17 Eylül 2009 Perşembe

jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 8. bölüm )

534
BAHÇE PARTİSİ
- Evet, hiçbir masraftan sakınılmadı burada, sözlerini misafirler gelmeden defalarca söyledi
annesi.
Sonunda misafirler gelmeye başladı. Önce Sofi'nin sınıf arkadaşları olan üç kız geldi. Yazlık
bluzlar, ince pamuklu hırkalar, uzun etekler giyinmişlerdi. Gözlerine de hafif bir makyaj
yapmışlardı. Biraz sonra da bahçe kapısında utangaçlıkla karışık oğlanlara has bir kendini
beğenmişlik içersinde Jörgen ile Lasse göründüler.
- Yaşgünün kutlu olsun!
- Demek sen de artık koca kız oldun ha!
Sofi, Jorün'le Jörgen'in şimdiden flörte başladıklarını anladı. Mevsim bu işlerin mevsimiydi.
24 Hazirandı bugün.
Herkes bir hediyeyle gelmişti. Bunun felsefi bir parti olduğunu bildikleri için çoğu da
gelmeden önce felsefenin ne olduğunu araştırmıştı birazcık. Felsefi bir hediye
bulamadıklarından hiç değilse hediye kartına felsefi bir şeyler yazmak için epey uğraştıkları
belliydi. Ancak bir felsefe sözlüğüyle üzerinde "KİŞİSEL FELSEFE NOTLARIM" yazılı,
kilitli bir hatıra defteri de vardı hediyelerin arasında.
Misafirler geldikçe onlara beyaz şarap bardakları içersinde elma suyu ikram ediliyordu.
Servisi yapan Sofi'nin annesiydi.
- Hoşgeldiniz... Bu genç adamın ismi ne bakalım?... Seni daha önce hiç görmemiştim
sanırım... Ne iyi ettin de geldin, Cecilie.
Herkes bahçedeki yerini almış ellerinde şarap bardaklarıyla ağaçların altında geziniyordu ki
bahçe kapısının önünde beyaz Mercedes'leri içersinde Jorün'ün annesiyle babası belirdi. Bay
ekonomi danışmanı düzgün kesimli, gri takım elbiseler giyinmişti. Hanıme-fendiyse koyu
kırmızı payetlerle süslenmiş kırmızı bir tunik pantolon takım içersindeydi. Sofi kadının bir
oyuncakçı dükkanına girip bu giysiler içersinde bir Barbi bebeği aldığına, sonra da bebeği alıp
terzisinden bu giysilerin aynısını yapmasını istediğinden yüzde yüz emindi. Ya da bir başka
olasılıkla bebeği ekonomi danışmanı almış, bunu bir büyücüye verip bundan canlı bir kadın
yaratmasını istemiş de olabilirdi. Pek gerçekçi bulmadığı için Sofi bu olasılığı hemen
535
SOFrNİN DÜNYASI
eledi.
Çift, gençlerin hayran bakışları arasında Mercedes'lerinden inip bahçeye girdi. İngebritsen
ailesinin ince, uzun bir paket içerisindeki hediyesini Sofi'ye bizzat verense ekonomi
danışmanı oldu. Sofi hediyeyi görünce kendini zorlukla tutabildi; evet, bir Barbi bebeğiydi
bul Jorün atıldı:
- Delirdiniz mi siz? Sofi bebeklerle oynamaz kil Giysisindeki payetleri ışıl ışıl parlayan Bayan
İngebritsen yanaşarak:
- Evet ama canım, bu sadece bir süs olarak da kullanılabilir, dedi.
- Teşekkür ederim, dedi Sofi havayı yumuşatmaya çalışarak. -Artık ben de Barbi
koleksiyonuna başlayabilirim.
Herkes artık masanın etrafında toplanmaya başlamıştı. Sesindeki endişeli havayı gizlemeye
çalışarak:
- Geriye yalnızca Alberto kaldı, dedi Sofi'nin annesi. Bu özel misafirin ünü misafirler arasında
çoktan yayılmıştı.
- Geleceğim dediyse gelir, dedi Sofi.
- Ama o gelmeden masaya oturamayız ki...
- Tabii ki oturabiliriz. Buyrunl
Helene Amundsen misafirleri teker teker masadaki yerlerine yerleştirmeye koyuldu. Boş
sandalyenin Sofi'yle kendisinin arasında kalmasına özen gösterdi. Yemek hakkında, güzel
hava hakkında ve Sofi'nin artık genç bir kadın olduğu hakkında bir şeyler söyledi.
Masada yarım saat kadar oturmuşlardı ki Yonca Sokağı'ndan çıkıp bahçe kapısından içeri,
siyah top sakallı ve başında beresi olan, orta yaşlı bir adam girdi. Elinde on beş kırmızı gülden
oluşan bir buket tutuyordu.
- Alberto!
Sofi masadan kalkıp Alberto'yu karşılamaya koştu. Boynuna sarılıp buketi aldı. O da bu
karşılama törenine cevap vermek istercesine ceplerini karıştırıyordu. Sonunda cebinden birkaç
tane havai fi-
536
BAHÇE PARTİSİ
şek çıkarıp çevresine attı. Masaya geldiğinde de 24 katlı pastanın üzerine yıldız gibi ışıltılar
saçan küçük bir fişek yerleştirdi ve Sofi'yle annesinin arasındaki boş sandalyeye oturdu.
- Burada bulunmaktan büyük mutluluk duyuyorum, dedi.
Misafirler şaşkına dönmüştü. Bayan İngebrigsten kocasına anlamlı bir bakış fırlattı. Sofi'nin
annesiyse Alberto'nun sonunda ortaya çıkmasından öyle rahatlamıştı ki Alberto'nun her türlü
kusurunu kabul edebilirdi. Yaşgününün sahibiyse içinden yükselen kahkahayı güçlükle
zaptediyordu.
Helene Amundsen kadehini çınlatıp konuşmasına başladı:
• Sayın Alberto Knox, hoşgeldiniz! Sevgili misafirler, belirtmek isterim ki bu bay benim
sevgilim değildir. Kocam çoğu zaman yurt dışında olsa da şu sıralar başka bir sevgilim yok.
Bu bay Sofi'nin felsefe öğretmenidir. Yani havai fişek fırlatmaktan öte meziyetlere sahip bir
kişidir. Örneğin siyah bir şilindir şapkanın içersinden canlı bir tavşan çıkartabilir. Yoksa
karga mıydı Sofi?
- Sağolun, sağolun! diyerek yerine oturdu Alberto. Sofi'nin:
• Şerefe! demesiyle herkes şimdi içinde Coca-Cola olan kadehlerini kaldırdı.
Böyle uzun bir süre oturup tavuk ve salatalarını yediler. Sonra Jorün aniden yerinden kalkıp
kararlı adımlarla Jörgen'e yaklaştı ve tutup onu dudaklarından şiddetle öptü. Jörgen de buna
daha iyi karşılık verebilmek için Jorün'ü döndürüp masanın üzerine yatırdı.
• Aman Allah im, bana birşeyler oluyor! diye haykırdı Bayan İn-gebrigtsen.
Bayan Amundsen'in söylediği tek şeyse:
- Ama masanın üzerinde olmaz ki çocuklar! oldu. Alberto ona dönerek:
- Neden olmasın? diye sordu.
- Ne tuhaf bir soru bu.
• Gerçek bir filozofun soru sorması hiçbir zaman tuhaf değildir.
537
SOFÎ'NIN DÜNYASI
Bu arada öpülmekten nasibini alamayan çocuklardan bazıları tavuk kemiklerini havaya
fırlatmaya başladılar. Sofi'nin annesi bu kez de bu çocuklara seslendi:
- Lütfen çocuklar, yapmayın! Tavuk kemiklerinin evin çatısına yapışması hiç hoş bir şey
olmaz.
- Özür dileriz, dedi çocuklardan biri. Bunun üzerine kemikleri çite fırlatmaya başladılar.
Bayan Amundsen sonunda:
- Sanırım tabakları toplayıp pasta servisi yapmanın zamanı geldi, dedi. - Kimler kahve istiyor?
Bay ve Bayan Ingebrigtsen, Al bert o ve misafirlerden birkaçı ellerini kaldırlar,
- Sofi'yle Jorün bana yardım edebilirler belki de... Mutfağa giderlerken iki arkadaş aralarında
konuştular:
- Niye öptün Jörgen'i?
- Dudaklarına bakarken bir anda içimden onları öpmek geldi. Öyle karşı konulmazlardı ki...
- Tadı güzel miydi bari?
- Düşündüğümden biraz farklıydı ama...
- Yani biriyle ilk kez öpüşüyorsun, öyle mi?
- Evet ama inan ki sonuncu kez değil!
Çok geçmeden kahveler ve pastalar masaya gelmişti. Alberto çocuklara havai fişek
dağıtıyordu ki Sofi'nin annesi bu kez de kahve
fincanını çınlattı:
- Uzun bir konuşma yapmak niyetinde değilim, dedi. - Ama bugün hayattaki tek kızımın
yaşgünü ve doğmasının üzerinden on beş yıl, bir hafta ve bir gün geçtiği bir başka gün bir
daha hiç olmayacak. Pastanın üzerinde 24 tane halka var, yani adam başına en az bir halka
düşüyor. Bu bakımdan acele edip önce davrananlar iki halka da alabilirler. Tepeden
başlandığı için halkalar giderek büyüyecekler. Tıpkı hayatlarımız gibi. Sofi de önceleri küçük
halkalar halinde yürüyordu. Yıllar geçtikçe halkalar büyümeye başladı. Şimdiyse ta şehrin
538
BAHÇE PARTİSİ
göbeğine uzanıp geri geliyorlar. Babası hep yurt dışında olan bir kız olduğu için halkaları
aslında tüm dünyayı dolaşıyor. On beşinci yaş-günün kutlu olsun Sofi!
- Harika! diye bağırdı Bayan İngebrigtsen.
Sofi onun bununla annesini mi, konuşmayı mı, 24 katlı pastayı mı yoksa kendisini mi
kastettiğini anlayamamıştı.
