16 Eylül 2009 Çarşamba

jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 6. bölüm )

385
SOFI'NİN DÜNYASI
- Tanıştığımıza memnun oldum Sofi. Demin de dediğim gibi sen buralarda yeni olmalısın.
Ama şimdi bu küçük ayıcığın gitmesi gerekiyor çünkü Piglet'i bulmam gerek. Bay Tavşan ve
arkadaşları içjn koskocaman bir eğlence düzenlenecek de...
Sonra ayıcık patisini salladı ve işte bu sırada farketti Sofi ayıcı, ğın öbür patisinde bir kâğıt
tuttuğunu.
- Nedir o elindeki? diye sordu Sofi. Ayıcık elindeki kağıdı gösterip:
- Yolumu kaybetmeme bu neden oldu, dedi.
- Yalnızca bir kâğıt parçası o! dedi Sofi.
- Hayır efendim, "yalnızca bir kâğıt parçası" değil, Aynadaki Hil-de'ye bir mektup bu.
- A, o zaman onu bana verebilirsin.
- Ama aynadaki kız sen misin ki?
- Değilim ama...
- Bir mektup hiçbir zaman sahibinden başkasına verilmemeli. Daha dün öğretti Tavşan
Christopher bunu bana.
- Evet ama ben Hilde'yi tanıyorum.
- Farketmez! Ne kadar iyi tanırsa tanısın hiçbir zaman başkasının mektubunu okumamalı
insan.
- Yani mektubu Hilde'ye ben verebilirim demek istemiştim.
- Ha, o zaman başka! Al öyleyse Sofi. Şu mektuptan kurtulursam Piglet'i bulmam da
kolaylaşır belki. Çünkü Aynadaki Hilde'yi bulabilmek için önce aynayı bulmak gerek.
Buralarda ayna bulmak ise hiç de kolay bir iş değil.
Böyle diyen ayıcık kâğıdı Sofi'ye verdi ve minik adımlarıyla ormanda uzaklaştı. Sofi kâğıdı
aldı ve okumaya başladı:
Sevgili Hilde. Alberto'nun Kant'ın "Halklar Birliği" kurma projesinden bahsetmeden geçmesi
çok ayıp doğrusu! Kant "Sonsuz Barış" adlı incelemesinde, tüm ülkelerin bir "Halklar Birliği"
içerisinde biraraya gelmelerini, bunun milletler arasında sü-
386
KANT
rekli bir barışın güvencesi olduğunu yazar. Onun 1795'deki bu tezinden yaklaşık 125 yıl
sonra, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından "Halklar Birliği" kurulmuştur. İkinci Dünya
Sava-şı'ndan sonra da bunun yerini Birleşmiş Milletler almıştır. Yani Kant'ın BM fikrinin
babası olduğu söylenebilir. Kant'a göre insanlardaki "pratik us" sayesinde devletler devamlı
savaş mala-rıyla sonuçlanan "doğal durum"larından kurtulabilir, savaşı önleyen uluslararası
bir adalet düzenine ulaşabilirlerdi. Halklar birliğini kurmak için uzun bir yol katetmek gerekse
de "genel ve sürekli bir barış teminatı" için çalışmak hepimizin görevi olmalıydı. Kant için
böyle bir birlik kurulması çok uzaklardaki bir he- ~ def, hattâ felsefenin nihai hedefiydi.
Bense şu an Lübnan'dayım. Sevgiler, baban.
Sofi kâğıdı cebine koyup eve doğru yürümesini sürdürdü. Alberto tam da bu tür numaralara
karşı uyarmıştı onu. Ama ne yapsın, sonsuza dek Aynadaki Hilde'yi aramak zorunda kalacak
küçük ayıcığa yardım etmeden yapamazdı ki!
387
ROMANTİZM DÖNEMİ
...o gizemli yol içimize açılan yoldur...
Hilde elindeki büyük dosyanın önce kucağına sonra yere kaymasını engellemedi.
Hava aydınlanmaya başlamıştı. Saate baktı. Üçe geliyordu. Arkasını dönüp uyumaya çalıştı.
Uykuya dalarken babasının neden Kırmızı Başlıklı Kız'dan ve minik ayıcıklardan bahsetmeye
başladığını düşündü...
Ertesi gün saat ll'e dek uyudu. Çok yoğun bir biçimde rüya görmüş olduğunu bilse de
rüyaların kendisini hatırlamıyordu. Sanki bambaşka bir dünyaya gidip gelmiş gibiydi.
Aşağıya inip kahvaltı hazırladı. Annesiyse üzerine mavi iş tulumunu giymiş kayıkhaneye
gitmeye hazırlanıyordu. Hil-de'nin babası dönmeden deniz motorunu suya inmeye hazır hale
getirmek istiyordu.
- Sen de gelip bana yardım etmek ister misin?
- Önce biraz okumak istiyorum. İstersen sonra gelip sana öğle yemeği öncesi yemeği
getiririm...
- Öğle yemeği öncesi yemeği mi?
Hilde kahvaltısını ettikten sonra tekrar odasına çıktı. Yatağını yaptı ve koca dosyayı kucağına
alıp okumaya başladı.
Çok geçmeden Sofi çite varmış ve bir zamanlar Cennet Bahçesi'ne benzettiği bahçelerine
girmişti.
Önceki geceki fırtınanın ardından bahçenin küçük dal parçaları ve yapraklarla kaplanmış
olduğunu farketti. Nedense içindeki bir ses o fırtına ve şimdi yerlere saçılmış yapraklarla
Kırmızı Başlıklı Kız ve minik ayıcık arasında bir bağlantı olduğunu söylüyordu.
388
ROMANTİZM DÖNEMİ
Bahçe salıncağına gidip salıncağın üzerindeki çam iğnelerini ve dal kırıklarını temizledi. İyi
ki salıncağın naylon kaplı yastıkları vardı da her yağmurda minderleri içeri taşımak zorunda
kalmıyorlardı.
Eve girdi. Annesi yeni gelmiş, buzdolabına gazoz şişeleri yerleştiriyordu. Mutfak masasının
üzerinde bir yaş pastayla bir de kek duruyordu.
- Misafir mi gelecek? diye sordu Sofi. Bugün yaşgünü olduğunu unutmuştu.
- Yaşgünü partini gelecek cumartesi yapacağız ama gerçek yaş-günün olan bugün de küçük
bir kutlama yapalım diye düşündüm.
- Nasıl bir kutlama?
- Jorün'leri davet ettim. Sofi omuzlarını silkip:
- Bana göre hava hoş! dedi.
Misafirler yedi buçuğa doğru^geldiler. Aileler pek sık görüşmediği için ortada oldukça resmi
bir hava esiyordu.
Sofi ile Jorün kısa bir süre sonra annelerinin yanından kalkıp Sofi'nin odasına çıktılar ve
Sofi'nin yaşgünü davetiyesini hazırlamaya başladılar. Alberto Knox'u da davet edecekleri için
Sofi partiyi "felsefi bir bahçe partisi" şeklinde adlandırmayı önerdi. Jorün de bu fikre karşı
çıkmadı. Zaten parti Sofi'nin partisiydi, hem de şu sıralar "konulu geceler" pek modaydı.
. İki saat boyunca gülmekten kırılarak sonunda davetiyeyi yazmayı başardılar.
Sevgili........
23 Haziran Cumartesi günü saat yedide, Yonca Sokağı 3 numarada vereceğimiz felsefi bahçe
partisine davetlimizsiniz. Bu gecede yaşamın sırrını çözmeyi umuyoruz. Yanınızda kalın bir
kazak ve felsefenin sırlarını bir an önce çözmemizi sağlayacak parlak fikirler getirmeyi
unutmayın. Orman yangını tehlikesinden ötürü büyük bir ateş yakmak ne yazık ki mümkün
olma-
389
SOFfNlN DÜNYASI
ROMANTİZM DÖNEMİ
« yacak olsa da, fikirlerimizin kıvılcımlarını dilediğimiz gibi sa-, vurmakta özgür olacağız.
Partiye davetliler arasında en az bir gerçek filozof olduğundan, partimiz kapalı bir
organizasyon olmak durumundadır. (Basın giremez!)
İmza:
Jorün Ingebrigtsen (organizasyon komitesi)
ve Sofi Amundsen (organizasyon sahibi).
Aşağıya indiklerinde ailelerin arasındaki resmi hava biraz olsun yumuşamıştı. Sofi kaligrafik
uçlu bir kalemle yazdıkları davetiyeyi annesine verdi ve:
-18 kopya lütfen! dedi. Daha önce de annesinden işteki fotokopi makinasını kullanmasını
istediği olmuştu.
Annesi davetiyeyi şöyle bir okuyup ekonomi danışmanına uzattı:
- Bakın size demedim mi? Aklı gerçekten bir tuhaf işliyor bu günlerde!
- Ama bu çok ilginç bir şeye benziyor, dedi ekonomi danışmanı. -Ben de bu partiye davetli
olmak isterdim doğrusu!
Barbi de okudu davetiyeyi ve o da:
- Ay çok ilginç! Keşke biz de gelebilseydik! dedi.
- Öyleyse davetiye sayısı 20 olsun, dedi Sofi onların bu sahte iltifatlarını ciddiye alarak.
- Delisin sen! diye fısıldadı Jorün Sofi'nin kulağına.
O gece yatmadan önce uzun süre durup bahçeyi seyretti Sofi. Nasıl bir gece Alberto'nun
siluetini ilk kez gördüğünü hatırladı. Bunun üzerinden tam bir ay geçmişti. İşte şimdi de o
zamanki gibi bir geceydi ama bu kez aydınlık bir yaz gecesi!
Alberto'dan salı gününe dek ses seda çıkmadı. Salı günü annesi işe gittikten sonra telefonu
geldi.
390
- Alo, ben Sofi Amundsen.
- Ben de Alberto Knox.
- Tahmin etmiştim.
- Daha önce arayamadığım için özür dilerim, ancak planımızla fazlaca meşguldüm. Rahatsız
edilmeden çalışabildiğim tek anlar Binbaşının seninle uğraştığı anlar oluyor.
- İlginç!
- Çünkü ancak o zaman kendimi gizli tutabiliyorum, anlıyor musun? Dünyanın en iyi gizli
haber alma servisi bile tek adama kaldığında bazı şeyleri gözden kaçırır....Ha, kartını aldım bu
arada.
- Davetiye demek istiyorsun herhalde?
- Buna cesaret ettiğinden emin misin?
- Niye etmeyeyim?
- Böyle bir partide herşey olabilir.
- Gelecek misin?
- Tabii geleceğim. Ama bir şey daha var... Hilde'nin babasının tam o gün Lübnan'dan dönüyor
olacağının farkında mısın?
- Yoo, değildim aslında.
- Tam kendisinin Bjerkely'e döneceği günde sana yaşgünü partisi yaptırması tesadüf
sayılamaz bence.
- Dediğim gibi, ben hiç düşünmemiştim bunu.
- Ama o düşünmüştü! Neyse, daha konuşuruz. Bugün Binbaşının Evi'ne gelebilir misin?
- Çiçeklikteki otları temizlemem lazım önce.
- Öyleyse saat iki diyelim. Gelebilir misin o zaman?
- Gelirim.
Sofi geldiğinde Alberto Knox yine kapının eşiğinde oturuyordu.
- Buyur, şöyle otur, dedi ve yine hemen konuya girdi. - Şimdiye dek Rönesans, Barok ve
Aydınlanma çağlarından söz ettik. Bugünse Avrupa'nın sonuncu büyük kültür dönemi sayılan
Romantizm Döneminden bahsedeceğiz. Böylelikle uzun bir öykünün sonuna yakîa-
391
SOFl'NlN DÜNYASI
romantizm dönemi
şıyoruz çocuğum.
- Romantizm bu kadar uzun mu sürdü?
-18. yüzyılın sonlarında başlayıp 19. yüzyılın ortalarına dek sür. dü. Bundan sonraysa tümüyle
edebiyatı, felsefeyi, sanatı, bilimi ve müziği kapsayan böyle büyük "dönem"lerden söz etmek
olanaksız-laşır.
- Ama Romantizm böyle bir dönemdi, öyle mi?
- Romantizmin Avrupa'nın varoluşa son "ortak yaklaşımı" olduğu söylenir. Romantizm
Almanya'da, Aydınlanma Çağının tek yanlı Usçuluğuna tepki olarak çıkmıştır. Kant'ın buz
gibi Usçuluğundan sonra Alman gençliği bu dönemle rahat bir nefes almış gibidir.
- Peki Romantikler ne koydu bunun yerine?
- Yeni moda olan sözcükler "duygu", "hayal gücü", "yaşamak" ve "arzu" gibi sözcüklerdi.
Rousseau da aralarında olmak üzere pek çok Aydınlanma Çağı düşünürü de duyguların
önemini belirtmişti ancak onlar bunu, usa gereğinden çok önem vermeye bir eleştiri olarak
getirmişlerdi. Romantizmde ise bu alt akım ana akım halini aldı.
- Kant'ın popülerliği pek uzun sürmemiş öyleyse?
- Hem evet, hem hayır. Romantiklerin pek çoğu kendilerini Kant'ın mirasçısı olarak gördüler
aslında. Çünkü Kant "das Ding an sich"i tümüyle bilemeyeceğimizi söylemişti. Ayrıca
bilginin oluşumunda "ben"in önemli katkısının da altını çizmişti. Öyleyse varoluşun yorumu
tümüyle bireye kalmıştı. Romantikler bu "benciliği" sonuna dek kullandılar. Bu, sanatçı
dehaya tapınmaya da yol açtı.
- Çok muydu böyle dehalar?
- Buna örneklerin başında Beethoven gelir. Onun müziğinde kendi duygularını ve arzularını
dile getiren bir insana rastlarız. Beethoven bu anlamda Bach ve Hândel gibi müziğini katı
kurallar çerçevesinde yapan ve bunu Tanrı'ya adayan Barok Dönemi ustalarından çok daha
"özgür" bir sanatçıdır.
- Beethoven'in eserlerinden yalnızca "Ay Işığı Sonatı"nı ve "Kader Senfonisi"ni biliyorum.
392
- Öyleyse "Ay Işığı Sonatfnın ne kadar romantik olduğunu, "Kader Senfonisi"nde
Beethoven'in kendini ne denli duygusal bir biçimde dile getirdiğini duymuşsun demektir.
- Rönesans Hümanistlerinden de Bireyciler diye bahsetmiştin...
- Evet, Rönesans ile Romantizm arasında pek çok ortak nokta vardır. Bunlardan biri de
insanın bilgiye ulaşmasında sanata verdikleri önemdir. Bu noktada da Kant'ın etkisi göz ardı
edilemez. Estetiği araştırırken güzel bir şeyle, örneğin bir sanat eseriyle karşılaştığımızda
neler olduğunu düşünmüştür. Kendimizi sanatsal deneyimin ötesinde herhangi bir amaç
.gütmeden bir sanat eserine verdiğimizde "das Ding an sich"e iyice yaklaştığımızı söylemiştir.
- Yani sanatçılar filozofların başaramadığını başarırlar, öyle mi?
- Evet, Romantikler buna inanıyorlardı. Kant'a göre sanatçı bilme yeteneğiyle özgürce oynar,
Alman şairi Schiller Kant'ın bu görüşünü daha da ileri götürür ve sanatçının etkinliğini bir
oyun olarak görür. Ve insan yalnızca oyun oynarken özgürdür çünkü ancak o zaman kendi
kurallarını kendi koyar. Romantiklere göre yalnızca sanat bizi "dile gelmeyen"e
yaklaştırabilirdi. Bazıları daha da ileri gidip sanatçıyı Tanrı'ya benzettiler.
- Çünkü sanatçı da tıpkı Tanrı'nın evreni yaratması gibi kendi gerçeğini yaratır.
- Sanatçının "dünya kurucu bir hayal gücü" olduğu söylendi. Esinlendiği anlarda hayal ile
gerçek arasında bir fark kalmazdı sanatçı için. Genç dehalardan biri olan Novalis "dünya
hayal olur, hayal gerçek" diyordu. Novalis'in 1801'de öldüğünde hâlâ bitmemiş olan
"Heinrich von Ofterdingen" adlı Ortaçağ romanının Romantikler üzerinde büyük etkisi
olmuştur. Burada, bir kez rüyasında gördükten sonra hayatı boyunca "mavi çiçeği" arayan
Heinrich'i anlatır. İngiliz Romantiği Coleridge de aynı düşünceyi şöyle dile getirmiştir:
393
SOFfNlN DÜNYASI
What if you slept? And what if, in your sleep, you dreamed? And what if, in your dream, you
went to heaven and there plucked a strange and beautiful flower? And v/hat if, when you
avvoke, you had the flower in your hand? Ah, what then? *
- Çok güzel!
- Uzak ve ulaşılmaz olanı özlemek tam da Romantiklere özgü bir şeydi. Bu geçmişteki bir
şeyi, örneğin Aydınlanma Döneminde son derece olumsuz bir çağ olarak görülen Ortaçağı
özlemek olduğu kadar, "gizemli Doğu" gibi uzak kültürleri özlemek de olabilirdi.
Romantikleri ayrıca gece, alacakaranlık, eski harabeler ve de doğa üstü şeyler de çekiyordu.
Genel olarak varoluşun "karanlık yüzüyle" yani kasvetli, kötü ve esrarengiz olanla ilgiliydiler.
- Bu çok ilginç bir döneme benziyor. Peki kimdibu "Romantikler"?
- Romantizm herşeyden önce kente özgü bir olguydu. 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya'da
ve Avrupa'nın diğer ülkelerinde kent kültürü güçlü bir şekilde boy atmaya başladı. Derslerini
pek ciddiye almasalar da çoğunlukla öğrenci olan genç adamlardı "Romantikler". "Küçük
burjuva" yaşam biçiminin karşısında olan Romantikler, bir polis ya da bir ev sahibinden
"küçük burjuva" ya da kısaca "düşman" diye söz edebilirlerdi örneğin.
- Öyleyse bîr Romantiğin ev sahibi olmak istemezdim doğrusul
- İlk kuşak Romantikler 1800'lü yılların gençliğiydiler. Bu yüzden Romantizm akımını
Avrupa'nın ilk gençlik ayaklanması olarak adlandırabiliriz. Romantiklerle bunlardan 150 yıl
sonra ortaya çıkan Hippi hareketi arasında büyük benzerlikler vardır.
- Çiçeklerle uzun saç, gitar tıngırdatarak çimlere uzanmak gibi
şeyler mi?
