağıyor. Durdu açıklıkta dört dönüyor. Canını dişine takmış ha bire kurşun sallıyor. Sonra arada bir duruyor, Çavuşa küfrediyor.
"Çavuş, Çavuş! Deli Durduyu kaçtı sanma. Seni yüzbaşı-yın yanına donsuz göndereceğim. İğne kadar yerini göster. Donsuz."
Çavuş, candarmalar, köylüler sarmışlar dört bir yanı. Tam kafes...
Kapana kısıldıklarını anlıyor Deli Durdu. Sürüne sürüne ince Memedin yanma geliyor. Çetesi içinde en güvendiği adam Memeddir. Bulundukları yer kurşuna açık. Biraz yakına gele-bilseler, çemberi daraltsalar, hepsini teker teker vurabilecekler.
161
Durdu, belki ömründe ilk defa azıcık telaşlanıyor. Kapan zorlu bir kapan. Ötekiler de korkuyorlar Durdudan. Daraltamıyorlar. Burada, bu ormanın açıklığında, Durdunun onlarla çarpışmayı kabul etmesine şaşıyorlar. Bunda bir kurnazlık , bir hile var mutlak, diyorlar.
İşte, bu yüzdendir ki bulundukları yerde kalıyorlar. Bir türlü akıl erdiremiyorlar Durdunun kaçıp kaçıp da çarpışmayı burada, açıklıkta kabul etmesine.
"İşler kötü," dedi Durdu. Ter içinde kalmıştı. Soluyordu. "Hiçbirimiz kurtulamayacağız."
Bu sırada biri:
"Yandım anam," diye bağırdı.
Durdu:
"Bu birincisi," dedi. "Recep Çavuş gitti."
Sonra:
"Hiçbirisinden korkmam bunların. İçlerinde Dörtyollu diyorlar, bir candarma var. Bir de bizim köyden Kara Muştan var. Onlar olmasın içlerinde, yarar çıkarım. Onlar, pireyi bile sektirmezler, vururlar."
Memed arkaya baktı:
"Benim tüfeğim kızdı," dedi. "Elimi yakmaya başladı. Ne
yapmalıyım?"
Durdu:
"Çok kurşun yakmışsın Memed kardaş. Yoksa elindeki tüfek iyi tüfektir. Ateşi kes de biraz, tüfeği toprağa bele. Kızgını geçer. Sonra hiç sıkamazsın. Şişer kalır."
Memed:
"Tüh!" diye acındı. "Tüh!"
Durdu:
"Kardaş!" diye söylendi usuldan. "Çevrildik. Bana bakmayın. Benim çok tecrübem vardır. Nereden olsa yarar kurtulurum. Ölsem de vız gelir. Sizi düşünüyorum. Benim yüzümden... Deliliğim yüzünden... Sizler nasıl kurtulacaksınız? Kaygım o. Arkadaşlarını koymuş da kaçmış Deli Durdu derler."
Memed:
"Bence hiçbir çare yok," dedi. "Akşama kadar bekleyece-
giz."
162
Bu sırada Durdunun tam önüne iki kurşun saplandı. Toz çıkardı.
Memed:
"Çare yok," dedi. "Akşama kadar dayanmalıyız."
Durdu toprağa saplanan kurşunların yerini gösterip:
"Bu kurşun Kara Muştanındır. İkimizi de vurur şimdi. Bir yerimizi görmüş olacak."
Memed:
"Durdu Ağam, öldü mü ola Recep Çavuş? Bir yanına var-sak..."
Durdu:
"Dur hele," dedi. "Herif haklayacak bizi. Dur hele!"
Bu sırada önlerinden büyük bir toz bulutu kalktı. Yanlarına yönlerine ne kadar kurşun düşmüştü onlar da farkında değillerdi.
Durdu: „ ¦
"Demedim mi sana? Bu Kara Muştan namussuzunu bilirim."
Memed:
"Vay anasını!"
Durdu:
"Hemen yerimizi değiştirmezsek..."
Yuvarlana yuvarlana, büyücek bir ağacın arkasına vardılar.
"İçlerinde bu Kara Muştan olmasa..."
Memedin kafası hep Recep Çavuşla uğraşıyordu.
"Recep Çavuştan ses şada yok. Bir yanına varsak..."
Başlarına kurşun yağıyor. Kurşunlar ormanın dallarını kırıyor. Dalları buduyor.
Süründüler. Kurşun altında Recep Çavuşun yanına vardılar ki, Recep Çavuş sağ yanma yatmış, her bir tarafı kan içinde. Onları görünce acıdan dişlerini sıkarak gülümsedi. Başını zorla kaldırarak:
"Uşaklar," dedi, "başınızın çaresine bakın. En az yüz elli kişiler. Beni olduğum yerde bırakın. Kader böyle imiş..."
Yarasına baktılar. Çavuş kurşunu boynundan yemiş... Boynundan giren kurşun, kürekkemiğinin üst başından, kemiğe bir Şey yapmadan çıkmış. Kurşun, çıktığı yeri liyme liyme etmiş.
163
"Size bir sözüm var," dedi Recep Çavuş. "Şu Cabbar var ya, onu gözden ırak etmeyin. Sağlam, babayiğit çocuk. Bir orduya baş gelir. O olmasa beni sarat gibi ederlerdi. Kendi üstüne çekti ateşi, benim vurulduğumu görünce. Öyle bir ateş açtı ki ondan sonra da onlara... Şaşırdılar."
Gömleğini yırtarak yarasını sardılar. Recep Çavuş uyuklar
gibi:
"Yarın," dedi. "Yarın çemberlerini."
Memed:
"Mümkünü yok onun, Çavuş," dedi. "Yarmaya çalışırsak vuruluruz. Bizden, işte böyle korkuyorlar. Ya akşama kadar dayanacağız, ya da burada öleceğiz."
Recep Çavuş düşündü. Yüz etleri gerili. Bağırmamak için zor tutuyor kendisini.
"Bak, bunu doğru düşünüyorsun, Memedim. İçinizden bir tanesi bile kaçmaya kalkarsa hepiniz ölürsünüz. Toplayın arkadaşların hepsini, bir adım atmamaya, geriye bir adım atmamaya ant için. Anladım ki onlardan kaçmak ölmek demektir. Dayanın. Öyle sanıyorum ki üstünüze gelemezler. Gelecek olsalardı, çoktan gelirlerdi. Bir şeyden, bir tuzaktan korkuyorlar."
Memed:
"Haydi Durdu Ağam, şu işi yapalım."
Recep Çavuş:
"Zalanın oğlundan korkulur. Ödleğin birisidir. Ona göz kulak olun. Belki o kaçar..."
Durdu:
"Toplayalım arkadaşları. Horaliyle Cabbar ateşi sürdürsünler, oyalasınlar."
Arkasından da toplanma ıslığını çaldı. Arkadaşları, bu zamanda, kurşun kaynarken, bu toplanma ıslığına bir anlam veremediler.
Zalanın oğlu:
"Bu kıyamette nasıl toplantı yapılır?" diye yanındaki arkadaşa dert yandı. "Kurtuluş yok zaten. Recep Çavuş gitti."
Önce Horali geldi. Sonra da Ala Yusuf... Sonra da Güdü-koğlu. >
Durdu:
164
"O Zalanın oğlu nerede?" diye ikircikli sordu.
Horali:
"Geliyor," dedi. "Toprağa yapışmış, bir tek kurşun bile sıkmadı. Ha bire titriyordu."
Durdu:
"Acayip," dedi. "İçimizde en cesur onu bilirdim."
Tam bu sırada sürüne sürüne Zalanın oğlu da geldi. Elleri kan içinde kalmıştı.
Durdu, Horaliyle Cabbara:
"Haydiyin siz ateşi sürdürün," dedi. "Oyalayın onları. Bizim konuşacaklarımız var."
Bu, toplanmak için, bir anlık ateş kesilmesi, Asım Çavuşu iyice kuşkulandırmıştı. Deli Durduyla, bu ilk karşılaşması değildi. Ama onun ne yapacağı hiç kestirilemezdi. En delice hareket ettiği gibi, en akıllı da hareket edebilirdi. Bu, ormanın açıklığında çarpışmayı kabul eden^ya düpedüz ölmek istiyor, ya çok acemi, deli, serseri, ya da bir tuzağı var. Deli Durdu gibi iğnenin deliğinden geçen bir adam, hiç tongaya basar mı? Asım Çavuşa göre, mutlak bir tuzaktır bu! Ha çıktı, ha çıkacak! Buna karşı ne yapmalıydı? Bunu bilemiyordu işte. Çekse gitse saygınlığı beş paralık olurdu. Gitmese, mutlak bir tuzak vardı bunun içinde... Mahvolacaktı. Şapkasını alıp götüren, elini sıyıran kurşunlar da neydi ola? Bir uyarı mı? Memedin sözleri de iyice ürkütmüştü onu. Eğer isteseydi o kurşunları atan, onu çoktan öldürürdü. Çekip gitmek de elinden gelmiyordu. Hazır Deli Durduyu çembere almışken... Deli Durdu bir daha böyle çembere düşer miydi?
"Arkadaşlar," diye seslendi, "hiçbiriniz yerinizden ayrılmayın. Bakalım ne yapacak bu Deli. Çevrilmiş zaten. Avucu-muzun içinde. Bu adam, kendi isteğiyle avucumuzun içine düştü. Yoksa, çoktan Mordağın kayalıklarını tutabilirdi..."
Onbaşı yalvarıyordu:
"Bu deli pezevengi ben bilirim. Delinin biridir. Canı istemiş burada kalıvermiştir. Hiçbir tuzak düşünmemiştir. Kendisine çok güvenir. Çemberi daraltalım, bak nasıl avucumuza düşecek."
Asım Çavuş:
165
"Yıllarca eşkıyalık yapmış, Deli Durdu gibi it oğlu it bir eşkıya kolay kolay burada çarpışma kabul etmez. Hiç olmazsa ormanın kuytuluğuna çekilir. Ormanın en ağaçsız yeri... Bunda mutlak bir iş var. Tetik duralım." Onbaşı:
"Etme gediklim," dedi, "o çok güvenir kendine. Saralım şunu da bitirelim işini. Daraltalım çemberi. Bir kaşık suda boğarız."
Çavuş:
"Duralım durduğumuz yerde," diye Onbaşıya çıkıştı.
Horaliyle Cabbarm ateşi yeniden başlayınca, Çavuş bunu bir türlü anlayamadı. Ne oluyordu?
Durdu:
"Arkadaşlar," dedi, "biribirimizden ayrılmak yok. Hepimiz bir yerden ateş edeceğiz. Üstümüze gelip, tüfeği kafamıza sıksalar bile yerimizden kımıldamak yok. Söz mü?"
Hep bir ağızdan:
"Söz," dediler.
Durdu:
"Öyleyse iyi bir yer bulun. Siperlenecek iyi bir yer..."
Memed:
"Ben bulayım mı?"
"Sen bul."
Memed bu sırada:
"Yatın yatın," diye bağırdı. O hızla attı kendisini. Ötekiler de yattılar. Kulaklarının dibinden vınlayarak kurşunlar geçiyordu.
Durdu:
"Gördüler," dedi. "Rahat vermezler burada."
Uzun zaman yattıkları yerden kalkmadılar. Kurşunlar sağlı sollu pat pat diye yanlarına düşüyordu. Vızıldıyordu kurşunlar.
Zalanm oğlu daha titriyordu.
"Vay! Vay!" dedi. "Memed vurulmuş." Gözleri de fal taşı gibi açıldı.
Durdu:
"Gerçek mi?" dedi.
166
Memed, kendinden söz edildiğini sezinleyerek, onlara döndü, sordu:
"Ne var?"
Zalanın oğlu, dişleri dişlerine çarparak:
"Üstün başın kan içinde. Vurulmuşsun."
Memed:
"Hiçbir acı duymadım," dedi. Elini başına götürdü. Eline baktı. Eli kızıl kan içinde kaldı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Orasında burasında yarayı araştırdı bulamadı.
Durdu, sararmış yüzle Memedin yanına geldi. Yarayı aramaya başladı. Buldu:
"Başından," dedi, "azıcık çizmiş."
Memed:
"Aldırma," dedi gülümseyerek. "Siftah bir..."
Kalktı, ormana daldı. Kurşun altında hiçbir şey yokmuş gibi yürüyordu. Biraz sonra da:
"Buraya gelin," diyen sesi duyuldu.
Candarmalar göz açtırmıyorlardı. Gittiler.
Burası, yıkılmış ağaçların üst üste yığıldığı bir çukurdu.
Durdu:
"Tamam," dedi. "Ağaçlan çıkaralım."
Birden üstlerinde bir kaynaşma oldu. Yapraklar dökülmeye, dallar çatırdamaya başladı. Ağaçları çıkaramadan çukura atlayıp, karşılık verdiler edilen ateşe. Yağmur gibi kurşun yağdırıyordu iki taraf da. Belki böyle yarım saat hiç durmadan karşılıklı ateş edildi. Sonra bir ara iki taraf da ateşi nedense kesi-verdi. Durdu artık hiç korkmuyordu. Gelseler, şimdiye gelirlerdi. Çemberi daraltsalar bile akşama o kadar çok kalmamıştı. Dayanabilirdi o zamana kadar. Şu Çavuşun önünden kaçmak istemiyordu artık.
Sonra Horaliyle Cabbar da geldi çukura.
Cabbar:
"Hani Recep Çavuş?" deyince ortalık karıştı.
Memed:
"Biribirinize hiç kızmayın. Ben gider alır getiririm onu."
Ortalık yatıştı.
Emekliye sürüne çukurdan çıktı. Yorgundu. Yorgunluktan
167
soluk alacak halde değildi. Vardı bir kütüğün dibine uzandı. Bu sırada karşı tarafın ateşi yeniden başladı. Kütüğün altından bir türlü çıkamıyordu. Nereden geliyor, nereden atılıyorsa, kurşunlar o kütüğü boyuna dövüp duruyordu. Bir atlama yaptı. Bir tarafı müthiş acıdı. Kendi kendine, "Kurşun yedim," dedi. Kalktı. Sağını solunu yokladı. Ağrıyan yeri yokladı. Yara yoktu.
Recep Çavuşun yanına vardığında her bir yanı kana batmış, eli ayağı da parçalanmıştı.
Recep Çavuş onu görünce:
"Ulan," dedi, "bu ne hal? Kan içinde yüzüyorsun."
Memed gülümsedi. Yüzü gözü öylesine kan içindeydi ki, gülümsemesi belli olmadı.
"Haydi gidelim, Recep Çavuş. Senin için geldim."
Recep Çavuş:
"Gidin yavrum," dedi, "siz kendiniz kurtulun da ben kalayım. Herifler dört bir yanı kuşatmışlar. Bir deli itin yüzünden bu hallere düştük işte. Hiçbiriniz kurtulamayacaksınız bu çemberden. Nereye baksan oradan kurşun geliyor. Asım Çavuş akıllanmış gayri. Bırakın beni de ben kalayım burada. Bana bak, oğlum Memed, sen iyi bir çocuksun, eğer bu çemberden kurtulursan gezme bu deliyle. Benim şaştığım, vakit öğleyi geçti, bunlar daha neden çemberi daraltmıyorlar? Nemiz var, nemiz yok öğrendiler?"
Memed:
"Korkuyorlar," dedi.
Recep:
"Çok tuhaf."
Memed:
"Tek korktukları bizim onlara tuzak kurduğumuzdur. Öyle sanıyorlar. Bilmiyorlar ki Deli Durdu zıpırlığından kaldı ormanın açıklığında. Bunu hiç akılları almıyor. Bilmiyorlar ki Durdu, ateşinden vazgeçemedi. Haydi Çavuş kalk gidelim. Ölürsek de beraber, kalırsak da..."
Recep Çavuş:
"Memedim," dedi, "bundan bir kurtulabilsem..."
Memed: >
"Yaran hafif Çavuş. Kurtulursun."
168
Çavuş yürüyecek halde değildi. Ağır, kocaman Çavuşu Memed sırtına aldı. Biraz götürdükten sonra, yere bırakıverdi.
Çavuş Memedin gücünün yetmediğini anladı:
"Yavrum, böyle olmayacak. Sırtına alma beni. Gel de sana dayanayım. Böyle daha iyi..."
Memed:
"Olur," dedi.
Geçtikleri yerlerde büyük büyük kan pıhtıları bırakıyorlardı. Kurşuna tutuldular bu ara da... Toprağa yapışırcasına yattılar. Herhal görülmüşlerdi. Kurşunlar hep sağlı sollu toprağa saplanıyordu.
Recep Çavuş:
"İşi azıttılar. Yenice akıllan başlarına geldi tereslerin."
Binbir bela içinde çukura geldiklerinde, iki kişiyi daha vurulmuş gördüler. Zalanın oğluyla Horali yaralanmıştı. Zalanın oğlu hala durmadan titriyordu. Ağlıyor, bağırıyor, çağırıyor, tir tir titriyordu.
Kuşatmanın daraldığını fark ettiler. Karşı tarafın atışları da daha korkutucu olmaya başladı. Durdunun köylüsü Kara Muştan da bu sırada boyuna bağırıyordu:
"Deli Durdu," diyordu. "Aksöğüt köyü senin yiğitliğini biraz sonra görecek. Mustafa Dayını sen iyi bilirin... Mağrur olma oğlum..."
Deli Durdu kızıyordu. Kızıyor, karşılık vermiyordu. Uzun zaman ateşi böyle sürdürdü.
Kara Muştan:
"Oğlum Deli Durdu," diyordu, "dilin boğazına mı aktı?"
En sonunda Durdu dayanamadı, ayağa kalktı:
"Kara Muştan Dayı," dedi, "ben seni iyi bilirim. Sen de beni iyi bilirsin. Eğer karıyın donunu senin başına şapka yapmazsam bana da Deli Durdu demesinler. Bu Deli Durduluk bana haram olsun!.."
Tam bu sırada Memed, ayakta dikilmiş duran Durduyu kendine doğru hızla çekti. Durdu o hızla Memedin üstüne yuvarlandı. Bir an, saniyenin yarısı kadar bir an daha ayakta kalsaydı Durdu, beş tane kurşunu birden yemişti. Çünkü karşı ta-
169
raftan Kara Muştanla birlikte dört kişi ona nişan almıştı. Tüfeğin beşi de birden patladı ama, Durdu yerinde yoktu. Recep Çavuş:
"Ulan Deli deyyus," dedi, "soytarılığı bir daha yaparsan ilk kurşunu benden yersin. Hep senin yüzünden zaten." Deli Durdu Recep Çavuşun bu sözlerine güldü: "Kurşun sıkacak halin var da neden başkalarına sıkmazsın?.."
Recep Çavuş Memedi göstererek:
"Şu bir karış çocuğa dua oku," dedi. "O olmasaydı halimiz dumandı."
Memed içinde müthiş bir acı duydu. Durduya şöyle bir baktı. Durdu da ona dostça baktı.
Memedin ellerinde, yüzünde, saçlarında kurumuş kanı görünce kendi kendine gülümsedi. Onun geldiği günü anımsadı. Nasıl da büzülmüştü Süleymanın arkasına... Süleymanın arkasına gizlenmiş, orada küçücük kalmıştı. Durdunun gözleri ışıklı bir sevgiyle doldu. "İnsanoğlu," dedi kendi kendine, "neleri yok ki... İşte bir avuç çocuk, dün eşkıya oldu, bugün elli yıllık eşkıyadan daha tecrübeli, daha usta..." Önlerinden bir ses: "Teslim olun," diye bağırdı. Durdu:
"Al sana Kara Muştan," dedi. "Bu da senin olsun..." Kara Muştan bir dana gibi böğürerek yere düştü. Durdu, Recep Çavuşa:
"Bunda da mı haksızım, Çavuş?" diye sordu. Recep Çavuş:
"Eline sağlık. Allahınızı severseniz, siz burada ölmeye karar mı verdiniz?" Durdu:
"Verdik. Yemin de ettik. Bu çukurdan çıkmayacağız. Sen öyle söylemedin miydi?" Recep Çavuş:
"Makinalıyla başladılar. Tarıyorlar. Artık kurtuluş umudu kalmadı. Ya ölüm, ya teslim." >
Memed, hayretle, korkuyla sordu:
170
"Ya ölüm, ya teslim mi?"
Kafasında o pirinç parıltısı bir yalımlandı, yayıldı, geçti git-
ti.
Recep Çavuş:
"Başka bir yol biliyorsan sen söyle İnce Memed."
Memed:
"Sen bilmezsen Çavuş, ben ne bilirim."
Çavuş düşündü kaldı. Yarası sıcaklığını yitirmiş, acımaya başlamıştı. Düşünmeye bile fırsat vermiyordu. Çavuş başı önde, ha bire yüzünü buruşturup, dudaklarını geviyor. Ha bire geviyordu.
Sonra Çavuş başını kaldırdı. Herkesin üstünde teker teker başını gezdirdi. "Bir teklifim var," dedi. "Başarılırsa kurtuluruz. Diyeceğim yapılırsa, Asım Çavuş buralarda bir dakika durmaz, doğru yüzbaşının yanma gider."
"Neymiş o?" dediler.
Recep Çavuş:
"Üç tane bomba..." dedi. "İçinizde o makinalıya üç tane bomba savuracak yiğit var mı?"
Cabbar tüfeğini doldururken, arkasına dönüp ona karşılık verdi:
"Bunda hepimiz babayiğidiz. Nasıl olsa hepimizi temizleyecek Asım Çavuş. Öyle olmasın da böyle olsun..."