Misafirler bu sözlere alkışla karşılık verdiler. Oğlanlardan biriyse armut ağacına bir havai
fişek fırlattı. Jorün de ayağa kalkıp Jörgen'i sandalyesinden çekiştirmeye başladı. O da buna
izin verdi ve çok geçmeden çimenlerin üzerinde öpüşmeye başladılar. Sonra çimlerin üzerinde
yuvarlana yuvarlana böğürtlen çalılıklarına daldılar.
Ekonomi danışmanı:
- Günümüzde inisiyatifi kadınlar ele alıyor, dedi ve ayağa kalkıp çalılıkların oraya giderek
durumu yakından izlemeye koyuldu. Bunun üzerine herkes ayağa kalkıp onun yaptığını yaptı.
Yalnızca Alberto ile Sofi masada oturmayı sürdürdüler. Çok geçmeden tüm misafirler Jorün'le
Jörgen'in etrafında yarım ay şeklinde toplanmışlar, onlar da bu arada masum öpüşmeleri
bırakıp birbirlerinin vücutla-rıyla oynaşmaya başlamışlardı.
Pek gururlu sayılamayacak bir sesle Bayan İngebrigtsen:
- Yapılacak bir şey yok sanırım, dedi. Kocası da buna:
- Soy soyu izler, diyerek eklemede bulundu. Kendince bu çok isabetli sözlere bir tepki
alamayınca:
- Buna yapılacak bir şey yoktur, diye ekledi.
Sofi oturduğu yerden Jörgen'in Jorün'ün üzerine otlar bulaşmış bluzunun düğmelerini açmaya
çalıştığını gördü. Jorün'ün eli de Jörgen'in pantalonunun kemerindeydi.
- Dikkat edin çocuklar, üşüteceksiniz! dedi Bayan İngebrigtsen. Sofi pes etmiş bir halde
Alberto'ya baktı.
- Her şey sandığımdan hızlı cereyan ediyor, dedi Alberto. - Bir an önce buradan ayrılmaya
bakmalıyız. Kısa bir konuşma yaparak sıra-
539
¦1!
SOFÎ'NİN DÜNYASI
mı savayım.
Bunu üzerine Sofi ellerini çırptı:
- Gelip yerlerinize oturur musunuz lütfen? Alberto konuşma yapacak.
Jorün'le Jörgen'in dışında herkes gelip masaya oturdu.
- Gerçekten bir konuşma mı yapacaksınız? Ne büyük bir incelik! dedi Helene Amundsen.
• İlginize teşekkür ederim.
- Yürüyüş yapmaktan hoşlamyormuşsunuz, öyle mi? İnsanın formda kalması için son derece
önemli bir şey bu. Hele köpeğinizle yürüyüş yapmanız çok hoş. Köpeğinizin adı Hermes'di,
değil mi?
Alberto ayağa kalkıp kahve fincanını çınlattı:
- Sevgili Sofi! diye başladı sözlerine. - Bu felsefi bir parti olduğu için ben de felsefi bir
konuşma yapmayı düşündüm.
Daha ancak bu sözleri söylemişti ki misafirlerden kuvvetli bir alkış yükseldi.
- Bu vidaları gevşemiş partide bir parça mantıklı olmanın zamanı geldi sanırım. Ama yine de
Sofi'nin yaşgününü kutlamak istiyorum tabii.
Alberto sözlerini henüz tamamlamıştı ki gürültüyle yaklaşan bir uçak sesi duyuldu. Uçak
alçaldıkça alca İdi ve bahçenin iyice üzerine geldi. Uçağın arkasında üzerinde "15. yaşgünün
kutlu olsun!" yazılı bir pankart asılıydı.
Bu daha da şiddetli bir alkışa neden oldu.
- Görüyorsunuz, dedi Bayan Amundsen, bu adam havai fişek fırlatmanın çok ötesinde şeyler
de yapabiliyor.
- Teşekkürler, dedi Alberto, bu yalnızca bir ayrıntı. Sofi ile ben son haftalarda felsefi bir
araştırma yürüttük. Şimdi sizlere bu araştırmanın sonucunu bildireceğiz. Size varoluşumuzun
en derin sırrını açacağız.
Ortalık sessizleşmiş, yalnızca kuşların sesleri duyulur olmuştu. Bir de çalılardan gelen
hışırtılar... Sofi:
540
BAHÇE PARTİSİ
- Devam et, dedi.
- İlk Yunan filozoflarından günümüze dek gelen bu derin araştırmanın sonucunda, bizlerin
Lübnan'da görev yapan bir Binbaşının aklında varolduğunu anladık. Bu adam şu anda
Lübnan'da Birleşmiş Milletler gözlemcisi olarak görev yapmakta ve aynı zamanda Lillesand'daki
kızına bizi anlatan bir kitap yazmış durumda. Kızının Adı Hilde Möller Knag ve
15. yaşgününü Sofi'yle aynı günde kutladı. Bizim hakkımızdaki bu kitabı, 15 Haziran sabahı
uyandığında masasının üzerinde buldu. Aslında bu bir kitap değil de büyük bir dosyaydı. Şu
anda da elleriyle yokladığında dosyanın sonuna yaklaşmakta olduğunu anlıyor.
Masanın etrafında sinirli bir hareketlilik başlamıştı.
- Yani bizler Hilde Möller Knag'a eğlence olsun diye varız. Babası bizi kızına verdiği felsefe
dersleri için bir tür arka plan olarak kullanıyor. Yani örneğin şu kapıda duran Mercedes'in
aslında beş kuruşluk değeri yok. Bu yalnızca bir ayrıntı. Böyle beyaz Mercedes'ler, şu an
güneşten korunmak için bir palmiye ağacının altına oturmuş olan Binbaşının kafasında
turlamakta aslında. Bu arada Lübnan'da havaların şu sıra oldukça sıcak olduğunu belirtmek
gerek.
- Saçmalık! diye parladı ekonomi danışmanı. - Hayatımda böyle saçmalık duymadım!
- Herkes istediğini söyleyebilir tabii, dedi Alberto ve sözlerine devam etti:
- Ama esas saçmalık bu partinin ta kendisi. Bu partideki tek mantıklı şey de bu konuşma.
Ekonomi danışmanı bu kez ayağa kalkıp konuşmaya başladı:
- Burada bir adam işlerini elinden geldiğince başarılı bir şekilde yürütmeye, ayrıca geleceğini
sigortalamaya çalışıyor. Sonra çok bilmiş biri çıkıp onun tüm bu çabalarını bir takım "felsefi"
iddialarla yok etmeye kalkıyor. Olacak şey değil doğrusu!
Alberto başını "evet" anlamında sallayarak:
- Böylesi felsefi çıkarımlara karşı hiçbir sigorta işlemez elbette.
541
SOFfNÎN DÜNYASI
Bunlar doğal felaketlerden de beterdir sayın Bay ekonomi danışmanı! Ve de bildiğiniz gibi
sigortalar doğal felaketlerden uğranan zararları karşılamaz.
- Ama bunun doğal bir felaket olduğunu da nerden çıkarıyorsunuz?
- Haklısınız. Bu doğal değil varoluşsal bir felaket. Çalıların oraya bir baksanız ne demek
istediğimi anlarsınız. İnsan tüm varoluş temelinin bir anda ortadan yokolmayacağım garanti
altına alamaz. Tıpkı güneşin bir an gelip sönmeyeceğinin de garantisi olmadığı gibi.
- Buna daha ne kadar dayanmak zorundayız sence? diye karısına sordu Jorün'ün babası.
Karısı ve Sofi'nin annesi bu soruya başlarını sallayarak karşılık
verdiler:
- Yazık! dedi Sofi'nin annesi. - Üstelik hiçbir masraftan da kaçınmamıştık.
Gençlerse Alberto'yu ilgiyle dinlemeye devam ediyorlardı. Zaten her zaman gençlerdir yeni
fikirlere açık olan. Sarı, kıvırcık saçlı, gözlüklü bir oğlan:
- Biz devam etmenizi istiyoruz bayım, dedi.
- Sağolun ama söyleyecek pek fazla şey yok aslında. İnsan bir başkasının bilincinde
yaşadığını, yalnızca bir hayal ürünü olduğunu anlamışsa yapacak tek şeyi vardır: susmak.
Ancak yine de siz gençlere felsefe tarihi üzerine bir kurs almanızı hararetle öneririm. Böylece
içinde yaşadığınız dünyayı eleştirel bir tutum içinde algılayabil-me şansınız olur. Bu, sizden
önceki kuşakların değerlerine karşı eleştirel olabilmeyi de içerir. Sof i'ye öğretmeye çalıştığım
en önemli şey de buydu. Hegel'e göre eleştirel olmak olumsuz olmakla aynı
şeydi.
Ekonomi danışmanı hâlâ ayaktaydı. Parmaklarını sinirli sinirli
oynatıyordu masanın üzerinde:
- Bu kışkırtıcı, okulun, kilisenin ve bizlerin çocuklarımız üzerinde kurmaya çalıştığı tüm
sağlıklı değerleri yok etmeye çalışıyor. Oy-
542
BAHÇE PARTİSİ
sa gelecek çocuklarımızındır. Bir gün gelip bizim mallarımıza onlar sahip olacaklar. Bu adam
bu partiden derhal ayrılmadığı takdirde aile avukatımızı arayacağım. O ne yapacağını bilir.
- Ne yaparsanız yapın, hiçbir önemi yok. Çünkü siz de bir hayal ürünü olmaktan öte bir şey
değilsiniz. Ayrıca Sofi ile ben zaten birazdan buradan ayrılacağız. Çünkü felsefe kursu
yalnızca kuramsal değil, aynı zamanda somut olarak işimize yarayacak bir projeydi. Zamanı
gelince ortadan yokolacağız. Bu şekilde Binbaşının bilincinden de kaybolacağız.
Helene Amundsen Sofi'.yi kolundan tutup:
- Beni bırakmayı düşünmüyorsun, değil mi Sofi? diye sordu. Sofi annesine sarılıp Alberto'ya:
- Annem çok üzülecek... dedi.
- Hayır, hayır! Tüm öğrendiklerini hatırlasana. Annen, Kırmızı Başlıklı Kız'm büyükannesine
götürdüğü sepet dolusu yiyecek kadar tatlı ve iyi bir kadın. Ve olsa olsa biraz önce kutlama
numaraları yapmak için benzine ihtiyacı olan uçak kadar üzgün olabilir bu durumdan.