- Evet. "İşsizlik dahinin ideali, tembellik Romantizmin özüdür"
* Ya uyusan? Ve ya uyurken rüya görsen? Ve ya rüyanda cennete gidip orada çok garip ve
çok güzel bir çiçek buban? Ve ya uyandığında çiçeği hâla elinde tutuyor olsan? Ah, ya sonra?
(Ç.N.)
394
ROMANTİZM DÖNEMİ
denildi. Bir Romantiğin görevi yaşamı yaşamak ya da hayallerle ondan uzaklaşmaktı.
Gündelik işlerle küçük burjuvalar uğraşsındı.
- Henrik Wergeland da Romantik miydi?
- VVergeland da Welhaven da birer Romantiktiler. Wergeland Aydınlanma Çağının
idealleriyle yaşayan bir şair olmakla birlikte, coşkulu ancak düzensiz bir muhalifliğin ağır
bastığı yaşam biçimiyle tipik bir Romantikti aynı zamanda. Ayrıca Romantiklere özgü
aşklarıyla da meşhurdu. Aşk şiirlerini onun için yazdığı "Stella"sı, Nova-lis'in "mavi çiçeği"
kadar uzak ve erişilmezdi. Novalis de henüz on dört yaşında olan bir kızla nişanlanmıştı. On
beş yaşına bastıktan dört gün sonra ölen bu kızı Novalis tüm hayatı boyunca unutmadı.
- On beş yaşına bastıktan dört gün sonra mı öldü dedin? ¦Evet...
- Ben de bugün on beş yaşımdan dört gün aldım!
- Haklısın... ,,
- Kızın adı neydi?
- Sophie idi.
- Ne dedin?
- Evet, gerçekten de...
- Beni korkutuyorsun! Yalnızca bir rastlantı mı bu?
- Bilmem, ama kızın adı Sophie idi.
- Devam et!
- Novalis de yalnızca 29 yaşındaydı öldüğünde. O da "genç yaşında ölenler"den biriydi.
Romantiklerin çoğu genç yaşta, genellikle vereme yakalanarak öldüler. Kimisi de intihar etti...
- Ne acı!
- Gençken ölmeyenlerin çoğu da 30'unu geçtikten sonra Romantik olmaktan vazgeçti. Kimisi
de oldukça burjuva ve muhafazakâr bir yaşama yöneldi.
- Düşmanın saflarına geçtiler yani...
- Belki... Romantik aşklardan söz ettik. Erişilmez aşk teması ilk kez 1774'de Goethe'n'ın
mektuplardan oluşan romanı "Genç Wert-
SOFfNÎN DÜNYASI
romantizm dönemi
her'in Acıları'nda işlendi. Bu kısa roman VVerther'in sevgilisine kavuşamadığı için kendini
vurmasıyla sona erer...
- Biraz fazla ileriye gitmek olmuyor mu bu?
- Bu romanın yayınlanmasından sonra intiharlarda bir artış gözlendi. Bu yüzden bir dönem
boyunca kitap Danimarka ve Norveç'de yasaklandı. Yani Romantik olmak pek tehlikesiz bir
iş değildi. Oldukça güçlü duygulardı söz konusu olan.
- Romatizm deyince benim aklıma doğa tabloları geliyor. Esrarengiz ormanlar, vahşi bir
doğa... ve genellikle sisli resimler...
- Romantizmin en önemli özelliklerinden biri tam da doğa tutkusu ve doğa gizemciliğiydi. Ve
daha önce de söylediğim gibi bu tür tutkular kırlarda çıkmaz ortaya. "Doğaya dönmek"
sözleriyle meşhur Rousseau'yu hatırlıyorsundur. Bu sözler ancak Romantizmle gerçek bir
anlama büründü. Romantizm Aydınlanma Çağının mekanik evrenine bir karşı çıkıştı
herşeyden önce. Romantizmin eski kozmik bilinç anlayışının yeniden doğuşu olduğu da
söylenir.
- Nasıl yani?
- Bu, doğayı bir bütün olarak görmek anlamına gelir. Bu noktada Romantikler Spinoza'ya ve
hattâ Plotinos'a ve Jacob Böhme ile Giordano Bruno gibi Rönesans filozoflarının
düşüncelerine başvurdular. Bunların hepsinde ortak olan şey, doğada bir tanrısal "ben"
yakalamış olmalarıydı.
- Tümtanrıcıydılar öyleyse...
• Descartes da Hume da "ben" ile"uzantısal" gerçeklik arasında kesin bir ayrım gözetmişlerdi.
Kant da bilen "ben" ile "kendinde" doğa arasına kesin bir ayrım koymuştu. Şimdiyse doğanın
koskocaman bir "ben" olduğu söyleniyordu. Romantikler "evrensel ruh" deyimini de
kullanıyorlardı.
- Anlıyorum.
- En önemli Romantik filozof 1775 -1854 yılları arasında yaşamış olan Schelling idi.
Schelling "ruh" ile "madde" arasındaki ayrımı kaldırmaya çalıştı. Ona göre tüm doğa, yani
hem insan ruhu hem
396
de fiziksel gerçeklik, tek bir Tanrı'nın ya da "evrensel ruh"un ifadesiydi.
- Evet, bu Spinoza'yı hatırlatıyor.
- Schelling "doğa görünür ruh, ruhsa görünmez doğadır" diyordu. Çünkü doğanın her
köşesinde "yapıcı bir ruh"un varlığını sezebiliriz. Schelling ayrıca maddenin "uyuklayan
zekâ" olduğunu söylüyordu.
- Bunu biraz daha açmalısın...
- Schelling doğada "evrensel bir ruh" görüyor ve aynı "evrensel ruh "la insan bilincinde de
karşılaşıyordu. Bu bakımdan doğa da insan bilinci de aynı şeyin ifadesiydi.
- Evet, neden olmasın?
- Yani insan "evrensel ruh"u hem doğada, hem de kendi içinde arayıp bulabilirdi. Novalis bu
yüzden "o gizemli yol içimize açılan yoldur", diyordu. Ona göre insan tüm evreni içinde
taşıyor, böyle olunca da evrenin sırlarını çözmek için insanın önce kendi kendini tanıması
gerekiyordu.
- Güzel bir düşünce bu!
- Romantiklerin çoğu için felsefe, doğa bilimleri ve edebiyat daha yüce bir bütünün
parçalarıydı. Bir odaya kapanıp şiir yazmak ya da çiçekleri, taşları incelemek bir madalyonun
iki yüzü gibiydi. Çünkü doğa ölü bir mekanizma değil, yaşayan bir "evrensel ruh"tu.
- Biraz daha devam edecek olursan ben de bir Romantik oldum gitti!
• Anavatanı olan Norveç'te değil Almanya'da yaşadığı için Wer-geland'ın "Norveç'in rüzgarla
sürüklenmiş yaprağı" dediği doğabi-limci Henrik Steffens, Alman Romantizmi konusunda
ders vermek üzere 1801'de Kopenhag'a geldi. O, Romantizm hareketini şu sözlerle
özetliyordu: "evrenin sırrını hammaddeden yola çıkarak aramaktan yorgun düşmüş bizler,
sonsuzu bulmak için yeni bir yol seçtik. Kendimize dönerek yeni bir dünya yarattık..."
- Tüm bunları nasıl hatırlayabildiğine şaşıyorum...
397
SOFl'NtN DÜNYASI
- Kolay iş bu, çocuğum.
- Haydi, devam edelim!
- Schelling doğada, taş ile topraktan insan aklına uzanan bir "gelişme" görüyordu. Cansız
doğadan karmaşık yaşam biçimlerine derece derece bir geçiş olduğunun altını çiziyordu.
Romantizmde doğa bir organizma olarak görülür. Organizma da içindeki olanakları sürekli
geliştiren bir şeydir. Doğa, durmadan açan bir çiçek ya da şiir üreten bir şair gibidir.
- Bu biraz Aristoteles'i hatırlatmıyor mu?
- Evet. Romantik doğa felsefesi Aristoteles ve Yeni Platonculuk-tan izler taşır. Aristoteles de
doğayı Mekanik Özdekçilerden çok daha organik bir biçimde algılıyordu.
- Anlıyorum.
- Aynı şekilde tarihe de yeni bir bakış getirildiğini görüyoruz. Romantizmde bir başka önemli
isim, 1744 -1803 yılları arasında yaşamış olan tarih filozofu Herder'd\r. Herder'e göre tarih
süreklilik, gelişme ve amaç barındıran bir şeydi. Tarihi bir süreç olarak algıladığı için,
Herder'in tarihe "dinamik" bir bakış getirdiğini söylüyoruz. Aydınlanma filozoflarının tarihe
bakışıysa çoğunlukla "statik"ti. Onlara göre tek bir evrensel doğru vardı ve bu doğru da
tarihin her dönemi için şöyle ya da böyle geçerliydi. Herder ise tarihin her döneminin kendine
has bir değeri olduğunu söylüyordu. Aynı şekilde her halk da kendine has özelliklere, özgün
bir "halk ruhu"na sahipti. Önemli olan kendimizi başka kültürlerin yerine koyabilmemizdi.
- Başka bir insanı anlayabilmek için kendimizi onun yerine koymamız gerektiği gibi, başka
bir kültürü anlayabilmek için de kendimizi o kültürün yerine koymalıyız.
- Bugün herkesin doğruluğunu elbette kabul ettiği bu düşünce, Romantizm döneminde çok
yeni bir düşünceydi. Romantizm ayrıca her ulusun kendi kimliğini bulup, bu kimliğini
güçlendirme çabalarına da katkıda bulundu. Bizim ulusal bağımsızlık savaşımızın da 1814'e
rastlaması bir tesadüf değildir.
398
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Anlıyorum.
- Romantizm pek çok yeni düşünceyi barındırır ve bu yüzden Romantizm genellikle iki
boyutta düşünülür. Romantizm denince öncelikle Evrensel Romantiznt\ anlarız. Bunu deyince
de doğayla, evrensel ruhla ve sanatçı güçle ilgilenen Romantikleri düşünürüz. Bu Romantizm
diğerinden daha önce, 1800 yıllarında ve özellikle Je-na kentinden doğar ve yayılır.
- Ya diğer Romantizm türü?
- Buna da Ulusal Romantizm diyoruz. Bu tür diğerinden bir süre sonra ve özellikle Heidelberg
kentinde doğmuştur. Ulusal Romantikler "halkın" tarihi, "halkın" dili ve de genel olarak
"halk" kültürüyle ilgiliydiler. Çünkü "halk" da, tıpkı doğa ve tarih gibi, içinde varolan
olanakları ortaya koyup geliştiren bir organizma olarak görülüyordu.
- Bana nerede yaşadığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
- "Evrensel Romatizm" ile "Ulusal Romantizm"i birbirine bağlayan şey "organizma"
kavramıydı. Romantiklere göre bir bitki de, bir halk da yaşayan organizmalardı. Bir şiir de
yaşayan bir organizmaydı. Dil de, hattâ tüm doğa da birer organizmaydı. Bu yüzden "Ulusal
Romantizm"le "Evrensel Romantizm" arasında bir fark yoktu gerçekte. Evrensel ruh halkta ve
halk kültüründe olduğu kadar doğada ve sanatta da yansıyordu.
- Anlıyorum.
- Herder pek çok ülkeden halk söylenceleri toplayıp bunları "Stimmen der Völker in Liedern"
adını verdiği bir kitapta yayınlamıştı. Evet, Herder bu başlıkta halk söylencelerini "halkın ana
dili" diye tanımlıyordu. Heidelberg'de de halk söylenceleri ve halk masalları derlenmeye
başlandı. Grimm Masallarını duymuşsundur herhalde?
- A, evet. "Pamuk Prenses", "Kırmızı Başlıklı Kız", "Kül Kedisi" ve "Hansel ile Gretel"...
- Ve daha pek çokları... Norveç'te de Asbj'örnsen ve Moe köy köy dolaşıp "halkın kendisinin
yarattığı eserleri" derledi. Sanki yepyeni
399
SOFÎ'NİN DÜNYASI
ve son derece tatlı ve besleyici bir meyve keşfedilmiş gibiydi. Ve de bu meyve yokolmaya
yüz tuttuğu için bir an önce toplanması gerekiyordu. Landstad halk söylencelerini, Ivar Aasen
da Norveççedeki farklı lehçeleri derlediler. Eski mitler ve putperestlik döneminden kalma
destanlar 19. yüzyılın ortasından itibaren yeniden değer kazandı. Avrupa'daki besteciler
yaptıkları müziklerde halk müziğinden temalara yer verdiler. Böylelikle halk müziğiyle sanat
müziği arasında bir köprü oluşturmaya çalıştılar.
- Sanat müziği mi?
- Sanat müziğiyle, bir kişi örneğin Beethoven tarafından yapılmış müzik kastedilir. Halk
müziğiyse belli bir kişi tarafından değil, bir halk tarafından yaratılan müziktir. Bu yüzden halk
müziğindeki bir ezginin ne zaman ortaya çıktığını da tam bir kesinlikle söyleyemeyiz. Aynı
şekilde halk masalıyla yazınsal masal arasında da bir ayrım gözetilir.
- Yazınsal masal da ne demek?
- Bu, bir yazar, örneğin H.C. Andersen tarafından yazılmış bir masaldır. Masal türü
Romantiklerin özellikle önemsedikleri bir yazın türüdür. Bu alandaki uzman yazarlardan birisi
de Hoffmarfd\r.
- "Hoffman Masallarından söz edildiğini duydum sanıyorum.
- Tiyatro nasıl Barok Döneminin gözde sanatıysa, masal da Romantizmin en önde gelen sanat
türüydü. Masal yazara, yaratıcı gücünü sınırsız bir biçimde kullanma olanağı veriyordu.
- Yarattığı dünyada Tanrı rolünü üstlenebilirdi örneğin...
- Evet. Şimdi konumuzu şöyle bir toparlayalım istersen.
- Tamam.
- Romantizm filozof lan, "evrensel ruh"u, dünyada varolan şeyleri rüyamsı bir şekilde yaratan
bir "ben" olarak algılıyorlardı. Filozof Fichte'ye göre doğa, daha yüce ve bilinç ötesi bir
kavrayışın sonucuydu. Schelling dünyanın "Tanrı'da varolduğunu" söylüyordu. Ona göre
Tanrı bir takım şeylerin farkındaydı, ancak doğanın bazı yanları Tanrı'nın bilinç ötesi
varlığının bir yansımasıydı. Çünkü Tan-
400
ROMANTİZM DÖNEMİ
n'nın da vardı "karanlık" bir yüzü.
- Bu çok ilginç ama çok da ürkütücü bir düşünce. Bana Berke-ley'i hatırlatıyor.
- Yazarla eseri arasında da benzer bir ilişki gözetiliyordu. Masal, yazara "dünya kurucu hayal
gücü"nü özgürce kullanma olanağı sağlıyordu. Ve bu yaratma eylemi her zaman bilinçle
gerçekleştirilen bir eylem değildi. Yazar, kendisine eseri yazdıranın içindeki bir güç olduğunu
duyumsayabilirdi. Yazarken kendisini adeta hipnotize olmuş gibi hissedebilirdi.
-Ya?
- Ama hemen sonra bu yanılsamayı yıkabilir, anlatısının arasına küçük yorumlar koyarak
okuyucuya masalın masaldan başka bir şey olmadığını duyurmaya girişebilirdi.
- Anlıyorum.
- Bunu yaparak yazar okuyucuya onun dünyasında da masalsı bir yan olduğunu hatırlatmış
oluyordu. Bir yanılsamayı bu şekilde yıkmaya "Romantik İroni" diyoruz. İbsen de "Peer
Gynt" adlı tiyatro eserinde, oyunculardan birine "beşinci perdenin ortasında da ölünmez ki!"
dedirtir.
- Bu bana da komik geliyor. Bu lafları söylemekle oyuncu kendisinin yalnızca hayal ürünü bir
şey olduğunu anlatmış oluyor.
- Bu öyle çelişkili bir ifade ki, bunun altını çizmek için yeni bir sa-tırbaşı yapmalı.
- Ne demek istedin şimdi?
- Ha, hiçbir şey! Ama sonra da dedik ki Novalis'in sevgilisinin adı da Sophie'ydi ve yalnızca
15 yaş ve dört gün yaşadıktan sonra ölmüştü...
- Ve bu da beni korkutuyor tahmin edebileceğin gibi! Alberto bir süre dalgın bakışlarla bakıp
sonra sözlerini sürdürdü:
- Ama senin, Novalis'in sevgilisiyle aynı kaderi paylaşmaktan
401
SOFÎ'NİN DÜNYASI
korkman yersiz.
- Neden?
- Çünkü kitabın bitmesine daha çok var.
- Neler söylüyorsun?
- Diyorum ki Sofi ile Alberto'nun öyküsünü okuyanlar biliyorlar ki romanın bitmesine daha
var. Daha ancak Romantizme geldik.
- Kafamı karıştırıyorsun!
- Aslında Binbaşı karıştırmaya çalışıyor Hilde'nin kafasını! Basit, değil mi Sofi? Satırbaşı!
Alberto henüz daha sözlerini tamamlamadan ormanın içinden koşarak bir çocuk çıkageldi.
Üzerinde Arapların giydiği giysiler, başında da türban vardı. Elinde fitilli bir lamba tutuyordu.
Sofi Alberto'nun koluna sıkı sıkı sarılıp:
- Kim bu? diye sordu.
Soruya çocuğun kendisi cevap verdi:
- Benim adım Alaaddin ve ta Lübnan'dan geliyorum. Alberto çocuğa sert sert bakıp:
- Ya elindeki lambada ne var çocuk? diye sordu.
Bunu demesiyle çocuğun elindeki lambayı şöyle bir sıvazlayıp lambanın üzerinden yoğun bir
duman bulutu yükselmesi bir oldu. Dumanların içinden de bir cin ortaya çıktı. Cinin
Alberto'nunki gibi kara bir sakalı ve başında mavi bir beresi vardı. Dumanların üzerinde bir o
yana bir bu yana dalgalanan cin:
- Beni işitiyor musun Hilde? Yaşgünü kutlamalarının zamanı geçti artık sanırım. Yalnızca
şunu demek istiyorum ki Bjerkeley ile Norveç'in güneyi de benim için bir masal! Birkaç gün
sonra orada görüşmek üzere! dedi.
Sonra koca cin bir anda küçülüp ardındaki duman bulutuyla tekrar lambanın içine girdi.
Çocuk da lambayı koltuğunun altına sıkıştırıp tekrar ormanda gözden kayboldu.
- Bu... bu çok olanaksız bir şey! diye kekeledi Sofi.
402
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Bana sorarsan çocuk oyuncağı!
- Ruh tıpkı Hilde'nin babasıymış gibi konuşuyordu.