Memed:
"Hiç umut kalmadı mı?"
Çavuş:
"Tek umut söylediğimdir."
Memed:
"Ben varım."
Gözlerine o iğne ucu kadar küçük, çelik pırıltı geldi, yerleşti. Kafasından da gene o pirinç parıltısı şimşek gibi parladı geçti. İçi mutlulukla, acıyla bir an karmakarışık oldu.
Durdu:
"Bak hele babayiğide!.."
Çukurdan doğruldu.
"Bana iki bomba daha verin," dedi.
Cabbardan aldı. Atladı. Bütün gücüyle koşuyordu. Kulak-
171
larmın dibinde kurşunlar vm vın ötüyordu. Kendisini bir taşın ardına attı. Arkadakiler buna şaştılar. Vuruldu sandılar. Bu hızla giden Deli Durdu nasıl olur da kendisini vurulmadan yere atar? Taşın altından sarı çiğdemler çıkmıştı. Sarı, taze. Taş, büyücek, yuvarlak bir taş. Taşı bir yokladı. Yuvarlak taş yerinden oynuyor. Taşı başına siper etti, yuvarlanmaya başladı. Beyaz taşa kurşunlar gelip değiyor. Bağrışmalar. Baktı ki taşla kurtuluş yok. Elli metre ötede bir ağacın çukuru. Oraya atlamak için ayağa kalktı. Kendini bir külçe gibi çukura fırlattı. Çukurun içi toprak, çürümüş yaprak kokuyor. Bir çiçek vardır mor, adını şimdi anımsamıyor İşte o da kokuyor. Kayalıklarda vardır o çiçek. Her yerde bulunmaz. Bir dağın tepesinde bir bulut parçası dolanıp durur. Pırıltılar çökmüş kenarlarına. Sırmalamış.
Makinalmm takırtısını yanı başında duyunca ayıktı. Önünde bir tümsek var. Tümseğin arkasında bir tümsek daha var. O tümsek berikinden az daha yüksekçe. Makinalıyı iki tümseğin arasına sıkıştırmış olsalar gerek. Öteden dolanıp, aradaki tümseğe çıkmak gerek. Tümsek, üstelik de sık ağaçlıklı.
Ayağa kalkıverdi, yürüdü. Kollarını sallaya sallaya, rahat, uzun bir yolda yürüyormuş gibi yürüdü. Görenler küçük dillerini yuttular.
Göz açıp kapayıncaya kadar bombaları ateşledi, makinalı-ya savurdu. Bir, bir daha. Bir daha... Büyük gürültülerle yer sarsıldı. Ortalık duman içinde kaldı.
Koşarak arkadaşlarının yanma geldi. Gün batıyordu.
Konuşmadı. Kimseye de bakmadı. Gözleri bir noktaya dikilmişti. Sert gözler. Yüzü kavrulmuştu. Kurşunlar seyrekleşti. Arada bir, tek tek düşüyor.
Ayağa kalktı gerildi:
"Asım Çavuş, Asım Çavuş, sağlıcakla kal, o dırdırını tamir et de geri gel. Burada beklerim."
O yandan ses şada çıkmadı.
Durdu Recep Çavuşa sordu:
"Sen bu yanları iyi bilirsin Çavuş. Köy möy yok mu bu yanlarda?"
Çavuş: >
"Yok."
172
Durdu:
"Kayalığa kadar yürüyecek miyiz? Yürüyeceksek hal perişan."
Recep Çavuş:
"Durmak yok kayalıklara kadar. Ben bile bu yaram, bu ihtiyarlığımla yürüyorum da... Durmak yok."
Şafağa karşı kayalıklara vardıklarında hiçbirisinde insanlık hali kalmamıştı. Horali yol boyunca kime, neye olduğu belirsiz sövüp durmuştu. Daha da sövüp duruyor. Recep Çavuş dayanamamış, bütün gücüyle dişlerini sıkmasına karşın inlemeye başlamıştı.
Durdu çok durgun, yaralı, bitkin kayalıklara oturdu. Ağır ağır bir cigara sardı. Yaktı. Birkaç duman çektikten sonra Memede döndü:
"Dünyada ne isterdim biliyor musun kardaş?"
Memed:
"Yok," dedi.
Durdu:
"Şu vurduğum Kara Mustafa var ya, onun kellesini kesip bir sırığa geçirmeyi, götürüp bizim köyün orta yerine dikmeyi isterdim. Ne işi var bu adamın benim takibimde? Söylesene Memed kardaş, ne işi var?"
Cabbar:
"Siz ne yaparsanız yapın," diye seslendi uzaktan. "Ben acımdan öldüm."
Durdu:
"Bir çare bulsan bu işe... Sana babayiğitsin derim."
Cabbar:
"Susun da dinleyin," dedi. "Çok uzaklardan köpek sesleri geliyor. Buralarda köy falan yok. Bu köpek sesleri nedir dersiniz?"
Recep Çavuş inleye inleye:
"Ulan Cabbar," dedi, "ben çok eşek adam gördüm ya, senden daha eşeğini görmedim."
"O da nedenmiş Çavuş?"
Çavuş:
"Görmedim işte," dedi.
173
Cabbar:
"Ulan eşek, yani bilemedin mi bu köpek seslerinin nereden
geldiğini?" Cabbar: "Ne bileyim bre Çavuş, onları ben doğurmadım ki..."
Çavuş:
"Ulan eşek," dedi, "o köpek sesleri yörük çadırlarından geliyor. Bu yakınlarda yörükler çadır kurmuşlar, köpekler de onların. Anladın mı şimdi?"
Cabbar:
"Anladım."
Recep Çavuş:
"İyi ki anladın."
Cabbar:
"Öyleyse ben İnce Memedle çadırlara gidip ekmek isteyeceğim. Gelir misin İnce?"
Durdu:
"Siz bilirsiniz," dedi. "Biz burada ateş yakar ısınırız, sizi
bekleriz."
Memed:
"Gidelim Cabbar," dedi. "Gidelim ama, şu halimize baksana, bizi gören çingene sanır. Yahut da leş parçalamış köpek sanırlar..."
Cabbar:
"Aldırma bre kardaş. Yüzümüzü bir yıkadık mı olur biter.
Kayadan düze kadar, konuşmadan indiler. Biribirlerinin yüzüne nedense bakamıyorlardı. O da başını ona doğru döndürmeye korkuyordu, o da... Sanki bir suç işlemişlerdi. Kötü
bir suç.
Cabbar en sonunda elini uzattı. Memedin sırça parmağını tuttu. Memed, ağır başını kaldırdı. Baktı. Cabbar da Memedin gözlerinin içine baktı. Bir zaman oldukları yerde durarak biribirlerinin gözlerinin içine baktılar.
Memed:
"Cabbar," dedi, "bu adam iyi bir adam değil, biz bunun peşine düşüyoruz ya." l
Cabbar:
174
"Anca beraber, kanca beraber dedik bir kere. Gözümüz yanında açıldı."
Gün epeyi yükselmişti ki çadırlara yaklaştılar. Çadırlardan beş altı tane kocaman köpek üzerlerine doğru koştu.
Cabbar bağırdı:
"Köpekleri tutun!"
Çadırlardan birkaç tane çocuk çıkıp, geri geri içeri kaçtılar. Analarına:
"Eşkıyalar! Eşkıyalar geliyor," dediler.
Bunun üstüne dışarıya kadınlar, onların arkasından da erkekler çıktı.
Memed, büyücek bir çadırın önüne birikmiş yörüklere:
"Selamünaleyküm," diye selam verdi.
Yörükler, bu küçücük eşkıyaya şaşkınlıkla baktılar. Ona karşılık Cabbar iri, güçlü kuvvetli, gösterişli bir adamdı.
Sakallı bir yörük:
"Buyurun içeri Ağalar," dedi.
Çadırın içine, kapıdan başlarını eğerek girdiler. İçeri girer girmez Memed afalladı kaldı. Çadırın içinin güzelliği onu vurdu. Ömründe ilk olarak böyle bir çadır içi görüyordu. Yörüğün "merhaba"sını bile duymadı. Gözü çadırın içinde. Çadırın arka tarafında nakışlı çuvallar... Çuvallarda nakışlar, renkler uçuşuyor. Baş döndürücü bir hızla uçuşuyorlar... Renklerin cümbüşü veryansın ediyor. Nerden bu kadar çok ışık doluyor çadırın içine? Işıklar, renkler biribirine karışmış oynaşıyor. Memedin gözüne bir çuval takıldı. Uzun zaman gözünü çuvaldan alamadı. Çuvalın üstünde muhabbet kuşları vardı. Küçük küçük... Belki bin tane. Gaga gagaya vermiş kuşlar... Yeşil, mavi, kırmızı, mor kuşlar. Gözleri yaşla doldu. Kuşlar renk renk uçuşuyor.
Çadırın orta direği oyma... Direğe uçan geyikler oymuşlar. Tüyleri yıldır yıldır eden geyikler... Som sedeften.
Cabbar:
"Ne daldın bre uyansana?" diye Memedi dürttü.
Memed, gülümseyerek kendine geldi.
"Şimdiye kadar hiç böyle bir çadır içi görmediydim. Cennet gibi bir yer. Ne kadar da güzel!"
Cabbar:
175
"Bu çadır kimin?" diye sorunca, karşılarında oturan ak sakallı, yaşlı, kırmızı yüzlü, gülen, tatlı gözlü adam:
"Benim" dedi. "Bana Kerimoğlu derler."
Cabbar:
"Duyardım. Demek Kerimoğlu sensin?"
Kerimoğlu, kendine güvenmiş, alışkanlıkla:
"Benim," dedi.
Cabbar:
"Ağa, seni çok duyardım. İlk olaraktan görüyorum. Saçıka-ralı aşiretinin ağası Kerimoğlu değil mi?"
Kerimoğlu:
"Öyle," dedi.
İçerisi taze, yeni kaynatılmış sıcak, buğulu süt kokuyordu.
Ağa, Cabbara baktı. Cabbar da Ağaya baktı. Ağa, karısına
döndü:
"Bu delikanlılar şimdi açlar herhalde. Çabuk olsana karı!"
diye onu uyardı. Karı:
"Süt kaynıyor," dedi. "Kaynasın bitsin, hemen..." Memed gülümsedi. Cabbara:
"Burnum..." dedi. Cabbar:
"Burnuna noldu?" diye sordu. Memed: "Burnum dışardaki süt kokusunu almıştı. Doğru çıktı."
Cabbar:
"Benim de," dedi. "Açken bütün burunlar bizimki gibidir."
Kerimoğlu, kırmızı yüzü biraz daha kızararak, mahcup mahcup:
"Oğullar, herhalde çarpışmadan geliyorsunuz?"
Cabbar:
"Asım Çavuş bizi kıstırmıştı. Kurtulduk çok şükür."
Memed:
"Korkak adammış. Yoksa hepimizi teker teker keklik gibi avlardı." >
Cabbar:
176
"Sekitmezdi. Boşuna kurşun yaktı."
Kadın sofrayı getirdi ortaya attı. Kerimoğlu gülümseyerek açtı. Memed ilk kez kendisini bir yere, bir şeye yabancı sandı. Daha doğrusu kendisine, kendi içine bir yabancılıktı bu. Gözü tüfeğine gitti. Sonra kılık kıyafetini gözünün önüne getirdi. Bütün göğsü boydan boya çaprazlama fişeklik... Yan tarafında kocaman bir kama ve bombalar. Başında kirlenmiş, porsumuş bir mor fes. Üstelik de Deli Durdunun eskisi... İçinden: "Demek eşkıya oldum ha?" geçti. "Bundan böyle ömrüm eşkıyalıkta geçecek ha!.."
Sofraya önce süt geldi. Buğulanıyordu. Mavi mavi. Üstü de usul usul kırışarak kaymak bağlıyordu. Arkasından pekmez, sonra da kavurma geldi. İkisinin de birden ağzı sulandı. Çocuklar gibi gülüşerek biribirlerine bakıştılar. Kerimoğlu işi çaktı. Onun da yaşlı yüzü güldü. Sütbeyaz dişleri de ışıldadı.
"Buyurun canım," dedi./'Buyurun hay yiğen. Ne teklif te-kellüf bekliyorsunuz."
İkisi iki yerden kaşıkları kaptılar. Süte saldırdılar önce. İlk hücumda sofradaki cümle ekmekler bitti. Sofraya yeniden ekmekler geldi. Süt bitti, yeniden süt geldi.
Yemeği o hızla yiyip bitirdikten sonra:
"Ziyade olsun Ağa," dediler. Ağa, usul usul daha yemeğe devam ediyordu.
"Sağ olun yavrular," dedi. "Gençlik böyle işte hay yiğen-ler," dedi.
Sonra, Ağa da elinin tersiyle bıyıklarını silerek sofradan çekildi.
"Eee," dedi, "sizler cıgara içmez misiniz? Birer cıgara da yakalım."
Cabbar, "İkimiz de içmeyiz," karşılığını verdi.
Kerimoğlu, cıgarasını ağzına götürdü, çakmak çaktı. Ortaya hoş, bayıltıcı bir kav kokusu yayıldı. Somurarak cıgarayı yaktıktan sonra:
"Size bir şey deyim de gücünüze gitmesin," dedi. "Aklınıza da bir şey gelmesin."
Memed:
"Söyle Ağam" dedi. "Aklımıza ne gelecek."
177
Kerimoğlu kızardı, bozardı:
"Demem o ki," diye kekeledi, "bu dağlarda ananız yok, eviniz yok. Çarpışmadan da çıkmışsınız. Üstünüz başınız kan içinde. Belki yaranız da var. Çamaşırlarınızı soyunun. Hemen çocuklar yur. Siz de bu arada benim çamaşırları giyersiniz. Aklınıza Kerimoğlu bizi soyacak da yakalatacak gelmesin. Keri-moğlunun evinde kimseye kötülük gelmez. Kerimoğlu ölmeden misafirine kimse dokunamaz. Bunu da böylece bilesiniz."
Cabbar:
"Biz Kerimoğlunu biliriz, bre Ağa," dedi, "şu aklına gelen
şeye bak!"
Memed:
"Şu aklına gelene..."
Kerimoğlu:
"Öyle deme hay yiğen. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Her kötülüğü yapar, her iyiliği de yaptığı gibi. Öyle deme hay yiğen!"
Kara gözlü, sürmeli, al yanaklı bir gelin her birinin önüne sabun kokan bir kat çamaşır getirdi koydu.
Kerimoğlu:
"Ben dışarı çıkayım da siz soyunun," dedi. Dışarıya çıktı.
O çıktıktan sonra Memed:
"Bre Cabbar," dedi, "ne iyi insanlar var şu yeryüzünde."
Cabbar:
"Ne de zalim, ne de melun insanlar var şu yeryüzünde
Memed." Memed: "Bak şu Kerimoğluna," dedi. "Bak şundaki misafirperverli-
ğe..."
Kerimoğu dışardan seslendi:
"Soyundunuz mu uşaklar? Geleyim mi?"
Memed:
"Soyunduk," diye cevap verdi.
İçeri giren Kerimoğlu Memede:
"Sana bir bakayım, bakayım yaran nasıl?" ~" *"
Memed:
"Bakmaya hacet yok," dedi. "Başımı kurşun sıyırdı. Küçücük bir sıyrık..."
178
Kerimoğlu Cabbara da sordu: "Sende bir şey yok mu?"
Cabbar:
"Çok şükür yok," dedi.
Kerimoğlu dışarı gitti. Bir zaman sonra elinde bir çanak, birtakım bezlerle geldi. Yakıyı eliyle yapmıştı. Memedin yarasını sarmaya başladı:
"İki gün içinde hiçbir şeyin kalmaz. Gençliğimizde biz de yaralandık yavru," dedi. "Hepsi gelip geçiyor."
Başı, usta bir cerrahtan daha ustaca sardı.
Memed minnetle:
"Eline sağlık Ağa," dedi.
Kerimoğlu:
"Yaran hafif ya, havakmış. Şişmiş. Yakı hemen geçirir. Korkma!"
Kerimoğlunun tuhaf, çocuk gibi bir hali vardı. Bir şey, bir soru soracağı zaman yüzü kıpkırmızı kesiliyor, utanıyordu. Gülümsüyor, kızarıyor, bozarıyor, en sonunda ezilip büzülerek soruyordu. Gene öyle oldu. Memede:
"Yavru," dedi. "Sormak ayıp olmasın, sahiden sen eşkıya mısın? Sahiden... Yoksa..."
Cabbar güldü:
"Ağa," dedi, "bizim İnce Memed, eşkıyacıhk oynuyor."
Memed de gülümsedi:
"Yakıştıramadm bana eşkıyalığı öyle mi Ağa?"
Kerimoğlu:
"Kusuruma kalma yavru, seni hor görmek için söylemedim. Çok gençsin. On altısında ancak görünüyorsun. Onun için sordum. Kusura kalma..."
Memed, gururla:
"On sekiz," dedi.
Kerimoğlu:
"Meraklandım bu işe. Allahaşkına alınma. Neden eşkıya Çıktın bu yaşta?" diye sorunca, Cabbar:
"Ağasının eşeğini hırsızlayıp satmış, sonra ağası döver diye korkmuş, geldi bize karıştı. Ne yapalım, kabul ettik. İçimizde bir tane de eşek hırsızı bulunsun. Ne olur, ne olmaz..."
179
Ağa, Cabbarın alay ettiğini anladı, mahzunlaştı. Sorduğundan pişman olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Susmuş konuşmuyordu.
Cabbar, Kerimoğlunun bu şakadan üzüldüğünü görünce:
"Ağa, sen Değirmenoluklu Abdi Ağa adında birini duyar mısın?"
Kerimoğlu:
"İyi bilirim onu," dedi. "Geçende duydum ki vurulmuş. Ama, ölmemiş. Yiğeni ölmüş."
Cabbar:
"İşte onu vuran bu!" dedi.
Kerimoğlu uzun uzun, tepeden tırnağa kadar Memedi süzdü:
"Acayip," dedi. "Hiç adam vuracak çocuğa benzemiyor bu
İnce Memed. Acayip!"
Memed:
"Ağam," dedi Kerimoğluna, "bu yakıdan azıcık daha yapar mısın bize? Yaralı arkadaşlarımız var. Onlara da götüre-
yim..."
"Yapılmış merhem var," dedi Kerimoğlu. "Şifalı merhem. Ondan veririm sana. Yakı da yaparım şimdi."
Memed:
"Kötü gün görme."
Kerimoğlu, büyücek bir bezin içine merhem koydu. Biraz da yakı yaptı. Getirdi Memede verdi.
Onlar yola düşerken:
"Şaştım sana İnce Memed," dedi Kerimoğlu. "Sen hiç eşkıya olacak adama benzemiyorsun. Ama ne yaparsın. Zor gelmiştir herif... İnsanoğlu bu, kimin içinde ne var bilinmez."
İkisi birden:
"Sağlıcakla kal," dediler Kerimoğluna.
Kerimoğlu gülen sütbeyaz dişleriyle:
"Uğurola," dedi. "Bazı bazı gene uğrayın. Sohbet ederiz."
İkisinin de iki elinde kocaman ikişer torba vardı. Torbalar ağırdı. Kerimoğlu bu torbaları ekmek, peynir, tereyağıyla doldurmuştu. >
Cabbar:
180
"Ne iyi adam."
Memed:
"Ne iyi..."
Memed birden anımsayınca yüzü değişti:
"Yahu Cabbar," dedi. "Çamaşırlarını geri vermedik adamın."
Cabbar:
"Aldırma," dedi. "Çalmadık ya, unuttuk..."
Memed:
"Olmaz," dedi. "Geriye dönüp verelim."
Cabbar gülerek:
"Kerimoğlunun hakkı var. Hiç eşkıyaya benzemiyorsun."
Memed:
"Ne yapayım," dedi. "Herkes eşkıya doğmaz ki..."
Cabbar:
"Öyleyse geri dönüp verelim çamaşırları."
"Dönelim," dedi Memed.
Koşa koşa geri döndüler. Kerimoğlu onları şaşkınlıkla çadırın kapısında karşıladı.
"Ne o?" dedi. "Neden geri döndünüz?"
Memed:
"Senin çamaşırlarını üstümüzde unuttuk gidiyorduk. Onları geriye getirdik!"
Kerimoğlu:
"Ben de bir şey var diye korktum," dedi. "Çamaşırlar benim size hediyem olsun. Çıkarmayın üstünüzden."
Memed:
"Olur mu ya?"
Kerimoğlu:
"Olur olur," dedi. "Çıkarırsanız gücenirim."
Kayalığa geldiklerinde karanlık kavuşuyordu. Uzakta, kayalığın yücesinde bir top ışık kıvılcımlanıyordu.
Cabbar:
"Memed kardaş," dedi. "Belki şu top ışıktadır bizimkiler..."
Memed: "Bizimkiler mi?" diye sordu.
Cabbar:
"Tabii bizimkiler. Kim yakar o kadar büyük ateşi. Durdu,
181
Asım Çavuşa inat olsun diye, mahsustan bu kadar büyük yak-tırmıştır ateşi."
Memed:
"Benim kıpırdayacak halim kalmadı Cabbar," dedi. "Şu haber ıslığını çalsana!"
Cabbar iki parmağını ağzına sokup, güçlü, uzun bir ay ıslığı çekti.
Memed:
"Bre Cabbar," dedi, "senin de ıslığını bir günlük yoldan dinle. Alimallah duyulur."