- Sanırım ne demek istediğini anlıyorum, dedi Sofi ve annesine döndü:
- Alberto'nun dediği gibi yapmalıyım anne. Hem zaten bir gün gelip evden ayrılacaktım nasıl
olsa.
- Seni özleyeceğim, dedi annesi. - Ama bu gökyüzünden öte bir gökyüzü varsa uç
uçabildiğince! Govinda'ya iyi bakacağıma söz veriyorum. Günde bir tane mi yoksa iki salata
yaprağı mı veriliyordu sahi?
Alberto elini Sofi'nin annesinin omzuna koydu.
- Bizi ne siz ne de başkası özleyecek. Nedeni de çok basit. Çünkü aslında sizler yoksunuz.
Böyle olunca da bizi özleyebilmeniz mümkün olamaz.
- Bu şimdiye dek bana yapılmış en büyük hakaret! diye parladı Bayan İngebrigtsen.
543
SOFİ'NÎN DÜNYASI
Ekonomi danışmanı başını salladı:
- En azından hakaret suçundan içeri attırabiliriz bunu. Bence bu adam aynı zamanda bir
komünist. Elimizde ne varsa almak istiyor. Alçak!.. Düzenbaz!..
Alberto da ekonomi danışmanı da yerlerine oturdular. Ekonomi danışmanının yüzü hiddetten
kıpkırmızı olmuştu. Bu arada Jorün'le Jörgen de gelip oturdular. Üstleri başları kırışmış ve
tozlanmıştı. Jorün'ün sarı saçları toz toprak içindeydi.
- Anne, bir çocuğum olacak! dedi Jorün.
- Olabilir, ama eve gidene dek beklesen iyi olur. Ekonomi danışmanı karısını destekledi:
- Beklesin ya! Bu akşam vaftiz filan yapmaya kalkarsa kendisi halleder!
Alberto ciddi bakışlarla Sof i'ye baktı ve:
- Zamanı geldil dedi.
- Gitmeden kahveleri olsun servis yapamaz mısın? diye sordu Sofi'nin annesi.
- Tabii anne, hemen.
Sofi masada duran termosu alıp mutfağa gitti. Kahve makinesinde kahvenin süzülmesini
beklerken kuşlara ve balıklara yemeklerini verdi. Banyoya gidip Govinda'nın önüne bir salata
yaprağı bıraktı. Kedisi ortalıkta yoktu. Yine de koca bir konserve kutusu kedi maması açıp
derin bir kaba koydu. Gözlerinin dolmaya başladığını hissediyordu.
Bahçeye döndüğünde ortalığın bir 15. yaşgünü partisinden çok bir ilkokul bahçesini
andırdığını gördü. Gazoz şişelerinin çoğu masanın üzerinde devrilmiş, masa örtüsünün
üzerine çikolatalı pasta bulaşmış, üzümlü çöreklerin olduğu kap yere yuvarlanmıştı. Tam Sofi
geldiği sırada, çocuklardan birinin yaş pastanın içine koyduğu havai fişek gürültüyle patladı
ve pasta parçaları havalarda uçuşup masanın ve misafirlerin üzerine kondu. Olan en çok da
Bayan İngeb-rigtsen'in kırmızı pantolonuna oldu.
544
BAHÇE PARTİSİ
İşin en ilginç yanı hiç kimsenin olan bitene aldırmamasıydı. Jorün önce elindeki kocaman
çikolatalı pasta dilimini Jörgen'in yüzüne sürmüş, hemen ardından da yüzünü yalamaya
başlamıştı.
Sofi'nin annesiyle Alberto diğerlerinden biraz uzakta salıncağa oturmuşlardı. Sofi'ye el
salladılar.
- Demek sonunda Alberto ile başbaşa kalıp konuşabildiniz anne, dedi Sofi.
• Çok haklıymışsın, dedi annesi. - Alberto harika bir insan. Seni onun koruyucu kollarına
bırakıyorum.
Sofi ikisinin arasına oturdu.
Çocuklardan ikisi çatıya çıkmayı başarmışlardı. Kızlardan biri ortalıkta dolaşıp elindeki saç
tokasıyla balonları patlatıyordu. Bu arada mopediyle davetsiz bir misafir de gelmişti.
Mopedinin arkasında koca bir kasa birayla bir viski şişesi vardı. Bir takım heveslilerin
yardımıyla kasa bahçeye getirildi.
Bu arada ekonomi danışmanı ayağa kalkıp ellerini çırptı ve:
- Oyun oynamaya ne dersiniz, çocuklar? diye sordu.
Bira şişelerinden birini aldı, içindekini boşalttı ve boş şişeyi yere, çimenlerin ortasına koydu.
Sonra masaya gidip pastanın en altındaki beş halkayı aldı ve çocuklara halkaların şişeye nasıl
geçirileceğini gösterdi.
- Son çırpınışlar, dedi Alberto. - Binbaşı son noktasını koymadan ve Hilde dosyasını
kapatmadan, hemen şimdi buradan kurtulmalıyız.
- Tüm bunları yalnız başına toplamak zorunda kalacaksın anneciğim, dedi Sofi.
- Hiç önemli değil yavrum. Hem bu sana göre bir hayat değil zaten. Alberto sana daha iyi bir
hayat verebilirse, bu beni her şeyden Çok mutlu edecektir. Sahi, beyaz bir atı mı var demiştin?
Sofi bahçeye bir baktı. Tanınmayacak hale gelmişti gerçekten. Çimenlerin üstü şişeler, tavuk
kemikleri, çörek ve balonlarla doluydu.
545
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Bir zamanlar burası benim küçük cennetimdi, dedi Sofi.
- Ve şimdi cennetten ayrılma zamanı geldi, diye yanıtladı Alberto.
Çocuklardan biri beyaz Mercedes'e oturmuştu. Bir anda gaza basmasıyla arabanın bahçe
kapısını yere yıkarak son sürat bahçeye girmesi bir oldu.
Sofi kuvvetle kolundan Geçit'e doğru çekildiğini hissetti. Ve Alberto'nun sesini duydu:
- Şimdi!
O anda beyaz Mercedes bir elma ağacına çarparak durdu. Ağaçtaki ham elmalar sapır sapır
yerlere döküldüler.
- Bu kadarı da çok fazla! diye bağırdı ekonomi danışmanı. - Hemen zararımın karşılanmasını
talep ediyorum.
Bu kez de karısı onu destekliyordu:
- Hepsi bu ahlaksız adam yüzünden! Nerede o?
- Sanki yer yarılıp yerin dibine girdiler, derken Helene Amund-sen'in sesi oldukça gururlu
çıkıyordu.
Ayağa kalktı, üstü darmadağın olmuş uzun masaya gidip felsefi bahçe partisinden arta
kalanları toparlamaya başladı ve:
- Bir kahve daha isteyen var mı? diye sordu.
546
KONTRPUAN
... aynı anda ses veren birden çok ezgi...
Hilde yatağında doğruldu. Sofi ile Alberto'nun öyküsü burda bitiyordu. İyi de neler olmuştu
sahiden?
Babası neden bu son bölümü yazmıştı? Yalnızca Sofi'nin dünyasındaki gücünü göstermek için
mi?
Düşünceli düşünceli banyoya gidip giyindi. Kahvaltısını çabucak ettikten sonra bahçeye çıkıp
salıncağa oturdu.
Tüm partideki tek mantıklı şeyin Alberto'nun konuşması olduğu konusunda Alberto'ya
katılıyordu. Babası Hilde'nin dünyasının da Sofi'nin bahçe partisi kadar karmakarışık
olduğunu mu söylemek istiyordu yoksa? Yoksa onun da dünyası sonunda darmadağın mı
olacaktı?
Ya Sofi ile Alberto? Onların gizli planlarına ne olmuştu? Bundan gerisini Hilde mi yazacaktı?
Yoksa onlar öyküden kurtulmayı sonunda başarmışlar mıydı? Ya şimdi neredeydiler?
Birden bir şeyi anladı: Sofi ile Alberto öyküden kurtulmayı başarmışlarsa onlara ne olduğunu
bu dosyada bulamayacağı gün gibi ortadaydı. Çünkü burada yazılı olan her şey babasının çok
iyi bilerek öyküsüne koyduğu şeylerdi.
Acaba her şey satır aralarında mı gizliydi? Bir ara bundan sözediliyordu kitapta. Burada,
salıncakta oturmuş dururken Hilde kitabı bir iki kez daha okuması gerektiğini anladı.
Beyaz Mercedes'in bahçeye daldığı an Alberto Sofi'yi kolundan kapıp Geçit'e sürükledi.
Buradan ormana dalıp Binbaşının Evi'ne
547
SOFİ'NÎN DÜNYASI
koştular.
- Daha hızlı! diye bağırdı Alberto. - Binbaşı bizi aramayı akıl etmeden önce olmalı her şey.
- Artık Binbaşının görüş açısının dışında mıyız? -Hayır, ama tam sınırdayız.
Gölü kayıkla geçip Binbaşının Evi'ne geldiler. Alberto bodruma giden merdivenlerin kapısını
açtı. Sofi'yi merdivenlere doğru İteledi ve sonra her şey kapkaranlık oldu.
Bunu izleyen günlerde Hilde kendi planı üzerinde çalıştı. Kopenhag'daki Anne Kvamsdal'a
birkaç mektup daha yazdı, birkaç kez de telefon etti. Lillesand'daki arkadaşlarından da yardım
istedi. Neredeyse sınıfının yansı planına katılmış bulunuyordu.
Ara sıra "Sofi'nin Dünyasından bölümler okudu. Bu, bir kere okumakla bitirilecek bir öykü
değildi. Okudukça Sofi ile Alberto'nun bahçe partisinden yokolduktan sonra başlarına neler
gelmiş olabileceğine dair yeni fikirler geliyordu aklına.
23 Haziran Cumartesi günü dokuz sıralarında uyandı. Babası Lübnan'daki kamplarından
ayrılmış olmalıydı. Artık beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Babasının bu son günü
dakikası dakikasına planlanmıştı.
Öğlene dek annesiyle birlikte ertesi güne hazırlık yaptılar. Hilde, Sofiyle annesinin bu güne
nasıl hazırlık yaptıklarını düşünmeden edemiyordu. Ama onlar bunu yapmış bitirmişti, değil
mi? Yoksa bu işlerle onlar da şu anda mı uğraşıyorlardı?