- Çünkü o, Hilde'nin babasının ruhuydu da ondan!
- Ama...
- Sen de, ben de, etrafımızdaki herşey de Binbaşının aklının ta en dibindeki şeyleriz. Bugün,
28 Nisan Cumartesi günü, saat geç olmuş. Binbaşının etrafındaki diğer BM askerleri uyuyor,
o da uyumaya yakın. Ama Hilde'ye 15. yaşgününde hediye olarak vereceği kitabı bitirmesi
gerek. Bu yüzden, zavallı adam, uyuyamıyor, uyumaya vakti yok.
- Benden pes artık.
- Satırbaşı!
Sofi ile Alberto öylece oturup küçük gölü seyre daldılar. Alberto taş kesmiş gibiydi. Bir süre
sonra Sofi onu omuzundan sarsmaya cesaret edip:
- Hey, ne oldu?
- Binbaşı şu son bölümlerde söylediklerime doğrudan müdahale edip durdu. Bundan utanması
gerek! Ama bu arada kendini de ele vermiş oldu. Demek ki bizler, Hilde'nin babasının
Hilde'ye yaşgünü hediyesi olarak yazdığı bir kitapta yaşıyoruz. Sen de duydun değil mi
söylediklerimi? Yani, ben değilsem de bunları söyleyen...
- Eğer bu doğruysa, kitabın dışına çıkıp kendi yoluma gitmek istiyorum ben.
- İşte benim gizli planım da bunu amaçlıyor. Ama bundan önce Hilde'yle konuşmayı
başarmalıyız. O şimdi bizim her söylediğimizi okuyor. Bu kitaptan kaçmayı başardıktan sonra
onunla artık konuşamayacağımıza göre bu fırsatı kaçırmamalıyız.
- Ona ne diyeceğiz?
- Gerçi büyük bir hızla bu satırları yazmaya devam ediyor ama sanırım Binbaşı uyumak
üzere...
- Acayip bir şey bunu düşünmek.
403
SOFt'NİN DÜNYASI
- Sonradan pişman olacağı bir takım şeyleri tam şimdi söylemeli. Üstelik yazdıklarını
düzeltmek için kullanacağı beyaz boyası da yok. Bu benim planımın çok önemli bir parçası.
Binbaşı Albert Knag'a beyaz boya verecek olanın vay halinel
- Benden silgi bile alamaz!
- İşte tam şu an Hilde'yi babasına karşı ayaklanmaya çağırıyorum. Babasının bu hayalci
oyununa alet olduğu için utanması gerek! Burada olsaydı biz babasına yapacağımızı bilirdik!
- Ama burada değil.
- Ruhu burada ama kendisi güvenli bir şekilde Lübnan'da. Etrafımızdaki herşey Binbaşının
"ben"i.
- Ama o, bu etrafımızda gördüklerimizden daha başka bir şey de . aynı zamanda.
- Evet, çünkü biz Binbaşının ruhundaki gölgeleriz yalnızca. Ve gölgelerin sahiplerini ele
geçirmeleri pek kolay bir iş değildir. Ama biz Hilde'yi etkileyebiliriz. Ve ancak bir melek
Tanrı'ya baş kaldırabilir.
- Hilde'den babası eve gelir gelmez üzerine atlamasını, onun bir şaklaban olduğunu
söylemesini isteyebiliriz. Sonra onun motorunu bozabilir ya da fenerini kırabilir.
Alberto başını salladı. Sonra:
- Ve sonra babasını terkedebilir. O bunu bizden çok daha kolay yapabilir. Evden ayrılıp bir
daha asla dönmeyebilir. Bizi "dünya kurucu bir hayal gücü" uğruna harcayan bir babaya layık
bir ceza değil midir bu?
- Gözümün önüne getirebiliyorum: Binbaşı tüm dünyayı dolaşıp Hilde'yi arar, durur. Ama
Hilde, Sofi ve Alberto'yla dalga geçen bu babayı asla geri dönmemek üzere terketmiştir.
- Dalga geçmek ya! Bizi yaşgünü eğlencesi olarak kullanıyor, derken benim de söylemek
istediğim buydu. Ama ayağını denk alsın, Sofi! Hilde de öyle!
- Ne demek istiyorsun?
404
romantizm dönemi
- Sıkı dur!
- Aman, başka cin filan çıkmasın da!
- Tüm yaşadıklarımızın bir başkasının aklında varolduğunu düşünmeye çalış. Biz bu akılız.
Yani kendi ruhumuz yok, bir başkasının ruhuyuz. Buraya kadar felsefen in anlayabileceği bir
zeminde sayılırız. Berkeiey ile Schelling olsa bizi can kulağıyla dinliyor olurlardı.
- Evet?
- Sonra bu ruhun gerçek sahibinin Hilde Möller Knag'ın babası olduğunu düşünebiliriz. O,
Lübnan'da oturmuş, kızının 15. yaşgünü için bir kitap yazmakta. Hilde 15 Haziran sabahı
uyandığında masanın üzerinde bu kitabı buluyor ve o andan itibaren herkes bizim hakkımızda
yazılmış olan bu kitabı okumaya başlayabiliyor. Zaten bu "hediye"nin başkalarıyla
paylaşılabilecek bir hediye olduğu söylenmişti daha önce de.
- Evet, hatırlıyorum.
- Yani Hilde şimdi sana bu söylediklerimi, babası bir zaman Lübnan'da oturup sana bunları
söyleyeceğimi ve onun bir zaman Lübnan'da oturup sana bunları söyleyeceğimi düşündüğünü
söyleyeceğimi düşündüğü için okuyabiliyor.
Sofi'nin aklı karışmıştı. Berkeiey ve Romantikler hakkında öğrendiklerini düşünmeye çalıştı.
Alberto Knox sözlerine devam etti:
- Ama bu yüzden böbürlenmelerine gerek yok! Hele buna gülmeleri hiç gerekmez, çünkü son
gülen iyi güler!
- Kimin?
- Hilde'yle babasının tabii. Onlardan bahsediyoruz ya.
- Peki neden böbürlenmeyeceklermiş?
- Çünkü onlarında yalnızca bir hayal ürünü olmaları aynı derecede olası!
-Nasıl yani?
- Berkeiey ve Romantiklere göre böyleyse, onlara göre de böyle olması gerekir. Belki
Binbaşıyla Hilde ve dolayısıyla onların hayatın-
405
SOFİ'NÎN DÜNYASI
da küçük bir parça oluşturan bizler de bir başka kitabın konuşuyuz-dur!
- Bu, daha da beter bir şey. O zaman biz gölgelerin de gölgesiyiz
. demektir.
- Ama bu pekâlâ mümkün olabilir. Bir yerlerde bir başka yazarın, BM'de binbaşı olan ve kızı
Hilde'ye bir kitap yazan Albert Knag hakkında bir kitap yazmadığı ne malum? Ve bu kitapta
"Alberto Knox" adlı bir şahrs birdenbire Yonca Sokağı No. 3'de oturan Sofi Amund-sen'e
mektupla felsefe dersleri yollamaya başlıyor olabilir.
- Sence böyle mi gerçekten?
- Ben yalnızca bunun mümkün olduğunu söylüyorum. O zaman bu yazar bizim için "gizli bir
Tanrı" olurdu Sofi. Varlığımız ve tüm yaptıklarımız bu Tanrı'dan kaynaklanıyorsa, çünkü bu
Tanrı bizsek, onun hakkında hiçbir şey bilemezdik. Çünkü biz merdivenlerin en dibinde yer
alıyor olurduk.
Bunun üzerine Sofi ile Alberto bir süre konuşmadan durdular. Sessizliği bozan Sofi oldu:
- Eğer bizim hakkımızda kitap yazan adam hakkında kitap yazan bir başkası gerçekten varsa...
- Evet?
-... onun da pek fazla böbürlenmemesi gerekir.
- Neden?
- Onun kafasının derinlerinde Hilde ve ben varız. Ama onun da daha üstün bir aklın ürünü
olduğu düşünülemez mi?
Alberto başını salladı.
- Tabii, Sofi. Bu da mümkün elbette. Eğer öyleyse, yazar bize bu felsefi konuşmaları tam da
bunun mümkün olduğunu göstermek için yaptırıyor demektir. Kendisinin de savunmasız bir
gölge olduğunu, Hilde ile Sofi'nin içinde kendi hayatlarını yaşadıkları bu kitabın da aslında
bir felsefe ders kitabı olduğunu vurgulamak istiyor demektir.
- Ders kitabı mı?
- Yaptığımız tüm konuşmaları, diyalogları düşün Sofi...
406
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Evet?
- Aslında bunlar bir monologdan ibaret.
- Herşey akla ve ruha geldi, takıldı. Önümüzde daha başka filozoflar olduğuna seviniyorum.
Thaies, Empedokles ve Demokritos gibi filozoflarla, gururla yola koyulan felsefe burada
takılıp kalmış olamaz herhalde?
- Hayır. Bundan sonra Hegel'den söz edeceğim. Romantizm'in herşeyi ruha bağlamasından
sonra, felsefeyi bu durumdan kurtaran jlk filozof Hegel olmuştur.
- Merakla bekliyorum.
- Cinler ve gölgelerle sözümüz daha fazla kesilmesin diye içeri girelim istersen.
- Zaten hava da biraz serinledi.
- Satırbaşı!
407
HEGEL
...doğru olan tarihe direnebilen şeydir...
Hilde elindeki dosyayı gürültüyle yere bıraktı. Bir süre yattığı yerden tavanı seyretti.
Düşünceleri dans ediyordu tavanda sanki.
Kafası karışıyordu tabii, karışmaz olur muydu? Ah şu babası! Nasıl yapabilirdi bunu?
Sofi doğrudan kendisiyle konuşmaya çalışmışta. Ondan babasına karşı gelmesini istemişti ve
içinde bir takım duygulann uyanmasını da başarmıştı doğrusu. Bir plan...
Sofi ile Alberto babasının kılma bile dokunamazlardı. Ama Hilde yapabilirdi bunu. Sofi,
kendisi aracılığıyla babasına ulaşabilirdi.
Hilde de, babasının çok ileriye gittiği konusunda onlarla aynı fikirdeydi. Alberto ile Sofi onun
yarattığı karakterler olsa da, bu denli güç gösterisi yapmasına hiç de gerek yoktu.
Hilde biliyordu ona yapacağını. Kafası bir tilki gibi çalışmaya başlamıştı bile.
Pencereye gidip koya doğru baktı. Saat ikiye geliyordu. Camı açıp kayıkhaneye doğru
seslendi:
- Anne!
Annesi kayıkhaneden çıktı.
- Yiyeceklerimizi bir saat kadar sonra getirsem olur mu?
- Tamam...
- Önce Hegel'i okumak istiyorum da...
408
HEGEL
Alberto ile Sofi, göle bakan pencerenin önünde oturmuşlardı. Alberto:
- Georg Wilhelm Friedrich Hegel, tam anlamıyla bir Romantizm çocuğuydu, diye sözlerine
başladı. - Kendi kişisel gelişmesinin, Almanya'da Alman ruhunun doğup geliştiği döneme
rastladığı söylenebilir. Stuttgart'ta 1770 yılında doğan Hegel, 18 yaşındayken Tübin-gen'de
teoloji öğrenimine başlar. Romantizmin en parlak döneminde, 1799'dan itibaren çalışmalarını
Jena'da Schelling ile birlikte sürdürür. Jena'da doçent olduktan sonra, Alman Ulusal
Romantizminin merkezi sayılan Heidelberg'de profesör olur. 1818'den itibaren de, o sıralar
Almanya'nın kültürel merkezi olmaya başlayan Berlin'de profesörlük yapmaya başlar. 1831'de
koleradan öldüğünde "Hegelcilik" Almanya'nın hemen hemen her üniversitesine yayılmıştı.
- Demek pek çok konuyla ilgilenmiş.
- Evet ve kendi gibi felsefesi de öyle! Hegel, Romantiklerce ele alınan hemen tüm düşünceleri
birleştirdi ve geliştirdi. Ancak örneğin Schelling'in felsefesini de aynı ölçüde eleştirdi.
- Neydi eleştirdiği?
- Schelling ve diğer Romantikler varoluşun temelini "dünya tini" diye adlandırdıkları şeyde
görüyorlardı. Hegel de "dünya tini" terimini kullanmakla beraber, bu söze yeni bir anlam
yûklüyordu. Hegel, "dünya tini" ya da "dünya usu" ile insansı ifadelerin tümünü düşünür,
çünkü "tin"i olan tek varlık insandır. Bu anlamda "dünya tini"nin tarih içindeki gelişiminden
söz edilebilir. Ama burada da insanların yaşamından, insanların düşüncelerinden ve insanların
kültüründen söz ettiğini unutmamalıyız.
- O zaman da bu tin, hayaletimsi görünümünden biranda uzaklaşmış oluyor. Bu tin, taşlar ve
ağaçların içinde pusuya yatmış "uyuklayan bir zekâ" olmaktan çıkıyor.
- Kant'ın "das Ding an sich" dediği şeyi hatırlıyorsundur. Kant, insanların doğanın en gizli
sırları hakkında kesin bir bilgiye ulaşamayacağını söylemekle birlikte, erişilemez bir
"doğru"nun varoldu-
409
SOFÎ'NİN DÜNYASI
ğuna işaret ediyordu. Hegel "doğrunun öznel bir şey" olduğunu soy-lüyordu. Böyle diyerek de
insan usunun üzerinde ya da ötesinde bir "doğru"nun varolduğunu reddetmiş oluyordu. Her
türlü bilgi insana
aittir, diyordu.
• Felsefeyi tekrar göklerden yere indirmeye çalışıyordu anlaşılan...
- Evet, böyle de denebilir. Hegel'in felsefesi öyle kapsamlı ve öyle detaylı bir felsefedir ki
bunu burada tümüyle ele almamıza olanak yok. .Bu yüzden en önemli birkaç noktaya
değinmekle yetineceğiz. Aslında Hegel'in kendi "felsefesi" olup olmadığı tartışma konusudur.
Hegel'in felsefesi ile kastettiğimiz şey, tarihin gidişini anlamaya yönelik bir yöntemdir
herşeyden önce. Bu nedenle ne zaman Hegel felsefesinden söz etsek, kendimizi insanlık
tarihinden söz ediyor buluruz. Hegel felsefesi bize "varoluşun esas doğası"nı öğretmez belki
ama, doğru bir biçimde düşünmeyi öğretebilir.
- Bu da yeterince önemli bir şeydir zaten.
- Hegel'den önceki felsefi sistemlerde ortak olan şey, insanın dünya hakkında ne bilip ne
bilemeyeceğine dair tespitlerde bulunmak olmuştur. Bu Descartes, Spinoza, Hume ve Kant
için de geçerlidir. Bunların her biri, insan bilgisinin kaynağını araştırmışlardı. Hepsi de
insanın dünya hakkındaki bilgileri üzerinde zaman-dışı bir takım etmenlerin varlığını dile
getirmişlerdi.
- Bir filozofun görevi değil midir zaten bu?
- Hegel'e göre bu mümkün değildi. İnsan bilgisinin temelini oluşturan şeyler, kuşaktan kuşağa
değişim gösterirdi. Bu yüzden de "mutlak doğru" diye bir şey olamazdı. Sonsuz bir us
olamazdı. Felsefenin ele alabileceği tek değişmez şey tarihin kendisiydi.
- Ama bu nasıl olabilir? Tarihin kendisi devamlı değiştiğine göre, nasıl felsefenin ele
alabileceği tek değişmez şey olabilir?
- Bir nehir de sürekli değişen bir şeydir. Bu, ondan söz edilemeyeceği anlamına gelmez. Ama
bir nehrin vadinin neresinde daha "doğru" bir nehir olduğu sorulamaz.
410
HEGEL
- Sorulamaz. Çünkü bir nehir, her noktasında aynı derecede nehirdir.
- Hegel'e göre tarih böyle bir nehrin akışına benzetilebilirdi. Nehrin herhangi bir noktasındaki
hareketi suyun başlangıcındaki şelaleler, anaforlarca belirlenir. Ama bu hareket aynı zamanda
o an, o noktada bulunan taşlar ve eğimlerce de belirlenir.
- Anlıyorum sanırım.
- Düşünce - ya da us - tarihi de böyle bir nehir gibidir. Senden önce yaşamış insanlardan
gelenek yoluyla "dalga dalga" sana ulaşan düşünceler ve kendi yaşadığın çağdaki yaşam
koşulları, senin düşünce biçimini etkiler. Bu yüzden herhangi bir düşüncenin sonsuza dek ve
daima doğru olacağı söylenemez. Ancak düşünce durduğun bir noktada doğru ya da yanlış
olabilir.
- Bu herşeyin hem doğru, hem yanlış olabileceği anlamına gelmez, değil mi?
- Hayır, ama bir düşünce tarihsel bağlamına göre doğru ya da yanlış olabilir. 1990 yılında köle
ticaretini savunan görüşler ileri sür-sen, buna herkes gülüp geçer. Oysa köle ticareti 2500 yıl
önce her yanıyla gerçek bir olaydı. O zamanlar da bunun kalkmasını isteyen bir takım ilerici
güçler yok değildi tabii. Yakın zamandan bir başka örnek verecek olursak, bundan yüz yıl
kadar önce büyük ormanlık arazileri yok ederek ekili alan oluşturmak o kadar da "akıl dışı"
bir şey değildi. Ama aynı olay bize son derece "akıl dışı" geliyor. Bugün aynı olayı bambaşka
- ve çok daha iyi - ölçütlerle değerlendirebiliyoruz.
- Anlıyorum.
- Felsefi düşünce konusunda da Hegel usun değişken bir şey, bir süreç olduğunu öne
sürüyordu. Ve "doğru" da bu sürecin kendisiydi. Neyin "en doğru" ya da "en mantıklı"
olduğunu tarihsel süreçten başka hiçbir şey ortaya koyamazdı.
- Örnek lütfen!
- Antik Çağ, Ortaçağ, Rönesans ya da Aydınlanma Çağından bir takım düşünceleri çıkarıp
bunların doğru ya da yanlış olduğunu söy-
411
SOFÎ'NİN DÜNYASI
leyemeyiz. Platon'un düşüncesi yanlış, Aristoteles'inki doğruydu diyemeyiz. Hume hatalıydı,
Kant ve Scheiiing ise haklıydı diyemeyiz. Bu, tarihsel olmayan, yanlış bir düşünce tarzıdır.
- Evet, bana da pek doğru gelmiyor.