Biraz sonra ateş tarafından bir tüfek sesi geldi. Bunu bir
yaylım ateşi izledi.
Memed:
"Bir şey mi var?" diye sordu.
Cabbar:
"Deli Durdu Ağa bayram ediyor," dedi. "Keyfi yerinde olursa boyuna kurşun yakar."
Islıklarına karşıcı olarak kimse gelmedi. Memed de Cabbar da buna içerlediler.
Ateşin yanına vardıklarında kan ter içinde kaldıklarını, bittiklerini hissettiler. Onları bu sefer Durduyla birlikte bütün arkadaşları ayağa kalkarak karşıladılar. Durdu, onlara yaklaşınca tabancasını çekti:
"Şerefe" dedi, birkaç el boşalttı. Sonra: "Acımızdan ölüyorduk hepimiz de, az daha yetişmeseydiniz. Bakın Recep Çavuşa daha inliyor. Yaradan değil. Açlıktan. Alimallah açlıktan..."
Ateş bir harman yeri kadar büyüktü. Kocaman, insan boyu yalımlar biribirlerine sarılarak, eğilip bükülüyorlardı. Odunların çıtırtısı ortalığı tutuyordu. Odunlar, yanarlarken bir hoş koku çıkarırlar. Su yanarmış gibi bir hoş koku... Yaş odunun yanması bir beter iş. Yalımların ortasında odun döner durur. Uzun zaman böylece dayanır. Sonra, ortadan ikiye ayrılarak yalımların içinde yiter gider.
Memed, ilk iş olarak Recep Çavuşun başına varıp: "Nasıl oldu Çavuş?" diye sordu. >
Çavuş inleyerek:
182
"Yaram azdı," dedi. "Havaktı. Ben bu yaradan kurtula-mam gayri- Ölürüm. Ben öldüm gayri..."
Memed, ondan sonra da Horalinin yanına vardı.
"Sen nasıl oldun Horali kardaş?" diye sordu.
Horali ağzını açar açmaz bir küfür sağnağıdır başladı yağmaya:
"Anasını avradını... Darıdan ufağını... Kurşununu, eşkıyasını... Köyünü, ağacını, taşını toprağını, kayasını, yarasını... Abdi Ağanın da avradım... Yaranın da avradını... Hişt duydun mu sen Abdi Ağa ölmemiş be. Vay koca pezevenk vay! Üzülme be o koca pezevengin işini görürüz. Aldırma. Yiğeninin de avradını. O ölmüş işte..."
Memed:
"Kardaş," dedi, "sizler için yakı getirdim. Merhem de getirdim. Kerimoğlu verdi. Kendi eliyle yapmış. Eski adam. İki güne kalmaz iyi eder yaraları...",.
Horali:
"Merhemin de avradını..." dedi.
Memed:
"Öyle deme Horali kardaş," dedi, "belki bir faydası olur."
Horali:
"İnşallah."
Recep Çavuş:
"Senin Kerimoğlu da çok atmış," dedi, doğrularak: "Bir ayda iyi etsin yaralarımı ben razıyım."
Memed ikisinin de yarasını açıp ilaçladıktan sonra ocağın yanına oturdu.
"Ooof," dedi, "bir yorulmuşum ki..."
Durdu:
"Bak Memed," dedi, "Cabbar ne diyor senin için? Diyor ki, Memed Kerimoğlunun çadırının içini görünce ağzı ayrık kaldı."
Memed:
"Öyle oldu," dedi. "Böyle bir çadır içi hiç görmemiştim. Cennet köşkü gibi bir yer..." Cabbar: "O, Kerimoğludur o! Ona Kerimoğlu demişler. Adıyla sa-
183
nıyla Kerimoğlu... Onun çadırının içi öyle olmayacak da, kimin çadırının içi olacak!"
Durdu:
"Sen onu bilir miydin eskiden?"
Cabbar:
"Duyardım," dedi. "Çok, çok paralı bir adammış. Gözü-müzlen de gördük. Milyonların üstünde yatıyormuş."
Memed:
"Şu dünyada ne kadar iyi insan var," dedi. "Her şeyimizi düşündü. Yaramı sardı. Karnımızı doyurdu. Çamaşırlarımızı yıkattı. Birer kat da çamaşır hediye etti."
Cabbar:
"Çok büyük bir Ağadır o."
Durdu:
"Bu kadar ünlü, bu kadar zengin bir Ağa da biz niye duymadık şimdiyedek onun adını?" Cabbar: "Bu," dedi, "yörüklerin Ağası. Bunlar konar göçerler."
Memed:
"Konarlar mı, göçerler mi, ne ne yaparlarsa yapsınlar, adamlar iyi adamlar. Çadırının direği som sedef işlemeliydi."
Durdu şaşkınlıkla:
"Çadırının direği som sedef işleme miydi? Vay anasını! Demek zengin herifçioğlu? Vay anasını! Demek çadırının direği som sedef işleme?"
Memed:
"Ne dersin!" dedi. "O kadar büyük bir çadır ki, on mu, on beş mi direği var. Bir gelin bize yemek getirdi. Boynunda belki elli tane beşi biryerde vardı. Hem zengin, hem de iyi adam. Hoş adam. Yüzü de güleç."
Cabbar:
"Abdi Ağayı vuranın sen olduğunu öğrenince nasıl da afalladı. Gözlerini dikmiş, sana yiyecekmiş gibi bakıyordu. Değil mi Memed?" Memed:
"Bakıyordu ya," dedi. "Amma da bakıyordu." >
Durdu, gözlerini yalımlara dikmişti. Konuşmuyor, soru
184
sormuyordu artık. Derin düşüncelere dalmıştı. Yüzünü öylesine bir düşünce almıştı ki... Durdunun adetiydi. Durdu bir şeye karar vermeden önce, gözlerini nereye olursa olsun, bir insana, bir ağaca, bir buluta, çiçeğe, kuşa, tüfeğe, ateşe diker, saatlarca kımıldamadan öylece dururdu.
O susunca ötekiler de sustular.
Yanındakilere çok sert bir çıkış yaptı:
"Siz gidin yatın. Bu gece nöbeti Horali, ben, Recep Çavuş bekleyeceğiz."
Bu anında Durduya ses çıkarılamazdı. Çeker vururdu. Babası olsa vururdu. Onlar da hiç ses çıkarmadan gittiler, kayanın dibine kıvrıldılar.
Bazı insanlar vardır, sırf doğuştan hoşturlar. Recep Çavuş da onlardandır. Bunlar, yalnız insanlar kendilerini sevsinler diye doğmuşlardır. Sevilmelerine karşılık öteki insanlardan fazla bir yanlan mı vardır? Hayır! R,ecep Çavuş konuşkan mıdır? Hayır. Çok neşeli mi? O da yok. Güler mi, oynar mı? Çok fazla iyilik mi yapar başkalarına? O da yok. Bu, bir sırdır: Üç yıldır Deli Durdu çetesinde. Ondan önce, iki aydan fazla bir çetede kalmamıştı. Millet şaşıyordu Recep Çavuşun Deli Durdu çetesinde üç yıl kalışına.
Recep Çavuş, Deli Durduya ilk rastladığında:
"Bana bak ulan Deli," demişti. "Sen de o akıllı pezevenk-lerden olsaydın, senin de çetende ancak iki ay kalırdım. Karışmazdım çetene. O allame heriflerin işleri güçleri tuzağa düşüp, kurşun yemek. Anladın mı?"
Durdu:
"Anladım," demişti.
Bundan sonra, o gün bu gündür Recep Çavuş, bu konu üstünde konuşmamıştı. Deli Durdu ne yapmışsa hiç karşı koymamıştı. Birkaç kere, hiç sebepsiz yere yaralanmış, Durduya gene bir laf söylememişti.
Yaşamı üstüne tam tamına hiç kimse bir şey bilmiyordu. Konuşması Antep yörelerinin konuşmasını andırıyordu. Ama pek açık değildi. Antepte uzun zaman kaldığı muhakkaktı. An-tepten çok söz açardı.
Yaşamı üstüne türlü söylentiler vardı. Birisi şu: Recep Ça-
185
vuş, bir gece uykudan uyanıp, "Karı," demiş, "ver benim şu tüfeğimi. Bir de azık hazırla. Ben, gidiyorum". Kadın, tüfeği getirmiş yanma koymuş. Azığı da hazırlamış. Çavuş tüfeği bir iyice yağlamış. Fişekleri takınmış. "Karı," demiş sonunda, "şu benim eski kalpağı da ver. Ben dağa çıkıyorum. Hakkını helal et". Karı buna çok şaşmış, "Delirdin mi sen, herif?" demiş. "Gece yarısı uyurken yatağından kalk da dağa çık! Görülmüş mü bu?" Recep Çavuş, "Canım öyle istiyor avrat," demiş. "Ben gidiyorum." Başka hiçbir şey söylememiş, evden çıkmış. Bir daha da dönmemiş.
Bazıları da der ki, Recep Çavuş damadına kızmış. Sebebi de, damadın kızına küfretmesiymiş. Bir gün damadın kapısından geçerken, damadın kızma: "Senin babaym..." dediğini duymuş. Ona kızmış, dağa çıkmış. Damadı öldürmeye kıyamamış.
Bazılarının da dediğine bakılırsa, Çavuş çok zenginmiş, ama, yol parası, vergi vermekten hiç hoşlanmazmış, köye tahsildar geldiğinde hasta olur, yataklara düşermiş. Yol parası vermemek için çıkmış. Kimi de kaynanasını öldürmüş de onun için çıkmış, diyor. Herkes uydurup uydurup bir şey söylüyor. Hangisi doğru, hangisi yalan belli değil.
Suçu var mı yok mu, o da belli değil. Ama, eskiden ne için çıkmışsa çıkmış olsun Recep Çavuş, şimdi yakayı ele verirse en azından bir otuz yılı var. Adı o kadar baskına, o kadar müsademeye, o kadar yol kesmeye, adam öldürmeye karışmıştır ki...
Gün doğdu. Gün kalktı kuşluk oldu. Durdu uyanmıyordu. Oysa üstüne gün ışığı düşürmek adeti değildi. Öğle oldu, gene uyanmadı. Cabbar sezinliyordu. İçinden de, "Bunda mutlak bir iş var. Bu deli hiçbir zaman bu vakitlere kadar yatmaz. Bir baskına gidilecek. Bazı zor baskınlardan önce kalkmamak adetidir. O da, yılda, iki yılda bir. Şimdi nereye gidecek ola?" diye geçiriyordu. Merakla bekliyordu.
Recep Çavuş, bugün çok neşeliydi. Türkü söylüyordu. Yaşlı, yanık sesiyle.
Bir ara:
"Bana bakın çocuklar, uyandırın şu Deliyi," dedi. "Uyandırın da ağzımıza bir lokma bir şey koyalım." >
Memed:
186
"Ben, karışmam."
Cabbar:
"Ben de."
Güdükoğlu, vardı Durdunun başına dikildi:
"Durdu Paşam," dedi, "uyansana Durdu Paşam,"
Güdükoğlu Durduya her zaman, "Paşam" diye söylerdi. Bu da Durdunun çok hoşuna giderdi. Güdükoğlunun çetede birkaç ödevi vardı. Birisi soytarılıktı. Durduya soytarılık ederdi.
"Uyansana Paşam. Vakit öğleyi geçti Paşam."
Durdu, iri yumruklarıyla gözlerini ovuşturarak ağır ağır kalktı.
"Hemen yemek yiyelim. Sonra gideceğiz."
Cabbar:
"Yaralıları ne yapalım?" dedi. "Recep Çavuşun, Horalinin hali duman..."
Durdu, yaralılara sordu:
"Nasılsınız? Bizimle yürüyebilir misiniz?"
Recep Çavuş:
"Ben yürürüm. Ağrı o kadar kalmadı."
Horali:
"Ben de yürürüm," dedi. "Bu yaranın da anasını avradını..."
Büyük bir halka oldular, sofrayı ortaya aldılar.
Gölgeler kuzeyden doğuya dönerken, kayalıklardan aşağı indiler. Yörük çadırlarından köpek havlamaları geliyordu.
Memed:
"Şimdi nereye gidiyoruz böyle?" diye sorunca Durdu karşılık vermedi. Yalnız kızgın kızgın baktı.
Memed de üstelemedi.
Durdu, yönünü köpeklerin havladığı tarafa dönünce Me-medle Cabbar işi çaktı.
Cabbar, Memedin kulağına:
"Durdunun gözü göz değil," diye fısıldadı.
Memed:
"Gözü göz değil."
Cabbar:
187
"Ya bir iş yaparsa Kerimoğluna. Ne yaparız?" Memed:
"Ne yaparız?" diye tekrarladı. Cabbar: "Ne yaparız?"
Durdunun gidişinde bir kötülük vardı. Hem de kötülüğün dik alası. Durdunun yüzü, şimdiki gibi öyle kolay kolay karar-mazdı. Şimdiyse öyle azgın bir yüz ki... Bir sinek konsa bin parça olur.
Durdu, adımlarını yavaşlatıp Cabbara sordu: "Kaç çadır vardı, çadırının yanında Kerimoğlunun?" Cabbar:
"Üç tane," dedi.
Çadırlara geldiklerinde, onları gene kocaman çoban köpekleri karşıladı. Köpeklerin arkasından çocuklar dışarıya fırladılar. Onlardan sonra da kadınlar. Sonra da erkekler... Kerimoğlu erkeklerin önlerinde duruyor, gelen eşkıya kalabalığına gülüm-süyordu. Çadırların yanını yönünü sürülerle ak koyunlar sarmış, kara çadırlar bir sütbeyazlık ortasında kalmıştı. Koyunlar, kuzular meleşiyor. Kocaman çoban köpekleri pehlivan gibi dolanıyorlar, develer yatmışlar. Rahat. Ağızlarından köpükler dökülüyor.
Kerimoğlu:
"Hoş geldiniz misafirlerim. Safalar getirdiniz," diye muhabbetle teker teker her birinin elini sıktı. Memed, gülerek:
"Hoş bulduk," dedi. Yüzünde gülümsemesi dondu kaldı sonra. İçini bir şüphe kurdu kemirip duruyordu. Deli Durdu ne yapacaktı acaba?
Sonra, Kerimoğluna Durduyu gösterdi: "İşte çetebaşımız bu."
Kerimoğlu gün görmüş adamdır. Kaş altından Deli Durdu-ya şöyle bir baktı. Ondan bir şey anlamadığını Memede belli etti. Durduysa yüzü asık, başı dimdik, etrafına bakmadan yürüyordu.
Kerimoğlu: >
"Bunun adı ne?" dedi Memede.
188
"Deli Durdu."
Kerimoğlu hayret etti:
"O, bu mu?"
Memed:
"Odur işte."
Kerimoğlunun kırmızı yüzündeki gülüş dondu. Gözleri buğulandı.
"Donuna kadar soyarmış soyunca öyle mi?"
"Öyle."
Çadırın içine girince, Memed kadar değilse de, Durdu da şaşırdı. Duvarda nakışlı bir tüfek asılıydı. Durdu, Kerimoğluna kinli bir bakış attıktan sonra:
"Şu tüfeği getir de bir görelim Ağa," dedi. "Bir de Ağa tüfeği görelim."
Kerimoğlu, bu sözlerdeki kini fark etti. Yüreği sızladı. İçi, kendisine bir felaketin yaklaştığını söylüyordu. Bu adamın suratı surat, gözleri göz değildi.
Kerimoğlu, tüfeği getirip Durduya verirken:
"Yemeğiniz hemen mi gelsin?" diye sordu. "Yoksa akşama mı yersiniz?"
Durdunun gözleri kıvılcımlandı:
"Ben," dedi, "soymaya geldiğim adamın ne ekmeğini yer, ne de kahvesini içerim. Ekmeğini yer, kahvesini içersem soya-mam."
Hışımla ayağa kalktı. Onun arkasından ötekiler de ayağa fırladılar.
Kerimoğlu:
"Yemeğini ye de, gene soy! Kerimoğlunun evine gelen yemek yemeden ayrılmaz," dedi. Ama sesi titriyordu. Yanaklarından da hafif bir kızıllık burnuna, alnına doğru yayılıyordu. Biraz sonra, alnında boncuk boncuk ter peydahlandı.
"Bana bak Durdu Ağa," dedi. "Bu dağlar eşkıya dolu. Şimdiye dek hiçbir eşkıya Kerimoğlunun evini soyamadı. Sen so-yacaksan soy! İşte ev önünde."
Memedle Cabbar bu durum karşısında bitmiş, yok olmuşlardı. Tepelerinden kaynar sular dökülmüş gibi olmuşlardı.
Durdu:
189
"Önce paraları getir Ağa."
Recep Çavuşla Horali ayağa kalkanlarla kalkmışlar, sonra geri oturmuşlar, olanı biteni seyrediyorlar. Nedense Recep Çavuşun gözlerinin içi gülüyor.
Kerimoğlunun yerinden kıpırdamadığını gören Durdu, yavaş yavaş yaklaşıp, tüfeğinin dipçiğiyle omuzuna var gücüyle indirdi. Kerimoğlu yere düştü. Durdu elinden tuttu, kaldırdı.
Çadırın öteki bölmelerinde kadınlar, çocuklar gürültüyle
ağlıyorlardı.
"Baksana bana Ağa, senin ağalığın Saçıkaralı obasmadır, bana değil. Bu dağlarda da Deli Durdunun ağalığı söker."
Güdükoğluna emir verdi:
"Ağayla git de ne kadar parası varsa al getir. Anladın mı? Kadınların altınlarını da topla getir. Anladın mı?"
Güdükoğlu:
"Anladım Paşam."
Güdükoğlunun çetede bir de bu işi vardı. Baskına gittiklerinde, işkence yaparak paraları çıkarttırırdı. Bu işin ustasıydı. O, hangi evi aramışsa, geride bir kuruş bile bırakmamıştır. Kurutmuştur.
Güdükoğluna gün doğdu. Ağanın kolundan tuttu, çekti:
"Geeel bakalım Kerimoğlu. Paraların yerini söyle. Yoksa, Güdüğün bir kurşunu taşlı köyü boylatır sana."
Durdu:
"Kerimoğlu," diye bağırdı, "ya canını vereceksin, ya da ne
kadar paran varsa onu..."
Çadırın önüne, öteki çadırların çocukları, kadınları birikmişlerdi. Durdu, bunları böyle kapıya çokuşmuş görünce, dışarı çıktı bağırdı:
"Yallah evlerinize. Yakında size de sıra gelecek." Kerimoğlu, gözleriyle Cabban, Memedi araştırdı. Onlar arkasında duruyorlardı. Arkasına dönünce, Memedle göz göze geldiler. Memed gözlerini indirdi. Kerimoğlu, sonra da Cabbara baktı. "Bana yapacağınız bu muydu?" der gibi kırgınlık vardı gözlerinde. Göz çukurlarında birer damla yaş birikmişti. Arkasına döndü. Güdüğün önüne düştü. Öteki bölmeye geçtiğinde, koyunlar gibi biribirlerine sokulmuş, ağlaşan kadınlardan birisine işaret etti:
190
"Aç sandığı. Ne kadar para varsa, çıkar da şu adama ver. Üzerinizde de ne kadar altın, bilezik, yüzük varsa çıkarın bana verin," dedi.
Kerimoğlu, Durdunun niyetini sezmişti. Bir metelik bile bırakmayacaktı kendisinde. Onun için ne var, ne yok eliyle vermeliydi.
Güdükoğlu bir tomar kağıt para, bir torba da altını getirdi. Durdunun eline verdi. Kerimoğlu da kadınların gerdanlık, yüzük, bilezik, başlık yaptıkları altınları toplayıp getirdi.
Durdu, Güdükoğluna:
"Tamam mı? hiçbir şey kalmadı mı?" diye sordu.
Güdükoğlu:
"Kalmadı," diye kestirdi attı.
Oysa, bütün öteki baskınlarda Durdu, Güdükoğluna, "Kalmadı mı?" diye sorar, öteki, "Daha var Paşa," derdi. Sonra gider bir altın, bir kağıt lira getirirdi. Böyle böyle evi on kez, yirmi kez araştırır, kıyıda köşede ne kalmışsa teker teker çıkarırdı. En sonunda bir kalmadı işareti yapardı. Daha, bir yerlerde para kalmış mıdır, kalmamış mıdır, Güdükoğlu adamın yüzüne bakınca bilirdi. Hiç sapıtmaz, mutlak bilirdi.
Deli Durdu:
"Sen akıllı bir adamsın Kerimoğlu," dedi. "Ne var, ne yok hepsini kendi elinle verdin. Nasıl olsa senden zorla alacaktık. Senden akıllısına rastlamadım şimdiye kadar soyduğum insanlar arasında."
Kerimoğlu taş kesilmişti. Yüzü sapsarı, dudakları titriyordu.
Durdu yeniden, kesin, inatçı, buyurgan gürledi:
"Deli Durdunun bir adeti vardır. Bilir misin Kerimoğlu?" diye sordu. "Bunu başka eşkıyalar yapmaz. Zaten Kerimoğlu-nu da başka eşkıyalar soyamazlar. Ha, bilir misin?"
Kerimoğlu karşılık vermedi.
"Deli Durdunun adeti şudur ki, soyduğu adamları donuna kadar soyar. Çıkar giyitlerini Kerimoğlu," diye bağırdı.
Kerimoğlu kıpırdamadı.
"Sana diyorum. Çıkar giyitlerini."
Kerimoğlunda gene bir kıpırtı yok.