Sofi ile Alberto, cephesi kötü görünüşlü havalandırma borularıyla kaplı iki büyük binanın
önündeki çimenlerde oturuyorlardı. Binalardan birinden elinde kahverengi çanta tutan bir
oğlanla, kırmızı askılı çanta taşıyan bir kız çıktılar. Arkadaki küçük yoldan bir
548
KONTRPUAN
araba geçti.
- Neler oldu? diye sordu Sofi.
- Başardık!
- Şimdi neredeyiz peki?
- Burasının adı Binbaşının Evi.
- Binbaşının Evi mi? Ama...
- Oslo'da bir semt burası.
- Emin misin?
- Kesinlikle. Bu binanın adı "Chateau Neuf" ve "yeni saray" anlamına geliyor. Burada müzik
öğretimi yapılıyor. Öteki bina da "İlahiyat Fakültesi". Burada da din eğitimi veriliyor. Daha
arkadaki şu yüksek binalarda da doğal bilimler, edebiyat ve felsefe öğretimi yapılılıyor.
- Şimdi biz Hilde'nin kitabının ve Binbaşının denetiminin tamamen dışında mıyız?
- Evet. Bizi burada asla bulamaz.
- Peki ormanda koşarken neredeydik?
- Binbaşı ekonomi danışmanının arabasını elma ağacına çarptırırken biz Geçit'e saklandık. O
sırada henüz embriyo aşama-sındaydık. Hem yeni hem de eski dünyaya aittik. Binbaşı bizim o
sırada oraya saklanacağımızı asla akıl edemezdi.
- Neden?
- Akıl edebilseydi bizi o kadar rahat bırakmazdı. Her şey bir rüya gibi olup bitti. Ya da belki
de o da oyunun içersindeydi.
- Ne demek istiyorsun?
- Beyaz Mercedes'i çalıştıran oydu. Belki de olup bitenlerden öyle yorgun düşmüştü ki bizi
gözden kaybetmek için aslında kendisi çabaladı...
Oğlanla kız şimdi iyice yanlarına gelmişti. Sofi, orada kendinden oldukça yaşlı bir adamla
oturmaktan biraz utanmıştı. Ayrıca Alberto'nu söylediklerini bir şekilde doğrulamak istiyordu.
Ayağa kalkıp onlara koştu ve:
549
SOFl'NÎN DÜNYASI
- Affedersiniz. Bu semtin adı ne acaba? dedi.
Onlarsa onu ne görmüş ne de söylediklerini duymuş gibi davrandılar.
Sofi kızıp tekrar arkalarından koştu ve:
- Bir soruya cevap vermek o kadar güç bir şey olmasa gerek! dedi.
Genç adam kıza hararetle bir şeyler anlatmakla meşguldü:
- Kontrpuantik kompozisyonlarda iki boyut vardır: yatay ya da ezgisel, ve düşey ya da
armonik. Burada birden çok ezginin aynı anda ses vermesi söz konusudur...
- Sözünüzü kestiğim için özür dilerim ama...
- Bu ezgiler bir arada çıkardıkları sesten bağımsız olarak birbirlerini en iyi tamamlayacak
biçimde bir araya getirilirler. Tabii burada uyum da çok önemlidir. İşte buna kontrpuan
diyoruz. Bu sözcük aslında "notaya karşılık nota" anlamına gelmektedir.
Olacak iş değildi! Ne sağır ne de kördüler oysa. Üçüncü kez deneyip tam karşılarına dikildi.
Ama onu kenara itip geçtiler.
- Rüzgar çıktı galiba, dedi kız. Sofi Alberto'ya dönüp:
- Beni duymuyorlar! dedi ve bunu der demez Hilde ve kolyesini gördüğü rüyasını hatırladı.
- Evet, dedi Alberto. - Bu da bizim ödememiz gereken bedel. Bir kitaptan kurtulmuş olan
bizler kitabın yazarıyla tamamen aynı konumda olmayı bekleyemeyiz. Ama işte buradayız.
Ve şu andan sonra felsefi bahçe partisinde olduğumuzdan bir gün daha yaşlanmayacağız.
- Çevremizdeki insanlarla hiçbir zaman ilişki kuramayacak mıyız yani?
- Gerçek bir filozof hiçbir zaman "hiçbir zaman" demez. Saatin var mı?
- Saat sekiz.
550
KONTRPUAN
- Evet, bu Kaptan Virajı'ndan ayrıldığımız saat.
- Hilde'nin babası Lübnan'dan bugün dönüyor.
- Evet, bu yüzden acele etmemiz gerek.
- Ne demek istiyorsun?
- Binbaşının Bjerkely'e gelişini görmek istemiyor musun?
- Tabii, ama...
- Hadi gel öyleyse!
Şehir merkezine doğru yürümeye başladılar. İnsanlarla karşılaştılar, ama herkes onlara hava
cıva muamelesi yapıyordu.
Yolun kenarında arabalar parketmişti. Alberto birden üstü açık kırmızı bir arabanın yanında
durup:
- Sanırım bunu kullanabiliriz, dedi. Ama önce bunun bizim arabamız olduğundan emin
olmamız gerek.
- Hiçbir şey anlamıyorum.
- Anlatayım: Herhangi bir insana ait bir arabayı alamayız, değil mi? Üstelik sence şöförsüz bir
araba gördüklerinde ne der insanlar? Zaten bizim de böyle bir arabayı sürebileceğimizi hiç
sanmam.
- Bu spor arabanın özelliği ne peki?
- Bu arabayı eski bir filmde gördüm sanıyorum.
- Kusura bakma ama bu esrarengiz laflardan hiçbir şey anlamıyorum.
- Bu, hayal ürünü bir araba Sofi. Tıpkı bizim gibi. Diğer insanlarsa bu arabanın yerinde
yalnızca bir boşluk görüyorlar. Ama işte öncelikle bundan emin olmalıyız.
Durup beklediler. Bir süre sonra kaldırımdan bisikletle bir oğlan gelip arabanın olduğu yerden
yola indi ve yoluna devam etti.
- Gördün mü? İşte bu bizim arabamız! Alberto sağ kapıyı açtı ve:
- Buyurunuz! diyerek Sofi'yi arabaya davet etti.
Kendisi de direksiyona oturdu. Kontak anahtarını döndürdü ve araba çalışmaya başladı.
551
SOFİNİN DÜNYASI
Önce Kilise Caddesi'nden geçip sonra Drammen Yolu'na çık-tılar. Lysaker ve Sandvika'dan
geçtiler. Özellikle Drammen'den sonra 24 Haziran vesilesiyle yakılmış pek çok ateş gördüler.
- Yazın tam ortası, Sofi. Ne harika, değil mi?
- Arabada da ne güzel esiyor. Bizi şimdi kimse göremiyor mu gerçekten?
- Yalnızca bizim gibi olanlar görebiliyor. Belki bunlardan bazı-sıyla karşılaşırız, kim bilir?
Saat kaç?
- Sekiz buçuk.
- Öyleyse biraz hızlanmamız gerekiyor. Şu koca kamyonun arkasından kurtulmalıyız en
azından.
Böyle deyip koca bir mısır tarlasına daldılar. Sofi arkasına dönüp baktığında üzerinden
geçtikleri mısırların yana yatmış olduğunu gördü. Alberto:
- Yarın baktıklarında, "dün kuvvetli bir rüzgar esmiş olmalı" diyecekler... dedi.
Binbaşı Albert Knag, 23 Haziran günü saat dört buçukta Kastrup Havalimanı'na indi. Çok
uzun bir gün olmuştu bu. Yolun son kısmım Roma'dan uçakla gelmişti.
Pasaport kontrolünü, üzerinde taşımaktan hep gurur duyduğu BM üniforması içinde geçti. Bu
haliyle yalnızca kendini ya da yalnızca kendi ülkesini değil, uluslararası bir düzeni, tüm
dünyayı kapsayan yüz yıllık bir geleneği temsil ediyordu.
Yalnızca küçük bir çanta taşıyordu omuzunda. Bagajlarının geri kalanını Roma'da uçağa
teslim etmişti. Kırmızı pasaportunu şöyle bir sallaması yetmişti.
"Nothing to declare" yazılı kapıdan geçti.
Kristiansand'a giden uçağın kalkmasına daha üç saat vardı. Önce havaalanındaki
dükkânlardan ailesine birkaç küçük hediye aldı. Hilde'ye hayatının asıl en büyük hediye-
552
KONTRPUAN
sini iki hafta kadar önce göndermişti. Marit bu hediyeyi sabah uyanınca bulsun diye Hilde'nin
başucundaki masaya koyacaktı. Hilde'yle yaşgünündeki o geç telefon konuşmasından bu yana
bir daha konuşmamıştı.
Albert Norveççe birkaç gazete alıp bara oturdu ve bir kahve ısmarladı. Ancak gazetenin
başlıklarına bakmıştı ki hoparlörden gelen sesi duydu:
"Dikkat, dikkat! Sayın Albert Knag. Sayın Albert Knag. Lütfen SAS enformasyon gişesine
geliniz."
Bu da neydi ki? Sırtından aşağı soğuk terler indiğini hissetti. Tekrar Lübnan'da göreve mi
çağırılıyordu acaba? Yoksa evde bir terslik mi vardı?
Hemen enformasyon gişesine koştu:
- Ben Albert Knag.
- Buyrun. Size acele bir haber var.
Albert Knag kendisine uzatılan zarfı hemen açtı. Zarfın içinde yine bir zarf vardı. Üzerinde:
"Binbaşı Albert Knag, Kastrup Havalimanı SAS enformasyon gişesi eliyle, Kopenhag."
yazıyordu.
Heyecanlanmış bir halde küçük zarfı da açtı. İçinde küçük bir kâğıt vardı:
Sevgili babacığım. Lübnan'dan hoşgeldin. Gördüğün gibi eve gelmeni dahi bekleyemiyorum.
