16 Eylül 2009 Çarşamba

jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 4. bölüm )

201
SOFİ'NİN DÜNYASI
da anlatmalıyım. Çıkıp biraz dışarda oturalım mı?
Alberto ayağa kalktı. Avuçlarını göğüs hizasında birleştirip kilisenin ortasındaki koridordan
yürümeye başladı. Tanrıyı ya da başka bir takım ruhani konulan düşünür gibi bir hali vardı.
Sofi de onun arkasından yürümeye başladı. Başka bir şey de yapamazmış gibi hissediyordu
kendini zaten!
Dışarıda, tepenin üzeri ince bir çiy tabakasıyla örtülüydü. Doğalı çok olmasına rağmen güneş
henüz sabah sisini aralayıp yüzünü gösterebilmiş değildi. Maria Kilisesi şehrin eski
semtlerinin dışındaki bir bölgeydi.
Alberto kilisenin dışındaki banklardan birine oturdu. Sofi, şu an birisi kendisim görse neler
olacağını düşünmeden edemedi. Sabahın sekizinde bir bankta, hele hele yanında bir keşişle
oturmak pek sık rastlanılan bir manzara değildi doğrusu!
- Saat sekiz, diye söze başladı Alberto. Augustinus'dan bu yana dört yüz yıl geçti ve şimdi
uzun bir okul günü başlıyor. Saat 10'a dek eğitimde varolan tek kurum manastır okullarıydı.
Saat 10 ile 11 arasında ilk katedral okulları ve 12 sıralarında da ilk üniversiteler kurulmaya
başlandı. Bu yıllarda büyük gotik katedrallerin yükseldiğini de görürüz. Bu kilise de 1200
yıllarında ya da bir başka deyişle geç Ortaçağda inşa edilmiştir. Oslo'da daha büyük bir
katedral yapmaya güçleri yetmemişti.
- Yapmalarına da gerek yokmuş bence, diye söze atladı Sofi. Hoşuma gitmeyen bir şey varsa
o da boş katedrallerdir!
- O büyük katedraller içlerine çok kişi sığsın diye yapılmıyordu ki sevgili Sofi! Bunlar
Tanrı'nın onuruna yapılıyor, varlıklarıyla başlı başına bir ibadet oluşturuyorlardı. Ancak
bunlarla beraber geç Ortaçağda bizim gibi filozofları yakından ilgilendiren başka bir şey daha
oluyordu.
- Anlat, anlat lütfen! Alberto devam etti:
202
ORTAÇAĞ
- Bu dönemde İspanya'daki Arapların etkileri hissedilmeye başlandı. Araplar tüm Ortaçağ
boyunca Aristoteles geleneğini diri tutmuşlar, eğitim görmüş Arapların bir çoğu llOO'lü
yılların sonlarından itibaren Kuzey ttalya'daki prenslerin davetlisi olarak İtalya'ya gelmeye
başlamışlardı. Böylelikle Aristoteles'in yazıları tanınmaya, bunlar zamanla Yunanca ve
Arapçadan Latinceye çevrilmeye başlandı. Bu durum doğabi-linı konularına karşı ilgi
uyanmasına yol açtı. Ayrıca Hıristiyan öğretinin Yunan felsefesiyle ilişkisi üzerine yeni
görüşlerin doğmasına da hizmet etti.- Doğabilim konularında Aristoteles'in dediklerinin
ilerisine geçilmedi. Ancak insanın ne zaman "felsefe"nin, ne zaman incil'in sesine kulak
vereceği sorusuna hâlâ bir cevap aranıyordu. Anlıyorsun, değil mi?
Sofi başını salladı. Keşiş sözlerini sürdürdü:
- Geç Ortaçağın ilk ve en önemli filozofu, 1225 ile 1274 yılları arasında yaşamış olan
Aquino'lu Thomas'dır. Roma ile Napoli arasında küçük bir kent olan Aquino'da yaşayıp Paris
Üni-versitesi'nde öğretmenlik yapmaktaydı. Thomas'a "filozof diyorum, ancak o filozof
olduğu kadar teologdu da aynı zamanda. Zaten bu dönemde "felsefe" ile "teoloji" arasında bir
fark da yoktu. Kısaca, Augustinus'un Ortaçağın başında Platon'u "Hıristi-yanlaştırışı" gibi
Aquino'lu Thomas'ın da Aristoteles'i Hıristi-yanlaştırdığını söyleyebiliriz.
- İsa'dan yüzlerce yıl önce yaşamış filozofları Hıristiyanlaş-tırmak biraz acayip değil mi?
- Böyle diyebilirsin belki, ama bu iki büyük filozofun "Hıris-tiyanlaştırılması" ile
kastettiğimiz şey, bunların artık Hıristiyan öğretiye tehdit oluşturmayacak bir şekilde
yorumlanıp açıklanmasıdır. Aquino'lu Thomas için de "meselenin köküne indi" denir.
- Felsefenin kökler ve bitkilerle bir ilişkisi olduğunu bilmiyordum doğrusu!
203
SOFfNtN DÜNYASI
- Aquino'lu Thomas Hıristiyanlıkla Aristoteles felsefesini bağdaştırmaya çalışmış
filozoflardan biridir. Onun inançla bilgi arasında bir büyük sentez yarattığını söylüyoruz ki
bunu da Aristoteles'in sözlerini kelimesi kelimesine ele alarak gerçekleştirdi.
- Ya da demin dediğin gibi "köküne inerek"! Çok az uyuduğumdan olacak, kafam pek iyi
çalışmıyor korkarım. Tüm bu deyimlerle ne demek istediğini açıklar mısın lütfen?
- Aquino'lu Thomas'a göre, felsefenin ya da aklın bize söylediğiyle Hıristiyan öğretinin ya da
inancın söylediği arasında bir karşıtlık olması gerekmez. Çoğu zaman Hıristiyanlıkla felsefe
aynı şeyleri söyler. Bu yüzden biz aklımızın yardımıyla İncil'de yazan doğrulara ulaşabiliriz.
- Nasıl olur? Aklımız bize Tanrı'nın dünyayı altı günde yarattığını nasıl söyleyebilir? İsa'nın
Tann'nın oğlu olduğunu aklımızla nasıl bilebiliriz?
- Doğru, bilemeyiz. Bu tür "inanç gerçekleri"ne ancak inançla ye Hıristiyanlığın verdiği
ilhamla varılabilir. Ancak Thomas'a göre bunun yanısıra bir dizi "doğal tannbilimsel
gerçeklik" de vardır. Bu gerçekliklere hem Hıristiyanlığın verdiği ilhamla, hem de bizde
doğuştan ya da "doğal olarak" varolan aklımızla ulaşabiliriz. Bu türden gerçekliğe
verilebilecek örneklerden biri, Tanrinm varlığıdır. Thomas'a göre Tann'ya iki yoldan
varılabilir. Birincisi, inançla ve Hıristiyanlığın verdiği ilhamla. İkincisi, akılla ve
duyularımızla. Elbette bunlardan en güvenilir olanı inancın yoludur; insan sadece aklına
güvenecek olursa kolayca yolundan şaşabilir. Yine de Thomas'a göre Aristoteles ile Hıristiyan
öğreti arasında bir karşıtlık bulunması gerekmez.
- İncil'i ya da Aristoteles'i seçmek bize kalmış öyleyse?
- Hayır, hayır! Hıristiyanlığı bilmeyen Aristoteles yolun pek azını katetmiş sayılır. Öte yandan
yolun birazını katetnûş
204
ORTAÇAĞ
olmak yolunu şaşırmış olmak demek değildir! Atina'nın Avrupa'da yer alan bir kent olduğunu
söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama kesin olmamış oluruz. Bir kitapta Atina'nın
bir Avrupa kenti olduğu yazıyorsa, bir başka kitaba daha bakmak akıllıca olabilir. Çünkü bir
başka kitapta Atina'nın, Avrupa'nın güneydoğusunda yer alan küçük bir ülke olan
Yunanistan'ın başkenti olduğunu bulabilirsin. Hattâ şansın rast giderse kitapta Akropolis ve
hattâ Sokrates, Platon ve Aristoteles hakkında bir şeyler yazıyor da olabilir!
- Ama Atina hakkındaki ilk bilgi de doğruydu, değil mi?
- Kesinlikle evet! Thomas'm göstermek istediği şey, tek ve yalnızca tek bir doğru olduğu idi.
Aristoteles'in bize gösterdiği, bizim de aklımızı kullanarak doğruluğunu kavrayabileceğimiz
şeyler Hıristiyan öğretiyle çelişmek zorunda değildir. Doğrunun bir yanma aklımızı ve
duyularımızı kullanarak varabiliriz. Aristoteles doğruların bu tür yanlarına örneğin bitkiler ve
hayvanlar aleminden sözederken değinir. Doğrunun bir başka yanı daha vardır ki buna ancak
Tann'nın bize încil yoluyla verdiği ilhamla ulaşabiliriz. Ama doğrunun bu iki yüzü pek çok
önemli noktada birbiriyle kesişir. Pek çok soruya încil ve akıl aynı yanıtı verir.
- Tanrı'nın varolup olmadığına da mı örneğin?
- Evet. Aristoteles'in felsefesi de tüm doğal süreçleri harekete geçiren bir Tanrı ya da bir "ilk
neden" olduğunu varsayar. Ama Tann'nm daha ayrıntılı bir tanımına girmez. Bu noktada
İncil'e ve İsa'nın öğretilerine kulak vermemiz gerekir.
- Tanrı'nın varlığı bu kadar kesin mi yani?
- Bu tartışılabilir kuşkusuz! Ancak günümüzde pek çok insana göre de insan aklının Tann'nın
varolmadığını ispat etmeye gücü yetmez. Thomas daha da ileri giderek Aristoteles'in,
felsefesinin ışığında Tann'nm varolduğunu ispatlayabileceği-fli öne sürüyordu.
205
SOFÎ'NIN DÜNYASI
- Vay canına!
- Aklımızla da her şeyin bir "ilk nedeni" olması gerektiğini bulabiliriz, diyordu Thomâs. Tanrı
kendini insanlara hem İncil, hem de akıl yoluyla ilan etmiştir. Dolayısıyla hem bir "inanç
teolojisinden, hem de "doğal bir teoloji"den söz etmek mümkündür. Ahlâk söz konusu
olduğunda da aynı şey söylenebilir. İncil bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretir. Ama Tann
bize, doğru ile yanlışı "doğal" bir temelde ayırabilmemizi sağlayacak bir vicdan da vermiştir.
Dolayısıyla ahlaksal yaşama da "iki yol" gider. İncil'de yazan: "Başkasına da kendine
yapılmasını istediğin gibi davran!" sözlerini okumadan da insanlara zarar vermenin kötü bir
şey olduğunu bilebiliriz. Ama burada en güvenli rehberimiz İncil'in salık verdikleridir.
- Anladım sanıyorum, dedi Sofi. Havanın fırtınalı olduğunu hem şimşekleri görerek, hem gök
gürültüsünü duyarak anlamamız gibi...
- Doğru! Kör olsak gök gürültüsünü duyar, sağır olsak şimşekleri görebiliriz. En iyisi hem
görüp hem işitmek tabii! Ama gördüğümüz şeyle duyduğumuz şeyin birbiriyle çelişmesi
gerekmiyor. Bu iki izlenim birbirini tamamlıyor.
- Anlıyorum.
- Başka bir örnek daha vereyim. Bir roman, örneğin Knut Hamsun'un "Victoria" adlı romanını
okursan...
- Okudum da gerçekten ben bu romanı...
- Yalnızca romanı okumak da sana romanın yazan hakkında bir fikir verdi, değil mi?
- Romanı yazan biri var, diyebilirim en azından.
- Yalnızca bu kadar mı?
- Aşka bakışının oldukça romantik olduğunu da söyleyebilirim.
- Hamsun'un yarattığı bir şey olan bu roman, sana Ham-sun hakkında da bir bilgi verir. Ama
yazarın kişisel özellikleri-
206
ORTAÇAĞ
I
ni anlatmaz. "Victoria"ya bakarak yazarın bu romanı yazarken kaç yaşında olduğunu, nerede
yaşadığını ya da kaç çocuğu olduğunu söyleyebilir misin örneğin?
- Tabii ki hayır.
- Ama bu tür bilgileri, Knut Hamsun hakkında yazılmış bir biyografide bulabilirsin. Ancak bu
tür bir biyografi ya da otobiyografi sayesinde yazarın kişiliğine dair daha ayrıntılı bilgin olur.
- Doğru!
- Tann'nın yarattıkları ile.İncil arasında da buna benzer bir ilişki vardır. Yalnızca doğaya
bakarak da Tann'nın varlığını duyabiliriz. Çiçeklere ve hayvanlara bakarak Tanrı1 nın tüm
bunlan sevdiğini söyleyebilir, sevmese yaratmazdı diyebiliriz. Ama Tann'nın şahsına dair
bilgilere yalnızca İncil'de ya da Tann'nın bu "otobiyografi"sinde rastlayabiliriz. -
- İyi bir örnekti bu doğrusu!
- Hımmm...
Alberto ilk kez cevap vermiyor, yalnızca düşünüyordu.
- Hilde'yle bir ilgisi var mı bunun? diye ağzından kaçırdı Sofi.
- "Hilde" diye birinin varolup olmadığından emin değiliz.
- Ama ondan bir takım izlerin orda burda önümüze koyulduğundan eminiz: kartpostal, ipek
eşarp, yeşil bir cüzdan, bir çorap...
Alberto başını sallayarak:
- Üstelik ne kadar iz bulacağımıza Hilde'nin babası karar veriyormuş gibi görünüyor. Ama
bildiğimiz kesin olan şey, bize tüm bu kartpostalları gönderen biri olduğu. Keşke kendi
hakkında bir şeyler de yazsa! Neyse, nasıl olsa yeniden döneceğiz bu konuya.
- Saat on iki. Ortaçağ bitmeden yemeğe yetişsem iyi olur!
- Aquino'lu Thomas'm kilisenin teolojisine ters düşmeyen
207
SOFİ'NİN DÜNYASI
her konuda Aristoteles'in felsefesini nasıl sahiplendiğine dair birkaç söz daha edip bu konuyu
kapatacağım. Buna Aristoteles'in mantık, bilgi teorisi ve doğa felsefesi konularındaki
görüşleri dahildir. Aristoteles'in bitkiden hayvanlara, oradan insanlara yükselen doğa
basamaklarını hatırlıyor musun?
Sofi başını salladı.
- Aristoteles'in kendisi de bu ölçeğin en ucunun, varlığın bir çeşit doruk noktası olan Tann'ya
uzandığını söylüyordu. Bu şemayı Hıristiyanlığa uyarlamak hiç de zor değildi. Thomas'a göre
bitki ve hayvanlardan insanlara, insanlardan meleklere ve meleklerden Tann'ya kadar
varoluşun çeşitli düzeyleri vardır. İnsanların da hayvanlar gibi duyu organları vardır, ama
insanlar hayvanlardan ayrı olarak bu duyulardan yola çıkarak muhakeme de edebilirler.
Meleklerin vücutlarında böyle duyu organları yoktur, bu yüzden de onların kendiliğinden ve
hemen olan bir zekâları vardır. İnsanlar gibi "şöyle bir düşünmeleri", zihinlerinde şöyle bir
tartmaları gerekmez. İnsanların yavaş yavaş keşfettiği her şeyi onlar önceden bilirler.
Vücutları olmadığı için ölmezler de. Tann gibi mutlak değildirler, çünkü onla-n da Tanrı
yaratmıştır. Ama sonunda aynlacaklan bir vücutları olmadığı için ölmezler de.
- Ne güzel!
- Ama Tann her şeyin, meleklerin de üzerindedir Sofi. Birbirleriyle bağlantısı içinde, bir
bütün olarak her şeyi görür ve bilir.
- O zaman şimdi bizi de görüyordur.
- Evet, belki de. Ama "şimdi" değil. Çünkü Tann'nın zamanı bizimkiyle aynı değildir. Bizim
"şimdi"miz Tann'nın "şim-di"siyle aynı şey değildir. Bizim hayatımızda birkaç hafta,
Tann'nın birkaç haftası anlamına gelmeyebilir.
- Vay anasını! diye kaçırdı ağzından Sofi.
Eliyle ağzım kaparken Alberto ona bakıyordu. Sofi konuş-
208
ORTAÇAĞ
y devam etti:
- Hilde'nin babasından yeni bir kart geldi. Kartta "Sofi'nin bir-iki haftası bizim için bir-iki
hafta anlamına gelmeyebilir" diye yazıyordu. Senin Tann'yla ilgili söylediklerine ne kadar çok
benziyor!
Sofi kahverengi başlığın altındaki yüzün kaşlannm çatıl-dığını gördü.
- Utanması lâzım aslında!
Sofi Alberto'nun ne demek istediğini anlamamıştı. Öylece söylenmiş sözlerdi bunlar belki de!
Alberto sözlerini sürdürdü:
- Aquino'lu Thomas, Aristoteles'in kadınlar konusundaki görüşlerini de devraldı ne yazık ki.
Aristoteles'in kadınların eksik erkek olduklarını söylediğini hatırlıyorsundur. Ona göre
çocuklar da özelliklerini babadan alıyorlardı. Çünkü kadın edilgen ve alıcı, erkek ise etken ve
vericiydi. Thomas'a göre bu sözler İncil'in sözleriyle mükemmel bir uyum içindeydi. İncil de
kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını söylemiyor jnuydu zaten!
- Saçmalık!
- Bu noktada memelilerde dişi yumurtanın varlığının ilk kez 1827 yılında ortaya çıkarıldığını
hatırlamakta yarar var. Bundan önce insanlann, döllenmede erkeğin veren ve yaratan cins
olduğunu düşünmeleri pek de anlaşılmayacak bir şey değil belki de. Aynca belirtmek gerekir
ki, Thomas'a göre kadınlar yalnızca doğal yönleriyle erkeklerden aşağıydılar. Yoksa kadın
ruhuyla erkek ruhu eşit değerdeydi. Cennette cinsler tamamen eşittir, çünkü o zaman tüm
vücut farklılıklan ortadan kalkar;
- Hah, züğürt tesellisi bu! Ortaçağda hiçbir kadın filozof yok muydu?
- Ortaçağda kilise yaşantısına büyük ölçüde erkekler hakimdi. Ama bu, kadın düşünürler
olmadığı anlamına gelmiyor. Bunlardan biri Bingen'li Hildegard idi...
209
SOFİNİN DÜNYASI
ORTAÇAĞ
Sofi gözlerini kocaman açıp:
- Bizim Hilde'yle bir ilgisi var mı bunun? diye sordu.
- Sen de sordun mu soruyorsun hani! Hildegard 1098-1179 yılları arasında, Ren Vadisi'nde
yaşadı. Kadın olmasına rağ. men vaiz, yazar, doktor, botanikçi ve doğabilimci olarak çalıştı.
O, Ortaçağda ayaklan en çok yere basan ve en bilimsel olanların kadınlar olduğunun bir
simgesidir adeta!
- Hildegard'ın Hilde'yle bir ilgisi olup olmadığını sormuştum...
- Tanrı'nm yalnızca erkek olmadığı eski bir Yahudi ve Hıristiyan inanışıdır. Bu inanışa göre
Tanrı'nm bir de dişi yanı ya da "doğa analığı" vardır. Çünkü kadınlar da Tann'mn suretidir.
Yunanca'da Tanrı'nm dişi yanına Sophia denir. "Sophia" ya da "Sofi" "bilgelik" anlamına
gelir.
Sofi içini çekti. Niye kimse anlatmamıştı şimdiye dek bunu kendisine? Ya o niye kimseye
sormamıştı? Alberto konuşmaya devam etti:
- Ortaçağda "Sophia" ya da Tann'mn doğa analığı inancı hem Yahudiler arasında, hem de
Yunan Ortodoks Kilisesi'nde varlığını sürdürdü. Batı'da ise bu unutuldu. Ama sonra
Hildegard ortaya çıkıp, değerli mücevherler, san elbiseler giyinmiş haliyle Sophia'nın
kendisine göründüğünü iddia etti...
Sofi banktan kalktı. Sophia Hildegard'a görünmüştü...
- Belki ben de Hilde'ye görünürüm.
Tekrar oturdu. Alberto üçüncü kez elini Sofi'nin omzuna
koydu.
- Evet, bu konuyla ilgilenmemiz gerek. Ama şimdi saat bire geliyor neredeyse. Sen yemek
yemelisin, bu çağ da değişmeli artık. Rönesans konusunda görüşeceğimiz zaman Hermes
gelip seni alır.
Ve ardından bu garip keşiş ayağa kalktı ve kiliseye doğru yürümeye başladı. Sofi olduğu
yerde Hildegard'la Sophia'yı.
