8 Kasım 2015 Pazar

platon - şölen

Şölen / Platon

Başkası için ölmek, bunu yalnız sevenler yapabilir, erkekler değil
yalnız, kadınlar bile. Pelias'ın kızı Alkestis(21) Yunanlılara bu dediğimin
örneğini verdi: Kocası için ölmeyi bir o göze aldı, oysa ki anası da vardı,
babası da. Ama Sevgi, kadına öyle bir yürek verdi ki, onun yanında ana baba,
oğullarına sadece isimle bağlı birer yabancı gibi kaldılar. Bir kadın yaptı
bunu, hem öylesine yaptı ki, yalnız insanlar değil, tanrılar bile şaştı kaldı
ve o kadar güzel buldular ki yaptığını, Hades'ten yukarı çıkmasına izin
verdiler. Oysa bu yetkiyi tanrılar nice nice güzel işler yapmış nice nice
insanlar arasında pek az kimselere vermişlerdir. Demek tanrılar da Sevginin
insana kazandırdığı gücü ve erdemi her şeyden üstün tutuyorlar. Buna karşılık,
Oiagros'un oğlu Orpheus(22), Hades'ten elleri boş dönüyor, almaya geldiği
karısının kendisini değil, sadece hayaletini götürüyor. Çünkü, tanrılara göre
Orpheus, yumuşak davranmış, - ne de olsa bir çalgıcı - Alkestis gibi ölmeyi
gözüne alacak yerde, binbir çareye başvurup, Hades'e ölmeden girmenin yolunu
bulmuş. İşte bu yüzden tanrılar cezasını veriyor, ölümü kadın eliyle oluyor.
Ama Thetis'in oğlu Akhilleus'a(23), Mutlular Adalarına(24) gitmek şerefini
veriyorlar. Neden, çünkü annesi diyor ki ona: Hektor'u öldürürsen, sen de
öleceksin, öldürmezsen, yurduna dönüp uzun uzun yaşayacaksın. O gene, sevdiği
Patroklos'un yardımına koşmak, öcünü almak yiğitliğini gösteriyor, onun için
ölmeyi değil yalnız, o öldükten sonra ardından gitmeyi de göze alıyor. İşte
bundan ötürü, yani kendini sevene böylesine değer verdiği için, tanrılar
yaptığına hayran, hem de nasıl hayran kalıp, ona görülmedik şerefler
bağışlıyorlar.

Şunu söyleyeyim ki, Patroklos, Akhilleus'un sevgilisiydi demekle
saçmalıyor Aiskhylos(25). Akhilleus, yalnız Patroklos'tan değil, bütün
yiğitlerden daha güzelmiş bir kere; Homeros'un dediği gibi, daha saklı
terlememiş, yani Patroklos'tan daha gençmiş. İşin doğrusu şu ki, sevgiden
gelen erdeme en çok değer veren tanrıların asıl hoşlandıkları, hayran
oldukları şey, sevenin sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene
bağlayan sevgidir. Çünkü seven, tanrılara daha yakındır, özünde tanrılık
vardır; işte bu yüzden Akhilleus'u Alkestis'ten daha fazla beğenmiş ve onu
Mutlular Adalarına göndermişlerdi.

(...)

İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü insan,
her zaman bugünkü gibi değil, bir başka türlüydü. İnsan soyu ilkin üç çeşitti.
Şimdiki gibi erkek, dişi diye ikiye ayrılmıyordu, her ikisini içine alan bir
üçüncü çeşit daha vardı. Bu çeşidin kendi kayboldu, sadece adı kaldı:
Androgynos denilen bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek, hem dişiydi; bugün
sözü edilmesi bile ayıp sayılır. İşte bu insanlar yuvarlak sırtları ve
böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da
bacağı vardı. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit, ama ters
yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa, dört kulak; edep yerleri ve herşeyleri de
ona göre hep ikişer. Yürürken istedikleri öne doğru, bizim gibi, düpedüz adım
atabilir, koşmak istedikleri zaman da, tepetaklak, havaya fırlayan
bacaklarıyla bir tekerlek olur, sekiz kola, bacağa birden dayandıkları için,
döne döne uçar giderlerdi. Peki ama, neden insanlar üç çeşitti, neden dediğim
gibiydiler? Çünkü erkek, aslında güneşten gelmeydi, dişi bu dünyadan, ikisini
birleştiren cins de aydan; ay hem güneş, hem de dünyaya bağlı ya. Toparlak
olmaları, döne döne gitmeleri de bu gezegenlere çektikleri içindir, Homeros'un
anlattığı Ephialtes ile Otos(33), bu cins insanlar olacak. Hani göğe
tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.