Sana hoparlörden seslenmek zorunda kaldığım için özür dilerim. En kolayı buydu. NOT. Ne
yazık ki ekonomi danışmanı in-gebrigtsen çalınmış bir Mercedes için tazminat davası açmış
bulunuyor. NOT. NOT. Geldiğinde beni muhtemelen bahçede oturuyor bulacaksın. Ama belki
bundan önce de yine haberleşebiliriz. NOT. NOT. NOT. Bahçede uzun süre kalmak artık beni
korkutuyor. Bu tip yerlerde yer yarılıp yerin dibine geçmek çok kolay çünkü. Sev-
553
SOFİ'NIN DÜNYASI
giler... Gelişini planlamak için bir sürü vakti olmuş olan Hilde.
Binbaşı Albert Knag önce bir gülümsedi. Ama sonra bu şekilde yönetilmekten rahatsızlık
duydu. O her zaman kendi varoluşunu kendi denetleyebilen bir kişi olmuştu. Lillesand'da-ki
küçücük kızı tutmuş onun Kastrup Havalimanı'ndaki hareketlerini denetliyordu ha! Peki nasıl
yapabiliyordu bunu?
Zarfı iç ceplerinden birine koyup havaalanındaki iki yanı dükkanlı koridorlarda yürümeye
koyuldu. Danimarka yiyecekleri satan bir dükkâna girmek üzereydi ki dükkânın camına
yapıştırılmış bir başka zarf gördü. Zarfın üzerinde kalın ispirtolu kalemle BİNBAŞI KNAG
diye yazılıydı. Albert zarfı alıp açtı:
Kastrup Havalimanı'ndaki Danimarka Dükkânı eliyle Binbaşı Albert Knag'a mesaj. Sevgili
babacığım. Lütfen benim için büyük, tercihan iki kiloluk bir Danimarka salamı alır mısın?
Annemin de konyak sosisi hoşuna gider sanırım. NOT. Limfjord havyarına da hayır demem
doğrusu. Sevgiler... Hilde.
Albert etrafına bakındı. Hilde buralarda olmasındı sakın? Marit babasını karşılaması için onu
buraya yollamış olabilir miydi? Çünkü bu Hilde'nin el yazısıydı...
Birleşmiş Milletler gözlemcisi bir anda gözlenildiği duygusuna kapıldı. Sanki birisi tüm
yaptıklarım uzaktan denetliyordu. Kendini küçük bir çocuğun elindeki oyuncak bir bebek gibi
hissediyordu.
Dükkâna girip iki kiloluk bir salam, bir konyak sosisi ve üç kutu Limfjord havyan aldı. Sonra
yürümeye devam etti. Hilde'ye bir de doğru dürüst bir yaşgünü hediyesi vermek
554
KONTRPUAN
istiyordu. Bir hesap makinası mı alsaydı acaba? Yoksa küçük bir seyahat radyosu mu? Evet,
evet. Radyo çok iyi fikirdi.
Elektrikli aletler satan dükkâna geldiğinde burada da cama bir zarf yapıştırılmış olduğunu
gördü. Zarfın üzerinde "Kastrup Havalimanı'ndaki en ilginç dükkân eliyle Binbaşı Albert
Knag" diye yazıyordu. Zarfın içindeki beyaz kâğıtta şunlar yazılıydı:
Sevgili babacığım. Soft babasından aldığı o cömert yaşgünü hediyesi, FM radyolu mini
televizyon için sana teşekkür etmemi istedi. Çok harika bir şeydi ama öte yandan bu yalnızca
bir ayrıntıydı. Ancak belirtmeliyim ki ayrıntılara ben de Sofi kadar düşkünüm. NOT. Henüz
gitmemiş olabilirsin diye söylüyorum; yiyecek şeyler satan dükkânda ve içkiyle sigara satan
dükkânda da notlar bulacaksın. NOT. NOT. Yaşgünümde gelen paralar 350 kronu buldu.
Mini televizyonun bir kısmını da ben bu paralarla karşılayabilirim. Sevgiler... Çoktan hindiyi
doldurup Waldorf salatasını hazırlamış olan Hilde.
Mini televizyonun fiyatı 985 Danimarka kronuydu. Kızının direktifleriyle oradan oraya
yöneltilen Albert Knag'ın duygularıyla karşılaştırıldığında bu gerçekten yalnızca bir
ayrıntıydı. Kızı burda mıydı, değil miydi?
O andan sonra gittiği her yere dikkatle bakmaya başladı. Kendini aynı anda hem bir casus
hem de bir kukla gibi hissediyordu. İnsani özgürlüğü elinden mi alınıyordu yoksa?
İçki ve sigara satılan duty-free dükkâna da gitmesi gerekiyordu artık. Burada da ismi yazılı
olan bir zarf vardı. Tüm havalimanı kendisinin imleç olduğu bir bilgisayar oyunuydu sanki.
Kâğıtta şunlar yazılıydı:
555
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Kastrup'daki büyük duty-free dükkânı eliyle Bibaşı Knag. Benim buradan tüm istediğim, bir
paket sakızlı şeker ve birkaç kutu Anthon Berg badem ezmeli çikolata. Unutma ki bunlar
Norveç'te çok daha pahalı! Hatırlayabildiğim kadarıyla annem de Campari sever. NOT. Eve
gelene dek tüm antenlerin açık durmalı. Bu önemli mesajları kaçırmak istemezsin, değil mi?
Sevgiler... Senden çok şey öğrenmiş kızın Hilde.
Albert pes etmiş bir tavırla içini çekti ve dükkândan kendisine ısmarlananları aldı. Elinde üç
torba ve omzunda çantasıyla uçağın kalkacağı 28 numaralı çıkış kapısına yöneldi. Başka
mesaj da varsın olsundu. Bunların hepsini arayacak hali
yoktu ya!
Ama 28 numaralı kapının hemen yanındaki bir sütunda da beyaz bir zarf asılıydı: "Binbaşı
Knag. Kastrup Havalimanı, kapı 28". Bu da Hilde'nin yazısıydı ama sanki kapı numarasını bir
başkası yazmıştı. Yine de bunu kesin olarak söylemek olanaksızdı, çünkü ne de olsa
insanların yazısını sayılardan tanımak pek kolay değildi.
Arkası geniş bir duvara sabitlenmiş olan koltuklardan birine oturdu. Torbalar hâlâ elindeydi.
Sağa sola kuşkuyla bakan bu haliyle gururlu bir binbaşıdan çok ilk kez tek başına yolculuğa
çıkmış küçük bir çocuğu andırıyordu. Hilde buradaysa kendisini önce onun görmesi zevkini
tattırmak istemiyordu ona.
Yolcuları kuşkuyla bir bir izlemeye başladı. Kendisini devletin emniyetine göz dikmiş bir
vatan haini gibi hissediyordu. Yolcuları içeri almaya başladıkları an derin bir nefes aldı.
Uçağa son binen de o oldu.
Biniş kartını vereceği sırada, giriş gişesine yapıştırılmış bir zarf daha buldu.
556
KONTRPUAN
Sofi ile Aiberto Brevik köprüsünü ve Kragerö girişini arkalarında bırakmışlardı.
- 180'le gidiyorsun, dedi Sofi.
- Saat 9'a geliyor. Binbaşının Kjevik Havalimam'na inmesine bir şey kalmadı. Hem nasılsa
bizi aşırı süratten filan durduramazlar.
- Ya çarpışacak olursak?
- Sıradan bir arabayla çarpışırsak hiçbir şey olmaz. Ama bizimki gibi bir arabayla çarpışma
konuşunda...
- Evet?
- İşte o zaman dikkatli olmamız gerek. Biraz önce Uçan Oto-mobil'i geçtiğimizi gördün mü?
- Hayır.
- Vestfold'da bir yerde park etmiş duruyordu.
- Şu önümüzdeki turist otobüsünü geçmek pek kolay olmayacak. Üstelik sağımız solumuz da
orman.
- Hiç sorun değil Sofi. Artık bunu senin de bilmen gerek. Böyle dedikten sonra arabayla
ormana dalıp sık ağaçların
arasından sürmeye devam ettiler. Sofi derin bir nefes aldı.
- Beni korkuttun.
- Korkma, biz çelik bir duvarın içinden bile geçebiliriz.
„ - Yani biz çevremizdeki şeylerle karşılaştırıldığında içi boş ruhlardan başka bir şey değiliz,
öyle mi?
- Hayır, hayır. Her şeyi ters yüz etmiş oluyorsun böyle diyerek. Asıl çevremizdeki her şey
bizim için içi boş bir masaldan ibaret.
- Bununla ne demek istediğini biraz açman gerek.
- Öyleyse iyi dinle. Ruhun su buharından bile daha "boş" bir şey olduğuna inanılır. Oysa
gerçek bunun tam tersidir. Ruh, buzdan bile antta yoğundur
557
SOFfNÎN DÜNYASI
- Bunu hiç düşünmemiştim.
- O halde sana bir öykü anlatayım. Bir zamanlar meleklere inanmayan bir adam varmış. Bir
gün ormanda ağaç keserken yanına bir melek gelivermiş.
- Sonra?
- Bir süre beraber yürümüşler. Sonunda adam meleğe dönüp: "Pekâlâ. Meleklerin
varolduğunu kabul ediyorum. Ama siz bizim gibi gerçek değilsiniz," der. Melek, "Bununla ne
demek istiyorsun?" diye sorar. Adam cevap verir: "Biraz önce bir kayaya geldiğimizde ben
kayanın yanından dolaşmak zorunda kaldım. Sense kayanın içinden geçtin, gittin. Yolu
kütükler kapatmıştı. Ben kütüklerin üzerinden tırmanıp aşmak zorunda kaldım. Sense kütük
yığınının içinden geçip gittin." Melek bu cevaba şaşırır ve: "Nasıl böyle dersin?" der. "Demin
bir bataklıktan geçerken ikimiz de sisin içinden yürüyüp geçtik. Çünkü her ikimiz de sisten
daha yoğunuz."
- Gerçekten de öyle...
- İşte biz de böyleyiz Sofi. Ruhlar çelik kapılardan geçebilirler. Ruhtan oluşan bir şeyi ne
tanklar ne de bombardıman uçakları tahrip edebilir.
- Bu çok ilginç bir düşünce.
- Birazdan Risör'e geleceğiz ve Binbaşının Evi'nden yola çıkalı daha bir saat bile olmadı!
Ama canım da çok fena kahve çekiyor.
Söndeled'den hemen önce Fiane'ye geldiklerinde yolun sol kenarında bir kafeterya gördüler.