- Bir filozofu - ya da herhangi bir düşünceyi - tarihsel bağlamım dan çıkarıp değerlendirmek
olmaz. Ama - şimdi yeni bir noktaya geliyorum - sürekli yeni şeylerle karşılaştığı için, us
"ilerici"dir. Yani insan bilgisi sürekli gelişmekte ve "ilerlemekte"dir.
- Öyleyse yine de Kant'ın felsefesi Platon'unkinden daha doğrudur diyebilir miyiz?
- Evet, çünkü "dünya tini" Platon'dan Kant'a dek bir gelişme - ve büyüme - göstermiştir.
Gayet mantıklıdır bu. Nehir benzetmesine dönecek olursak, nehre daha çok su gelmiştir.
Çünkü Platon'dan Kant'a dek iki bin yıldan fazla zaman geçmiştir. Kant da kendi "doğruları"
nm nehrin kenarında sarsılmaz kayalar gibi kalmasını bekleyemez. Kant'ın düşünceleri
de gelecek kuşaklarca ele alınır ve onun "us"u gelecek kuşakların eleştirisine maruz kalır.
Zaten de böyle olmuştur.
- Ama şu nehir var ya...
- Evet?
- O nehir nereye gidiyor?
- Hegel'e göre "dünya tini" giderek kendi kendisi hakkında daha fazla bilgilendiği bir yolda
ilerliyor. Nehirler de denize yaklaştıkça büyür. Hegel'e göre tarih, "dünya tini"nin kendi
bilgisine ulaşma sürecidir. Dünya hep varolagelmiştir ancak insanlığın kültürü ve insanlığın
gelişmesiyle bu "dünya tini" kendi kendisinin daha fazla bilincinde olmaktadır.
- Bundan nasıl emin olabiliyordu?
- Hegel'e göre bu tahmin edip varsaydığı bir şey değil, tarihsel bir gerçekliktir. Tarihi
inceleyen herkes, insanlığın giderek "kendisini daha iyi tanımakta" ve "kendisini
geliştirmekte" olduğunu görebilir. Hegel'e göre tarihi incelediğimizde insanlığın daha fazla
412
HEGEL
akılcılık ve özgürlük yolunda ilerlediğini görebiliriz. Arada bir tö-kezlenmesine rağmen
tarihsel gelişim daima "ileriye doğru" gitmektedir. Tarihin bir "ereği" vardır.
• Yani bir ilerleme söz konusu. Tamam.
- Evet, tarih bir zincirleme reaksiyonlar dizisi gibidir. Hegel bu dizide bir takım kurallar
olduğunu ileri sürer. Tarihi inceleyen biri, yeni bir düşüncenin kendinden önceki düşünceler
temelinde ortaya çıktığını görür: Ve yeni bir düşünce ortaya çıkar çıkmaz, bunun karşıtı
düşünce de ortaya çıkar. O zaman bu karşıt iki güç arasında bir gerilim doğar. Ancak ortaya
bg iki düşünceden de bir takım yanlar alan bir üçüncü düşünce çıktığında bu gerilim yokolur.
Buna diyalektik gelişme diyoruz.
- Bir örnek verebilir misin?
- Sokrates öncesi filozofların ana madde ve değişim konularındaki tartışmalarını hatırlıyor
muşun?
- Şöyle böyle...
- Sonra Elea'lılar çıkıp hiçbir değişimin aslında mümkün olmadığını öne sürdüler. Duyularıyla
algılasalar da her türlü değişimi reddetmek durumunda kaldılar. Elea'lılar bir iddia öne
sürmüşlerdi. Hegel buna tez adını veriyordu.
-Evet?
- Ve ne zaman böyle bir tez öne sürülse, bunun karşıtı bir tez ortaya çıkıyordu. Hegel buna da
anti-tezdiyordu. Elea'lıların tezinin anti-tezini, "herşey akar" diyen Herakleitos'un bu görüşü
oluşturuyordu. Böyle olunca birbirinin tamamen karşıtı iki görüş arasında bir gerilim ortaya
çıkmış oluyordu. Ancak sonra Empedokles çıkıp her iki görüşte de doğru ve yanlış yanlar
olduğunu ortaya koyduğunda bu gerilim "ortadan kalkmış" oluyordu.
- Evet, şimdi daha iyi hatırlıyorum.
- Elea'lılar hiçbir şeyin aslında değişmediğini söylerken haklı, duyularımıza
güvenemeyeceğimizi söylerkense haksızdılar. Herak-leitos ise duyularımıza
güvenebileceğimizi söylerken haklı, herşe-
413
SOFİ'NİN DÜNYASI
yin aktığını söylerkense haksızdı.
- Çünkü yalnızca tek bir ana madde vardı ve değişen bu değil, bunun bileşimleriydi.
- Evet. Hegel, bu iki zıt görüşü birleştiren Empedokles'in tezine da olumsuzlamanın
olumsuzlanması diyordu.
- Laflara bak!
- Hegel, bilginin bu üç aşamasını "tez", "anti-tez" ve "sentez" diye de adlandırır. Örneğin
Descartes'ın Usçuluğunu bir tez olarak ele alırsak, Hume'un Empiristliği bunun antitezinioluşturur.
Bu iki karşıtlık Kant'ın sentezinde aşılır, çünkü Kant bazı noktalarda Usçulara,
bazı noktalarda da Empiristlere hak verir. Ayrıca haksız oldukları yanlan da gösterir. Ancak
tarih Kant'la son bulmaz. Bu kez de Kant'ın "sentez"i, yeni bir üçlü düşünce dizisinin ya da
"triad"ın başlangıcı olur. Çünkü her "sentez" de yeni bir "anti-tez" tarafından olumsuzla-nır.
- Tüm bunlar çok teorik!
- Evet, teorik ama Hegel tarihe bir takım "kalıplar"la bakılamayacağını söylüyordu. Tarihin
kendisine bakarak diyalektik bir gelişme gözlenebileceğini öne sürüyordu. Böylelikle usun
gelişimine ya da "dünya tini"nin tarihsel gelişmesine dair bir takım kurallar ortaya
çıkarılabileceğini söylüyordu.
- Anlıyorum.
- Hegel'in diyalektiği yalnızca tarih için geçerli değildir. Bir şey tartıştığımızda, bir konuyu
ele aldığımızda da diyalektik bir biçimde düşünürüz. Karşımızdaki görüşte eksik olan yanları
bulup ortaya çıkarmaya çalışırız. Hegel bunu "olumsuzlamalı düşünme" diye adlandırır. Eksik
yanları ararken, aslında bir düşüncenin en iyi yanlarını da ortaya koymuş oluruz.
- Örnek lütfen!
- Sağcı bir politikacıyla, solcu bir politikacı toplumsal bir sorunu çözmek üzere bir araya
geldiklerinde, bunların düşünceleri arasında çok geçmeden bir karşıtlık doğar. Bu, ikisinden
birinin görüşlerinin
414
HEGEL
doğru, diğerinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Gerçekte her ikisinin de doğru ve yanlış
olduğu noktalar vardır. Tartışma ilerledikçe, yanlış noktalar elenir ve geriye bunların
görüşlerinde en doğru olan yanlar kalır.
- Umarım böyle olur.
- Ancak neyin doğru neyin yanlış olduğunu tam da böyle bir tartışmanın ortasındayken
bulabilmek her zaman pek kolay olmayabilir. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna bir bakıma
tarih karar verir. "Doğru" olan, "tarihe direnebilen" şeydir.
- Yani bir düşünce ne kadar uzun süre yaşayabilirse, o kadar doğrudur.
- Ya da tersi: bir düşünce ne kadar doğruysa, o kadar uzun yaşar.
- Şöyle küçük bir örnek verebilir misin buna?
-150 yıl önce kadın hakları için mücadele eden pek çok insan vardı. Bunun karşısında
olanların sayısı da epey çoktu. Bugün, bu iki görüşün ileri sürdüğü kanıtlara baktığımızda
kimin daha "doğru" kanıtlar ileri sürdüğünü anlamak pek zor değil. Ama unutmamalıyız ki
biz olaylara "sonradan bakıyoruz". Kadın hakları için mücadele edenlerin haklı olduğu ortaya
çıkmış durumda. İnsanın kendi büyük büyükannesinin, büyükbabasının bu konudaki
görüşlerini düşününce utanası geliyor.
- Bence de. Peki Hegel ne diyordu?
- Kadın hakları konusunda mı?
- Bundan bahsediyoruz ya!
- Bu konuda Hegel'den bir alıntı duymak ister misin?
- Memnuniyetle.
- "Erkekle kadın arasında, hayvanla bitki arasındaki gibi bir fark vardır," diyor Hegel.
"Hayvan erkeğe, bitki de kadına karşılık gelir. Çünkü kadınlar, belirlenmemiş bir duygunun
bütünlüğüne dayanan sakin bir gelişme gösterirler. Kadınlar hükümete gelseler devlet
tehlikeye düşer, çünkü onlar kararlarını evrensel doğrulara değil, rast-
415
SOFI'NİN DÜNYASI
gele eğilimler ve görüşlere dayanarak verirler. Kadınlar da - her nasılsa! - eğitilebilir, ancak
onlar bilgiyi kendilerinden önce edinilmiş bilgiyi devralarak değil, hayatı yaşayarak edinirler.
Erkekse konumunu, pek çok düşünceyle mücadele ederek, büyük teknik sıkıntılardan geçerek
edinir."
- Sağol, başka alıntı duymasam da olur!
- Ama bu alıntı, "doğru"nun zamanla nasıl değişebileceğinin çok güzel bir örneğidir. Bu
örnek, Hegel'in de ne de olsa kendi çağının insanı olduğunu gösteriyor. Biz de öyleyiz. Bizim
de "tabii ki" doğru olan bir takım görüşlerimizi tarih yanlış bulabilir.
- Örnek verebilir misin?
- Hayır, veremem.
- Neden?
- Çünkü o zaman, çoktan değişmekte olan bir şeye ışık tutmuş olurum ki bunu zaten pek çok
insan söylüyor olur. Örneğin, doğanın kirlenmesine yol açtığı için araba kullanmak yanlıştır,
dersem halen pek çok kişinin söylediği bir şeyi söylemiş olurum. Dolayısıyla bu iyi bir örnek
olmaz. Şu an bizim doğru bulduğumuz bir takım şeylerin böyle olmadığını ancak tarih
gösterebilir.
- Anlıyorum.
- Bu arada bir şeyi daha belirtmek yerinde olur: Hegel döneminde kadınların erkeklerden daha
değersiz varlıklar olduğunu ileri sürenler sayesindedir ki kadın eşitliği hareketi bu dönemde
büyük bir ivme kazanmıştır.
- Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?
- Bu kişiler bir "tez" öne sürmüş oluyorlardı. Bunu yapmalarının sebebi, kadınların haklarını
savunmak için ayaklanmaya başlamaları olmuştu. Herkesin savunduğu bir görüşü
tekrarlamakta bir yarar yoktur. Onlar da kadın haklarına karşı o zaman dek olmadığı kadar
fazla seslerini yükselttikçe, "anti-tez" de o kadar güçlenmiş oldu.
- Anlıyorum sanırım.
- Enerjik bir muhalefet kadar iyi bir şey yoktur. Muhalefet ne ka-
416
HEGEL
dar güçlüyse, karşılaştığı tepki de o kadar güçlü olur. "Yangına körükle gitmek" diye bir söz
vardır.
- Ben de yangınıma körükle gidilmiş gibi hissediyorum şu an kendimi.
- Salt mantıksal ya da felsefi olarak da iki kavram arasında diyalektik bir gerilim oluşur.
- Örnek lütfen!
- "Varlık" kavramı üzerinde düşünecek olursam, "yokluk" kavramı üzerinde düşünmem
gereği de doğar. İnsanın varolmasını, bir gün gelip varolunmayacağım düşünmeden anlamak
mümkün olmaz. "Varlık"la "yokluk" arasındaki gerilim, "oluş" kavramında ortadan kalkar.
Çünkü "oluş" bir anlamda hem olmayı hem de olmamayı içerir.
• Anlıyorum.
- Hegel'in mantığı dinamik bir mantıktır. Gerçeklik karşıtlıkları içerdiği için, gerçekliğin
tanımının da karşıtlıklar içermesi beklenir. Bir örnek verelim: Danimarkalı atom fizikçisi
Niels Bohı'un kapısında bir at nalı asılı olduğu anlatılır.
- At nalı uğur getirir.
- Ancak bu bir boş inandan ibarettir ve Niels Bohr boş inanlara inanacak en son kişilerden
biridir. Bir arkadaşı bir gün onu ziyarete geldiğinde bu konuya değinir. "Böyle şeylere
inanmıyorsun ya!" der arkadaşı. "Hayır," diye cevap verir Niels Bohr, "ama duydum ki işe
yaradığı oluyormuş."
- Pes doğrusu!
- Ama bu oldukça diyalektik ya da kendi karşıtını barındıran bir yanıttır. Norveçli yazar Vinje
gibi "farklı" görüşleriyle tanınan Niels Bohr, bir yerde şöyle der: İki tür doğru vardır. Tersinin
yanlış olduğu 9ün gibi ortada olan yüzeysel doğrular ve tersi de doğru olan daha deri,ı
doğrular.
- Nasıl bir doğru olabilir bu ikinci tür doğru?
- Sana hayat kısadır dersem...
417
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Ben de buna katılırım.
- Ama sonra bir başka bağlamda kollarımı iki yana açıp "hayat çook uzundur" dersem...
- Buna da katılabilirim, çünkü bu da doğrudur bir anlamda.
- Son olarak sana, diyalektik bir gerilimin nasıl ani bir harekete yol açıp, ani bir değişime
neden olabileceğine bir örnek vermek istiyorum.
¦ Ver hadi!
- Annesine devamlı "evet anneciğim", "peki anneciğim", "sen nasıl istersen anneciğim",
"hemen yaparım anneciğim" diyen bir kız düşün...
- Düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyor.
- Bir süre sonra annesi kızının bu kadar uysal oluşuna sinirlenmeye başlayabilir. Sonunda
hiddetle: "Bu kadar uysal olmasana yahu!" diye patlar. Kızı da buna "Olur, anneciğim!" diye
yanıt verir.
- İyi bir köteği hak eder bu kız bana göre.
- Ya, değil mi? Kız bunun yerine, "Hayır, uysal olacağım işte!" dese ne yapardın?
- Bu da tuhaf bir yanıt olurdu. Belki yine bir kötek atardım.
- Bir başka deyişle durum kilitlenmiş olurdu. Diyalektik gerilim öyle yükselmiş olurdu ki,
bunu ani bir değişimin izlemesi gerekirdi.
• Kötek gibi mi?
- Hegel'in felsefesinde son bir noktaya değinmeliyim.
- Dinliyorum.
- Romantiklerin bireyci olduklarından söz ettiğimizi hatırlıyor
musun?
- "O gizemli yol içimize açılan yoldur."
- Bu bireycilik "anti-tez"i ya da olumsuzuyla Hegel'in felsefesinde karşılaştı. Hegel bireysel
güçlere karşı "nesnel" güçlerin öneminin altını çizdi. Bu nesnel güçler aile ve devletti.
Hegel'in bireye şüpheyle baktığını da söyleyebiliriz. Ona göre birey, topluluğun organik bir
parçasıydı. Us ya da "dünya tini", öncelikle toplumdaki bireyle
418
HEGEL
arasındaki alışverişte ortaya çıkan bir şeydi. -Nasıl yani?
- Us herşeyden önce dilde kendini gösterir. Ve dil doğduğumuzda karşımızda bulduğumuz bir
şeydir. Bay Hansen olmasa da Nor-veççe dili varolur, ama Norveççe dili olmadan Bay
Hansen varola-ınaz. Yani dili oluşturan birey değil, bireyi oluşturan dildir.
- Evet, böyle denebilir.
- İnsan doğunca nasıl bir dille karşılaşıyorsa, aynı şekilde belli bir tarihsel koşullar yumağıyla
da karşılaşır. Ve hiç kimse bu koşullar karşısında "özgür" değildir. Devlet içinde yerini
bulmayan insan, tarih dışı bir insandır. Bu düşünce Atina'nın büyük filozofları arasında da
yaygındı hatırlıyorsan. Devlet vatandaşsız düşünülemeyeceği gibi, vatandaş da devletsiz
düşünülemezdi.
- Anlıyorum.
- Hegel'e göre devlet tek bir vatandaştan daha "fazla" bir şeydi. Vatandaşların toplamından da
daha öte bir şeydi. Hegel'e göre insan "kendini toplumdan çekip çıkaramazdı". Bu yüzden
içinde yaşadığı toplumdan uzaklaşıp "kendini bulacağını" söyleyen insan, komik duruma
düşerdi.
- Aynı kanıda olup olmadığımdan emin değilim, ama peki öyle olsun.
- HegePe göre "kendini bulan" insan değil, "dünya tini"dir.
- Dünya tini mi kendini bulur?
- Hegel, "dünya tini'nin kendine üç adımda döndüğünü söyler. Yani "dünya tini" kendini üç
aşamada tanır.
- Ve bu aşamalar şunlardır...
- Birinci aşamada "dünya tini" bireyde kendini tanır. Hegel buna "öznel us" der. "Dünya tini"
daha yüksek bir bilinç düzeyine aile, toplum ve devlette ulaşır. Hegel bunu "nesnel us" diye
adlandırır, çün-k'i bu insanlararası ilişkilerde ortaya çıkan bir bilinç düzeyidir. Ve üçüncü
aşama da...
- Çok heyecanlıyım.
419
SOFI'NÎN DÜNYASI
- "Dünya tini" sonunda kendi kendisinin en yüksek bilincine "mutlak us"ta ulaşır. Ve bu
"mutlak us" sanat, din ve felsefedir. Bunların içinde en yüksek bilinç düzeyi felsefedir, çünkü
felsefe "dünya tini"nin kendisinin tarihteki gelişimi üzerine kafa yorar. Yani "dünya tini"
öncelikle felsefede kendi kendisiyle karşılaşır. Felsefe "dünya tini"nin aynasıdır da denebilir.
- Öyle gizemli ki bu söylediklerin, üzerinde biraz düşünmem gerek. Ama en son söylediğini
sevdim.
- Felsefe dünya tininin aynasıdır, demiştim.
- Bu çok güzel bir laf! Sence bunun bizim pirinç kaplamalı aynayla bir ilişkisi var mıdır?
- Madem ki sordun, evet.
- Nasıl peki?
- Sürekli gündeme geldiği için bu "pirinç kaplamalı ayna"da bir şey olmalı.
- Peki ne bu sence?
- Benim bu konuda bîr fikrim yok, ama devamlı gündeme geldiğine göre Hilde'yle babası için
özel bir anlamı olmalı diye tahmin ediyorum. Bu anlamın ne olduğunu ancak Hilde
söyleyebilir.