Bunun üzerine Zeus ve öbür tanrılar görüşmüş, konuşmuşlar, ne
yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek, devler gibi
soylarını yıldırımla yakıp, kül etmek istemiyorlarmış (çünkü o zaman
insanların kendilerine sundukları kurbanlar bitermiş), öte yandan da
küstahlığın bu derecesine göz yumamazlardı. Zeus uzun uzun düşündükten sonra,
"Galiba bir çare buldum," der, "insanlar hem kalsın, hem de kuvvetten düşüp
hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem
de sayıları artıp, bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki bacak
üstünde doğru düsürst yürüyecekler. Yine de hadlerini bilmez, uslu
durmazlarsa, yeniden ikiye bölerim, bu kez tek bacak üzerinde zıplaya zıplaya
giderler."

Böyle der Zeus ve der demez de insanları tutar ikiye böler, tıpkı bir
meyveyi kışa saklamak için ikiye böler gibi, ya da bir yumurtayı ince bir
kılla ortasından keser gibi.

Zeus, kestiği adamların yüzünü boyunlarıyla Apollon'a tersine
çevirtmiş ki, kesilen yerlerini görsünler ve akılları başlarına gelsin.
Yaralarını iyi etmesini de buyurmuş. Apollon da yüzlerini tersine çevirmiş,
derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi
birleştirmiş, orta yeri sıkı sıkı üzmüş ve bir tek delik bırakmış. İşte biz
buna, göbek diyoruz. Sonra bakmış buruşuklukları var, onları düzeltmiş,
ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir araçla
göğüslerine bir biçim vermiş; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve
göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakmış.

İnsanın yapısı böylece ikileşince, her yarı öbür yarısını özleyip,
üstüne atlıyor, kollarını birbirine sarıp, yeniden bir bütün haline gelmek
arzusuyla kucaklaşıyor, birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemeyerek,
açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan,
bir başkasını arıyor, ona sarılıyormuş, rasgele sarıldığı bir insan bir erkek
yarısı da olabiliyormuş, dişi yarısı da (ki bugün bir bütün olan bu dişi
yarıya kadın diyoruz). Bu yüzden insan soyu azalıp gidiyormuş. Zeus, hallerine
acımış, bir başka çare bulmuş, ayıp yerlerini önlerine getirmiş, çünkü arkada
olunca, çiftleşerek değil, ağustosböcekleri gibi, toprağa yumurta döküp
çoğalıyorlarmış. Ayıp yerleri öne alınınca, dişi-erkek birleşip çoğalmaya
başlamışlar. Maksadı şu imiş: Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan
soyunun çoğalmasını sağlamış olacak, yok eğer erkekle erkek arasında olursa,
arzularına kanarak, başka işlere yönelecekler, yani hayatlarında başka
amaçları olacak. Demek ki insanın kendi benzerine duyduğu sevgi, çok eski bir
zamandan kalmadır, Sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı bir
tek varlık haline getiriyor, kısacası insanın yaradılışındaki bir derde deva
oluyor.