Durdu öfkelendi. Öfkesinden yerinde duramıyordu. Keri-
191
moğlunun yöresinde fır dönüyordu. Birden, şiddetle kulağının dibine bir yumruk çaktı. Göğsüne de birkaç dipçik... Kerimoğlu sallandı. Düşecekken, Durdu kolundan tuttu. Bir, bir daha. Bir, bir daha: "Çıkar!"
Kerimoğlu, acıyla konuştu:
"Etme bana bunu Durdu. Kerimoğlunun evini şimdiye kadar kimse basmadı. Yanma kalmaz bu!"
Bu sözler Durduyu çileden çıkardı. Kerimoğlunun kolunu bırakıp tekmelemeye başladı. Yere düşen Kerimoğlu: "Etme," diyordu. "Etme. Yanına kalmaz." Durdunun hiddeti daha arttı. Ayaklarının altında çiğnemeye başladı.
"Ben de biliyorum yanıma kalmayacağını. Onun için seni donuna kadar soyacağım. Hiç olmazsa, koskoca Kerimoğlunun bacağından donunu almış derler. Anladın mı?"
Öteki bölmede ağlamakta olan kadınlardan birkaçı gürültüyü duyunca, bu yana geçtiler. Bir kadın kendisini Kerimoğlunun üstüne attı. Kadının bağırtısı dört bir yanı tutuyordu. Gü-dükoğlu, bağıran kadını tuttu, Kerimoğlunun üstünden alıp bir tarafa fırlattı.
Durdu bağırıyordu:
"Çırılçıplak olmazsan, kendi elinle çırılçıplak olmazsan öldürürüm seni."
Kadınlar çığırışıyorlardı.
Kerimoğlu:
"Etme bunu bana. Etme, çoluğumun çocuğumun içinde,"
diye inliyordu.
Bir ara gözü, öyle durup kalmış, dudaklarını yiyen, zangır zangır titreyen Memede ilişti. Ona, yalvarırcasına baktı. Meme-din içinden bir şey "cızz" etti. Yandı. Cabbara döndü. Bakıştılar. O iğne ucu parıltısı geldi Memedin gözlerine gene oturdu. Cab-bar da hırsından avurtlarının içini yiyordu. Çok kızdığı zaman, kan çıkıncaya kadar avurtlarının etlerini dişleriyle çiğnerdi.
Kerimoğlu:
"Etme bunu bana Durdu Ağa," diye boyuna yineliyordu.
"Etme!"
192
Durdu:
"Soyun!" diye bağırdı. "Yoksa..."
Tüfeğin namlusunu Kerimoğlunun ağzına dayadı:
"Soyun!"
Tam bu sırada Memed, kaşla göz arası çadırdan dışarıya fırladı:
"Kıpırdama Deli Durdu. Yakarım," diye bağırdı. "Kusura kalma ya, yakarım. Bu senin yaptığını..."
Onun arkasından da Cabbarın alaylı sesi duyuldu:
"Kıpırdama Durdu Ağa! Adamı koyver de git. Yakarım. Çok arkadaşlığımız var. Ölümün bizim elimizden olmasın."
Memed:
"Ölümün bizim elimizden olmasın."
Durdu, hiç böyle bir şey beklemiyordu. Şaşkına döndü.
"Demek böyle ha?"
Tüfeğine davrandı, dışarı iki el ateş etti.
Karanlık kavuşuyordu.
"Bak Durdu Ağa," dedi Memed, "öyle kurşun atılmaz." Durdunun kulağının dibinden cıv cıv diye iki kurşun geçti.
"Bırak da adamı git. Yeter ettiğin. Zulüm derler buna düpedüz. Bırak da git!"
Durdu:
"Demek böyle İnce Memed? Demek?"
İnce Memed:
"Ölmek istemiyorsan eğer," dedi, "bırak da adamı çadırdan çık git."
Durdu, yerde yatan adama bir tekme daha attı.
"Haydi arkadaşlar gidelim," dedi.
Dışarda, bir çukura yatmış İnce Memedin karartısını gördü:
"Alacağın olsun İnce Memed. Alacağın olsun Cabbar," dedi.
Çadırdan en son Recep Çavuş çıktı:
"Yaptığınızı çok beğendim çocuklar," dedi. "Ben de sizinle kalayım mı?"
"Kal Çavuş, kal!" dediler.
Durdu:
"Demek Çavuş sen de?.." dedi.
Çavuş:
193
"Ben de Durdu Ağa," diye karşılık verdi.
Durdu:
"Senin de alacağın olsun Çavuş," dedi.
Durduyla arkadaşları elli metre açılmışlardı ki, Durdu yere
yatıp:
"Davranın arkadaşlar," dedi. "Bugün ölüm kalım günü-
müzdür."
Altı el birden Memed ve Cabbarın üstüne kurşun yağdırmaya başladı. Memedle Cabbar, Durdunun bunu böyle yapacağını iyi biliyorlardı. O sebepten bulundukları çukurdan ayrılmamışlardı.
Memed:
"Durdu Ağa, var git yoluna," dedi. "Çocukluk etme!"
Durdu:
"Ya siz," dedi, "ya ben..."
Recep Çavuş:
"Git ulan yoluna. Musallat olma çocukların başına. Sen zaten Kerimoğluna çatmakla belanı buldun. Saçıkaralı obası şimdiye haberlendi. Biraz sonra dağları pire gibi tararlar," dedi. "Var git yoluna!"
Memed:
"Var git yoluna," dedi.
Cabbar:
"Ölümün bizim elimizden olmasın. Var git yoluna..."
Karşı yanın silah sesleri kesildi.
Cabbar:
"Gidiyorlar," dedi. "Gidiyorlar Allanın belaları. Kerimoğ-
lunun parasını paylaşmaya gidiyorlar."
Recep Çavuş:
"Gitsinler," dedi. "Saçıkaralı obası burunlarından fitil fitil getirir. Az sonra dağ taş insana keser... Eğer bu adam Kerimoğ-luysa, Saçıkaralı aşireti Ağası Kerimoğluysa... Dolar Saçıkaralı obası yazıya yabana..."
Memed: "¦ *
"Şimdi varıp Kerimoğluna ne diyelim? Adamın yüzüne nasıl bakarız?" »
Cabbar:
194
"Adam bize iyilik, biz ona kötülük ettik," dedi. "Varıp da yanma ne diyelim? Beğendin mi sana yaptığımızı? Erkeklik dediğin böyle olur işte. Biz adamı böyle soydururuz mu diyelim. Vazgeç! Görünmeden ona, çeker gideriz şuna aşağı."
Memed:
"Ben ne deyim," dedi, "Ben ne deyim Kerimoğluna."
Yattıkları çukurdan doğruldu. Çadırlara doğru yöneldi. Kerimoğlunun çadırından bir gürültü, çığırtı, bir hayhuy geliyordu. Çadırın kapısını açtı. Bir iki kadın, Kerimoğlunun kanlı başını bir leğene eğmişler yıkıyorlardı. Hem yıkıyor, hem beddua ediyorlardı.
Memed:
"Kerimoğlu Ağa," diye seslendi, bütün başlar kapıya çevrildi. Memedin içinden, hiçbir şey söylemeden kaçmak geçti. Ama kaçamadı.
"Ağa," diye kekeledi. "Kusura kalma. Böyle olacağını bilmiyorduk."
Döndü, koşmaya başladı.
Arkasında, Kerimoğlu bağırıyordu:
"Akşam yemeğini yemeden gitmeyin oğlum. Gitmeyin..."
Cabbarın yanına geldi.
"Haydi kalkın," dedi. "Kalkın da gidelim. Burada daha fazla kalamayacağım. Şu adama bir yüreğim yanıyor ki... Parça parça oluyor..."
Cabbar ayağa kalktı:
"Ne gelir elden," dedi. "Oldu bir kere..."
Memed, içini çekti:
"Şu Deliyi öldürmeliydik," dedi.
Cabbar:
"Onu öldürmek kolay değil Memed," dedi. "Çok it adam. Yoksa ben... Ben onu öyle bırakır mıydım!.."
Memed:
"Kurşunu yedikten sonra ne yapabilirdi?"
Cabbar:
"Yemezdi ki kurşunu," dedi. "Onun gibi bir adamı hiç görmedim."
Recep Çavuş:
195
"Bu adamda bir şey var," dedi. "Bütün yaptıkları yanına kalıyor. Onun yaptıklarını başka bir eşkıya yapsaydı, bir günden fazla yaşayamazdı. Bir şey var bu adamda. Ayrıldığımız iyi oldu. Amma ne yürekli adam! Her dakika ölümü bekleyen bir hali var."
Memed:
"İşte o hali korkuttu beni. Onun için vuramadım onu. Yoksa..."
Cabbar:
"Her neyse... Bir hal var bu adamda..." dedi, kesti.
Ali:
"Şuracıkta, iki saat uyuyalım," dedi.
Hasan:
"Ne kaldı ki bre Ali," dedi. "Öğleye bizim köye varırız. Gece sen bizim evde kalırsın. Yarın sabah da kalkar yola düşersin. İkindine senin köyü buluruz."
Ali, çok uzun boylu, çiçek bozuğu, uzun yüzlü, incecik, üfürsen yıkılacakmış gibi bir adamdı.
"Bu gece yarısı," dedi, "bu gece yarısı in cin belli değil. Gel şuracıkta sabaha kadar uyuyalım. Sabaha bir iki saat ancak kaldı."
Hasan:
"Ben bir dakika bile duramam," dedi. "Dört yıldır evimin
yüzünü görmedim." Ali:
"Ben de görmedim ama." Hasan:
"Eeee?" diye sordu. "Yoruldum," dedi Ali. Hasan: "Bak," dedi, "bir su şırıltısı geliyor. Git yüzünü yu, geçer..."
Ali:
"Soğuk su yorgunluğa bire birdir," dedi. *" *"
Hasan:
"Bizim köyün suyu..." dedi. "Bizim köyün suyu gibi var mı? Buz gibidir. Süt gibi apak kaynar yerin altından... Eskiden,
tam üstünde bir ulu çınar vardı. Ben de gördüm gözümle... Bir gün bir yağmur yağıyordu. Kara, kapkara bir yağmur... Birden bir top yeşil ışık patladı gökyüzünde. Yeşil ışık çınarın üstüne ağdı. Vardık baktık, çınar yok yerinde... Çınar kül olmuş... Alimallah gözümle gördüm. Kül olmuş. Yurdu yuvası bellisiz şimdi çınarın..."
Ali:
"Tam üç yıl, üç koca yıl anam dinim ağladı Çukurovada," dedi. "Amma sonunda kazandım kardaş."
Ali yol boyunca, belki yüz kere, aynı cümle, aynı sözcüklerle Çukurovayı, Çukurovada binbir sıkıntı çekerek kazandığı parayı, kazandığı parayla ne yapacağını anlatmıştı. Yolda konuşacakları bitiyor, bir süre konuşmadan yürüyorlar, biraz önce anlattıklarını yeniden anlatmaya başlıyorlardı. Hasan da köyünü, çocuğunu, kül olan çınarı, Çukurovayı, Çukurovadaki ağasını durmadan durmadan yinelemişti.
Ali sözünü sürdürdü:
"Paranın iki yüzünü kayınbabaya verip kızı eve getireceğim. Ötekine de bir çift öküz alacağım. Anama da içi pamuklu bir hırka yaptıracağım. Üşür fıkaracık. Evin de üstünü açıp yeniden döşeyeceğim. Şu bizim ev yok mu, yağmurlar bir başlamaya görsün. Çok akar gavuroğlu gavur..."
"Evi, yap kardaş yap! Ev akması kötü bir şey. Dayanılmaz."
Ali:
"Öldüm Çukurovada. Yandım. Adamı kebap ediyor. Gavurun yurdu. Bir daha mı, tövbe! Sıtması karnımda. Bu kış işim İŞ!"
Hasan:
"Sıtma bende de var," dedi.
Ali:
"Çukurovanın kahrını, eve bir avratla, bir çift öküz sokayım, anama da bir kaim hırka alayım diye çektim. Yoksa dayanılır mı?"
Hasan:
"Dayanılmaz."
Sonra, lafı Alinin ağzından alıp:
196
197
"Kardaş," dedi, "yarın tam öğle vakti, eğer böyle yürüyecek olursak, bizim köyün çayırlığına yetişiriz."
Ali:
"Orada..." dedi.
Hasan:
"Orada, ötede, düzlüğün ortasında..."
Ali:
"Ulu..." dedi.
Hasan:
"Bir ağaç vardır, dalları gürler."
Ali:
"Ağacı geçince," dedi.
Hasan:
"Ağacı geçince sol yanda..."
Ali:
"Taşları biribirinin üstüne yatmış..."
Hasan:
"İçini de ot basmış bir mezarlık görünür.''
Ali:
"Mezarlığın içindeki ağacı söylemedin," diye anımsattı.
Hasan:
"Ben köyden ayrıldığım gün, kim bilir kim, mezarlığın ortasına soluk dallı, bilek kalınlığında bir ağaç dikmişti."
"Fıkara yapayalnız bir ağaç..." dedi Ali.
Hasan:
"Öyle işte," dedi.
Ali:
"Kurumamışsa eğer..."
"Kocaman..." dedi, öteki. "Ben mezarlığın yanından geçerken beni birisi görür."
Ali düzeltti:
"Birisi değil," dedi, "Körcenin oğlu Bekir görür."
Hasan:
"Bekir görür," dedi. "Çünkü Bekir, her daim gelir çeşmenin taşına oturur. Gözlerini şarıl şarıl akan suya çevirir düşünür." Ali: "Adetidir değil mi?" diye sordu.
198
"Adetidir," dedi Hasan.
Ali:
"Bekir gider haber verir eve."
Hasan:
"Anam bükülmüş beliylen..."
Ali:
"Dizlerine çöke çöke..."
"Hasan:
"Düşer yola, gelir beni karşılamaya."
Ali:
"Ya çocuk?" dedi.
Hasan:
"Gel azıcık şuraya oturalım," diye önerdi.
Oturdular. Hasan, küçücük, zayıf, kuruyup kavrulmuş bir adamdı. Kocaman dişleri dudaklarının arasından gözüküyordu. Kirpikleri bir hoş, tozlanmış gibi aktı. Mavi, pamuklu bir kumaştan şalvar giymişti. Şalvar daha yepyeniydi. Fabrika kokuyordu. Kasketi de yeniydi. Başında eğreti duruyordu. Kırmızı çiçekli mintanı ona tam yakışmıştı. Bir de ökçeleri basık Adana ayakkabısı almıştı ya, yolda giymeye kıyamıyordu. Giydiği ham gönden çarıktı. Kalın, köyden götürüp de eskitemediği çorabın üstüne giymişti. Çorap nakışlıydı.
"Amma da yorulduk," dedi. Ali:
"Yorulduk amma..." dedi. Hasan:
"Kalk," dedi. "Bu kadar dinlenmek yeter yolcu adama... Atalar ne demiş..."
Ali:
"Yolcu yolunda gerek."
Hasan:
"Köye gireriz kardaş. Benim oğlan şimdi altısındadır. Ben köyden ayrılırken yaşı ikiydi. Şimdi..."
Ali:
"Şimdi altısındadır."
Hasan:
"Beni anamla birlikte çocuk da karşılar."
199
Ali:
"Çocuk sana baba der. Ondan sonra eve geliriz."
Hasan:
"Bütün köylü bizim eve, başıma birikir. Eeee söyle bakalım Hasan efendi, ne kazandın Çukurovada? Ben, hiç derim. Çukurovada ne kazanç olacak. Gittik geldik işte, derim..."
Ali:
"Ben de ikinci sabah erkenden kalkar anayın pişirdiği çorbayı içerim. Tarhana çorbasını... Yola düşerim..."
Hasan:
"Sen yola düştükten sonra, ben de çocuğu yanıma alırım, öteki köye, ay boynuzlu kocaman bir çift öküz almaya giderim. Sonra da yalıdaki taşlı tarlanın taşını birem birem ayıklarım..."
Ali:
"Sonra da iki üç kez üst üste sürersin tarlayı. Çukurova tarlaları gibi. Un gibi eylersin. Sonra da ekersin."
Hasan:
"Sonra bir ekin olur... Her göcek kaplan pençesi gibi toprağa yapışmış..."
Ali:
"Anamın hırkası," dedi. "Gider elimle Göksünde terziye yaptırırım."
Hasan, Alinin yüzüne doğru eğildi. Nefesini duydu.
"Sen," dedi, "köyden ayrılah ne kadar oldu?"
Ali:
"Üç yıl."
Hasan:
"Varır varmaz nişanlını eve getirmek olsun, ilk işin."
Ali:
"Çok bekledi fıkaracık beni. Bu yılla altı yıl oluyor nişan ta-kalı. Varır varmaz babasının eline saydığım gibi parayı... İkinci gün..."
Hasan:
"İşte bunu iyi yaparsın kardaş," dedi. - *¦
Ali:
"Çukurovada çektiğimi bir günde unuturum," dedi.
Yokuş yukarı çıktıkları için, konuşmayı kesmişlerdi. Yoku-
200
şu çıkıp tepeyi aşınca önlerinde upuzun bir düzlük salındığmı gördüler.
Yolun kıyısında bir ses duyup durdular. Bir de mekanizma sesi geldi.
"Kıpırdamayın."
Hasan:
"Öldük," dedi.
Ali:
"Öldük."
Hasan:
"Kaçalım," dedi. "Vurursa vurur. Vurulmak soyulmaktan daha iyi. Vurulmazsak evimize yetişiriz."
Ali:
"Haydi," dedi.
Kaçmaya başladılar. Arkalarından kurşun, kaynadı. Bağırarak yere yattılar.
Kıpırdama diyen ses:
"Olduğunuz yerden kımıldamayın. Geliyoruz," diye bağırdı.
Aliyle Hasan oldukları yerden hiç kımıldamadılar. Korkudan kıpırdayacak halleri de kalmamıştı.
Memed, Cabbar, Recep Çavuş, üçü birden koşarak yatmakta olanların başuçlarına geldiler durdular.
Memed:
"Kalkın ayağa," dedi.
Ölü gibi, usul usul ayağa kalktılar.
Memed:
"Böyle nereden?" diye sordu.
Hasan:
"Çukurovadan kardaş," dedi.
Ali:
"Oradan işte," dedi.
Cabbar gülerek:
"Çok para kazandınız öyleyse. Sizler olmasanız, bizler acımızdan ölürüz. Çıkarın paraları."
Hasan:
"Beni öldürün," dedi. "Tam dört yıl..."
201 ORHAN KEMÂL İL HALK KÜTÜPHANESİ
Cabbar:
"Çıkarın," dedi.
Hasan:
"Vur beni Ağam," dedi.
Ali:
"Benim nişanlım tam altı yıldır bekler. Nolursun beni vu-ruver."
Hasan:
"Tam altı yıl," dedi.
Cabbar, Hasanın koltuğunun altına elini soktu, bir çıkın çıkardı. Çıkın su gibi tere batmıştı. Çıkını açtı. Çıkının içinden balmumuyla yapılmış bir muşamba çıktı. Muşambanın içinde kağıt paralar vardı.
Cabbar:
"Bak hele, ne de çok para! Nasıl da saklamış!"
Hasan:
"Daya tüfeğini sık ağzıma. Vur beni. Çoluk çocuğuma böyle eli boş gidemem."
Ali:
"Tam altı yıldır," dedi. "Hiç mümkünü yok. Beni vuracaksınız. Gidemem."
Hasan:
"Tam dört yıl, Çukurovanın zehir gibi suyunu içtim. Sıtması karnımda."
Ali:
"Elinizi ayağınızı öpüyüm öldürün beni."
Hasan:
"Öldürün."
Memedin gözleri yaşla dolmuştu.
"Bana bakın," dedi sevgiyle. "Paranıza kimse dokunmaz sizin. Cabbar ver şunun parasını. Al paranı."
Hasan, inanmadı. Korktu. Titreyen elini uzattı. Aldı. Ne diyeceğini bilemedi. Ancak:
"Allah uzun ömür versin size," diyebildi. Sonra da ağlamaya başladı.
Ali:
"Uzun ömür," dedi.
202
Memed:
"Bakın size ne deyim. Çanaklının düzünden geçmeyeceksiniz. Orayı Deli Durdunun çetesi tutmuştur şimdi. Donunuza kadar soyar. Uğurlar ola. Sen de inşallah nişanlına kavuşursun kar-daş," dedi. Sesi karıncalandı. Konuşacaktı daha. Konuşamadı.
Hasan, çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ağlaması bir türlü dinmiyordu. Giderken:
"Sağ olun," dedi. "Sağ olun kardaşlar. Berhudar olun. Allah sizi bu dağlardan kurtarıp sevdiklerinize kavuştursun."
Gidiyor gidiyor geriye dönüp bir dua ediyor, yeniden gidiyordu.
Ali de:
"Kavuştursun," diyordu. ¦
Kayboldular.
Hasanın ağlaması daha durmamıştı.
Ali:
"Yeter bre Hasan," dedi. "Ne bu ağıt?"
Hasan:
"Şu dünyada ne kadar da iyi insanlar var. Şu bir lokma eşkıya çocuğa baksana. O olmasaydı, paramızı alırdı, o dev gibi herif."
Ali:
"Yok," dedi. "Almazlardı."
"Çanaklının düzünden gitmezsek bizim köye ancak iki gün sonra varabiliriz."
Ali:
"Ne yapalım?" diye sordu.