- "Romantik ironi" mi bu yaptığın?
- Yersiz bir soru bu, Sofi.
- Nedenmiş?
- Romantik ironi yapacak olan bizler değiliz. Biz bu tür bir ironinin savunmasız kurbanlarıyız
olsak olsak! Bir çocuk kağıda bir şeyler çizdiğinde, kağıda sormaz insan çizimin ne anlama
geldiğini!
- Beni korkutuyorsun.
420
KİERKEGAARD
... iflasın eşiğinde bir Avrupa...
Hilde saatine baktı. Saat dördü çeyrek geçiyordu. Dosyayı masanın üzerine bırakıp koşararak
mutfağa indi. Annesinin sabrını taşırmak istemiyorsa bir an önce yiyecek birşeyler
hazırlamalıydı. Odasından çıkarken pirinç kaplamalı aynaya bir göz atmayı ihmal etmemişti.
Çaydanlığı ateşe koyup hızla sandviç hazırlamaya girişti.
Gününü gösterecekti tabii ki babasına! Kendisini gitgide daha çok Sofi ve Alberto'nun
saflarında hissediyordu. Babasına oynayacağı oyun Kopenhag'da başlayacaktı...
Kısa bir süre sonra elinde tepsiyle kayıkhanedeydi:
- İşte öğle yemeğimiz hazır, dedi.
Annesinin elinde zımpara kâğıdına sanlı bir tuğla vardı. Önüne düşen saçlarını arkaya attı.
Zımpara kâğıdının tozlan saçlanna da bulaşmıştı birazcık.
- Akşam yemeğimiz desek daha doğru olur! İskeleye oturup yemek yemeye koyuldular. Bir
süre sonra Hilde:
- Babam ne zaman geliyordu? diye sordu.
- Cumartesi günü geliyor ya, unuttun mu?
- Tamam ama ne zaman? Kopenhag'da aktarma yapacak demiştin, değil mi?
- Evet...
Annesi ciğer ezmeli ve salatalık turşulu sandviçinden bir lokma ısırdı.
-... Kopenhag'a saat beş sıralannda geliyor. Buradan Kris-tiansand'a uçağı sekizi çeyrek geçe
kalkıyor. Dokuz buçuğa
421
I
SOFİ'NİN DÜNYASI
doğru da Kjevik'e varmış olur herhalde.
- Öyleyse Kristiansand Havaalanı Kastrup'da birkaç saat geçirmesi gerekecek...
- Neden sordun?
- Hiç... Yalnızca merak ettim.
Yemeklerini yemeye devam ettiler. Hilde kısa bir sürenin geçmesini bekledikten sonra:
- Anne ile Ole'den bir haber var mı? diye sordu.
- Ara sıra telefon ediyorlar. Temmuzda bir zaman tatile gelecekler.
- Daha önce değil yani, öyle mi?
- Hayır, sanmıyorum.
- Öyleyse bu hafta hâlâ Kopenhag'dalar demektir...
- Nedir tüm bu sorular Hilde?
- Hiiiç... Laf olsun, beri gelsin diye konuşuyorum işte.
- İyi de iki kez Kopenhag'dan söz ettin.
- A, sahi mi?
- Babanın Kopenhag'da aktarma yapacağını söylemiştik...
- Ah, o halde Anne ile öle oradan aklıma gelmiş olmalı. Yemeklerini bitirir bitirmez Hilde
tabakları ve çatal bıçağı tepsiye toplayıp:
- Okumaya devam etmem gerek anne, dedi.
- Eh, hadi bakalım...
Bu sözlerde hafif bir hayal kırıklığı mı gizliydi ne? Daha önce, babası gelmeden motoru
beraberce tamir edeceklerini konuşmuşlardı çünkü.
- Babama kitabı o gelmeden bitireceğime dair söz vermiş
gibiyim bir bakıma.
- Bak işte buna kızdım. Evden uzakta olduğu yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış bizi oralardan
idare etmeye kalkıyor!
- Ah, onun daha neleri idare ettiğini bir bilsen! dedi Hilde esrarengiz bir tavırla. - Üstelik
bundan müthiş zevk de alıyor!
422
KİERKEGAARD
Sonra odasına çıktı ve okumayı sürdürdü.
Sofi bir anda kapının çalındığını duydu. Bunun üzerine Alberto sert bir bakışla:
- Kimsenin konuşmamızı bölmesine izin vermemeliyiz, dedi. Kapı daha hızlı çalınmaya
başladı. Alberto:
- Hegel'in felsefesine son derece kızan Danimarkalı bir filozoftan söz edeceğim şimdi, dedi.
Kapı yerinde sarsılacak kadar hızlı çalınmaya başlamıştı.
- Bu da Binbaşının bizi tongaya düşürüp düşüremeyeceğini anlamak için gönderdiği uydurma
şahıslardan biri elbette, diye devam etti Alberto. - Bu numaralarla hiçbir şey kaybettiği yok
nasılsa!
- Ama kapıyı açmazsak evi başımıza yıkar ve bununla da hiçbir şey kaybetmez!
- Haklısın galiba. Açalım bakalım.
Kapıya gittiler. Kapının çalmışından Sofi karşısında güçlü kuvvetli birini bulacağını
sanıyordu. Oysa kapıda duran, uzun sarı saçlı, çiçekli bir elbise giymiş küçük bir kızdı. Elinde
de iki küçük şişe tutuyordu. Şişelerden biri kırmızı, diğeriyse maviydi.
- Buyrun, dedi Sofi. - Siz kimsiniz? Kız reverans yaparak:
- Benim adım Alice, dedi.
- Tam tahmin ettiğim gibi, dedi Alberto. - Alice Harikalar Diyarında!
- Peki ama burayı nereden bulmuş olabilir? Bu soruya Alice'in kendisi karşılık verdi:
- Harikalar Diyarı tam anlamıyla sınırsız bir ülkedir. Yani Harikalar Diyarı her yerdedir. Tıpkı
Birleşmiş Milletler gibi! Bu yüzden ülkemizin BM'in şeref üyesi olması gerekir aslında.
Ayrıca her komisyonda da elçilerimiz olmalı. Ne de olsa BM de insanların hayallerinin bir
ürünü.
Alberto:
423
SOFfNlN DÜNYASI
- Âh, bu Binbaşı! diye homurdanırken Sofi:
- Peki burada işin ne? diye sordu.
- Sofi'ye bu felsefe şişelerini vermeye geldim.
Şişeleri Sofi'ye uzattı. Aslında beyaz camdan yapılmış olan bu küçük şişelerden birinin içinde
kırmızı, diğerinin içindeyse mavi bir sıvı olduğu için göze renkli görünüyorlardı. Kırmızı
şişenin üzerinde "BENİ İÇ!", mavi şişenin üzerinde "BENİ DE İÇ!" yazılıydı.
Aynı anda kulübenin yanında koşar adım yürüyen beyaz bir tavşan belirdi. İki ayağının
üzerinde yürüyen tavşan yelek ve ceket de giyinmişti üstelik. Cebinden köstekli saatini
çıkarmış:
- Geç kaldım, geç kaldım... diye söyleniyor, bir yandan da son hızla yürüyordu. Alice tavşanın
ardından koşmaya koyulmadan önce yine bir reverans yaparak: '
- Gitmek zorundayız ne yazık ki! dedi. Sofi Alice'in ardından:
- Dina ile Kraliçe'ye benden çok selam söyle! diye seslendi. Alice gözden kaybolduktan sonra
Alberto ile Sofi merdivenlere oturup şişeleri incelediler bir süre.
- BENİ İÇ ve BENİ DE İÇ, diye okudu Sofi.
- İçsem mi acaba? Ya zehirliyse? Alberto omzunu silkti.
- Bu Binbaşıdan gelen bir şey. Binbaşıdan gelen herşey gerçekte değil yalnızca akılda varolan
şeyler olduğuna göre, bu da aslında varolmayan bir su.
Sofi kırmızı şişenin tıpasını açıp dikkatle ağzına götürdü. Biraz tatlı, tuhaf bir suydu bu. Ama
bundan da önemlisi, suyu içer içmez etrafında tuhaf şeyler olmaya başladı.
Göl, orman ve kulübe birbirine karışmaya başlamıştı sanki. Çok geçmeden her şey sanki tek
bir kişi haline gelmiş, bu kişi de Sofi'nin ta kendisi olmuştu. Alberto'ya bir baktı, ama sanki o
da Sofi'nin ruhunun bir parçası olmuştu.
- Çok garip, diye söylendi Sofi. - Herşey eskisi gibi, ama sanki
424
KİERKEGAARD
her şeyin birbiriyle ilişkisi var. Her şey tek bir düşüncenin parçası.
Alberto başını salladı. Ama sanki başını sallayan Sofi'nin kendisiydi.
- Bu Tümtanrıcılık veya bir başka deyişle Teklik felsefesi, dedi Alberto. - Bu Romantiklerin
evrensel ruhu. Romantikler herşeyi bir büyük "ben"in parçası olarak algılıyorlardı. Hegel de
öyle. O da tek başına bireye eleştirel bakıyor, herşeyi tek bir evrensel aklın dilege-lişi olarak
görüyordu.
- Öbür şişedeki suyu da içeyim mi?
- Şişesinde yazdığına göre içmek gerek.
Sofi mavi şişenin de tıpasını açtı ve sudan koca bir yudum aldı. Bunun tadı diğerine göre daha
ekşiydi. Ama bunu içince de etrafındaki şeyler hızla değişmeye başladı.
Bir iki saniye içerisinde kırmızı suyun etkisi yokoldu. Şeyler yeniden eski hallerini aldılar.
Alberto yine Alberto, ormandaki ağaçlar yine kendileri, göl yine kendisi olmuştu.
Ama bu durum yalnızca bir saniye sürdü. Çok geçmeden şeyler birbirinden ayrılmaya
başladılar. Orman ormanlığını kaybetmişti; her bir ağaç kendi başına bir dünya gibi
yükseliyordu ortada. Her bir dal, hakkında binlerce öykü yazılacak bir masaldı sanki.
Küçük göl sonsuz bir okyanusa dönüşmüş gibiydi - büyüklük ya da derinlik bakımından değil
de içerdiği binlerce ayrıntı, oya gibi işlenmiş çırpıntıları bakımından. Sofi, bu gölü en ince
ayrıntısına kadar anlayabilmek için bir ömrün bile yetmeyeceğini, insanın bu eşsiz sırrı hiçbir
zaman tümüyle kavrayamayacağını anladı.
Gözü bir ağacın tepesine ilişti. Üç küçük serçe ağacın tepesinde oynaşıyordu. Sofi kırmızı
şişedeki suyu içtiği sırada da kuşların burada olduğunun farkındaydı bir bakıma ama o zaman
onları tam olarak görememişti. Kırmızı su şeylerin arasındaki tüm zıtlıkları ve farklılıkları yok
etmişti.
Üzerinde durdukları büyük taştan inip çimene eğildi. O an karşısına yepyeni bir dünya çıktı.
Hani insan deniz dibine ilk kez dalıp göz-
425 '
SOFI'NİN DÜNYASI
lerini denizin altında ilk kez açtığı zaman karşısına çıkan o yeni dünya gibi. Çimenlerin
arasındaki ince otlarla yapraklar arasında yaşayan binlerce ayrıntı vardı. Bir yosun parçasının
üzerinde kararlı ve dikkatli adımlarla ilerleyen bir örümceği, bir otun üzerinde bir aşağı bir
yukarı yürüyen bir ot bitini ve elbirliğiyle çalışan koca bir karınca ordusunu seyretti. Koca bir
ordu olsalar da her bir karıncanın ayak atış biçimi diğerinkinden başkaydı.
Başını kaldırıp Alberto'ya baktığında ise onun yerini almış bambaşka biriydi gördüğü. Bu kişi
sanki başka bir gezegenden gelmiş veya bir masal kitabından fırlamıştı. Öte yandan kendisini
de bambaşka ve hiçbir benzeri olmayan bir kişi olarak görmeye başlamıştı. O, Sofi
Amundsen'di ve ondan başka bir Sofi Amundsen yoktu.
- Neler görüyorsun? diye sordu Alberto.
- Seni çok acayip biri gibi görüyorum.
- Deme!
- Bir başkası olmanın ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağım sanırım. İnsanlar
biribirinden öyle farklılar ki!
- Ya ormanı nasıl görüyorsun?
- Orman bütünlüğünü kaybetmiş durumda. Binlerce masaldan
oluşan bir evren sanki.
- Tahmin etmiştim. Mavi şişe bireycilik. Bunun içine Sören Kierkegaard'in Romantizmin
Teklik felsefesinin eleştirisi girmekte örneğin. Bu şişe aynı zamanda Kierkegaard'la aynı
dönemde yaşayan bir başka Danimarkalıyı, meşhur masal yazarı H.C. Andersen'i de temsil
ediyor. Andersen doğadaki sayısız ayrıntıyı görebilen bir bakışa sahipti. Ondan yüz yıl kadar
önce yaşamış, Alman filozof Leibniz de böyleydi. Sören Kierkegaard'in Hegel'i eleştirisi gibi
o da Spino-za'nın Teklik felsefesini eleştirmişti.
- Söylediklerini işitiyorum ama sesin öyle komik ki içimden gülmek geliyor.
- Anlıyorum. Kırmızı şişeden bir yudum daha al. Sonra da şu
426
KİERKEGAARD
merdivenlere oturup Kierkegaard'dan bahsedelim.
Sofi merdivenlere, Alberto'nun yanına oturdu. Kırmızı şişeden bir yudum almasıyla şeyler
yine bir araya gelmeye başladılar. Ama biraz fazla içmiş olmalıydı ki bu sefer yine şeylerin
arasındaki farklar ortadan kaybolmaya, her şey aynı gibi olmaya başladı. Bu yüzden tekrar
mavi şişeden çok küçük bir yudum almak zorunda kaldı. Sonunda her şey Alice'in elinde iki
küçük şişeyle ortaya çıkmasından önceki haline geldi.
- Peki ama hangisi doğru ? diye sordu Sofi. - Gerçeği olduğu gibi yansıtan kırmızı mı yoksa
mavi şişe mi?
- Her ikisi de Sofi. Romantiklerin yanıldığını söyleyemeyiz, çünkü gerçekten tek bir gerçeklik
var. Ama biraz tek yanlı olduklarını söyleyebiliriz belki.
- Ya mavi şişe?
- Kierkegaard'ın bu şişeden fazlasıyla içmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bunu bireye verdiği
önemden anlamak mümkün. Ona göre bizler yalnızca "çağımızın insanı" olmakla kalmayıp,
dünyaya yalnızca bir kez gelen özgün bireylerdik.
- Oysa Hegel işin bu yanıyla pek ilgilenmiyordu, değil mi?
- Hayır. Hegel için tarihin büyük çizgileriydi önemli olan. Kierkegaard da tam da buna karşı
çıkıyordu. Kierkegaard'a göre Romantiklerin teklik felsefesi de, Hegel'in "tarihçiliği" de
bireylerin kendi hayatlarına karşı sorumluluk duymaları gerektiğini gözardı eden felsefelerdi.
Bu yüzden Kierkegaard Hegel ile Romantikleri aynı kefeye koyuyordu.
- Anlıyorum.
- Sören Kierkegaard 1813 yılında doğdu ve babasının sert disiplini altında büyüdü. Dindar ve
melankolik yanını da babasından aldı.
- Yazık olmuş!
- Tam da bu melankolik yanı yüzünden nişanını bozmak durumunda hissetti kendini.
Kopenhag burjuvazisi bu olaya pek sıcak
427
SOFÎ'NİN DÜNYASI
bakmadı ve onu dışına itti. Zamanla o da buna yanıt vermeyi öğrendi ve İbsen'in "halk
düşmanı" dediği türden birisi haline geldi.
- Tüm bunlar bir nişan bozmak yüzünden mi oldu?
- Hayır, yalnızca bu yüzden değil. Özellikle yaşamının son yıllarına doğru toplumu
acımasızca eleştiriyordu. "Tüm Avrupa iflasın eşiğinde," diyordu. Güçlü istekler ve azmin
olmadığı bir toplumda yaşıyor olmaktan şikayetçiydi. Kilisenin mülayimliğini de
eleştiriyordu. "Pazar günü Hıristiyanlığı" konusunda Kiliseyi eleştiri yağmuruna tutuyordu.
-Günümüzde de "Kiliseye üye olma merasimi Hıristiyanlı-ğf'ndan söz etmek mümkün. Bir
çokları bu merasimi yalnızca alacakları hediyeleri düşündükleri için yapıyor.
- Evet, konuyu anladığın belli oluyor. Kierkegaard'a göre Hıristiyanlık öyle güçlü ve öyle akıl
dışı bir şeydi ki insan ya dindar olmak ya da olmamak durumundaydı. "Birazcık" ya da "bir
dereceye kadar" Hıristiyan olmak diye bir şey söz konusu olamazdı. İsa Paskal-ya'da ya
gökyüzüne yükselmiş ya da yükselmemişti. Ve eğer gerçekten öldükten sonra dirilmişse ve
gerçekten bizim günahlarımız uğruna ölmüşse, bu öylesine önemli bir şeydi ki tüm hayatımızı
belirlemesi gerekirdi.
- Anlıyorum.
- Ancak Kierkegaard hem kilisenin hem de insanların bu tip dinsel konulara akılcı birtakım
yorumlarla yaklaştıklarını görüyordu. Oysa Kierkegaard'a göre din ile akıl ateşle su gibiydi.
Hıristiyanlığın "doğru" olduğuna inanmak yeterli değildi. Gerçek Hıristiyanlık İsa'nın
yolundan gitmekti.
- Bunların Hegel'le ne ilgisi var?
- Haklısın, yok. Konuya yanlış tarafından girdik galiba.
- Öyleyse arabayı geri vitese takalım ve konuya doğru tarafından girelim.
- Henüz 17 yaşındayken teoloji okumaya başlayan Kierkegaard, giderek daha çok felsefi
konularla ilgilenmeye başladı. 27 yaşın428
KİERKEGAARD
dayken "İroni Kavramı Hakkında" adlı teziyle master derecesini aldı. Kierkegaard tezinde
Romantik ironi ve Romantiklerin yanılsamayla diledikleri gibi oynayışlarını eleştirir. İroninin
bu türüne karşı "Sok-ratesçi İroni"yi savunur. Sokrates de yöntem olarak ironiyi kullanıyor,
ama bunu yaparken en ciddi konulara bir aydınlık getirmeyi planlıyordu. Romantiklerin
tersine Sokrates Kierkegaard için "Varoluşçu bir düşünür"dü. Bu deyimle, tüm varlığını
felsefi düşüncelerine katan bir düşünürü kastediyordu.
- Sonra?
-1841'de nişanını bozduktan sonra Berlin'e giden Kierkegaard, burada Schelling'in verdiği
dersleri izledi.
- Hegel'le de tanıştı mı?
- Hayır, Hegel bundan on yıl önce ölmüştü ama Berlin'de ve Avrupa'nın pek çok yerinde
geçerli olan hâlâ Hegel'in felsefesiydi. He-gel'in "yöntem"i her türlü soruya genel bir yanıt
bulmada kullanılıyordu. Kierkegaard ise, Hegelciielsefenin ele aldığı tüm bu "nesnel
doğrular"ın, tek bir bireyin varoluşunda hiçbir önemi olmadığını vurguluyordu.
- Ne tür doğrular önemliydi ona göre?
- Kierkegaard'a göre büyük harf D ile yazılan "Ooğru"lardan çok, insanların yaşamları için
önemli olan doğrulara ulaşmaktı önemli olan. "Benim için doğru" olanı bulmaktı. Kierkegaard
böylece bireyi ya da tek olan insanı "sistem"in karşısına koymuş oluyordu. Ona göre Hegel
kendisinin de bir insan olduğunu unutmuştu. Kierkegaard Hegelci profesör tipi üzerine şunları
yazıyordu: "Kafasında binlerce kurguyla Sayın Bay Profesör yaşamın tüm sırlarını ifşa
'eder ama bu arada kendi adını unutmuştur; bir paragrafın olağanüstü 3/8' i değil, insan, evet
yalnızca bir insan olduğunu unutmuştur."
- Peki Kierkegaard'a göre kimdir bir insan?
- Bunu bir çırpıda, genel olarak yanıtlamak mümkün değil. Zaten insan doğasının ya da insan
denen "varlık"ın genel bir tanımı son derece gereksiz bir şeydi Kierkegaard'a göre. Önemli
olan tek bir in-
429
SOFİ'NİN DÜNYASI
sanın varoluşu idi. Ve insan varoluşunu bir masanın ardında ger-çekleştirmez. Eyleme
geçtiğimizde ve özellikle bir seçim yaptığımızda varoluşumuzla ilişkiye girebiliriz.
Kierkegaard'ın burada ne demek istediğini Buddha hakkında anlatılan bir öyküyle
açıklayabiliriz.
- Buddha hakkında mı?
- Evet, çünkü Buddha'nın felsefesi de çıkış noktası olarak insanın varoluşunu alır. Bir gün bir
rahip Buddha'dan kendisine dünyanın ve insanın ne olduğunu en açık biçimiyle anlatmasını
ister. Buddha da zehirli bir okla yaralanan bir adamı örnek gösterir. Yaralanan adam salt
kuramsal bir yaklaşımla okun ne tür bir maddeden yapıldığını, üzerindeki zehirin ne tür bir
zehir olduğunu veya okun kaç derecelik bir açı yaparak kendisine saplandığını mı sorar?
- Öncelikle birinin kendisine yardım edip oku çıkarmasını ister
herhalde.
-Tabii ya! Onun için varoluşsal önemi olan konu budur. Buddha gibi Kierkegaard da dünya
üzerinde çok kısa bir süre için varolduğunu duyumsuyordu. Bu kısa ömrü de bir yazı
masasının arkasına geçip dünya tininin doğası hakkında fikir yürüterek geçirecek değildi ya
insan!
- Anlıyorum.
- Kierkegaard doğrunun "öznel" olduğunu da iddia ediyordu. Bu, doğru yanlış demeden her
istediğimizi yapabileceğimiz anlamına gelmiyordu elbette. Bununla demek istediği, insan için
gerçekten bir önemi olan doğruların kişisel doğrular olduğuydu. Yalnızca bu tür doğrulardı
"benim için doğru olan" doğrular!
- Böyle bir öznel doğruya bir örnek verebilir misin?
- Hıristiyanlığın doğru olup olmadığı böyle bir sorudur örneğin. Bu, insanın kuramsal ya da
akademik bir biçimde yaklaşabileceği bir konu değildir. "Varoluşunun bilincinde olan" birisi
için bu bir ölüm kalım konusudur. Yani bu oturup sırf tartışmış olmak için tartışılacak bir
konu değildir. İnsanın ancak büyük bir istek ve içtenlikle yak-
430
KİERKEGAARD
laşabileceği bir konudur.
- Anlıyorum.
- Suya düşecek olsan boğulup boğulmamakla kuramsal bir ilişki halinde olmazsın. Ne de suda
timsah olup olmadığı "ilginç" ya da "ilginç olmayan" bir durum oluşturur senin için o anda.
Bu senin için bir ölüm kalım meselesidir.
- Evet, tabii ki de.
- Yani felsefi sorunun kendisiyle bireyin aynı soruya yaklaşımı iki ayrı şeydir. Bu tür sorular
karşısında birey tek basınadır. Üstelik bu tür önemli sorulara ancak inançia yaklaşabiliriz.
Aklımızla yanıtını bulabildiğimiz sorular hiçbir önem taşımaz Kierkegaard için.
- Bunu biraz açıklaman gerekecek.
-8 + 4=12, Sofi. Bunu kesin olarak bilebiliriz. Bu, Descartes'dan beri tüm filozofların
bahsettiği "mantıksal doğrular'a bir örnektir. Peki akşam duasında bir işimize yarar mı bu?
Ölüm anında aklımızın meşgul olacağı konu bu mudur? Hayır. Tüm bu doğrular istedikleri
kadar "nesnel" ve "genel" olsun, tek bir bireyin varoluşu için fazla anlam taşımazlar.
- Ya inanç?
- Kötü bir davranışta bulunduğun bir insanın seni affedip affetmediğini bilemezsin. Tam da bu
yüzden bu konu senin için yaşamsal bir öneme sahip olur. Bu senin etinde kemiğinde
duyduğun bir olaydır. Bir insanın seni sevip sevmediğini de bilemezsin. Tek yapabileceğin
böyle olduğuna inanmak ve bunu ummaktır. Ve de bu, senin için, üçgeninin iç açılarının
toplamının daima 180 derece etmesinden çok daha önemli bir şeydir. Ne de "nedensellik
yasası" veya "sezi biçimleri"dir ilk öpücüğünü verirken gelen aklına!
- Böylesi çok komik olurdu doğrusu!
- İnanç öncelikle dini konularda önemli bir yer tutar. Kierkegaard bu konuda şunları yazıyor:
"Tanrı'yı nesnel bir biçimde kavrayabilir miyim, bilmiyorum ve işte tam bu nedenle buna
inanmak durumundayım. Ve bu inancımı korumak için nesnel bilinemezliğe sıkı
431
SOFÎ'NİN DÜNYASI
sıkı sarılmak zorundayım; 70.000 fersah derinininde de olsam denizin, inancımı
korumalıyım."
- Oldukça zor anlaşılır bir ifade bu.
- Kierkegaard'dan önce pek çokları Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya ya da en azından Tanrı'yı
akıl yoluyla kavramaya çalıştılar. Oysa insan bu tür kanıtlara ya da mantıksal tezlere ulaştığını
sandığında inancını ve inançla birlikte dinsel içtenliğini yitirir. Çünkü önemli olan
Hıristiyanlığın doğru olup olmadığı değil, benim için doğru olup olmadığıdır. Ortaçağda aynı
düşünce, "credo quia absürdüm" sözleriyle dile getiriliyordu.
- Yapma ya, demek öyle!
- Bu sözler, "saçma olduğu için inanıyorum" anlamına geliyor. Hıristiyanlık başka
yönlerimize değil de aklımıza hitap etseydi, bir inanç konusu olmaktan çıkardı.
- Artık bunu anlamış bulunuyorum.
- Dolayısıyla Kierkegaard'ın "varoluş", "öznel doğru" ve "i-nanç"la ne demek istediğini
görmüş bulunuyoruz. Bu üç kavram, Kierkegaard'ın kendinden önceki felsefe geleneğini ve
özel olarak da Hegel'i eleştirisinden kaynaklanıyordu. Bunun içine tüm bir "uygarlık
eleştirisi" de giriyordu. Ona göre modern toplumda insan "topluluk" ya da "kamu" haline
dönüşmüş durumdaydı ve bu topluluğun en belirleyici özelliği, hiçbir bağlayıcı yanı olmayan
"laf yapma" işiydi. Kierkegaard bugün yaşasaydı belki bu durum için "uzlaşmacılık" deyimini
kullanırdı. Bununla da içten bir istekle bağlı olmadan herkesin aynı şeyi "demesini" ve aynı
şeyi "savunmasını" kastederdi.
- Kierkegaard Jorün'ün anne ve babası hakkında ne derdi acaba?
- Kierkegaard'ın oldukça keskin ve alaycı bir dili vardı. Örneğin "topluluk yalandır" ya da
"doğru her zaman azınlıktadır" gibi deyişler kullanırdı. Bir çok insanın yaşamı bir oyun gibi
görmesini de eleştirirdi.
- Barbi bebeklerini toplamak neyse de, insanın kendisinin bir
432
KİERKEGAARD
garbi bebeği olup çıkması iyice felaket bir şey...
- Bu bizi Kierkegaard'ın "yaşamın üç aşaması" dediği şeye getiriyor.
- Efendim?
- Kierkegaard'a göre üç tür yaşam biçimi mevcuttur. Kendisi bunlar için aşama deyimini
kullanır. Bunlar, "estetik aşama", "etik aşama" ve "dinsel aşama"dır. Burada "aşama"
sözcüğünü, insanın ilk iki durumda bulunduktan sonra ani bir sıçramayla daha yüksek bir
duruma geçebileceğini vurgulamak için kullanır. Ancak pek çok kişi tüm yaşamı boyunca
aynı aşamada kalır.
- Tüm bunları biraz daha açarak anlatacaksın umarım. Hem de kendimin hangi aşamada
olduğunu merak ediyorum doğrusu.
-Estetik aş amada bulunan biri günü gününe yaşar ve her anından zevk almaya çalışır. Güzel
olan ve keyif veren her şey iyidir bu kişilere göre. Bu aşamadaki bir insan duyularının
dünyasına hapsol-muş bir şekilde yaşar. Can sıkan her şeyde olumsuz ve kötüdür.
- Bu davranışı iyi biliyorum sanırım.
- Bu açıdan bakılınca tipik bir Romantik, tipik bir Estetikçidir. Çünkü estetik yalnızca duyular
yoluyla zevk almakla olmaz. Gerçekliği ya da sanatı, felsefeyi veya yaptığı işi ciddiye
almamak da estetik aşamada kalmak anlamına gelir. İnsan acıya ve ızdıraba bile estetik ya da
"yorumlayıcı" biracıdan bakabilir çünkü. Dizginleri gösteriş ele almıştır. İbsen, Peer Gynt ile
böyle bir Estetikçinin portresini çizmiştir.
- Ne demek istediğini anlıyorum sanırım.
- Sen de bu aşamada mısın sence?
- Sanmıyorum. Ama bu söylediklerin bana Binbaşıyı hatırlatıyor.
- Kimbilir, belki de Sofi... Ama senin bu sözlerin yine yapış yapış Romantik bir ironiye alet
oldu. Ağzına acı biber sürmeli senin.
- Neler söylüyorsun?
- Neyse, boşver! Ne de olsa senin suçun değil!
433
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Devam edelim lütfen.
- Estetik aşamada yaşamakta olan biri çok geçmeden bunaltıya ve bir boşluk duygusuna
kapılabilir. Ama insan bu duyguları yaşı-yorsa, yine de ümit var demektir. Kierkegaard'a göre
bunaltı neredeyse olumlu bir şeydir. Bunaltı duymak "varoluşsal bir durunV'a gelmiş olmanın
bir ifadesidir. Estetikçi bu aşamada daha yüksek bir aşamaya "sıçramayı" seçebilir. Ama bu
ya gerçekleşir ya da gerçekleşemez. Tüm anlamıyla "sıçramadıktan" sonra bunun hiçbir
anlamı yoktur. Ya olur ya da olmaz; ikisinin arası olamaz. Ve bu sıçramayı senin için başkası
yapamaz. Seçimi senin yapman gerekir.
- Bu bana sigarayı ya da uyuşturucuyu bırakmayı hatırlattı.
- Evet, belki. Kierkegaard'ın bu "karar kategorisi", Sokrates'in en gerçek sezgilerin insanın
içinden geldiğini söyleyişini hatırlatır. İnsanın estetik bir yaşam biçiminden etik ya da dinsel
yaşam biçimine geçme kararı da içten gelmelidir. İbsen bu konuyu "Peer Gynf'de ele alır. Bu
varoluşsal seçimin şiddetli çaresizlik ve kararsızlık duygularının sonucunda nasıl patlayarak
ortaya çıktığını usta yazar Dostoyevskide, Raskolnikof'u anlattığı Suç ve Ceza romanında
anlatır.
- Demek ki insanın yapabileceği en iyi iş, başka bir yaşam biçimi
seçmek.
- Böylece insan etik aşamada yaşamaya başlayabilir. Bu aşamaya damgasını vuran, ciddiyet
ve etik ölçülerin ışığında alınan tutarlı kararlardır. Bu aşama bir parça Kant'in görev ahlakını
hatırlatır. İnsan ahlak yasasının ışığında yaşamaya çalışır. Kant gibi Kierke-gaard da öncelikle
insanın duygularını ön plana çıkartır. Önemli olan insanın doğru ya da yanlış olarak neyi
seçtiği değildir. Önemli olan insanın içinde bunu seçmek yolunda bir istek olmasıdır.
Estetikçiler içinse neyin "gırgır" ve neyin "can sıkıcı" olduğudur önemli olan.
- Böyle yaşayan insan biraz fazla ciddi olmaz mı?
- Olabilir. Kierkegaard'a göre "etik aşama" da tam olarak tatmin edici bir aşama değildir.
Yalnızca görev aşkıyla yanıp tutuşan biri de
434
KİERKEGAARD
sonunda bundan yorgun düşer. Pek çok insan hayatlarının sonuna yaklaştıklarında böyle bir
yorgunluk duyarlar. Kimisi bunun sonucunda tekrar estetik aşamaya dönebilir. Ancak kimisi
de dinsel aşamaya sıçrar. Bunu yapmak inancın "70.000 fersah derinlikteki sularına atlamaya
cesaret etmek demektir. Bu kişiler inancı, estetik hazza ve aklın görev emrine tercih
etmişlerdir. Ve Kierkegaard'ın deyişiyle "yaşayan Tanrı'nın ellerine düşmek korkunç bir şey"
olsa da, insan ancak bu aşamada kendisiyle ödeşir.
- Yani Hıristiyanlıkla.
- Evet, Kierkegaard için "dinsel aşama" Hıristiyanlıktı. Ancak onun Hıristiyan olmayan
düşünürler üzerinde de etkisi büyük oldu. 20. yüzyılda bu Danimarkalı düşünürden
esinlenerek geniş çaplı bir "Varoluşçuluk felsefesi" oluştu.
Sofi saatine baktı.
- Saat neredeyse yedi. Eve gitmeliyim yoksa annem meraktan ölür. Sonra felsefe öğretmenine
el sallayarak koşarak uzaklaştı. Gölün kenarına indi ve kayığa bindi.
435
MARX
...Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor.,
Hilde yatağından kalkıp koya bakan pencereye gitti. Cumartesi gününü Sofi'nin 15.
yaşgününü okuyarak geçirmişti. Bunun bir gün öncesi de kendi yaşgünüydü.
Babası, dün Sofi'nin yaşgününe dek okumuş olacağını san-mışsa yanılmıştı. Hem de dün
bütün gün okumasına rağmen! Ama babası, geriye tek bir yaşgünü kutlaması kaldığını
söylemekle haklı olduğunu göstermişti. Alberto ile Sofi'nin "Happy birthday to you!" diye
şarkı söyledikleri anı kastetmiş olmalıydı. Hilde utanmıştı biraz bu durumdan.
Ve de Sofi tam da babasının Lübnan'dan geleceği gün düzenliyordu "felsefe partisini". Hilde
bu günde, ne babasının ne de kendisinin tahmin bile edemeyeceği, çok önemli bir şey
olacağını çok iyi biliyordu.
Ama en azından şurası belliydi ki babası Bjerkely'e gelmeden önce hayatının şokunu
yaşayacaktı. Hilde hiç değilse bu kadarını borçluydu Alberto ile Sofiye. Yardım istemişlerdi
üstelik kendisinden...
Annesi hâlâ kayıkhanedeydi. Hilde aşağıya inip telefonun yanına geldi ve Kopenhag'daki
Anne ile Ole'nun telefon numarasını çevirdi.
- Anne Kvamsdal.
- Merhaba Anne! Ben Hilde.
- A, merhaba! Ne iyi ettin de aradın. Lillesand'da ne var ne yok?
- İyilik, sağlık. Yaz tatili filan işte... Babamın Lübnan'dan dönmesine de bir hafta kaldı.
436
MARX
- Kimbilir ne seviniyorsundur.
- Tabii, çok seviniyorum. Ha, bu arada, seni aramamın nedeni...
- Evet?
- Babam ayın 23'ü, Cumartesi günü saat 5 sıralarında Kas-trup Havaalanı'na iniyor. Siz o
günlerde Kopenhag'dasınız, değil mi?
- Evet?
- Sizden bir şey rica edecektim de...
- Tabii, ne olsa yaparız.
- Ama ... şey... bu biraz özel bir durum aslında...
- Anlatsana yahu, meraktan çatlayacağım.
Hilde bunun üzerine herşeyi, dosyayı, Alberto ve Sofiyi anlatmaya koyuldu. Gülmekten
birbirlerinin lafını kese kese konuştular ve telefon kapandığında Hilde'nin planı uygulanmaya
konmuştu bile.
Bu arada kendisinin de yapması gereken birkaç şey vardı. Neyse henüz pek acelesi yoktu nasıl
olsa...
O öğleden sonrası ve akşamını annesiyle birlikte geçirdi. Akşam arabayla Kristiansand'a gidip
film seyrettiler. Dün doğru dürüst geçiremedikleri yaşgününün acısını çıkarmış oldular
böylece. Kjevik Havaalanı'na ayrılan kavşaktan geçerlerken, Hilde'nin kafasında planının son
parçaları da yerini almış bulunuyordu.
Gece yatmadan önce, dosyasından birkaç sayfa daha okudu. Sofi sürünerek Geçit'e girdiğinde
saat neredeyse sekizdi. Annesi girişteki çiçeklerle uğraşıyordu.
- Nereden geldin sen? diye sordu annesi.
- Çitten geçerek.
- Çitten geçerek mi?
- Çitin öbür tarafında bir patika var, bilmiyor musun?
437
SOFİNİN DÜNYASI
- Peki ama nerdeydin sen Sofi? Kaç oldu bu bir haber bile vermeden akşam yemeğinden önce
eve gelmeyisin!
Annesi ayağa kalkmış Sofi'ye bakıyordu.
- Yoksa yine şu filozofla mı beraberdin?
- Ha, evet. Onun da ormanda yürüyüş yapmaktan hoşlandığını söylemiştim ya.
- Partiye geliyor ama, değil mi?
- Evet, hem de memnuniyetle.
- Ah, ben de memnuniyetle günleri sayıyorum Sofi.
Annesi iğneli bir şekilde mi söylemişti bunları? Garanti olsun diye Sofi:
- İyi ki Jorün'ün annesiyle babasını da çağırmışım. Biraz acayip
kaçardı yoksa.
- Hmmm... ama ne olursa olsun şu Alberto'yla başbaşa bir çift laf
edeceğim.
- İstersen benim odamda konuşun. Hem ben ondan hoşlanacağından eminim.
- Ha, bir şey daha. Sana yine mektup var...
- Öyle mi?
- Mektup "BM Taburu" damgalı.
- Ha, o zaman Alberto'nun kardeşinden olmalı.
- Yeter artık ama Sofi!
Sofi'nin aklı son hızla çalışmaya başladı. Birden aklına şahane bir yalan geldi. Görünmeyen
bir kuvvet ona yardım ediyordu sanki.
- Alberto'ya ender rastlanan pulları topladığımı söylemiştim. 0 da bundan kardeşine bahsetmiş
olmalı. Hem kardeşler ne güne duruyor zaten, değil mi ya!
Bu cevap annesini rahatlatmıştı. Sesinin tonunda birazcık bir
yumuşamayla:
- Yemeğin buzdolabında duruyor, dedi.
- Mektup nerede?
- Buzdolabının üzerinde.
438
MARX
Sofi içeriye girdi. Pul 15.6.1990 tarihinde damgalanmıştı. Zarfı açtı ve içinde küçük bir not
yazılı olduğunu gördü:
Neden ki bu amaçsız yaratılış Yokolacaksa bir gün her yaratılmış ?
Bu soruya Sofi'nin verecek cevabı ne yazık ki yoktu. Yemek yemek için aşağıya inmeden
önce bu notu da son haftalarda edindiği diğer ıvır zıvırın durduğu dolaba koydu. Nasıl olsa
zamanı gelince bu sorunun anlamını da öğrenecekti. Ertesi gün sabah Jorün geldi. Biraz
badminton oynadıktan sonra partinin ayrıntılarını planlamaya de-, vam ettiler. Partinin
temposunun düşmesi ihtimalini göze alıp yedekte birkaç sürpriz bulundurmalıydılar.
Annesi eve geldiğinde hâlâ partiden bahsediyorlardı. Annesi ikide bir "merak etmeyin,
paradan sakınmanıza hiç gerek yok!" diyordu. Bunu dalga geçmek için de söylemiyordu
üstelik! Son haftalarda olup bitenden sonra Sofi'nin ayaklarının tekrar yere basması için çok
şey bekliyor gibiydi bu partiden.
O akşam, parti için ne tür pasta yapılacağından Japon fenerlerine, felsefe yarışmasında
kazanana ödül olarak verecekleri felsefe kitabına dek herşeyi planladılar. Aslında böyle bir
kitap bulunup bulunmadığından pek emin değildi Sofi.
21 Haziran Perşembe günü • yani 24 Hazirana üç gün kala Alber-to aradı.
- Buyrun, ben Sofi.
- Ben de Alberto.
- Ne var ne yok?
- İyilik, hem de çok iyilik! Sanırım bir çıkış yolu buldum.
- Neden çıkış yolu bu?
- Biliyorsun ya canım! İçinde fazlasıyla yaşamak durumunda kaldığımız bu duygusal
hapislikten.
- Ha, o mu...
439
SOPt'NtN DÜNYASI
- Ama uygulamaya geçmeden önce bunun hakkında hiçbir şey
söyleyemem.
- Ama geç kalmış olmaz mıyız o zaman? Ne tür bir planda rol oy. nayacağımı benim de
bilmem gerekmez mi?
- Saf olma. Konuştuklarımızın tümü dinleniyor. Bu yüzden en akıllıcası bir şey söylememek.
- Bu kadar ciddi mi gerçekten?
- Elbette çocuğum. En önemli şeyler biz konuşmazken olmak zorunda.
- Ya...
- Biz uzun bir anlatıdaki sözcüklerin arkasındaki yapay bir gerçeklikte yaşıyoruz. Bu
sözcüklerin her bir harfi Binbaşının ucuz seyahat daktilosundan çıkmakta. Bu yüzden basılı
hiçbir şey Binbaşının gözünden kaçamaz.
- Tamam bunu anlıyorum ama ondan gizlenmeyi nasıl başaracağız?
-Hişş! -Ne oldu?
- Bu işin satır araları da var. İşte ben tüm gücümü kullanıp bu satır aralarından
yararlanacağım.
- Anlıyorum.
- Ancak bugün ve yarın birlikte olmamız gerek. Cumartesi gü-nüyse olan olacak! Şimdi
hemen gelebilir misin?
- Hemen geliyorum.
Sofi kuşlarla balıkların yemini verdi, Govinda'nın önüne koca bir salata yaprağı koydu ve
Şerekan'a bir kutu kedi maması açtı. Giderken yemek kabını dışarı, merdivenlerin üzerine
koydu.
Sonra çitten geçip, çitin öbür tarafındaki patikaya girdi. Bir süre gittikten sonra, karşısına bir
süpürgeotu çalılığının tam ortasında kocaman bir masa çıktı. Masanın gerisinde yaşlı bir adam
oturuyordu. Adam bir takım hesaplar yapıyor gibiydi. Sofi adamın yanına
440
MARX
gidip ismini sordu.
Adam lütfeder gibi bir bakış fırlattıktan sonra:
- Benim adım Scrooge, dedi ve sonra yine kâğıtlarının üzerine eğildi.
- Benim adım da Sofi. İş adamısınız galiba? Adam başını salladı.
- Ve de korkunç zenginim. Tek bir kuruş bile havaya gitmemeli. Bu yüzden hesaplarımı iyice
kontrol etmeliyim.
- Aman ne sıkıcı iş!
Böyle dedikten sonra Sofi adama elini salladı ve yoluna devam etti. Ancak birkaç metre ya
gitmiş ya gitmemişti ki yüksek ağaçların birinin dibinde tek başına oturan bir kız çıktı
karşısına. Yırtık pırtık elbiseleri içindeki kızın yüzü solgun ve hastalıklı görünüyordu. Sofi
yanına geldiğinde kız elindeki torbadan bir kibrit kutusu çıkarıp So-fi'ye uzattı ve:
- Kibrit satın almak ister misiniz? diye sordu.
Sofi ceplerini karıştırdı ve şansına cebinde bir kron buldu.
- Kaça?
- Bir kron.
Sofi kıza bir kron verdi ve kibriti aldı.
- Yüz yıldır benden kibrit alan olmamıştı. Bazen açlıktan öldüm, bazen soğuktan donarak.
Sofi kızın ormanın ta içinde kibritlerine elbette alıcı bulamayacağını düşündü. Ama sonra
aklına biraz ötedeki iş adamı geldi. Adamın o kadar çok parası vardı ki nasıl olsa birazını kıza
verir, o da artık açlıktan ölmezdi.
- Gel benimle, dedi Sofi.
Sofi kızın elinden tutup zengin adamın yanına gitti.
- Bu kıza yardım etmelisin, dedi Sofi adama. Adam kâğıtlardan başını kaldırıp:
- Bu tip işler para ister ve de demin de söylediğim gibi benim havaya atacak tek kuruşum yok,
dedi.
- Ama bu kız ne kadar yoksul! O böyle yoksulken senin bu' kadar
441
SOFfNtN DÜNYASI
zengin olman çok büyük bir eşitsizlik! diye üsteledi Sofi.
- Saçmalık! Eşitlik yalnızca birbirinin dengi insanlar arasında geçerli olan bir şeydir.
- Ne demek bu?
- Ben bu halime çok çalışarak geldim. İnsan çalışmasının karşılığını mutlaka alır. Buna da
ilerleme denir.
- Ama bu kadarı da fazla doğrusu!
- Bana yardım etmezseniz ölürüm, dedi yoksul kız.
İş adamı başını tekrar hesaplarından kaldırdı. Sonra da kalemini masanın üzerine şiddetle
çarparak:
- Sen benim hesaplarımın içinde yoksun! Hadi, hadi çek git bakalım fakirhaneye!
- Eğer sen bana yardım etmiyorsan ben de ormanı yakarım, dedi bu kez yoksul kız.
Bunu deyince adam masanın arkasındaki yerinden ayağa fırladı, ama kız çoktan kibriti
çakmıştı bile. Kibriti kuru otlara uzatmasıy-la otların ateş alması bir oldu.
Zengin iş adamı ellerini uzatmış:
- Yardım, yardım edin bana! diye bağırıyordu. - Kızıl horoz azdı! Kızın yüzünde alaycı bir
gülümseme belirdi ve:
- Komünist olacağımı hiç tahmin etmemiştin, değil mi? dedi. Hemen ardından kız, iş adamı ve
yazı masası bir anda yokoldu.
Sofi giderek daha hızla yanan otların arasında kalakaimıştı. Ateşin üzerinde epeyce bir süre
tepindikten sonra, nihayet söndürmeyi başardı.
Çok şükür! Sofi kararmış otlara baktı. Elinde hâlâ bir kibrit kutusu tutuyordu.
Yoksa ateşi yakan kendisi mi olmuştu?
Kulübenin önünde Alberto'yu gördüğünde, tüm olup bitenleri ona anlattı.
- Scrooge, Charles Dickens'\n "Bir Yılbaşı Öyküsü" adlı
442
MARX
eserinde yer alan pinti bir kapitalisttir. Kibritçi kızı ise H.C. Ander-sen'in masalından
hatırlamışsındır herhalde.
- Her ikisinin de burada, ormanda karşıma çıkması çok acayip değil mi sence?
- Hiç de değil. Bu başka ormanlara benzemeyen bir orman, bugün söz edeceğimiz kişi ise
Kari Man. Bu açıdan senin de önceki yüzyılda, sınıflar arasındaki korkunç uçurumu anlatan
bir örnek görmen iyi olmuş. Ama gel şimdi içeri girelim. Ne de olsa içeride Binbaşının
müdahalelerinden biraz daha iyi korunabiliyoruz.
Yine göle bakan pencerenin kenarındaki masaya oturdular. Bu küçük gölün mavi şişeyi
içtikten sonra ne hale geldiği Sofi'nin aklından hâlâ gitmiyordu.
Kırmızı ve mavi şişeler şöminenin üzerinde duruyordu. Masanın üzerinde bir Yunan
tapınağının küçük bir kopyası vardı. Sofi:
- Bu ne? diye sordu.
- Her şeyin bir sırası var çocuğum. Sonra Alberto Marx'ı anlatmaya başladı:
- Kierkegaard 1841'de Berlin'e geldiğinde, belki de Kari Marx'la beraber oturup Schelling'in
derslerini dinlemişti. Kierkegaard, Sok-rates hakkında bir master tezi yazmıştı. Öte yandan
Manc'ın doktora tezinin konusu da Demokritos ve Epikuros, yani Antik Çağ Materyalizmiydi.
Buradan yola çıkarak sonra her ikisi de kendi felsefesini oluşturdu.
- Kierkegaard Varoluşçu, Marx da Materyalist oldu, değil mi? -
- Marx'a Tarihsel Materyalist diyoruz. Bunun ne anlama geldiğine az sonra değineceğiz.
- Devam edelim öyleyse.
- Hem Kierkegaard hem de Marx'ın felsefesinin çıkış noktasında Hegel vardır. Her ikisi de
Hegelci düşünce yöntemini benimsemekle beraber, Hegel'in "dünya tini"ne ya da bir başka
deyişle onun İdealizmine katılmazlar.
- Hegel onlara biraz fazla uçuk geliyordu belki de.
443
SOFfNtN DÜNYASI
- Herhalde. Genel olarak Hegel'den sonra büyük felsefe sistemlerinin sona erdiğini söylemek
mümkün. Hegel'den sonra felsefe yepyeni bir yola girmiştir ve büyük kurgusal sistemlerin
yerini "Varoluşçu" ya da "Eylemci" felsefeler almıştır. "Amaç dünyayı anlamak değil, onu
değiştirmektir" derken Manc'ın kastettiği de budur. İşte onun bu sözleri felsefe tarihinde çok
önemli bir değişimi simgelemektedir.
- Scrooge'la Kibritçi Kız'ı gördükten sonra onun bu sözlerininin ne anlama geldiğini anlamak
hiç de güç değil!
- Demek oluyor ki Marx'ın düşüncesinin pratik ve politik bir yanı vardır. Ayrıca onun
yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir tarihçi, bir sosyolog ve bir ekonomist olduğunu da
belirtmek gerek.
- Ve tüm bu alanlarda da büyük yenilikler getirdi, öyle mi?
- Böyle diyebiliriz belki de. En azından, uygulamalı politika alanında ondan daha etkili bir
başka filozofun varolmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan "Marksizm" deyince akla gelen
herşeyi Manc'ın kendi düşünceleriyle eş tutmak doğru olmaz. Marx'ın 1840 yıllarında
"Marksist" olduğu, ama bundan sonra kendisinin "Marksist" olmadığını söyleme ihtiyacı
hissettiği söylenir.
- Marx dindar mıydı?
- Bu da tartışılabilir kuşkusuz.
- Yani?
- Marx'ın arkadaşı ve meslekdaşı Friedrich Engels başından beri sonradan "Marksizm" diye
adlandırılan bu harekete katkıda bulunmuş bir kişidir. Bu yüzyılda da Lenin, Stalin ve Mao
Marksizm ya da "Marksizm-LeninizırTe katkıda bulunmuşlardır.
- Bence Marx'ın kendisiyle yetinsek olur. Manc'a "Tarihsel Materyalist" mi demiştin biraz
önce?
- Evet, o, Antik Çağ Atomcuları gibi "Felsefi Materyalist" ya da 17. ve 18. yüzyılın Mekanik
Materyalistleri gibi değildi. Ona göre insanların düşünce biçimlerini belirleyen, toplumda
geçerli olan maddi ilişkilerdi. Bu tür maddi ilişkiler tarihin gidişini de belirlemekteydi
444
MARX
aynı zamanda.
Bu, Hegel'in "dünya tinf'nden farklı bir şey...
- Hegel'e göre tarihsel gelişimi karşıt kutuplar arasında oluşan ve sonra ani bir değişimle
çözülen gerilimler belirliyordu. Marx bu düşünceyi daha da ileri götürmüştür ama Hegel'in
tepetaklak durduğunu da bilerek.
- Umarım Hegel tüm hayatı boyunca böyle durmamıştır.
- Hegel, tarihi ilerleten şeyin "dünya tini" ya da "dünya aklı" olduğunu öne sürüyordu.
Marx'ın tepetaklak bulduğu şey de buydu. Ona göre esas.belirleyici olan şey maddi
değişimlerdi. Yani maddi değişimleri yaratan şey "tinsel değişimler" değil, gerçek bunun tam
tersiydi. Maddi değişimlerdi düşünsel değişimleri yaratan. Marx özel olarak da toplumda
değişim yaratıp tarihi ilerleten şeyin ekonomik güçler olduğunu söylüyordu.
- Bir örnek veremez misin?
- Antik Çağ felsefesinin ve biliminin salt kuramsal bir amacı vardı. Bilgiyi uygulamaya
geçirip faydalı bir şey yapmak gibi bir derdi yoktu.
- Evet?
- Bu düşünce biçimi gündelik ekonomik hayatın düzenlenme biçimiyle yakından ilgiliydi.
Üretim büyük ölçüde köle işçiliğine dayandığı için zengin vatandaşların yeni pratik buluşlar
yapıp üretimi iyileştirme gibi bir dertleri yoktu. Bu, maddi ilişkilerin felsefi düşünceyi nasıl
etkilediğine bir örnektir.
- Anlıyorum.
- Marx, toplumda geçerli olan bu tür maddi, ekonomik ve sosyal ilişkileri altyapı diye
adlandırıyordu. Bir toplumda insanların nasıl düşündüklerine, ne tür politik kurumları, hangi
yasaları olduğuna, hangi dine inanıp ne tür bir ahlak, sanat, felsefe ve bilime sahip olduklarına
da Marx o toplumun üstyapısı diyordu.
- Altyapı ve üstyapı ha...
- İşte şimdi şu Yunan tapınağını uzatabilirsin bana belki.
445
SOFl'NlN DÜNYASI
- Buyur.
- Bu, Akropolis'deki eski Parthenon tapınağının küçük bir kopyası. Gerçeğini de görmüştün
ya hani.
- Videosunu demek istiyorsun herhalde.
- Gördüğün gibi binanın çatısı son derece güzel ve gösterişli. Binanın en önce göze çarpan
yanı da bu belki. İşte buna "üstyapı" diyebiliriz. Ama bu çatı tek başına ayakta duramaz, değil
mi?
- Hayır, onu ayakta tutan şey sütunlar.
- Binanın herşeyden önce sağlam bir temeli ya da bir "altyapısı" var. Marx da aynı şekilde,
toplumda geçerli olan tüm düşünce ve fikirlerin maddi temeller üzerinde oluştuğunu
söylüyordu. Toplumun üstyapısı, altyapısının bir yansımasıydı.
- Platon'un idea öğretisi, saksı üretimiyle üzüm yetiştiriciliğinin bir yansıması mıydı yan!?
- Hayır, bu kadar basit değil. Böyle olmadığını Manc'ın kendisi de söyler zaten. Ona göre
toplumun altyapısıyla üstyapısı arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Marx bu tür bir karşılıklığı
reddetmiş olsaydı, "Mekanik Materyalist" olmuş olurdu. Oysa o alt ve üstyapı arasında
karşılıklı ya da diyalektik bir ilişki olduğunu savunduğu için, onun Diyalektik Materyalist
olduğunu söylüyoruz. Ayrıca belirtmek isterim ki Platon ne saksı yapımıyla ne de bağcılıkla
uğraşmıştır.
- Anlıyorum. Tapınak hakkında başka şeyler de söyleyecek misin?
- Evet. Tapınağın temelini biraz incelersen bana bu konuda neler
söyleyebilirsin?