Adı "Sinderella" idi. Alberto buraya sapıp arabayı yeşilliklere park etti.
Kafeteryada Sofi içeceklerin durduğu dolabın kapısını açmak istedi ama kapı sanki yerine
mıhlanmış gibi kıpırdamıyordu. Alberto da ilerde, arabada bulduğu bir kâğıt bardağa kahve
doldurmaya çalışıyordu. Tek yapacağı şey kahve makinesinin düğmesine basmaktı ama tüm
gücünü kullanmakla beraber bunu başa-
558
KONTRPUAN
ramıyordu.
Yardım isteyen gözlerle kafeteryadaki müşterilere baktı. Kimse aldırış etmeyince öyle yüksek
bir sesle bağırdı ki Sofi kulaklarını tıkamak zorunda kaldı:
- Kahve istiyorum!
Hemen ardından da ne olduğunu anjayıp bir kahkaha patlattı:
- Bizi duyamıyorlar ki! Onların kafeteryalarında bir şey yiyip içmemiz olanaksız.
Tam dışarı çıkmaya hazırlanıyorlardı ki yaşlı bir kadının yerinden kalkıp kendilerine doğr.u
geldiğini gördüler. Kadının üzerinde kıpkımızı bir etek, buz mavisi bir hırka ve beyaz bir
başörtüsü vardı. Kadının üzerindeki renkler de, hatları da kafeteryadaki diğer kişilerden çok
daha parlaktı.
Alberto'ya gelip:
- O ne biçim bağırış öyle oğjum?
- Özür dilerim efendim.
- Kahve istediğini söylemiştin, değil mi?
- Evet ama...
- Şurada bizim de küçük bir yerimiz var.
Kadının ardından kafeteryadan çıkıp arkadaki bir patikaya girdiler. Yürürlerken:
- Buralarda yenisiniz galiba? diye sordu kadın.
- Doğrusunu söylemek gerekirse öyle, dedi Alberto.
- Öyleyse sonsuzluğa hoşgeldiniz çocuklar!
- Ya siz?
- Ben Grimm kardeşlerin masallarından birindenim. İki yüz yıl oluyor aşağı yukarı. Ya siz
neredensiniz?
- Biz bir felsefe kitabındanız. Ben felsefe öğretmeniyim, Sofi de benim öğrencim.
- Kih kih. İşte bu yeni bir şey.
Çok geçmeden ağaçların arasında bir meydana çıktılar. Etrafta hoş, kahverengi kulübeler
vardı. Kulübelerin arasındaki bir
•559
SOFI'NİN DÜNYASI
bahçede kocaman bir ateş yakılmıştı ve ateşin etrafı pek çok renkli kişilikle doluydu. Sofi
bunlardan çoğunu bir bakışta tanıdı: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Keloğlan, Sherlock
Holmes, Pe-ter Pan ve Pippi Uzunçorap... Kırmızı Başlıklı Kız'la Kül Kedisi de oradaydı.
Ateşin etrafında adı olmayan ama tanıdık pek çok başka karakter de vardı: cüceler, cinler,
devler, cadılar, melekler ve küçük şeytanlar... Sofi'nin gözüne gerçek bir Tirol de ilişti.
- Ne tantana! diye yorumda bulundu Alberto.
- Bugün 24 Haziran da ondan. Valborg Gecesinden bu yana böyle bir araya gelmemiştik. O
zaman da Almanya'daydık. Bense şu an yalnızca ziyaret amacıyla burdayım. Kahve mi
demiştiniz?
- Evet, lütfen.
Sofi ancak o zaman evlerin zencefilli çörekler ve şekerden yapılma olduğunu farketti.
Etraftakiler evlere yaklaşıp istedikleri parçaları yiyorlardı. Fırıncı bir kadın da onların
arkasından evleri tekrar tamir ediyordu. Sofi de bir evden bir parça aldı. Bu şimdiye dek
yediği en tatlı, en güzel şeydi.
Bu arada kadın elinde kahveyle geldi.
- Çok teşekkürler, dedi Alberto.
- Misafirlerimiz bunu nasıl ödeyecekler bakalım?
- Ödemek mi?
- Burada borcumuzu para yerine bir öykü anlatarak öderiz/Sizinki sadece bir kahve olduğu
için kısacık bir öykü anlatsanız da olur.
- Size insanlığın o inanılmaz öyküsünü anlatmak isterdik, dedi Alberto. - Ama ne yazık ki çok
acelemiz var. Borcumuzu bir başka zaman gelip ödeyebilir miyiz?
- Elbette. Ama neden çok aceleniz var?
Alberto kısaca nereye yetişmeye çalıştıklarını anlattı. Kadın dinledikten sonra:
• Evet, gerçekten de buralarda yeni olduğunuz anlaşılıyor. Size tavsiyem bir an önce etten
kemikten olan bu dünyayla ilişkiyi
560
KONTRPUAN
kesmenizdir. Bizler artık buna bağımlı değiliz. Biz "görünmeyen insanlar" grubuna dahiliz.
Biraz sonra Alberto ile Sofi "Sinderella" kafeteryasına geri dönmüşler ve tekrar kırmızı spor
arabaya binmişlerdi. Arabanın hemen yanıbaşında bir anne çocuğunu işetiyordu.
Kestirmeden, taşlar kayalar üzerinden geçerek çok geçmeden Lillesand'a vardılar.
Kopenhag'dan kalkan SK 876 uçuş numaralı uçak 21.35'de Kjevik Havalimanı'na indi..Uçak
Kopenhag'dan kalkmaya hazırlanırken Binbaşı giriş gişesinde bulduğu zarfı açmış,
içindekileri okumaya başlamıştı:
24 Haziran 1990, Kastrup'da uçuş kartını gişeye vermekte olan Binbaşı Knag'a,.
Sevgili babacığım. Beni Kopenhag'da göreceğini sanmış olabilirsin. Oysa benim senin
hareketlerin üzerindeki denetimim bundan çok daha derinlere uzanıyor. Seni nerede olursan
ol, görebilirim ben. Çünkü ben yıllar, yıllar önce büyük büyükanneme sihirli bir ayna satmış
olan çingene ailesini buldum. Onlardan bir de kristal bir küre aldım. Ve işte örneğin şu an
uçakta yerine oturmuş olduğunu görebiliyorum. Unutma ki "fasten seat-belt" yazısı sönene
dek kemerlerin bağlı ve koltuğunun arkası dik bir şekilde oturmalısın. Uçak havalandıktan
sonra koltuğunu arkaya yatırıp şöyle bir güzel dinlenmelisin. Eve geldiğinde iyice dinlenmiş
olmanda yarar var. Lillesand'da hava oldukça güzel olmakla beraber, sanırım sıcaklık
Lübnan'dakinin oldukça altındadır. İyi yolculuklar! Sevgiler... Büyücüler büyücüsü, Aynalar
Kraliçesi ve en büyük ironi koruyucusu, kızın Hilde. , Albert kızgın mı yoksa yalnızca yorgun
ve pes etmiş bir hal-
561
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
de mi olduğuna karar veremiyordu. Ama birden bire gülmeye başladı. Öyle yüksek sesle
gülüyordu ki yolcular dönüp baktılar. Sonra uçak havalandı.
Kendi etmiş, kendi bulmuştu! Ama onunla Hilde arasında sanki önemli bir fark da vardı. O,
yalnızca Alberto ve So-fi'ye yapmıştı yapacağını. Ve onlar... onlar yalnızca bir hayal
ürünüydüler. Oysa kızı kendisini kullanıyordu.
Hilde'nin dediği gibi yaptı. Koltuğunu yatırıp arkasına iyice yaslandı. Sonra da kendine tekrar
ancak pasaport kontrolünü geçip Kjevik Havalimanı yolcu salonuna girdiğinde geldi. Burada
kendisini gösteri yapan bir grup karşıladı.
Grup, çoğu Hilde'nin yaşlarında 8-10 kişiden oluşuyordu. Ellerindeki pankartlarda
"HOŞGELDİN BABA!", "HİLDE SENİ BAHÇEDE BEKLİYOR" ve "İRONİ SÜRÜYOR"
yazıyordu.
İşin kötüsü bavullarının çıkmasını beklemek zorunda olup hemen bir taksiye atlayıp
gidememesiydi. Beklerken Hilde'nin okul arkadaşları etrafında dolaşıp durduğundan
pankartları tekrar tekrar okumak durumunda kaldı. Kızlardan biri yanma yaklaşıp bir gül
demeti uzatınca yelkenleri suya indi. Elini torbalardan birine daldırıp göstericilerden her
birine badem ezmeli birer çikolata verdi. Hilde'ye yalnızca iki tane kalmıştı. Bavulları nihayet
taşıma bandında göründüğünde, yanına genç bir adam yaklaşıp kendisinin Aynalar
Kraliçesi'nin emrinde olup onu Bjerkely'e götürmekle görevlendirildiğini söyledi. Bu arada
göstericiler de gözden kaybolmuşlardı.
E18 karayoluna çıktılar. Bütün köprülerin ve tünel girişlerinin üzerinde pankartlar asılıydı:
"Hoşgeldin baba!", "Hilde seni bekliyor", "Seni görüyorum baba".
Albert Knag taksi nihayet Bjerkely'deki evlerinin kapısında durduğunda derin bir nefes çekip,
şoföre taksi ücreti
562
KONTRPUAN
olan 100 kronla beraber üç kutu Carlsberg Elephant birası verdi.
Evin önünde karısı Marit karşıladı onu. Uzun uzun kucaklaştıktan sonra Albert sordu:
- O nerede?
- İskelede oturuyor.
Alberto ile Sofi kırmızı spor arabayla Lillesand'daki Norveç Otel'in önündeki meydanda
durdular. Saat ona çeyrek vardı. Sahile yakın küçük adalardan birinde büyük bir ateş yakılmış
olduğunu gördüler. Sofi:
- Bjerkely'i nasıl bulacağız? diye sordu.
- Aramaktan başka çare yok. Binbaşının Evi'ndeki resmi hatırlıyorsun, değil mi?
- Evet, ama acele edelim. O gelmeden orada olmak istiyorum. Arabayla hem küçük ara
sokaklardan hem kayalık yollardan
geçtiler. Bildikleri en önemli şey Bjerkely'nin deniz kenarında olduğuydu.