Hasan:
"Çanaklının düzünü tüm bana verseler, yolumuz iki gün değil, iki ay uzasa gene oradan geçmem."
Ali:
"Gel öyleyse oturup bir iyice yornuk alalım. Bir daha da yoldan gitmeyelim. Kıyıdan kıyıdan."
Oturdular.
Memed, gidenlerin arkasından:
"Paralarını aldıktan sonra onları öldürseydik sevinirlerdi," dedi.
203
Cabbar:
"O uzun boylusu vurun diye nasıl yalvanyordu!"
Memed:
"Kim bilir nasıl, ne umutlarla çalıştılar!"
Cabbar:
"Nişanlısı tam altı yıldır onu bekliyormuş."
Memed:
"Çanaklıdan gitselerdi, Deli Durdu onları mutlaka soyardı."
Cabbar:
"Bu Delinin yaşaması haram amma..." dedi.
Gidip eski yerlerine oturdular. Bu işe hiç karışmayan Çavuşun sarılı boynu bir tarafa eğrilmişti.
Çavuş, gerindi gerindi:
"Ben bir tuhaf oldum çocuklar," dedi. "Yüreğimde bir soğukluk, bir titreme var. Ölürsem..." dedi, sonra pişman olmuş-j çasına sustu.
Memed:
"Bu kadar yaradan insana bir şey olmaz," dedi.
Cabbar:
"Başını koy da azıcık uyu," diye salık verdi.
Çavuş, uyumak için gözlerini yumdu.
Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Memed, Cabbara büyük bir sır verirmiş gibi sokuldu:
"Seninle biz kardaşız gayrı Cabbar," dedi. "Öyle değil mi kardaş?"
Cabbar buna sevindi: "Ona ne şüphe kardaş," dedi.
Memed:
"Meraktan çatlayacağım. Yüreğim ateş almış yanıyor kardaş."
Cabbar:
"Söyle kardaş da çaresini birlikte arayalım."
Memed:
"Aylar oldu, ben bu işi işleyeli. Duyduk ki Abdi Ağayı yaralamışım. Ölmemiş. Hatçenin hali ne oldu? Ya anamın hali ne oldu? Çatlayacağım. Şu Delinin ardından soygundan soyguna, çarpışmadan çarpışmaya... Bir türlü bir yolunu bulup da öğrenemedim..."
204
Cabbar:
"Köye gider öğreniriz kardaş" dedi. "Ne merak ediyorsun bunu."
Memed:
"O gavur ölmemiş. Hatçeye mutlak bir kötülük etmiştir. İçimde bir şey var... anlaşılmaz... bir acı... bir yara... yüreğim, durma Memed git, diyor."
Cabbar:
"Şu Çavuşun yarası bir hal olsun, hemen gideriz..."
Memed:
"Yüreğim, durma! diyor, Cabbar kardaş," dedi. "Durma!"
205
İndirdiler Heletenin düzüne Kellesi yokkine bakam yüzüne Benden selam söylen Nukrak kızına Neneyle neneyle Iraz neneyle Çık dağlar başına bana eleyle.
Nukrağı dersen de Ofunun dağı Derde derman derler kartalın yağı Ayağına düştüm Besninin beyi Neneyle neneyle Iraz neneyle Çık dağın başına ordan eleyle.
Kucağında dokuz aylık yavrusuyla Iraz yirmisinde dul kaldı. Kocasını çok severdi.
Ölüsü başında:
"Hüseyinin üstüne," dedi, "erkek bana haram olsun."
Dediğini de tuttu. Evlenmedi.
Kocası öldükten birkaç gün sonra, çocuğunu bir akraba kadına emanet ederek, sabanın arkasına geçti. Kocasının bıraktığı yerden tarlayı sürmeye başladı. Bir ay içinde tarlayı sürdü, ekti bitirdi.
Yaz gelince de hasadını yaptı tek başına. Güçlü kuvvetli,
gençti. Tınmadı.
Çocuğu kucağına alıyor, onunla oynaşa oynaşa köyü dolanıyordu:
206
"Benim bebek büyümez mi emmileri bakmayınca? Benim Rızam büyümez mi?" diyordu.
Amcalara nispet olsun.
Amcanın büyüğü Irazla evlenmek istiyordu.
Iraz:
"Evlenmem," diyordu. "Hüseyinimin yatağına başka erkek sokmam. Kıyametedek yaşasam gene evlenmem."
"Iraz," diyorlardı, "bu da onun kardaşı. Yabancısı sayılmaz. Çocuğunun emmisi. Ona babası gibi de bakar..."
Iraz Nuh diyordu da...
Bunun üstüne Iraza kin bağlayan amca, Hüseyinden kalan tarlayı onun elinden aldı. Oysa tarlada hiçbir hakkı yoktu. Babaları öldüğünde, üç kardeş kalan tarlaları eşit olarak paylaşmışlardı. Bu parça da Irazın kocası Hüseyine düşmüştü. Ne çare, Iraz genç kadın. Hükümet yolu, karakol kapısı bilmez. Ne yaparlarsa yanlarına kalır.
Iraz tarlasızdı ama, gene de dayandı:
"Benim bebek büyümez mi emmileri gavurluk yapınca? Benim Rızam büyümez mi? Büyümez mi tarlası olmayınca?"
Yazın ırgatlık, kışın zenginlerin evinde hizmetçilik etti. Gününü gün etti. Çocuğu nur topu gibiydi. Dilinde, bir ağıt, bir ninni, acı bir türkü gibi;
"Benim öksüz büyümez mi?" Büyüdü.
Neden yoksulluk içindeler? Neden tarlasızlar? Bunun sebebini her gün anasından, köylülerden duya duya büyüdü. İçine yanık bir türkü yerleşti kaldı. Bir ananın acısını, gücünü, yürekliliğini döktüğü bir türkü... "Benim yavrum büyümez mi?"
Rıza yirmi birine bastı. Fidan gibi. Dal gibi. Sakarköyün içinde onun gibi ata binen, cirit oynayan, nişan atan, halay çeken yok. Ama, ana da, oğul da rahat değiller... Yüreklerinde onulmaz dertleri var. Kendi tarlan olsun da, sen git el kapılarında yanaşmalık et, yarıcılık et.
Sakarköyün toprakları çok verimli... Öteki köylere bakarak geniş de. Büyük bir düzlük. Bu düzlüğün tam orta yerinde bir nokta gibi, Adaca denilen kocaman kaya parçası var. Cümle
207
düzlük ekilip yeşerince, tarlalar yeşile kesince, Adaca kayası bembeyaz, yeşilliğin ortasında parlar.
Adacanın dibindeki tarlalardan bir tanesi, en büyüklerinden birisi Rızanın babasının tarlasıdır. Yıllardır amcası sürer. İşte o tarla... Rıza bereketli, yağlı bir toprağı hayal eder. Hayal eder, yüreğindeki hınç büyür, taşar... Nereye gitse, nerede çift sürse, gözleri Adaca kayasının dibindedir. Adaca kayasının dibi bir aşk gibi.
Anası her zaman, her Allahm günü:
"Aaah oğul" der, "Adacanın tarlası... Baban bizi bu tarlayla gül gibi geçindirirdi. Gözleri kör olası..."
Rıza boynunu büker, dalar giderdi. Burnunda yağlı ışıl ışıl bir toprağın kokusu... Toprağın özlemi içini yakardı... Anası:
"O senin gavur emmin," der, "o senin gavur emmin!.. Burnundan fitil fitil gelecek."
Son günlerde Rızaya bir hal oldu. Hiç böyle değildi. Sabahları çok erkenden uyanıyor, düşüyor yollara... Ver elini Adaca... Adacanın dibindeki tarlaya varıyor. Bir taşın üstüne oturuyor, dalıyor hayallere... Ekinler göcek olmuş. Toprakta böcekler. Gün doğarken toprak buğulanır. Buğulu toprağa özlem, özlemlerin en yamanıdır. Rıza elini yumuşacık toprağa daldırıyor. Toprak sıcacıktır. Parmaklarının arasından altın bir toprak akıyor yere. Rıza, "Bu toprak benim," diyor. Bütün etinde bir ür-perme, bir tat... "Bu toprak benim ha," diyor. "Benim amma yirmi yıldır el ekiyor, el biçiyor..."
Kalkıyor. Yorgun, karar vermiş evine dönüyor. Anası soruyor:
"Şafaktan beri neredeydin?" Karşılık vermiyor. Yüzü karanlık.
Bu böyle, tam tamına iki ay sürdü. Ekinler dize çıktı, san, yeşil, koyu, karanlık bir yeşile döndü. Rıza bir gün:
"Ana," dedi, "bu tarla bizim." Ana:
"Bizim ya yavru," dedi. "Kimin olacak?" ı
Rıza:
208
"Ben," dedi, "hükümete başvuracağım." Ana:
"Ben de," dedi, "ben de bu günü bekliyordum."
Rıza:
"Yaşlılara sordum. Dedemden kalan tarlayı babam sağlığında amcalarımla paylaşmış. Paylaşmasa bile bizimki bizim. Dedemden bana kalacakmış."
Ana:
"Ya yavru," dedi, "bizimki bizim."
Bu bir miras davası olduğu için mahkeme o kadar uzun sürmedi. Adacanın dibindeki, yağlı, yumuşacık toprak Rızaya geçti. Yılların mihnetinin altında ezilmiş genç Rıza, bir sevgiliye, bir anaya babaya kavuşur gibi tarlasına kavuştu. Tarla kendisine teslim edildiğinde mevsim yazdı. Toprak sıcacık, kavruluyordu. Ekinler biçilmiş, firezler pırıl pırıl yanıyordu.
Rıza, yazyeri çıkarmak için bir çift öküz buldu. Pulluğu arkasına taktı öküzlerin. Toprak, pulluğun ağzında ufalanıyordu. Bütün derdi hemencecik tarlayı sürüp bitirmek, kendisinin olan tarlayı şöyle sürülmüş, tohumunu almaya, bire otuz, bire kırk vermeye hazır görmekti.
Yazyeri çıkarılırken çift iki kere koşulur. Biri şafaktan iki saat önce, öteki ikindin, garbi yeli çıktıktan sonra. Şafaktan önce koşulan çift gün kızıncaya kadar sürdürülür. Gün iyice kızdıktan sonra, artık çift sürülmez. Öküzler sineklenirler. Gitmezler. Bu arada ikindine kadar, bir ağaç gölgesinde dinlenilir. İkindiüstü, Akdenizin üstünde yelken bulutları yükselirken yeniden çift koşulur. Bu, ay ışığı varsa gece yarısına kadar devam eder. Yoksa, ortalık kararıncaya kadar sürer.
Ay ışığı vardı. Rıza, gün kızıncaya kadar, sonra gece yarısından ikindine kadar durmadan sürüyordu. Sıcak demiyor, yorgunluk demiyordu. Bazan kendisini alamıyor, sabaha kadar sürüyordu. Sürülmüş yumuşak toprak, ay ışığında daha güzel görünüyordu. Gece... Sessizlik... Pulluğun toprağı yararken çıkardığı ses daha iyi duyuluyor.
Iraz, fidan gibi bir oğlan büyütmekten, hayırsız amcalardan tarlasını koparıp almaktan dolayı konurluydu. Köyün içinde, bu günler, bir sevinç kasırgası halinde dolanıyordu.
209
"Rıza..." dediler miydi: "O, tarlasını sürüyor," diyordu.
Ayın on dördü. Ay, yusyuvarlak. Cümle tarlaları, daha çok Rızanın sürülmekte olan toprağını yaldızlıyor. Serince de bir yel esiyor. Rızanın öküzleri, ayaklan toprağa gömülerek, ağır ağır arkalarındaki pulluğu çekiyorlar. Ay ışığına, kalaylanmış gibi parlayan toprağa rağmen, ağır bir uyku dört bir yandan bastırıyor.
Rıza yorgun. Öküzleri bırakıp, bir toprak tümseğini başına yastık yapıp uyuyor. Koca ovada sürülmüş, ovaya kara bir el işi kağıdı gibi yapışmışçasma duran tarlanın ortasında kıvrılmış bir leke gibi...
Sabahleyin, akraba çocuklarından on bir yaşındaki Durmuş çocuk, her günkü gibi Rızaya gene azığını getirir. Gün iyice kızarmıştır. Ortalık çatır çatır eder. Çocuk, ağaçların dibinde, her günkü gibi Rızayı araştırır. Rıza, onun geldiğini görünce, ayağa kalkıp gülerek ona doğru gelecektir. Azığı elinden almadan, iki koltuğu altından tutup havaya kaldıracaktır. Çocuk şaşkın. Ağaçların dibini bir bir tarar. Yok. Sonra, tarlanın ortasına kıvrılıp yatmış Rızayı görür. Öküzler de ortada yok. Kıvrılıp yatmış Rızanın yanma geldiğinde ürker. Elinden azık düşer. Çocuk döner, bağıra bağıra kaçmaya başlar.
Köye girdiğinde soluk soluğaydı, çocuk. Yıkılacak gibi. Bağırıyordu. Bağırıyordu ama, sesi bir ıslık gibi çıkıyordu. Geldi, evlerinin önünde kendini yere attı. Kadınlar başına biriktiler. Korkmuş diye dilini çektiler. Soğuk su içirdiler. Başına su döktüler. Çocuk azıcık kendine gelince:
"Rıza Ağam kan içinde yatıyordu. Yere birçok kan göllen-mişti ki..." dedi. "Ağzından da kan gelmişti. Böyle görünce onu, koşa koşa geldim işte."
Kadınlar, işi anladılar. Başlarını önlerine eğip sustular. Bir anda bütün köy haberi işitti. Iraz da duydu. Iraz, saçlarını yolarak, çığrışarak önde, köylüler arkasında tarlaya geldiler. Rızanın başı tümsekten düşmüş, yana sarkmıştı. "¦ • Iraz: "Öksüz yavrum, gün görmemişim," diye oğlunun, üstüne
atıldı.
210
Rıza, dizlerini göğsüne doğru çekmiş, kıvrılmıştı. Önünde-jd çukura kan göllenmiş. Kan donmuş. Kanın üstünde böcekler, sinekler... Ortalığa keskin, tüten, kan kokusu gibi köpüklenen bir güneş de çökmüştü. Güneş buğulanıyordu. Ölünün üstünde bir sürü sinek, şimşek yeşili... Parlayıp kayıyorlar... Kan kö-pürmemiş, kerpiç gibi donmuştu. Ama, bu sıcakta köpürmüş gibi duruyordu. Yahut da öyle geliyordu insana.
"Öksüz yavrum! Gün görmemişim."
Kadınlar, çocuklar, erkekler ölünün yöresine halka olmuşlardı. Kadınların çoğu ağlıyordu.
"Babayiğidim, sana kim kıydı?"
Iraz kendinden geçmiş. Dövünüyor, çırpınıyor. Yürek koymuyor insanda.
İki kadın varıp Irazı ölünün üstünden almak istediler. Yapışmıştı. Ayıramadılar.
"Beni de diri diri," diyordu, "beni de Rızamla beraber gömün."
O gün, Iraz akşama kadar oğlunun ölüsü üstünde kaldı.
Olayı kasabaya haber verdiler. Candarmalar, savcı, doktor geldi. Candarmalar, gözleri kan çanağına dönmüş, ağlaya ağlaya morarmış kadını sürükleyerek ölünün üstünden kaldırdılar. Kadın toprağa kapandı, ölü gibi kıpırtısız kaldı... Bir daha da uzun zaman sesi sadası çıkmadı.
Gerekince, toprakta yatan, toprağa yapışıp kalmış kadını Savcının karşısına getirdiler.
Savcı:
"Hatun senin oğlunu kim öldürdü acaba?" diye sordu. "Kimden şüphe ediyorsun?"
Kadının yüzü gerildi. Sonra boş gözlerle pel pel Savcının yüzüne baktı.
Savcı yineledi:
"Senin oğlunu kim öldürdü? Şüphen kime?" Iraz:
"O gavurlar," dedi. "O gavurlar... O gavurlardan başka öldürecek? Emmisi oğlu öldürdü. Tarlanın yüzünden." Savcı, tarla meselesini iyice araştırıp zapta geçti. Kalabalık tarladan ayrıldı.
211
Üstünde yeşil sinekleriyle ölü, öküzleri kaçmış, bomboş öküz bekleyen boyunduruğuyla pulluk, ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamış ana orada umarsız, ovanın mahzunluğunda kaldılar. Kara, yağlı toprak, sapsarı ovanın ortasına yapıştırılmış bir el işi gibi kara kara ışıldıyordu.
Katil olarak, amcasının oğlu Aliyi yakalayıp karakola götürdüler. Ali verdiği ifadede, o gün köyde olmadığını, Öküzlü köyünde düğünde bulunduğunu şahitleriyle ispat etti. Öküzlü köyü Sakarköye dört saattir. Iraz ve bütün köylüler biliyorlardı ki Rızayı vuran Alidir. Tarla yüzündendir.
Köylü de şaştı. Iraz da şaştı. İki gün sonra Ali elini kolunu sallaya sallaya köye geldi. Iraz, onu mutlak asacaklar diyordu. Öyle sanıp teselli buluyordu. Oğlunu vuranın köyde elini kolunu sallaya sallaya gezdiğini duyunca, kendinden geçti, deliye döndü. Evdeki baltayı alıp, doğru Alilerin evine koştu. Oğlunu vuranı mutlak vuracaktı. Aliler, Irazm baltalı, kendilerine doğru geldiğini görünce kapıları kapatıp, arkadan sürmelediler. Iraz, kapıyı kapalı bulunca, başladı kapıyı baltalamaya... Ali içerde değildi. İçerde olsa kapıyı kapamazdı. Ana, baba, iki kız ve bir küçük çocuk vardı içerde. Kapı kırıldı kırılacaktı. Kapıyı kırıp içerdekileri baltadan geçirmek için Iraz var kuvvetiyle kapıya sallıyordu baltayı. Köylüler gürültüye gelmişler, evin dört bir yanma yığılmışlardı. Iraza yaklaşamıyorlardı. Daha doğrusu, yaklaşmak içlerinden gelmiyordu. Oğlunun öcünü eliyle alsın...
Bazı bazı bir erkek:
"Etme anam, etme bacım, içerdekilerin ne suçu var? Ali yok evde," diyordu. "Vazgeç." İçerden baba da:
"Ali yok içerde. Vazgeç Iraz," diye bağırıyordu. Nasıl oldu, nasıl olmadı, Ali kalabalığın arasından fırlayıp arkasından Irazı yakaladı. Elindeki baltayı kaptı. Halsiz kadını var gücüyle bir tarafa fırlattı. Kadını çiğnemeye başladı. Köylüler vardılar Irazı onun ayağının altından aldılar.
Aynı günün gecesi, Iraz, Alilerin evine ateş verdi. Köylüler evi söndürmeye çalışırken Ali atma atladığı gibi karakolun yolunu tuttu. O gün sabahleyin olan biteni ve gece de Irazm evle-
212
rini yaktığını şikayet etti. Evin halen yanmakta olduğunu da ekledi sözlerine.
Candarmalarla birlikte Ali, köye girdiğinde sabah oluyordu. Bunu gören köylüler Alinin başına biriktiler:
"Etme Ali," dediler, "fıkaranm fidan gibi oğlu girmiş, yüreği yangılı. Ne yaptığını bilmiyor fıkara. Bir de sen tuz biber ekme yarasına. Mahpuslarda çürütme fıkarayı. Evini köylü söndürdü..."
Ali dinlemedi. Candarmalar, Irazı önlerine kattılar, aldılar karakola götürdüler.
Iraz ifadesinde:
"Kapıları da kırdım. Her bir şeyi de yaptım," dedi. "Eğer içeri girebilseydim, teker teker hepsini baltadan geçirirdim. Olmadı. Oğlumu, biricik öksüzümü öldürenlerin hepsini öldür-sem, çok mu? Evi de ben yaktım. Hepsi içerde çatır çatır yan-sınlar diye de gece verdim ateşi; Namussuz köylü durur mu? Haber verdiler. Evi söndürdüler. Rızama karşılık çok mu görüyorsunuz? Benim öksüzüm bir memlekete değerdi. Ben onu nasıl büyüttüm biliyor musunuz? Çok mu görüyorsunuz?"
Savcıda da, mahkemede de aynı ifadeyi verdi. Tutuklayıp hapisaneye götürdüler, o gene ifadesinden şaşmadı. Boyuna söyleniyordu:
"Benim oğlum bir köyü, bir memleketi değerdi. Çok mu? Benim oğlum... Çok mu?"
Hapisanenin tek odalı kadınlar koğuşuna getirdiler soktular. İşte bunu hiç beklemiyordu. Bir çınar gibi oğluna karşılık, bir ev yakmış. Bu haksızlık ona oğlunun ölümünden de ağır geldi. Başını kaldırıp da hiçbir yere bakmıyordu. Bastığı yeri görmüyordu. Gözleri hiçbir şeyi seçemiyordu. Kör gibi, el yordamıyla dolanır gibi geziyordu ortalıkta. Yalnız mıydı bu odada, başka birisi var mıydı, farkında değildi. Bir köşeye, "kuyu dibine düşmüş taş gibi" oturmuştu. Sessiz.