210
fjilde'yle Sofi'yi düşünmeye daldı. Aniden aklına bir şey geldi. Koşup keşişi yakaladı ve:
- Ortaçağda Alberto diye biri de yaşadı mı? diye sordu. Keşişin adımları yavaşladı, başını
Sofi'ye döndürdü:
- Aquino'lu Thomas'ın çok meşhur bir felsefe öğretmeni vardı. Adı Albertus Magnus, yani
Büyük Alberto'ydu...
Sonra başını eğip Maria Kilisesi'nin kapısından içeri girerek kayboldu.
Bu cevapla yetinmeyen Sofi onun arkasından kiliseye girdi. Ama kilise bomboştu. Alberto
yerin dibine girmiştr sanki!
Kiliseden çıkmak üzereyken Sofi'nin gözü duvardaki bir Meryem resmine takıldı. Yaklaşıp
resmi yakından incelemeye koyuldu. Meryem'in gözünde bir damla yaş vardı. Ağlıyor muydu
yoksa?
Sonra kiliseden hızla çıkıp Jorünlere koşmaya başladı.
2.11
RÖNESANS
RÖNESANS
.ey, insan kılığındaki kutsal soy.
Sofi saat bir buçuk civarında nefes nefese Jorünlere vardığında Jorün sarı evlerinin dışında
durmuş onu bekliyordu.
- Gideli on saatten çok oldu, neredeydin? diye patladı Jorün.
Sofi başını salladı:
- Hayır, ben gideli bin yıldan çok oldu!
- Peki ama neredeydin?
- Ortaçağlı bir keşişle randevum vardı. Fena tip de değildi doğrusu!
- Delisin vallahi sen! Yarım saat önce de annen aradı.
- Ne dedin?
- Bakkala kadar gittiğini söyledim.
- O ne dedi?
- Gelince onu aramanı istedi. Ya annem ve babamla olana ne demeli? Saat on sıralarında
ellerinde kakao ve sandviçlerle bizim odaya geldiler. Tabii ki yataklardan biri boştu!
- Ne dedin onlara?
- Çok utanç verici ama kavga ettiğimizi, sonra da senin
çekip eve gittiğini söyledim.
- O zaman elimizi çabuk tutup hemen barışmamız gerek. Annenlerle annemi de birkaç gün
görüştürmemeliyiz, oldu
mu?
Jorün omuzlarını silkti. Aynı anda elinde üç tekerlekli çöp arabası, üzerinde iş tulumuyla
Jorün'ün babası belirdi. Bahçedeki yapraklan toplamakla uğraştığı belliydi.
- Sizi gidi yaramazlar, demek yine barıştınız ha! dedi-
212
Bakın bakalım, merdivenlerde tek bir yaprak bulabilecek misiniz?
misiniz?
- Evet, tek bir yaprak bile yok, dedi Sofi. Yatakta ş'apıca-ğımıza merdivenlerde oturup içsek
daha iyi olurdu kakaomuzu!
zu!
Jorün'ün başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu; babası sinirli sinirli güldü. Ne de olsa
bay ve bayan ekonomi danışmanı İngebritsenlerin evinde konuşulan dil Sofilerde-kinden
oldukça farklıydı!
- Özür dilerim Jorün! Şu gizleme operasyonunda benim de payım olsun istedim.
- Artık anlatacak mısın neler olduğunu?
- Benimle eve kadar yürürsen, evet. Zaten anlatacaklarımı ekonomi danışmanlarıyla onların
çok gelişmiş Barbi bebeği karıları duymasa da olur!
- Ne fenasın Sofi! Eşlerden birini denizlere açılıp evden uzaklaşmak isteten evlilikler daha mı
iyi sanki!
- Haklısın herhalde. Ama bütün gece hiç uyumadım neredeyse. Üstelik Hilde her yaptığımızı
görüyormuş gibi geliyor bana.
Yonca Sokağı'na doğru yürümeye başlamışlardı.
- Yani Hilde'nin telepatik güçleri mi var sence?
- Bilmem. Belki var, belki de yok.
Jorün'ün tüm bu gizli saklılıklardan pek hoşlanmadığı gün gibi ortadaydı.
- Ama yine de bu, babasının ormandaki bir kulübeye neden o deli saçması kartpostalları
yolladığını açıklamaya yetmiyor.
- Bence de açıklaması zor bir şey bu.
- Nereye gittiğini anlatmayacak mısın artık?
Bunun üzerine Sofi nereye gittiğini anlattı. Gizemli felsefe kursundan da bahsetti. Ama önce
tüm bunlann Jorün'le
213
SOFfNÎN DÜNYASI
kendisi arasında kalacağına dair yemin ettirdi Jorün'e. Sonra uzun bir süre konuşmadan
yürüdüler. Yonca Sokağı numara 3'e yaklaşırlarken:
- Hoşuma gitmiyor tüm bunlar, dedi Jorün.
Sofi'lerin kapısının önünde durmuş, geri dönmeye yelte-niyordu bunu söylerken.
- Hoşuna gitmesi de gerekmiyor zaten, dedi Sofi. Felsefe zararsız ve yalnızca eğlence için
yapılan bir uğraş değil. Felsefenin konusu kim olduğumuz ve nereden geldiğimiz. Sence
okulda bu konuda yeterli bilgi edinebiliyor muyuz?
- Ama kimse bu sorulara bir yanıt veremez ki zaten!
- Evet ama, bize daha bu soruları sormayı bile öğretmiyorlar!
Sofi mutfak kapısından içeri girdiğinde öğlen yemeği masada hazır bekliyordu. Annesi
Jorün'lerden neden telefon etmediğini sormadı.
Sofi yemekten sonra biraz kestirmek istediğini söyledi. Jorünlerde pek uyumadığını itiraf etti.
Geceyi bir arkadaşında geçirdiğinde hep böyle olurdu zaten.
Yatmadan önce duvarda asılı olan büyük pirinç aynanın önünde durup kendine baktı. Önce
aynada kendi soluk ve yorgun yüzünü gördü. Ama sonra... sonra kendi yüzünün arkasında
soluk hatlarıyla bir başka yüz belirdi.
Sofi birkaç kez nefesini tuttu. Hayal görmenin âlemi yoktu durup dururken!
Keskin hatlarıyla kendi yüzü ve kendinden başkasına ait olamayacak kara, "pırasa" saçları
görülüyordu aynada. Ama bu yüzün arkasında bir başka kızın yüzü daha saklıydı.
Aniden aynadaki kız iki gözünü birden kırptı. Sanki "ben gerçekten burada, aynanın öteki
yüzündeyim," demek ister gibiydi. Birkaç saniye sonra ise yok oldu.
214
RÖNESANS
Sofi yatağına oturdu. Gördüğü yüzün Hilde'nin yüzü olduğundan hiçbir şüphesi yoktu.
Binbaşının Evi'ndeki kimlik kartında birkaç saniye süreyle gördüğü yüz olmalıydı bu.
Bu gizemli durumları hep çok yorgunken yaşaması da ilginç değil miydi? Dolayısıyla
sonradan hep, olan bitenin yalnızca yorgunlukta yaratılmış hayal ürünü şeyler olduğunu
düşünmek zorunda kalıyordu.
Sofi elbiselerini bir sandalyenin üzerine atıp yorganının altına girdi ve hemen uykuya daldı.
Uykusunda son derece açık seçik bir rüya görmeye koyuldu.
Rüyasında kırmızı bir kayıkhaneye inen büyük bir bahçede duruyordu. Kayıkhanenin
yanındaki iskelede san saçlı bir kız oturmuş denizi seyrediyordu. Sofi kıza doğru gidip yanma
oturdu. Kız ise sanki onun varlığını farketmemiş gibi davranıyordu. "Merhaba, benim a.dım
Sofi," diye kendini tanıttı Sofi. Ama kız onu ne görüyor, ne de duyabiliyordu. "Kör ve
sağırsın galiba!" dedi Sofi. Kız gerçökten de Sofi'nin sözlerine sağırdı. Bir anda "Hilde!" diye
bağırdı biri. Kız o zaman hemen ayağa fırlayıp eve doğru koşmaya başladı. Demek ki ne kör,
ne de sağırdı! Orta yaşlı bir adam evden çıkmış kıza doğru koşuyordu. Üzerinde üniforma ve
mavi bir bere vardı. Kız adamın boynuna sarıldı, adam da kızı etrafında birkaç kez döndürdü.
Sofi'nin gözü kızın biraz önce oturduğu yerde durmakta olan, ucunda küçük bir haç takılı altın
bir kolyeye ilişti. Uzanıp kolyeyi eline aldı. O sırada da uyandı.
Sofi saate baktı. Birkaç saatir uyuyordu anlaşılan. Yatakta oturup rüyasını düşünmeye başladı.
Rüyası öyle berrak, öyle açık seçikti ki, sanki rüya değil gerçekten yaşadığı bir şeydi. Bu ev
ve iskelenin gerçekten bir yerlerde varolduğuna emindi. Burası Binbaşının Evi'nde asılı olan
resimdeki eve ve bahçeye benzemiyor muydu sahiden? Rüyasındaki kızın Hilde Möller Knag
ve ona doğru koşan adamın da Lüb-
215
SOFl'NtN DÜNYASI
nan'dan eve dönmüş olan babası olduğundan emindi en azın-dan. Adam biraz Alberto Knox'u
andırıyordu üstelik...
Sofi yatağını düzeltmeye başladığı sırada yastığının altında, ucunda bir haç olan altın bir
kolye buldu. Haçın arkasında üç harf kazılıydı: "HMK".
Daha önce de rüyasında kıymetli şeyler bulduğu olmuştu. Ama böyle bir şeyi rüyasının dışına
çıkarmayı ilk kez ba-şanyordu.
- Vay canına! diye bağırdı yüksek sesle.
Öyle kızgındı ki, dolabın kapağını açıp bu değerli kolyeyi ipek eşarbın, beyaz çorabın ve
Lübnan'dan gelen kartpostalların durduğu rafa fırlatıp attı.
Pazar sabahı Sofi'yi tost, portakal suyu, yumurta ve İtalyan salatah bir kahvaltı bekliyordu.
Annesi pazar sabahlan So-fi'den daha geç kalkardı genellikle. Böyle erken kalktığı zamanlar
da, bunun şerefine, Sofi'yi uyandırmadan önce mükellef bir pazar kahvaltısı hazırlamış
olurdu. Annesi kahvaltıda:
- Bahçede yabancı bir köpek var, dedi. Sabahtan beri eski çitin oralarda dolanıp duruyor. Ne
işi var bu köpeğin burada biliyor musun?
- A, evet! diye bağırdı Sofi. Ama böyle der demez de dediğine pişman oldu.
- Daha önce gördün mü bu köpeği buralarda?
Bu arada Sofi kalkmış, oturma odasının büyük bahçeye bakan penceresine gitmişti bile. Tam
tahmin ettiği gibi, Her-mes Geçit'in gizli girişinin önüne yatmıştı.
Ne deseydi? Daha ne diyeceğine karar vermeden annesi yanında belirdi.
- Daha Önce gördün mü bu köpeği buralarda? diye sordum.
216
RÖNESANS
- Ah, bahçede bir yere bir kemik parçası gömmüş olsa gerek. Şimdi de gelmiş hazinesini
arıyor herhalde. Köpeklerin de bir hafızası vardır...
- Belki de! Aramızda hayvan psikologu olan biri varsa, o da sensin. '
Sofi hemen kararını verdi.
- Hemen alıp evine götüreyim hayvancığı!
- Evini biliyor musun ki? Sofi omuzlarını silkti.
- Bilmiyorum ama, tasmasının arkasında bir adres yazılıdır herhalde.
Birkaç dakika sonra Sofi bahçeye çıktı. Hermes onu görünce koşarak gelip, kuyruğunu
çılgınca sallayarak üzerine atladı.
- Hermes, akıllı köpekcik! dedi Sofi.
Annesinin pencerede durup onları seyrettiğini biliyordu. İnşallah Hermes'in Geçit'e atlayacağı
tutmazdı! Yok, hayır, Hermes bahçedeki patikada koşup bahçe kapısının üzerinden atladı.
Bahçe kapısını kapayıp dışarı çıktıktan sonra da Hermes Sofi'nin birkaç metre önünden
yürümeye devam etti. Böylece tek katlı evlerin arasından uzun bir yürüyüş başladı. Pazar
yürüyüşüne çıkmış pek çok kişi vardı onlardan başka. Pek çok aile vardı gezinen. Sofi bu
ailelere imrendi.
Hermes arada bir gidip başka köpeklerle ya da yol kenarındaki nesnelerle ilgileniyor, ama
Sofi "buraya gel!" der demez yine onun yanma geliyordu.
Çok geçmeden eski bir mera, büyük bir stadyum ve bir çocuk bahçesini arkalarında bırakıp,
trafiğin daha yoğun olduğu bir bölgeye geldiler'. Kaldırım taşları ve troleybüs raylarının
olduğu büyük bir caddeden şehrin merkezine doğru yürümeye başladılar.
217
SOFfNtN DÜNYASI
Merkeze vardıklarında Hermes Büyük Meydan'dan ayrılıp Kilise Caddesi'ne girdi. Yüzyıl
başında yapılmış eski apartmanların olduğu bölgelere geldiklerinde saat bir buçuğa
yaklaşıyordu.
Artık şehrin öteki uçundaydılar. Sofi'nin geldiği pek olmazdı buralara. Bir keresinde
küçükken yaşlı bir teyzeyi ziyarete gelmişlerdi o kadar.
Birazdan eski apartmanların çevrelediği küçük bir meydana vardılar. Her şey çok eski
olmasına rağmen meydanın adı "Yeni Meydan"dı. Aslında şehrin kendisi de oldukça eskiydi.
Ortaçağda bir zamanlar kurulmuştu.
Hermes 14 numaralı kapıya gidip Sofi'nin kapıyı açmasını beklemeye başladı. Sofi kalbinin
hızla çarptığını hissediyordu.
Apartmanın girişinde bir dizi yeşil posta kutusu asılıydı. Sofi en üst sıradaki posta
kutularından birinin üzerine bir kartpostal yapıştırılmış olduğunu farketti. Kartın üzerinde
postacıdan gelen, kartın yollandığı kişinin adına bu adreste rastlanmadığına dair bir not da
vardı. Kartta: "Hilde Möller Knag, Yeni Meydan 14..." yazılıydı. Kart, 15 Haziran tarihliydi.
15 Hazirana daha iki hafta vardı ama postacı buna dikkat etmemişti anlaşılan.
Sofi kartı alıp okumaya başladı:
Sevgili Hilde. Sofi şimdi felsefe öğretmeninin evine geliyor. Yakında 15 yaşına girecek, sense
dün 15 yaşına girdin. Yoksa bugün mü Hildeciğim? Bugünse saat epey geç olmuş olmalı.
Ama saatlerimiz de hep aynı gitmiyor. Bir nesil yok olurken bir başka nesil doğuyor. Bu arada
tarih başını almış gidiyor. Avrupa tarihinin bir insan yaşamıyla karşılaştırılabileceğini
düşündün mü hiç? O zaman Antik Çağ Avrupa'nın çocukluğu olarak görülebilir.
RÖNESANS
Uzun Ortaçağ Avrupa'nın okul yıllarıdır. Bu uzun yıllardan sonra genç Avrupa coşku ve
sabırsızlıkla hayatın içine atılır. Rönesansın Avrupa 'nın 15. yaşgünü olduğunu söyleyebiliriz
belki de. Haziranın tam ortasındayız çocuğum ve yaşamak harika bir şey! NOT: Altın kolyeni
yitirdiğine üzüldüm. Sahip olduğun şeylere daha çok özen göstermelisin!. Çok yakında
yanında olacak olan baban...
Hermes merdivenleri çıkmaya başlamıştı bile. Sofi kartpostalı alıp Hermes'i izlemeye başladı.
Hermes çılgınca kuyruğunu sallayarak merdivenleri çıkıyor, Sofi de onunla beraber koşmak
zorunda kalıyordu. İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci katları geçtiler. Buradan sonra yukarı
küçük bir merdiven çıkıyordu. Ta çatıya m; çıkacaklardı yoksa? Evet, Hermes bu
merdivenleri de çıktı. Merdivenlerin ucundaki dar kapıya varınca kapıyı tırnaklarıyla
kazımaya başladı.
Çok geçmeden içeriden ayak sesleri geldiğini duydu Sofi. Kapı açıldı. Alberto Knox kapıda
duruyordu işte. Üzerinde başka elbiseler vardı ve bugün de özel bir biçimde giyinmişti.
Dizlerine kadar gelen beyaz çoraplar, bol, kırmızı bir panta-lon ve omuzları vatkah san bir
ceket giyiyordu. Bu haliyle iskambil kâğıtları içindeki bir jokeri andırıyordu. Yanılmı-yorsa
tipik bir Rönesans giysi siydi bu.
- Seni hokkabaz! diyerek yorumda bulundu Sofi ve Al-berto'yu hafifçe yana iterek içeri girdi.
Yine korku ve utancının acısını zavallı felsefe öğretmeninden çıkarmıştı. Sofi'nin telaşının bir
nedeni de merdivenlerin girişinde bulduğu kartpostaldı.
- Sakin ol çocuğum! dedi Alberto kapıyı kapatırken. Sofi:
- Buyrun işte bugünkü postanız! diyerek ve sanki olan
219
SOFl'NtN DÜNYASI
bitenden Alberto'yu sorumlu tutarak kartpostalı Alberto'ya
uzattı.
Alberto kartta yazanları okuduktan sonra başını iki yana salladı ve:
- Bu adam git gide daha cüretkarlaşıyor, dedi. Bizi kızına yaşgünü eğlencesi olarak kullanmak
niyetinde, görürsün!
Böyle dedikten sonra kartı alıp parça parça etti. Parçaları kâğıttan bir kutuya attı.
- Kartta Hilde'nin altın kolyesini kaybettiği yazıyor, dedi
Sofi.
- Gördüm.
- Ya benim bu kolyeyi yatağımda bulmama ne demeli? Açıklayabilir misin nasıl olabilir böyle
bir şey?
Alberto ciddiyetle Sofi'nin gözlerinin ta içine bakarak:
- Olmayacak bir şeymiş gibi geliyor insana, dedi. Ama inan o bunu hiçbir zahmete girmeden
yapabilir. Gel biz en iyisi, evrenin siyah silindir şapkasından çıkarılan tavşana dönelim.
Oturma odasına geçtiler. Burası Sofi'nin şimdiye dek gördüğü en tuhaf odalardan biriydi.
Alberto'nun yaşadığı bu daire eğik duvarlı, büyük bir çatı katıydı. Tavandaki pencereden
içeriye keskin gün ışığı giriyordu. Odanın bir de şehre bakan bir penceresi vardı. Sofi bu
pencereden etraftaki tüm eski apartmanların çatılarını
görebiliyordu.
Sofı'yi en çok şaşırtan şey ise odadaki tüm ıvır zıvırdı. Oda, tarihin pek çok farklı döneminden
kalma mobilyalar ve nesnelerle doluydu. Bir koltuk otuzlu yıllardan, eski bir masa yüzyıl
başlarından kalma, sandalyelerden biri ise yüzlerce yıllık olmalıydı. Mobilyalar işin bir
parçasıydı yalnızca. Raflarda ve dolaplarda, birbirine karışmış bir şekilde pek çok süs ve
kullanım eşyası da duruyordu. Raflarda neler yoktu
220
RÖNESANS
ki! Eski saatler, vazolar, havanlar, imbikler, bıçaklar, bebekler, ucu tüylü kalemler, kitap
arkalıkları, sekizgenler, altıgenler, pusula ve barometreler... Duvarlardan biri bir uçtan bir uca
kitapla kaplıydı. Ama öyle kitapçılardan alman türden kitaplarla değil! Buradaki kitaplar da
yüzlerce yıllık kitap üretiminden bir kesit sunuyordu insana. Duvarlarda çeşitli çizimler ve
resimler asılıydı. Bir kısmı son on yıllarda yapılmış olsa da resimlerin çoğu oldukça eskiydi.
Duvarlarda eski haritalar da asılıydı. Haritalardan birinde Sogn fiyordu Tröndelag'a
yerleştirilmiş, Trondheim fiyordu da Nordland'da bir yerlere çizilmişti.
Sofi bir şey söylemeksizin durarak odayı tüm açılardan seyretti birkaç dakika. Sonra:
- Bakıyorum ıvır zıvır toplamaya epey meraklısın, dedi.
- Olur mu ya? Bu odada bulunan yüzlerce yıllık tarihe ıvır zıvır denir mi hiç!
- Antikacılıkla filan mı uğraşıyorsun yoksa? Alberto'nun yüzünde neredeyse acı dolu bir ifade
belirdi:
- Herkes kendini tarihin akışına bırakamaz Sofi! Kimilerinin durup, nehrin kenarında kalmış
olanları toplaması gerekir.
- Garip bir şey bu söylediğin!