Her birimiz bir insanın symbolon'u(34), tamamlayıcı parçasıyız, pisi
balıkları gibi bir bütünün yarısına benzeriz, onun için de hep tamamlayıcı
parçamızı arar dururuz. Demin Androgynos dediğimiz katışık varlığın bir
parçası olan erkekler, kadınlara düşkündür, bir kadınla yetinmeyen erkeklerin
çoğu da bunlardan gelmedir; erkeklere düşkün, kocalarıyla yetinmeyen kadınlar
da bunlardandır. Fakat bir dişiden kesilme kadınlar, erkeklere hiç yüz
vermezler ve daha çok kadınlara meylederler, seviciler de bunlar arasından
çıkar. Bir erkekten kesilme erkeklere gelince, onlar de erkek yarılarını
ararlar ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler;
onlarla düşüp kalkmaktan, kucaklaşmaktan hoşlanırkar. Çocuklar ve delikanlılar
arasında en iyileri bunlardır, çünkü yaradılışlarından erkeklik en çok
onlardadır. Oysa birçokları bunları edepsiz diye ayıplarlar. Yanlış! Çünkü bu
işi edepsizlikten yapmazlar, içlerinde atılganlık, mertlik, erkeklik olduğu
için kendilerine benzeyene bağlanırlar. Bunu ortaya koyan bir olay da şudur:
Yalnız onlar yetiştikleri zaman, tam adam olur ve devlet işlerine girerler.
Olgun çağlarında onlar da erkek çocukları severler ve yaradılışları gereği
evlenmeye, çocuk yapmaya heves etmezler, bu işi sırf adet yerini bulsun diye
yaparlar. Ömür boyunca kendi aralarında bekar yaşamak, bol bol yeter onlara.
Kısacası bu türlü insanlar hep kendi cinsinden olanlara bağlı kalır, erkekleri
sever yalnız.

İnsanların karşısına demin sözünü ettiğim kendi yarısı çıktı mı, ister
erkek çouklara, ister başkalarına düşkün olsun, derin bir dostluk, akrabalık,
sevgi duygusuyla vurulmuşa döner, bir an için bile ondan ayrılmak istemez.
Bütün ömürlerini bir arada geçiren bu insanlar birbirinden ne istediklerini
anlatamazlar size. Kimse diyemez ki, onlar bu kadar coşkunlukla birleştiren
zevk sadece bir cinsel arzu ortaklığıdır. Bu iki candan her birinin aradığı
bambaşka bir şeydir, istediklerini duyar, sezer de anlatamazlar. Onları şimdi
bir yatakta uzanmış olarak düşünün, Hephaistos bütün aletleriyle karşılarına
dikilip soruyor: "Ey insanlar! Birbiriniz için dilediğiniz nedir?" Bu soru
karşısında sevgililer susacak. Hephaistos bir daha soracak: "Şu mu yoksa
candan dilediğiniz; öylesine kaynaşmak, bir tek varlık olmak ki, artık ne
gece, ne gündüz sizi birbirinizden ayıramasın. Eğer bu ise istediğiniz, sizi
bir arada eriteyim ve körükleye körükleye kaynatayım sizi birbirinize. İkiyken
bir olur, ömrünüz boyunca bir tek insan gibi aynı hayatı yaşarsınız. Öldükten
sonra da, öbür tarafta Hades'te iki olacağınıza bir olur, aynı ölümü
paylaşırsınız. Düşünün, bu mudur arzuladığınız? Böyle bir kadere razı
mısınız?" Hangi sevgililer bunu duyar da, hayır der, başka bir şey
isteyebilir? Tersine, bu sözde çoktandır özledikleri bir şey dile gelmiş olur:
Sevdiğine kavuşmak, onda erimek, iki ayrı varlıkken bir tek olmak.

(...)

Bunun üzerine Sokrates söze başlamış:

- Evet, sevgili Agathon, sen söze güzel başladın sanırım. Önce
Sevginin ne olduğunu anlatmak sonra neler yaptığını ortaya koymak gerektiğini
söylemekte haklıydın. Bu başlangıca hiç diyeceğim yok. Peki, madem Sevginin ne
olduğunu bu kadar güzel, bu kadar parlak sözlerle anlattın, şunu da söyle
bize: Sevgi kendiliğinden bir başka şeyin sevgisi midir, yoksa, hiçbir şeyin
sevgisi değil midir? Sevgi, bir ananın ya da babanın sevgisi midir diye
sormuyorum, gülünç olur böyle bir soru, ama tut ki, baba, baba olarak nedir
diye düşündük de, ben sana sordum: Baba bir başkasının babası mıdır, yoksa
kimsenin babası değil midir? Ne cevap vereceksin? İster istemez: Baba bir
oğlun ya da bir kızın babasıdır diyeceksin, değil mi?

- Elbette, demiş Agathon.
- Ana için de öyle demez misin?