Sütbeyaz başörtü bağlardı. Yüzü yanık esmerdi. Ela gözleri kocamandı. Işıl ışıl yanardı. Çekik kaşları yüzüne başka bir güzellik verirdi. Çenesi incecik, yüzü genişti. Geniş alnına küçücük bir kara perçem düşer, kıvrılırdı. Şimdi perişan. Yüzü çeki-'ip kapkara kesilmiş. Gözlerinin akı kandan görünmüyor. Göz-
213
leri ağlamaktan o derece kanlanmış. Çenesi kurumuş gibi. Dudakları kansız. Susuzluktan, yarılmış gibi. Yalnız, gene başörtüsü sütbeyaz. Lekesiz. Durup durup:
"Benim dal gibi oğlum," diyor. "Bir ülkeyi değerdi. Çok mu? Bir köyü taşıyla toprağıyla yaksam, kül etsem çok mu?"
Hatçe, bu yeni gelen kadına bir şey soramıyor. Gelişine çok sevindi. Şu yapayalnız koğuşta bir can yoldaşı... İçten içe sevindi ama, sonra kadına acıdı. Kim bilir ne gelmiştir fıkaranm başına? Can yoldaşı man yoldaşı istemezdi. Burası felaket yeridir. Kimsenin gelişine sevinmemeli.
Bir şeyler sormak istiyor kadına, dili varıp da bir türlü soramıyor. Böyle durgun, böyle ölüm dirim kavgası yapan, can çekişen insanlara kolay kolay bir şey sorulamaz. İnsan ne soracağını şaşırır. Hatçe de soramadı. Kadına baktı kaldı.
Akşam oldu. Hatçe dışarda, maltızına bulgur çorbası vurdu pişirdi. Soğan, acı yağ kokan çorbayı içeri aldı.
Çorba hafif hafif buğulanıyordu. Çorba soğuduktan sonra, korka korka Iraza yanaştı:
"Teyze," dedi, "açsın herhalde. Azıcık çorba koydum. İç." Irazm gözleri bomboştu. Kör gibi bakıyordu. Duymuyor gibiydi de.
"Teyze," diye gene korka korka yineledi. "Teyze, içsene şu çorbadan azıcık. Çok değil, azıcık. Çok açsın herhalde şimdi."
Iraz, oralı bile olmuyordu. Gözleri bomboştu. Taşlaşmış. Gözlerini kırpmıyor bile. Körlerden daha beter bir hali var. Kör gözlerde, gene bir görebilme telaşı, isteği, çabası sezilir. Bunda o da yok. Sağır kulaklarda bir çırpınma, bir gerilme, duymaya doğru bir koşma vardır. Bunda yok. Hatçe, usuldan dürttü: "Teyze!"
Kadının boşluktaki gözleri ağır ağır geldi, Hatçenin üstüne dikildi kaldı. Hatçe şaşırdı. Kıvrandı. Gözlerin altından kaçmaya çalıştı. Bir şeyler söylemek istedi. Dili diline dolaştı, beceremedi. Sahanı orada, kadının önünde bırakıp kendisini dışarı attı. Soluğu tutulmuştu. *
Gardiyan gelip, kapıyı kapayıncaya kadar dışarda kaldı-
214
İçeri girmeye, Irazın haline bakmaya korkuyordu. Daha doğrusu yüreği götürmüyordu. Kapı üstüne kapanınca, hemencecik, titreye korka, Irazdan yana bakamayarak yatağını açtı girdi. Yatağında bir zaman büzüldü kaldı. Karanlık kavuştu. Kalkıp lambayı yakmadı. Her gün karanlık kavuşur kavuşmaz yakardı. Bugün bir türlü yakmaya eli varmıyordu. Yakınca o ölüm dirim kavgasında çırpınan yüzü görecekti. Karanlıktan da korkuyordu. Ama, karanlık ışıktan daha iyiydi. Karanlık, hiç olmazsa, aralarına bir duvar gibi geriliyordu.
O gece Hatçenin gözlerine hiç uyku girmedi. İlk ışık pencerenin tahta aralıklarından içeri sızarken kalktı. Iraz, olduğu köşede duvara hafif bir gölge gibi yapışmıştı. Kıpırdamıyordu. Yalnızca beyaz başörtüsü belli oluyor, kirli duvarda sütbeyaz bir pencere gibi kalıyordu.
Öğle oldu, Iraz gene aynı durumda. Akşam oldu gene öyle. O gece de Hatçe, birincisi gibi korkulu, yarı uyur, yarı uyanık bir gece geçirdi.
Sabahleyin gene ışıklar sızarken gözleri şiş şiş uyanırken Irazm yanına vardı. Her şeye karar vermiş bir hali vardı.
"Teyze!" dedi. "Kurban olayım teyze! Etme!"
Kadının ellerine sarıldı:
"Etme nolur!"
Kadın, kocaman kocaman açılmış gözlerini onun üstüne çevirdi. Gözler solmuş, bütün ışığını yitirmişti. Gözlerin hiç akı kalmamış, tüm karaya kesmişti.
Hatçe dayandı:
"Derdini bana söyle, teyze," dedi. "Kurbanların olurum teyze. Dertsiz insan buraya düşer mi? Dertsiz insanın burada ne işi var? Öyle mi teyze?"
"Ne diyorsun kızım?" diye inledi Iraz.
Hatçe, Irazın ağzını açıp bir laf etmesine sevindi. Üstünden büyük bir yük kalkmış gibiydi.
"Neden böylesin teyze?" dedi. "Geldin geleli ağzını açmadın. Bir lokma ekmek de yemedin."
Iraz:
"Benim oğlum memleketi değerdi. Köyün yakışığıydı benim oğlum. Çok mu?" dedi, sustu.
215
Hatçe:
"Seni görünce ben derdimi unuttum," dedi. "Derdin ne teyze? Söyle de açıl."
Iraz:
"Oğlumu öldürenlerin evini yaksam, kapılarını kırsam, çok mu? Hepsini birem birem öldürsem çok mu? Kıyık kıyık kıy-sam..."
Hatçe:
"Vay teyzeciğim vay!" dedi. "Gözleri kör olasıcalar."
Iraz:
"Köyün yakışığıydı," diye inledi. "Hepsini öldürsem çok muydu?"
Hatçe:
"Vay ana, vay!" dedi.
"Bir de beni getirdiler buraya attılar. Oğlumu vuran elini kolunu sallaya sallaya gezer köyde. Ben ölmeyim de kimler ölsün!"
Hatçe:
"Hatun teyzem," dedi, "sen acından öldün. Geldin geleli ağzına bir lokma koymadın. Ben gidip de bir çorba yapayım."
Bugün çorbaya bolca yağ da koymaya karar verdi. Geldiğinden bir ay sonra, bazı zengin mahpusların çamaşırlarını yıkamaya başlamıştı. O sebepten birikmiş birkaç kuruşu vardı. Çarşıdan, mahpuslara bir kız çocuğu, yiyecek öteberi alırdı. Kızı çağırdı, eline bir elli kuruşluk verdi. "Git yağ al gel, buna," dedi. Sevinçten uçuyordu. Ne olursa olsun kadın konuşmuştu. Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. Bir insan konuşmadı da içine gömüldü müydü, sonu felakettir. İşte buna seviniyordu.
Hatçe, ne kadar hoş türkü biliyorsa hepsi teker teker içinden geçiyordu. Maltıza kömür doldurdu, yellemeye başladı. Kömür çabucak kırmızı köze kesti. Bir taraftan yelliyor, bir taraftan üfürüyordu. Küçücük kalaylı tenceresine suyu doldurdu, maltıza vurdu. Çorba hemencecik pişti. Bu kadar çabuk pişmesine çorbanın, Hatçe de şaştı.
Hatçe çorba lafını edince, Iraz, içinde bir eziklik, bir açlık duymuştu. Yüreği kazınıyordu. Barsakları, midesi biribirine
216
yapışmış gibi... Oğlu vurulduğu günden beri ağzına bir lokma koymamıştı. Dışardan burnuna erimiş yağ, kızarmış soğan kokusu geldi. Kızgın yağın çorbaya dökülürken çıkardığı cızırtıyı işitti-
Hatçe çorba dolu sahanı getirdi, Irazm önüne koydu.
"Teyze," dedi, "nolursun?"
Eline de bir tahta kaşık tutuşturdu. Irazm kaşığı unutmuş bir hali vardı. Kaşık eline yakışmıyor gibiydi. Düşecekmiş gibi duruyordu elinde.
Hatçe, çorbayı içmeyeceğinden korkarak:
"Haydi teyze," dedi. "Haydi haydi nolursun!"
Iraz çorbayı içip bitirdikten sonra Hatçe:
"Teyze," dedi, "ibrikte su var. Yüzünü yu! Kendine gelir-
Iraz, Hatçenin dediğini yaptı. Gitti yüzünü yıkadı.
"Eksik olma güzel kızım,", dedi. "İnşallah muradına erer-
sın
sın.
Hatçe:
"Keski," dedi, "ah bre hatun teyzem, keski. Ah keski." Başından geçenleri oturdu, Iraza bir bir anlattı: "Yaa," diyordu, "hatun teyzem, işte böyle oldu. Dünyada hiçbir şey istemem Memedimden bir haber alsam. Tam dokuz ay oldu buraya düşeli. Ne gelen var, ne giden... Anam olacak anam, karnından düştüğüm anam bile bir kere geldi. Yaaa hatun teyzeciğim, ilk günler bu delikte aç açına yattım. Sonra mahpusların çamaşırlarını yudum da... Yaaa hatun teyzem... Bir haber alsam... Ölü mü diri mi, bir haber alsam. İsterlerse assınlar beni. Umurumda değil. Memedimden bir haber gelsin..." Irazm durgunluğu, sersemliği gün geçtikçe azalıyordu. Sonraları mahkumlardan öğrendi ki, "Kapıyı ben baltayla kırdım. İçerdekilerin hepsini öldürecektim, o piç gelmeseydi. Evi de içerdekileri de yakmak için yaktım," dememeliydi mahkemede. On tane de oğul öldürülebilir, ispat edilmezse, yani gören, bilen olmazsa olayı, kanun katili tutamazdı. Iraz ilk günlerde bu haksızlığı bir türlü anlayamıyordu. Sonra gitgide kavradı. Bundan sonraki mahkemelerde verdiği bütün ifadelerde her şeyi inkar ediyordu.
217
"Aaaah!" diyordu, "dışarda olsaydım, oğlumu Alinin öldürdüğünü hükümete gösterirdim. Aaah!" diyordu.
Hatçe, onu teselli etmeye çalışıyordu.
"Çıkarsın inşallah Iraz hatun teyzem. Çıkarsın da oğlunu öldüreni hükümete teslim edersin. Ya benim halim! Ya şu genç yaşım! Çürüyeceğim. Üstüme ıspatçılık eden edene."
Aradan günler geçti... Irazla Hatçe, ana-kız gibi oldular. Belki de ana-kızdan daha ileri. İçtikleri su ayrı gitmiyordu. Şimdi ikisinin de derdi bir tek dert olmuştu. Hatçe, Rızanın boyunu boşunu, kara gözlerini, kalem gibi parmaklarını, halay çekişini, çocukluğunu, çocuklukta neler yaptığını, Irazm onu ne kahırlara katlanarak büyüttüğünü, tarla meselesini, son cinayeti en ince noktasına kadar, yaşamış, görmüş gibi biliyordu. Iraz da öyle. O da Memede ait ne varsa... Evcik yaptıkları günden beri hepsini biliyordu.
Son günlerde ikisinin derdi de, sevinci de birleşti. Bir tek düşünceleri vardı. O da Memed.
Irazla Hatçe, bütün gün, akşamlara, gece yarılarına dek çorap örüyorlar. Gözlerini kör edercesine. Ördükleri çoraplar kasabada şöhret yapmıştı. "Nişanlısını öldüren kızla, oğlu vurulan kadının çorabı..." Çoraplarda nakışların en acısı uçuşuyordu. Hatçeyle Iraz, örnek filan almıyorlar, nakış üstüne nakış yaratıyorlardı. Ağı gibi acı renkler, acı nakışlar. Kasaba, kasaba oldu olalı nakısın bu kadar etkileyenini, acısını, güzelini görmemiştir. Kasaba bunu böyle kabullenmiş. Böyle söylüyor.
Mahpusaneye ilk giren insan şaşırmıştır. Dünyadan apayrı düşmüş gibi olur. Sanki başka bir dünyadadır. Uçsuz bucaksız bir ormanda kaybolmuştur. Ondan da beter. Topraktan, evden barktan, dosttan, sevgiliden, her şeyden bütün bağlarını kopar-mışçasına uzaktır. Bir derin, ıpıssız boşlukta döner. Sonra başka bir hali daha vardır yeni mahpusun, taşı toprağı, duvarı, o azıcık görünen gökyüzünü, kapıyı, demir parmaklıklı pencereleri bile düşman sayar kendisine. Hele bir de parası yoksa, bir köşede boynu bükük kalakalır.
Hatçeyle Irazın böyle gece gündüz gözlerini kör edercesine çorap örmeleri boşuna değildir. Kazandıkları paranın kuruşuna
218
bile dokunmuyorlardı. Yemiyorlardı. Birkaç aydır bütün yiyecekleri, hapisanenin verdiği tek tayındı.
Memed, er geç nasıl olsa gelecekti. Belki yarın, belki de bir ay sonra. Mutlak tutup getireceklerdi. Ona para gerekti. Bir köşede boynu bükük kalmasın diyedir, bu kadar göz nuru...
Iraz:
"Kızım," diyordu, "bizim gibi sıkıntı çekmeyecek Memedi-miz. Burada biz varız."
Hatçe övünerek:
"Biz varız ya teyze," diyordu. "Biz varız."
Iraz:
"Memedimizin burada parası da var. Daha da kazanırız o gelinceye kadar. Geldiği gün paranın hepsini eline veririz. Ona buna mahcup düşmez. Eline bakmaz elalemin."
Geceleri yorgun, gözleri acıyarak yataklarına giriyorlar, uzun uzun konuşuyorlar, dertleşiyorlardı. Memed için türlü ihtimaller üstünde duruyorlardı. Akla hayale sığmaz. Neler icat etmiyorlardı! En sonunda Hatçe anasına kızıyor:
"Şu anam da," diye başlıyordu. "Şu benim anam da ana mı? Ben ondan en istedim sanki? Anam, dedim, kulun kölen olurum anam, Memedimden bir haber. Senden başka hiçbir şeycik istemem, dedim. Gitti de bir daha gelmedi."
Iraz:
"Kim bilir," dedi, "nolmuştur fıkara anana? Neler gelmiştir onun da başına?"
Iraz, anayı her zaman böyle savunurdu.
Her geceki gibi, gene gece yarısı yataklarına girdiler. Yatakları nemden ıslak ıslaktı. Gece böcekleri ötüyordu. Karanlığa çabucak alışsın diye de usul usul gözlerini ovuşturdular.
Hatçe:
"Iraz teyze," dedi.
Iraz:
"Ne?" diye sordu.
Her gece böyle başlarlardı.
Hatçe:
"Islak," dedi.
Iraz:
219
"Nedelim ya kızım?" diye karşılık verdi.
Hatçe:
"Benim anam da ana mı?" dedi.
Iraz:
"Kim bilir, neler gelmiştir fikaranın başına?" diye gene her zamanki sözünü söyledi.
Hatçe, anasının üstünde durmadan başka konuya atladı.
"Çukurovada, Yüreğir toprağında bir gözcük evimiz olacaktı," dedi. "Memed yanaşmalık edecek, sonra da küçücük bir tarla alacaktık. Memed, böyle söylerdi, işte."
Iraz:
"Yaşınız genç. Gene olur," dedi.
Hatçe:
"Beni kebapçıya götürecekti kasabada."
Iraz:
"Gene götürür."
Konuşma bu minval üzere uzar, en sonunda Hatçe, dalar giderdi. Kendisinin hapiste, Memedin de kaçak olduğunu unuturdu. Iraz da unuturdu. Gene unuttular:
"Yüreğir toprağı," diye sayıkladı. "Yüreğir toprağı sıcaktır. Güneşlidir. Bir ekin olur, kaplan sökemez. Bizim tarlamız otuz dönüm."
Iraz:
"Yaaa kızım otuz dönüm."
Hatçe:
"Yarısına buğday, yarısına arpa ektik."
Iraz:
"Buğdayın ortasına da iki evlek soğan..."
Hatçe:
"Evimizin içini yeşil toprakla sıvadım."
Iraz:
"Yeşil toprak... Kırmızısı da var."
Hatçe:
"Bir ineğimiz var. Koca gözlü, kırmızı bir inek... Bir de buzağısı..."
Iraz burada susar, karşılık vermezdi. Gene sustu. >
Hatçe sözünü sürdürdü:
220
"Benim evim senin evin. Memed senin oğlun, ben de kızınım-"
"Kızımsm..."
Hatçe:
"Evimizin önündeki salkım söğüdün dalları sarkar. Yere ulaşır."
Iraz:
"Dört bir yanma çit çekeriz. Ortasına bahçe... Çiçeklik..."
Hatçe, derin bir uykudan silkinircesine kendine gelir:
"Memedi ne zaman tutup getirirler ola?" diye Iraza sorardı. Gene sordu:
"Hı? Ne diyorsun teyze?"
Iraz:
"Yarın değilse, bir ay sonra..."
Hatçe:
"Biz varız, değil mi teyze?" dedi.
Iraz:
"Biz varız," dedi konurlu. "Paramız da var."
Böylece uykuya dalarlardı. Gene daldılar.
Cuma günüydü. Cuma günü kasabanın pazan kurulur. Hat-çenin her Cuma günü gözleri yollarda kalırdı. Anası gelecekse Cuma günü gelirdi. Hatçe bugün de çok erkenden, daha gün doğmadan uyanmış, "Bari bugün gelse," demişti. Her Cuma böyle derdi.
Kuşluğa doğruydu ki, omuzu heybeli, uzun boylu bir kadın korka sine hapisaneye doğru geliyordu.
Hatçe:
"Iraz teyze," diye bir çığlık kopardı.
Iraz içerden:
"Ne var kızım?" diye heyecanla koştu.
Hatçe:
"Anam!" dedi.
Iraz yola doğru baktı. Yan yana durdular. Yorgun, ayakları yalın, kara yazmasının ucunu dişleri arasına almış, topallayarak gelen kadına baktılar. Kadının başı önündeydi. Mahpusa-nenin kapısına gelince durdu. İncecik, derisi, kemiğine yapışmış, sinirden tir tir titreyen gardiyan, kadına bağırarak sordu:
221
"Ne istiyorsun karı?" Kadın:
"Kızım var içerde, onu görmeye geldim," dedi. Hatçe: "Ana," dedi.
Kadın usul usul başını kaldırdı, gardiyana baktı. "Efendi kardaş işte kızım bu," dedi. Gardiyan: "Görüşebilirsiniz."
Heybesini duvarın dibine indirdi. Kendi de belini duvara verdi oturdu.
"Ooof," dedi, "kemiklerim sızlıyor."
Hatçe, öylecene durmuş anasına bakıyordu. Kadının ayakları parça parça yırtılmış, tırtıkları arasına toz dolmuştu. Saçları tozdan aklaşmış, boynundan aşağı bir çamurlu ter yürümüştü. Kaşları kirpikleri tozdan gözükmüyordu. Yırtık, kirli fistanı bacaklarına dolanmıştı. Bu hali görünce, Hatçenin anasına olan kızgınlığı geçti. İçine bir acıma doldu. Gözleri yaşardı. Boğazı gıcıklandı. Bir türlü anasının yanma varamı-yordu.
Anası, öylesine durup, kendine yaş dolu gözlerle bakan kızını gördü. Onun da boğazı gıcıklandı. Ne diyeceklerini düşünüp de kendisini tutmasa boşanacaktı.
"Gelsene kadersizim, gelsene anaym yanma, gelsene gün görmemiş kızım," dedi.
Kendisini artık tutamayıp usul usul içine akıta akıta ağlamaya başladı. Hatçe vardı, onun elini öptü. Yanı başına da oturdu. Iraz da geldi bu sırada yanlarına: "Hoş geldin bacı," dedi. Hatçe, anasına Irazı tanıttı: "İşte bu Iraz teyze," dedi. "Beraber yatarız." Ana:
"Nolmuş bu bacıma da?" diye merakla sordu. Hatçe:
"Rızasını vurmuşlar," dedi. Ana: "Vay!" dedi, "vay! Gözleri kör olasıcalar. Vay bacım."
222
Bir sürecik üçü de sustu. Sonra, ana başını yerden kaldırıp konuştu:
"Kızım," dedi, "sırma saçlı da, kara gözlü kızım, kusuruna kalma anayın. O gavur Abdisi benim başıma neler getirmedi!.. Arzuhal vermişim diye hükümete, neler getirmedi başıma!.. Onun elinden çektiğimi bir ben bilirim. Benim bir daha kasabaya inmemi yasak etti. Yaa gül kızım... Yoksa gül kızımı dört duvar arasında, elin kasabasında yalnız başına kor muydum! İki güne bir gelirdim sırma saçlı kızımın yanma."
Nedense, konuşmayı birdenbire kirp dedi kesti. Geldiğinden beri de ilk kez yüzü işiyordu. Kadınların başını kendine doğru çekip, usuldan usuldan konuşmaya başladı.
"Dur güzel kızım, az daha unutuyordum. Sana havadisim var. Memed, eşkıya olmuş! Eşkıya!"
Ana, Memed lafını edince, Hatçenin yüzü kül kesildi. Yüreği, göğsünün içine sığmayacakmış gibi, parçalanırcasma atmaya başladı.
"Memed, onları vurunca gitmiş Deli Durdunun çetesine karışmış. Elaleme etmediklerini koymuyorlarmış. Yoldan da kimseyi geçirmiyorlarmış. Bütün yollan bağlamışlar. Önlerine geleni öldürüyorlar, donlarına kadar, anadan doğma soyuyor-larmış..."