Sofi birden bağırdı:
- İşte! İşte, bulduk!
- Sanırım öyle. Ama ne olursa olsun böyle bağırmamalısın.
- İyi ama nasıl olsa bizi kimse duymuyor ki...
- Sevgili Sofi. Böyle uzun bir felsefe kursundan sonra hâlâ böyle çabuk sonuçlara varabilmen
beni şaşırtıyor doğrusu.
- Ama...
- Etrafta tek bir Tirol, peri ya da orman cini olmadığından nasıl böyle emin olabiliyorsun?
- Ah, haklısın. Özür dilerim.
Arabayla bahçe kapısından geçip evin önündeki yokuşu çıktılar. Alberto arabayı bahçedeki
salıncağın yanına park etti. Biraz aşağıda bir masanın üzerine üç kişilik servis açılmıştı.
- Onu görüyorum, diye fısıldadı Sofi. Tam rüyamdaki gibi is-
563
SOFÎ'NtN DÜNYASI
kelenin ucunda oturuyor.
- Bu bahçenin sizin Yonca Sokağı'ndaki evinizin bahçesine ne kadar çok benzediğini görüyor
musun?
- Evet. Salıncak filan... Yanına gidebilir miyim?
- Elbette. Ben burada oturuyorum...
Sofi koşarak iskeleye gitti. Hilde'ye sarılacaktı ki bunun yerine güzel güzel onun yanına
oturmayı tercih etti.
Hilde iskeleye bağlı bir kayığın ipiyle oynuyordu. Sol elinde de bir kâğıt vardı. Sık sık saatine
bakmasından birini beklediği
belliydi.
Sofi onun çok güzel olduğunu düşündü. Kıvırcık sapsarı saçlı, yemyeşil gözlüydü. Sarı bir
yazlık elbise giymişti. Sofi onu biraz Jorün'e benzetti.
Hiçbir işe yaramayacağını bilmesine rağmen Hilde'nin kulağına fısıldadı:
- Hilde! Benim, Sofi!
Hilde hiçbir tepki göstermedi.
Sofi dizlerinin üzerinde doğrulup Hilde'nin kulağının ta içine bağırdı: "Beni işitiyor musun
Hilde? Hem kör, hem sağır mısın
yoksa?"
Hilde gözlerini mi açmıştı ne? Yoksa yavaş da olsa bir ses
duymuş muydu?
Sonra yana döndü. Başını aniden sağa çevirip Sofi'nin gözlerinin ta içine baktı. Ama bakışları
Sofi'yi görmüyor, onu delip geçiyordu sanki.
- O kadar hızlı bağırma Sofi! diye seslendi kırmızı arabanın içinden Alberto. - Tüm bahçeye
periler dolsun istemem doğrusu.
Birazdan derinden bir erkek sesi duydular: - Hilde!
Bu üniforması ve mavi beresiyle Binbaşıydı. Bahçenin yukar-sında duruyordu.
Hilde ayağa fırlayıp ona koştu. Salıncakla kırmızı arabanın arasında buluşup kucaklaştılar.
Binbaşı Hilde'yi kucağına alıp ha-
564
KONTRPUAN
vada defalarca döndürdü.
Hilde iskelede oturmuş babasını bekliyordu. Kastrup'a vardığı andan itibaren sürekli
babasının nerde olduğunu, ne yaptığını, başına gelenleri nasıl karşıladığını düşünmüştü. Tüm
saatleri elindeki kağıda not etmişti.
Kızmış mıydı acaba? Ama kızına esrarengiz bir kitap yazıp sonra da her şeyin eskisi gibi
olmasını bekleyemezdi ya!
Tekrar saatine baktı. Ona çeyrek vardı. Nerdeyse burda olması gerekiyordu.
Ama o da ne? Sofi'yi gördüğü rüyasmdaki gibi bir ses mi duymuştu ne?
Aniden yanına döndü. Orada bir şey vardı. Emindi bundan. Ama neydi?
Yoksa bu yaz gecesinin bir cilvesi miydi?
Bir kaç saniye süresince kendisinin medyum filan olmasından korktu.
- Hilde!
Öbür yanına dönüp sesin geldiği yöne baktı.Babasıydı bu! Bahçenin yukarsında duruyordu.
Kalkıp babasına doğru koştu. Salıncağın yanında buluştular. Babası Hilde'yi kucağına alıp
havada defalarca döndürdü.
Hilde ağlamaya başlamış, Binbaşının da gözleri dolmuştu.
- Genç bir kız olmuşsun, Hildeciğim!
- Sen de gerçek bir yazar! /
Hilde sarı elbisesinin kollarıyla gözyaşlarını sildi.
- Ödeştik mi? diye sordu Hilde.
- Evet, ödeştik.
Gidip masaya oturdular. Hilde her şeyden önce babasının Kastrup'tan bu yana başından
geçenleri merak ediyordu,
565
SOFİNİN DÜNYASI
Babası anlattıkça gülmekten kırıldılar.
- Kafeteryadaki notumu bulmadın mı yani?
- Oturup bir şey yiyecek halim mi vardı, seni cadı? Bu yüzden şimdi karnım zil çalıyor.
- Zavallı babacığım!
- Yoksa hindi de uydurma mıydı?
- Hayır, hayır. Her şey hazır. Annem şimdi getirir.
Sonra kitaptan, Alberto ile Sofı'den bahsettiler. Çok geçmeden annesi hindi ve VValdorf
salatasıyla bir şişe pembe şarap ve Hilde'nin kendi elleriyle yaptığı ekmeği getirdi.
Babası Platon'la ilgili bir şeyler söylerken Hilde birden onun sözünü kesti: -Hişş...
- Ne var?
- Duymadın mı? Bir gıcırtı gibi bir şey...
- Yoo.
- Ama ben bir şey duyduğuma eminim. Neyse, bir tarla
faresiydi belki de...
Binbaşının yemeğe başlamadan söylediği son şey:
- Ama felsefe kursu henüz tamamen bitmiş değil, oldu.
- Nasıl yani?
- Bu gece sana evrenden bahsedeceğim. Yemeğe başlarlarken:
- Hilde kucağa oturacak yaşı geçti. Ama sen değil... diyerek Albert karısını çekip kucağına
oturttu. Bir süre böyle oturdular.
- Düşünsene, neredeyse kırk yaşındasın artık... dedi Albert.
566
KONTRPUAN
Hilde babasına koşarken Sofi gözlerinin dolduğunu hissetti.
Hilde'ye hiçbir zaman ulaşamayacaktı!
Etten kemikten bir insan olan Hilde'nin yerinde olmak istedi.
Hilde'yle Binbaşı masaya oturduklarında Alberto arabanın kornasını çaldı.
Sofi yukarıya baktı. Hilde de böyle yapmamış mıydı? Alberto'ya koşup arabada tekrar yanına
oturdu.
- Biraz daha durup neler olduğuna bakalım, dedi Alberto. Sofi "evet" anlamında başını eğdi.
- Ağladın mı yoksa? Sofi yine başını salladı.
- Ama niye?
- Hilde gerçek bir insan olduğu için ne kadar şanslı... Büyüyüp gerçek bir kadın olacak.
Mutlaka gerçek çocukları da olacak...
- Ve de torunları... Ama herşeyin iki yüzü var Sofi. Felsefe kursuna başlarken de sana bunu
anlatmaya çalışmıştım.
-Ne gibi?
- Ben de senin gibi onun şanslı olduğunu düşünüyorum. Ama kurada yaşamı çeken, ölümü de
çeker.
- Gerçekten yaşayıp ölmek, doğru dürüst yaşamayıp hiç ölmemekten daha iyi değil mi?
- Bizim Hilde gibi bir hayatımız olmayacak. Ne de Binbaşı gibi... Ama biz de hiç
ölmeyeceğiz. Ormandaki kadının ne dediğini hatırlıyor musun? Biz "görünmeyen insanlar"
grubuna dahiliz. Kadın kendisinin iki yüz yaşında olduğunu da söylemişti. Orada bin yaşından
fazla olan tipler de gördüm...
- Belki de Hilde'nin sahip olduğu bu şeye... bu aile hayatına özeniyorum en çok.
- Senin de bir ailen var. Kedin, kuşların, kaplumbağan var...
- Ama ben o gerçekliği terkettim.
- Hiç de değil. Bu gerçekliği terkeden yalnızca Binbaşı. O noktasını koydu ve bizi artık asla
bulamayacak.
567
SOFI'NÎN DÜNYASI
- Geri dönebileceğimizi mi söylüyorsun?
- Hem de istediğimiz kadar. Ama önce Fiane'deki "Sinderella" kafeteryasının arkasındaki yeni
dostlarımızı ziyaret edeceğiz.
Möller Knag ailesi şimdi yemeklerine başlamıştı. Sofi bir an için bu yemeğin de Yonca
Sokağı'ndaki felsefi bahçe partisine dönmesinden korktu. Binbaşı Marit'i düşürür gibi
birtakım hareketler yapıyordu. Ama hayır, tek yaptığı karısını kucağına oturtmak olmuştu.
Arabaları onların yemek yediği masanın epeyce ötesinde duruyordu. Konuştuklarından sadece
bir kısmı geliyordu ara sıra kulaklarına. Sofi ile Alberto bir süre oturup onları ve bahçeyi
seyrettiler. Oturup uzun uzun felsefi bahçe partisinden ve onun dramatik sonundan bahsettiler.
Gece yarısına doğru masadan kalktılar. Hilde'yle babası salıncağa doğru geliyorlardı. Beyaz
eve girmekte olan annesine el sallayarak:
- Sen git yat anne! diyordu Hilde. - Bizim babamla konuşacaklarımız var.
568
BÜYÜK PATLAMA ...bizler de yıldız tozuyuz...
Hilde salıncakta babasının yanma iyice yerleşti. Saat on ikiye geliyordu. Oturup koyu
seyrederlerken gökyüzünde yıldızlar bir görünüp bir kayboluyorlardı. Dalgalar iskelenin
altındaki kayalara çarparken yumuşak sesler çıkarıyordu. Sessizliği bozan babası oldu:
- Evrende küçücük bir gezegende yaşadığımızı düşünmek ne tuhaf...
- Evet...