- Sütunlar, üç seviye ya da üç basamaktan oluşmuş bir temelin
üzerinde duruyor.
- Aynı şekilde toplumun temelinde de üç aşama görülebilir. Bunların içinde en "temel" olanı
"üretim koşulları" diyebileceğimiz şeydir. Bu, iklim koşulları ya da hammaddeler gibi
toplumun elinde bulunan doğal koşullar ya da doğal kaynaklardır. Bu koşullar bir toplumun
betondan temelini oluşturur ve toplumda nasıl bir üretimin
446
MARX
varolabileceğini belirler. Dolayısıyla da nasıl bir toplum ve nasıl bir kültürün mümkün
olabileceğini belirler.
- Ne Sahra'da balıkçılık yapılabilir, ne de Norveç'in kuzeyinde hurma yetiştirilebilir...
- Evet, demek ki anlamışsın. Ayrıca göçebe bir toplumun düşünce biçimiyle, örneğin bir
Kuzey-Norveç balıkçı köyündeki insanların düşünce biçimleri arasında da önemli farklılıklar
vardır. Bundan sonraki aşama, toplumda ne tür "üretim güçleri" olduğu aşamasıdır. Manc'ın
bununla kastettiği, insanların sahip olduğu araç, gereç ve makinelerdir.
- Eskiden balıkçı tekneleriyle balığa çıkılırdı, günümüzde ise bu iş için koca ağlarla balık
avlanan büyük gemiler kullanılıyor.
- İşte böylelikle üçüncü aşamaya temas etmiş oluyorsun ki bu da üretim araçlarını kimin
elinde bulundurduğudur. İşin düzenlenişini, yani toplumdaki iş bölümü ve sahiplik ilişkilerini
de Marx "üretim ilişkisi" diye adlandırıyordu.
- Anlıyorum.
- Buraya kadar söylediklerinden şöyle bir sonuca varabiliriz ki bir toplumda geçerli olan
politik ve ideolojik ilişkileri belirleyen şey üretim biçimidir. Eskinin feodal toplumlarından
daha farklı düşünmemizin, daha farklı ahlaki değerlere sahip olmamızın nedeni budur.
- O zaman Marx tarihin her zamanında geçerli olan bir takım doğal doğrular olduğuna
inanmıyordu...
- Hayır. Manc'a göre ahlaksal doğrular toplumun altyapısının bir ürünüydü. Eskiden köylü
toplumlarda insanın evleneceği kişiyi ailesinin belirlemesi tesadüfen böyle olmuş bir şey
değildir. Bunun, toprağın mirasının kime kalacağıyla yakın bir ilişkisi vardı. Günümüzün
modern şehirlerindeyse bambaşka sosyal ilişkiler geçerli. Burada insan beraber olacağı kişiyi
bir eğlencede ya da bir diskotekte bulup, o kişiyi yeterince sevdiğine inandığı andan itibaren
onunla birlikte yaşamaya başlıyor.
- Evleneceğim kişiyi ailemin seçmesine hiç gelemem doğrusu!
447
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Tabii çünkü sen de kendi zamanının çocuğusun. Marx ayrıca neyin doğru neyin yanlış
olduğunu toplumu yöneten sınıfların belirlediğini söyler. Çünkü tüm tarih, sınıf
mücadelelerinin tarihidir. Yani, tarih herşeyden önce üretim araçlarına kimin sahip olacağı
meselesidir.
- İnsanların düşünce ve fikirleri de tarihin değişmesinde bir rol
oynamaz mı?
- Hem evet, hem hayır. Marx toplumun üstyapısının da altyapısını etkileyeceğini gözardı
etmemekle beraber, üstyapının bağımsız bir tarihi olduğu görüşünü reddediyordu. Tarihi,
Antik Çağın köle toplumundan bugünün endüstri toplumuna getiren şey, herşeyden önce
toplumun altyapısındaki değişimlerdi. '
- Evet, bunu daha önce de söylemiştin.
- Tarihin her döneminde, diyordu Marx, toplumun iki egemen sınıfı arasında bir karşıtlık
olagelmiştir. Bu karşıtlık Antik Çağın köle toplumunda özgür yurttaşlarla köleler arasında,
Ortaçağın feodal toplumunda feodal beylerle seriler ve daha sonra da aristokrasiyle yurttaşlar
arasındaki karşıtlık olarak kendini göstermiştir. Marx'ın içinde yaşadığı çağda ve burjuva ya
da kapitalist toplum diye adlandırdığı toplumda ise bu karşıtlık öncelikle kapitalistle işçi ya da
proleter arasındadır. Yani bu, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki bir
karşıtlıktır. Ve de "üst sınıflar" bu güçlerinden hiçbir zaman kendiliğinden vazgeçmeyeceği
için değişim ancak bir devrimle gerçekleşebilir.
- Ya komünist toplum?
- Marx kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş konusunun özellikle üzerinde duruyordu.
Bu bağlamda kapitalist üretim biçiminin ayrıntılı bir analizini de yapmıştı. Ama şimdi bu
konuya geçmeden önce Manc'ın insan emeğiyle ilgili görüşlerinden bahsedelim.
- Haydi anlat.
- Komünist olmadan önceki döneminde genç Marx, insanın çalışırken ki durumuyla
ilgileniyordu. Bu konuyu Hegel de incelemişti.
448
MARX
Hege''e Sore insanla doğa arasında karşılıklı ya da "diyalektik" bir ilişki vardı. İnsan doğayı
işledikçe kendisi de işlenirdi. Veya başka bir deyişle, insan çalışırken doğayı değiştirir, onda
kendinden izler bırakırdı. Ancak bu süreçte doğa da insanı değiştirir, insan bilincinde bir
takım izler bırakırdı.
- Bana işini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
- Marx'ın da demek istediği kısaca budur. Çalışma biçimimiz düşüncelerimizi, düşüncelerimiz
de çalışma biçimimizi belirler. İnsanın "eli'yle "aklı" arasında karşılıklı bir ilişki vardır da
diyebiliriz buna. İnsan bilgisi de aynı şekilde insanın emeğiyle yakından ilgilidir.
- İşsiz olmak da epey korkunç bir şey olsa gerek.
- Evet, işsiz insan bir anlamda boş kalmış bir insan demektir. Hegel de bu konuyu ele almıştır.
Hegel de Marx da işi olumlu bir şey olarak görüyor, çalışmanın insan olmayla ilgili olduğunu
söylüyorlardı.
- O zaman işçi olmak da olumlu bir şey olmalı...
- Evet, aslında öyle. Ancak Marx tam bu noktada kapitalist üretim biçimini dehşetli bir
şekilde eleştirir.
- Neden?
- Kapitalist düzende işçi bir başkası için çalışır. Böylelikle iş kendisinin dışında, ona ait
olmayan bir şey olur. İşçi kendi işine yabancı kalır, dolayısıyla kendine de yabancı kalmış
olur. Kendi insani gerçekliğini yitirir. Hegel'in deyimiyle işçi yabancılaştırılmış olur.
- Bir fabrikada yirmi yıl çalışıp, bu yirmi yıl boyunca devamlı şekerleme paketlemiş bir
teyzem var. Bu yüzden ne demek istediğini anlıyorum. Teyzem her sabah işten nefret ettiğini
söyleye söyleye i?e gider.
- Ve işinden nefret eden insan Sofi, bir anlamda kendinden de nefret ediyor demektir.
- Teyzem de en azından şekerlemeden nefret ediyor.
- Kapitalist toplumda işin düzenlenme şekli öyledir ki işçiler gerekte bir başka toplum sınıfı
için köle gibi çalışırlar. Böylelikle
449
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
emekçi kendi iş gücünü, dolayısıyla da kendini burjuvaziye satmış
olur.
- Bu kadar kötü mü gerçekten?
- Şu anda Manc'tan sözediyoruz ve bu yüzden onun yaşadığı çağ olan geçen yüzyıldaki
toplum ilişkilerini esas almak zorundayız. ve o zaman senin bu soruna verilecek cevap "evet,
bu kadar kötüydü gerçekten" olur. Bu dönemde işçilerin buz gibi üretim alanlarında 12 saat
çalışması normaldi. Ücretler öyle düşüktü ki çocuklarla lohusa kadınlar da çalışmak
durumunda kalırdı. Tüm bunlar tarifi güç sosyal ilişkilerin doğmasına yol açtı. Pek çok yerde
ücret yerine içki veriliyor, kadınlar kendilerini satmak zorunda kalıyorlardı. Bu kadınların
müşterileri "kentli baylar"dı. Kısaca söyleyecek olursak, tam da insanın en soylu yanı olması
gereken emek konusunda insan bir hayvandan farksız hale gelmişti.
- Kafam atıyor yani!
- Manc'ın da kafası atıyordu. Çünkü aynı anda burjuva sınıfının çocukları sıcak bir banyodan
sonra evlerinin büyük ve sıcak salonlarında keman çalıyordu. Veya mükellef bir akşam
yemeğini beklerken piyano çalıyordu. Kemanla piyano akşam üzeri gidilen uzun bir at
yolculuğundan sonra da hoş kaçardı hani!
• A, haksızlık ama bu!
- Marx da böyle düşünüyordu. 1848'de Engels'le birlikte Komünist Manifesto'yu yayımladı.
Manifesto'nun ilk cümlesi şöyledir: "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - komünizmin hayaleti!"
- Korktum doğrusu.
- Burjuvazi de korkuyordu. Çünkü artık proletarya ayaklanıyordu. "Manifesto"nun nasıl
bittiğini de öğrenmek ister misin?
- Evet.
- "Komünistler düşüncelerini ve amaçlarını gizli tutacaklardır. Komünistler burada açıkça
belirtirler ki amaçlarına ulaşmanın tek yolu, şimdiye dek geçerli olmuş olan toplum düzenini
güç yoluyla alaşağı etmektir. Yönetici sınıflar komünist devrimin korkusuyla tit-
450
MARX
resinler! Emekçilerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur. Bütün ülkelerin
emekçileri birleşin.
- Koşullar dediğin gibi o kadar kötü idiyse, ben de bu manifestonun altına imzamı atardım
sanırım. Ama bugün koşullar bu kadar kötü değil, değil mi?
- Norveç'te belki değil ama dünyanın pek çok yerinde hâlâ böyle. Hâlâ pek çok kişi insanca
olmayan koşullar altında çalışıyor. Aynı zamanda ürettikleri mallarla zenginleri daha da
zengin bir hale getiriyorlar. Marx buna sömürü diyordu.
- Bu lafı biraz daha açar mısın?
- İşçi bir mal ürettiğinde bu malın belli bir satış değeri olur.
- Evet?
- İşçinin ücretini ve diğer üretim giderlerini malın satış değerinden düşersen geriye bir değer
kalır. Marx buna artı-değer ya da kâr diyordu. Yani kapitalist aslında işçinin ürettiği bir değeri
zaptediyor-du. Bunun adı da "sömürü"dür. •-
- Anlıyorum.
- O zaman kapitalist kârının bir kısmını yeni bir kapitale dönüştürebiliyor, bu kârı örneğin
üretim araçlarının modernleştirilmesine harcayabiliyordu. Bunu yaparkenki amacı üretimin
maliyetini daha da düşürmek, dolayısıyla bir dahaki sefere daha fazla kâr yapabilmekti.
- Mantıklı.
- Evet, mantıklı gelebilir. Ancak ne bu konuda ne de başka konularda işler kapitalistin
umduğu gibi gitmeyebilir.
- Nasıl yani?
- Marx'a göre kapitalist üretim biçiminin özünde pek çok çelişki yatmaktaydı. Kapitalizm
akılcı bir yönetim barındırmadığı için zamanla kendi kendini yok etmeye mahkûmdur.
- Bu, ezilen sınıflar adına sevindirici bir haber.
- Evet, yokolmak kapitalizmin kaderidir. Böyle olunca da kapitalizmi "ilerlemeci" ya da
ileriye dönük bir düzen olarak görmek müm-
451
SOFÎ'NİN DÜNYASI
kün, çünkü kapitalizm komünizme giden yolda bir aşamadır.
- Kapitalizmin kendi kendisini yok etmesine bir örnek verebilir misin?
- Yüklü miktarlarda kâr edinen kapitalistin bu paranın bir kısmını üretimi iyileştirmeye
harcayabileceğini söyledik. Paranın birazı da keman derslerine gidecektir tabii. Bu arada
karısının da pahalı zevkler edinmeye başladığı da tahmin edilebilir.
- Evet?
- Kapitalist yeni makineler alır ve artık eskisi kadar işçiye ihtiyacı kalmaz. Makineleşmesinin
amacı piyasadaki rakipleriyle mücadele edebilmektir.
- Anlıyorum.
- Ama böyle düşünen yalnızca o değildir ki! Tüm üretim koşulları giderek etkinleşmektedir.
Fabrikalar giderek büyümekte ve giderek daha az kişinin elinde bulunmaktadır. O zaman ne
olur Sofi?
- Şey -
- O zaman git gide daha az iş gücüne ihtiyaç duyulur. Giderek daha çok insan işsiz kalır.
Sosyal problemler arttıkça artar ve bu tür krizler kapitalizmin kendi sonuna yaklaştığının
habercisidir. Kapitalizmin kendi kendini yok etme eğilimine başka pek çok örnek vermek
mümkün. Örneğin kapitalist gitgide kârının daha çok bir kısmını üretim araçlarını
modernleştirmeye yatırmak durumunda kaldıkça, ancak yine de fiyatlarını, piyasadaki diğer
kapitalistlere göre ve onlardan daha az bir düzeye getirmeyi başaramadıkça...
-Evet?
- Ne yapar o zaman Sofi? Cevap verebilir misin buna?
- Bilmem.
- Bir fabrikanın sahibi olduğunu düşün. İşlerin iyiye gitmiyor. İflas etmek üzeresin. Tekrar
soruyorum: Ne yaparsın o zaman?
- Ücretleri düşürürüm herhalde...
- Pek doğru! Yapabileceğin en doğru şey bu olur gerçekten de. Ama tüm kapitalistler senin
kadar uyanıklarsa - ki öyledirler - işçiler
452
MARX
öyle yoksullaşırlar ki artık hiçbir şey alamaz duruma gelirler. Alım güçleri düşer. Böylece tam
bir kısır döngüye girilmiş olur. "Kapitalist özel mülkiyetin zamanı dolmuştur," der Marx.
Devrimci bir döneme girilmiştir.
- Anlıyorum.
- Sonra da, kısaca söyleyecek olursak, proletarya ayaklanıp üretim araçlarını ele geçirir.
- Peki o zaman ne olur?
- Bir süre, proletaryanın burjuvaziyi güç kullanarak bastırdığı yeni bir "sınıflı toplum" düzeni
yaşanır. Marx bunu proleterya diktatörlüğü olarak adlandırır. Ancak böyle bir geçiş
sürecinden sonra proleterya diktatörlüğü yerini "sınıfsız bir toplum"a ya da komünizme
bırakır. Bu, üretim araçlarına "herkes"in yani halkın kendisinin sahip olduğu bir düzendir.
Böyle bir toplumda herkesten "ürettiği kadar"! beklenir ve herkes "ihtiyacı kadar" alır. Bu
düzende halk kendi işinin sahibi olacağı için de "yabancılaşma" son bulacaktır.
- Tüm bunlar çok güzel ama işler uygulamada nasıl gitti? Devrim oldu mu?
- Hem evet, hem hayır. Bugün ekonomistler Manc'ın bir takım noktalarda yanıldığını
söylüyorlar. Bunların arasında onun kapitalizmin krizlerini inceleyiş biçimi de var. Marx
bugün çok ciddi bir problem olarak ortaya çıkan doğanın sömürülmesi konusuna da pek el
atmamış örneğin. Ama - ve de bu kocaman bir ama...
- Evet?
- Marksizm yine de çok büyük değişimlere yol açmıştır. Sosyalizmin daha insanca bir toplum
yaratma yolunda başarıya ulaştığına kuşku yoktur. Bugün en azından Avrupa'da daha adil ve
daha dayanışma içinde bir toplumda yaşıyoruz. Avrupa bunu Manc'ın kendisine ve tüm
sosyalist harekete borçludur.
- Neler oldu peki?
- Manc'tan sonra sosyalist hareket Sosyal Demokrasi ve Leninizm olarak ikiye bölündü.
Sozyalizme aşamalı olarak ve barışçıl
453
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
yollarla ulaşmayı hedefleyen Sosyal Demokrasi Batı Avrupa'nın seçtiği yol oldu. Buna "yavaş
devrim" diyoruz. Marx'ın sınıflı toplumu aşmanın yolunun devrimden geçtiğini savunan
inancını benimseyen Leninizm de Doğu Avrupa, Asya ve Afrika'da etkili oldu. Her iki
hareket de kendi yöntemleriyle yoksulluk ve baskıyla mücadele etti.
- Ama bu yeni tür bir baskının doğmasına yol açmadı mı? Örneğin Sovyetler Birliği ve Doğu
Avrupa'da?
- Evet, kuşkusuz böyle oldu. Tarihte bir kez daha insanların el attığı herşeyin iyiyle kötünün
bir karışımı şeklinde ortaya çıktığını görmüş olduk. Öte yandan, sosyalist olarak adlandırılan
ülkelerdeki olumsuz yanlardan ölümünden elli, yüz yıl sonra Marx'ı sorumlu tutmak doğru
olmaz. Ancak belki de onun komünizmi de insanların yöneteceğini pek fazla düşünmemiş
olduğunu söyleyebiliriz. Bir "mutluluk ülkesi" hiçbir zaman varolamaz. İnsanlar her zaman
yeni problemler yaratacaklardır.
- Mutlaka.
• Ve böylece Manc'ı bitiriyoruz Sofi.
- Bir dakika! Eşitlik yalnızca birbirinin dengi insanlar arasında geçerli olan bir şeydir,
dememiş miydin?
- Hayır, bunu diyen Scrooge'du.
- Bunu onun söylediğini sen nerden biliyorsun?
- Unutma ki senle benim yazarımız aynı. Bu açıdan bakılınca senle ben aslında pek çok şeyi
sıkı sıkıya paylaşıyoruz.
- Seni ironici seni!
- Çifte ironi, Sofi, çifte ironi!
- Neyse... Şu eşitlik meselesine dönecek olursak, Marx kapitalizmin eşitsiz bir toplum
olduğunu söylemişti. Eşitlikçi bir toplumun tanımı nedir?
- Marksizmden esinlenmiş bir filozof olan Jon Rawls bunu şu düşünce deneyiyle anlatmak
ister: Gelecekteki bir toplumda geçerli olacak yasaları hazırlamak