- Garip ama doğru! İnsan yalnızca kendi çağında yaşamaz. Tarihini de beraberinde taşır. Bu
odada gördüklerinin bir zamanlar gıcır gıcır yeni şeyler olduklarını unutma. 1500'lerden
kalma bu küçük tahta bebek küçük bir kızın beşinci yaşgününe bir armağan olarak yapılmıştı
belki. Dede-siydi yapan belki de, kim bilir... Sonra bu kız on yaşma geldi. Sonra evlendi ve
belki de bir kızı oldu. Bu bebek de kendi kızma geçti. Sonra yaşlandı ve öldü. Uzun bir hayat
yaşadı, ama sonunda yok oldu. Bir daha da geri gelmeyecek. Kendisi kısa bir ziyarette
bulundu ama bebeği... evet, bebeği işte bu-
221
SOFI'NİN DÜNYASI
rada, rafta duruyor hâlâ.
- Her şey çok acıklı ve ciddi oluyor sen böyle anlatınca.
- Evet çünkü hayatın kendisi de acıklı ve ciddi de ondan. Muhteşem bir dünyaya geliyoruz,
insanlarla karşılaşıyor, onlarla tanışıyor ve bir süre beraber yolculuk ediyoruz. Sonra da aynen
dünyaya birdenbire gelişimiz gibi yine birdenbire dünyadan yok oluyoruz.
- Bir şey sorabilir miyim?
- Tabii, artık aramızdaki bilmecelere son!
- Neden Binbaşının Evi'ne taşınmıştın?
- Mektupla haberleştiğimiz sırada birbirimize yakın olalım diye. O eski kulübenin de boş
durduğunu biliyordum.
- Sonra da kulübeye öylece yerleşiverdin, öyle mi?
- Evet, öylece yerleşiverdim.
- O zaman Hilde'nin babasının bundan nasıl haberi olduğunu da biliyorsundur herhalde?
- Sanırım onun pek çok şeyden haberi var.
- Üstelik postacının ormanın derinlerindeki bir kulübeye nasıl mektup bırakabildiğini de
anlamıyorum!
Alberto kurnazca gülümsedi.
- ^unlar Hilde'nin babası için çocuk oyuncağı! Ucuz numaralar bunlar, basit sihirbazlıklar!
Dünyanın en sıkı gözetlenen insanları senle beniz belki de!
Sofi bir anda sıcak bastığını hissetti.
- Bir elime geçirsem, gözlerini oyacağım bu adamın! Alberto gidip üçlü koltuğa oturdu. Sofi
de rahat bir koltuğa kuruldu.
- Yalnızca felsefe bizi Hilde'nin babasına yaklaştırabilir, dedi Alberto. Bugün sana Rönesansı
anlatacağım.
- Haydi başla!
- Aquino'lu Thomas'dan hemen birkaç yıl sonra Hıristiyan birlik kültüründe çatlaklar
oluşmaya başladı. Felsefe ve
222
RÖNESANS
bilim, kilisenin teolojisinden giderek daha bağımsız bir hal alırken, bu durum inanç
dünyasının akıl karşısında daha özgür bir tutum edinmesine yardımcı oldu. Giderek daha çok
insan Tanrı'ya aklımızla ulaşamayacağımızı, çünkü zaten düşüncenin Tanrı'yı
kavrayamadığını düşünmeye başladı, însan için en önemli şey Hıristiyanlığın gizemini
anlamak değil, kendini Tann'nın ellerine bırakmaktı.
- Anlıyorum.
- İnanç dünyasıyla bilimin daha özgür bir ilişkiye girmesi yeni bir bilimsel yöntemin ve dinsel
alanda yeni bir şevkin doğmasına yol açtı. Böylelikle 15 ve 16. yüzyılın iki önemli
hareketinin, Rönesans ve Reformasyon'un temeli atılmış oldu.
- Hareketleri birer birer ele alalım lütfen!
- Rönesansla, 14. yüzyıl sonlarında başlayan kapsamlı bir kültürel patlamayı kastediyoruz.
Kuzey İtalya'da başlayan bu olay, 15 ve 16. yüzyıllarda kuzeye yayıldı.
- "Rönesans" sözcüğünün "yeniden doğuş" anlamına geldiğini söylemiştin, değil mi?
- Evet, yeniden doğacak olan şey ise, Antik Çağın sanatı ve kültürüydü. Bir de "Rönesans
Hümanizmi"nden söz edilir, çünkü tüm yaşamı tanrısal bir ışık altında gören uzun Ortaçağın
tersine, şimdi yine çıkış noktası olarak insan almıyordu. "Kaynağa" yönelmek, yani öncelikle
Antik Çağ Hümanizmine dönmek ana slogan oldu. Antik Çağdan kalma heykeller, yazıtları
bulup çıkarmak neredeyse bir halk sporu haline geldi. Yunanca öğrenmek de moda oldu bu
dönemde. Dolayısıyla Yunan kültürü yeniden araştırılmaya başlandı. Yunan Hümanizmini
öğrenmenin hiç değilse bir önemli pedagojik amacı vardı: Hümanist konuları öğrenmek
insana "klasik bir yapılanma", dolayısıyla "insancıl nitelikler" kazandırıyordu. "Atlar, at
olarak doğar," deniyordu, "ama insanlar, insan ola-
223
SOFİ'NÎN DÜNYASI
rak doğmaz, oluşturulur!"
- Yani insan olmak öğrenilecek bir şeydir, öyle mi?
- Evet, ana fikir buydu. Ama şimdi Rönesans Hümanizmi düşüncelerine daha fazla girmeden,
Rönesansın arkasındaki politik ve kültürel yapılanmadan sözedeceğiz.
Alberto sandalyesinden kalkıp odada dolaşmaya başladı. Bir süre sonra durup raflardan
birinde duran eski bir aleti işaret etti ve:
- Bu nedir, biliyor musun? diye sordu.
- Eski bir pusulaya benziyor.
- Doğru.
Sonra koltuğun üzerinde, duvarda asılı olan eski bir tüfeği göstererek:
- Ya bu? diye sordu.
- Eskilerden kalma bir silah.
- Evet, ya bu?
Alberto raftan çekip aldığı kalın bir kitabı gösteriyordu.
- Eski bir kitap.
- Daha doğrusu bir "incunabulum".
- Ne demek?
- Sözcük olarak "çocukluk" anlamına geliyor, ama "incunabulum" kitap basma sanatının ilk
geliştiği yıllarda, yani 15. yüzyılda basılan kitapları anlatmak için kullanılan bir sözcük.
-, Bu kitap gerçekten o kadar eski mi?
- Evet, o kadar eski. Ve şimdi gördüğümüz bu üç şey, pusula, barut ve kitap basma sanatı,
Rönesans dediğimiz bu yeni çağın önemli unsurları.
- Bir parça daha açıklayabilir misin bunu?
- Pusulanın varlığı gemiyle yolculuk yapmayı kolaylaştırdı. Bir başka deyişle pusula, büyük
keşif yolculuklarına bir temel oluşturdu. Barut da öyle, bir anlamda. Yeni silah-
224
RÖNESANS
lar Avrupalıların Amerika ve Asya kültürleri üzerinde askeri üstünlük kazanmalarını sağladı.
Avrupa'da da barut önemli bir yer kazandı. Kitap basma sanatı da Rönesans Hümanistlerinin
fikirlerini yaymak açısından önemliydi. Kitap basma sanatının yaygınlaşması, kilisenin bilgi
üzerindeki tekelinin ortadan kalkmasına katkıda bulundu en azından. Bundan sonra başka
başka yeni araç ve gereçler birbirini izledi. Önemli araçlardan biri de örneğin teleskoptu.
Teleskopun bulunması astronomide yeni ufuklar açılmasına neden oldu.
- Sonra da füzeler ve aya giden uzay araçları bulundu.
- Yok, o kadar da çabuk değil! Ama diyebiliriz ki, Röne-sansda sonunda insanların aya kadar
gidebilmesini sağlayan bir süreç başladı. Hiroşima ve Çernobil'e vardığı da söylenebilir bu
sürecin. Her şey kültürel ve ekonomik alanlarda bir dizi değişikliğin ortaya çıkmasıyla
başladı. Ortaçağın sonlarına doğru para ekonomisine ve banka sistemine dayalı, yepyeni
mallar içeren el sanatları ve ticaretin canlı bir biçimde varolduğu kentler doğmuştu. Böylece
doğal koşullar karşısında belli bir özgürlük kazanmış olan bir burjuvazi ortaya çıktı. Yaşamsal
ihtiyaçlar parayla alınabilen şeyler haline geldi. Bu gelişme bireylerin gayretlerini, hayal gücü
ve yaratıcılıklarını destekleyen bir gelişmeydi. Bu şekilde insandan yepyeni şeyler
beklenmeye başlandı.
- îki bin yıl önce ortaya çıkan Yunan kentleri geliyor insanın aklına.
- Tabii. Yunan felsefesinin, köylü kültüründe yaşayan mistik dünya görüşünden kendini nasıl
sıyırdığını anlatmıştım. Rönesans dönemi insanı da benzer şekilde kendini feodal beylerden
ve kilisenin gücünden kurtarmaya başladı. Bu, ispanya'da Araplarla ve Doğu'da Bizans
kültürüyle daha yakın bir ilişkiye girilmesi sonucu Yunan kültürünün yeniden
225
SOFI'NIN DÜNYASI
keşfedilmesiyle aynı zamana rastladı.
- Antik Çağın üç kolu birleşerek yeniden koca bir nehir
oldu.
- Dikkatli bir öğrencisin gerçekten! Evet, bu anlattıkla-rım Rönesansm arka planını anlatmaya
yetsin. Şimdi yeni düşüncelerden söz edeceğim.
- Hemen başla. Akşam yemeğine yetişmem lazım.
Şu ana dek ayakta durmakta olan Alberto yeniden koltuğa oturdu. Sofi'nin gözlerinin içine
bakarak:
- Rünesans her şeyden önce yeni bir insan görüşü yarattı, dedi. - Rönesans Hümanistleri
insana ve insanın değerine inandılar. Bu, insanın günaha yatkın yanının tek taraflı bir biçimde
vurgulandığı Ortaçağ insan görüşüyle taban tabana zıt bir görüştü. İnsan sonsuz büyük ve
sonsuz değerli bir varlık olarak görüldü. Rönesansm en önemli kişiliklerinden biri olan
Ficinius: "Kendini tanı, ey insan kılığındaki kutsal soy!" diyordu. Pico Della Mirandola
"İnsanın Değeri Üzerine Nutuk"u yazdı. Bu Ortaçağda düşünülemeyecek bir şeydi. Tüm
Ortaçağ boyunca hep Tanrı'dan yola çıkılmıştı. Rönesans Hümanistleriyse insandan yola
çıktılar.
- Ama Yunanlı filozoflar da aynı şeyi yapmıştı.
- Evet, tam da bu yüzden Antik Çağ Hümanizminin "yeniden doğuşu"ndan söz ediyoruz. Ama
Rönesans Hümanizmi bireyciliğe Antik Çağ Hümanizminden çok daha fazla önem veriyordu.
Yalnız insan olmakla kalmayıp, özgün birer bireydik de aynı zamanda. Bu düşünce insan
dehasına sınırsız bir tapınmaya yol açıyordu. İdeal bir tip olarak görülüyordu "Rönesans
insanı". Bu insan yaşamın, sanatın ve bilimin her alanında yer alan bir insandı. Bu yeni insan
görüşü insan vücudunun anatomisine de ilgi duyuyordu. Yine Antik Çag-daki gibi ölüler
kesip biçilerek insan vücudunun yapısı kav' ranmaya çalışılıyordu. Hem tıp, hem de sanat için
önemliyi
226
RÖNESANS
bu. Sanatta insanı çıplak göstermek yeniden yaygınlaştı. Bu noktaya bin yıllık bir utangaçlık
döneminden sonra yeniden gelindi de denebilir. İnsan yine kendisi olmaya cesaret etti.
Utanacak bir şeyi yoktu artık.
- Mutluluktan sarhoş olmuş gibiler, dedi. Sofi öğretmeniyle kendisi arasındaki küçük bir
sehpanın üzerine yaslanarak.
- Kesinlikle! Yeni insan görüşü yepyeni bir yaşam duygusu doğurdu. Artık insanlar yalnızca
Tanrı'dan dolayı var değildiler. Tanrı insanı, insanın kendisi yüzünden de yaratmıştı aynı
zamanda. İnsan yaşarken mutlu olabilirdi yaşamaktan. Yaşamdan özgürce zevk alabilirse,
insanın önüne sonsuz olanaklar çıkabilirdi. Amaç tüm sınırları aşmaktı. Bu da Antik Çağ
Hümanizmine göre yeni bir şeydi. Antik Çağ Hümanistleri insan ruhunun dinginliği,
kanaatkârlık ve insanın kendini denetlemesi gibi değerleri ön plana çıkarıyorlardı.
- Ama Rönesans Hümanistleri kendilerini denetlemeyi bırakıyorlardı öyle mi?
- Pek kanaatkar oldukları söylenemezdi en azından! Tüm dünyanın yeniden uyandığını
düşünüyorlardı. Böylelikle güçlü bir çağ bilinci kendini göstermeye başladı. "Ortaçağ"
sözcüğü de, Antik Çağla Rönesans ortasındaki yüzlerce yıllık dönemi anlatan bir sözcük
olarak bu dönemde ortaya çıktı. Sanattan mimariye, edebiyattan müziğe, felsefeden bilime her
alanda pek çok gelişme oldu. Buna somut bir örnek vereceğim. Antik Çağ Roma'sından, bu
kentin "kentlerin kenti", "dünyanın merkezi" gibi sıfatlarla tanımlandığından sözet-miştik.
Ortaçağ'da Roma zayıfladıkça zayıfladı ve 1417'de eski milyonluk kentten geriye yalnızca
17.000 nüfusluk küçük bir kent kalmıştı.
- Neredeyse Lillesand'ın nüfusu kadar bir şey!
227
SOFI'NİN DÜNYASI
- Rönesans Hümanistleri için Roma'yı yeniden kurmak kültürel-politik bir amaç oldu. Her
şeyden önce havari Pet-rus'un mezarı üzerinde büyük Aziz Peter Kilisesi inşa edilmeye
başlandı. Aziz Peter Kilisesi söz konusu olduğunda ne kanaatkârlıktan söz edebiliriz, ne de
insanın kendini denetlemesinden! Rönesansın önemli kişilikleri dünyanın bu en büyük inşaat
projesinde görev aldılar. 1506'da başlanan inşaat tam 120 yıl sürdü. Kilisenin önündeki
meydanın ta-mamlanmasıysa bir 50 yıl daha aldı.
- Epey büyük bir kilise olmuş olmalı sonunda!
- Eni 200 metreden fazla, 130 metre yüksekliğinde ve a-lanı 16.000 metrekareyi aşan bir
kilise oldu bu. Bu Rönesans insanının cesaretini anlatmaya yetsin şimdilik. Rönesansın yeni
bir doğa görüşü getirmesinin de büyük bir anlamı oldu. İnsanın kendini bulunduğu ortama ait
hissetmesi ve dünyadaki yaşamını yalnızca cennetteki yaşamına bir hazırlık olarak görmemesi
fiziksel dünyaya karşı tutumunun değişmesine neden oldu. Doğa pozitif bir şey olarak
algılandı. Pek çoğuna göre Tanrı da yaradılışın içinde yer alıyordu. Tanrı sonsuz olduğuna
göre, her yerde de varolmalıydı. Bu görüşe Tümtanrıcılık (Panteizm) diyoruz. Ortaçağ
filozofları Tanrı ile yarattıkları arasında aşılamaz bir mesafe olduğunu vurguluyorlardı.
Şimdiyse doğanın tanrısal bir şey olduğu, doğanın Tanrı'nın açılışı" olduğu söylenebiliyordu.
Bu tip düşünceler Kilise tarafından her zaman hoş karşılanmıyordu elbette. Buna örnek olarak
Giordano Bruno'nun başına gelenleri verebiliriz. Bruno yalnızca Tanrı'nın doğada
varolduğunu söylemekle kalmayıp, evrenin sonsuz olduğunu da öne sürdü. Bundan ötürü de
müthiş bir biçimde cezalandırıldı.
- Nasıl?
- 1600'de Roma'daki Çiçek Meydanı'nda yakılarak...
- Korkunç bir şey bu! Ne kadar da aptalca! Bu mu senin
228
RÖNESANS
Hümanizm dediğin?
- Hayır, bu değil elbette. Hümanist olan Bruno'ydu, onu yakanlar değil! Ama Rönesans
sırasında "Antihümanizm" dediğimiz tutum da güçlendi. Bununla otoriter Kilise gücünü ve
devlet gücünü kastediyorum. Rönesansta cadı avı, kiliseye karşı gelenleri yakma, büyü, batıl
inanç, kanlı din savaşları ve de Amerika'nın vahşi bir biçimde ele geçirilmesi gibi olaylar da
yaşandı. Hümanizmin hep böyle bir karanlık arka planı oldu. Tarihin hiçbir dönemi yalnızca
iyi ya da yalnızca kötü olarak görülemez. İyi ve kötü tüm insanlık tarihi boyunca bir arada
varolagelmiştir. Çoğunlukla da iç içe geçmiş bir haldedirler. Bu, şimdi bahsedeceğimiz
anahtar sözcük için de geçerli. Rönesans yeni bir bilimsel yöntem de geliştirdi.
- tik fabrikalar da bu sırada mı yapıldı?
- Yok, hemen değil. Ancak Rönesanstan sonra gelen tüm teknik gelişmelerin temelini bu yeni
bilimsel yöntem oluşturur. Bununla, bilimin ne olduğuna dair yepyeni bir anlayışın ortaya
çıktığını anlatmak istiyorum. Bu anlayış zamanla meyvelerini vermeye başladı.
- Bu yeni yöntem neydi?
- Öncelikle doğanın duyular aracılığıyla araştırılmasını içeriyordu. Daha 14. yüzyıldan
başlayarak eski otoritelerin söylediklerine körü körüne inanmamak gerektiğini söyleyenler
vardı. Bu otoritelerin içinde Kilise öğretileri ve Aristoteles'in doğa felsefesi de bulunuyordu.
Bir sorunun çözümünün yalnızca düşünerek bulunamayacağı yolunda ikazlar da yükseliyordu.
Mantığın gücüne abartılı bir şekilde inanmak tüm Ortaçağda yaygın olan bir görüştü. Oysa
şimdi, doğayla ilgili her türlü araştırmanın gözlem, deneyim ve deneye dayalı olması gerektiği
savunuluyordu. İşte bu yönteme deneysel yöntem diyoruz.
229
SOFt'NÎN DÜNYASI
- Yani?
- Yani, şeyler hakkındaki bilgilerimizi yalnızca kendi deneyimlerimizden yola çıkarak
edinebiliriz. Tozlu kitaplardan ya da tekrar tekrar düşünülen düşüncelerden değil! Antik
Çağda da deneysel bilime rastlıyoruz. Örneğin Aristoteles'in doğaya dair pek çok gözlemi
vardı. Ama sistemli deneyler ancak Rönesansla birlikte ortaya çıkmıştır.
- Günümüzdeki gibi gelişmiş teknik araçlar yoktu herhalde o zamanlar...
- Tabii, ellerinde ne bilgisayarlar, ne de elektrikli tartım araçları vardı. Buna karşılık
matematiğe ve mekanik tartı aletlerine sahiptiler. Bilimsel gözlemlerin kesin bir matematiksel
dilde dile getirilmesinin ne kadar önemli olduğunu vurguladılar. 17. yüzyılın en önemli bilim
adamı Galileo Ga-lilei, "Ölçülebileni ölç, ölçülemeyeni ölçülebilir yap!" ve "Doğanın kitabı
matematiksel bir dilde yazılmıştır." diyordu.
- Ve sonra tüm bu deneyler ve ölçümler sayesinde yeni buluşların yolu açıldı...
- îlk adım bilimsel yöntemin kendisiydi. Bu, teknolojik devrime, teknolojik devrim de yeni
buluşlara yol açtı. İnsanların artık doğanın şartlarından kendilerini sıyırmaya başladıklarını
söyleyebiliriz. Doğa artık insanın yalnızca bir parçası olduğu bir şey değil, insanın
kullanabileceği, faydalanabileceği bir şeydi, ingiliz filozofu Francis Bacon "Bilgi güçtür!"
diyordu. Bacon böylece bilginin pratik bir faydası olduğunu dile getiriyordu ki bu düşünce de
insanlık için yeni bir düşünceydi. İnsanlık bundan sonra gerçekten doğaya müdahale edip onu
kontrol etmeye başladı.
- Ama bu gelişme yalnızca olumlu yönde olmadı, değil
mi?