Hatçe kızgınlıkla:
"Memed, böyle işler yapmaz. Memed, adam öldürmez," dedi.
Ana:
"Ben ne bileyim kızım," dedi, "hep böyle söylüyorlar. Deli Durdudan sonra Memedin adı söyleniyor. Ünü sardı dört bir yanı. İnce Memed diyorlar da bir daha demiyorlar. Ben ne bileyim kızım? Ben de elin yalancısıyım. Abdi gavuru Memedi böyle duyunca, bir ay kadar evinin yöresine her gece dört beş tane nöbetçi koydu. Köylüler diyor ki, dışarda beş tane silahlı nöbetçi beklerden, içerde gene korkuyor, sabahlara dek gözleri-ne uyku girmiyormuş. Evin içinde dolanıp duruyormuş. Sonra, evine Asım Çavuş gelmiş, İnce Memedi takip ettiğini söylemiş. Bu dağlar, İnce Memed gibi bir eşkıya daha görmedi, demiş. O °lrnasaydı, ben Deli Durdu çetesini darmadağın ederdim, de-
223
miş. Bunun üstüne, Abdi Ağa başını aldı, köyden gitti. Kimi diyor ki kasabada oturuyor, kimi diyor ki aşağı Çukurova köylüklerine inmiş. Kimi de Ankaraya, büyük hükümete kaçmış diyor. Yani Abdi Ağa Memedden kendisini saklıyor. Ben de Abdi Ağa köyde yokken gül kızıma gideyim, dedim. Yaa gül kızım işte böyle..."
Bunları anlatırken yüzü rahat, gülümser gibiydi. Bitirince, yüzü yemyeşil, ölü yeşiline kesti. Boğulur gibi bir hal aldı.
Memedin eşkıya oluşuna Iraz da, Hatçe de sevinmişti. Göz göze geldiler. Gözleri konuştu.
Anasının yeşil, boğulacakmış gibi olan yüzünü görünce korktular.
Hatçe kekeleyerek:
"Ana, ana ne var?" diyebildi ancak.
Ana;
"Sorma kızım," dedi. "Sana kötü bir haber vereceğim. İnşallah yalan. Gelirken duydum. Dilim varmıyor demeye kızım. Dilim varmıyor. Sabahleyin kızım, sabahleyin duydum ki, dün sabahleyin kızım. Duydum ki, bir yörük ağası yüzünden Deli Durduyla Memed dövüşmüşler. Deli Durdu iki arkadaşıyla birlikte Memedi de vurmuş. Öyle duydum, kızım. Memed, yörük ağasını kayırmış. Deli Durdu da onu vurmuş. Bir atlı geçmiş köyün içinden, atlı bir yörükmüş. Üstü başı cephane doluymuş. İki tane tüfeği varmış. Yörük ağasına yardıma gittiğini söylemiş. Kan tere, köpüğe batmışmış altındaki at. Köylüler öyle söylediler. O söylemiş Memedin vurulduğunu..."
Hatçe, ilk önce dondu kaldı. Sonra Irazın ellerine yapışıp kendisini onun kucağına attı:
"Bu da mı geliciydi başıma teyze?" diye bastı çığlığı. Sonra birden sustu.
Ana:
"Ben gidiyorum," dedi. "Allahaısmarladık kızım. Sana doğru bir haber ulaştırırım yarın bir gün. Heybede yağ var. Yumurta, ekmek var. Gelecek Cuma gene gelirim. O gavur köye gene gelmemişse. Heybeye sahip ol. Yitmesin. Sağlıcakla kaim," dedi, yola düştü.
224
Yolda yürürken:
"Dememeliydim bunu ona. Dememeliydim," dedi kendi kendine.
Hatçe durup durup yeniden hıçkırmaya başlıyordu: "Ah," diyordu, "gavur Deli Durdu nasıl kıydın Memedi-me? Adam arkadaşına kıyar mı hiç? Nasıl kıydın?.." Iraz, teselli ediyordu:
"Eşkıya olan eşkıyanın her gün ölüm haberi gelir, inanma. Buna alışacaksın."
Hatçe dinlemiyordu onun söylediklerini:
"Ben yaşamam," diyordu, "Ben yaşamam Memedimin ardına."
Iraz kızdı:
"Bre kız," dedi, "ne biliyorsun öldürüldüğünü oğlanın. Diri adama ağlanmaz. Ben çocukluğumda, yok yok, gençliğimde olacak. Koca Ahmedin ölüm haberini belki yirmi kez duydum. Daha sağmış Koca Ahmet."
Hatçe:
"Aaah! Teyzem bu öyle değil ki," diyordu. "Bu yeni eşkıya daha. Ben yaşamam gayri. Ben ölürüm."
Iraz:
"Eşek kız" dedi "eşkıyalar bazı bazı öldü haberini, kendileri mahsustan çıkarırlar. Bak, onun eşkıya olduğunu duyunca keçi sakallı köyden kaçmış. Belki bu haberi keçi sakallı için çıkardı o. Kendisini öldü çıkaracak. Keçi sakallı köye gelince onu öldürecek. Belki bir düzen."
Hatçe:
"O böyle şeyler yapmaz teyzem" dedi. "Ben bundan sonra yaşamam. Ölürüm teyzem," dedi.
Sonra sıtmaya tutulmuş gibi titremeye, yanmaya başladı. Iraz onu kucağına aldı, getirdi yatağına yatırdı.
"Dur hele," diyordu, "dur hele akılsız kızım, gün doğmadan neler doğar! Dur hele! Böyle her şeye inanma..."
İkinci gün, yataktan ölü gibi kalktı Hatçe. Alnına kara bir yazmayı çeke çeke bağlamıştı. Yüzü mum rengini almıştı. Donuk, sapsarı.
Bu haberden sonra, Hatçe iflah olmadı. Gün günü daha sa-
225
rardı, daha zayıfladı. Uyku uyuyamıyor, yatağın içinde sabahlara kadar, başım dizlerinin üstüne koyup oturuyordu.
Onunla beraber, Iraz da uyumuyordu.
Konuşmuyorlardı geceleri. Fakat Iraz, ikide birde:
"Göreceksin deli kızım," diyordu. "Göreceksin. Memedin yakında iyi haberi gelecek."
Hatçe oralı bile olmuyordu.
226
İki günden beri gündüzleri bir yere saklanıp, geceleri yol alıyorlardı. Çamlı kayalıkların başına gelmişler, orada mola vermişlerdi. Deli Durdunun bir tuzağa düşüreceğinden korkuyorlardı.
Cabbar:
"O bunu bir türlü kaldıramaz. Bize bir kötülük yapıncaya kadar gözüne uyku girmez. Onun yüreğinden ne geçerse bilirim. Dört yıl beraber gezdim. Çok yaşamaz. O bu günlerde yer kurşunu ya... Peşimizi de bırakmaz. Yoksa ölür. Bize bir şey yapamazsa çatlar ölür. Şimdi mutlak peşimizdedir. Keski bunu yapmasaydık," dedi, "keski..."
Memed:
"Korkuyor musun Cabbar?" diye sordu.
Cabbar:
"Yok amma," dedi.
Memed:
"Amması ne?"
Cabbar:
"Yani... Yani peşimizi bırakmaz da..."
Memed:
"Geleceği varsa..."
Cabbar:
"Öyle insanca gelmez ki," dedi. "Bir yerde, hiç umulmadık "ir yerde pusu kurar. Pususuna düşeriz. Yoksa, erkekçesine karşı karşıya gelse... Allah ya ona verir, ya bize..."
227
Recep Çavuş dalmış, batan güne, güneşin bir tarafını kır-mızılaştırdığı çam ağacının tepesine bakıyordu. Gün batıyordu. Başını usul usul indirdi. Yüzünü, boynundaki yaraya sarılı alacalı bezi, batan gün yaldızlıyordu.
"Ya bize verir," dedi.
Yeniden çam ağacının tepesine daldı.
Cabbar.
"Bana gücendin mi Memed kardaş?" diye sordu.
Memed:
"Yok," dedi, "neden güceneyim kardaş? Belki dediklerinde haklısın. Bana da öyle geliyor ki peşimizi bırakmaz." Cabbar: "Demek istedim ki tetik bulunalım. Nolur nolmaz..."
Memed:
"Haklısın," dedi, "Nolur nolmaz." Recep Çavuş:
"Beni dinleyin çocuklar," dedi. "Ben, bu dağların nesini severim biliyor musunuz?" Memed, gülümsedi: "Yok," dedi. Recep Çavuş: "Gün batarken ağaçlarını. Gün batarken hani ağaçlara pare
pare ışık düşer. İşte onu."
Memed:
"Anladım," dedi.
Gün battı. Karanlık kavuştu. Ay yarımdı. Çok kalmıyor, hemen batıyordu. Ay, ağaçların gölgesini usuldan yere düşürdü. Gölgeler biribirlerine karışıyordu. Seçilmiyorlardı.
Cabbar:
"Yürüyelim mi?" diye sordu.
Memed:
"Yürüyelim," dedi, ayağa kalktı.
Recep Çavuş:
"Durun hele çocuklar, azıcık beni bekleyin," diyerek bir kayanın dibine doğru gitti. Orada biraz eğlendikten sonra döndü
geldi.
"Karanlık kavuşunca, kayanın dibinde bir hoş, bir yeşillik
228
gördüm. Yeşil bir kıvılcım... Yeşil yalım. Vardım baktım ki yo-sunmuş..."
Cabbar güldü. Memed de işin farkına vardı güldü:
"Bre Recep Çavuş, karanlıkta yosunu yeşil yalım gördün öyle mi?"
Recep Çavuş gayet ciddi:
"Şaştım bu işe. Bakın işte şurada."
Memed:
"Tamam mı yeşil yalıma baktığın?" diye sordu. "Öyleyse yürüyelim."
Recep Çavuş:
"Daha da bakmak isterdim ama, işimiz var."
"İşimiz var," dedi.
Kayalıklardan inmeye başladılar. İki gündür hep kayalıklarda yürüyorlardı. Yürüyorlar değil, sürünüyorlardı. Sabahtan beri de azıkları bitmişti. Acıkmışlardı. Ayaklarında ayakkabı kalmamış, zımpara taşı gibi kayalar, onları yemişti. Ayaklarında yalnız ayakkabılarının yüzü kalmıştı. Ellerinin içi soyulmuş, kızıl ete kesmişti. Kan da akıyordu.
Recep Çavuş:
"Gene başladık," dedi. "Gene başladık sürünmeye. Ne korkuyorsunuz böyle o deli namussuzdan? Ne korkuyorsunuz be? İnelim aşağı. Pusu mu kuracak, ne halt kanştıracaksa karıştırsın."
Memed:
"Geçer bre Çavuş," dedi. "Köye varırsak yakı yaptırırım ellerine."
Cabbar:
"Kocakarılardan beter oldun sen."
Recep Çavuş kızdı:
"Bir daha böyle konuşursan Cabbar," dedi. "Seni oraya çivilerim alimallah. Anladın mı?"
Memed:
"Cabbar sus!" diye gözdağı verdi.
Cabbar kahkahayla gülüyordu.
Recep Çavuş onun gülmesine de kızdı.
Dişlerini sıkarak:
229
"Herif adam değil ki," dedi, "orospu dölü."
Memed:
"Şimdi şimdi düze ineriz aslan Recep Çavuş," diye onu yatıştırmaya çalıştı.
Recep Çavuş:
"Şu orospu dölüne söyle de gülmesini kessin. Alimallah çivilerim."
Bunun üstüne Cabbar Recep Çavuşun yanma yaklaştı, elini hızla tuttu, öptü.
"Barıştık işte. Daha ne istiyorsun?" diye güldü.
Recep Çavuş yumuşamadı:
"Ben orospu dölleriyle barışmam," dedi.
Memed, lafı değiştirmek için:
"Çavuşum, tüfeğin dolu mu?" diye sordu.
Çavuş:
"Dolu!" diye sertçe karşılık verdi.
Memed:
"Çok iyi."
Recep Çavuş:
"Beşini de o Abdi gavurunun başına boşaltacağım. Parça parça, darmadağın olsun kafası... Zulmeder mi fakir fıkaraya?"
Memed:
"Beraber sıkacağız," dedi. "Benim yüreğim soğumaz elim-len öldürmezsem onu."
Müthiş kin duyarak düşünüyordu. Bir adam öldürmek!.. Bir adamı tamamen ortadan kaldırıp yok etmek... Bu, kendisinin elindeydi şimdi ha! Ormandaki attığı kurşunlar geliyordu gözünün önüne. Velinin can verişi geliyordu. Toprakta, çamurun içinde debelenişi... O, adam öldürmek demek değildi. Tabancayı ateşlerken dünyadan bir insanı ayırıyorum dememişti. Yakayı kurtarmak böyle daha kolay mümkün olmuştu. Şimdi bir adam öldürecek. Bir cana kıyacak... Öfkesi, aşkı, sevgisi olan bir şeyi ortadan kaldıracaktı. Buna, kendinde hak görmüyor gibi bir duyguya kapılmıştı. Düşünmeyi, hem de enine boyuna, derinliğine düşünmeyi öğrenmişti. Kasabadaki Hasan Çavuş... Belki de aşkı öğretmiştir düşünmeyi. Kim bilir! Abdiyi öldürmezse ne olurdu? Bir an, belli belirsiz, hayal meyal bu dü-
230
«ünceden korktu. Savmaya çalıştı. O savmak istedikçe, Allahın belası düşünce geliyor, sırnaşıyordu. "Hele köye bir varalım da-
Recep Çavuş, var gücüyle bağırdı:
"Yetişin, düşüyorum."
Vardılar gördüler ki Çavuş, bir ayağını bulunduğu kayadan ötekine atmak istemiş, ayağı yetişemeyince, geriye de çeke-memiş... Elleriyle bir ağacın köküne yapışıp, orada asılıp kalmıştı. Çektiler.
Recep Çavuş bezgin bezgin:
"Allahaşkma söyle Memed, daha ne kadar var düzlüğe?"
Memed:
"Ha indik, ha ineceğiz."
Ay, tam karşı dağın ardına iniyordu ki, düzlüğe vardılar.
Recep Çavuş:
"Hah işte şöyle!" dedi. "Bir kayadan düşüp parçalanmadan geldik. Pusu mu kuracak, kursun deli deyyus. Şurada bir iyice dinlenelim. Avuçlarımın içi bir sızlıyor ki..."
Ötekilerin de avuçlarının içi, dizleri, ayakları sızlıyordu. Her parçaları bir kaya başında kalmış gibiydi.
Konuşmadılar. Memed, gene derin bir düşünceye dalmıştı. Diyordu ki, kendi kendine, "Abdi ölümü hak etmiştir". İneklerini çekip götürüşleri geliyordu gözünün önüne... Çakırdiken-likte, bıçak gibi ayazda, ayaklarını, bacaklarını dikenler yiye yiye çift sürüşü geliyordu. Ayazda, dikenlerin yırttığı yerler ateş düşmüş gibi cayır cayır yanar, adamın yüreğine işler. Zehir gibi acı, kahırlı çocukluğu toptan geliyordu aklına... "Abdi ölümü hak etmiştir. Hele varalım köye."
Cabbar dürttü:
"Heeeyyy Memed! Gene ne daldın?"
Memed:
"Hiç," dedi, utanarak.
Cabbar:
"Kalkın yola düşelim. Sabaha kalırsak hiçbir şey yapamayız."
Memed:
"Hakkın var," dedi.
231
Kalktılar. Bir çeyrek kadar yürüyünce çakırdikenliğe düştüler.
Recep Çavuş:
"Vay anam vay!" dedi. "Kayalığın gözünü seveyim. Bu dikenler adamın bacağını köpek gibi dalıyor." Memed, sesi bozularak:
"Bu çakırdikenlik, o çakırdikenlik işte. Benim çift sürdüğüm yer."
Recep Çavuş durmadan: "Vay anam vay!" diyordu: "Vay anam vay!" Cabbar:
"Bre Memed," dedi, "bu kadar çakırdikenini saban söke-mez ki... Dikenlik değil, ormanlık..." "Vay anam vay!" Memed: "Ormanlık." Cabbar:
"Kayalıklardan sonra da böyle bir diken ormanına düşerse insan... Talih dediğin de..."
"Vay anam vay! İnce Memedin de talihi böyle olur. Vay anam vay!"
Durup soluk alıyorlar, bacaklarından sızan kanı elleriyle yüklüyorlardı.
Memed küfrediyordu. Çocukluğunda ettiği küfürleri yinelemekten tat duyuyordu. Bu küfürlerin çoğunu Dursundan öğrenmişti. Dursun şimdi nerelerdeydi acaba? "Vay anam vay!"
Çakırdikenleri hışırdıyordu. Bastıkça, ağır, koygun bir ses çıkarıyorlardı. Gecenin ıssızlığında ses ta uzaklardan duyuluyordu.
"Vay anam vay!" Cabbar:
"Diken neyse ne ya," dedi, "şu topraktaki ufacık taşlar da ayrı bir bela." ^ *"
Memed:
"İşte çift sürdüğüm yerlere geldik. Tam buralar/' "Vay anam vay!"
232
Uzaktan, güneyden bir horoz sesi geldi. Horoz, uzun uzun, arkasını kesmeden ötüyordu. Sonra, bir dereye düştüler. Ayaklarının altından taş yuvarlanıyordu. Burdaki çakırdikeni daha beterdi.
"Vay anam vay!"
Dereyi çıkınca, karşılarına, karanlığa yapıştırılmış daha koyu bir karanlık gibi ulu çınarın karartısı çıktı. Çmara doğru yürüdüler. Çınarın arkasını dönünce, top gibi bir su gürültüsü patladı.
"Vay anam vay!"
Memed:
"Köye geldik," dedi. "Suya inip elimizi yüzümüzü yıkayalım. Ben size yarın birer tane çarık yaparım ki..."
Suya inip, ayakkabılarını çıkardılar. Ayaklarını suya soktular.
"Vay anam vay!"
Cabbar:
"Recep Çavuş," dedi, "yeter gayri baba! Çakırdikenlikten çıktık."
Recep Çavuş:
"Ben böyle dikenliğe hiçbir yerde rastlamadım. Vay anam vay!"
Memed:
"Buraya göz derler işte..."
Bir zamanlar Süleymanm evine kaçtığında, anasının gelip, haftalarca bu suyun gözüne baktığını, ölüsünün bu kayanın dibinden çıkmasını beklediğini anımsadı. Anası aklına düştü. Kendi kendine belki binbirinci kez sordu:
"Anamı nettiler ola?"
"Ha? Cabbar, anamı nettiler ola?"
Cabbar:
"Hiçbir şey yapamazlar," dedi.
Recep Çavuş:
"Vay anam vay!" diyordu. "Buralar neresi böyle?"
Memed:
"Buraya gözün gürültüsü derler. Aşağıda değirmen vardır. Kulaksız İsmailin değirmeni..."
233
"Bak kardaş! Köye girmeden oraya gidip, bir haber alalım. Daha iyi olur."
"Vay anam vay!"
Cabbar, Recep Çavuşa:
"Allah billah aşkına yeter Çavuş!" dedi.
Memed:
"Belki daha iyi olur. İsterseniz gidelim Kulaksızın değirmenine..."
Cabbar:
"Böyle daha iyi. Bence, hiçbir yere, hiçbir köye elini kolunu sallaya sallaya girmemeli."
Recep Çavuş:
"Bakın, bu doğru işte," diye söylendi. "Bu soytarı, köpoğlu Cabbarda iş var. Eşkıyalıkta, dağı taşı, kurdu karıncayı kendine her zaman düşman bileceksin. Her taşın ardında bir pusu var gibi davranacaksın. Sen daha yenisin ya, pişkinsin oğlum Memed. Düşünmek, tecrübenin yerini tutar. Sen, her şeyi inceden inceye düşün."
Ayağa kalktılar. Uzakta, bir kıvılcım gibi yanıp sönen bir ışık göründü.
Memed:
"Bir ışık dilimi görünüyor ya orada, işte Kulaksız İsmailin değirmeni o."
Değirmene yaklaşırlarken, ötede bir sürü köpeğin havlaması duyuldu. Cabbar:
"Köy orası, köpeklerin ürdüğü yer olacak," dedi. Memed: "Orası..." Değirmenin kapısına gelip durdular. Kulaksız İsmail ayak
seslerini duyunca:
"Kim o?" diye dışarıya seslendi.
Memed:
"İnce Memed," dedi. "İbrahimin oğlu İnce Memed."*
İçerden uzun zaman ses gelmedi. Sonra:
"Ne arıyormuş burada İnce Memed?" dedi. "Yalan. Onu Deli Durdu vurmuş diye duyduk. Daha dün duyduk."
234
Un kokusu geceye yayılıyordu. Öyle geliyordu ki onlara, bir un ambarının içine düşecekler biraz sonra.
Değirmenin abarasmda akan suyun güçlü düşüşü patlıyor, gecenin karanlığına yayılıyordu.
Memed:
"Ölmedik. Benim, İsmail emmi," dedi. "Sesimden bilemedin mi?"
İsmail:
"Bildim, bildim. Geliyorum. Şimdi kapıyı açarım."
Geldi, gürültüyle kapıyı açtı. Kapı açılınca yüzlerine turuncu, sallanan bir yalımın ışığı vurdu. İsmail, Memede baktı baktı da:
"Bre İnce Memed," dedi, "öldüremedin şu gavur dinliyi de, kurtaramadın şu köyleri elinden."