Bunu da kabul etmiş.

- Şimdi bir şeyler daha sorayım da, ne demek istediğimi daha iyi anla.
Bir kardeş, kardeş olarak birinin kardeşi midir, değil midir? diye sorsam.

- Evet, birinin kardeşidir, derim.
- Bir erkek ya da bir kız kardeşin kardeşi?
- Evet.
- Şimdi sevgi için aynı şeyi düşün ve söyle: Sevgi, bir şeyin sevgisi
midir, yoksa bir şeyin sevgisi değil midir?

- Elbette bir şeyin sevgisi olacak.
- Peki bunu aklında tut: Sevgi bir şeyin sevgisidir. Şunu da söyle
bakalım: Sevgi, sevdiği şeyi arzular mı, arzulamaz mı?

- Arzular tabii.
- Kendinde olan bir şeyi mi arzular, sever; yoksa kendinde olmayan bir
şeyi mi?

- Kendinde olmayanı herhalde.
- Herhaldeyi bırak da, kesin olarak söyle: Arzulamak bizde olmayanı
istemek midir, değil midir? Bizde olan bir şeyi arzu eder miyiz, etmez miyiz?
Bana öyle geliyor ki, bunun başka türlü olması düşünülemez. Sen ne dersin,
Agathon?

- Bana da öyle geliyor.
- Güzel. Gerçekten, büyük olan büyük, güçlü olan güçlü olmayı
isteyebilir mi?

- Söylediklerimize göre isteyemez.
- Demek insan, kendinde olan şeylerden yoksun olamaz.
- Doğru.

- Ya güçlü olan güçlü olmayı arzu ederse, çevik olan çevik olmayı,
sağlam olan sağlam olmayı?.. Öyle ya, biri çıkar der ki; kendinde bunlar ve
buna benzer değerler bulunan kimse bu değerleri arzu da edebilir. Bir
yanlışlık yapmamamız için, bu nokta üzerinde duruyorum. Bir insan düşün ki,
Agathon, bugün istese de, istemese de, bu değerler elinde. Bu insan, kendinde
ister istemez olan bir şeyi nasıl arzu edebilir? Ama birisi bize diyebilir:
Ben sağlamım, sağlam olmak da istiyorum, zenginim, zengin olmak da istiyorum,
demek ki bende olanı arzu edebiliyorum. Ona şöyle cevap verebiliriz: Be adam,
sen zenginliği, sağlığı, gücü, gelecek için istiyorsun, çünkü bugün için
istesen de, istemesen de bunlar sende var. Bende olanı arzu ediyorum dediğin
zaman, acaba demek istediğin şu olmasın: Bugün elimde olanı yarın için de
arzuluyorum: Bunu doğru bulmaz mı o adam?

- Bulur.
- Bütün bu değerlerin ileride bizim olmasını, elimizde kalmasını
istemek, henüz elimize geçmemiş bir şeyi sevmek değil midir?

- Öyledir.
- Demek bu adam da, her arzu eden gibi, henüz elinde, emrinde olmayanı
istiyor: Arzunun, sevginin aradığı, erişmediğimiz bir durum, yoksun olduğumuz
bir şey değil mi?

- Budur.
- Haydi öyleyse, ne üstüne anlaştığımızı bir düşünelim şimdi.
Birincisi sevgi bir şeyin sevgisi midir, ikincisi de sevgi henüz bizde olmayan
bir şeyin sevgisi midir?

- Evet.
- İstersen ben sana hatırlatayım. Aldanmıyorsam, senin dediğin şuydu:
Tanrıları uzlaştıran, güzellik sevgisidir, çirkinlik sevgisi diye bir şey
yoktur. Bu değil miydi söylediğin?

- Buydu.
- Ha şöyle, ağzına sağlık, dostum! Demek sevgi yalnız güzelliğin
sevgisidir, çirkinliğin değil.

- Kabul.
- Peki, sevmek bizde olmayanı istemektir demedik mi?
- Dedik.
- Öyleyse sevgi, güzellikten yoksundur.
- İster istemez.
- İyi, ama güzellikten yoksun, güzelliğe kavuşmamış bir şeye sen güzel
der misin?

- Diyemem elbet.
- Böyleyken, sen hala sevginin güzel olduğu düşüncesinde misin?
- Belki de ne söylediğimi bilmiyordum demin konuşurken.
- Ama yine de parlaktı konuşman, Agathon. Bir küçük sorum daha var:
İyi dediğin şey sence güzel midir?

- Bence öyledir.
- Madem sevgi, güzellikten yoksundur, güzellik de iyilik olduğuna
göre, sevigi iyilikten de yoksundur.

- Ben seninle başa çıkamam, Sokrates, dediğin gibi olsun.
- Senin başa çıkamadığın, doğruluk, iki gözüm, yoksa Sokrates'le başa
çıkmak hiç de zor değil.

Ama şimdi seni rahat bırakıp, vaktiyle sevgi üstüne Diotima ile,
Mantineia'lı bir kadınla konuştuklarımıza geleceğim. Bu konuda, daha birçok
konularda bilgili bir kadındı, vebaya karşı kestirdiği bir kurbanla on sene
Atinalıları bu beladan korumuştu. Sevgi üstüne ne biliyorsam, ondan öğrendim.
Bu kadının bana söylediklerini anlatmaya, Agathon'la giriştiğimiz yoldan
yürümeye çalışacağım, elimden ne kadarı gelirse. Senin söylediğin gibi,
Agathon, sevgi kimdir, nedir, önce onu anlamak, sonra gördüğü işlere geçmek
lazım. Bana en rahat gelen, size yabancı kadının sorularını sırasıyla
anlatmak. Çünkü benim söylediklerim aşağı yukarı şimdi Agathon'un bana
söyledikleri oldu: Sevgi, büyük bir tanrıdır, güzelin sevgisidir. Kadın,
söylediklerimi benim şimdi Agathon'a ileri sürdüğüm düşüncelerle çürüttü,
kendi sözlerimle sevginin ne iyi, ne de güzel olduğunu ortaya koydu.

- Ne diyorsun, Diotima? dedim o zaman. Demek sevgi çirkin, kötü bir
şey.
- Ölçülü konuş, dedi. Güzel olmayan sence ister istemez çirkin midir?
- Elbette.
- Bilgin olmayan mutlaka bilgisiz mi demektir? Bilginlikle
bilgisizliğin bir ortası yok mu sence?

- O da neymiş?
- İnsan hesabını veremeden de doğru düşünebilir. Buna bilgi diyebilir
misin, diyemezsin, (çünkü bilgi, mantığa dayanmadı mı, bilgi olmaz),
bilgisizlik de diyemezsin, (çünkü bilgi, rasgele de olsa bilgisizlik
sayılmaz), demek ki bilmekle bilmemek arasında doğru düşünmek diye bir şey
vardır.

- Haklısın, dedim.
-Öyleyse, güzel olmayan çirkin, iyi olmayan kötüdür deme. Sevgi de
böyle. Onun için iyidir, güzeldir demediğine göre, çirkindir, kötüdür de deme,
ikisi arası bir şey olarak düşün sevgiyi.

- Evet ama, sevgiyi büyük bir tanrı sayıyor herkes.
- Herkes dediğin bilenler mi, bilmeyenler mi?
- Hepsi birden.
- Nasıl olur, dedi Diotima gülerek. Sevgiyi bir tanrı bile saymayanlar
ona, büyük tanrı diyebilirler mi?

- Onlar da kim?
- Biri sen, biri de ben.
- Olur mu böyle şey?
- Olur elbet. Sence bütün tanrılar mutlu ve güzel değil midir?
Onlardan birinin güzel ve mutlu olmadığını söylemeye dilin varır mı?

- Varmaz, Zeus hakkı için!
- Mutlu dediklerin iyiliğe, güzelliğe varmış olanlar, değil mi?
- Elbette.
- Ama demin dedin ki, sevgi iyi ve güzel şeyler ister, çünkü onlardan
yoksundur.
- Evet, öyle dedim.
- İyiliği, güzelliği olmayan, hiç tanrı olabilir mi?
- Olamaz gerçekten.
- Görüyorsun ya, sen de sevgiyi tanrı saymıyorsun.
- Nedir öyleyse sevgi? Ölümlü bir varlık mı?
- Hiç de değil.
- Nedir öyleyse?
- Demin dedim ya, ikisi ortası, ölümlü ile ölümsüz arası bir şey.
- Evet, ama, ne?
- Büyük bir cin(48), Sokrates, çünkü cin dediğimiz, tanrı ile insan
arası bir varlıktır.

- Ne iş görür bu cinler?
- İnsanlardan tanrılara, tanrılardan insanlara haberler, sözler
götürüp getirirler, dileklerimizi, adaklarımızı onlar ulaştırır tanrılara,
onlar getirir bize tanrıların buyruklarını, kurbanlarımızın karşılığı. Tanrı
ile insan arasındaki boşluğu dolduran cinler, böylece bütünün bütünlüğünü
kurarlar. Onlardan gelir bilicilerin büyük bilgisi, rahiplerin kurbanları,
kehanetleri, falları, büyüleri, üfürükleri gereğince başarma sanatı. Aslında
tanrı, insana karışmaz, bu cinler araya girer, uykuda olsun, uyanıkken olsun,
tanrılarla insanların buluşmalarını, konuşmalarını sağlarlar. Bütün bunları
bilende tanrı soluğu vardır(49). Bunları değil de, başka şeyleri bilen, işi,
sanatı ne olursa olsun, bir zanaatçi olmakla kalır. Bu cinler, hem pek çok,
hem de pek çeşitlidir. Sevgi de onlardan biridir.

- Peki, dedim, hangi anadan, hangi babadan gelmiş?
- Uzun sürer bunu sana anlatması, ama bir deneyeyim. Aphrodite
dünyaya geldiği gün, bütün tanrılar bir şölendeymiş. Zeka'nın oğlu Bolluk da
aralarındaymış. Yemekten sonra Yoksulluk(50), şölenden payını istemeye gelmiş,
kapının önünde durmuş, beklemiş. Tanrı şerbeti(51) ile sarhoş Bolluk (daha
şarap yokmuş o zaman), Zeus'un bahçelerine çıkmış ve bir yerde sızmış.
Çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk'tan bir çocuğu olmasını kurmuş,
gitmiş yanına yatmış ve Sevgi'ye gebe kalmış. Aphrodite'nin doğduğu gün, ana
karnına düştüğü için Sevgi, bu tanrının kulu, yoldaşı olmuş. Aphrodite güzel,
o da yaradılıştan güzele düşkünmüş.

Bolluk ile Yoksulluk'tan doğan Sevgi'nin talihi de ona göre olmuş.
Sevgi, her şeyden önce ve her zaman yoksuldur, çoklarının sandığı gibi, hiç de
öyle ince ve zarif değildir, tersine, kabadır, pistir, evsiz barksız,
yalınayaktır, açıkta, dağda, bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar
kalkar. Ne yapsın, anasına çekmiş, yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken
tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır,
yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, ömrü kafa
yormakla geçer, bilicilikte, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de
ölümsüzdür. Bakarsın, aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de
ölür; sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir
şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Sevgi, hiçbir zaman ne
yokluk içindedir, ne de varlık içinde.

Bilgi ve bilgisizliğin de ortasındadır. Bakın niçin: Tanrıların
hiçbiri bilgiyle uğraşmaz, bilgeliğe özenmez (çünkü zaten bilgedir); bilgeliğe
ermiş bir insan da artık bilgiyle uğraşmaz; bilgisizler de öyle, ne bilgiyle
uğraşırlar, ne bilge olmaya özenirler. Bilgisizlik neden kötüdür? Cahil kişi
güzellikten, iyilikten, akıldan yoksunken, hepsini kendisine toplamış sanır da
ondan. Yoksun olduğunu bilmeyen kimse, ne diye kendinde olmayanın peşine
düşsün!


---------------
(21) Euripides'in "Alkestis" adlı tragedyasının baş kişisi. Alkestis, kocası
Admetos yerine ölmeyi gözüne alan bir kadındır. Eceli gelen Admetos'a tanrı
Apollon bağışta bulunmuş, yerine ölecek birini bulabilirse, kendinin sağ
kalacağına söz vermişti. Admetos'un ne annesi, ne de yaşlı babası, oğulları
için ölmek istemeyince, Alkestis, kendini feda eder. Alkestis, Yunan tragedya
kişilerinin en sevimlilerinden biridir.