- Evet, olumsuz yanları da oldu. Demin de dediğimiz gibi, insanın yaptığı her şeyde iyi ve
kötü iç içe geçmiş bir hal-
230
RÖNESANS
dedir. Rönesansta başlayan teknolojik gelişme, çıkrık maki-nalarıyla beraber işsizliğe,
ilaçlarla beraber yeni hastalıklara, tarımın modernleştirilmesi yanında toprağın fakirleşmesine,
çamaşır makinası ve buzdolabı gibi yeni pratik araçlarla beraber çevre kirliliği ve endüstriyel
atıkların oluşmasına da yol açtı. Bugün karşılaştığımız çevre sorunlarına bakarak, bu teknik
gelişmelerin doğanın koşullarından tehlikeli bir biçimde uzaklaşmış olmak anlamına geldiğini
söyleyenler var. İnsanlık, artık kontrol altına alamadığı bir sürece girmiş bulunuyor bu görüşte
olanlara göre. Öte yandan, gelişmelere çok daha olumlu bakanlara göre insanlık henüz
teknolojinin çocukluk dönemini yaşıyor. Teknolojiye dayalı uygarlık çocukluk hastalıklarını
geçiriyor, ama insanlık zamanla doğayı tehdit etmeksizin onu kontrol etmeyi öğrenecek, diyor
bu görüş.
- Peki bu konuda senin görüşün ne?
- Her iki görüşün de haklı bulduğum yanları var. Bazı alanlarda insan doğaya müdahale
etmeyi bırakmalı, bazı alanlarda ise doğaya müdahale etmek o kadar kötü sonuç vermeyebilir.
Ama emin olabileceğimiz bir şey varsa o da artık Ortaçağa dönmenin mümkün olmadığı.
Rönesanstan itibaren insan yalnızca yaradılışın bir parçası olmakla kalmayıp doğaya
müdahale etmiş ve onu kendi kafasına göre biçimlendirmiştir. Bu da bize insanın ne müthiş
bir yaratık olduğunu gösteriyor.
- Ay'a bile gittik. Ortaçağda kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi herhalde bu!
- Tabii, hiç kuşkun olmasın bundan! Bu da bizi yeni dünya görüşü konusuna getiriyor. Tüm
Ortaçağda insanlar gökyüzüne bakıp Güneş'i, Ay'ı, yıldızları ve gezegenleri gördüler. Ancak
Yer'in evrenin merkezi olduğundan kimse şüphe bile etmiyordu. Tüm gözlemler Yer'in
hareket etmeksizin
231
SOFt'NÎN DÜNYASI
durduğunu ve Yer'in etrafında dönenlerin diğer "gök cisimle, ri" olduğunu gösteriyordu. Bu
görüşe, yani her şeyin merkezinde Yer'in olduğu görüşüne, geosentrik dünya görüşü diyo-ruz.
Tanrı'nın tüm gök cisimlerine hükmettiği yolundaki Hıristiyan inanışı da bu tür bir dünya
görüşünü destekliyordu.
- Keşke her şey bu kadar basit olsaydı!
- Ama 1543'de "Gök Cisimlerinin Dönüşleri" adlı bir kitap yayınlandı. Kitabın yazarı,
kitabının çıktığı gün ölen Polonyalı astronom Copernikus'du. Copernikus, Güneş'in Yer'in
etrafında değil, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğünü öne sürüyordu. Bunun gök cisimlerinin
hareketine bakılarak anlaşılabileceğini söylüyordu. İnsanların Güneş'in Yer'in etrafında
döndüğünü sanmalarının nedeninin de Yer'in kendi ekseni etrafında dönüyor olması olduğunu
söylüyordu. Yer'in ve diğer gök cisimlerinin Güneş'in etrafında dairesel yörüngelerde hareket
ettiğinden yola çıkıldığında, gök cisimlerine dair gözlemlerin çok daha rahat
anlaşılabileceğini iddia ediyordu. Bu görüşe, yani her şeyin merkezinde Güneş'in olduğu
görüşüne de heliosentrik dünya görüşü diyoruz.
- Ve doğru olan görüş de buydu, değil mi?
- Tam da değil! Buradaki ana nokta, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğü noktası elbette doğru.
Ancak Copernikus Güneş'in evrenin merkezi olduğunu da iddia ediyordu. Oysa bugün
biliyoruz ki Güneş sayısız pek çok yıldızdan yalnızca biridir ve etrafımızdaki tüm yıldızlar da
milyarlarca yıldız kümesinden yalnızca bir tanesidir. Ayrıca Copernikus Yer'in ve diğer
gezegenlerin Güneş'in etrafında dairesel bir biçimde döndüklerini söylüyordu.
- Doğru değil miydi bu?
- Hayır, değildi. Bu dairesel hareket varsayımının ardında gök cisimlerinin yusyuvarlak
oldukları ve "ilahi" oldukları için dairesel hareketlerde bulundukları inanışından başka
232
RÖNESANS
bir şey yatmıyordu. Platon'dan beri küre ve daire geometrik biçimlerin en mükemmeli
sayılıyordu. Ancak 17. yüzyılın başlarında Alman astronomu Johannes Kepler, gözlemlerinin
sonucunda gezegenlerin, merkezlerinden birinde Güneşin olduğu eliptik ya da yumurta
biçiminde yörüngeler boyunca döndüklerini söyleyebiliyordu. Aynca gezegenlerin Güneş'e en
yakın oldukları noktalarda en hızlı hareket ettiklerine, Güneş'ten uzaklaştıkça hızlarının
azaldığına da işaret ediyordu. Yer'in de diğer gezegenler gibi bir gezegen olduğunu da ilk kez
Kepler dile getirdi. Kepler ayrıca fiziksel yasaların tüm evrende geçerli olduklarının da altını
çizdi.
- Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyordu?
- Çünkü Ortaçağdan kalma görüşlere körü körüne inanmadan .gezegenlerin hareketlerini
kendi algılayışıyla çözüm-lüyordu. Kepler'le aynı zamanlarda yaşamış bir başka bilim adamı
da, ünlü İtalyan âlimi Galileo Galilei idi. Galilei de gök cisimlerini teleskop kullanarak
gözledi. Ay'ın kraterlerini görerek, Ay'da da tıpkı Yer'deki gibi dağlar ve vadiler olduğunu
söyledi. Jüpiter gezegeninin dört uydusu olduğunu da keşfetti. Böylece Yer'den başka
gezegenlerin de Ay'ı olduğu anlaşılmış oldu. Ancak Galilei en çok, Atalet Yasası olarak
bilinen yasasıyla tanınır.
- Ne diyor bu yasa?
- Galilei bunu şöyle dile getiriyordu: "Bir cismin edindiği hız, hızlanma ve yavaşlamaya
neden olan dış etkenler ortadan kaldırıldığı sürece, sabit kalır."
- Vallahi, bana göre hepsi bir!
- Ama çok önemli bir gözlem bu! Antik Çağdan beri, Yer'in kendi ekseni etrafında dönmesine
karşı çıkılırken ileri sürülen en önemli neden şudur: eğer böyleyse, Yer çok hızlı dönmek
zorunda kalacağından, havaya diklemesine atılacak bir taş atıldığı yerden metrelerce ileriye
düşmek zorunda kaf-
233
SOFİNİN DÜNYASI
lacaktır.
- Niye böyle olmuyor gerçekten?
- Trende giderken elinde tuttuğun elmayı düşürürsen, elma, tren hareket ediyor diye arkana
düşmez. Dümdüz aşağıya düşer. Bunun nedeni atalet yasasıdır. Elma, sen düşürmeden önceki
hızım aynen korur.
- Anlıyorum sanırım.
- Galilei'nin zamanında trenler yoktu tabii. Ama bir küreyi yerde elinle biraz yuvarladıktan
sonra bırakırsan...
-... küre hareketine devam eder...
-... çünkü küre, sen elinden bıraktıktan sonra da ilk elde ettiği hızı korur.
- Ama oda yeterince büyükse, sonunda durur.
- Çünkü diğer kuvvetler kürenin hızını frenler. Öncelikle yer frenler, hele işlenmemiş tahtadan
oluşan bir yerse. Sonra da yerçekimi eninde sonunda küreyi durduracaktır. Bekle biraz, sana
bir şey göstereceğim.
Alberto Knox böyle dedikten sonra kalkıp eski masaya gitti. Masanın çekmecelerinden aldığı
bir şeyi getirip sehpanın üzerine koydu. Bu, bir ucu birkaç milimetre kalınlığında, diğer ucu
ipince olan bir tahtaydı. Neredeyse tüm sehpayı kaplayan tahtanın yanma bir de yeşil
mermerden bir küre
koydu.
- Buna eğik düzlem denir, dedi sonra. Mermer küreyi, bu yüzeyin kalın tarafına koyup
bırakırsam ne olur sence?
Sofi, "bundan kolay ne var?" dercesine omuz silkti:
- On kronuna bahse girerim ki yuvarlanarak sehpaya varır ve sonra da yere düşer.
- Bakalım!
Alberto küreyi bıraktı. Küre de Sofi'nin dediği gibi yuvarlanıp sehpanın yüzeyine vardı,
sehpanın üzerinde yuvarlanmaya devam edip hafif bir ses çıkararak yere çarptı ve
234
RÖNESANS
sonra da kapının eşiğine çarpana dek yerde yuvarlandı.
- Aman, ne ilginç! dedi Sofi.
- Evet ya, değil mi? Galilei işte bu tür deneyler yapıyordu.
- Bu kadar aptal mıydı gerçekten?
- Ağır ol biraz. Galilei her şeyi kendi duyulanyla algılamak istiyordu. Üstelik biz işe henüz
başladık! Anlat bakalım, küre neden eğik düzlemde yuvarlandı?
- Ağır olduğu için yuvarlanmaya başladı.
- Peki, ya ağırlık dediğin şey nedir çocuğum?
- Bu aptalca bir soru oldu işte!
- Cevap veremiyorsan sorduğum soru aptalca sayılmaz. Küre neden yere yuvarlandı?
- Yerçekiminden dolayı.
- Evet, doğru. Demek ki ağırlık yerçekimiyle ilgili bir şey. Mermer küreyi harekete geçiren
şey de işte bu kuvvetti.
Alberto bu arada mermer küreyi yerden kaldırmıştı. Elinde mermer küreyle yine eğik
düzlemin yanında durdu.
- Şimdi küreyi eğik düzlem boyunca yuvarlamaya çalışacağım, dedi. Kürenin hareketini
dikkatle izle.
Eğilip küreyi eğik düzlemi enlemesine geçecek şekilde hareket ettirdi. Sofi kürenin eğri bir
hareket yaptıktan sonra yüzeyin aşağısına doğru çekildiğim gözledi.
Alberto:
- Ne oldu? diye sordu.
- Küre eğri bir hareketle yuvarlandı, çünkü bu eğri bir yüzey.
- Şimdi küreyi ispirtolu kalemle boyayalım ve senin "eğri" demekle ne kastettiğini görelim.
Siyah bir ispirtolu kalem bulup kürenin tümünü boyadı daha sonra. Şimdi deneyi
tekrarladıklarında Sofi kürenin eğik düzlem üzerinde tanı olarak nasıl hareket ettiğini daha
235
SOFfNlN DÜNYASI
RÖNESANS
kolay görebiliyordu, çünkü küre geçtiği yerde siyah bir iz bırakıyordu. Alberto:
- Kürenin hareketini nasıl tanımlayabilirsin? diye sordu.
- Yay biçiminde... Bir dairenin parçası gibi sanki.
- İşte doğru cevap! dedi Alberto.
Sonra Sofi'ye bakıp kaşlannı kaldırarak:
- Ama tam da daire denemez! Bu şekle parabol diyoruz.
- Valla, bana göre hepsi bir!
- Ama küre neden tam da bu şekilde yuvarlanıyor? Sofi iyice düşündükten sonra cevap verdi:
- Yüzey eğimli olduğu için, küre de yerçekimine bağlı olarak yere çekildi.
- Evet ya! Şu işe bak! Şöyle rastgele bulup tavan arasına çıkardığım bir kız, tek bir deneyden
sonra Galilei'nin bulduğu sonucun tıpatıp aynısını buluyor!
Ve Alberto Knox neşeyle ellerini çırpmaya başladı. Sofi bir an Alberto'nun delirmiş
olmasından kaygılandı. Alberto sözlerini sürdürdü:
- Aynı cisme nasıl iki kuvvetin birden etki yaptığını görüyoruz burada. Galilei aynı şeyin
örneğin bir top mermisi için de geçerli olduğunu keşfetti. Mermi de havaya atıldıktan sonra
bir süre uçar ve sonra belli bir eğimle yere doğru çekilir. Mermi de mermer kürenin eğik
düzlem üzerinde izlediği yörüngeye benzer bir yörünge izler. Galilei'nin yaşadığı dönemde
yeni bir keşifti bu. Aristoteles havaya atılan bir top güllesinin önce hafif bir eğimle hareket
edeceğini, ama sonra dimdik bir şekilde yere düşeceğini söylüyordu. Doğru değildi bu tabii
ama Aristoteles'in doğru düşünmediğini Galilei'nin yaptığı gibi göstererek kanıtlamak
gerekiyordu.
- Bana göre hava hoş! Ama sahiden çok önemli bir keşif
mi bu?
- Hem de nasıl! Bunun kozmik bir önemi var, çocuğum-
236
Bu, insanlık tarihindeki bilimsel keşiflerin en önemlilerinden biri.
- O zaman niye böyle olduğunu da anlatacağına bahse girerim!
- Galilei'den sonraki önemli bilim adamlarından biri de 1642-1727 yılları arasında yaşamış
olan Isaac Neıvton'du. Newton güneş sistemi ve gezegenlerin hareketine son ve doğru
açıklamayı getiren bilim adamı olmuştu. Yalnızca gezegenlerin Güneş etrafında nasıl
döndüklerini açıklamakla kalmayıp tam olarak neden böyle hareket ettiklerini de
açıklayabilmişti. Bunu yaparken de Galilei'nin dinamiği dediği- ' miz şeyi esas alıyordu.
- Gezegenler eğik düzlem üzerindeki küreler gibi mi görülebilir?
- Öyle bir şey, ama biraz sabırlı ol Sofi...
- Başka seçeneğim yok ki zaten!
- Kepler de gök cisimlerini birbirine çeken bir kuvvet olması gerektiğine işaret etmişti.
Örneğin gezegenleri yörüngesinde tutan şey Güneş kuvveti olmalıydı. Böyle bir kuvvet
gezegenlerin neden Güneş'ten uzaklaştıkça hızlarının azaldığını da açıklar. Kepler ayrıca gel
gitin, yani deniz suyunun yükselip alçalmasının da Ay'ın kuvvetine bağlı olması gerektiğini
söylüyordu.
- Ve de doğruydu bu, değil mi?
- Evet. Ama Galilei bu görüşü reddetmişti. "Ay'ın denize hakim olduğu fikrini onaylıyor"
diyerek Kepler'i alaya bile almıştı. Çünkü Galilei, yerçekimi kuvvetlerinin böyle uzak
mesafelerde ve değişik gök cisimleri arasında varolabileceği düşüncesini reddediyordu.
- Ve de yanılıyordu!
- Evet, bu noktada yanılıyordu. Çok ilginç, çünkü aslında Galilei Yer'in çekim kuvveti ve
cisimlerin yere düşüşleriyle
237
SOFÎ'NİN DÜNYASI
çok ilgileniyordu. Birden fazla kuvvetin bir cismin hareketini nasıl belirleyebildiğine de
dikkat çekiyordu.
- Aslında Newton'dan söz etmeye başlamıştın...
- Evet, sonra Newton geldi ve evrensel yerçekimi dediğimiz yasayı buldu. Bu yasaya göre, iki
cisim birbirini büyük-lükleriyle orantılı, aralarındaki mesafeyle ters orantılı olarak çeker.
- Sanırım anlıyorum. Örneğin iki fil arasında iki fare arasındakinden daha büyük bir çekim
vardır. Aynı hayvanat bahçesindeki iki fil arasında da, Hindistan'daki bir fille Afri-ka'daki bir
fil arasındakinden daha büyük bir çekim vardır.
- Demek ki anlamışsın. Şimdi en önemli nokta geliyor. Newton bu çekimin evrensel olduğuna
işaret etti. Yani bu çekim her şey için ve dolayısıyla uzaydaki değişik gök cisimleri arasında
da geçerliydi. Nevvton'un bunu, bir elma ağacının altında otururken keşfettiği söylenir.
Newton bir elmayı yere düşerken görünce, Ay'ı Yer'e çeken ve dolayısıyla Ay'ın durmaksızın
Yer'in etrafında dönmesini sağlayan kuvvetin, elmayı yere çeken kuvvetle aynı şey olup
olmadığını sormuştur kendisine.
- İyi düşünmüş, ama çok da iyi düşünememiş bence.
- Neden Sofi?
- Ay'ı Yer'e, elmayı yere çeken kuvvet gibi bir kuvvet çekseydi, Ay da Yer'in etrafında
kedinin yemek kabının etrafında dönüp duruşu gibi sürekli dönemez, sonunda Yer'in üzerine
düşerdi!
- Öyleyse Newton'un gezegenlerin hareketiyle ilgili yasalarından söz etmenin tam sırası.
Yer'in Ay üzerindeki çekim kuvveti konusunda söylediklerinin yarısında haklı, yarısında
haksız sayılırsın. Ay niçin Yer'e düşmez Sofi? Çünkü Yer'in Ay üzerindeki çekim kuvveti
gerçekten çok büyüktür. Gel git sırasında denizin birkaç metre yükselmesi için gereken kuv-
238
RÖNESANS
veti bir düşünsene!
- Pek anladığımı söyleyemem.
- Galilei'nin eğik düzlemini hatırla. Küreyi eğik düzlem üzerinde hareket ettirdiğimde ne
olmuştu?
- Ay'ın da iki farklı kuvvetin çekimi altında olduğunu mu söylemek istiyorsun?
- Evet. Çok eskiden, güneş sisteminin oluşması sırasında, Ay müthiş bir kuvvetle ileriye,
Yer'den daha ileriye fırlatılmıştı. Bu kuvvet Ay'ın üzerinde sonsuza dek varolacak, çünkü Ay
havasız bir mekânda, herhangi bir direnişle karşı-laşmaksızm hareket etmekte...
- Ama öte yandan onu Yer'e çeken, Yer'in çekim kuvveti de var, öyle mi?
- Evet. Bu iki kuvvet sabit ve Ay'ı ikisi de aynı anda etkilemekte. Ay, bu yüzden Yer'in
etrafında hareket etmeyi sürdürüyor.
- Bu kadar basit mi gerçekten?
- Evet, bu kadar basit. Newton'un söylemek istediği de bu "basitlik"ti zaten! Tüm evrende
geçerli olan birkaç fizik yasası vardı, o kadar. Gezegenlerin hareketini de, Galilei'nin
kendisinden önce keşfettiği iki doğa yasasına dayanarak açıklayabiliyordu. Bunlardan ilki
Atalet Yasası idi ki New-ton bunu kendi sözleriyle şöyle dile getiriyordu: "Bir cisim dış bir
kuvvetin etkisi olmadığı takdirde durmasını ya da sabit hızla hareket etmesini sürdürür."
İkinci yasayı ise Galilei eğri bir yüzey üzerindeki kürelerle göstermişti: Bir cismin üzerine iki
kuvvet aynı anda etki ettiği taktirde, cisim elips biçiminde bir yörünge çizerek hareket eder. /
- Böylelikle Newton tüm gezegenlerin neden Güneş'in etrafında bir yörünge üzerinde hareket
ettiklerini açıklayabiliyordu.
- Evet. Gezegenler Güneş'in etrafında, elips şeklindeki
239
t
SOFÎ'NİN DÜNYASI
yörüngeler üzerinde iki değişik türde hareket ederler: Güneş sisteminin oluşması sırasında
edindikleri doğrusal hareket ve yerçekimi dolayısıyla Güneş'e doğru çekilme hareketi.
- Bravo doğrusu!
- Newton cisimlerin hareketleriyle ilgili yasaların tüm evrende geçerli olduğunu biliyordu.
Böylelikle, gökyüzünde yeryüzündekinden başka bir takim yasaların geçerli olduğu yolundaki
Ortaçağ inanışlarına bir son vermiş oluyordu. He-liosentrik dünya görüşü böylelikle
olumlanmış ve son açıklamasına kavuşmuş oluyordu.
Alberto kalkıp eğik düzlemi yerine, çekmecenin içine koydu. Sonra eğilip yerden aldığı
mermer küreyi yerine kal-dırmayıp Sofi'yle aralarındaki masanın üzerine koymakla
yetindi.
Sofi, eğri bir tahta yüzeyle mermer bir küreden ne çok bilgiye ulaşılmış olduğunu
düşünüyordu. Üzerinde hâlâ siyah boya izleri taşıyan yeşil mermer küreye bakarken yer
küreyi düşünmeden edemedi.
- Ve insanlar koca bir evrenin içindeki sıradan bir gezegende yaşadıklarını kabul etmek
zorunda kalıyorlardı, değil mi? dedi.