İnce Memed gülümsedi.
İçeri girdiler. Ocakta yalımlar biribirlerine dolanıp, toprağa kadar yatıyorlardı. Un, içerde kara keskin koktu. İsmailin uzun kırış kırış boynu, sivri, uzun yüzü, sakalı, kulaklarına inen eski, yağlı şapkası safi una kesmişti.
Gelenlerin ellerini ayaklarını görünce korkuyla sordu:
"Nolmuş size böyle?"
Memed, gülümseyerek:
"Deli Durduyla çatıştık da, iki gün kayalıklarda yürüdük."
İsmail, sırtını yandaki duvara verip:
"Düneyin bir atlı geçmiş köyün içinden, Deli Durduyla çarpışmaya gidiyormuş. Deli Durdunun seni vurduğunu söylemiş. Bütün köy sana yandı Memedim. Bilirsin köylü seni çok sever."
Sonra Memedin arkasını tapıkladı. Kulaklarını okşadı.
"Bre Memed," dedi, "vallahi gözlerime inanamıyorum. Bu ne kadar cephane sende? Nasıl götürüyorsun bu kadar fişeği? Seni böyle fişekler içinde görmek tuhafıma gidiyor. Şimdi, hep aklıma Sarıcadüzde, çakırdikenliğin içinde düşe düşe çift sürüşün geliyor. Şimdiki gibi gözümün önünde. İnanamıyorum."
Memed:
"Oldu işte," dedi.
İsmail:
235
"Şimdi açsınız. Kalkayım da size gömme yapayım."
Ayağa kalktı, gözlerini ateşe dikti öyle durdu. Kendi kendine bir iki gülümsedi.
"Ateş de iyi yanıyor/' dedi.
Beli bükülmüştü İsmailin. Memed, buna şaştı. İsmaili şimdikinden genç biliyordu. Kendi çocukluğundaki gibi.
Memed, korka korka:
"Anamdan," dedi, "Hatçeden ne haber? Abdi evde mi ola?"
İsmail olduğu yerde durdu kaldı. Ne gitti, ne bir karşılık verdi. Ne de oturdu. Bu soruyu zaten bekliyordu. Memed, ha sordu, ha soracaktı. Ödü kopuyordu. Olan oldu. Şaşkın şaşkın düşünür, dört bir yana bakınırken Memed soruyu yineledi:
"Anamdan...?"
İsmail, kekeleyerek:
"İyiler iyiler," dedi çabuk çabuk. "Durun geleyim de o gavur dinliyi anlatayım size. Unutturuyordunuz az daha. Ayaklarınıza, ellerinize tuzlu su yapalım da..."
Memedin içine kurt düşmüştü. Bu da böyle konuşunca... "İyiler iyiler," diye geçiştirmesi hayra alamet değildi.
Elinde büyücek bir leğen suyla gelen İsmail:
"Ellerinizi, ayaklarınızı içine sokun. Taş yemiş. Taş yeniği de beter ağrır. İyi gelir tuzlu su."
Memed:
"Yakında gördün mü anamı?" diye yeniden sordu.
İsmail:
"İyiler dedik ya, iyiler canım... Durun size gavur dinliyi anlatayım. Gavur dinli senin eşkıyalara karıştığını duyunca... eteklerini ateş aldı. Her gece evini beş altı, on nöbetçiye bekletiyordu. Sonra da ortalıktan yitti gitti. Yüzünü görseniz korkardınız. Korku adamı böyle edermiş zaar! Şimdi senin öldüğünü duymuş, belki köye gelmiştir. Diyorlar ki, onun milleti senin ölümünü duyunca bayram yapmış. Yaparlar ya Memedim. Onlar seni iyi tanırlar."
Memedin içine bir ateş düştü. Yerinde duramaz oldu. Bir an önce köye varmak için, içi kalaklıyordu.
"Haydi kalkın arkadaşlar, sabah olmadan köye girelim."
236
dılar.
lar.
Cabbarla Recep Çavuş, Memedin ne demek istediğini anla-r.
Hiçbir şey söylemeden, ayakkabılarını giyip ayağa kalktı-
İsmail:
"Gömmeniz ocakta kaldı. Biraz daha bekleyemez misiniz?" diye sordu mahzun mahzun. "O tuzlu su iyi gelir. Bir de gittiğiniz yerde yaptırın."
Memed önde, ötekiler arkada değirmenden çıktılar.
Beş on adım sonra, hemencecik, gene çakırdikenliğe düştüler.
Recep Çavuş gene bir, "vay anam vay!" çekti.
Gökte yıldızlar ıslak ıslak parlıyorlardı.
Recep Çavuş, doğuya dönüp işedikten sonra:
"Kuyrukyıldızı daha doğmamış," dedi. "Benim yıldız. Daha sabaha epey var."
Ötekiler susuyorlardı. Şimdi ayaklan, elleri daha az acıyordu. Önlerinden bir tilki kaçtı. Köye yakın olmasalardı, Recep Çavuş onu oracığa deviriverirdi. Ne çare ki... Koca kuyruğunu dikenlerin üstünden sürükleyerek gitti. Yıldız ışığında tüyleri donuk donuktu.
Cabbar: "Memed kardaş?" dedi.
Memed:
"Köye biraz sonra gireceğiz. Köy, şu aşağıda işte..."
Köyün ilk evine yaklaşırlarken, birkaç kocaman köpek onları karşıladı. Memed, köpeklere yaklaşıp, "kuçu kuçu!" diye çağırdı. Köpekler Memedi tanıdılar. Ayaklarına yatıp, yaltaklanmaya başladılar.
Köyün ortasından geçip, doğru Memedlerin evine gittiler. Köy ıpıssızdı. Memed köyü, bu saatte böyle hiç görmemişti. Alışamadı. Gözleri ev aralarında insanları, tavukları, çifte gidenleri, ne olursa olsun canlı bir yaratık arıyordu.
Kapıyı usuldan tıkırdattı. Kulağını verdi. Ses şada yok. Birkaç kere daha tıkırdatıp bekledi. Gene ses yok. Edemedi, küçücük pencereye vardı. Usuldan, "ana, ana, ana!" diye seslendi. Gene ses soluk yok. Kulağını pencerenin tahtasına dayadı. Can kulağıyla dinledi. İçerden, ağaçları yiyen kurtların çıkardığı çı-
237
tırtılardan başka ses gelmiyordu. Şüphesi daha da büyüdü Ama içindeki son umut ışığı da sönmemişti.
Arkasına döndü:
"Evde yok," dedi kahırlı kahırlı...
Düşündü. Köyde anası en çok kimi severdi? Durmuş Alileri severdi.
Durmuş Ali şimdi yetmiş beşinde vardır. Son zamanlarda azıcık beli büküldü. Büküldü ama, ellisinde gibi sapasağlamdır.
"İşte şurada, Durmuş Ali Emminin evi."
Durmuş Alilerin evi önünde kocaman bir köpek karartısı yatıyordu. Köpek, ayak seslerini duyunca başını kaldırdı. Sonra ağır ağır ön ayaklarının üstüne geri koydu.
Memed, yorgun yorgun omuzunu kapıya dayayıp:
"Durmuş Ali Emmi! Hey Durmuş Ali Emmi!" dedi.
İçerden telaşlı sesler gelmeye başladı.
Durmuş Alinin çok kalın, yaşlı sesi, sesler arasından seçiliyordu.
"Allalem bu Memed. Tıpatıp Memedin sesi. Allalem bu Memed!" diyordu.
Recep Çavuş Memedin kulağına eğilip:
"Sesini bildiler ha!" dedi. "Vay anam vay!"
Bu sırada kapı açıldı. Elinde bir çıralık tutarak, doncak, gömlekcek Durmuş Ali kapıda göründü. Sütbeyaz sakalı ta göbeğine iniyordu. Öylesine iri görünüyordu ki sanki eve sığmayacak, dışarı taşıverecekti.
Gülümseyerek:
"Bre Memed," dedi, "biz de evvelsi gün bir yörükten senin acı haberini aldıktı. Seni gördüğüme çok sevindim." İçeriye seslendi. "Kızlar Memed gelmiş. Kalkın da ateş yakın. Döşek serin."
Yere atılan döşeklerin çıkardığı ses duyuldu. Durmuş Ali kocaman ak sakalıyla kapının önünden çekildi: "İçeriye buyurun." İçeri girdiler.
Cabbar somurtuyordu. Dokunsan ağlayacak. Durmuş Ali, elindeki çıralığı ocaklığın pervazına koydu, oturdu.
"Eee İnce Memedim, nasılsın bakalım? Daha daha nasılsın?
238
gütün köy yas tuttu, senin vurulduğunu duyunca. Hatçe duy-ınuşsa kahrından ölmüştür. Hatçeden hiçbir haber alıyor mu-sıin? Fıkara anan da... Ananı sen varmışsın gibi kaldırdım. Kendi elimlen koydum mezarına."
Başını kaldırdı Memedin yüzüne baktı. Memedin yüzü ınoranyordu.
Durmuş Ali telaşlandı:
"Memedim," dedi, "ne oluyor sana? Duymadın mıydı bunları yoksa?"
Cabbarın gözleri dolu dolu oldu. Recep Çavuş yerinden kıpırdanıp, tüfeğindeki kurşunları çıkardı, geri doldurdu.
Memed kendini hiç bozmadan sordu:
"Hatçeye ne oldu?"
Durmuş Ali dövünüyor:
"Vay benim akılsız başım! Bunu sana nasıl söyledim. Duymadığını ne bilirdim bunca ay! Vay benim akılsız başım!"
Durmuş Alinin karısı, Memed geldi geleli ocaklığın başına büzülmüş, gözlerini de ateşe dikmiş hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Memede "hoş geldin!" bile dememişti. Hışımla konuştu:
"Her zaman böyle yaparsın zaten. Çocuk bir yemek yesey-di de öyle söyleseydin. Kıyamet mi kopardı?"
Durmuş Ali:
"Ben ne bilirdim ben!" dedi. "Bunca ay geçti üstünden. Duymadığını ne bilirdim!"
Sesi, ağlar gibi bir hal aldı:
"Kusuruma kalma yavrum, kocalık..."
Durmuş Alinin oğulları, torunları, gelinleri, evde kim varsa ocak başında oturanların etrafına halka olmuşlar, başı mor fesli, göğsü çaprazlama fişekli, kalçasının üstü hançerli, tabancalı, bombalı, göğsü dürbünlü Memede bakıyorlardı. Gözlerinde bir Şaşkınlık, bir inanmazlık, azıcık da alay okunuyordu. Onlara Memed eşkıyacılık oynuyormuş gibi geliyordu, şu kocaman adamların yanında.
Memed: "Hatçeye noldu?" diye üsteledi.
Durmuş Ali karşılık vermedi. Boynunu bükmüş, gözlerini ocağın yalımlarına dikmişti.
239
Memed:
"Teyze," dedi, Durmuş Alinin avurdu avurduna geçmiş, başörtüsünün altından yarısı kınalı ak saçları görünen karısına. "Teyze, sen söyle. Hatçeye noldu?"
Kadın, acıyarak Memedin gözlerinin içine baktı:
"Ben ne deyim ki sana Memedim, yavrum!" dedi. "Ben ne deyim ki sana! Hatçeye mi?"
Yüzü bir kızarıyor, bir bozarıyor, sararıyordu.
Memed:
"Nasıl olsa birisi söyleyecek. Hatçeye noldu?"
Kadın, Durmuş Aliye doğru öldürecekmiş gibi başını çevirdi, bir bakış fırlattı:
"Aaaah ne deyim ki sana," dedi. "Aaah ne deyim ki... Kim bilir çocukcağız kaç gündür yol yürüyor. Bir yemek yeseydi de öyle verseydin haberi..."
Oturduğu yerden kalktı, Memedin yanına geldi, sertçe oturdu. Elini dizine vurdu:
"Bak kardaşım, sana hepiciğini bir bir anlatayım. Abdi yaralanmış. Keski yağlı kurşun yüreciğine gireydi de çıkmayaydı. Ayıkmca toplamış yalancı şahitleri. Bir tek Topal Ali dinsizi, sizin izinizi süren kara dinli demiş ki, ben ıspatçılık edemem yalan yere. Topal böyle deyince keçi sakallı da onu köyden kovdu. O da çoluğunu çocuğunu almış, evini barkını yüklemiş, başını almış gitmiş başka yere."
Şahitlerin kimler olduğunu, Hatçenin kasabadaki mahpu-sanede tek başına bir odada yattığını uzun uzun, bir bir söyledi. Sonra, Hatçeyi yakında salacaklarını duyduğunu da ekledi.
Memedin gözlerinin içine o iğne ucu gibi parıltı geldi gene oturdu. Cabbar bu parıltıyı fark etmişti. Memedin gözlerine bu parıltı gelince yüzü değişiyor, yüz etleri geriliyor, avına atılmaya hazırlanmış bir kaplana benziyordu. Ağır ağır ayağa kalktı:
"Gelin arkadaşlar," dedi. "Şu Abdi Ağayla hesabımızı görelim."
Durmuş Alinin karısına döndü. Elini tuttu:
"Söyle," dedi, "teyze, anamı da onlar öldürdü öyle rai?"
Kadının gözleri yaşla doldu. Konuşmadı.
240
'¦ Memed:
"Öyle mi?" diye yineledi.
Kadın sustu.
"Yürüyün arkadaşlar," dedi.
Memed önde, Cabbarla Recep Çavuş arkada karanlığa daldılar. Memed, tüfeğini yokladı. Kurşunlan tamamladı.
"Tüfeklerinizi yoklayın. Kurşunları tamam değilse, doldurun. Bombaları da hazırlayın."
Recep Çavuş kadının anlattıklarına çok içerlemişti. Anlatırken, Memede bakıp bakıp başını bir o yana bir bu yana döndürüyordu.
Koşarcasına yürümekte olan Memedi kolundan tuttu, durdurdu:
"Bana bak," dedi, "çoluk çocuk, hiç kimseyi bırakmayacağız. Hepsini doğrayacağız."
Memed:
"Sen daha iyi bilirsin bu işleri Çavuş," dedi, kolunu elinden kurtardı, yürüdü.
Abdi Ağanın kapısına ne zaman, nasıl vardılar, kimse farkında olmadı.
Memed, Çavuşa:
"Sen çağır," dedi. "Misafir geldi de. Çok gerekli bir haber getirdi de."
Çavuş kapıyı üç defa hızlı hızlı çaldı. İçerden bir kadın sesi geldi:
"Kim o?"
Çavuş:
"Aç kapıyı bacı! Misafirim. Selamı var. Bir haber getirdim. Hemen geri döneceğim."
Kadın, söylene söylene geldi kapıyı açtı.
"Dur kardaş şurada da çıralığı yakayım."
Recep Çavuşu kapının iç kısmında bırakıp içeri girdi. Bir kibrit çaktı. İçerisi ışıdı. Bu sırada üçü birden ışığa doğru yürüdüler. Kadın ışıkta üç kişi görünce afalladı. Azıcık bakışlarını Şaşkın şaşkın Memedin üstünde durdurdu. Sonra birden bir Çığlık attı. Recep Çavuş kadını hemen tuttu. Eliyle ağzını kapadı.
241
Memed:
"Abdi Ağa evde mi?" diye hışımla sordu.
Kadın:
"Yok," dedi. "O gayri eve gelmiyor tırnağına kurban olduğum Memedim. Abdi Ağa olmaz olsun."
Bu sırada evdekilerin hepsi de uyanmış titreyerek eşkıyalara bakıyorlardı. Abdi Ağanın iki karısı, iki oğlu, misafir bulunan başka köyden kadınlar...
Memed, Çavuşa emir verdi:
"Önüne düşsünler de evi ara. Abdiyi gördüğün yerde kafasına sık!"
Çavuş:
"Beş kurşunun beşini de kafasına boşaltırım. Parça parça
ederim."
Kadını tüfeğinin dipçiğiyle dürttü:
"Bir ışık yak da düş önüme."
Kadın, hiç ses çıkarmadan bir çıralık daha yaktı. Çavuşun önüne düştü.
Memed, ortada dimdik, bir hışım gibi duruyordu. Küçücük gövdesi büyümüş, dev kesilmişti. Korkunçlaşmıştı. Evdeki kadınlar ağlaşıyorlardı. İki çocuk rüzgardaki dal gibi titreşiyordu.
Ne kadar geçti belli değil. Çavuş geldi. Umutsuz umutsuz:
"Her köşe bucağı aradım, yok," dedi.
Kadın:
"Bir ay önce Çukurovaya gitti. Senin geleceğini biliyor, gözlerine uyku girmiyordu," dedi. "Başını aldı da gitti."
Memed:
"Çavuş," dedi.
Çavuş:
"Buyur," dedi.
Memed, çocuklan gösterdi.
"Bunların ikisini de dışarı çıkarın. Gerekeni yapın."
İki kadın birden Memedin ayaklarına atıldı:
"Kurbanlar olduğum Memedim, benim sabilerimin ne günahı var? Yoluna öldüğüm Memedim. O gavur dinliyi bul da onu da öldür. Benim yavrularımın ne günahı var?"
242
Çavuş çocukları tutmuş sürüklüyordu. Çocuklar direniyorlar, çırpmıyorlardı. Cabbar, birini bileğinden tutup yere fırlatı-verdi. Çocuk, var gücüyle bağırdı.
Kadının birinden hiç ses çıkmıyordu. Memedin ayaklarının dibine uzanmış, kurumuş kalmıştı.
Öteki kadın boyuna yalvarıyordu:
"Memedim, Memedim, benim çocuklarım mı etti sana? Ne suçu var onların?"
Çavuş elindeki çocuğu bütün gücüyle yere atıp ayağının altına aldı. Tüfeği çocuğun kafasına dayadı. Memede döndü:
"Yani dışarda olması şart mı? Söyle ne duruyorsun, çökü-yüm mü?"
Yerde kuruyup kalmış kadın, bir şahin hızıyla çocuğun birini kapıya kadar sürüklemiş bulunan Cabbarm üstüne atıldı, ellerine sarıldı. Cabbar bir eliyle belindeki hançerini çıkardı, kadına sapladı. Kadın, "Yandım/.' diyerek yere düştü.
Çocuğa, Çavuşun tüfeği dayandığını gören kadın:
"Memedim, Memedim kıyma yavruma. Hakkın var ama Memedim yavrumun ne suçu var?"
Memedin yüzü saniyeden saniyeye değişiyordu. Gözlerindeki o iğne ucu gibi ışık söndü. Baktı ki, Çavuş tetiğe basıyor. Olan olacak. Söylemeye vakit yok. Çocuğun kafasına dayalı namlıya ayağıyla vurdu. Bir anda Çavuş tetiğe çökmüştü. Kurşun duvara saplandı.
Cabbara da:
"Koyver çocuğu," dedi.
Kadın, Memedin bir elini bırakıp birini, bir elini bırakıp öbürünü öpüyordu.
"Git Memedim. Git de o gavur dinliyi bul da öldür. Yerden göğe kadar hakkın var yavru. Arkasından bir damla gözyaşı dökersem bana da Zeynep demesinler. Bul da öldür. Hakkın var yavru."
Memed, hiç ağzını açmadı. Ağır ağır, her bir yanı çürümüş, ulmuş gibi dışarıya çıktı.
Recep Çavuş kızmıştı. Ana avrat küfrediyor. Memedi kolundan tuttu. Öyle sıkıyordu ki, kıracaktı sanki:
"Sen bu yürekle," dedi, "ne eşkıya olabilirsin, ne de inti-
243
i
kam alabilirsin. Abdi seni adamlarına bir derede sıkıştırttırır öldürtür. Zaten şimdiden Deli Durdu gibi bir düşmanın var arkanda." Cabbar:
"Bana bak Recep Çavuş," dedi, "gevezelenme. Deli Durdu gibi düşmanımız varsa, Saçıkaralı aşireti gibi de koca bir aşiret dostumuz var şimdiden. Abdi yerine bu sabi çocukları mı öl-dürmeliydik!"
Recep Çavuş sustu.
Bağırtıyı, çağırtıyı duyan komşular don gömlek Abdi Ağanın evine birikmişlerdi. Kulaktan kulağa, "Memed ölmemiş, Memed ölmemiş," sözü dolaşıyordu. "Memed ölmemiş."
"Memed ölür mü hiç, Abdi dinsizini yemeden." "Memed öldürmedi çocukları." "Memedde deniz kadar merhamet var." Kapıya birikmiş kalabalığı yararak avlunun dışına çıktılar. Koskocaman kalabalık öylesine sessizdi ki gecede, soluk alışları bile duyuluyordu.
Memed, ilk kez konuştu. Sesi kırgındı. "Köylü haberlendi," dedi. "Rahat vermezler. Köyü dışarı çıkalım." Cabbar:
"Çıkalım," dedi. Recep Çavuş:
"Benim yaram azdı. Çok ağrıyor. Köyün dışma çıkalım da ne yapalım? Acımızdan da öldük." Memed:
"Sonra geri geliriz."
Köyün dışına doğru yürüdüler. Arkalarında bir gürültü patırtı, hayhuy kaldı. Köyün içini köpek havlamaları doldurmuştu. Her bir taraftan telaşlı bir köpek sesi geliyor, uzun uzun havlıyordu.
Recep Çavuş, derin bir nefes alarak:
"Oturalım," dedi. "Ben yoruldum. Ben öldüm. Yaram da hiç durmuyor." >
Cabbar: