16 Eylül 2009 Çarşamba

jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 1. bölüm )

jostein Gaarder
Sofi'nin Dünyası
Norvecceden çeviren: Gülav Kutal
SOFÎ'NlN DÜNYASI JOSTEÎN GAARDER
Gri Yayın Dizisi
Pan Yayıncılık
Barbaros Bulvan 74/4
80700 Beşiktaş - istanbul
Tel: (0212) 261 80 72 • Faks: (0212) 227 56 74
Birinci Basım: Ekim 1995
Jostein Gaarder ve H. Aschehoug & Co. Oslo 1991 Bu kitap ilk kez Sofies verden adıyla
Oslo'da H. Aschehoug & Co. tarafından 1991 yılında yayınlanmıştır.
Pan Yayıncılık 1994
Kitabın Türkçe yayın hakları Pan Yayıncılık'a aittir.
Kitabın Norveççeden çevirisi NORLA tarafından desteklenmiştir.
ISBN 975-7652-41-5
Kapak Grafiği: Firuz Kutal • Baskı: Mart Matbaası
Jostein Gaarder
Sofi'nin
DÜNYASI
Felsefe tarihi üzerine bir roman
Norveççeden Çeviren: Gülay Kutal
Çeviriyi okuyup Türkçe felsefe terimleri açısından gözden geçiren Oruç Aruoba'ya teşekkür
ederiz.
Pan Yayıncılık
Bu kitap Siri Dannevig'in desteği olmaksızın varolamazdı. Ayrıca Maiken Ims'e metni okuyup
değerli yorumlarda bulunduğu ve Trond Berg Eriksen'in yıllar boyu sürmekte olan yorumlar
ve profesyonel desteği için teşekkür ederim. J. G.
İçindekiler
CENNET BAHÇESİ........................................ 9
...sonuç olarak, şu ya da bu, bir zamanlar yoktan varolmuş olmalıydı...
SİLİNDİR ŞAPKA.............................................18
...iyi bir filozof olmak için gereken tek şey, hayret etme yetişidir...
MİTLER....................................,.......................30
...iyi ve kötü güçler arasında nazik bir denge...
DOĞA FİLOZOFLARI..................................... 37
...hiçbir şey yoktan varolamaz...
DEMOKRlTOS.................................................52
...dünyanın en müthiş oyuncağı...
KADER.............................................................58
...falcı aslında öngörülemeyecek şeyleri öngörmeye çalışır...
SOKRATES...................................................... 68
...en bilge kişi bilmediğini bilen kişidir...
ATİNA.............................................................. 85
...harabeden bir sürü yüksek yapı yükseldi...
PLATON...........................................................92
...ruhun gerçek yuvasına özlem...
BİNBAŞININ EVİ.......".................................. 109
...aynadaki kız iki gözünü birden kırptı...
ARİSTOTELES...............................................120
...insanların kavramlarında temizlik yapmak isteyen titiz ve düzenli bir adam...
HELENİZM.....................................................139
...ateşten bir kıvılcım...
KARTPOSTALLAR........................................159
...kendi kendime güçlü bir sansür uyguluyorum...
İKİ KÜLTÜR..................................................168
...yalnızca böylelikle boşlukta dolanmaktan kurtulabilirsin...
ORTAÇAĞ.,.....................................................185
...yolun birazını katetmiş olmak yolunu şaşırmış olmak demek değildir...
RÖNESANS....................................................212
...ey, insan kılığındaki kutsal soy...
BAROK DÖNEMİ..........................................246
...rüyaların yapıldığı maddeden...
DESCARTES..................................................265
...eski malzemelerin tümünden kurtulmak istiyordu...
SPİNOZA........................................................280
...Tanrı bir kukla oynatıcısı değildir...
LOCKE............................................................291
...öğretmen sınıfa girmeden önce yazısız ve bomboş duran bir karatahta gibi...
HUME..............................................................303
...o zaman yakın gitsin...
BERKELEY...................................................320
...alev alev yanan bir güneşin etrafında dönmekten sersemleşmiş bir gezegen gibi...
BJERKELY.....................................................326
...büyük büyükninesinin çingene bir kadından aldığı sihirli bir ayna...
6
AYDINLANMA ÇAĞI.................................... 345
...iğne yapımından top dökümüne kadar...
KANT..............................................................366
...üzerimdeki gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası...
ROMANTİZM DÖNEMİ................................388
...o gizemli yol içimize açılan yoldur...
HEGEL...........................................................408
...doğru olan tarihe direnebilen şeydir...
KİERKEGAARD.............:..............................421
...iflasın eşiğinde bir Avrupa...
MARX.............................................................436
...Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor...
DARWÎN........................................................ 456
...yaşamın içinde yüzen, genlerle yüklü bir gemi...
FREUD...........................................................484
...kadının içinde beliren kötü ve bencil düşünceler...
KENDİ ÇAĞIMIZ.......................................... 504
...insan özgürlüğe mahkûm edilmiştir...
BAHÇE PARTÎSÎ.......................................... 531
...beyaz bir karga...
KONTRPUAN............................................... 547
... aynı anda ses veren birden çok ezgi...
BÜYÜK PATLAMA...................................... 569
...bizler de yıldız tozuyuz...
Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır.
"Goethe"
CENNET BAHÇESİ
.sonuç olarak, şu ya da bu, bir zamanlar yoktan varolmuş olmalıydı...
Sofi Amundsen okuldan eve geliyordu. Yolun bir kısmını kız arkadaşı Jorün'le yürürken,
robotlardan bahsetmişlerdi. Jorün'e göre insan beyni gelişmiş bir bilgisayar gibiydi. Sofi ise
pek emin değildi bundan. İnsanın bir makineden, daha öte bir şey olması gerekmez miydi?
Büyük süpermarketin orada ayrılmışlardı. Sofi geniş bir alana uzanan tek katlı evlerden
birinde oturuyordu. Evleri, Jo-rün'lerin evinden iki misli daha uzaktı okula. Ardında başka ev
olmayıp derin bir orman başladığından, Sofi'ye evleri dünyalın ta en ucundaymış gibi
geliyordu.
Sofi Yonca Sokağı'na saptı. Sokağın en dibinde "Kaptan Virajı" denen bir dönemeç vardı. Bu
yoldan cumartesi pazar günleri dışında pek geçen olmazdı.
Mayıs'm ilk günlerinden biriydi. Bazı bahçelerde meyve ağaçlarının dibinde öbek öbek
nergisler açmıştı. Ağaçlar yeşil, ince bir örtüye bürünmüşlerdi.
Her şeyin yılın bu vaktinde büyüyüp gelişmeye başlaması ne ilginçti! Karlar eriyip havalar
ısınmaya başlar başlamaz onca yeşil bitki özünün cansız topraktan fışkırmasını sağlayan şey
neydi?
Sofi bahçe kapısını açarken posta kutusuna bir gözattı. Postada bir sürü reklam broşürü ve
annesine gelmiş birkaç büyük zarftan başka bir şey olmazdı pek. Sofi yukarı çıkıp ders
çalışmaya başlamadan önce bunlardan mutfak masasının üzerinde koca bir yığın yapardı.
SOFİNİN DÜNYASI
Babasına arada bir bankadan birkaç mektup gelirdi, o kadar. Babası başka babalara
benzemezdi ama! Koca bir petrol tankerinin kaptanı olan babası, yılın büyük bir kısmını
dışarıda geçirirdi. Birkaç haftalığına eve geldiği zamanlar pıtır pıtır ortalıkta dolaşır, Sofi ile
annesine hoş vakit geçirtirdi. Ama gemide olduğu zamanlar epey uzaklaştığı olurdu onlardan.
Bugünse posta kutusunda tek bir mektup vardı ve o da Sofi'ye
idi.
Küçük zarfın üzerinde "Sofi Amundsen" yazıyordu. "Yonca Sokağı No. 3". Zarfta başka da
bir şey, mektubun kimden olduğu filan yazmıyordu. Hattâ pul bile yapıştırılmamıştı zarfa.
Sofi bahçe kapısını ardından çekip kapadığı gibi, mektubu açü. Küçücük zarfın içinden
kendisi kadar küçük bir kâğıt çıktı sadece. Kâğıtta şöyle yazıyordu: Kimsini
Bundan başka bir şey yazmıyordu kâğıtta. Ne bir selam, ne kimin gönderdiği... Soru işaretiyle
son bulan bu tek sözcük, o kadar.
Sofi zarfa tekrar baktı. Evet, mektup kendisineydi işte. Ama kim koymuştu bu mektubu posta
kutusuna?
Sofi aceleyle kırmızı evlerinin kapısını açtı. Kedisi Şere-kan her zamanki atakhğıyla çalıların
arasından fırlayıp girişteki merdivenleri tırmanarak Sofi tam kapıyı çekecekken içeriye daldı.
- Gel pisi pisi pisi!
Sofi'nin annesinin kafası bir şeylere bozuk olduğunda evlerini hayvanat bahçesine benzettiği
olurdu. Sofi'nin de pek övündüğü küçük bir hayvanat bahçesi yok değildi doğrusu: önce
kırmızı balıkları olmuştu - Keloğlan, Kırmızı Başlıklı Kız ve Kara Korsan. Sonra muhabbet
kuşları Edi ile Büdü, kaplumbağası Govinda ve de sarı-kahverengi renkli tekir kedisi Şerekan.
Tüm bu hayvanlar annesi işten eve geç geliyor, babası da evden
10
CENNET BAHÇESİ
uzakta denizlerde çalışıyor diye onun olmuştu.
Sofi çantasını omuzundan çıkardıktan sonra Şerekan'm yemeğini bir kaba koydu. Elinde
gizemli mektubunu tutarak mutfaktaki taburelerden birine oturdu.
Kimsin?
Ah, bir bilseydi! Tabii ki Sofi Amundsen idi ama, ya o kimdi? Henüz bunu keşfedebilmiş
değildi.
Ya adı Sofi değil, başka bir şey olsaydı? Mesela Anna Knut-sen. O zaman başka biri mi
olurdul
O anda aklına babasının ona aslında Synnöve adını vermek istediği geldi. Sofi kendini
Synnöve Amundsen olarak tanıtırken gözünün önüne getirmeye çalıştı. Hayır, olmuyordu.
Kendini böyle tanıştıran o değil, başka bir kız oluyordu.
Yere atlayıp elindeki garip mektupla banyoya gitti. Aynanın önünde dikilip gözlerinin içine
baktı.
- Ben Sofi Amundsen'im, dedi.
Aynadaki kız ise yüzünü buruşturarak olsun cevap vermedi. Sofi ne yaparsa onun aynısını
yapıyordu. Jet gibi hareketlerle aynadaki aksini yanıltmaya çalıştı ama o da onun kadar
hızlıydı. Sofi:
- Sen kimsin? diye sordu.
Sorusu yine cevapsız kaldı ama Sofi bir an için soruyu kendinin mi, aynadaki görüntüsünün
mü sorduğu konusunda kuşkuya düştü.
İşaret parmağını aynadaki burnuna dayayıp:
- Sen bensin, dedi.
Cevap alamayınca cümleyi tersine çevirip:
- Ben senim, dedi.
Dış görünüşünü pek beğenmezdi Sofi Amundsen. Güzel badem gözleri olduğunu söylerlerdi;
ama o bunu burnu çok küçük, ağzı da çok büyük olduğundan söylediklerini düşünürdü.
Üstelik kulakları da gözlerine çok bitişikti. Hele o pırasa saçla-
11
SOPfNİN DÜNYASI
rı! Babası Claude Debussy'nin bir eserinden esinlenerek "Lepiska saçlı kız" diyerek saçlarını
okşardı arasıra. Kolaydı elbet söylemesi; bütün yaşamı boyunca bu dümdüz kara saçlar onun
değil Sofi'nin omuzuna dökülecekti. Ne sprey fayda ediyordu ne de jöle!
Bazen doğumu sırasında bir terslik olmuş olabileceğini düşünürdü. Annesi doğumunun zor
olduğunu anlatmıştı zaten ona. Peki ama insanın dış görünüşünü belirleyen şey doğum anının
kendisi miydi?
Kim olduğunu bilmemesi garip değil miydi? Dış görünüşünü kendinin belirleyememesi de
akıl alır şey değildi. Kendi oluvermişti işte. Arkadaşlarını seçmek elindeydi ama kendi
kendisini seçmemişti. İnsan olmak bile onun fikri değildi!
İnsan neydi?
Sofi tekrar aynadaki kıza baktı. Gidip Fen ödevimi yapayım, dedi özür dilercesine ve bir
çırpıda koridora fırladı.
Yok, en iyisi bahçeye çıkayım, dedi sonra da.
- Gel pisi pisi pisi!
Kediyi merdivenlere iteleyip ardından kapıyı çekti.
Elinde gizemli mektubuyla dururken içini garip bir duygu kapladı. Sanki aslında bir
kuklaymış da birisi bir büyü yapmış, böylelikle yaşayan bir canlı olmuş gibi hissetti kendini.
Şu an dünyadaydı işte ve garip değil miydi, böyle müthiş bir masalda yaşıyor olması?
Şerekan çitten atlayıp çalılara daldı. Yaşam dolu bir kediydi Şerekan; beyaz bıyıklarından
başlayıp dümdüz vücudunun en gerisinde sallanan kuyruğuna dek capcanlı. Kedi de
bahçedeydi, ama o, Sofi gibi bunun farkında değildi herhalde.
Sofi varolduğunu düşünürken aklına hep de böyle varolmayacağı geldi.
Şimdi varım, diye düşündü, ama birgün yokolacağım.
12
CENNET BAHÇESİ
Ölümden sonra hayat var mıydı? Kedinin bundan da haberi yoktu herhalde.
Sofi'nin kısa bir süre önce babaannesi ölmüştü. Yarım seneden fazla bir süredir hep
babaannesini düşünüp özlemişti. Yaşamın bir an gelip son bulması haksızlık değil miydi?
Sofi çakıl taşlı yolda durup düşünmeye daldı. Hep varolmayacağı düşüncesini unutmak için
varolduğunu düşünmeye çabalıyordu, ancak yapamıyordu. Varolduğu düşüncesine
yoğunlaşabildiğinde hemen aklına hayatın sonu geliyordu. Ve tersi: bir gün gelip
yokolacağmı düşündüğünde, yaşamın ne kadar değerli olduğunu anlıyordu. Madeni bir
paranın bir ön bir arka yüzünü döndürüp duruyordu sanki. Bir taraf ne kadar büyük ve
belirginse, öbür taraf da o kadar büyük ve belirgin oluyordu. Yaşam ve ölüm madalyonun iki
yüzüydü.
Ölümün farkında olmadan yaşadığını anlamak olanaksız, diye düşündü. Yaşamanın ne
muhteşem ve garip bir şey olduğunu düşünmeden ölümü düşünmek de olanaksız.
Sofi, babaannesinin doktordan hasta olduğunu işittiği zaman söylediği sözleri hatırladı:
"Yaşamanın ne harika bir şey olduğunu ancak şimdi anlıyorum".
Yaşamanın ne güzel bir şey olduğunu anlamak için hasta olmanın gerekmesi ne üzücü bir
şeydi! Bak işte kimine gizemli bir mektup çıkıveriyordu posta kutusundan!
Gidip başka bir şey var mı diye baksa mıydı posta kutusuna? Hemen kapıya koşup posta
kutusunun yeşil kapağını kaldırdı. Kutuda aynen bir önceki gibi bir zarfm durduğunu
gördüğünde aklı çıktı. İlk zarfı aldıktan sonra kutuyu iyice kontrol etmemiş miydi acaba?
Bu zarfta da Sofi'nin adı yazılıydı. Zarfı açtığında içinden aynen öbürü gibi beyaz bir kâğıt
çıktı.
Kâğıtta, Dünya nasıl meydana geldf! diye yazıyordu.
Hiçbir fikrim yok, diye düşündü Sofi. Kim bilebilir ki böyle
13
SOFÎ'NİN DÜNYASI
bir şeyi? Ama yine de yerinde bir soruydu bu. Hayatında ilk kez, böyle bir soruyu hiç değilse
sormuş olmak gerektiğini düşündü.
Bu sır dolu mektuplar Sofi'nin başını öyle döndürmüştü ki
biraz Geçit'de oturmaya karar verdi.
Geçit, Sofi'nin herkesten gizli yeriydi. Buraya çok kızgın, çok üzgün ya da çok mutlu olduğu
zamanlar gelirdi. Bugünse yalnızca şaşkındı.
Kırmızı evleri büyük bir bahçenin içindeydi. Bahçede pek çok çiçek yatağı, böğürtlen çalıları,
meyve ağaçları, ortasında salıncak olan koca bir çimenlik alan ve büyükbabasının, karısı ilk
çocuğunu doğar doğmaz kaybettiği zaman ona teselli olsun diye yaptırdığı küçük bir kulübe
vardı. Zavallı kızcağızın adı Marie idi. Mezar taşında: "Geldi küçük Marie'miz bize, şöyle bir
görünüp hemen döndü geriye", yazılıydı.
Bahçenin alt köşesinde, böğürtlen çalılarının ardında, üzerinde ne çiçek ne de böğürtlen
yetişen sık bir çalılık vardı. Aslında bahçeyi büyük ormandan ayırmak için oluşturulmuş bu
çit, sonradan ilgilenip budanmadığı için çok sık bir çalılık haline gelmişti. Babaannesi, bu
çalılık sayesinde savaş sırasında tilkilerin gelip bahçede gezinen tavuklara sataşamadığını
anlatırdı.
Tıpkı bahçenin yukansmdaki tavşan kümesi gibi, bu çalılık da Sofi dışında herkese gereksiz
bir şey olarak görünürdü. Çünkü kimse Sofi'nin gizli yerinden haberdar değildi.
Eskiden beri çalılıkta dar bir geçit olagelmişti. Sürünerek buradan girilince, çalıların ortasında
geniş bir alana çıkılırdı. Küçük bir kulübe gibiydi burası. Sofi, burada onu kimsenin
bulamayacağından emin olabiliyordu.
Sofi elindeki iki mektupla koşarak bahçeyi geçti, eğilip emekleyerek çalıların arasına girdi.
Geçit ayakta durabileceği
14
CENNET BAHÇESİ
kadar yüksekti ancak o bu kez birkaç kalın çalı kökünün üzerinde oturmayı tercih etti.
Buradan dalların ve yaprakların arasındaki küçük deliklerden dışarıyı gözetleyebiliyordu.
Boşlukların hiçbirisi madeni para büyüklüğünden daha iri değildi ama, aralarından bakılınca
tüm bahçe görülüyordu. Küçükken burada oturup annesiyle babasının onu arayışlannı
seyretmek hoşuna giderdi.
Sofi hep bu bahçenin başlı başına bir dünya olduğunu düşünürdü. Yaradılış öyküsündeki
Cennet Bahçesi'ni her duyuşunda, burada Geçit'de oturup kendi küçük cennetini seyredişi
gözünün önüne gelirdi.
"Dünya nasıl meydana geldi?"
Ah, bir bilseydi! Dünya'nın koca evrende küçük bir gezegen olduğunu biliyordu. Ama ya
evrenin kendisi nasıl meydana gelmişti?
Tabii ki evrenin her zaman varolduğu düşünülebilir, o zaman da bu soruya cevap aramak
gerekmezdi. Ama bir şey her zaman varolabilir miydi? İçinden bir ses buna inanmadığını
söylüyordu. Varolan her şeyin bir başlangıcı olmalıydı, değil mi? Evren de bir zamanlar başka
bir şeyden meydana gelmiş olsa gerekti.
Peki evren başka bir şeyden meydana gelmişse o şeyin de yine başka bir şeyden meydana
gelmiş olması gerekmez miydi? Sofi bu şekilde sorunu sadece ertelemekte olduğunu anladı.
Sonuç olarak şu ya da bu bir zamanlar yoktan varolmuş olmalıydı. Ya bu mümkün müydü?
Bu da dünyanın hep varolageldiğini düşünmek kadar olanaksız bir şey değil miydi?
Okulda Dünyayı Tann'nm yarattığını öğrenmişlerdi. Tüm soruna en iyi yanıt bu olduğuna
göre, Sofi biraz sakinleşmeye çalıştı. Ama birazdan yine düşünmeye başladı. Evreni Tann'nm
yarattığını pekâlâ düşünebilirdi, ama ya Tanrı'nın kendisi? O kendini yoktan mı yaratmıştı?
Yine içinden bir ses buna
15
SOFİ'NİN DÜNYASI
karşı çıktı. Tann her şeyi yaratmış olabilirdi kuşkusuz, ancak kendisini, kendisini yaratacak
"kendisi" olmadan yaratmış olamazdı. O zaman geriye tek bir yanıt kalıyordu: Tanrinın her
zaman varolmuş olduğu. Ama bu olasılığı da daha biraz önce elemişti ya! Her şeyin bir
başlangıcı olması gerekiyordu.
- Hay Allah!
İki mektubu da açtı yeniden.
"Kimsin?"
"Dünya nasıl meydana geldi?"
Amma da soruydu yani bunlar! Ya mektupları gönderen kimdi? Bu da soruların kendisi kadar
esrarengiz bir konuydu.
Sofi'yi gündelik hayatından çekip alarak onu bir anda evrenin büyük sırlarıyla başbaşa bırakan
bu kişi kimdi?
Sofi üçüncü kez posta kutusuna gitti.
Günlük mektupları postacı daha yeni getirmişti. Sofi elini atıp reklam broşürlerini, gazeteleri
ve annesine gelmiş birkaç mektubu çıkardı. Kutudan bir de üzerinde kumsal resmi olan bir
kartpostal çıktı. Kattan arkasını çevirdi. Kart Norveç puluy-la gönderilmiş; pul, "BM taburu"
diye damgalanmıştı. Kart babasından olabilir miydi? Ama babası dünyanın bir başka
köşesinde değil miydi şu an? Yazı da onun yazısı değildi üstelik.
Adresi okuyunca nefesi kesiliyor gibi oldu Sofi'nin. "Hilde Möller Knag, Sofi Amundsen
eliyle, Yonca Sokağı 3..." Adresin gerisi de Sofilerin adresine uyuyordu. Kartta şunlar
yazılıydı:.
Sevgili Hilde. 15. yaşını candan kutlarım. Senin de göreceğin gibi sana, seni geliştirecek bir
hediye vermek istedim. Kartı Sofi'ye gönderdiğim için beni affet. En kolayı buydu. Sevgiler.
Baban.
Sofi tekrar eve, mutfağa koştu. İçinde fırtınalar kopu-
16
CENNET BAHÇESİ
yordu.
Kendi 15. yaşgününden bir aydan daha kısa bir süre önce 15 yaşma giren bu "Hilde" de
kimdi?
Sofi koridorda duran telefon rehberini aldı. Soyadı Möller, adı Knag olan çok kişi vardı. Ama
şu koca rehberde adı soyadı Möller Knag olan tek kimse yoktu.
Tekrar esrarengiz kartpostala baktı. Evet, gerçekti işte, pullu ve damgalı gerçek bir kart!
Niye bir baba, başka bir adrese gideceği gün gibi ortada olan bir kart göndersindi Sofi'ye?
Hangi baba bir yaşgünü kartını böyle dolambaçlı yollardan göndererek şaşırtmaya kalkardı
kızını? Böylesi nasıl "en kolay" olabilirdi? Her şeyden önemlisi: Sofi nasıl bulabilecekti
Hilde'nin izini?
Böylece Sofi'nin sorularına bir yenisi daha eklendi. Yeniden düşüncelerini toparlamaya
çalıştı:
Öğleden sonraki birkaç saat içinde üç sır çıkmıştı karşısına. Birincisi, o iki beyaz zarfı posta
kutusuna kimin koyduğuydu. İkincisi, bu zarflarda yazılı olan o zor sorulardı. Üçüncü sır da,
Hilde Möller Knag'ın kim olduğu ve tanımadığı bu kıza gönderilmiş olan yaşgünü kartının
neden Sofi'ye geldiğiydi.
Bu üç sorunun birbiriyle ilişkisi olduğuna kesinlikle emindi, çünkü tam bugüne kadar gayet
normal bir hayat geçirmişti.
17
SİLİNDİR ŞAPKA
....iyi bir filozof olmak için gereken tek şey, hayret etme yetişidir...
Sofi mektupları yazan kişinin onunla tekrar ilişkiye geçeceğinden emindi. Şimdilik
mektuplardan kimseye söz etmemeye karar verdi.
Okulda dikkatini öğretmenin söylediklerine vermekte güçlük çekiyor, öğretmenin
anlattıklarının çok önemsiz şeyler olduğunu düşünüyordu. Niye insanın ne olduğundan ya da
dünyanın nasıl oluştuğundan sözetmiyordu sanki?
Şimdiye kadar hiç duymadığı bir duyguya kapılmıştı; okulda ve okulun dışında herkes
rastgele şeylerle ilgileniyordu hep. Oysa okuldaki normal derslerden öte cevaplandırılması
gereken daha büyük ve zor sorular vardı.
Bu tip soruların cevaplarını bilen insanlar var mıydı? Sofi, fiil çekimlerini hafızlamaktansa bu
soruları düşünmenin daha önemli olduğunu düşünüyordu enkazından.
Zil çalınca dışarı öyle bir fırladı ki, arkadaşı Jorün ona yetişmek için ardından koşmak
zorunda kaldı.
Bir süre sonra Jorün,
- Akşam iskambil oynayalım mı? diye sordu. Sofi omuzlarını silkti.
- Artık iskambil oynamakla ilgilendiğimi sanmıyorum. Jorün'ün şaşkınlıktan ağzı bir karış
açık kaldı.
- Peki, ya tenis oynamaya ne dersin?
Sofi önce yerdeki asfalta sonra arkadaşına baktı.
- Tenisle de pek ilgilendiğimi sanmıyorum.
- Ya? Peki öyle olsun!
18
SİLİNDİR ŞAPKA
Sofi, Jorün'ün sesindeki kırgınlığı sezdi.
- O zaman anlat bakalım, neymiş birdenbire bunlardan çok daha önemli olan şey?
Sofi hafifçe başını salladı. N
- Bu... bu bir sır.
- Hah! Herhalde aşık oldun!
Bir süre bir şey söylemeksizin yürüdüler. Futbol sahasına gelince Jorün:
- Ben sahadan gidiyorum, dedi.
"Sahadan gitmek". Jorün'lere en'kestirme yol buydu, ama Jorün ancak eve misafir geleceği ya
da dişçiye gideceği zamanlar buradan geçerdi.
Sofi, Jorün'ün kalbini kırdığı için üzgündü. Birdenbire kim olduğu ve dünyanın nasıl
oluştuğuna öyle dalmıştı ki, tenis oynamaya vakti yoktu. Arkadaşı bunu anlayabilir miydi?
Soruların en önemlisi, öte yandan belki de en doğalıyla ilgilenmek niye böyle güç bir iş
olsundu?
Posta kutusunu açarken kalbinin hızla çarpışını duydu, îlk çırpıda bankadan bir mektup ve
annesine gelmiş bir kaç büyük san zarf buldu kutuda. Öf, oysa Sofi kendisine yine o meçhul
kişiden mektup gelmiş olacağını umuyordu.
Bahçe kapısını kaparken birden büyük zarflardan birinin üzerinde kendi adının yazılı
olduğunu farketti. Zarfın arkasında, "Felsefe kursu. Çok dikkatle davranırımız," diye
yazıyordu.
Sofi çakıl taşlı yolu bir çırpıda geçip çantasını merdivenlere bıraktı. Öteki mektupları paspasın
altına sıkıştırıp, Ge-Çİt'ine koştu. Büyük mektubun orada açılması gerekiyordu.
Sofi, Şerekan'ın da ardından koşmasına izin verdi. Nasılsa kedi başkalarına anlatmazdı.
Zarfta birbirine bir ataşla bağlı üç daktilo sayfası duruyordu. Sofi okumaya başladı.
19
SOFİNİN DÜNYASI
Felsefe nedir?
Sevgili Sofi. İnsanların türlü türlü hobileri vardır. Bazıları eski para veya pul biriktirir, kimisi
el sanatlarıyla ilgilenir, kimisi de bir spor dalıyla uğraşır.
Çoğu insan da okumaktan hoşlanır. Ancak okuduğumuz şeyler farklı farklıdır. Kimisi
yalnızca gazete ve çizgi roman okur, kimisi roman okumayı sever, bazısı da astronomi,
hayvanlar veya teknik buluşlar gibi konularda yazılmış kitapları okumaktan hoşlanır.
Atlarla veya değerli taşlarla ilgilenen biri, başkalarının da bunlarla aynı derecede
ilgilenmesini bekleyemez. Televizyonda hiçbir spor karşılaşmasını kaçırmayan biri, bazı
insanların spordan sıkıldıklarını kabul etmek zorundadır.
Acaba tüm insanları ilgilendirmesi gereken şeyler var mıdır? Kim olurlarsa ve nerede yaşıyor
olurlarsa olsunlar, tüm insanları ilgilendiren bir şey var mıdır? Evet, sevgili Sofi, tüm
insanların sorması gereken bazı sorular vardır. Bu kurs da işte bu sorular hakkında. Hayatta en
önemli şey nedir? Açlığın sınırında bir insana bunu sorarsak, yiyecek der. Soğuktan donan
birine sorsak, sıcaklık der. Kendini yalnız hisseden birine sorsak, başka insanlarla beraber
olmak, diye cevap verir.
Ancak bu tür ihtiyaçlar karşılandığında tüm insanların hâlâ ihtiyaç duyduğu başka şeyler var
mıdır? Filozoflara göre, evet, vardır. Filozoflar, insanların yalnızca yemek yiyerek
yaşayamayacağını söylerler. Elbette tüm insanlar yemek yemek zorundadır. Herkesin sevgi ve
ilgiye de ihtiyacı vardır. Ama bunların ötesinde, insanların gereksindiği bir başka şey vardır.
İnsanlar, kim olduklarını ve neden yaşadıklarını bilmek isterler.
Neden yaşadığımız konusuyla ilgilenmek, pul toplamak kadar "rastlantısal" bir ilgi değildir.
Bu gibi sorularla ilgilenen kişiler, insanların dünya varolduğundan beri tartıştıkları bir şeyle
ilgilenmektedirler. Evrenin, dünyanın ve yaşamın nasıl ortaya çıktığı, geçen yıl
20
SİLİNDİR ŞAPKA
olimpiyatlarda en çok altın madalyayı kimin aldığından daha büyük ve önemli sorulardır.
Felsefeyle tanışmanın yolu bazı felsefi sorular sormaktan geçer:
Dünya nasıl yaratıldı? Olan bitenin ardında bir güç ve bir anlam var mı? Ölümden sonra bir
hayat var mı? Niye böyle sorular sormalıyız aslında? Hepsinden önemlisi: nasıl yaşamalıyız?
Bu türden sorular çağlar boyunca insanları meşgul etti. İnsanın ne olduğunu, dünyanın nasıl
oluştuğunu sorgulamamış hiçbir uygarlık bilmiyoruz.
Aslında sorabileceğimiz çok da fazla felsefi soru yok. Bu sorulardan en önemlilerini sorduk
bile. Ancak tarih, sorduğumuz her soruya pek çok değişik cevap verildiğini gösteriyor.
Yani felsefi soru sormak, bu soruları cevaplamaktan daha ko-
'ay-
Günümüzde de herkes bu bildik sorulara kendi cevaplarını bulmak zorunda. Tanrı'nın varolup
olmadığını, ya da ölümden sonra bir hayat olup olmadığını bir ansiklopediye bakıp
öğrenemeyiz. Ansiklopedi bize nasıl yaşamamız gerektiğini de anlatmaz. Öte yandan bugüne
dek yaşamış başkalarının neler düşündüğünü bilmek, kendi dünya görüşümüzü oluşturmamıza
yardım edebilir.
Filozofların gerçeği bulma çabalarını bir dedektif romanına benzetebiliriz. Kimine göre katil
Andersen, kimine göre Nielsen ya da Jepsen'dir. Gerçek bir polisiye öyküde bir gün gelir polis
meseleyi çözüverir. Veya hiçbir zaman çözemez. Ancak ne olursa olsun meselenin bir
çözümü vardır.
Bir soruyu cevaplamak güç de olsa, sorunun tek ama bir tek cevabı olduğu düşünülebilir.
Ölümden sonra bir tür varoluş ya vardır ya da yoktur.
Eskiden sorulan soruların bir kısmını bugün bilim yanıtlamıştır. Bir zamanlar ayın arka
yüzünün nasıl olduğu müthiş bir sırdı insanlar için. Bu gibi konular tartışmaya bile gelmez
şeylerdi; herkes
21
SOFfNÎN DÜNYASI
hayal gücüne göre dilediği cevabı verebilirdi. Oysa bugün biz Ay'ın arka yüzünün nasıl
olduğunu tam tamına biliyoruz. Artık Ay'da bir adamın yaşadığına veya Ay'ın aslında
peynirden oluştuğuna inana-mayız.
Bundan ikibin yıl önce yaşamış Yunanlı bir filozofa göre, felsefe insanların hayretinden
doğmuştur. Ona göre, insanlar kendi varoluşlarına şaşarlar; felsefi soruların çoğu da
böylelikle kendiliğinden ortaya çıkar.
Bir sihirbazlık seyreder gibidir insanlar: sihirbazın numarasını nasıl yaptığını anlayamayız.
Sihirbazın bir çift beyaz ipek mendili nasıl tavşana dönüştürdüğünü bilmek isteriz.
Birçok insan için dünya, sihirbazın beş dakika önce bomboş olan bir silindir şapkadan tavşan
çıkarması kadar akıl almaz bir şeydir.
Tavşan meselesinde sihirbazın bizi kandırdığını biliriz. Merak ettiğimiz şey bunu nasıl
becerdiğidir. Dünyadan sözederken ise durum biraz farklıdır. Dünyanın hokus pokus bir şey
olmadığını biliriz, çünkü biz de Dünya'da yaşamakta olup onun bir parçasıyızdır. Aslında
sihirbazın silindir şapkasından çıkarılan bizizdir. Tavşanla aramızdaki tek fark, tavşanın bir
sihirbazlık oyununa dahil olduğunun farkında olmayışıdır. Biz ise gizemli bir şeylerin bir
parçası olduğumuza inanır, şeylerin arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışırız.
Not: Beyaz tavşandan sözettik ya, tavşanı tüm evrenle karşılaştırmak daha yerinde olur belki.
Burada yaşayan bizler, tavşanın tüylerinin dibinde yaşayan minicik böcekler gibiyiz.
Filozoflar ise tavşanın ince tüylerine tırmanarak tepeye çıkıp koca sihirbazın gözlerinin ta
içine bakmaya çalışırlar.
Söylediklerimi izleyebiliyor musun Sofi? Devamı gelecek.
Sofi altüst olmuştu. İzleyebilmek mi? Okurken nefes alıp verip vermediğini bile
hatırlamıyordu.
22
SİLİNDİR ŞAPKA
Mektubu kim getirmişti? Kim, kim?
Bu, Hilde Möller Knag'a doğum günü kartı gönderenle aynı kişi olamazdı, çünkü kart hem
pullu hem de damgalıydı. Bu sarı zarf ise diğer iki mektup gibi doğrudan posta kutusuna
konulmuştu.
Sofi saatine baktı. Yalnızca üçe çeyrek vardı. Annesinin işten gelmesine daha iki saat vardı.
Sofi sürünerek bahçeye çıkıp tekrar posta kutusuna koştu. Yine mektup var mıydı acaba?
Kutuda yine ona gelmiş sarı bir zarf duruyordu. Sofi etrafına bakındı ama kimseyi göremedi'.
Ormanın kenarına doğru koşup patikaya baktı. Orada da kimse yoktu.
Bir an için ormanın derinliklerinde bir çıtırtı duyar gibi oldu. Sesi duyup duymadığından emin
değildi, üstelik biri kaçarak uzaklaşmaya çalışıyorsa nasıl olsa yetişip yakalayamazdı.
Sofi eve girip çantasını çıkardı Ve annesinin mektuplarını yerine koydu. Odasına koşup içine
güzel taşlarını koyduğu bisküvi kutusundaki taşlan boşalttı ve iki büyük zarfı kutuya koydu.
Sonra kutuyu alıp bahçeye koştu. Çıkmadan önce de Şe-rekan'a yemeğini verdi.
- Gel pisi pisi pisi!
Geçit'e döner dönmez zarfı açtı. Zarfın içinden yine daktiloyla yazılmış kâğıtlar çıktı.
Okumaya başladı:
İlginç bir yaratık
İşte yine beraberiz. Gördüğün gibi bu küçük felsefe kursu, tam karar porsiyonlarda geliyor.
Burada da giriş niteliğinde bazı değinmeler yapacağız.
İyi bir filozof olabilmek için gereken tek şeyin hayret etme yeteneği olduğunu söylemiştim,
değil mi? Daha önce söylemedimse işte
23
SOFi'NİN DÜNYASI
şimdi söylüyorum: İYİ BİR FİLOZOF OLABİLMEK İÇİN GEREKEN TEK ŞEY HAYRET
ETME YETENEĞİDİR.
Küçük çocukların hepsinde bu yetenek vardır. Yok bir de olmasaydı! Çünkü çocuklar
doğduktan birkaç ay sonra yepyeni bir gerçeklikle karşı karşıya geliverirler. Büyüdükçe
hayret etme yetenekleri kaybolur gibi olur. Neden böyle olur acaba? Sofi Amundsen biliyor
mu bu sorunun cevabını?
Yani, küçük bir bebek konuşabilseydi, bize, ne ilginç bir dünyaya gelmiş olduğunu anlatırdı.
Çünkü görürüz ki bebekler konuşama-salar da, parmaklarıyla etraflarındaki şeyleri gösterir,
odadaki nesneleri merakla tutmaya çalışırlar.
Birkaç kelime konuşabilecek yaşa geldiğinde, çocuk, her köpek görüşünde durup, "hav hav"
der. Bebek arabasındaki bebeğin bir köpek gördüğünde ellerini kollarını oynatıp yerinde zıp
zıp zıplayarak nasıl "Hav hav! Hav hav!" dediğini gördüğümüzde, sırtında yaşanmış epeyce
yıl taşıyan bizler, bebeğin bu coşkusunu biraz abartılı buluruz. "Tabii, tabii" deriz çok alışkın
bir tavırla, "hav hav işte! Ama sen şimdi güzel otur arabanda bakayım." Biz bebek gibi
heyecanlanmayız, çünkü çok köpek görmüşüzdür o güne dek.
Bebek, köpek gördüğünde aklı başından gitmeyecek bir hale gelene kadar, belki yüz kez daha
tekrarlar bu çılgınlık gösterisini. Ya da bir fil, veya bir su aygırı... Ancak çocuk konuşmayı -
ve de felsefi düşünceyi- bile daha tam öğrenmemişken dünya bir alışkanlık haline gelir.
Ne yazık, bana soracak olursan!
Senden beklentim, dünyayı hazır, verildiği gibi kabul edenlerden biri olmamandır, sevgili
Sofi. Bundan emin olmak için, felsefe kursuna başlamadan önce kafamızı biraz daha
yoracağız.
Bir gün ormanda yürüyüşe çıkmış olduğunu düşün. Birden önündeki patikada minicik bir
uzay gemisi görüyorsun. Uzay gemisinden bir Marslı yaratık çıkmış, durmuş yukarı sana
bakıyor...
Ne düşünürdün o zaman? Neyse, bu çok önemli değil. Ama se-
24
SİLİNDİR ŞAPKA
nin böyle bir Mars yaratığı olabileceğin geldi mi aklına hiç?
Tabii ki günün birinde başka bir gezegenden gelmiş bir yaratığa rastlama şansın çok düşük.
Başka gezegenlerde hayat olup olmadığını bile bilmiyoruz. Ama kendine rastlama şansın
yüksek. Kimbilir belki bir gün durup dururken kendini yepyeni bir gözle görürsün. Belki de
bu an, ormanda gezintiye çıktığın bir an olur.
İlginç bir yaratığım ben, diye düşünürsün. Gizemli bir hayvanım ben...
Yüz yıllık güzellik uykusundan uyanmış gibi olursun o an. Ben kimim? diye sorarsın.
Evrende bir yerlerde dolanıp durduğunu bilirsin. Ama ya evren nedirt
Bir gün kendinle böyle buluşursan, başlangıçta bahsettiğimiz Marslı kadar gizemli bir şey
keşfetmişsin demektir. Bir uzay yaratığı görmekten öte, ta içinden kendinin de böyle ilginç bir
yaratık olduğunu duyarsın.
Söylediklerimi izleyebiliyor musun Sofi? Bir başka şey daha düşünelim:
Bir sabah anne, baba ve 2-3 yaşındaki küçük Tomas mutfakta oturmuş kahvaltı etmektedirler.
Anne ayağa kalkıp arkasını masaya dönerek tezgâha yönelir. İşte tam o sırada olanlar olur ve
baba tavana yükselip fıldır fıldır dönmeye başlar. Tomas durup babasını seyreder.
Sence Tomas ne der o zaman? Belki elini babasına doğru uzatıp, - Bak, baba uçuyor! der.
Tomas şaşıracaktır kuşkusuz, ama o hep şaşırmaktadır zaten! Babası hep öyle acayip şeyler
yapıyordur ki, masanın üzerinde bir uçuş fazla bir şey farkettirmez Tomas için. Her sabah
komik bir makineyle traş olan, bazen çatıya çıkıp televizyon antenini döndüren ya da arabanın
motoruna bakmak için eğilip zenci gibi çıkan zaten hep babası değil midir?
Şimdi sıra annede. Tomas'ın ne dediğini duyup hızla arkasını döner. Sence babanın tepede
dönüp durmasına onun tepkisi ne
25
m
SOFİNİN DÜNYASI
olur?
Derhal elindeki reçel kavanozunu düşürür ve şaşkınlıkla haykırmaya başlar. Baba tekrar
sandalyesine dönebilse de, annenin bu olaydan sonra tedavi görmesi bile gerekebilir. (Masada
nasıl oturulacağını hâlâ öğrenemedi gitti şu adaml)
Sence Tomas ve annesinin gösterdiği tepkiler neden böylesine
farklı?
Bunun alışkanlıkla ilgisi var. (Bunu not et!) Anne, insanların uçamayacağını öğrenmiştir.
Tomas ise öğrenmemiştir. Dünyada neyin mümkün olup neyin olmadığından hâlâ emin
değildir.
Ya dünya Sofi? Sence o mümkün mü? O da dönüp duran bir şey
ne de olsa!
İşin acıklı yanı, büyüdükçe sadece yerçekimi yasasıyla kalmaz alıştıklarımız. Aynı şekilde
tüm dünyaya alışırız.
Büyüdükçe, dünyaya hayret etme yeteneğimizi yitiriyoruz, anlaşılan. Ancak bu arada çok
önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey
de budur. Çünkü her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu
bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur.
Altını çiziyorum: Felsefi sorular herkesi ilgilendirmekle beraber, herkes filozof olmaz. Pek
çok değişik sebepten, insanların çoğu gündelik hayatın öyle bir esiri olur ki, hayatı
sorgulamak onlar için gerilerde bir yerde kalır. (Tavşanın tüylerinin dibinde bükülüp
istedikleri ortamı bulurlar ve hayatlarının sonuna kadar da orada kalırlar.)
Çocuklar için dünya ve dünyadaki her şey yenidir, ilginçtir. Büyükler içinse durum hiç de
böyle değildir: büyüklerin çoğu için dünya sıradan bir şeydir.
Filozof larsa diğer büyüklerden farklıdır. Bir filozof dünyaya alışmayı bir türlü beceremez.
Dünya onun için hâlâ akıl almaz bir şey, evet, hâlâ sırlarla dolu, gizemli bir şeydir.
Filozoflarla küçük çocukla-
26
SİLİNDİR ŞAPKA
rın en önemli ortak yanları budur; bir filozof ömrü boyunca duyarlı bir çocuk olarak kalır da
diyebilirsin sen buna.
Şimdi seçme sırası sende Sofi: hâlâ "dünyaya alışmamış" bir çocuk musun, yoksa bunu asla
yapmayacağına söz vermiş bir filozof mu?
Bu soruya omuzlarını silkip cevap veriyor, kendini ne bir çocuk ne de bir filozof gibi
görüyorsan, bunun nedeni alışkanlıktan dolayı dünyanın artık seni şaşırtmıyor olmasıdır.
Böyleyse durum tehlikeli demektir. Ve işte bu felsefe kursunu tam da bu yüzden alıyorsun, ne
olur ne olmaz diye. Senin uyuşuk ve umursamaz insanlardan biri olmanı değil, uyanık bir
yaşam sürmeni istiyorum.
Kurs parasız. Dolayısıyla kursu sürdüremezsen paranı geri alacaksın diye bir şart da yok.
Kursu yarıda kesmek istersen de, bu senin bileceğin bir şey. Eğer kursu bırakmak istersen
bana posta kutusu yoluyla bir haber ver. Mesela kutuya bir kurbağa koy. Ama mutlaka posta
kutusu renginde bir şey olsurCyoksa postacı korkudan ba-yılabilir.
Kısaca özetlersek: Boş bir silindir şapkadan bir tavşan çıkar. Tavşan çok büyük olduğu için bu
sihirbazlık numarası milyarlarca yıl alır. Tavşanın ince tüylerinin en tepesinde çocuklar
dünyaya gelir. Bu yüzden çocuklar bu müthiş sihirbazlığın nasıl yapıldığına şaşabilecek bir
konuma sahiptirler. Ancak büyüdükçe tavşan kürkünün diplerine doğru sokulurlar. Ve orada
kalırlar. Burası öyle rahattır ki bir daha asla kürkün ince kıllarına tırmanmaya cesaret
edemezler. Yalnızca filozoflar dilin ve varoluşun en uç sınırlarına giden bu tehli-' keli yola
çıkmaya cesaret ederler. Bazıları diğerlerine yetişemeyip geri kalsa da, bir çoğu tavşanın ince
tüylerine sıkıca tutunup, aşağıda tavşanın yumuşak derisine yayılmış yiyip içerek yan gelip
yatanlara seslenirler:
- Baylar bayanlar, derler. Boş bir evrende dönüp duruyoruz!
Ama kürkün dibindekiler filozofların dedikleriyle ilgilenmezler.
27
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Aman, ne gürültü edip duruyorlar bunlar böyle! derler. Sonra da konuşmalarına devam
ederler: Yağı uzatır mısın lütfen? Hisse senetleri ne kadar yükselmiş bugün? Domatesin
kilosu kaça? Lady Di'nin bir çocuğu daha olacakmış, duydunuz mu?
Annesi eve geldiğinde Sofi çok şaşırmış bir haldeydi. Gizemli filozoftan gelen mektuplar
Geçit'te saklı duruyordu. Sofi ödevlerini yapmaya çalışmış, ama okuduklarmı düşünmekten
başka hiçbir şey yapamamıştı.
Ne çok şey vardı şimdiye kadar hiç düşünmediği! Artık çocuk değildi ama henüz büyük de
sayılmazdı. Evrenin siyah silindir şapkasından çıkanlan tavşanın sık tüylerinin dibine gitmeye
başlamış olduğunu anlıyordu şimdi. Bu filozof onun düşüşünü durdurmuştu. Filozof (kadın
mı yoksa erkek miydi acaba?), onu ensesinden yakalayıp kürkün yüzeyine, bir zamanlar
çocukken oynadığı yerlere çıkarmıştı. Sofi burada, ince tüylerin ta en tepesinde dünyayı sanki
ilk kez görüyormuş gibi olmuştu.
Filozof Sofi'yi kurtarmıştı hiç kuşkusuz. Mektupların sahibi bu meçhul şahıs, onu gündelik
hayatın sıradanlığından kurtarmıştı.
Annesi saat beş şıralarında eve geldiğinde, Sofi onu elinden çekip salonda bir sandalyeye
oturttu ve:
- Anne, diye söze başladı. Yaşamak ne garip bir şey, değil mi?
Annesinin aklı öyle bir karıştı ki, ne cevap vereceğini bilemedi. Genellikle eve geldiğinde
Sofi oturmuş ödevlerini yapıyor olurdu çünkü.
- Şeyy... evet, dedi annesi, bazen öyle gerçekten.
- Bazen mi? Benim demek istediğim başka bir şey: yani bu dünyanın varolması çok garip bir
şey değil mi?
- Aman Sofi, ne biçim konuşma bu böyle!
28
SİLİNDİR ŞAPKA
- Niye? Sence dünya çok normal bir şey mi yani?
- E, tabii. Hiç değilse çoğu zaman.
Sofi, filozofa hak verdi. Büyükler dünyayı olağan görüyorlardı. Çoktan gündelik hayatın yüz
yıllık güzellik uykusuna dalmışlardı bile.
- Hah! Dünyaya öyle alışmışsın ki artık dünya seni şaşırtmıyor.
- Neler söylüyorsun sen!
- Diyorum ki, dünyaya alışmışsın. Hiçbir şeyden anladığın yok!
- Hayır Sofi, benimle böyle konuşamazsın!
- Öyleyse sana başka türlü anlatayım: tam şu anda evrenin siyah silindir şapkasından çıkarılan
beyaz bir tavşanın kürkünün en dibinde yaşıyorsun sen. Birazdan patatesleri ocağa
koyacaksın. Sonra gazete okuyup yarım saat kestirdikten sonra haberleri izleyeceksin.
Annesinin yüzünde kaygılı bir ifade belirdi. Kalkıp, tam da Sofi'nin dediği gibi mutfağa
giderek patatesleri ocağa koydu. Birazdan salona geri gelip bu kez de o Sofi'yi iteleyerek bir
sandalyeye oturttu:
- Seninle konuşmak istediğim bir konu var, diye başladı. Sofi, annesinin sesinden bunun ciddi
bir şey olduğunu anladı.
- Uyuşturucularla filan ilgin olmadı hiç, değil mi canım? Sofi, gülmeye başladı, ancak
annesinin niçin şu anda bu soruyu sorduğunu anlıyordu.
- Deli misin anne? dedi. O zaman insan daha da uyuşuk olur!
O öğleden sonra, bir daha ne uyuşturuculardan ne de beyaz tavşanlardan sözedildi.
29
MİTLER
...iyi ve kötü güçler arasında nazik bir denge...
Ertesi sabah posta kutusunda Sofi'ye mektup yoktu. Okulda uzun ve sıkıcı bir gün geçirdi.
Teneffüslerde Jorün'le ilgilenmeye özen gösterdi. Eve dönerlerken orman kurur kurumaz
çadırla kamp yapmayı kararlaştırdılar.
İşte yine posta kutusunun başındaydı Sofi. Önce Meksika damgalı küçük bir zarf buldu. Kart
babasındandı. Babası evlerini özlediğini ve kaptanı ilk kez satrançta yenebildiğini yazıyordu.
Bunun dışında, sömestir tatilinde eve geldikten sonra gemiye beraberinde götürdüğü yirmi
kilo ağırlığındaki kitapların hepsini okuyup bitirmişti.
Ve evet, posta kutusunda üzerinde kendi adı yazılı bir san zarf da vardı! Sofi çantasıyla diğer
mektupları eve bırakıp, Ge-çit'e koştu. Zarftan daktilo kağıdıyla yazılmış sayfalan çıkartıp
okumaya koyuldu:
Mitsel dünya görüşü
Merhaba, Sofi! Anlatılacak çok şey var, en iyisi bir an önce başlamak.
Felsefe deyince, Yunanistan'da İ.Ö. 600 yıllarında doğmuş yeni bir düşünüş biçimini
kastediyoruz. Bundan önce, insanların tüm sorularına çeşitli dinler yanıt getiriyordu. Bu tür
dini açıklamalar, mit-/er yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Mit, yaşamı açıklamaya! yönelik
tanrısal anlatıdır.
Binlerce yıl boyunca felsefi sorulara dinsel açıklamalar geti-
30
MİTLER
rilmiştir. Yunanlı filozoflarsa insanlara bu yanıtlara güvenilemeyeceğini göstermek
istemişlerdi.
İlk filozofların düşüncelerini anlayabilmek için önce mitsel dünya görüşünün ne olduğunu
bilmek zorundayız. Bunu İskandinavya'dan bazı mitsel kavrayışlarla örnekleyelim. Hemen
yanıbaşımız-dadır aradığımız şey çoğu zaman!
Mutlaka elinde çekiciyle Tor' dan sözedildiğini duymuşsundur. Norveç'de Hıristiyanlık
yayılmadan önce, insanlar Tor'un, iki keçinin çektiği bir araba ile gökyüzünde dolaştığına
inanırlardı. Tor çekicini şöyle bir salladığında şimşek çakar, fırtınalar kopardı. "Fırtına"
sözcüğü de buradan gelir: "Tordönn" ya da Tor'un patlaması. İsveççe'de fırtına "aaska "dır -
aslı "aas-aka" - ve gökyüzünde "tanrı gezintisi" anlamına gelir.
Şimşek ve fırtınaların ardından yağmur gelir. Vikingler zamanında toprakla uğraşanlar için
yağmur son derece hayati bir öneme sahipti kuşkusuz. Tor'a bu yüzden, bereket tanrısı olarak
taparlardı.
Yani, niye yağmur yağar? sorusuna verilen mitsel yanıt, Tor'un çekicini sallamasıydı. Yağmur
olunca da tarlalar yeşerir, ekinler boy atardı.
Toprakta yetişen bitkiler, bunların nasıl büyüyüp meyve verdiği de, anlaması güç şeylerdi.
Ancak insanlar bunun yağmurla bir ilişkisi olduğunu arılayabiliyorlardı. Ve de yağmurun
Tor'la bir ilişkisi vardı. Bu durum, Tor'un en önemli tanrılardan biri oluşunun başlıca
nedeniydi. Tor'un önemli bir tanrı oluşunun bir başka nedeni de tüm dünya düzenine ilişkindi.
Vikingler dünyanın insanların yaşadığı kısmının sürekli dış tehlikelerin tehditi altında olan bir
ada olduğuna inanıyorlardı. Dünyanın bu kısmına Midgard diyorlardı. Bu sözcük, en ortadaki
krallık anlamına geliyor. Midgard'da tanrıların evi Aasgard da bulunuyordu. Midgard'ın
dışında Utgard, yani dıştaki krallık yeralıyordu. Burada, dünyayı her fırsatta mahvetmeye
çalışan, korkunç devler yaşıyordu. Bu tür kötülük dolu yaratıklara "kaos güçleri" de diyoruz.
İs-
31
SOFİNİN DÜNYASI
kandinav dininde ve hemen tüm diğer kültürlerde, insanlar, iyi ve kötü güçler arasında nazik
bir denge buluyorlardı.
Devlerin dünyaya yapabilecekleri kötülüklerden birisi, bereket tanrıçası Fröya'yı kaçırmaktı.
Bunu başarabilirlerse toprakta artık hiçbir şey yetişemez, kadınlar çocuk doğuramazlardı. Bu
yüzden iyi tanrıların bunlara karşı durmaları çok önemliydi.
Tor burada da önemli bir rol oynuyordu. Çekici yalnızca yağmur yağdırmakla kalmıyor,
gerektiğinde tehlikeli güçlere karşı kullandığı bir silah oluyor ve ona neredeyse sınırsız bir
güç sağlıyordu. Mesela çekicini devlerin arkasından attığı gibi onları öldürebiliyordu. '
Çekicini kaybetmek diye bir korkusu da yoktu, çünkü çekiç bir bumerang gibi her seferinde
ona geri dönüyordu.
Bu, doğanın düzeninin nasıl korunduğunun ve iyiyle kötü arasında neden sürekli bir savaş
olduğunun mitsel açıklamasıydı. Filozoflar da tam bu türden açıklamalardan kurtulmak
istiyorlardı. İş yalnızca açıklamalarla da bitmiyordu. İnsanlar elleri kolları bağlı oturup
kuraklık, bulaşıcı hastalık gibi felaketlerin başlarına gelmesini bekleyemezlerdi. Kötülüklere
karşı savaşa geçen onlar olmalıydı. Bunu da çeşitli dinsel eylemler ya da ayinler yoluyla
gerçekleştirirlerdi.
Vikingler dönemindeki en önemli dinsel eylemlerden biri kur-ban adamaktı. Bir tanrıya
kurban vermek, o tanrının gücünü artırmaya yarardı. İnsanlar, tanrıların kaos güçleriyle
mücadele etme güçleri artsın diye kurban verirlerdi örneğin. Bu çoğunlukla bir hayvan kurban
etmek şeklinde olurdu. Tor'a genellikle keçi kurban edilirdi. Tanrı Odin'e insan kurban
edildiği de olurdu.
Norveç'te en çok bilinen mitlerden biri, Trymskvida destanında anlatılır. Destana göre bir
keresinde Tor uykuya dalar; uyandığında çekicinin yokolduğunu görür. Tor bu duruma
korkunç sinirlenir, elleri sinirden titrer, sakalı hırstan yerinden oynar. Arkadaşı Löke ile
Fröya'ya gidip, ondan kanatlarını ödünç ister. Löke bu kanatlarla Jo-tunheimen'a uçup, Tor'un
çekicini devlerin çalıp çalmadığını anla-
32
MİTLER
yacaktır. Löke burada devlerin kralı Trym 'le karşılaşır. Trym, çekici yerin yedi kat dibine
sakladığını söyleyerek böbürlenir. Ve, Fröya ile evlenmezse çekici geri vermeyeceğini söyler.
Anlıyor musun Sofi? İyi tanrılar korkunç bir rehin alışla karşı karşıyalar. Devler tanrıların en
önemli savunma silahlarını ele geçirmişler ki bu akıl almaz bir durum. Devler Tor'un çekicini
ellerinde bulundurdukları sürece, tanrıların ve insanların dünyası üzerinde mutlak bir güce
sahip olurlar. Çekice karşılık olarak da Fröya'yı istemekteler. Ancak böyle bir değiş tokuş da
olanaksız bir şeydir: Tanrılar tüm yaşamı bağışlayan bereket tanrıçasını verecek olurlarsa,
otlar sararır, tanrılar ve insanlar ölür. Sonuç olarak işler müthiş bir şekilde sarpa sarmış
durumdadır. Korkunç tehlikeler doğuracak talepleri karşılanmadıkça, Paris ya da Londra'nın
orta yerinde bir atom bombası patlatacaklarını söyleyen bir terörist grubu düşünürsen, ne
demek istediğimi anlarsın.
Mite göre Löke Aasgard'a geri döner. Fröya'dan gelinlik elbiselerini giymesini, çünkü devlere
gelin gitmesi gerektiğini anlatır. (Ya, maalesef! Maalesef!) Fröya çok sinirlenir, gidip
devlerden birisiyle evlenecek olursa herkesin ona erkek delisi diyeceğini söyler.
Bu arada tanrı Heimdatm aklına parlak bir fikir gelir. Fröya'nın yerine Tor'un gelin kılığına
girmesini önerir. Tor'un saçlarını bağlayıp, göğüs yerine taş koyarlarsa Tor kadına
benzeyecektir. Tor elbette bu öneriden çok hoşlanmaz ama, Fröya'yı devlerin elinden
kurtarmanın tek yolunun Heimdal'ın önerisine uymak olduğunu anlar.
Sonuç olarak Tor gelin kılığına girer ve Loke'yi nedime olarak yanına alır. Löke, "hadi kadın
kadına Jotunheimen'a gidelim" der.
Modern bir deyişle, Tor ve Loke'nin tanrıların "terörle mücadele polisi" olduklarını
söyleyebiliriz. Kadın kılığına girerek devlerin kalesini kuşatacak, Tor'un çekicini
kurtaracaklardır.
Jotunheimen'a varır varmaz devler düğün şöleni hazırlıklarına başlarlar. Gel gör ki şölen
sırasında gelin - yani Tor - koskoca bir öküzü ve sekiz koca balığı mideye indirir. Üç fıçı da
bira içer. Trym bu
33
SOFİNİN DÜNYASI
durumdan şüphelenir. "Komando erlerinin" foyasının ortaya çıkmasına ramak kalmıştır.
Ancak Löke, Fröya'nın Jotunheimen'a gelme heyecanı içinde sekiz gündür ağzına tek bir
lokma koymadığını söyleyerek bu tehlikeli durumun altından kalkmayı becerir.
Trym bu kez de getini öpmek üzere duvağı kaldırır, ancak Tor'un keskin bakışlarıyla
karşılaşınca korkuyla geri çekilir. Löke, gelinin düğün sevincinden sekiz gecedir gözüne bir
damla uyku girmediğini söyleyerek, yine durumu kurtarır. Trym bunu üzerine çekicin
getirilmesini ve nikah sırasında gelinin kucağına konmasını emreder.
Çekiç kucağına konunca Tor'un çok eğlendiği anlatılır destanda. Çekiciyle önce Trym'i sonra
da bütün devleri öldürür. Böylece terör draması mutlu bir sona kavuşur. Tanrıların "Batman"ı
ya da "James Bond"u Tor, kötü güçleri bir kez daha alteder.
Mitin kendisi işte böyle Sofi. Peki ne anlatıyor bu mit aslında? Sadece komiklik olsun diye
çıkmadığı bir gerçek. Bu mitin de açık-lamakistediği bir şey var. Bir yorum şöyle olabilir:
Kuraklık olduğu zaman insanlar niye yağmur yağmadığını açıklamak zorunda kaldılar. Devler
Tor'un çekicini çaldı diye olmasın sakın? diye düşündüler.
Ya da bu mit, mevsimleri açıklamak üzere yaratılmış olabilir: kışın doğa ölür çünkü Tor'un
çekicini devler çalmıştır. Bahar geldiğinde ise Tor çekicini tekrar ele geçirir. Mitler bu şekilde
insanlara anlamadıkları şeylerin cevabını vermeye çalışır.
Mitler yalnızca açıklamaya çalışmakla kalmaz demiştik. İnsanlar çoğu zaman mitlerle ilişkili
dinsel törenler de yaparlardı. Kurak ya da kötü geçen bir mevsimle ilgili insanların
yapabileceği,, bu miti canlandırmak olabilirdi örneğin. Belki de köylülerden biri çekici
devlerin elinden almak üzere göğsüne taslar koyarak gelin gibi giyinirdi. İnsanlar böylece
yağmur yağıp tarlada başaklar büyüsün diye aktif olarak bir şey yapmış olurlardı.
Doğa olaylarını hızlandırmak için dünyanın pek çok farklı yerinde insanların bu şekilde
"mevsim mitlerini" canlandırdıklarını biliyoruz.
34
MİTLER
İskandinav mitolojisine şöyle bir değinmiş olduk. Tor ve Odin, Fröy ve Fröya, Hodve
Balderve daha çok, pek çok tanrı hakkında sayısız başka mitler vardır. Filozoflar işin içine
girmeden önce bu tür mitolojik açıklamalar pek çoktu. Felsefenin doğuşu sırasında
Yunanlıların da mitsel bir dünya anlayışı vardı. Asırlar boyunca kuşaktan kuşağa tanrıların
öykülerini anlatmışlardı. Eski Yunan'da tanrıların adları Zeus ve Apollo, Hera ve Athene,
Diyonisos ve Asklepios, Herakles ve Hefaistos idi. Bunlar tanrılardan sadece birkaçıydı.
İsadan önce 700 yıllarında Yunan mitlerinin çoğu Homeros ve Hesiodos tarafından yazıya
geçirildi. Bu yeni bir durumun ortaya çıkmasına neden oldu, çünkü mitler yazılır yazılmaz
onları tartışmak da mümkün hale geldi.
ilk Yunanlı filozoflar Homeros'un tanrı öğretisini eleştirdiler, çünkü tanrılar fazlasıyla insan
gibiydiler ve bizim kadar bencil ve güvenilmez idiler, ilk kez mitlerin belki de yalnızca
insanların uydurması olduğu söylendi.
Mitlerin eleştirisini yapan filozoflardan biri, İ.Ö. 570 yıllarında yaşamış Ksenofanes'dir.
"İnsanlar kendilerine bakarak tanrıları yaratmışlardır," der Ksenofanes. Tanrıların biz insanlar
gibi doğduklarına, bizim gibi vücutları olup bizim gibi giyindiklerine ve konuştuklarına
inanmışlardır. Siyah derililere göre tanrılar siyah derili ve basık burunludur; Trakyalılara göre
ise mavi gözlü ve sarışın. Ve evet, eğer öküzler, atlar ve aslanlar resim yapabilselerdi, tanrıları
öküz, at ve aslan gibi çizerlerdi kuşkusuz!"
Tam bu çağlarda Yunanlılar Yunanistan, Güney İtalya ve Küçük Asya'da pek çok şehir
devleti kurdular. Bedensel çaba gerektiren tüm işleri köleler görürken, özgür yurttaşlara
politika ve kültürle uğraşacak bol zaman kalıyordu.
Bu kent ortamlarında insanların düşünce biçimlerinde müthiş ilerlemeler oldu. Birey artık tek
başına toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğini sorgulayabiliyordu. Aynı şekilde birey, hazır
mitlerin açıklamasına inanmak zorunda kalmadan felsefi sorular sora-
35
SOFfNİN DÜNYASI
biliyordu.
Böylelikle, mitsel düşünce tarzından deneyim ve sağduyuya dayalı bir düşünüş biçimine
geçildi diyoruz. İlk Yunan filozoflarının amacı, doğal süreçlere doğal açıklamalar getirmekti.
Sofi büyük bahçede dolanıp duruyordu. Okulda öğrendiği her şeyi unutmaya çalıştı. En
önemlisi Doğa Bilgisi dersinde öğrendiklerim unutmaktı.
Başka hiçbir şey bilmeden bu bahçede doğup büyümüş olsaydı, bahan nasıl algılardı kim
bilir?
Niye durup dururken yağmur yağdığına dair bir şey uydurmaya mı çalışırdı? Niye karın
yokolup güneşin gökyüzünde yükseldiğine de bir açıklama kurar mıydı acaba?
Evet, mutlaka böyle olurdu. Böylece başladı uydurmaya:
Soğuk kış sarmıştı yeryüzünü, çünkü kötü kalpli Muriat güzel prenses Sikita'yı soğuk bir
mahzene hapsetmişti. Ancak bir gün cesur prens Bravato gelip prensesi kurtardı. Sikita o
zaman mutluluktan dansetmeye başlayarak, zindanda yazdığı bir şarkıyı söylemeye başladı.
Toprak ve ağaçlar öyle duygulandılar ki, hemen o an karlar gözyaşına dönüştü. Ama o zaman
da güneş gökyüzünde yerini alıp tüm gözyaşlarını kuruttu. Kuşlar Sikita'nn şarkısını
söylemeye başladılar ve güzel prenses sarı saçlarını çözüp lüleleri toprağa düştüğünde yerde
nilüferler açtı...
Sofi hikâyesini pek beğendi. Mevsimlerin nasıl değiştiğini hiç öğrenmemiş olsa, uydurduğu
bu hikâyeye inanmaktan başka bir şey yapmayacağına emindi.
insanların her zaman doğada olup bitenleri açıklama ihtiyacını duymuş olduklarını anlıyordu,
insanların bu tür açıklamalar getirmeden yaşamaları olanaksızdı belki de. Bu yüzden bilimin
olmadığı o çağlarda bütün bu mitleri uydurmuşlardı.
36
DOĞA FİLOZOFLARI
...hiçbir şey yoktan varolamaz...
Annesi o akşam üzeri işten geldiğinde Sofi bahçede oturmuş, bu felsefe kursu ile babasının
yolladığı yaşgünü kartını alamayacak olan Hilde Möller Knag arasında nasıl bir bağ
olabileceğini düşünüyordu.
Annesi uzaktan "Sofi!" diye sesleniyordu. "Sana bir mektup var!"
Kalbi yerinden hopladı. Posta kutusuna daha önce baktığına göre bu mektup filozoftan geliyor
olmalıydı. Annesine ne diyecekti şimdi?
Salıncaktan yavaşça kalkıp annesine doğru gitti.
- Mektupta pul yok. Aşk mektubu bu, bak gör. Sofi mektubu aldı.
- Açmayacak mısın? Ne demeliydi?
- Annesi omuzunun üzerinden bakıp dururken aşk mektubu açan birini gördün mü hiç?
Annesi böyle bir şey olduğuna inansın daha iyiydi. Aslında müthiş utanıyordu bunu söylerken
çünkü yaşı daha aşk mektupları için pek küçüktü. Ama yabancı bir filozoftan, hem de
kendisiyle kedi-fare gibi oyun oynayan bir filozoftan gelen bir mektupla kursa başladığının
ortaya çıkması bir bakıma daha utanç verici bir şey olurdu.
Bu sefer gelen küçük beyaz zarflardan biriydi. Sofi yukarı, odasına çıktı ve zarfın içindeki
kâğıt parçasında yazılı olan üç yeni soruyu okudu:
37
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Her şeyin temelini oluşturan bir öz madde var mıdır?
Su şaraba dönüşebilir mi?
Toprak ve su nasıl yaşayan bir kurbağaya dönüşebilir?
Sofi soruların epey uçuk olduğunu düşünse de bütün gece bunları düşünmeden edemedi.
Ertesi gün okulda da soruların birini bırakıp öbürüne kafa yordu.
Her şeyin temelini oluşturan bir "öz madde" var mıydı? Dünyadaki her şeyin ondan meydana
geldiği bir "madde" olduğu varsayılsa bile, bu şey nasıl olup da birdenbire bir dü-ğünçiçeğine
ya da diyelim ki bir file dönüşebilirdi?
Suyun şaraba dönüşebilmesine de yine aynı şekilde karşı çıkmak mümkündü. Sofi îsa'nm
suyu şaraba dönüştürme hikâyesini duymuş ama bunu hiçbir zaman kelimenin gerçek
anlamıyla ele almamıştı, tsa bunu başarmış olsa bile bu bir mucize demek olurdu ki, mucize
de aslında gerçekte olamayacak bir şey demekti. Sofi şarapta ve doğadaki diğer hemen her
şeyde çok fazla su olduğunun bilincindeydi. Ancak salatalığın yüzde 95'i su bile olsa,
salatalığı su değil salatalık yapan başka bir şeyin de olması gerekti.
Bir de şu kurbağa meselesi... Felsefe öğretmeni kafayı kurbağalarla bozmuştu anlaşılan. Sofi,
kurbağanın toprak ve sudan meydana gelmiş olduğunu kabul edebilirdi, ancak toprağın tek bir
maddeden oluşmamış olması şartıyla. Toprak bir çok maddeden oluşuyorsa, toprak ve suyun
birlikte kurbağayı oluşturduğu düşünülebilirdi elbette. Tabii toprak ve sudan, önce kurbağa
yumurtası sonra da tetari oluşursa. N% kadar iyi sularsak sulayalım, kurbağanın bir bitki gibi
bahçede boy atması beklenemezdi kuşkusuz.
O akşamüstü okuldan eve .geldiğinde posta kutusunda kalın bir zarf onu bekliyordu. Sofi
şimdiye kadar hep yaptığı gibi yine Geçit'e gitti.
38
DOĞA FİLOZOFLARI
Filozofların projesi
Tekrar merhaba! Beyaz tavşanlardan filan «özetmeden doğruca bu günkü dersimize
başlayalım.
Sana kabaca Yunanlılardan günümüze dek insanların felsefi sorular konusunda neler
düşündüklerini anlatacağım. Tabii her şeyi yeri ve zamanı geldikçe.
Filozoflar başka bir zamanda -ve de bizim kültürümüzden tamamen apayrı bir kültürdeyaşadıkları
için, her bir filozofun projesinin ne olduğunu sormak akıllıca olabilir. Bununla,
her bir filozofu özellikle ilgilendiren sorunun ne olduğunu bulmayı kastediyorum. Bir filozof
bitkiler ve hayvanların nasıl oluştuğuyla ilgileniyor olabilir. Bir başkası tanrının varolup
olmadığı veya insanlarda ölümsüz bir ruhun olup olmadığıyla ilgileniyordur.
Bir filozofun "projesinin" ne olduğunu ortaya koyabilirsek, onun düşünce biçimini takip
etmek de kolaylaşır. Çünkü tek bir filozof tüm felsefi sorularla uğraşmaz.
Burada "o" derken filozofların genelde erkek olduğuna değinmek istiyorum. Çünkü felsefe
tarihini belirleyenler erkek düşünürler olmuştur. Bunun nedeni kadının hem cinsel hem de
düşünen bir varlık olarak ezilmiş oluşudur. Bu büyük bir kayıptır, çünkü bu şekilde pek çok
önemli deneyimden yoksun kalınmıştır. Kadınların felsefenin tarihine girişi ilk kez bu
yüzyılda olmuştur.
Sana ödev vermeyeceğim; en azından zor matematik problemleri olmayacak verdiklerim.
İngilizce fiil çekimiyle de hiç ilgilenmem zaten. Ancak arada bir sana küçük alıştırmalar
verece ğim.
Bu koşulları kabul ediyorsan, haydi başlayalım.
39
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Doğa filozofları
Doğa ve doğal süreçlerle ilgilendikleri için Yunanistan'daki ilk filozoflara "doğa filozofları"
diyoruz.
Her şeyin başının ne olduğunu sormuştuk. Bugün pek çok insan, şeylerin bir zamanlar yoktan
varolmuş olması gerektiğine inanıyor. Eski Yunanlılarda ise bu düşünce böyle yaygın bir
düşünce değildi. Onlar "bir şeylerin" hep varolmuş olduğundan hiç şüphe etmiyorlardı
nedense.
Dolayısıyla şeylerin yoktan varolmuş olması onlar için önemli bir sorun değildi. Buna karşılık
Yunanlılar suyun nasıl yaşayan bir balığa, cansız toprağın nasıl rengârenk bir çiçeğe
dönüştüğünü merak ediyorlardı. Ve tabii bir çocuğun annesinin karnında nasıl meydana
geldiğini de!
Filozoflar doğada her şeyin nasıl değiştiğini gözleriyle görüyorlardı. Ancak bu değişimler
nasıl mümkün oluyordu? Bir şey bir maddeden diğerine -mesela yaşayan bir canlıya- nasıl
dönüşebiliyordu?
Tüm filozofların üzerinde anlaştığı nokta, bütün bu değişimlerin arkasında belli bir özün
olması gerektiğiydi. Bu düşünceye nasıl vardıklarını bilemiyoruz. Bilebildiğimiz tek şey,
doğadaki tüm değişimlerin ardında neredeyse pusuya yatmış bir şey olduğu düşüncesinin
gelişmiş olduğu, her şeyin ondan gelip ona döndüğü "bir şey" olmalıydı.
Bizim için en ilginç şey bu ilk filozofların buldukları yanıtlar değil. İlginç olan hangi soruları
sordukları ve bu sorulara ne tür yanıtlar aradıkları. Ne düşündüklerinden çok nasıl
düşündükleri önemli bizim için.
Doğadaki görünür değişimlerle ilgili sorular sorduklarını kesinlikle söyleyebiliriz. Genelgeçer
doğa yasaları bulmaya çalıştılar. Kendilerine sunulan mitlere başvurmaksızın, doğada
olup bitenleri anlamak istiyorlardı. Her şeyden önce, doğanın kendisini
40
DOĞA FİLOZOFLARI
inceleyerek doğal süreçleri anlamaya çalışıyorlardı. Bu, şimşek ve gök gürültüsünü, yaz ve
kışı tanrıların dünyasında olup bitenlerle açıklamaktan çok farklı bir şeydi!
Felsefe bu şekilde kendini dinden bağımsız kıldı. Doğa filozoflarının bilimsel düşünce
doğrultusunda ilk adımı attıklarını söyleyebiliriz. Böylece sonraki doğal bilimlere öncülük
ettiler.
Doğa filozoflarının yazıp söylediklerinin büyük çoğunluğu bugün yitik. İlk filozoflardan
birkaç yüz yıl sonra yaşamış Aristoteles'in yazdıklarında birşeyler buluyoruz. Çoğunlukla,
bunlarda Aristoteles kendinden önceki filozofların vardığı sonuçlara değinir. Bu, bizim
onların bu sonuçlara nasıl vardıklarını her zaman bilemeyeceğimiz anlamına geliyor. Yine de
ilk Yunan filozoflarının "projelerinin" doğanın özü ve doğadaki değişimlere dair olduğunu
öne sürebileceğimize eminiz.
Miletos'lu üç filozof
Bildiğimiz ilk filozof, Anadolu'da bir Yunan kenti olan Miletos'ta yaşamış Thales'tir. Thales
dünyayı çok gezip dolaşmıştı. Mısır'daki bir piramidin boyunu, kendi gölgesi tam kendi
boyuna eşit uzunluktayken piramidin yerdeki gölgesini ölçerek bulduğu anlatılır. İ.Ö. 585
yılında bir güneş tutulmasını önceden saptadığı da söylenir.
Thales her şeyin özünün su olduğunu öne sürmüştür. Bununla tam olarak neyi kastettiğini
bilmiyoruz. Belki de her türlü yaşamın suda oluştuğunu ve her şeyin sonunda yine suya
dönüştüğünü söylemek istiyordu.
Mısır'dayken Nil'in suları çekilir çekilmez deltadaki tarlalarda nasıl bitkiler yeşerdiğini
gözlemlemiş olmalıydı. Yağmurdan sonra solucan ve kurbağaların nasıl ortaya çıktığını da
görmüştü belki de. •
41
SOFÎ'NIN DÜNYASI
Thales'in suyun nasıl buz ve buhara ve sonra yine tekrar suya dönüştüğünü düşünmüş olması
da beklenir.
Thales "her şey tanrılarla doludur" da demiştir. Bununla ne demek istediğini yine ancak
tahmin edebiliriz. Belki de toprağın çiçeklerden mısırlara, böceklerden karafatmalara kadar
her şeyin kaynağı olduğunu anlamıştı. Buradan da toprağın gözle görülemeyecek kadar küçük
"yaşam özleri" ile dolu olduğunu düşünmüş olabilir. Ne olursa olsun, Thales'in bu sözüyle
Homeros'un tanrılarını kastetmediği kesin.
Bundan sonra bildiğimiz bir başka filozof, yine Miletos'ta yaşamış olan Anaksimandros'\ur.
Anaksimandros, dünyamızın, "belirsizden" ortaya çıkmış ve burada varolan pek çok
dünyadan yalnızca bir tanesi olduğunu öne sürer. Burada "belirsiz" ile neyi kastettiğini
anlamak kolay değilse de, onun Thales gibi bildik bir maddeden sözetmediğini söyleyebiliriz.
Belki de her şeyin özünü oluşturan şeyin, tam da bu nedenle oluşturduğu her şeyden farklı
olmak zorunda oJduğunu kastediyordu. Böyle ise, öz madde sıradan bir su değil "belirsiz bir
şey" olmalıydı.
Miletos'lu bir üçüncü filozof Anakaimenes'M (İ.Ö.570-526). Anaksimenes'e göre her şeyin
özü havaya da uçucu maddeydi. Anaksimenes, Thales'in su hakkındaki öğretisinden elbette
haberdardı. Ancak ya su nereden geliyordu? Anaksimenes, suyun sıkışmış hava olması
gerektiğini öne sürüyordu. Yağmur yağdığında suyun havadan fışkırdığını görüyoruz. Suyu
da biraz daha sı-kıştırırsak toprak olur, diyordu. Belki de buz eriyince nasıl kumun ortaya
çıktığını gözlemlemişti. Aynı şekilde ateşin de incelmiş hava olduğunu söylüyordu. Kısacası
Anaksimenes'e göre toprak, su ve ateşin özü, havaydı.
Toprak ve sudan sonra toprakta yetişen şeylere varmak güç değil. Belki de Anaksimenes
hayatın ortaya çıkabilmesi için toprak, hava, ateş ve suyun birarada olması gerektiğini
düşünüyordu. Ancak çıkış noktası "hava"ydı. Yine o da Thales'in doğadaki
42
DOĞA FİLOZOFLARI
tüm değişimin arkasında bir öz madde olduğu görüşünü paylaşıyordu.
Hiçbir şey yoktan varolamaz
Miletos'lu üç filozof da dünyadaki her şeyi oluşturan bir, tek bir öz madde olması gerektiğini
düşünüyorlardı. Ancak bir madde nasıl birdenbire bir başka madde haline dönüşebilirdi? Bu
problemi dönüşüm problemi diye adlandırabiliriz.
İ.Ö. 500 yıllarında İtalya'nın güneyindeki Yunan kenti Elea'da yaşayan bir kısım filozoflar ya
da "Elea'lılar" bu tür sorularla uğraşıyorlardı. İçlerinde en tanınmışları Parmenides'M (İ.Ö.
540-480).
Parmenides'e göre varolan her şey ezelden beri varolagel-mişti. Bu, Yunanlılar arasında
yaygın bir düşünceydi. Dünyadaki her şeyin ebedi olduğunu neredeyse verili olarak kabul
ediyorlardı. Parmenides, hiçbir şeyin yoktan varolamayacağını öne sürüyordu. Varolan bir şey
de yokolamazdı.
Ancak Parmenides diğerlerinden ileri giderek hiçbir gerçek değişimin mümkün olmadığını da
söylüyordu. Hiçbir şey kendinden başka bir şey olamazdı.
Parmenides doğanın sürekli değişimlere tanık olduğunu görmüyor değildi elbette. Şeylerin
nasıl değiştiğini duyularıyla algılıyordu. Ancak algıladıkları mantığının söylediklerine
uymuyordu. İkisi arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığında mantığının sesine kulak
veriyordu.
"Gözümle görmeden inanmam" dendiğini duymuşuzdur. Ancak Parmenides, gördüğünde de
inanmıyordu. Duyularımızın bizi yanıltıp dünyayı yanlış, mantığımıza uymayan bir şekilde
algılattığını düşünüyordu. Filozof olarak görevinin de "duyunun aldatmacalarını" bulup ortaya
çıkarmak olduğuna inanıyordu.
43
SOFfNÎN DÜNYASI
İnsan mantığına böylesine güvenmeye akılcılık denir. Akılcı dünya bilgisinin kaynağında
insan mantığı olduğuna inanır.
Her şey akar
Parmenides'le aynı zamanlarda Anadolu'da Ephesos'ta Herakleitos (İ.Ö. 540-480) yaşıyordu.
Herakleitos doğanın en belirgin özelliğinin değişim olduğunu düşünüyordu. Duyuların sesine
Parme-nides'ten daha çok güvendiğini de söyleyebiliriz belki.
"Her şey akar," diyordu Herakleitos. Her şey hareket etmektedir ve hiçbir şey kalıcı değildir.
Bu yüzden "aynı dereye iki kez girmek mümkün değildir". Çünkü dereye bir kez daha
girdiğimde hem dere hem de ben değişmişizdir.
Herakleitos dünyanın sürekli zıtlıklar barındırdığına da işaret ediyordu. Hiç hasta olmamışsak,
sağlıklı olmanın ne anlama geldiğini bilemezdik. Hiç aç kalmamışsak, tok olmanın nasıl bir
mutluluk verdiğini bilemezdik. Hiç savaş olmamış olsa, barışın değerini kavrayamaz, hiç kış
olmasa bahar geldiğini anlayamazdık.
Hem iyi hem de kötünün bütün içerisinde gerekli bir yeri vardı Herakleitos'a göre. Zıtlıklar
arasında sürekli bir oyun olmasaydı, dünyanın sonu gelirdi.
"Tanrı gündüz ve gece, yaz ve kış, savaş ve barış, açlık ve tokluktur," diyordu Herakleitos.
Burada "Tanrı" sözcüğünü kullanmasına rağmen, kastetiği Tann'nın mitolojide geçen Tanrı
olmadığı açıktır. Herakleitos için Tanrı -ya da tanrısal olan şey- tüm evreni kapsayan bir
şeydir. Tanrı kendini tam da sürekli değişen ve zıtlıklarla dolu olan doğada ortaya koyar.
Herakleitos, "Tanrı" yerine çoğu kez Yunanca "logos" sözcüğünü kullanır. "Logos" mantık
anlamına gelir. Biz insanlar hep aynı şekilde diişünmesek ya da aynı mantığa sahip olmasak
da, He-raklitos'a göre doğada olup biten her şeyi denetleyen bir çeşit
44
DOĞA FİLOZOFLARI
"evrensel mantık" olması gerekir. Bu "evrensel mantık" -ya da "doğa yasası"- herkes için
geçerli, herkesin uymak zorunda olduğu bir şeydir. Yine de pek çok kişi kendi mantığına göre
yaşar, der Herakleitos. Herakleitos'un insan kardeşleri hakkında pek de yüksek fikirler
beslediği söylenemez. "İnsanların çoğunun fikirleri çocuk oyuncağı kadardır," der.
Kısacası Herakleitos, doğadaki tüm değişim ve zıtlıkların ortasında bir birlik ya da bütünlük
görüyordu. Her şeyin ardındaki bu "şey"e de Tanrı" ya da "logos" diyordu.
Dört ana madde
Parmenides ve Herakleitos bir anlamda birbirinin tam zıttıydı. Par-menides'e göre mantık bize
hiçbir şeyin değişemeyeceğini söylüyordu. Oysa Herakleitos'un duyusal deneyimleri doğada
sürekli bir değişim olduğunu ortaya çıkarıyordu. Hangisi haklıydı? Mantığın sesini mi
dinleyeceğiz yoksa duyularımıza mı güveneceğiz?
Parmenides de Herakleitos da iki şey söylüyor. Parmenides:
a) hiçbir şey değişemez ve b) bu yüzden duyusal algılayışa güvenemeyiz, diyor.
Herakleitos ise:
a) her şey değişiyor ("her şey akar") ve b) duyusal algılayış güvenilirdir, diyor.
Filozoflar arasında ne büyük bir düşünce farklılığı! Ya hangisine hak vermeli? Felsefeyi
girdiği bu çıkmazdan kurtaran Sicil-ya'h Empedokles (İ.Ö. 494-434) oldu. Empedokles,
Parmenides'in de Herakleitos'un da iddialarının birinde haklı olduklarını ve diğer
45
SOFfNİN DÜNYASI
noktada ikisinin de yanıldıklarını öne sürdü.
Empedokles, bu fikir ayrılığının temelinde, her iki filozofun da şeylerin özünde tek bir ana
madde olduğuna inanmaları olduğunu söylüyordu. Bu böyle olsaydı, mantığın söylediği ile
"gözümüzle gördüğümüz" şey arasındaki uçurum kapanamaz bir şey olurdu.
Su elbette bir balığa veya bir kelebeğe dönüşemez. Su aslında değişemez. Saf su sonsuza dek
saf su olarak kalır. Yani Par-menides "hiçbir şey değişmez" derken haklıdır.
Empedokles öte yandan Herakleitos'la duyularımıza güvenmek konusunda hemfikirdir.
Gördüklerimize inanmalıyız ve gördüğümüz şey tam da doğadaki değişimlerdir.
Empedokles, tek bir öz madde bulunduğu yolundaki görüşün bırakılması gerektiği sonucuna
varmıştı. Ne su ne de hava tek başına bir güle ya da kelebeğe dönüşemez. Doğada tek bir "ana
madde" bulunduğu düşünülemez.
Empedokles'e göre doğada böyle dört temel madde ya da kendi deyişiyle "kök" bulunuyordu.
Bu dört kök, toprak, hava, ateş ve suydu.
Doğadaki tüm değişimler bu dört maddenin karışımlarından ve sonra da çözülmelerinden ileri
geliyordu. Çünkü her şey toprak, hava, ateş ve suyun değişik oranlarda karışımından
oluşuyordu. Bir çiçek ya da hayvan öldüğünde bu dört madde tekrar birbirinden ayrışıyordu.
Bu değişimi çıplak gözle görebilmek mümkündü. Ancak toprak, hava, ateş ve su
oluşturdukları maddelerin içinde değişmeden ya da "dokunulmadan" oldukları gibi
duruyorlardı. Yani "her" şeyin değiştiği doğru değildi. Aslında hiçbir şey değişmiyordu. Ne
oluyorsa bu dört değişik maddenin karışmasından, çözülmesinden ve sonra tekrar yine
karışmasından oluyordu.
Bunu bir ressamın resim yapışıyla karşılaştırabiliriz. Ressam tek bir renk, örneğin sadece
kırmızı renk kullanırsa, yeşil ağaçlar
46
DOĞA FİLOZOFLARI
çizemez. Oysa sarı, kırmızı, mavi ve siyah renkleri kullandığında, renkleri farklı oranlarda
karıştırabileceği için yüzlerce değişik renk elde edebilir.
Yemek yapmak konusunda da aynı şeyi söyleyebiliriz. Elimde tek bir unla, pasta yapabilmem
için sihirbaz olmam gerekir. Ama yumurta, un, süt ve şekerle, bu dört ana maddeyle bir sürü
değişik pasta yapabilirim.
Empedokles'in doğanın "kökleri" olarak toprak, hava, ateş ve suyu seçmesi bir tesadüf değildi.
Ondan önceki filozoflar da ana maddenin neden su, hava ya da ateş olması gerektiğini
kanıtlamaya çalışmışlardı. Suyun ve havanın doğada çok önemli yeri olduğuna Thales de
Anaksimenes de işaret etmişlerdi. Eski Yunanlılar ateşin de önemli olduğuna inanıyorlardı.
Örneğin güneşin doğadaki her şey için ne büyük yeri olduğunu görüyor, insanların ve
hayvanların vücutlarının sıcaklığını biliyorlardı.
Empedoktes belki de bir ağaç parçasının yanışını gözlemlemişti. Çünkü burada olan şey tam
da bir şeyin çözülmesidir. Ağacın çıtırdayıp cızırdadığını duyarız. Bu "su"dur. Buradan
duman çıkar. Bu "hava"dır. "Ateş"i görmekteyizdir zaten. Ateş sönünce geriye bir şey kalır.
Bu da kül ya da "toprak"dır.
Empedokles doğadaki değişimlerin bu dört kökün birleşip ayrışmasından dolayı meydana
geldiğini söylerken geriye yine bir soru kalıyordu. Şeylerin biraraya gelip yeni bir hayat
oluşturmalarının nedeni nedir? Ve bir "karışımın", örneğin bir çiçeğin sonra tekrar ayrışması
niyedir?
Empedokles bunu doğada iki farklı güç olmasına bağlıyordu. Bu güçleri "sevgi" ve "çatışma"
diye adlandırıyordu. Şeyleri birbirine bağlayan şey "sevgi", sonra onları birbirinden ayıran şey
ise "çatışma"ydı.
Empedokles burada "madde" ile "güç" arasında bir fark gözetiyor. Bu önemli bir nokta.
Günümüzde de bilim "ana maddeler" ile "doğal güçler" arasında bir ayrım yapar. Modern
bilim de
47
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
tüm doğal süreçleri, bazı ana maddeler ile bir kaç doğal gücün bi-rarada oluşlarıyla açıklar.
Empedokles bir şeyi algıladığımızda neler olduğu sorusunu da ele aldı. Örneğin bir çiçeği
nasıl görebiliriz? Görme anında neler olur? Hiç düşündün mü bunu Sofi? Düşünmedinse işte
şimdi tam sırası 1
Empedokles, doğadaki diğer her şey gibi gözlerimizin de toprak, hava, ateş ve sudan
oluştuğunu düşünüyordu. Gözümüzdeki "toprak" gördüğü şey içindeki toprağı, "hava" havayı,
"ateş" gördüğü şey içindeki ateşi ve "su" da suyu algılar. Gözümüzde bu maddelerden biri
olmasaydı, doğayı da göremezdik.
Her şeyden bir şey
Her şeyin kaynağının tek bir şey, örneğin su olduğu düşüncesini pek benimseyemeyen bir
diğer filozof da Anaxogaras (İ.Ö. 500-428) idi. Anaksagoras, toprak, su, hava ve ateşin
yaşayan şeylere dönüşebildiği fikrini de kabul etmiyordu.
Ona göre doğa, gözle görülemeyecek kadar küçük parçacıklardan meydana geliyordu. Her şey
küçük, daha küçük parçacıklara bölünebilir ancak en küçük parçada bile her şeyden bir şey
vardır. Deri ve saç, deri ve saçtan başka bir şeyden oluşamıyorsa, içtiğimiz süt yediğimiz
yemekte de deri ve saç varolmak zorundadır, diyordu Anaksagoras.
Onun bununla ne demek istediğini modern bir örnekle açıklayabiliriz. Günümüzde laser
tekniğiyle "hologram" denen bir şey yaratmak mümkün. Bir hologram örneğin bir araba
şeklindeyse, bu hologramı parçaladığımızda elimizde geriye yalnızca tamponu gösteren parça
kalmış olsa da hâlâ tüm arabayı görebiliriz. Çünkü parçaların her biri tüm şekli içinde
barındırmaktadır.
Vücudumuz da bir anlamda aynı şekilde oluşmuştur. Parma-
48
DOĞA FİLOZOFLARI
âırndan bir deri hücresi çıkarıp alacak olursam, bu hücre çekirdeği yalnızca derimin özelliğine
dair bilgiler barındırmaz. Aynı hücrede, gözlerimin şekline, saçlarımın rengine, kaç tane ve
hangi özellikte parmağım olduğuna dair bilgiler de vardır. Vücuttaki her hücre, bütün öteki
hücrelerin nasıl olduğunu da tüm ayrıntılarıyla içerir. Yani her bir hücrede "her şeyden bir
şey" bulmak mümkündür. Tüm, her bir parçada kendini gösterir.
Anaksagoras içinde "her şeyden bir şey" barındıran bu "en küçük parçalan" "tohum" veya
"öz" diye adlandırıyordu.
Empedokles'in şeyleri bir bütün haline getiren güce "sevgi" dediğini anımsayalım.
Anaksagoras da şeyleri "düzenleyen" ve hayvanları, insanları, bitkileri ve ağaçları yaratan bir
çeşit güç olduğuna inanıyordu. O, bu güce "ruh" ya da "akıl" (nous) diyordu.
Anaksagoras bildiğimiz ilk Atinalı filozof olması bakımından da ilginçtir. Aslında Anadolulu
olup Atina'ya 40 yaşındayken gelmişti. Ancak burada tanrı-tanımaz olmakla suçlanmış ve bu
nedenle Atina'yı terketmek zorunda kalmıştı. Öne sürdüğü fikirlerden bir diğeri de Güneş'in
bir tanrı olmayıp Mora Yarımadasından irice, kor halinde bir kütle olduğuydu.
Anaksagoras genelde astronomiyle ilgileniyordu. Gökyüzündeki tüm cisimlerin Yer ile aynı
maddeden meydana gelmiş olduğunu öne sürüyordu. Bu fikre bir meteoru inceledikten sonra
varmıştı. Bu nedenle başka gezegenlerde de hayat olduğu düşünülebilir, diyordu. Ayrıca Ay'ın
kendiliğinden ışımadığına, ışığını Yer'den aldığına dikkat çekiyordu. Güneş tutulmasının
nedenini de açıklıyordu.
NOT: Gösterdiğin ilgi için teşekkürler Sofi. Bu bölümde yazılanların tümünü anlamak için bir
kaç kez okuman gerekebilir. Anlamanın da bir bedeli olmalı. Hiçbir bedel ödemeksizin her bir
şeyi anlayan bir arkadaşın olmuş olsa, ona pek özenmezdin sanırım.
Ana madde ve değişimler konusundaki sorunun en güzel çözümüne yarın geleceğiz. Burada
Demokritos ile tanışacaksın.
49
SOFİNİN DÜNYASI
Başka bir şey söylemiyorum şimdilik!
Sofi Geçit'te oturup çalıların arasındaki bir delikten bahçeyi seyre daldı. Tüm okuduklarından
sonra şöyle bir durup düşünmesi gerekiyordu.
Şu bildiğimiz suyun, buz ve buhardan başka bir şeye dö-nüşemeyeceği gün gibi ortadaydı
elbette. Su karpuza bile dö-nüşemezdi, çünkü çoğunluğu su olsa da karpuzda sudan başka
şeyler de vardı. Yine de Sofi'nin böyle emin olmasının nedeni bunları okuyup öğrenmiş
olmasıydı. Buzun sudan baş. ka bir şey olmadığını bilebilir miydi örneğin, eğer bunu bir
yerden öğrenmemiş olsaydı? Bunu bilebilmek için en azından suyun donup nasıl buz
olduğunu ve sonra tekrar nasıl eridiğini dikkatle incelemiş olması gerekirdi.
Sofi yine, başkalarından öğrendiklerini unutarak kendi düşünceleriyle düşünmeye çalıştı.
Parmenides değişimi tümden reddediyordu. Sofi düşündükçe bu konuda ona hak veriyordu.
Parmenides'in sağduyusu, "bir şeyin" birdenbire "bambaşka bir şeye" dönüşebileceğini kabul
edemiyordu. Cesur bir adamdı demek ki Parmenides; çünkü doğadaki değişimleri görebilmek
herkes için çok kolayken, o çıkıp şeylerin değişmediğini söyleyebilmişti. Bu yüzden onunla
çok dalga geçen olmuştu herhalde.
Empedokles de, Dünya'nın birden çok maddeden meydana gelmiş olduğunu söylerken aklıyla
ustalığını ortaya koyuyordu. Böylece, aslında hiçbir şey değişmiyor olsa da, doğadaki
değişimleri açıklamak mümkün oluyordu.
Bu Eski Yunan filozofu, bu sonuca yalnızca aklını kullanarak varmıştı. Doğayı iyice
gözlemişti kuşkusuz, ancak elinde bugünkü bilimin yaptığı gibi kimyasal analizler yapma
olanağı yoktu.
Sofi, Yer'i oluşturan şeyin bu dört madde, yani toprak,
50
DOĞA FİLOZOFLARI
hava, ateş ve su olup olmadığından emin değildi. Ama ne önemi vardı zaten bunun?
Empedokles prensip olarak haklıydı. Aklımızı kaçırmadan gözlerimizin gördüğü değişimleri
açıklayabilmenin tek yolu, şeylerin özünde birden fazla madde olduğu fikrini ortaya
koymaktı.
Felsefenin çok heyecanlı bir şey olduğunu düşünüyordu Sofi. Çünkü tüm bu fikirleri, okulda
öğrendiklerini hatırlamasına hiç gerek olmadan, sadece kendi aklını kullanarak
izleyebiliyordu. Felsefenin aslında öğrenilecek bir şey olmadığı, olsa olsa felsefi düşünme
tarzının öğrenilebileceği kanısına vardı.
51
DEMOKRÎTOS
...dünyanın en müthiş oyuncağı...
Sofi, tanımadığı felsefe öğretmeninden gelen bütün daktilo sayfalarını koyduğu bisküvi
kutusunun kapağını kapadı. Ge-çit'ten dışarı süzülerek, bir süre durup bahçeyi seyretti. Birden
aklına dün olanlar geldi. Annesi onunla "aşk mektubu" diyerek kahvaltıda da dalga geçmişti.
Yine böyle bir şey olmasını engellemek için koşarak posta kutusuna gitti. Ardarda iki gün aşk
mektubu almak, bir kez almaktan tam iki kat daha dalga geçilecek bir şey olurdu!
Posta kutusunda yine küçük, beyaz bir zarf duruyordu! Sofi mektupların gelişinde bir sistem
olduğunu anlamıştı artık: her öğleden sonra büyük, san bir zarf geliyordu. Sofi, bu zarfta
gelenleri okurken, filozof posta kutusuna beyaz, küçük bir zarf bırakıyordu.
Demek ki, Sofi istese filozofun kim olduğunu ortaya çıkarabilirdi. Kadın mı, erkek miydi
acaba? Odasında oturup camdan baksa, posta kutusunu devamlı gözaltında tutabilirdi. O
zaman da gizemli filozofu görebilirdi. Beyaz zarflar posta kutusunda kendiliğinden ortaya
çıkmıyordu ya!
Sofi, ertesi gün posta kutusunu gözetlemeye karar verdi. Hem günlerden cuma olacağı için,
önünde bütün bir hafta sonu da olacaktı.
Bu kez odasına çıkıp zarfı orada açta. Bugün kâğıtta yalnızca tek bir soru vardı. Ama bu soru,
öteki "aşk mektuplarıyla" gelen üç sorudan daha da çılgın bir soruydu:
Lego niçin dünyanın en müthiş oyuncağıdır?
52
DEMOKRÎTOS
Bir kere Sofi, legonun dünyanın en müthiş oyuncağı olup olmadığından pek emin değildi.
Zaten legolarla oynamayı çoktan bırakmıştı. Üstelik legoyla felsefenin ne ilgisi olabilirdi?
Ama Sofi söz dinleyen bir öğrenciydi. Dolabının en üst rafını alt üst ettikten sonra bir naylon
torba içinde, çeşitli büyüklük ve şekillerdeki legolarını buldu.
Böylece uzun zamandır ilk kez legolanyla oynamaya, onları üstüste koyup birşeyler kurmaya
girişti. Oynadıkça da, aklına legolarla ilgili düşünceler gelmeye başladı.
Lego parçalarıyla birşeyler kurmak kolay iş, diye düşündü. Legolann büyüklükleri ve
biçimleri farklı olsa da, her bir parça diğerinin üstüne takılabiliyor. Ayrıca legolar asla
yıpranmıyor. Sofi hiçbir legosunun kırılmadığını hatırladı. Hattâ legoları ilk alındıkları günkü
kadar yeni duruyorlardı. Her şeyden öte, legolarla istediği her şeyi yapabilirdi. Sonra legoları
birbirinden ayırıp, yeniden başka bir şey yapmaya başlayabilirdi.
insan ne isterdi başka? Sofi, legolann gerçekten dünyanın en müthiş oyuncağı olduğu kanısına
vardı. Ama legonun felsefeyle ne ilgisi olduğunu hâlâ anlayabilmiş değildi.
Çok geçmeden Sofi bir bebek evi yapıvermişti. Uzun zamandır bu kadar hoş vakit
geçirmediğini itiraf edecekti neredeyse kendi kendine. İnsan neden oyuncakla oynamayı
bırakıyordu sanki?
Annesi işten geldiğinde Sofi'nin yaptığını görünce:
- Senin hâlâ çocuk gibi oyuncakla oynadığını görmek ne hoş! dedi. *
Sofi:
- Hah! Ben aslında karmaşık bir takım felsefi araştırmalar yapıyorum, diye yanıt verdi.
Annesi derin bir iç çekti. Aklına yine büyük tavşanlar ve silindir şapkalar gelmişti.
Sofi ertesi gün okuldan geldiğinde posta kutusunda içinde
53
"Vf.s
SOFt'NİN DÜNYASI
pek çok sayfa olan san, büyük bir zarf buldu. Zarfı alıp odasına çıktı. Hemen okumaya
başlayacaktı ama bu kez bir yandan da posta kutusunu gözetleyecekti.
Atom teorisi
İşte yine karşındayım Sofi! Bugün sana doğa filozoflarının sonuncusundan, Demokritoddan
sözedeceğim. Demokritos (j.Ö. 460-370) Ege Denizi'nin kuzeyindeki sahil kentlerinden biri
olan Abdera'da yaşıyordu, (.egolarla ilgili sorumu yanıtlamayı başardıysan, bu filozofun
projesini anlamakta güçlük çekmeyeceksindir.
Demokritos, doğadaki değişimlerin bir şeyin gerçekten "değişmesine" bağlanamayacağı
konusunda kendinden önceki filozoflarla aynı fikirdeydi. Bundan ötürü doğadaki her şeyin,
gözle görülemeyecek kadar küçük ve mutlak, hiçbir zaman değişmeyen yapı taşlarından
oluştuğunu varsayıyordu. Demokritos bu en küçük parçacıklara atom adını veriyordu.
"Atom" sözcüğü "bölünemeyen şey" anlamına gelir. Demokritos için, her şeyin temelini
oluşturan bir şeyin daha küçük parçalara bölünemeyeceğini vurgulamak son derece
önemliydi. Eğer bu yapı taşları daha küçük parçalara bölünebilseydi, yapı taşı olma
özelliklerini kaybederlerdi. Evet, atomlar devamlı parçalanıp dursaydı, doğa gittikçe
sulandırılan bir çorba gibi çözülmeye başlardı.
Doğanın yapı taşları mutlak olmak da zorundaydı, çünkü hiçbir şey yoktan varolamazdı.
Demokritos bu konuda Parmenides ve Elea'lılarla aynı görüşteydi. Ayrıca atomların pek ve
yoğun olduğunu öne sürüyordu. Ancak atomlar birbirinin aynı olamazdı. Eğer atomlar
birbirinin aynı olsaydı, bunların nasıl bir araya gelerek hem gelinciği, hem zeytin ağacını,
hem keçi derisini ve hem de insan saçını meydana getirebildiğini açıklayamazdık.
Demokritos'a göre doğada sonsuz sayıda ve farklılıkta atom bu-
54
DEMOKRİTOS
lunmaktaydı. Bazı atomlar yuvarlak ve kaygan, bazıları düzensiz ve yamuktu. Tam da bu
yüzden birleştiklerinde birbirinden çok farklı varlıklar meydana getirebiliyorlardı. Sayıları ve
çeşitlilikleri ne olursa olsun, her biri mutlak, değişmez ve bölünemezdi.
Bir varlık, örneğin bir ağaç ya da bir hayvan ölüp parçalara ayrıldığında, atomlar yeniden
yayılıp başka varlıkları oluştururlar. Çünkü atomlar aslında boşlukta dolanırlar, ancak çeşitli
"girinti" ve "çı-kıntı'ları olduğu için gördüğümüz şeylere takılıp dururlar.
Herhalde şimdi legolarla ne anlatmak istediğimi anlıyorsundur! Legolar da Demokrrtos'un
atomlara atfettiği hemen hemen tüm özelliklere sahiptirler ve tam da bu yüzden bir şeyler
kurmaya çok elverişlidirler. Öncelikle bölünmezdirler. Biçimleri ve büyüklükleri farklı
farklıdır. Yoğun ve sık dokuludurlar. Lego parçalarının "girinti" ya da "çıkıntıları" da vardır
ve bu sayede birbirine takılıp akıl almaz biçimler meydana getirebilirler. Bu yapı sonradan
dağıtılabilir ve aynı parçalardan bu sefer farklı nesneler yapılabilir.
Legoları popüler yapan şey tam da bunların tekrar tekrar kullanılabiliyor olmasıdır. Bir lego
parçası bir gün bir arabanın, ertesi gün bir şatonun parçası olabilir. Ayrıca legoların "mutlak"
olduğunu da söyleyebiliriz. Bir çocuk bugün, bir zamanlar anne veya babasının olan legolarla
oynayabilir.
Bugün artık Demokritos'un atom öğretisinin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Doğa gerçekten
birbiriyle birleşip sonra birbirinden ayrılan atomlardan oluşmaktadır. Burnumun en ucundaki
bir hücrede yer alan bir hidrojen atomu, bir zamanlar bir filin hortumunda bulunmuş olabilir.
Kalp kasımdaki bir karbon atomu, bir zamanlar bir dinozorun kuyruğunda yer almış olabilir.
Günümüzde bilim atomların daha da küçük "temel taneciklere" ayrıştırılabileceğini
bulmuştur. Bu temel taneciklere proton, nötron ve elektron diyoruz. Belki bunlar da
kendinden küçük parçacıklara aynştırılabilir. Ancak fizikçiler bunun bir yerde durmak
zorunda olduğu konusunda birleşiyorlar. Doğayı oluşturan bir takım en küçük
55
SOFÎ'NİN DÜNYASI
parçalar olmak zorunda.
Demokritos'un elinde günümüzde varolan elektronik aletler yoktu. Onun tek aleti mantığıydı.
Ve mantığı ona başka bir seçenek bırakmıyordu. Hiçbir şeyin değişemeyeceğini ve yoktan
varolup sonra yokolamayacağını bir kez varsayıyorsak, o zaman doğa önce biraraya gelen ve
sonra birbirinden ayrılan küçücük yapı taşlarından oluşmak zorundadır.
Demokritos, doğal süreçlere bir takım "güçlerin" ya da "ruhların" müdahale ettiğine
inanmıyordu. Varolan tek şey atomlar ve boşluktur, diyordu. "Özdeksel" olandan başka bir
şeye inanmadığı için, Demokritos'un Özdekçi olduğunu söylüyoruz.
Demokritos'a göre atomların devinimlerinin ardında hiçbir bilinçli "amaç" yoktur. Doğa
tamamen mekaniktir şeydir. Bu her şeyin "rastlantısal" bir biçimde oluştuğu anlamına gelmez,
çünkü her şey doğanın değişmez yasalarını izler. Demokritos olup biten her şeyin ardında
doğal, şeylerin kendinde yatan bir neden olduğunu öne sürüyordu. Bir keresinde de, Pers
ülkesine kral olmaktansa böyle bir doğal neden keşfetmiş olmayı yeğlediğini söylemişti.
Demokritos'a göre atom teorisi algılarımızı da açıklayabiliyordu. Ona göre, algılayışımızın
nedeni atomların boşlukta hareket edişleriydi. Ay'ı görmemizin nedeni "Ay atomlarının"
gözümüze girmesiydi.
Peki ya bilinç? Bilinç de atomlardan, yani maddi "şeyler"den oluşamaz ya! Oluşabilir elbette,
diyordu Demokritos. Ona göre ruh, bir takım özel yuvarlak ve Kaygan "ruh atomlarından"
oluşuyordu. İnsan ölünce bu atomlar etrafa savruluyor, sonra da oluşan yeni bir ruha
katılabiliyorlardı.
Bu, insanın ebedi bir ruha sahip olmadığı anlamına geliyor. Günümüzde de pek çok kişi bu
fikirdedir. Onlar da Demokritos gibi "ruhun" beyne bağlı olduğuna, beyin yokolduğunda
herhangi bir tür bilincin varolamayacağına inanırlar.
Demokritos atom öğretisiyle, Yunan doğa felsefesine bir süre
56
DEMOKRİTOS
için bir nokta koymuş oldu. Demokritos, doğadaki her şeyin "aktığı" konusunda Herakleitos'la
aynı fikirdeydi. Çünkü nesneler bir varoluyor bir yokoluyorlardı. Ancak "akan" her şeyin
ardında "akmayan" bir takım mutlak ve değişmez şeyler vardı. Demokritos bunlara atom adını
veriyordu.
Sofi okurken birkaç kez esrarengiz mektupçunun gelip gelmediğini görmek için posta
kutusuna göz atmıştı. Şimdi de oturmuş caddeye bakarken, okuduklarını düşünmeye
koyulmuştu.
Demokritos, çok basit ama aynı zamanda çok akıllıca düşünmüştü. "Öz madde" ve "değişim"
sorusunun cevabını bulmuştu. Bu soru öyle kapsamlı bir hal almıştı ki, pek çok filozof yıllar
boyunca bunu düşünüp durmuştu. Demokritos ise sonunda mantığını kullanarak sorunun
yanıtını bulmuştu.
Sofi gülmesini zor tutuyordu. Tabii ki doğa hiçbir zaman değişmeyen küçük parçalardan
oluşmuş olmak zorundaydı. Herakleitos da haklıydı öte yandan, çünkü doğadaki her şey
"akıyordu". Tüm insanlar ve hayvanlar bir gün gelip ölüyor, bir sıradağ büe yavaş yavaş
dağılıyordu. Ancak bütün mesele, bu sıradağın da küçük ve bölünemez parçalardan oluştuğu
ve bu parçaların hiçbir zaman yokolmadığıydı.
Demokritos aynı zamanda ortaya yeni sorular da koymuştu. Örneğin her şeyin mekanik bir
şekilde varolduğunu söylemişti. Empedokles ya da Anaksagoras'ın tersine, varoluşumuzda
ruhsal güçlere yer vermiyordu. Üstelik insan ruhunun ebedi olmadığını da öne sürmüştü.
Sofi emin miydi böyle olduğundan?
Tam emin değildi. Nasıl olabilirdi ki zaten; felsefe kursuna daha yeni başlamıştı! .
57
KADER
...falcı aslında öngörülemeyecek şeyleri Öngörmeye çalışır...
Sofi, Demokritos'u okurken bir yandan da posta kutusunu gözlemişti. Ama yine de gidip bir
kontrol etmeye karar verdi.
Sokak kapısını açınca merdivenlerde küçük bir zarf gördü. Ve tabii ki zarfın üzerinde "Sofi
Amundsen" yazılıydı.
Filozof kandırmıştı işte onu! Sofi posta kutusunu gözetlerken, o eve başka bir taraftan
yanaşıp, mektubu merdivenlere bırakarak tekrar ormana koşup ortadan kaybolmuştu. Hay
Allah!
Peki ya Sofi'nin tam da bu gün posta kutusunu gözetlediğini nerden anlamıştı? Pencereden mi
görmüştü acaba? Ne olursa olsun, Sofi mektubu annesi gelmeden bulduğu için seviniyordu.
Odasına çıkıp mektubu açta. Beyaz zarfın köşeleri biraz ıslaktı, üstelik orasında burasında
derin çukurlar vardı. Yağmur filan yağmamıştı son günlerde. Niye ıslaktı zarf?
Küçük kâğıt parçasında şunlar yazılıydı:
Kadere inanıyor musun?
Hastalıklar Tanrının bir cezası mıdır?
Tarihin seyrini hangi güçler yönlendirir?
Kadere inanıyor muydu? Pek emin değildi bundan. Ama kadere inanan pek çok kişi
tanıyordu. Örneğin sınıfında gazetedeki yıldız falını okuyan arkadaşları vardı. Astrolojiye
inanıyorlarsa, kadere de inanıyor olmalıydılar. Çünkü astrologlara göre,
58
KADER
gökyüzündeki yıldızların sıralanışının dünyadaki insanların kaderi üzerinde bir etkisi vardı.
insan yoldan geçen kara kedinin uğursuzluk getirdiğine inanıyorsa, kadere de inanıyor mu
demekti? Düşündükçe aklına kadere dair inanışlara pek çok örnek geliyordu. Niye "şeytan
kulağına kurşun" deniyordu örneğin? Niçin ayın 13'üne rastlayan cuma gününe uğursuz gün
deniyordu? Sofi, pek çok otelde 13 numaralı oda olmadığını duymuştu. Herhalde bâtıl
inançları olan insan çok olduğu için.
"Bâtıl inanç". Garip bir sözcük değil miydi bu da? tnsan Hıristiyanlığa ya da Müslümanlığa
inanıyorsa bunun adına sadece "inanç" deniyordu da, astrolojiye ya da ayın 13'üne rastlayan
cuma gününün uğursuzluğuna inanıyorsa bu birdenbire "bâtıl inanç" oluveriyordu!
tnsan ne hakla başkalarının inancına "bâtıl inanç" diyebiliyordu?
Sofi bir tek şeyden emindi en azından: Demokritos kadere inanmıyordu. O Özdekçiydi.
Yalnızca atomlara ve boşluğa inanıyordu.
Sofi kâğıtta yazılı olan diğer sorulan düşünmeye çalıştı.
"Hastalıklar Tanrı'nın bir cezası mıydı?" Günümüzde kimse inanmıyordu canım artık böyle
şeylere! Ama insanlar hastalandıklarında bir an önce iyileşmek için Tanrıya dua ettiklerine
göre, Tanrı'nın hastalık ve sağlık konusunda insanlar üzerinde bir gücü olduğuna inanıyor
olmalıydılar.
Sonuncu soru biraz daha çetrefildi. Sofi tarihin gidişini neyin belirlediğini hiç düşünmemişti
şimdiye kadar. Ancak sorunun cevabı insanlar olmalıydı herhalde! Tarihi belirleyen Tanrı ya
da kader olsaydı, insanların özgür iradesi diye bir şey söz konusu olamazdı.
Bu özgür irade lafı Sofi'nin aklına başka bir şey getirdi. Niçin esrarengiz filozofun kendisiyle
kedinin fareyle oynaması
59
SOFİ'NİN DÜNYASI
gibi oynamasına izin versin? Neden o filozofa bir mektup yaz-masmdı? Filozof ya bu gece ya
da ertesi sabah posta kutusuna mutlaka san bir zarf koymayacak mıydı? îşte Sofi de felsefe
öğretmenine yazacağı mektubu o zaman posta kutusuna koyabilirdi.
Sofi mektubu yazmaya başladı. Hiç görmediği birine mektup yazmanın oldukça güç bir iş
olduğunu düşünüyordu. Kadın mı erkek mi olduğunu bile bilmiyordu. Yaşlı mı, genç mi
olduğu konusunda da hiçbir fikri yoktu. Hattâ tanıdık biri bile olabilirdi.
Bir süre sonra kısa bir mektupla düşündüklerini dile getirmişti:
Çok sayın filozof! Felsefe konusundaki cömertane yazışma kursunuzu takdirle
karşılamaktayız. Ancak kim olduğunuzu bilememek bizi müteessir etmektedir. Bu yüzden
gerçek adınızla kendinizi takdim etmenizi rica ederiz. Bunun karşılığında evimizi teşrif edip
bir fincan kahve içmeye bu-yurabilirsiniz, ancak annem evde yokken! Annem pazartesi cuma
günleri, saat 7:30 ile 17:00 arasında çalışmaktadır. Ben de aynı sürelerde öğrencilik
yapmaktayım, ancak perşembe günleri dışında saat ikiyi çeyrek geçe evde oluyorum. Ayrıca
oldukça güzel kahve yapabilirim. Şimdiden teşekkürler. Saygılar. Dikkatli öğrenciniz, Sofi
Amundsen, yaş 14.
Kâğıdın en altına da "Acele cevap." diye yazdı.
Mektup biraz fazla ağdalı olmuştu ama yüzünü görmediği birine karşı kullanılabilecek
sözcükleri bulmak hiç de kolay bir iş değildi!
Kâğıdı pembe bir zarfa koyup zarfın arkasını yapıştırdı. Üzerine "Filozofa" diye yazdı.
60
KADER
Bütün mesele zarfı annesine göstermeden kutuya koyabilmekti. Annesi eve gelmeden
koymamalıydı. Ertesi sabah da daha gazete gelmeden posta kutusuna bakmayı
unutmamalıydı. Eğer akşam veya geceleyin kendisine bir şey gelmemişse, pembe zarfım geri
almalıydı.
Her şey bu kadar karmaşık olmak zorunda mıydı?
Günlerden cuma olmasına rağmen Sofi o gece erkenden odasına çıktı. Annesi pizza ve
televizyondaki dizi filmi önererek onu oturma odasında tutmaya çalıştıysa da, Sofi yorgun
olduğunu, yatıp biraz kitap okuyacağını söylemişti. Annesinin televizyon ekranına gömüldüğü
bir sırada dışarıya süzülüp mektubu posta kutusuna bıraktı.
Annesi oldukça endişeli görünüyordu. Büyük tavşanla silindir şapkadan bu yana, Sofiyle biraz
başka bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Sofi annesini üzmek istemiyordu ama, şimdi odasına
çıkıp posta kutusunu gözetlemek zorundaydı.
Annesi saat onbir sıralarında odasına geldiğinde Sofi'yi camdan dışarıya bakar halde buldu.
- Oturmuş posta kutusunu gözetlemiyorsun, değil mi? diye sordu.
- İstediğim şeyi gözetlerim.
- Bence sen iyice aşık olmuşsun Sofi. Biri mektup getirecekse de bunu gece yarısı yapacak
değil herhalde!
Öf! Sofi bu aşık olma tantanasına dayanamıyordu artık! Ama yine de annesinin böyle bir şeye
inanması daha iyiydi. Annesi konuşmasına devam etti:
- Tavşanla silindir şapkadan bahseden o muydu? Sofi evet anlamında başını salladı.
- Şey... uyuşturucu filan kullanmıyor, değil mi?
Şimdi gerçekten üzülmeye başlıyordu annesine. Onun bu tür şeylere kafa yormasına izin
veremezdi. Öte yandan, bü-
61
SOFI'NİN DÜNYASI
KADER
yüklerin eğlenceli düşüncelerin uyuşturucuyla bir ilişkisi olduğunu düşünmeleri dehşet verici
bir şeydi. Büyükler gerçekten iyice saçmalıyorlardı ara sıra. Annesine doğru dönüp:
- Anne, bu tip şeyleri asla kullanmayacağıma söz veriyorum... "O" da uyuşturucu
kullanmıyor. Biraz felsefeyle ilgileniyor o kadar.
- Senden büyük mü?
Sofi başını iki yana salladı.
- Seninle aynı yaşta mı?
Evet anlamında başını öne eğdi.
- Felsefeyle ilgileniyor, öyle mi? Sofi yine başıyla onayladı.
- Çok tatlı bir çocuk olduğuna eminim, canım! Hadi artık biraz uyumaya çalış.
Ama Sofi daha saatlerce uyanık kalıp yolu seyretti. Saat bir sıralarında gözkapakları
ağırlaşmaya başlamıştı. Tam kalkıp yatağına gidecekti ki bir anda gözü ormandan çıkmakta
olan bir gölgeye takıldı.
Dışarısı kapkaranlıktı ama bir insan silueti görmeye yetecek kadar ışık vardı. Bir erkekti bu,
oldukça yaşlı görünüyordu. En azından Sofi'yle yaşıt değildi! Başında bere gibi bir şey vardı.
Bir ara, Sofi'ye, adam eve doğru bakıyormuş gibi geldi ama Sofi tüm ışıklan söndürmüştü.
Adam doğruca posja kutusuna gidip, kutuya büyük bir zarf bıraktı. Tam zarfı bırakırken gözü
Sofi'nin mektubuna takıldı. Elini posta kutusuna sokup zarfı çıkardı. Göz açıp kapayıncaya
kadar ormana doğru yola koyuldu ve patikada koşar adım yürüyüp gözden kayboldu.
Sofi'nin kalbi küt küt çarpıyordu. Aslında üstündeki gecelikle adamın arkasından koşmak
geçiyordu aklından. Ama hayır, geceyarısı tanımadığı bir adamm arkasından gitmeye cesa-
62
ret edemezdi. Yine de inip mektubu alabilirdi en azından.
Aradan bir süre geçtikten sonra yavaşça merdivenlerden inip sokak kapısını dikkatle açtı. Çok
geçmeden elinde zarfla yine odasındaydı. Yatağına oturup nefesini tuttu. Birkaç dakika
bekledi. Evde hâlâ hiçbir ses olmadığından emin olduktan sonra mektubu açıp okumaya
başladı.
Tabii kendi mektubunun cevabı yarından önce gelemezdi.
Kader •
Tekrar merhaba Sofi! Her ihtimale karşı önceden söyleyeyim: sakın beni gözetlemeye
çalışma! Elbette bir zaman görüşeceğiz ama bunun yerini ve zamanını ben saptayacağım. İşte
diyeceğimi dedim; sözüme uymamazlık etmezsin, değil mi? .
Yine filozoflara dönelim. Filozofların doğadaki değişimlere nasıl açıklamalar getirmeye
çalıştıklarını gördük. Daha önceleri bu tür şeyler mitler yoluyla açıklanıyordu.
Ancak hayatın başka alanlarında da bâtıl inançların aşılması gerekiyordu. Bu inançlar
hastalık, sağlık ve politik olaylar konularında karşımıza çıkıyor. Bu iki alanda Yunanlılar
kadere çok inanıyorlardı.
Kadere inanmak ile olayların nasıl gelişeceğinin önceden belirlenmiş olduğuna inanmayı
kastediyoruz. Bu anlayışa hem tarih boyunca hem de günümüzde rastlıyoruz. Kuzey'de bunun
örneklerini eski İzlanda destanlarında görebiliriz.
Gerek Yunanlılarda, gerek dünyanın başka bölgelerinde varolan bir başka inanış da, insanların
kaderlerini kehanet yoluyla öğrenebilecekleri idi. Bu, bir insanın ya da bir ülkenin kaderinin
çeşitli yollarla önceden bilinebileceği anlamına geliyor.
Hâlâ pek çok insan "kâğıt falı", "el falı" ve "yıldız falına" inanmaktadır.
63
SOFfNİN DÜNYASI
Bizim Norveç'ten bildiğimiz bir başka fal türü de kahve falıdır. Kahveyi içtikten sonra çoğu
zaman fincanın dibinde biraz telve kalır. İnsan biraz da hayal gücünü kullanarak burada belli
resimler ya da şekiller görebilir. Telve bir araba şeklini almışsa, kahveyi içmiş olan kişinin bir
araba yolculuğuna çıkacağına inanılır!
Görüyoruz ki "falcı" aslında öngörülemeyecek şeyleri ön görmeye çalışır. Bu her türlü falcılık
için geçerlidir. "Öngörülmeye" çalışılan şey aslında bilinemeyeceği için ve tam da bu nedenle,
falcıların söylediklerinin tersini iddia etmek hiç de kolay bir iş değildir.
Gece gökyüzüne baktığımızda karmakarışık bir halde biraraya gelmiş parıldayan şeyler
görürüz. Tarih boyunca pek çok insan yıldızların hayatımız üzerinde etkisi olduğuna
inanmıştır. Bugün hâlâ önemli kararlar öncesinde astrologlara danışan devlet adamları vardır.
Delphoi'deki kâhin
Yunanlılar kaderlerini Delphoi'deki meşhur kâhin aracılığıyla öğrenebileceklerine
inanıyorlardı. Delphoi'deki kehânet tanrısı Apollon'un ta kendisiydi. Apollon, insanlarla kadın
rahibe Pythia aracılığıyla konuşurdu. Pythia toprakta açılmış bir deliğin başında otururdu. Bu
delikten insanı bayıltıp kendinden geçiren gazlar çıkardı. Bu kokularla trans haline geçen
Pythia, böylelikle Apollon'un sözcüsü haline gelirdi.
İnsanlar Delphoi'ye gelince sorularını önce oradaki rahiplere iletiyorlardı. Bunlar da Pythia'ya.
Pythia sorulara öyle anlaşılması güç ve her anlama gelebilecek yanıtlar veriyordu ki,
rahiplerin bu yanıtları soruyu soran kişilere açıklaması gerekiyordu. Bu şekilde Yunanlılar
Apollon'un bilgeliğinden yararlanıyorlardı. Çünkü Apollon her şeyi, hem geçmişi hem de
geleceği, çok iyi biliyordu.
Pek çok devlet yöneticisi Delphoi'deki kâhine danışmadan sav
64
KADER
vaşa gitmeye veya başka önemli kararlar almaya cesaret edemezdi. Böylelikle Apollon
rahipleri, halkını ve ülkesini çok iyi tanıyan bir tür diplomat ya da danışman rolü
görüyorlardı.
Delphoi'deki tapınağın üzerinde meşhur bir özdeyiş yer alıyordu: KENDİNİ BİL! Bununla
anlatılmak istenen, insanın insan olmaktan öte bir şey olduğuna inanmaması gerektiği ve
hiçbir insanın kaderinden kaçamayacağı idi.
Yunanlılar arasında insanın nasıl sonunda kaderine yakalandı-ğıyla ilgili öyküler
anlatılıyordu. Zamanla bu "trajik" kişiler hakkında oyunlar (trajediler) yazıldı. Bunların en
bilineni Kral Oedipus hakkında olanıdır.
Tarih bilimi ve tıp bilimi
Kader yalnızca sıradan insanların yaşamını belirlemiyordu. Yunanlılar tarihin gidişinin de
kadere bağlı olduğuna inanıyorlardı. Savaşa tanrıların karar verdiğini düşünüyorlardı.
Günümüzde de tarihte olan bitenleri Tanrı'nın ya da başka gizemli güçlerin belirlediğine
inananlar vardır.
Ancak Yunanlı filozofların' doğal süreçlere doğal bir takım açıklamalar getirmeye çalıştığı
sıralarda, tarihsel gidişi de doğal nedenlerle açıklamaya çalışan bir tarih bilimi ortaya
çıkıyordu. Bir devletin savaşta yenilmesi artık tanrıların öç almasıyla açıklanmıyordu. En
tanınmış Yunanlı tarihçiler Herodotos(İ.Ö. 484-424) ve Thukydides (İ.Ö. 460-400) idi.
Yunanlılar hastalıkların da tanrıların işi olduğuna inanıyorlardı. Bulaşıcı hastalıklar
çoğunlukla tanrıların insanlara vetdiği bir ceza olarak görülüyordu. Öte yandan tanrılar
kendilerine doğru bir biçimde kurbanlar verildiğinde insanları yeniden sağlığına
kavuşturabili-yordu.
Bu düşünce tarzı kesinlikle sadece Yunanlılara özgü değildir.
65
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Yakın çağlarda tıp bilimi ortaya çıkana dek, hastalıkların doğaüstü güçlerin işi olarak
görülmesi en yaygın anlayıştı. Örneğin "nezle" sözcüğünün kökeninde insanın yıldızların kötü
"etkisi altında kal. ması" yatar.
Bugün bile değişik hastalıkların, örneğin AiDS'in, Tanrı'mn in. sanlara verdiği bir ceza
olduğuna inanan pek çok kişi vardır. Pek çolı insan da hastalıkların doğaüstü bir biçimde
"iyileştirilebileceğine" inanmaktadır.
Yunanlı filozofların yepyeni bir düşünce biçimiyle ortaya çıktığı sıralarda, hastalık ve sağlığa
da doğal açıklamalar getirmeye çalışan bir Yunan tıp bilimi doğuyordu. Yunan tıp biliminin
kurucusu, Koı adasında İ.Ö. 460 yıllarında doğmuş olan HippokratesMr.
Hippokratesçi tıp geleneğine göre, hastalıklara karşı koymanın en önemli yolu aşırıya
kaçmayan, sağlıklı bir hayat sürmekti. İnsan için doğal olan şey sağlıklı olmaktı. Hastalıklar,
fiziksel ya da ruhsal bir dengesizlik sonucu doğanın "yolundan çıkması"ndan kaynakta nırdı.
İnsanın sağlıklı bir yaşam sürmesinin yolu, dengeli ve uyumlu olmaktan ve "sağlam bir
vücutta sağlam bir kafa"dan geçerdi.
Günümüzde "tıp ahlakı"ndan sözedilmektedir. Bununla, dok' torların belli bazı ahlaksal
kurallar çerçevesinde hareket etmesi g& rektiği kastedilir. Örneğin bir doktorun sağlam bir
kişiye uyuşturucu içeren ilaç yazması yasaktır. Ayrıca bir doktor, hastasının hastalf ğıyla ilgili
olarak kendisine anlattıklarını bir başkasına anlatmama sözünü tutmak zorundadır. Bunlar
kökleri Hippokrates'e uzanan dü-şüncelerdir. Hippokrates öğrencilerinden şu yemini
etmelerini isterdi:
Yeteneklerim ve değerlendirmelerim doğrultusunda tedavimi hastalara yardım etmek ve
onlara asla zarar ve acı vermeme* kaygısıyla kullanacağım. Ne isteyene zehirli ilaç
vereceğim, nf de kimseyi buna teşvik edeceğim. Ne de bir kadına doğurmasın önlemek için
diyafram vereceğim. Hayatımı ve sanatımı temizi
66
KADER
kutsal tutacağım.
Bıçak kullanmayacağım, en derin acılar içinde kıvrananlara karşı bile. Ama bu alanda uzman
olanlara alan açacağım.
Hangi ev olursa olsun gittiğim her eve hastalara yardım et-. mek için gideceğim. Bilerek
haksızlık etmeyecek ve bilerek zarar vermeyeceğim. Özellikle, köle olsun özgür olsun, ne bir
erkek ne de bir kadın vücuduna zarar vereceğim. İnsanlarla girdiğim ilişkide görüp
duyduklarım başkalarına anlatılmayacak bir şeyse, bunu asla açık etmeyeceğim. Çünkü bu
benim için kutsaf bir sırdır.
Bu yemini tutar ve bozmazsam, insanlar hayatıma ve sanatıma saygı duysunlar. Yok eğer
yeminimi bozarsam, başıma bunun tam tersi gelsin.
Sofi Cumartesi sabahı yatağında sıçrayarak uyandı. Rüya mıydı yoksa filozofu gerçekten
görmüş müydü?
Eliyle yatağın altını yokladı. Tabii, gece gelen zarf oradaydı işte. Sofi Yunanlıların kadere
inanışlanyla ilgili tüm okuduklarını hatırladı. 0 zaman bu bir rüya olamazdı.
Filozofu görmüştü tabii! Yalnız bu olsa iyi. Filozofun kendi mektubunu aldığını da görmüştü!
Sofi kalkıp yere çömeldi ve yatağın altına uzandı. Bütün daktilo sayfalarını alıp çıkardı. Bu da
neydi? Ta duvarın dibinde kırmızı bir şey duruyordu. Bir eşarp mıydı ne?
Sürünerek uzanıp kırmızı ipek eşarbı aldı. Emin olduğu tek şey, eşarbın kendine ait
olmadığıydı.
Dikkatle eşarbı incelemeye koyulmuştu ki eşarbın kenarında siyah yazıyla yazılanı görünce
küçük bir çığlık attı: "HÎL-DE".
Hilde! Peki ama kimdi bu Hilde? Nasıl oluyordu da Hil-de'yle yolları böyle kesişiyordu?
67
SOKRATES
...en bilge kişi bilmediğini bilen kişidir...
Sofi üzerine yazlık bir elbise geçirip mutfağa indi. Annesi mutfakta tezgâhın üzerine eğilmiş
duruyordu. Annesine ipek eşarptan sözetmemeye karar verdi.
- Gazeteyi aldın mı? sözleri dökülüverdi ağzından. Annesi ona dönerek:
- Hadi bir iyilik yap da sen alıver gazeteyi bugün, dedi. Sofi çakıl taşlı yolu koşarak geçip
yeşil posta kutusuna vardı.
Gazeteden başka bir şey yoktu. Mektubuna daha cevap gelemezdi zaten. Gazetenin ilk
sayfasında Lübnan'daki Norveçli BM taburu ile ilgili bir haber okudu.
BM taburu... Hilde'nin babasından gelen zarfın damgasında da bu yazmıyor muydu? Ama pul
Norveç puluydu. Belki de Norveçli BM askerleri özel bir Norveç postanesi de götürmüşlerdi
yanlarında...
Mutfağa geri döndüğünde annesi alaycı bir ses tonuyla:
- Gazeteyle de pek ilgilenir oldun son günlerde! dedi.
Neyse ki annesi kahvaltıda da daha sonra da posta kutusundan filan sözetmedi. Annesi
alışverişe gitmek üzere evden çıkınca, Sofi kaderle ilgili mektubu alıp Geçit'e gitti.
Mektupları koyduğu bisküvi kutusunun yanında beyaz bir zarf olduğunu görünce aklı
başından gidecekti neredeyse. Sofi mektubu buraya koyanın kendisi olmadığından emindi.
Bu zarfın da kenarları ıslaktı. Önceki gün aldığı mektup gibi bunun da üzerinde bir takım
derin izler vardı.
68
SOKRATES
Filozof buraya mı gelmişti? Gizli yerini biliyor muydu yani? Ya zarflar niye ıslaktı?
Tüm bu sorulardan başı dönmeye başlamıştı. Zarfı açıp kâğıtta yazılanları okumaya koyuldu.
Sevgili Sofi. Mektubunu büyük bir ilgiyle ve biraz da kalbim burkularak okudum. Kahve
içmeye gelmek konusunda ne yazık ki seni hayal kırıklığına uğratmak zorundayım. Bir gün
mutlaka görüşeceğiz, ancak uzunca bir süre daha Kaptan Virajında kendimi
gösteremeyeceğim sanırım.
Bundan sonra mektupları da kendim getiremeyeceğim. Uzun vadede sakıncalı olabilir bu.
Mektupları küçük ulağım getirecek. Ancak işin güzel yanı bundan sonra mektupların
doğrudan senin gizli yerine bırakılacak olması.
İstersen yine benimle haberleşebilirsin. Bu durumda mektubunu ve de bir bisküvi ya da kesme
şeker parçasını pembe bir zarfın içine koymalısın. Ulak böyle bir zarf görürse, alıp bana
getirecektir.
NOT. Bir bayanın kahve davetini reddetmek hiç hoş bir şey değil. Ancak bazen böyle
gerekiyor.
NOT. NOT. Kırmızı bir ipek eşarp bulacak olursan lütfen ona iyi bak. Bazen insanların
eşyaları birbirine karışır böyle. Okullarda da çok olur bu. Ee, bizim ki de bir felsefe okulu ne
de olsa!
Selamlar, Alberto Knox.
Sofi on dört yıllık yaşamı boyunca yılbaşlarında, yaşgünlerinde filan epey mektup almıştı.
Ama bu mektup hepsinden daha garipti.
Birincisi, mektup pulsuzdu. Posta kutusuna bile konma-mıştı. Bu mektup doğrudan Sofi'nin
süper gizli yerine bırakıl-
69
SOFt'NÎN DÜNYASI
mıştı. îşin tuhafı kuru bahar havasma rağmen bu zarfın da kenarları ıslaktı.
En garip şey kuşkusuz ipek eşarptı. Demek felsefe öğretmeninin başka bir öğrencisi daha.
vardı. Olsundu bakalım! Bu öbür öğrenci, kırmızı ipek eşarbını yitirmişti. Yitirsindi bakahm!
İyi ama ya eşarbını Sofi'nin yatağının altında yitirmeyi nasıl becermişti?
Sonra, Alb'erto Knox... Ne tuhaf bir addı bu!
Ama en azından bu mektupla, Hilde Möller Knag ile felsefe öğretmeni arasında bir ilişki
olduğu ortaya çıkmıştı. Ama Hilde1 nin babasının da durup dururken adresleri karıştırmaya
başlaması anlaşılacak şey değildi!
Sofi, uzunca bir süre oturup Hilde ile kendisi arasında ne tür bir ilişki olabileceğini düşündü.
Ama sonuçta işin içinden çıkamadı. Felsefe öğretmeni bir gün karşılaşacaklarını yazıyordu.
Hilde ile de karşılaşacak mıydı acaba bir gün?
Kâğıdın arkasını çevirdiğinde, bu yüzde de birşeyler yazılı olduğunu gördü:
Doğal bir arlanma duygusundan sözedilebilir mi? En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir.
Gerçek bilgi içimizde mevcuttur. Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.
Sofi, beyaz zarfla gelen kısa cümlelerin daha sonra gelen büyük zarfa bir hazırlık
oluşturduğunu anlıyordu artık. Birden aklına bir şey geldi: eğer "ulak" san zarfı buraya,
Geçit'e getirecekse Sofi bekleyip onun kim olduğunu görebilirdi. Kadın mı, erkek miydi?
Görünce onu hiç bırakmayacak, felsefe hakkında bildiği her şeyi anlattıracaktı! Mektupta
ulağın küçük olduğu yazıyordu. Çocuk muydu acaba?
"Doğal bir arlanma duygusundan sözedilebilir mi?"