- Evet. Yeni dünya görüşü insanlık düşüncesinde büyük değişiklikler öngörüyordu. Tıpkı
Darwin'in daha sonra insanın hayvandan geldiğini gösterdiği zaman da olduğu gibi. Her iki
durumda da insan, yaradılış içerisindeki özel sandığı konumundan birazını yitirmiş oldu. Ve
Kilise her iki durumda da bu yeni görüşlere şiddetle karşı koydu.
- Bunu anlamak pek güç değil. Çünkü Tanrı yok olmuştu değil mi tüm bunların arasında?
Yer'in merkezde, Tanrı ve tüm gök cisimlerinin bundan bir kat yukarıda olduğu bir düzen
daha kolay anlaşılabilir bir düzendi onlar için.
- Yine de en önemli değişiklik bu sayılmaz. Aynı fizik ya-
240
RÖNESANS
ga]arının tüm evrende geçerli olduğunu öne süren New-ton'un, Tanrı'nm gücüne inancının
sarsılmış olacağını düşünebilir insan. Ama Newton'un Tann'ya olan inancı sarsılmadı. O, doğa
yasalarını büyük ve her şeye kadir Tanrı'nın bir kanıtı olarak gördü, insanın kendini
algılayışına gelince, durum biraz daha zorlaştı... ' - Nasıl yani?
- Rönesanstan itibaren insan, kocaman bir evrenin sıradan bir gezegeninde varolduğu
düşüncesine kendini alıştırmaya başlamıştı. Bu düşünceye tam anlamıyla alışıp
alışmadığımızdan hâlâ emin değilim. Ama daha Rönesans döneminde bile insanın şimdi
eskisinden çok daha merkezi bir rol oynadığını ileri sürenler oldu.
-Anlayamadım.
- Eskiden evrenin merkezinde Yer vardı. Ama şimdi gökbilimciler evrenin mutlak bir merkezi
olmadığını söyleyince, bu, evrende ne kadar insan varsa o kadar merkez olduğu anlamına
geliyordu.
- Anlıyorum.
- Rönesans yeni bir Tanrı görüşüne de yol açtı* Felsefe ve teknoloji zamanla teolojiden
ayrıldıkça, yeni bir Hıristiyan dindarlık türü gelişmeye başlamıştı. Sonra Rönesansla birlikte
bireyci bir insan görüşü ortaya çıktı. Bu görüş inanç dünyasını etkiledi. İnsanın Tanrı ile
bireysel ilişkisi, kurum olarak kiliseyle ilişkisinden çok daha önemli görülmeye başlandı.
- Akşam yatmadan önce dua etmek gibi şeyler mi örneğin?
- Evet. Ortaçağ Katolik Kilisesi'nde, Latince ayinler ve dualar Tanrı'ya ibadetin temelini
oluşturuyordu. Latince olduğu için İncil'i yalnızca rahipler ve papazlar okuyabiliyordu.
Rönesanstan itibaren İncil İbranice ve Yunancadan çeşit-
241
SOFfNÎN DÜNYASI
RÖNESANS
li dillere çevrilmeye başlandı. Bu, Reformasyon için son derece önemli bir adımdı.
- Martin Luther...
- Evet, Luther önemli bir kişiydi ancak Reformasyonu tek başına o gerçekleştirmedi elbette.
Roma-Katolik Kilisesi' nin içinde varolmayı sürdürerek Reformasyona dahil olanlar da vardı.
Bunlardan biri Rotterdam'lı Erasmus idi.
- Luther günahlarının bağışlanması için para ödemek istemediği için Katolik Kilisesi'nden
ayrıldı, değil mi?
- Bu da bir neden sayılabilir ama esas olarak Luther, Tanrı'nın affını kazanabilmek için
kilisenin ya da kilise rahiplerinin aracı olması gerekmediğini söylüyordu. Günahların
bağışlanması için kiliseye para ödemek bunun yanında daha az önemli bir konuydu. Zaten bu
uygulama Katoliklikte de 16. yüzyılın ikinci yansından itibaren ortadan kalktı.
- Herhalde bu işe Tanrı da sevinmiştir!
- Luther, Kiliseye Ortaçağda dahil olan pek çok dinsel töre ve inanışı reddediyordu. Yeni
Ahit'te karşımıza çıkan, gerçek Hıristiyanlığa dönmek istiyordu. "Yalnızca kutsal kitap!"
diyerek, Rönesans Hümanistlerinin sanat ve kültürün antik kökenlerine dönmeyi isteyişi gibi
Hıristiyanlığın "köklerine" geri dönmek gerektiğini dile getiriyordu. Luther ayrıca İncil'i
Almancaya çevirerek, yazılı Alman dilinin temelini atmış oldu. Böylece herkes İncil'i
okuyabilecek, herkes kendi kendisinin rahibi olabilecekti.
- Kendi kendisinin rahibi olmak mı? Biraz abartılı olmuyor mu bu?
- Luther'e göre rahipler Tanrı karşısında diğer insanlardan daha ayrıcalıklı bir konuma sahip
değildiler. Protestan cemaatlerde de ayinleri yönetmek, kilisenin günlük işlerine bakmak
amacıyla rahipler bulunurdu, ancak Luther'e göre insanın Tanrı'nın affını elde edip
günahlarından kurtulması
242
için kilise törenlerine ihtiyacı yoktu. İnsan Tanrı'ya inanmak suretiyle Tanrı'nın affını
"bedavadan" elde ederdi. Luther bu sonuca İncil'i okuyarak varıyordu.
- Luther tipik bir Rönesans insanıydı öyleyse...
- Hem öyle, hem değil. Tipik Rönesans eğilimi sayılabilecek yanı, bireye ve bireyin Tanrıyla
kişisel ilişkisine verdiği önemdi. Rönesanscı yanma bir başka örnek 35 yaşındayken Yunanca
öğrenmesi ve İncil'i Almancaya çevirmek gibi zorlu bir işe girişmesiydi. Halk dilinin
Latincenin yerini alması da Rönesansa özgü bir olguydu. Ancak Luther bir Ficino ya da bir
Leonardo da Vinci gibi Hümanist sayılmazdı. Rotter-dam'lı Erasmus gibi bir takım
Hümanistler, Luther'i insana yeterince değer vermemekle eleştirdiler. Çünkü Luther insanın
günahkâr olduğu için mahvolmaya mahkûm olduğunu söylüyordu. İnsan ancak Tanrı'nın
affıyla "meşrulaşabilirdi". Çünkü günahın sonu ölümdü.
- Amma da acıklı!
Alberto Knox yerinden doğruldu. Masanın üzerindeki yeşil ve siyah topu alıp cebine koydu.
- Saat dördü geçiyor! diye haykırdı Sofi.
- İnsanlık tarihinde bundan sonraki büyük dönem Barok dönemi. Ama bunu bir sonraki sefere
bırakalım sevgili Hilde!
-Ne?
Sofi sandalyesinden zıplamıştı.
- "Sevgili Hilde" dedin!
- Anlamsız bir dil sürçmesi işte.
- Ama insanın dili hiç yoktan sürçmez ki!
- Belki de haklisin. Görüyor musun, Hilde'nin babası artık kelimeleri ağzımıza tıkmaya
kalkıyor. Sanırım bunun için yorgun düştüğümüz anları kolluyor. Kendimizi savunmamız
güçleşiyor çünkü o zaman.
- Hilde'nin babası sen değilsin, değil mi? Yemin et deği-
243
SOFt'NÎN DÜNYASI
lim diye.
Alberto başını "hayır, değilim" anlamında salladı.
- Yoksa Hilde ben miyim?
- Çok yoruldum Sofi. Anlaman gerek. İki saattir konuşuyoruz, üstelik devamlı konuşan da
benim. Akşam yemeğine eve yetişmen gerekmiyordu muydu senin?
Sofi'ye Alberto onu başından savmak istiyormuş gibi geldi. Hole doğru yürürken niye
Alberto'nun ağzından böyle sözler kaçırdığını düşündü. Alberto da arkasından geliyordu.
Hermes, tiyatro kostümlerini hatırlatan garip giysilerin asılı olduğu gardırobun içinde
uyukluyordu. Alberto Her-mes'e eğilip:
- Hermes yine gelip seni alır, dedi. Sofi:
- Görüşmek üzere, deyip parmaklarının ucunda yükseldi ve Alberto'yu kucakladı.
- Sen tanıdığım en bilgili ve en iyi kalpli felsefe öğretmenisin.
Böyle dedikten sonra merdivenlere açılan kapıyı açtı. Ardından kapıyı çekmişti ki
Alberto'nun:
- Yakında yine görüşeceğiz Hilde! dediğini duydu. Sofi bu sözlerle bir başına kalakaldı.
Alberto yine ağzından kaçırmıştı işte! Sofi kapıyı yeniden çalmak istedi ama içinden bir şey
onu durdurdu.
Sokağa çıktığında yanına para almayı unutmuş olduğunu farketti. Bütün yolu yürümek
zorunda kalacaktı. Hay Allah! Saat altıya kadar evde olamazsa annesi hem kızar hem de
meraklanırdı.
Birkaç metre kadar ya gitmiş ya gitmemişti ki kaldırımda bir on kron durduğunu gördü. Tam
bir otobüs bileti parasıydı bu.
Sofi en yakın durağa yürüyüp Büyük Meydan'a giden bir
244
RÖNESANS
otobüse bindi. Oradan da ta evlerine kadar giden bir başka otobüs yakaladı.
Büyük Meydan'a gelene kadar aklına gelmeyen şey orada aklına geldi. Tam da ihtiyacı olduğu
anda bir on kron bulması ne büyük bir şans olmuştu.
Parayı kaldırıma bırakan Hilde'nin babası olabilir miydi? Şimdiye dek en beklenmedik şeyleri
en beklenmedik yerlere bırakmakta büyük ustalık göstermemiş miydi zaten?
Ama Lübnan'daysa nasıl burada da olabilirdi?
Ya Alberto'nun ağzından, kazayla kaçırdıkları? Bir kez olsa neyse, tam iki kere!
Sofi omuzlarından aşağı hafif bir ürpermenin yayıldığını hissetti.
245
barok dönemi
...rüyaların yapıldığı maddeden.
Alberto'dan birkaç gün ses çıkmadı. Bu süre boyunca Sofi defalarca bahçeye çıkıp Hermes'in
gelip gelmediğini kontrol etti. Annesine Hermes'in yolunu şaşırıp bahçelerine geldiğini, sonra
köpeğin ona yol göstererek sahibine götürdüğünü, sahibinin ise emekli bir fizik öğretmeni
olduğunu söylemişti. Öğretmen ona güneş sisteminden ve 16. yüzyılda gelişen yeni bilimden
söz etmişti.
Jorün'e ise bundan daha fazlasını anlatmıştı. Ona Alber-to'ya ziyaretinden, apartmanın
girişinde bulduğu kartpostaldan ve eve dönerken yerde karşısına çıkan on krondan
bahsetmişti. Hilde'yle ilgili rüyasını ve altın kolyeyiyse kendine saklamıştı.
29 Mayıs Salı günü Sofi mutfakta bulaşıkları kurularken annesi içeride haberleri
seyrediyordu. Giriş müziğinin hemen ardından, Norveç BM taburundan bir binbaşının bir
patlama sonucu öldüğü haberi geldi.
Sofi elindeki bezi mutfak tezgâhına atıp odaya koştu. Televizyonda birkaç saniye süreyle BM
askerinin resmi göründü. Sonra spiker diğer haberlere geçti.
- Olamaz! diye haykırdı Sofi. Annesi kızına dönüp:
- Evet, dedi. Savaş çok korkunç bir şey! Bu laf üzerine Sofi ağlamaya başladı.
- Ama Soficiğim, bu kadar da değil yani!
- Binbaşının adını verdiler mi?
- Evet, ama neydi hatırlamıyorum. Grimstad'lıymış gali'
ba...
246
barok dönemi
- Grimstad'la Lillesand aynı yer sayılmaz mı?
- Yok canım.
- Grimstad'lı biri Lillesand'da okula gidiyor olamaz mı? Artık ağlamayı kesmişti. Şimdi sıra
annesindeydi. Yerinden hızla kalkıp televizyonu kapadı ve:
- Nedir bu saçmalık Sofi? dedi.
- Hiçbir şey...
- Hayır efendim! Bir sevgilin olduğu ve onun senden epeyce büyük olduğuna inanmaya
başlıyorum artık. Cevap ver bana: Tanıdığın biri mi var Lübnan'da?
- Hayır, tam olarak değil..."
- Lübnan'daki birinin oğluyla mı tanıştın?
- Hayır! Kızıyla bile tanışmadım üstelik...
- Kimin?
- Seni ilgilendirmez.
- İlgilendirmez olur mu hiç? -
- Belki de ben sana sorular sormaya başlamalıyım. Babam niçin hep evden uzakta?
Ayrılamayacak kadar korkak olduğunuz için mi? Belki de ne babamın ne benim bildiğim bir
sevgilin var? Vesaire, vesaire... ikimizin de soracak sorulan var gördüğün gibi!
- En azından birlikte konuşmaya ihtiyacımız var sanırım.
- Olabilir. Ama şimdi öyle yorgunum ki gidip yatmak istiyorum. Üstelik aybaşı oldum.
Böyle dedikten sonra, boğazında düğümlenen gözyaşları içinde odasına koştu.
Banyoda işini bitirip yorganının altına sokulmuştu ki annesi geldi.
Annesinin inanmayacağını bilmesine rağmen uyuyormuş gibi yapü. Oysa annesinin hem
bunu, hem de kendisinin bu numarayı yutmayacağını Sofi'nin bildiğini çok iyi biliyordu.
Annesi yatağın kenarına oturup Sofi'nin başım okşamaya başladı.
247
SOFİ'NİN DÜNYASI
barok dönemi
Sofi iki hayatı aynı anda yaşamanın ne güç bir hal aldığa düşündü. Felsefe kursunun bitmesini
dört gözle beklemeye başlıyordu. Belki de yaşgününe ya da hiç değilse 24 Hazirana kadar
bitmiş olurdu. Hilde'nin babası da Lübnan'dan o tarihte dönüyordu...
- Yaşgünümde bir parti vermek istiyorum, dedi.
- Ne güzel! Kimleri davet edeceksin?
- Pek çok kişiyi. Tabii eğer izin verirsen...
- Elbette. Kocaman bir bahçemiz var zaten... Umanm havalar da böyle güzel gider.
- Ama ben yaşgünümü 24 Haziranda kutlamak istiyorum.
- Olur öyleyse.
* - Önemli bir gün bu, dedi Sofi. -Yani?
- Son günlerde kendimi oldukça büyümüş hissediyorum.
- İyi bir şey bu, değil mi?
- Bilmem.
Sofi konuşurlarken yatmayı sürdürüyordu. Annesi:
- Soficiğim. Bana anlatmalısın niye böyle... biraz dengesiz olduğunu son günlerde.
- Sen dengesiz değil miydin on beş yaşındayken?
- Dengesizdim herhalde. Ama sen neden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun.
Sofi annesine döndü:
- Köpeğin adı Hermes. -Ya?
- Alberto denen bir adamın köpeği.
- Devam et.
¦',_;- Şehrin eski bölgesinde yaşıyor.
- Köpeği oraya dek takip mi ettin?
- Evet. Bunda sakıncalı bir yan yok sanırım.
- Köpeğin daha önce birkaç kez buraya geldiğim mi söy-
248
lemistin?
- Söylemiş miydim?
Sofi'nin biraz düşünmesi gerekiyordu. Annesine anlatabileceklerinin tümünü anlatmak
istiyordu ama her şeyi de anlatamazdı.
- Hiç evde olmuyorsun anne, dedi.
- Haklısın. Hep çok meşgul oluyorum.
- Alberto ve Hermes buraya pek çok kez geldiler.
- Ama neden? Eve de girdiler mi yoksa?
- Sorularını teker teker sormaya çalışabilir misin lütfen? Hayır, eve girmediler. Ama sık sık
ormanda gezintiye çıkıyorlar. Yoksa bu da çok acayip bir şey mi sence?
- Hayır, hiç de değil.
- Herkes gibi onlar da gezintiye çıkarken bizim evin önünden geçiyorlar. Bir kez okuldan eve
döndüğümde Hermes'i gördüm. Alberto ile de Hermes aracılığıyla tanıştım.
- Ya beyaz tavşanlar filan?
- Beyaz tavşanlardan Alberto söz etti. Çünkü o tam bir filozof. Bana tüm diğer filozofları da o
anlattı.
- Öyle, bahçe çitinin arkasında durduğu yerden mi?
- Karşılıklı oturduk herhalde! Ama en çok mektupla haberleştik. Mektupları bazen postacı
getiriyor, bazen o gezintiye çıkarken posta kutusuna bırakıyordu.
- Bir de şu "aşk mektubu" meselesi vardı...
- Vardı da, aşk mektubunun kendisi yoktu!
- Yalnızca filozoflardan mı bahsetti gerçekten?
- Ya, ne inanılmaz değil mi! Sanırım ondan, sekiz yıldır okulda öğrendiklerimden çok daha
fazla şey öğrendim. 1600 yılında ateşte yakılarak öldürülen Giordano Bruno diye biri
olduğunu biliyor muydun örneğin? Ya Nevvton'un evrensel çekim kanununu?
- Hayır, bilmediğim çok şey var ne yazık ki...
249
SOFİNİN DÜNYASI
- Seni bildiğim kadarıyla, Dünya'nın neden Güneş etrafındaki bir yörüngede hareket ettiğini
de bilmezsin... Üstelik bu senin kendi gezegenin olmasına rağmen!
- Kaç yaşlarında bu adam?
- Bilmem. Ama en azından elli olmalı.
- Lübnan'la ilgisi ne?
İşte bu zor bir soruydu. Sofi'nin aklından yüzlerce değişik
cevap geçti. En sonunda:
- Alberto'nun BM taburunda binbaşı olan bir kardeşi var. Lillesand'h. Bir zamanlar Binbaşının
Evi'nde yaşayan da oydu.
- Alberto biraz garip bir ad değil mi?
- Olabilir.
- ttalyancaya benziyor...
- Biliyorum. Zaten kayda değer her şey ya Yunanistan ya da İtalya'dan geliyor!
- Ama Norveççe biliyor, değil mi?
- Hem de gürül gürül!
- Ne diyorum biliyor musun Sofi? Bu Alberto'yu bir gün bize davet etsek... Hiç gerçek bir
filozofla tanışmadım ben.
- Bakalım!
- Yaşgünü partine çağırabiliriz belki? Birkaç kuşağın bir arada olması çok hoş bir şey bence.
Ben de davetliyim değil mi? En azından yiyecekleri getirip götürürüm, iyi fikir değil mi, ne
dersin?
- Tabii eğer o gelmek isterse! Sınıfımdaki oğlan çocuklarından çok daha ilginç en azından!
Ama...
- Evet?
- Ya herkes Alberto'nun senin yeni sevgilin olduğunu sanırsa?
- Sen de öyle olmadığım söylersin.
- Bakalım!
- Bakalım ya! Sofi, babanla çok iyi anlaşamadığımız doğru.
250
barok dönemi
Ama hiçbir zaman babandan başkası olmadı...
- Uyumak istiyorum artık. Karnım da çok ağrıyor.
- Bir paracetamol ister misin?
- Olur.
Annesi suyla hapı getirdiğinde Sofi çoktan uykuya dalmıştı.
31 Mayıs bir perşembe gününe rastlıyordu. Sofi bugün son derslerin geçmesine güç
dayanmıştı. Felsefe kursuna başladığından beri bazı dersleri daha iyi gitmeye başlamıştı.
Derslerinin çoğunda önceden de fena notlar almıyordu zaten ama şimdi sosyal bilgiler ve
benzeri derslerden hep pekiyi alıyordu. Matematikte ise durumu o kadar iyi sayılmazdı.
Son derste yine kompozisyon yazmışlardı. Sofi "İnsan ve Teknik" adlı konuyu seçmişti.
Kompozisyonunda Rönesans ve bilimsel devrimden, yeni doğa anlayışından, "bilgi güçtür!"
diyen Francis Bacon'dan ve yeni bilimsel yöntemden söz etti. Deneysel yöntemin yeni
bilimsel buluşlara temel oluşturduğu üzerinde önemle durdu. Sonra da teknolojinin olumsuz
bir takım sonuçlarına değindi. Ama sonuç olarak insanın yaptığı her şeyin hem kötü hem de
iyi amaçlarla kullanılabileceğini yazdı. İyi ve kötü, birbirine geçerek eğrilen siyah ve beyaz
iplik gibidir, dedi. Bu iki ip bazen birbirine öylesine dolanırdı ki, birini diğerinden ayırdetmek
mümkün olmazdı.
Öğretmen kompozisyon defterlerini geri verirken Sofi'ye eğilerek göz kırptı.
Sofi bu kompozisyonundan "Pekiyi" almış, öğretmen ayrıca defterine "Tüm bunları nereden
bilebiliyorsun?" diye yazmıştı.
Sofi tükenmez kalemle defterine "Felsefe okuyorum" diye yazdı.
Defterini katlayıp kaldıracakken defterin arasından bir
251
SOFİ'NİN DÜNYASI
barok dönemi
şey yere düştü. Bu, Lübnan'dan gelen bir kartpostaldı. Sofi sırasının üzerine eğilip kartı
okumaya başladı:
Sevgili Hilde. Sen bu satırları okurken, burada olan trajik ölüm olayını telefonda konuşmuş
olacağız. İnsanlar biraz daha fazla düşünmeyi başarabilseler, belki de bu savaşlar, bu ölümler
hiç olmazdı diye düşündüğüm çok oluyor. Savaş ve şiddete karşı en iyi çözüm, küçük bir
felsefe kursu olabilirdi belki de! Ya, dünyaya her yeni gelen insanın kendi anadilinde elde
edebileceği "Birleşmiş Milletler Felsefe Kitapçığı" fikrine ne demeli! Bu fikri BM Genel
Sekreterine açacağım.
Telefonda eşyalarını kaybetmeme konusunda daha dikkatli davrandığını söyledin. İyi olur,
çünkü sen gerçekten tanıdığım en savruk kişilerden birisin. Son konuşmamızdan beri
kaybettiğin tek şeyin bir on kron olduğunu söyledin. Paranı bulman için elimden geleni
yapacağım. Kendim uzak olsam da, orada bana yardım etmeye hazır dost eli hep var. (On
kronunu bulursam bunu yaşgünü hediyene katacağım.) Sevgiler... Evine dönüş yoluna
koyulmaya hazırlanan baban!
Sofi tam kartı bitirmişti ki son dersten çıkma zili çaldı. Yine aklından yüzlerce düşünce aynı
anda geçiyordu.
Her zaman olduğu gibi okul bahçesinde Jorün'le buluştu. Eve doğru giderlerken Sofi çantasını
açıp arkadaşına kartpostalı gösterdi. Jorün:
- Pul hangi tarihte damgalanmış? diye sordu.
- 15 Hazirandır mutlaka...
- Hayır, bak... 30/5/1990 yazıyor.
- Dünün tarihi... Yani Lübnan'daki olayın ertesi günü. Jorün:
252
- Lübnan'dan Norveç'e mektubun bir günde gelebileceğine inanmıyorum, diye sözlerini
sürdürdü.
- Hele şu özel adrese bakacak olursan: "Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag, Furulia
Lisesi"...
- Normal postayla mı gelmiştir sence? Ya kartı öğretmen mi bulup kompozisyon defterinin
içine koydu acaba?
- Bilmem. Bilmeye cesaret edip edemediğimden de emin değilim doğrusu!
Kartpostal bahsi böylece kapanmış oldu.
- 24 Haziranda, bahçemizde büyük bir yaşgünü partisi vereceğim.
- Sınıftaki çocukları da çağıracak mısın? Sofi omuzlarını silkti:
- En gerzeklerini çağırmasak da olur!
- Ama Jörgen'i çağıracaksın, değil mi?
- Sen istiyorsan çağırırım. Partiye bir sincap iyi gider. Ha, bu arada Alberto Knox'u da davet
ederim bakarsın.
- Delisin sen!
- Biliyorum.
Alışveriş merkezinin köşesinde bu sözlerle ayrıldılar.
Sofi eve gelince ilk iş olarak bahçede Hermes'e bakındı. İşte Hermes orada, elma ağaçlarının
arasındaydı.
- Hermes!
Köpek kısa bir saniye süresince hareketsiz durdu. Sofi bu kısa sürede neler olduğunu tamı
tamına kestirebiliyordu: Köpek Sofi'nin sesini duymuş, bu sesi tanımış ve tanıdığı ses olup
olmadığını anlamak için sesin geldiği yöne bakmaya karar vermişti. Bakınca haklı olduğunu
anlamış, Sofiye doğru koşmaya karar vermişti. En sonunda da dört bacağının üzerinde tram-
Pet çubuğu gibi ses çıkararak koşmaya başlamıştı.
Bir saniyede ne çok şey olabiliyordu aslında!
253
SOFİNİN DÜNYASI
Hermes Sofi'nin yanına geldi. Kuyruğunu çılgınca sallayarak Sofi'nin üzerine atladı.
- Hermes, akıllı köpektik! Evet, evet... dur, hayır bırak beni yalamayı. Hah, otur bakalım...
Hah, şöyle!
Sofi kendini eve atü. Bahçedeki yabancı hayvana karşı biraz kuşkulu davranan Şerekan da bu
arada çalıların arasından çıkıp Sofi'yle birlikte eve girmişti. Sofi ona yemeğini verip kuşların
da yem kabına yiyecek koydu. Kaplumbağanın önüne bir salata yaprağı bıraktıktan sonra
annesine kısa bir not yazdı. Notta Hermes'i evine götürdüğünü, akşam saat yediye kadar eve
gelmemişse telefon edeceğini söyledi.
Sonra şehri bir uçtan bir uca katettiler. Sofi bu kez yanma para almayı unutmamıştı. Bir ara
Hermes'le birlikte otobüse binmeyi düşündü ama sonra bu konuda önce Alberto'nun fikrini
almaya karar verdi.
Hermes önde o arkada yürüyüp dururken hayvanları düşündü.
Bir insanla bir köpek arasında ne fark vardı? Aristoteles'in bu konudaki fikirlerini hatırladı.
Ona göre insanlarla hayvanlar arasında pek çok bakımdan benzerlikler vardı. Ancak yine
aralarında çok büyük bir fark vardı ki bu da yalnızca insana özgü olan akıldı.
Bu fark konusunda nasıl böyle kesin konuşabiliyordu? Demokritos ise atomlardan oluşmaları
bakımından hayvanlarla insanların birbirine çok benzediklerini söylüyordu. Ne hayvanlar ne
de insanların ölümsüz bir ruhu vardı. Ona göre insanın ruhu da atomlardan oluşuyordu ve
insan ölünce bu ruh atomları dört bir yana dağılıyordu. Ayrıca insan ruhu, insan beyninin
ayrılamaz bir parçasıydı.
Ama ruh nasıl olup da atomlardan oluşabilirdi? Ruh, vücudun diğer organları gibi elle tutulur
bir şey değildi ki. Adı üstünde ruh, "ruhsal" bir şeydi.
254
BAROK DÖNEMİ
Büyük Meydan'ı geçmiş, şehrin eski semtlerine gelmeye başlamışlardı. Geçen gün on kron
bulduğu kaldırıma geldiklerinde Sofi tekrar ısrarla yere baktı. Ve işte orada, birkaç gün önce
on kronu bulduğu tam o noktada, bu kez de resimli tarafı üste gelen bir kartpostal duruyordu.
Resimde palmiyeler ve portakal ağaçları görünüyordu.
Eğilip karta aldı. Aynı anda Hermes hırlamaya başladı. Sofi'nin kartı almasından
hoşlanmamış gibiydi sanki.
Kartta şunlar yazılıydı:
Sevgili Hilde! Yaşam uzun bir rastlantılar zinciridir. Kaybettiğin on kronun tam burada
karşına çıkabilir. Çünkü belki de onu Lillesand'dan Kristiansand'a giden otobüsü beklemekte
olan yaşlı bir kadın bulmuştur. Bu kadın sonra Kristiansand'dan trene binip torunlarını
görmeye gelmiş, on kronu da burada, Yeni Meydanda düşürmüştür. Sonra bu parayı eve
gidebilmek için şiddetle on krona ihtiyacı olan bir kız bulmuştur belki de. Bilinmez tabii,
böyle olmuş olabilir. Ama eğer tüm bunlar olabiliyorsa insanın da tüm bunların arkasında bir
Tanrının varolduğuna inanası geliyor. İmza: Şu an ruhuyla Lillesand'da iskelenin ucunda
oturmakta olan baban.
NOT. On kronunu bulmana yardım edeceğim demiştim ya!
Adres hanesinde "Yoldan geçen birinin eliyle Hilde Möller Knag..." diye yazıyordu. Kart 15
Haziran damgalıydı.
Sofi Hermes'in ardından koşar adımlarla merdivenleri çıktı. Alberto kapıyı açar açmaz Sofi:
- Postacıya yol aç bakalım babalık! dedi.
Biraz lanetlik etmeye hakkı olduğunu düşünüyordu.
Alberto Sofi'yi içeriye davet etti. Hermes geçen seferki gibi
255
SOFİ'NİN DÜNYASI
gardırobun içine kıvrılıp yattı.
- Binbaşı sana yeni bir işaret mi gönderdi çocuğum? Sofi başını kaldırıp Alberto'ya baktı.
Ancak o zaman bu kez
Alberto'nun üzerinde bambaşka bir kostüm olduğunu farketti. Gözüne ilk çarpan şeyler başına
taktığı lüle lüle perukla, dantellerle süslenmiş, bol giysisi oldu. Boynuna gösterişli ipek bir
boyunbağı takmış, giysilerinin üzerine kırmızı bir pelerin geçirmişti. Beyaz çoraplarının altına
üzeri kurdeleli rugan ayakkabılar giymişti. Tüm bu giysileriyle Alberto, Sofiye 14. Lou-is'nin
dönemiyle ilgili gördüğü resimleri hatırlatıyordu. Sofi:
- Palyaço seni! diyerek kartpostalı uzattı.
- Hımm... ve sen de kartpostalı koyduğu bu noktada bir on kron bulmuştun, öyle mi?
- Üstüne bastın!
- Gitgide daha utanmazlaşıyor bu adam. Ama belki böylesi daha iyi.
- Neden?
- Çünkü o zaman foyasını ortaya çıkarmamız daha da kolaylaşır. Ama bu numarası gerçekten
insanı küçük duruma düşüren, kötü bir numara. Ucuz bir parfüm kokusu yayılıyor insanın
burnuna...
- Parfüm mü?
- Kibar görünüşünün altında sahtekârca bir tutum yatıyor. Bizi gözaltında tutuşuyla Tanrının
insanları gözetişini bir tutmaya nasıl da cüret ediyor!
Sonra Alberto kartı alıp yırttı. Kafası daha fazla bozulmasın diye Sofi kompozisyon defterinin
arasında bulduğu karttan söz etmedi.
- Odaya geçelim sevgili öğrencim! Bu arada saat kaç oldu?
- Dört.
- Ve biz de bugün 1600'lü yıllardan söz edeceğiz.
256
BAROK DÖNEMİ
Eğri tavanlı, tavanı pencereli odaya geçtiler. Sofi odadaki nesnelerin değişmiş olduğunu
farketti.
Sehpanın üzerinde içinde pek çok değişik gözlük camlan o-lan bir kutu duruyordu. Kutunun
yanında açık bir kitap vardı. Oldukça eski bir kitaba benziyordu.
- Bu ne? diye sordu Sofi.
- Bu, Descartes'in ünlü kitabı "Yöntem Üzerine"nin ilk baskısı. 1637 yılında basılmış bu kitap
sahip olduğum en değerli şeylerden biri.
-Yakutu?
- Bu kutuda değerli mercekler, optik camlar var. Bunları 1600lerin ortasında Hollandalı
filozof Spinozayontmuştu. Bu da en değer verdiğim şeylerden biri.
- Şu Spinoza ile Descartes'in kim olduğunu bilsem bu kutuyla kitabın değerini ben de
dahakiyi anlardım herhalde!
- Elbette. Ama önce onların yaşadığı çağı anlamaya çalışalım. Şöyle bir oturalım...
Yine geçen seferki gibi oturdular: Sofi koltuğa gömülürken Alberto da karşısındaki uzun
koltuğa yerleşti. İkisinin arasında kitabın ve kutunun durduğu sehpa yer alıyordu. Alberto
peruğunu çıkarıp sehpanın üzerine koydu.
- Şimdi 17. yüzyıldan ya da bir başka deyişle "Barok döne-mi"nden bahsedeceğiz.
- Barok dönemi mi? Ne garip bir ad bu!
- "Barok" sözcüğü aslında "düzgün olmayan inci" anlamına gelir. Basit ve uyumlu Rönesans
sanatının tersine Barok döneminin sanatına egemen olan şey de birbiriîte uymayan biçimlerdi.
Genel olarak 17. yüzyıla damgasını vuran' şey uzlaşmaz karşıtlıklar arasındaki gerilimdi. Bir
yandan Rönesattsın sonsuz yaşam sevinci sürüp giderken öte yandan dünyasal zevkleri
reddeden dinsel içedönüklük güncellik kazanıyordu. Bir yandan insan sanatta ve yaşamın
kendisinde kendini debdebeli ve
257
SOFÎ'NİN DÜNYASI
BAROK DÖNEMİ
şaşaalı bir biçimde ifade ederken, bir yandan da dünyaya sırtı. nı dönen inzivacı. eğilimler
ortaya çıkıyordu.
- Görkemli saraylarla ücra manastırlar bir arada, öyle mi?
- Evet, böyle diyebilirsin. Barok döneminin en ünlü deyişle, rinden biri "carpe diem", yani
"günü yakala"dır. Sonraları çok kullanılan bir başka Latince deyiş de "memento mori", yani
"öleceğini hatırla"dır. Resim sanatında da, lüks bir yaşam tarzını anlatan resmin ayrı bir
köşesine çizilmiş bir iskelet insana ölümü hatırlatabilirdi. Barok dönemine pek çok bakımdan
gösteriş ya da yapmacıklık hakimdi. Ancak bu arada bazılannı madalyonun diğer yüzü, yani
varolan her şeyin geçiciliği ilgi-lendiriyordu. Geçicilikle kastedilen şey etrafımızda
gördüğümüz her şeyin bir gün gelip yokolacağı idi.
- Gerçekten de öyle. Hiçbir şeyin sonsuza dek varolmayacağını düşünmek üzüyor beni.
- Öyleyse sen de tıpkı 17. yüzyılda pek çok kişinin düşündüğü gibi düşünüyorsun. Barok
dönemi politik açıdan da pek çok karşıtlık barındıran bir dönemdi. Birincisi, Avrupa'da
savaşlar oluyordu. Bunlardan en kötüsü 1618'den 1648'e dek süren "otuz yıl savaşları" idi ki
bundan en çok etkilenen Almanya oldu. Bu savaşların da etkisiyle Fransa zamanla tüm
Avrupa'ya hakim bir güç haline geldi.
- Neden savaşıyorlardı?
- Öncelikle Protestanlık ve Katoliklikti savaşan. Ama politik gücü ele geçirmek de savaşların
önemli bir nedenini oluşturuyordu.
- Lübnan'daki gibi yani...
-17. yüzyıla damgasını vuran bir başka şey de sınıf farklılıklarıydı. Fransız soyluları ve
Versailles Sarayı'ndan bahsedildiğini duymuşsundur. Buna karşılık halkın sefaletinin ne
boyutlara varmış olduğunu da biliyor musun bilmem. Her türlü ihtişam gösterisi güç
gösterisinin bir yansımasıdır. Barok dö-
258
neminin sanat ve mimarisinin de politik ortamı yansıttığı söylenir. Barok binaları girintili
çıkıntılı köşeler, yarıklarla doludur. Barok döneminin politik hayatı da aynı şekilde hile,
suikast ve entrikalarla doluydu.
- Bir İsveç kralı da bir tiyatroda vurulmamış mıydı?
I - 3. Gustav'ı kastediyorsun ve bunda da haklısın. 3. Gustav
Barok döneminden sonra, 1792'de öldürüldü, ama büyük bir maskeli baloda gerçekleştirilen
bu katliamın yapılış şekli oldukça Baroktu.
- Ben tiyatrodayken öldürüldü diye hatırlıyorum.
- Büyük maskeli balo bir operada düzenlenmişti. İsveç Barok döneminin 3. Gustav'm
ölümünden sonra sona erdiğini söyleyebiliriz. Gustav döneminde, ondan nerdeyse 100 yıl
önce yaşamış 14. Louis dönemindeki gibi "aydın despot" bir hava hüküm sürüyordu. 3.
Gustav da Fransız törenleri ve saray adetlerini pek seven, gösterişe düşkün biriydi. Tiyatroyu
da çok sevdiğini eklemeliyim...
- Ve ölümü de orada olmuş işte!
- Ancak Barok döneminde tiyatro yalnızca bir sanat dalı değil, aynı zamanda önemli bir
simgeydi.
- Neyin simgesi?
- Yaşamın simgesi Sofi. 17. yüzyılda kim bilir kaç kez "yaşam bir tiyatrodur" denmiştir!
Kulisleri ve dekorlarıyla modern tiyatronun doğuşu da tam bu döneme rastlar. Bir
yanılsamaydı yaratılan sahnede ve amacı tam da sahnedeki piyesin yalnızca bir yanılsama
olduğunu göstermekti. Böylece tiyatro tüm yanlarıyla yaşamı yansıtan bir şey haline geldi.
Tiyatro kendisiyle böbürlenen insanın akibetini anlatıyor, insanın zaaflarını acımasızca gözler
önüne serebiliyordu.
- Shakespeare de Barok döneminde mi yaşadı?
- Shakespeare en önemli tiyatro eserlerini 1600 yıllarında yazdı. Bu yanıyla biraz Rönesans,
biraz da Barok dönemine
259
SOFİ'NİN DÜNYASI
aitti. Onun eserlerinde dahi yaşamın tiyatroya benzetildiğini görebiliriz. Birkaç örnek duymak
ister misin?
- Seve seve.
- "As you like it" adlı eserinde şöyle diyor:
Tüm dünya bir sahnedir
yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı. Ve tek bir insanın ömrü
boyunca pek çok rol oynadığı.
"Macbeth"de de şöyle der:
Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör sahnede bir ileri bir geri saatini doldurur ve
sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldır gürültücü bir salağın anlattığı ki yoktur hiçbir anlamı.
- Çok da karamsarmış!
- Ama yaşamın kısalığıydı onu ilgilendiren. Shakespeare' in en bilinen sözünü duymuşsundur
belki...
- "To be or not to be - that is the question."
- Evet, Hamlet'di böyle söyleyen. Bugün buradayız, yarın yokuz.
- Sağol, daha fazla söylemesen de olur!
- Yaşamı tiyatroya benzetmediği zaman rüyaya benzetiyordu Barok dönemi şairi.
Shakespeare'de de karşımıza çıkar bu: "Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz ve
uykuyla çevrilidir küçücük hayatımız..."
- Ne şiirsel!
- 1600 yılında doğmuş, İspanyol şairi Calderon, "Yaşam Bir Rüyadır" adlı bir tiyatro eseri
yazmıştır. Burada şöyle der: "Ha-
260
BAROK DÖNEMİ
yat nedir? Bir delilik. Hayat nedir? Bir yanılsama, bir gölge, bir masal... Ve en önemli şeyin
bile bir değeri yoktur, çünkü tüm yaşam bir rüyadır ve rüyalar da yalnızca, rüya..."
- Haklı olabilir. Okulda bir piyes okumuştuk. Adı "Dağdaki Jeppe" idi.
- Evet, Ludvig Holberg'in bir eseri. Ludvig Holberg, İskandinavya'da Barok döneminden
Aydınlanma Çağma geçişi temsil eden önemli bir kişilikti.
- Jeppe bir hendekte uyuya kalır... uyandığında kendini baronun yatağında bulur. O zaman
yoksul bir köylü olduğunu rüyasında gördüğünü sanır. Sonra yeniden uykuya daldığında onu
yine hendeğe taşırlar. Bu sefer de uyandığında rüyasında baron olduğunu gördüğünü sanır.
- Holberg bu motifi Calderon'dan aldı, Calderon ise "1001 Gece Masallarından. Ancak yaşam
ve rüya benzetmesine tarihte çok daha önce, örneğin Hindistan ve Çin'de rastlarız. Çinli bilge
Chuangtze şöyle der: Bir kere rüyamda kelebek olduğumu gördüm. Şimdi artık rüyasında
kelebek olduğunu gören Chuangtze miyim, yoksa rüyasında Chuangtze olduğunu görmekte
olan bir kelebek miyim bilmiyorum.
- Neyin doğru olduğunu bilmek kolay değil.
- Norveç'de de tam anlamıyla Barok bir şair olan Petter Dass'ı örnek verebiliriz. 1647-1707
yıllarında yaşamış olan -Dass, bir yandan şu an içinde olunan hayatı anlatırken, diğer yandan
yalnızca Tanrı'nm sonsuz ve mutlak olduğunu vurgulardı.
- 'Tüm ülkeler yokolsa yine Tanrı Tanrı'dır, insanların tümü ölse yine Tanrı Tann'dır..."
- Öte yandan aynı ilahide morinaları ve çeşit çeşit balıklarıyla Kuzey Norveç'i anlatan yine
odur. Bu, Barok'un en tipik özelliklerinden biridir. Aynı metinde hem dünyevi ve buraya ait
olan, hem ilahi ye öte dünyaya ait olan aynı anda ele alınır.
261
SOFİ'NİN DÜNYASI
Tüm bunlar bize somut duyular dünyasıyla idealann değişmez dünyası arasında bir fark
gözeten Platon'u hatırlatır.
- Felsefe ne durumdaydı sahi?
- Felsefede de birbirinin tamamen karşıtı düşünce şekille-rinin mücadelesi egemendi. Daha
önce de söylediğimiz gibi, kimine göre varoluşumuz tamamen ruhsal bir temele sahipti. Bu
görüşe Düşüncecilik (İdealizm) diyoruz. Bunun tam karşıtı görüşe de Özdekçilik
(Materyalizm) diyoruz. Özdekçiliğe göre, etrafımızdaki her şey somut ve elle tutulur bir
özden kaynaklanır. 17. yüzyılda bu görüşün de pek çok temsilcisi vardı. Bunların içinde en
etkin olanı, İngiliz filozof Thomas Hobbes idi belki de. Hobbes'a göre insan ve hayvanlar da
dahil olmak üzere her şey yalnız ve yalnız maddesel parçacıklardan oluşmaktaydı. İnsan aklı
ya da ruhu da beyindeki küçücük parçacıkların hareketi sayesinde vardı.
- Öyleyse o da, Demokritos'un tam iki bin yıl önce söylediği şeyin aynını söylüyordu.
- "İdealizm" ve "Özdekçilik" felsefe tarihinin çeşitli aşamalarında tekrar tekrar karşımıza
çıkar. Ancak bu iki düşüncenin aynı anda ve yanyana bulunması Barok dönemine özgüdür.
Özdekçilik yeni doğa bilimleri sayesinde güçleniyordu. Newton aynı hareket yasalarının tüm
evren için geçerli olduğunu öne sürüyordu. Dünya ve gökyüzünü de içermek üzere doğadaki
hertürlü değişim yerçekimi ve cisimlerin hareketi ile ilgili yasalara uyuyordu. Yani her şey
aynı değişmez yasalar ya da aynı mekanik tarafından yönetiliyordu. Dolayısıyla doğadaki her
türlü değişimi matematiksel bir kesinlikle tahmin etmek mümkündü. Bu şekilde Newton
mekanik dünya görüşüne son biçimini kazandırıyordu.
- Dünyayı büyük bir makine gibi mi görüyordu?
- Evet. "Mekanik" sözcüğü, Yunanca makine anlamına gelen "mechane" sözcüğünden
gelmedir. Ancak belirtmek gerekir
262
BAROK DÖNEMİ
]â Hobbes da Newton da mekanik dünya görüşüyle Tanrı inancı arasında bir karşıtlık
görmemiştir. Bunun tüm 18 ve 19. yüzyıl özdekçileri için geçerli olduğuysa söylenemez.
Fransız doktor ve filozofu La Mettrie, 18. yüzyıl ortalarında "L'homme machine" adlı bir
kitap yazmıştır. Kitabın adı "makine-insan" anlamına gelmektedir. Nasıl ayaklar kaslarla
hareket ederse, diyordu La Mettrie, beyin de "kaslarla" düşünür. Sonraları Fransız
matematikçi Laplace da şu düşüncelerle aşırı derecede mekanik bir görüşü dile getiriyordu:
Bir zekâ belli bir anda tüm maddesel parçacıkların konumunu bilebilse "hiçbir şey belirsiz
olmayacaktır ve gelecek de geçmiş gibi gözlerinin önünde bulunacaktır". Buradaki ana fikir,
gelecekte olacak her şeyin önceden belirlenmiş olduğudur. Her şey "kartlarda bellidir". Bu
görüşe Gerekircilik denir.
- O zaman insanın özgür iradesinden söz edilemez...
- Aynen öyle. Çünkü bu görüşe göre düşünce ve rüyalarımız da dahil olmak üzere her şey
mekanik süreçlerin bir sonucudur. 19. yüzyılın bazı Alman Özdekçilerine göre düşünceyle
beynin ilişkisi, idrarla böbreğin, safrayla safra kesesinin ilişkisi gibidir.
- Ama safra da idrar da elle tutulabilir şeyler. Oysa düşünce böyle değil.
- Önemli bir noktaya değindin. Sana bununla ilgili bir fıkra anlatayım: Rus bir beyin
cerrahıyla yine Rus bir astronot din konusunda tartışıyorlardı. Beyin cerrahı dindar, astronotsa
dindar bir kişi değildi. "Uzayda çok dolaştım," diye övünerek konuştu astronot, "ama ne
Tann'yı gördüm ne de meleklerini!" Cerrah cevap verdi: "Ben de çok zeki beyinler ameliyat
ettim, ama tek bir düşünce görmedim!"
- Bu da düşüncenin varolmadığı anlamına gelmiyor, değil mi?
- Hayır gelmiyor ve aynı zamanda düşüncenin ne ameliyat
263
SOFÎ'NlN DÜNYASI
edilecek, ne daha küçük parçalara bölünebilecek bir şey olma-dığını vurguluyor. Delilik
ameliyatla geçirilecek bir şey değil, dir örneğin. Bu çok derinlerde yatan bir şeydir. 17.
yüzyılm önemli filozoflarından biri olan Leibniz'e göre, maddesel olanla ruhsal olan şey
arasındaki fark, maddesel olanın kendinden küçük parçalara ayrılabilir oluşudur. Ruhsa ikiye,
üçe bölünemez.
- Evet, hangi bıçak bunu başarabilir?
Alberto başını sallamakla yetindi. Biraz sonra aralarındaki sehpayı göstererek:
- 17. yüzyılın en önemli filozofları Descartes ve Spinoza idi. Bunlar da "ruh" ile "beden"
arasındaki ilişki gibi konularla ilgilendiler. Şimdi onlardan bahsetmeye başlayabiliriz.
- Hemen başlayalım. Saat yediye kadar eve gidemezsem, buradan eve bir telefon etmem
gerekecek.
264
DESCARTES
.eski malzemelerin tümünden kurtulmak istiyordu...
Alberto ayağa kalkıp üzerindeki pelerini çıkardı. Pelerini bir sandalyenin üzerine atıp tekrar
yerine oturdu.
-1596 yılında doğan Rene Descartes hayatının değişik yıllarını değişik Avrupa ülkelerinde
geçirdi. Genç yaşından itibaren en büyük emeli insan ve evrenin doğasını iyice anlamak oldu.
Ancak felsefeyle uğraşmaya başladıktan sonra, kendinin aslında hiçbir şey bilmediğine
inandı.
- Sokrates gibi mi yani?
- Evet, Sokrates gibi. Ayrıca o da Sokrates gibi gerçeğe ancak aklımızla ulaşabileceğimize
inanıyordu. Kitaplarda yazılanlara körü körüne inanamayız. Duyularımıza bile tam olarak
güvenemeyiz, diyordu.
- Platon da böyle diyordu. Ona göre de gerçek bilgiye ancak aklımızla varabilirdik.
- Çok doğru! Descartes'a, Sokrates ve Platon'la başlayan ve Augustinus'la devam eden bir
yoldan varılır. Bunların hepsi tipik birer Usçuydular. Descartes uzun çalışmalardan sonra
Ortaçağdan gelme bilgilere yüzde yüz güvenilemeyeceği sonucuna vardı. Bu açıdan
Descartes, Atina'daki meydanlarda hüküm süren görüşlere inanmayan Sokrates'e
benzetilebilir. Ve böyle bir insan ne yapar Sofi? Cevap verebilir misin bu soruya?
- O zaman insan kendi felsefesini oluşturmaya başlar.
- Tamam, aynen öyle! Sokrates'in hayatını Atina halkıyla yaptığı tartışmalara adaması gibi,
Descartes de ömrünü Avrupa'nın pek çok yerine seyahat ederek geçirmeye karar verir.
265
SOFİNİN DÜNYASI
DESCARTES
Kendi deyişiyle bu andan sonra ya kendi içinde ya da "evrenin büyük kitabında" bulacağına
inandığı bilimi arayacaktır. Bu amaçla orduya katılan Descartes, böylelikle Orta Avrupa'nın
pek çok kentinde bulunma şansı elde eder. Son olarak birkaç yıl Paris'te yaşadıktan sonra
1629'da Hollanda'ya gider ve ömrünün son yirmi yılını burada felsefi çalışmalar yaparak
geçirir. Kraliçe Kristina'nın 1649'daki daveti üzerine İsveç'e gelen Descartes, bu "ayılar,
buzlar ve kayalar ülkesinde" zatürree olarak 1650 yılında ölür.
- Demek öldüğünde yalnızca 54 yaşındaymış!
- Ama Descartes'in felsefe üzerindeki etkisi ölümünden sonra da sürmüştür. Gerçekte
Descartes'in modern çağ felsefesinin kurucusu olduğunu söylemek abartı sayılmaz.
Rönesans'ın insan ve doğayı coşkuyla yeniden keşfedişinden sonra, düşünceleri bir felsefi
sistem içerisinde toplamak ihtiyacı baş-gösterdi. İlk büyük sistem yaratıcısı Descartes
olurken, sonra onu Spinoza ve Leibniz, Locke ve Berkeley, Hume ve Kant gibi düşünürler
izledi.
- "Felsefi sistem"le ne demek istiyorsun?
- Bununla, en baştan başlayarak yaratılan ve felsefi soruların tümüne bir tür açıklık getirmeye
çalışan bir felsefeyi kastediyorum. Antik Çağın Platon ve Aristoteles gibi sistem yaratıcıları
vardı. Ortaçağda Aristoteles felsefesiyle Hıristiyan teoloji arasında bir köprü kurmaya çalışan
Aquino'lu Thomas vardı. Sonra doğayla bilim, Tanrı ile insan konusunda eski ve yeni
görüşlerin iç içe geçtiği Rönesans dönemi yaşandı. Felsefe ancak 17. yüzyılda bu yeni
düşünceleri açık bir felsefi sistem içerisinde toplamaya girişti ve bunu ilk gerçekleştiren kişi
de Descartes oldu. Felsefeyi sonraki yıllarda en çok uğraştıracak projeyi o öne sürdü. Her
şeyden önce, neyi bilip neyi bilemeyeceğimiz yani kesin bilgi konusunda görüşleri vardı.
Üzerinde düşündüğü ikinci önemli konu da ruh ve beden arasındaki ilişkiydi.
266
Bu iki soru kendinden sonraki 150 yılın felsefi tartışmalarını büyük ölçüde etkiledi.
- Zamanından daha öndeymiş demek ki!
- Ah, evet ama uğraştığı sorular zamanının tipik sorularıydı. Gerçek bilgiye ulaşmak
konusunda Şüphecilik hakimdi. Bu görüşe göre insan hiçbir şey bilmediğini anlayıp bununla
yetinmeliydi. Ama Descartes bununla yetinmedi. Böyle yapsaydı gerçek bir filozof olmazdı
zaten. Bu konuda Descartes'ı yine Sofistlerin şüpheciliğiyle yetinmeyen Sokrates'e
benzetebiliriz. Üstelik tam Descartes'in yaşadığı dönemde bilim, doğal süreçlere kesin ve tam
bir açıklık getirecek bir yöntem geliştirmiş bulunuyordu. Descartes'in felsefi konularda da
böyle kesin ve tam bir yöntem bulunup bulunamayacağını kendi kendine sorması bu açıdan
son derece normaldi.
- Anlıyorum.
- Ama bu işin yalnızca bir yanı. Yeni fizik maddenin doğası, yani doğadaki fiziksel süreçleri
neyin belirlediği konusunu ortaya atmıştı. Giderek pek çok kişi doğayı mekanik bir şekilde
algılayan bir görüşü benimsedi. Fiziksel dünya böyle mekanik bir biçimde algılandıkça ruh ve
beden arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusu kendini daha çok duyurmaya başladı. 17.
yüzyıldan önce ruh, tüm canlılarda varolan bir tür "yaşam soluğu" olarak görülüyordu. "Ruh"
sözcüğünün asıl anlamı "soluk" ya da "nefes"tir. Bu hemen hemen tüm Avrupa dillerinde
böyledir. Aristoteles'e göre ruh tüm organizmada varolan ve bu organizmanın "yaşam
ilkesi"ni oluşturan, bedenden ayrı tutulamayacak bir şeydi. Bu yüzden "bitki ruhu" ya da
"hayvan ruhu"ndan söz edebiliyordu. İlk kez 17. yüzyılda felsefe "ruh" ve "beden" arasına
köktenci bir ayrım koydu. Çünkü hayvan ve insan bedeni de dahil olmak üzere tüm fiziksel
nesneler mekanik süreçler olarak açıklanıyordu. Oysa insan ruhu bu "bedensel alef'in bir
parçası olamazdı. O zaman neydi ruh? Üstelik nasıl oluyor
267
SOFI'NİN DÜNYASI
DESCARTES
da "ruhsal" bir şey mekanik bir süreci başlatabiliyordu?
- Evet, düşününce gerçekten çok ilginç!
- Nedir ilginç olan?
- Elimi kaldırmayı düşünüyorum ve işte, hoop, elim kalkıyor. Ya da otobüse koşmaya karar
veriyorum, hoop, ayaklarım koşmaya başlıyor. Üzüntülü bir şey düşünmeye başlarsam, hoop,
gözyaşlarını akmaya başlıyor. O zaman bedenle bilinç arasında gizemli bir ilişki var demektir!
- Descartes'm düşüncelerini harekete geçiren de buydu. Platon gibi o da "ruh" ve "özdek"
arasında kesin bir ayrım olduğuna inanıyordu. Ama Platon bedenin ruhu ya da ruhun bedeni
nasıl etkilediği konusuna bir yanıt getirmiyordu.
- Benim de buna bir yanıtım yok. Descartes'ın yanıtınıysa çok merak ediyorum.
- O zaman onun düşünce çizgisinden gidelim... Alberto sehpanın üzerindeki kitabı işaret
ederek sözlerini
sürdürdü:
- "Yöntem Üzerine" adlı bu kitabında Descartes, felsefi bir soruya yanıt getirilirken nasıl bir
yöntem izlenmesi gerektiği konusunu ele alır. Doğalbilim yeni yöntemini çoktan bulmuştu...
- Bunu daha önce de söylemiştin.
- Descartes öncelikle, açık ve seçik algılamadan bir şeyin doğru olduğunu
söyleyemeyeceğimizi vurgular. Bunu başarabilmek içinse, bileşik bir problemi olası en küçük
bileşenlerine ayırmak gerekebilir. Sonra bu soruların en basitinden yola çıkarak işe
koyulabiliriz. "Ölçülebilen her şeyin ölçülmesi, ölçü-lemeyenin de ölçülebilir kılınması
gerekir" diyen Galilei gibi, her bir düşüncenin iyice "tartılıp biçilmesi" gerektiğini
söyleyebilirsin. Descartes ise filozofun basitten karmaşığa gitmesi gerektiğini öne sürer.
Ancak o zaman yeni bir sezgiye varılabilir. En sonunda, ince değerlendirme ve kontroller
sonucunda hiç-
268
bir şeyin unutulmadığı görülmelidir. îşte o zaman felsefi bir çıkarıma ulaşılabilir.
- Kulağa bir matematik işlemi gibi geliyor!
- Evet, Descartes da felsefi konularda "matematiksel yöntemi" kullanmak istiyordu. Felsefi
doğruları matematiksel bir kesinlikle kanıtlamak istiyordu. Felsefi konularda da sayılarla
uğraşırken başvurduğumuz alete, yani aklımıza başvurmak istiyordu. Çünkü kesin bilgiyi
yalnızca aklımız bize verebilirdi. Duyulara güvenilemeyeceği ortadaydı. Bu konuda
Descartes'ın, matematik ve sayısal ilişkilerin duyulardan daha kesin bir bilgi sağladığım
düşünen Platon'la aynı kanıda olduğunu söylemiştik.
- Ama felsefi soruları bu şekilde yanıtlamak mümkün mü gerçekten?
- Yine Descartes'ın kendi muhakemesine dönelim. Dediğimiz gibi, Descartes'ın bir amacı var,
o da varoluşun doğası konusunda kesin bilgiye ulaşmak. Ve de insanın buna ulaşabilmek için
ilk önce her şeyden şüphe etmesi gerektiğini söylüyor. Yani yapısının temelini sağlam tutmak
istiyor.
- Çünkü temel çökerse, tüm yapı çöker.
- Sağol, çocuğum. Ama Descartes bununla her şeyden şüphe etmenin mantıklı bir şey
olduğunu söylemekten çok, her şeyden şüphe etmenin mümkün olduğunu söylemek istiyor.
Her şeyden önce, yalnızca Platon ya da Aristoteles okuyarak felsefi arayışımızda çok ileri
gidebileceğimizi sanarsak yanılırız. Bununla tarihsel bilgilerimizi artırabiliriz belki ama
dünyaya dair bilgilerimizi artıramayız. Çünkü Descartes için kendi felsefi araştırmalarına
başlamadan önce tüm eski düşüncelerden sıyrılmak önemli bir şeydi.
- Yeni binaya başlamadan önce eski malzemelerin tümünden kurtulmak istiyordu yani...
- Evet. Yeni binanın ayakta durabileceğinden kesinlikle
269
SOFfNÎN DÜNYASI
emin olabilmek için yepyeni malzemelerle işe koyulmak istiyordu. Ancak Descartes'm
şüpheciliği bunun daha da derinine gidiyordu. Duyularımıza bile güvenemeyiz, diyordu,
çünkü duyularımız bizi yanıltabilir.
- Nasıl mümkün olabilir bu?
- Rüya görürken de gerçek bir şey yaşadığımızı sanırız. Gerçek duygularımızı rüyadaki
duygularımızdan ayırt edebilir miyiz gerçekten? "Bunu iyice düşündükten sonra, uyanık
durumumuzda rüyadan ayırt edebilecek tek bir özellik göremiyorum," der Descartes. Ve
devam eder: "Tüm yaşamının bir rüya olmadığından nasıl emin olabilir insan?"
- Dağdaki Jeppe de baronun yatağında yattığını rüyasında gördüğünü sanmıştı.
- Baronun yatağında yatarken de rüyasında fakir bir köylü olduğunu gördüğünü! İşte
Descartes da bu yüzden her şeyden şüphe ediyordu. Ondan önceki pek çok filozof ise felsefi
çıkarımlarını bu noktada bitiriyorlardı.
- Pek de ileri gitmiş sayılmazlar o zaman!
- Descartes ise bu sıfır noktasından başlayarak daha ileri gitmeye çalışıyordu. Her şeyden
şüphe ettiği ve emin olabileceği tek şeyin bu olduğu sonucuna varmıştı. İşte bu noktada bir
şeyi kavrıyordu: Her şeye rağmen emin olduğu bir şey vardı, bu da şüphe ettiğiydi. Şüphe
etmesi düşünüyor olduğu, düşünüyor olması da düşünen bir canlı olduğu anlamına gelirdi. Ya
da kendi deyişiyle: "Cogito, ergo sum."
-Yani?
- "Düşünüyorum, öyleyse varım."
- Aman ne önemli buluş!
- Öyle ama Descartes'ın kendini düşünen bir varlık olarak kavrayışındaki bu sezgisel kesinlik
çok önemlidir. Platon'un aklımızla kavradığımız şeyin duyularımızla algıladıklarımızdan daha
gerçek olduğunu söyleyişini hatırlıyor musun?
270
DESCARTES
Descartes da aynı şeyi düşünür. Yalmzca düşünen bir varlık olduğunu kavramakla kalmayıp
bu düşünen benin duyularımızla kavradığımız her şeyden çok daha gerçek olduğunu anlar.
Sonra başka çıkarımlara varır. Yani felsefi araştırması burada bitmez.
- Sen de devam et öyleyse.
- Descartes, düşünen bir varlık olduğunu kavrayışındaki sezgisellikle kavrayabileceği başka
şeyler olup olmadığını sorar kendisine. O zaman, mükemmel bir varlığın mevcudiyetine dair
açık seçik bir tasarımı olduğunu görür. Bu tasarımı daima içinde taşıdığına göre bunun
kendisinden kaynaklanamayaca-ğını düşünür. Mükemmel bir varlık düşüncesi, mükemmel
olmayan bir varlıktan kaynaklanamaz der. O halde mükemmel varlık düşüncesi ancak kendisi
de mükemmel olan bir varlıktan, yani Tanrı'dan çıkabilir. Dolayısıyla Descartes için Tan-n'nm
varlığı, insanın kendisinin düşünen bir varlık olduğu düşüncesi kadar doğal bir şekilde kendini
duyurur.
- Bence sonuçlan çıkarırken biraz fazla hızlı gitmeye başlıyor! Başlarda daha dikkatliydi
sanki.
- Haklısın. Pek çoklarına göre bu, Descartes'm en zayıf noktasıdır. Ama "sonuç" sözcüğünü
kullanıyorsun ki bu aslında pek doğru değil. Çünkü bir şeyleri kanıtlamak değildi söz konusu
olan. Descartes'm söylemek istediği tek şey, içimizde kendiliğinden mükemmel bir varlık
düşüncesi varsa böyle bir mükemmel varlığın da varolması gerektiğiydi. Çünkü mükemmel
bir varlığın mükemmel olabilmesi için önce varolması gerekirdi. Üstelik böyle bir varlık
olmasa düşüncesi de olmazdı. Biz mükemmel olmadığımıza göre, mükemmel düşüncesi
bizden kaynaklanamazdı. Descartes'a göre Tanrı düşüncesi, doğuştan sahip olduğumuz,
"sanatçının eserine koyduğu imza" gibi doğduğumuz andan itibaren içimizde olan bir
düşüncedir.
- Ama benim "fimsah" diye bir şeyin varolduğuna inan-
271
SOFÎ'NİN DÜNYASI
mam, böyle bir şeyin varolduğu anlamına gelmez ki!
- Buna Descartes'ın cevabı, bunun zaten "fîmsah" kavramı içinde yer almadığı olurdu. Oysa
"mükemmel bir varlık" kavramının kendisinde vardır böyle bir varlığın mevcut olduğu. Descartes'a
göre bu, dairenin her noktasının merkezden eşit uzaklıkta oluşunun daire fikrinin
kendinde varoluşuna benzer. Çünkü bu kuralı yerine getirmezse daire, daire olmaz. Aynı
şekilde "mükemmel bir varlığın" da en önemli özellikten, 'Varolmaktan" yoksun olacağı
düşünülemez.
- İlginç bir düşünce tarzı!
- Bu son derece tipik bir "Usçu" düşünce tarzı. Descartes da Sokrates ve Platon gibi
düşünceyle varoluş arasında bir ilişki olduğunu düşünüyordu. Bir şey akla ne kadar yatkınsa,
o şeyin varlığı da o kadar kesindi.
- Descartes'ın şimdiye kadar söylediği, insanın düşünen bir varlık olduğu ve mükemmel bir
varlığın varolduğu.
- Evet ve buradan hareket ederek daha ileriye gidiyor. Dışımızdaki gerçeklikte bulunan her
şeyin, örneğin Güneş ve Ay'ın yalnızca hayal ürünü şeyler olduğu öne sürülebilir. Ancak bu
dışımızdaki şeylerin de aklımızla kavrayabileceğimiz bir takım özellikleri vardır. Bunlar
nesnelerin uzunluk, genişlik ve derinlik gibi ölçülebilir, matematiksel özellikleridir. Bu tür
"niceliksel" özellikler, insanın düşünen bir varlık olduğu kadar akla yakın özelliklerdir. Öte
yandan renk, koku ve tat gibi "niteliksel" özellikler duyu mekanizmamızın bir parçasıdırlar ve
aslında dış dünyayı tanımlamazlar.
- Yani doğa bir hayal değildir aslında!
- Hayır, değildir. Bu noktada Descartes yine mükemmel varlık konusunu ele alır. Aklımız bir
şeyi, örneğin dış gerçekliğin matematiksel özelliklerini açık seçik algılıyorsa, bu gerçeklikler
varolmak zorundadır. Çünkü mükemmel bir Tanrı bizi aldatmayacaktır. Descartes, aklımızla
algıladığımız şeylerin
272
DESCARTES
bir gerçeğe karşılık geldiği konusunda bir 'Tanrı garantisinden söz etmektedir.
- Pekâlâ! Demek Descartes insanın düşünen bir varlık olduğunu, Tann'nın varolduğunu ve
kendi dışımızda bir gerçeklik olduğunu söylüyor.
- Evet, ancak dış gerçeklik düşüncelerin gerçekliğinden çok farklıdır. Descartes bu aşamada
iki tür gerçeklik ya da iki tür "töz" olduğunu öne sürebilecek noktaya gelmiştir. Tözlerden biri
düşünce ya da "ruh", diğeriyse uzam ya da "mad-de"dir. Akıl tümüyle bilinçli bir şeydir;
uzamda yer kaplamaz ve bu yüzden kendinden küçük parçalara bölünemez. Madde ise
yalnızca uzamsaldır; uzamda yer kaplar ve her zaman kendinden küçük parçalara bölünebilir
ancak bilinçli değildir. Descartes'a göre her iki töz de Tanrı'dan kaynaklanır, çünkü başka bir
şeyin varlığına ihtiyaç duymadan varolan tek şey Tann'dır. Ama her ikisi de Tanrı'dan
kaynaklansa da bu iki töz, yani "düşünce" ve "uzam" birbirinden tamamen ayrıdır. Düşünce
maddeden tamamen bağımsızdır; maddesel süreçler de düşünceden tümüyle bağımsız bir
şekilde varolurlar.
- Ve dolayısıyla Tann'nın yarattığı evren ikiye bölünmüştür...
- Evet! Descartes'ın İkici olduğunu söylüyoruz, çünkü o ruhsal gerçeklikle dış gerçeklik
arasında çok kesin bir ayrım gözetmiştir. Örneğin ruhu olan tek varlık insandır. Hayvanlar
tümüyle uzamsal gerçekliğin bir parçasıdırlar. Yaşamları ve devinimleri tümüyle mekaniktir.
Descartes hayvanları bir tür karmaşık makine olarak görüyordu. Dış gerçeklik söz konusu
olduğunda Descartes diğer özdekçiler gibi tümüyle mekanik bir gerçeklik anlayışına sahiptir.
- Hermes'in karmaşık bir makine olduğundan pek emin değilim doğrusu! Descartes hayvanları
pek sevmiyor olsa gerek. Ya biz? Birer makine miyiz bizler de?
273
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Hem evet, hem hayır. Descartes insanın hem düşünen, hem de uzamda yer kaplayan bir
"çifte" yaratık olduğunu söylüyordu. İnsanın hem bir ruhu, hem de dışsal bir bedeni vardı.
Buna benzer düşünceleri Augustinus ve Aquino'lu Thomas da dile getirmişlerdi. İnsanın tıpkı
bir hayvan gibi bir bedeni ve tıpkı bir melek gibi ruhu olduğunu söylemişlerdi. Descartes'a
göre insan bedeni nefis bir mekanik örneğiydi. Ama insanın bir de bedeninden bağımsız bir
ruhu vardı. Bedensel süreçlerde ise bu tür bir bağımsızlık söz konusu değildir; onlar kendi
yasalarını izlerler. Ve aklımızla düşündüklerimiz bedenimizde gerçekleşmez. Dış gerçeklikten
tamamen bağımsız olan ruhumuzda gerçekleşir. Bu arada Descartes'ın hayvanların da
düşünebileceğini reddetmediğini eklemeliyim. Eğer bu doğruysa, "düşünce" ile "uzam"
arasındaki bu ayrılık onlar için de geçerli demektir.
- Bu konudan daha önce de bahsetmiştik. Otobüse koşmaya karar verince tüm "makinem"
harekete geçer ve eğer otobüsü kaçırırsam gözyaşlarını akmaya başlar.
- Descartes bile ruh ile beden arasında bu tür bir sürekli gidiş geliş olduğunu reddedemiyordu.
Ona göre ruh bedende varolup bedene "beyin epifizi" diye adlandırılan özel bir bezle bağlıydı.
Burada "ruh" ile "beden" arasında sürekli bir gidiş geliş oluyordu. Bu yüzden ruh devamlı
bedenin isteklerine bağlı istek ve arzular tarafından etkileniyordu. Ama ruh yine de bu tür
"düşük düzeyli" etkilerden sıynlabiliyor, bedenden bağımsız hareket edebiliyordu. Amaç,
aklın idareyi ele geçirmesiydi. Çünkü insanın karnı ne kadar ağrırsa ağrısın, bir üçgenin iç
açılarının toplamı yine 180 derece idi. Akıl bu şekilde kendini
. bedensel ihtiyaçların üzerine geçirebilir, "akıllı" bir biçimde davranabilirdi. Bu açıdan akıl
bedenden üstündü. Bacaklarımız zamanla yaşlanıp çarpıklaşsa, sırtımız zamanla bükülse,
dişlerimiz dökülse de aklımız yerinde olduğu sürece 2+2= 4 et-
274
DESCARTES
meye devam edecektir. Çünkü akıl yaşlanıp çökmez. Yaşlanan bedenimizdir. Çünkü
Descartes'a göre "ruh" dediğimiz şey aklın ta kendisidir. İstek ve nefret gibi düşük düzeyli
arzu ve duygular bedensel işlevlere yakından bağımlı, dolayısıyla dış gerçekliğin birer
parçasıdırlar.
- Yine de Descartes'ın insan bedenini bir makine ya da bir otomat olarak görmesini
anlayamıyorum.
- Bu benzetmenin arkasında, Descartes'ın yaşadığı dönemde makinelere ve saat gibi kendi
kendine işleyen şeylere duyulan hayranlık yatar. "Otomat" sözcüğü tam da kendi kendine
işleyen şey anlamına gelir. Ne var ki bunların "kendi kendine" çalıştığı fikri elbette bir
yanılsamadır. Örneğin astronomik bir saati yapan da aslında insanın kendisidir. Descartes pek
çok küçük parçanın oldukça basit bir biçimde birleştirilmesiyle oluşan bu tür aletlerle, pek
çok kemik, kas, kılcal damar ve diğer damarlardan oluşan insan bedenini karşılaştırırken şunu
demek ister: Mekanik yasalarla işleyen insan ve hayvan bedenini de neden Tanrı yaratmış
olmasın?
- Günümüzde de "yapay zekâ"dan çok söz ediliyor...
- Evet, bu da bizim zamanımızın otomatı. Öyle aletler yarattık ki bizi kendilerinin gerçekten
akıllı olduğuna inandıra-biliyorlar. Descartes'ın ödü kopardı bunları görse! Belki de insan
aklının zannettiği kadar özgür olduğundan şüphe etmeye başlardı. Çünkü insanın duygusal
yaşamının bedensel süreçler kadar az özgür olduğunu öne süren filozoflar da vardır. İnsan
ruhu elbette bir bilgisayar programından çok daha özgürdür ama prensip olarak biz de ancak
bilgisayar programlan kadar özgürüzdür, derler bu düşünürler. Gel bak, sana ne göstereceğim
Sofi!
Alberto odanın öteki ucundaki büyük bir yazı masasının üzerinde duran bir bilgisayarı
gösteriyordu. Kalkıp ona doğru ilerlerken Sofi de onu izledi.
275
DESCARTES
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Alberto bilgisayarı açtı. Çok geçmeden ekranda C: yazısı göründü. Alberto "Laila" diye yazdı
ve:
- Bu oldukça gelişmiş bir sohbet programı, dedi. Sonra ekranda bir yazı belirdi:
"Merhaba! Benim adım Laila. Nasıl, rahat oturuyor musun bari?"
Sofi henüz oturmamış olmasına rağmen "Evet" diye yazdı. Alberto da hemen oturması için bir
sandalye uzattı.
"Adın ne?" diye bir cümle belirdi ekranda.
"Sofi Amundsen" diye yazdı Sofi ve bilgisayar karşılık verdi:
"Yonca Sokağı, no 3. Tanıştığımıza memnun oldum Sofi! 15. yaşgünün yaklaşıyor diye
heyecanlanıyor musun?"
Sofi dehşete kapıldı. Alberto ise Sofi'nin omuzunu sıvazlayarak:
- Ona yalnızca adını, adresini ve doğum tarihini işledim, dedi. Tıpkı seni birine tanıştırır gibi.
Senin hakkında önceden kısa bir bilgisi olsa iyi olur diye düşündüm.
"Fena değil" diye yazdı Sofi.
"Fena mı? Fena olmuyorsun ya Sofi? Lütfen bana tüm cümleler gir."
"Fena değilim. Tersine, çok iyiyim. Sana bir şey sorabilir miyim?"
"Çok iyi olmana sevindim. Lütfen bana bir şey sor."
"Kaç yaşındasın?" diye yazdı Sofi.
"8 Ağustos 1988 tarihinde Atlanta'da yapıldım. 28 Mart 1990'da ise Norveç Teknik Yüksek
Okulu'nda Norveççeye çevrildim."
"Vay be!"
"Bana tüm cümleler girmeni söylemiştim."
"Vay be, dedim."
"Argo sözcükleri tanımam. 100.000'in üzerinde sözcük bili-
276
yorum ama 'vay be'ye en yakın bulabildiğim sözcük Veya'! Hıristiyan mısın Sofi?"
"Bilmiyorum."
"Bilmemek çoğu zaman yeni bir kavrayışın eşiğinde olmak demektir."
"Sokrates de böyle derdi herhalde. Hattâ Descartes da." "Sokrates İ.Ö. 470-399 yıllan arasında
yaşamış bir Yunan filozofudur. Daha fazla bilgi için F7'ye bas. Descartes 1596-1650 yıllan
arasında yaşamış bir Fransız filozofudur. Daha fazla bilgi için F8'e bas."
"Sağol, bu kadarı yeter. Saha başka bir şey sorabilir miyim?"
"Bu kadarının yettiğine sevindim. Lütfen bana başka bir şey sor."
Alberto sessizce gülüyordu. Sofi:
"Hilde Möller Knag kimdir?"-diye yazdı.
"Hilde Möller Knag Lillesand'da yaşayan, Sofi Amund-sen'le aynı yaşta olan bir kızdır."
"Nereden biliyorsun?"
"Nereden bildiğimi bilmiyorum ama bu bilgiyi hard-dis-kimde buluyorum."
Sofi omuzunda yine Alberto'nun elini hissetti:
- Ona Hilde ile ilgili bildiklerimizi ben yükledim Sofi.
Sofi:
"Hilde hakkında başka bir şey biliyor musun?" "Hilde'nin babası Lübnan'da bir Birleşmiş
Milletler gözcüsü. Rütbesi binbaşı ve kızına devamlı kartpostallar gönderiyor."
"Onu bulmanı istiyorum."
"Bulamam. Dosyalanmda yok ve ne yazık ki bir başka bilgi tabanına da bağlı değilim." "Bul
dedim!!!!!"
277
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
"Kızgın mısın Sofi? Bunca ünlem işareti genellikle yoğun duyguların göstergesidir."
"Hilde'nin babasıyla konuşmak istiyorum!"
"Kendini denetlemekte güçlük çekiyorsun. Çocukluğunla ilgili konuşmak istiyorsan F9'a bas."
Alberto yine elini Sofi'nin omzuna koydu:
- Haklı! O yalnızca bir bilgisayar programı. Geleceği gösteren kristal bir küre değil.
"Kes sesini!" diye yazdı Sofi.
"Nasıl istersen, Sofi. Tanışıklığımız tam 13 dakika ve 52 saniye sürdü. Tüm konuştuklarımızı
saklıyorum. Şimdi programı bitiriyorum."
Ekranda yine C: harfi belirdi.
- Tekrar yerimize geçelim, dedi Alberto. Ama Sofi bundan önce ekrana "Knag" diye yazmıştı
ve hemen ardından ekranda şunlar belirmişti:
"Buradayım."
Şimdi korkma sırası Alberto'ya gelmişti. "Sen kimsin?" diye yazdı Sofi.
"Binbaşı Albert Knag emrinizde! Lübnan'dan gelmiş bulunuyorum. Emriniz nedir?"
- Böyle şey ne gördüm, ne işittim! diye haykırdı Alberto. Bir fare gibi şimdi de hard-diskime
sızıyor!
Sofi'yi kenara çekip ekranın başına kendisi geçti ve: "PC'me girmeyi nasıl basardın be adam!"
"Benim için bebek işi bunlar, sevgili meslektaşım! İstediğim yerde olurum ben."
"Seni musallat virüs, seni!"
"Sakin ol! Şü an özel bir yaşgünü virüsü olarak görev yapmaktayım. Çok özel bir selam
iletmeme izin verir misin?" "Selamların buramıza kadar geldi zaten!" "Sözlerimi kısa
tutacağım: Her şey senin için, sevgili Hilde!
278
DESCARTES
15. yaşgününü tekrar tüm kalbimle kutlarım. Şu koşullardan dolayı senden özür dilerim, ama
ne yapayım ki sana böyle seninle her yerde varolacak bir hediye vermek istedim. Sevgiler.
Seni kollarına almayı sabırsızlıkla bekleyen baban."
Alberto'nun başka bir şey yazmasına fırsat bırakmadan ekranda yine C: harfi belirdi.
Alberto "dir knag*.*" diye yazınca ekranda şunlar belirdi:
knag.lib knag.lil
147.643 326.439
15/06/90 23/06/90
12.47 22.34
Alberto "erase knag*.*" diye yazdı ve sonra bilgisayarı kapadı.
- İşte sildim onu. Ama bir daha yine nerede, nasıl karşımıza çıkar kimbilir!
Oturup gözlerini ekrana dikmiş bakarken:
- En inanılmaz şey de adı: Albert Knag! dedi.
Sofi ilk o zaman isim benzerliğinin farkına vardı: Albert Knag ve Alberto Knox! Ancak
Alberto öyle düşünceliydi ki bir şey söylemeye cesaret edemedi. Tekrar yerlerine, sehpanın
başına geçtiler.
279
SPÎNOZA
.Tanrı bir kukla oynatıcısı değildir.,
Bir süre öylece oturdular. Neden sonra Sofi, sırf Alberto'nun düşüncelerini dağıtmış olmak
için:
- Descartes ilginç bir kişi olmalı. Meşhur oldu mu bari? Alberto birkaç kez derin nefes alıp
verdikten sonra yanıt
verdi:
- Diğer filozofların üzerinde derin etkisi oldu. Bunların başında, 1632-1677 yılları arasında
yaşamış büyük Hollandalı filozof Spinoza gelir.
- Ondan da bahsedecek miyiz?
- Planımız böyleydi aslında. Evet, Binbaşının kışkırtmalarına pabuç bırakacak değiliz ya,
planımıza uyalım.
- Haydi başla, can kulağıyla dinliyorum.
- Spinoza Amsterdam'daki Yahudi cemaatinin bir üyesiydi. Ancak çok geçmeden
düşüncelerinden ötürü afaroz edildi. Yakın dönemde pek az filozof düşüncelerinden ötürü
böylesine dışlanmış ve böylesine cezalandırılmıştır. Hattâ ona suikast düzenleyip öldürmek
isteyenler bile olmuştur. Nedeniyse onun resmi dini eleştirmiş olmasıdır. Hıristiyanlık ve
Yahudiliğin ancak kata dogmalar ve şekilci törenler sayesinde ayakta kaldığını söylemiştir.
İncil'e "tarihsel eleştirel" dediğimiz bakışın ilk sahibi de odur.
- Bunu biraz açar mısın!
- Spinoza İncil'in her ayrıntısının Tann'dan esinlenmiş olduğunu kabul etmiyordu. İncil'i
okurken daima bunun yazılmış olduğu dönemi aklımızda tutmalıydık. Böyle bir "eleştirel"
280
SPİNOZA
bakış, İncil'deki bölümler arasında bir takım tutarsızlıklar bulacaktır. Ancak Yeni Ahit'teki
yüzeysel kutsal yazıların gerisinde İsa vardır ki ona Tanrı'nın sözcüsü denebilir. Çünkü İsa'nın
öğretileri, kaskatı bir hale gelmiş olan Yahudiliği öz-gürleştirmiştir. İsa sevgiyi en yüce
noktaya koyan bir "akıl di-ni"nin öğretisini yapmıştır. Spinoza bu sevgiyi hem Tanrıya hem
de insanlara duyulan sevgi olarak yorumlamıştır. Ancak Spinoza'ya göre Hıristiyanlık da çok
geçmeden kendi dogmalarını ve şekilci törenlerini yaratmıştır.
- Kilise ve sinagogun bu tür düşüncelerden pek hoşlanmayacağını tahmin edebiliyorum.
- İşler iyice zorlaştığında Spinoza'ya kendi ailesi bile ihanet etmiştir. Dine karşı gelen
düşüncelerinden ötürü onu aile mirasından alıkoymaya çalışmışlardır. İşin en paradoksal yanı
ise, Spinoza'nın düşünce özgürlüğü ve dinde hoşgörünün en ateşli savunucusu oluşudur. Öte
yandan karşılaştığı tüm bu güçlükler onu, kendini tümüyle felsefeye verdiği sakin ve mütevazı
bir hayat yaşamaya itmiştir. Mercek yontarak para kazandığı da olmuştur ki gördüğün gibi
şimdi bu merceklerin bazısına ben sahibim.
- Çok etkileyici!
- Mercek yontarak para kazanmasında da neredeyse sembolik bir anlam vardır. Filozoflar
insanların yaşamlarına yeni bir açıdan bakmalarına yardımcı olurlar. Spinoza'nın felsefesindeki
ana noktalardan birisi de şeyleri "sonsuzluk açısından" görmektir.
- Sonsuzluk açısından mı?
- Evet, Sofi. Yaşamını kozmik bir bağlamda görmeyi başarabilir misin dersin? Bunun için şu
an ve buradaki kendini düşünmelisin ilkin...
- Hımm... Pek kolay olacağa benzemiyor bu.
- Kendine kendinin tüm bir doğa yaşamının yalnızca küçü-