(22) Efsaneye göre, ozan Orpheus, tatlı nağmeleriyle vahşi hayvanları bile
büyülermiş. Günün birinde karısı Eurydike ölünce, Orpheus yeraltı dünyasının
bekçisi köpek Kerberos'u çalgısıyla uyutmuş, böylece Hades'e girip, Hades
tanrıdan karısını geri istemiş. Tanrı da yeryüzüne varıncaya dek arkasına
dönüp bakmamak şartıyla Eurydike'yi Orpheus'a vermiş, ama Orpheus dayanamamış,
tam aydınlığa çıkacakken, arkasına dönüp bakmış. O anda Eurydike yine duman
olup karanlığa dalmış. Bundan sonra bir türlü avunamaan Orpheus da Trakya
ormanlarında gece gündüz şarkı söylemiş. Tanrı Dionysos ayinlerini kutlayan
Bakkhalara yüz vermediği içindir ki, bu kadınlar onu parçalamışlar.

(23) Homeros, "İlyada" destanında şöyle anlatır: Agamemnon ile kavga eden
Akhilleus, savaştan çekilir, ama Troyalı Hektor, dostu Patroklos'u öldürünce,
onun öcünü almak için yine savaşa katılır ve Hektor'u öldürür. Tanrıça
Thetis'in oğlu olan Akhilleus'un bedenine silah işlemez, ancak topuğundan
yaralanabilirdi. Hektor'u öldürdükten sonra, Paris'in bir oku ile topuğundan
vurulur ve ölür.

(24) Efsaneye göre, dünyanın batısında bulunan Mutlular Adaları, yararlık
gösteren yiğitlerin ve bilgelerin öldükten sonra göçtükleri bir çeşit
cennettir.

(25) Aiskhylos'un kaybolmuş "Myrmidones" adlı tragedyasında.

(...)

(33) Ephialtes ile Otos, Zeus dünya üzerine egemenliği ele alınca, dağları üst
üste yığıp Olympos'a saldırmaya kalkışan iki devdir.

(34) "Symbolon" ilk anlamdan, ikiye bölünen bir çanak parçasıdır. İki insan
birbirine konuk oldu mu, bu çanak parçalarından birini dostluklarının
belirtisi olarak alır saklarlar, kendileri ölünce, çocuklarına bırakırlardı.
Sembol anlamı oradan gelmektedir.

(...)

(48) Sokrates'in "daimon" dediği varlık; "cin" sözü ile çevirdik. Homeros'un
destanlarında daimon, insan biçimine girmiş bir tanrı buyruğudur. Sonraları
daimon kavramı soyutlaşır. Hesiodos'a göre daimonlar ya da heroslar bu dünyada
erdemle yaşamış insanların ölümsüzlüğe ermiş canlarıdır. Bu yarı tanrısal
varlıklar, insanlarla tanrı arasındaki alışverişi sağlar. Miletoslu Thales de
kainatı bu gibi daimonlarla dolu görür. Herakleitos daimonların insanlara
bekçilik ettiklerine inanır. Pisagor da öyle düşünür. Yunan dünyasında iyi,
yararlı bir varlık sayılan daimon Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla kötülüğün
sembolü olmuş, daimon şeytana denmiştir. Eflatun, Sokrates'ten önceki
filozofların daimon-heros kavramı üstündeki görüşlerini "Şölen"de
derinleştirir.

(49) Aslında "daimonlu adam" deniyor.

(50) Diotima'nın anlattığı bu masalın iki kahramanı Poros ile Penia'dır. Penia
yoksulluk demek. Çare, yol anlamına gelen Poros için Türkçe tam karşılık
bulamadık. Poros'a çare, Penia'ya da çaresizlik diyebilirdik, ama yoksulluğun
karşıtı olan bolluk sözünü kullanmayı daha uygun bulduk.

(51) Tanrıların içkisi olan "nektar".



Şölen,   Platon (Düzyazı - Kısmi)
Kaynak: 'Şölen', Çev: Azra Erhat - Sabahattin Eyuboğlu, Remzi Kitabevi, 6. basım, 1995