- Yer Güneş sistemindektgezegenlerden biri yalnızca. Ama bunların içinde hayat olan tek
gezegen.
- Ya da evrendeki tek gezegen?
- Evet, olabilir. Ama öte yandan evren öyle sınırsız bir şey [ ki evrenin başka köşelerinde de
pekâlâ hayat olabilir. Uzayda
mesafeler öyle büyüktür ki bunları "ışık dakikası" ya da "ışık yı-lı"yla ölçeriz.
- Ne anlama geliyor bunlar?
- Bir ışık dakikası, ışığın bir dakikada aldığı yoldur. Ve bu da oldukça uzun bir mesafedir,
çünkü ışık bir saniyede uzayda 300.000 kilometre yol alır. Bir başka deyişle bir ışık dakikası
300.000 kere 60, yani 18 milyon kilometre eder. Bir ışık yılı da neredeyse on trilyon
kilometre demektir.
- Yer'in Güneş'e uzaklığı ne kadar?
- Sekiz ışık dakikasından biraz fazla. Yani sıcak bir haziran günü yüzümüzü okşayan Güneş
ışınları bize gelmeden önce uzayda sekiz dakika kadar yol alırlar...
- Devam et!
569
SOFİ'NÎN DÜNYASI
i '
- Güneş sistemimizdeki en uzak gezegen olan Plüton'un Yer'e uzaklığı yaklaşık olarak beş ışık
saatidir. Bir gökbilimci teleskopuyla Plüton'u seyrederken gerçekte o andan beş saat gerisini
görmektedir. Veya bir başka deyişle Pluton'nun görüntüsünün bize ulaşması için beş saat
geçmektedir.
- Hayal etmesi biraz zor ama sanırım ne demek istediğini
anlıyorum.
- Çok iyi Hilde. Ama daha işin başındayız, biliyor musun? Bizim Güneş'imiz, Samanyolu diye
bilinen bir "galaksi"deki 400 milyar yıldızdan yalnızca birisidir. Bu galaksi bizim
Güneş'imizin de spiral kollarından birinde yer aldığı büyük bir diski andırır. Havanın açık
olduğu bir kış gecesi başımızı kaldırıp gökyüzüne baktığımızda yıldızlardan bir kuşak
görürüz. Çünkü biz aslında Samanyolu'nun merkezine doğru bakmaktayızdır.
- Demek bu yüzden İsveççede Samanyolu'na "Kış Sokağı"
deniyor.
- Samanyolu'ndaki en yakın komşumuza uzaklığımız dört ışık yılıdır. Şu ilerde, adanın
üzerinde görünen yıldız odur belki de. O yıldızda bize, Bjerkely'e yönelmiş bir teleskop
olduğunu düşünecek olursan, o teleskop buranın dört yıl önceki halini görmektedir. Belki de
bu salıncakta oturup ayaklarını sallayan on bir yaşında bir kız çocuğudur gördüğü.
- İnanamıyorum!
- Ve bu, bize en yakın yıldız konusunda geçerliydi. Tüm galaksi ise 90.000 ışık yılı
genişliğindedir. Bu, ışığın galaksinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek için 90.000 yıl
kullanması gerektiği anlamına gelir. Samanyolu'nda bizim Güneş'imizden 50.000 ışık yılı
ötede bir yıldıza baktığımızda, zamanda 50.000 yıl öncesine bakmaktayız demektir.
- Düşüncesi bile benim küçücük kafam için fazla büyük!
- Yani uzayda bir şey görmemizin tek yolu bakışlarımızı za-
570
BÜYÜK PATLAMA
manda geriye çevirmektir. Evrenin şu anda nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Yalnızca
daha önce nasıl olduğunu bilebiliriz. Binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza baktığımızda, uzay
tarihinde binlerce yıl geriye gidiyoruz demektir.
- Korkunç bir şey!
- Ve tüm gördüklerimiz gözümüze ışık dalgaları halinde ulaşır. Bu dalgalar uzayda hareket
ederken belli bir zaman geçer. Bunu gök gürültüsüne benzetebiliriz. Çoğu zaman gök
gürültüsü şimşek çaktıktan bir süre sonra duyulur. Bunun nedeni ses dalgalarının ışık
dalgalarından daha yavaş hareket etmesidir. Duyduğum gök gürültüsü, bundan bir süre önce
olmuş bir şeyin sesidir. Yıldızlarda da bu böyledir. Bizden binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza
baktığımda, bundan binlerce yıl önce "çakmış bir şimşeği" görmekteyimdir bir bakıma.
- Anlıyorum.
- Ama şu ana dek yalnızca kendi galaksimizden söz ettik. Gökbilimcilere göre evrende bunun
gibi yaklaşık olarak yüz milyar galaksi bulunmaktadır ve bu galaksilerin her birinde yaklaşık
olarak yüz milyar tane yıldız vardır. Samanyolu'nun en yakın komşu galaksisine Andromeda
takımyıldızı diyoruz. Bu galaksi bizim galaksimize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır. Yani
ışığın buradan bize ulaşması iki milyon yıl alır. Yine bu da demektir ki gökyüzünde
Andromeda takımyıldızına baktığımızda iki milyon yıl öncesine bakmakta oluruz. Bu
takımyıldızdaki çok gelişkin bir teleskop (afacan bir ufaklığın böyle bir te-leskobun başına
oturmuş olduğunu gözümün önüne getirebili-yorum!) şu an buraya bakıyorsa bizi göremez.
Görse görse düz alınlı ilk insanları görebilir. *
- Şaşkına dönmüş durumdayım...
- Bugün bilebildiğimiz galaksilerin çoğu bizden yaklaşık olarak on milyar ışık yılı
uzaklıktadır. Yani bu galaksilerden sinyaller alabildiğimizde, uzay tarihinde on milyar yıl
geriye
571
SOFİNİN DÜNYASI
gidiyoruz demektir. Bu bizim güneş sistemimizin uzayda varoluşundan bu yana geçen sürenin
aşağı yukarı iki kaü bir süredir.
- Başımı döndürüyorsun.
- Zamanda böylesi bir geriye dönüşün ne anlama geldiğini kavramak zaten çok güç bir iş.
Ama gökbilimciler evreni algılayışımızı etkileyecek bundan da önemli bir şey keşfettiler.
- Anlat, anlat!
- Uzayda hiçbir galaksinin sabit bir şekilde durmadığı anlaşılmış bulunuyor. Uzaydaki bütün
galaksiler korkunç bir hızla birbirinden uzaklaşıyor. Bizden uzaklaştıkça bu hız daha da
artıyor. Yani galaksiler arasındaki mesafe giderek artıyor.
- Gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.
- Bir balonun üzerine siyah noktalar çizdiğinde, balonu şişirdikçe bu noktalar birbirinden
uzaklaşır. Bu uzaydaki galaksiler için de geçerlidir. Bu yüzden evrenin genişlemekte
olduğunu söylüyoruz.
- Evren neden genişliyor acaba?
- Gökbilimcilerin çoğu bu konuda ortak bir fikre sahip: Bundan aşağı yukarı 15 milyar yıl
önce evreni oluşturan tüm madde küçük bir alanda toplanmış bulunuyordu. Bu madde
öylesine sıkışmış bir durumdaydı ki çekim gücünden ötürü bu kütle aşırı sıcak bir haldeydi.
Zamanla bu kütle öyle sıkıştı, öyle ısındı ki sonunda patladı. Bunabüyük patlama ya da
îngilizce-deki adıyla "the big bang" diyoruz.
- Düşüncesi bile ürkütüyor beni.
- Bu "büyük patlama"dan sonra bu kütle parçalar halinde uzaya yayıldı ve zamanla soğuyan
bu parçalar yıldızları, galaksileri, ayları ve gezegenleri oluşturdu...
- Ama bir de evrenin genişlediğini söylemiştin?
- tşte bunun da nedeninin milyarca yıl önce meydana gelmiş bu patlama olduğu düşünülüyor.
Çünkü evrenin değişmez
572
BÜYÜK PATLAMA
bir coğrafyası yoktur. Evren bir harekettir. Evren bir patlamadır. Galaksiler hâlâ büyük bir
hızla birbirinden ayrılmaya devam etmektedir.
- Sonsuza kadar da böyle mi gidecek?
- Olabilir. Ama başka bir şey de olabilir. Alberto'nun So-fi'ye, gezegenlerin Güneş'in etrafında
kalmasını sağlayan iki kuvvetten bahsedişini hatırlıyor musun?
- Yerçekimiyle atalet değil miydi bunlar?
- Bu yasalar galaksilerin arasında da geçerlidir. Evren genişlemekte olsa da yerçekimi bunun
tersi yönde etki yapmaktadır. Bir gün, belki bundan milyarlarca yıl sonra, büyük patlamanın
etkisi azaldıkça gök cisimleri yerçekiminin etkisiyle yeniden bir araya gelecektir. O zaman
patlamanın tersi, bir "toplanma" yaşanacaktır. Ancak mesafeler çok uzun olduğu için bu ağır
çekim bir film gibi gerçekleşecektir. Balonun ağzını açınca havanın boşalışına benzetebilirsin
bunu.
- Tüm gezegenler yeniden bir kütle mi oluşturacaklar yani?
- Evet, anlamışsın. Peki o zaman ne olacaktır, söyleyebilir misin bana?
- Yeniden bir "patlama" olup evren yeniden genişlemeye başlayacaktır. Çünkü hâlâ aynı doğa
yasaları geçerli olacaktır. Bu şekilde ortaya yeni yıldızlar, yeni galaksiler çıkacaktır.
- Yerinde bir düşünce. Gökbilimciler evrenin geleceği üzerine iki görüş ortaya koyuyorlar: ya
evren giderek büyüyecek ve galaksiler arasındaki mesafeler artacak ya da evren yeniden
küçülüp sıkışacak. Bunu belirleyecek olan evrenin ne kadar ağır veya ne kadar kütlesel
olduğu. Ve gökbilimciler henüz bunu bilemiyorlar.
- Evren çok ağırsa ve küçülmeye başlayacaksa, o zaman belki de bu evrenin şimdiye dek bir
çok kereler sıkışıp bir çok kereler patladığı anlamına gelir...
- Evet, buradan bu sonuca varmak mümkün. Ancak öteki
573
SOFİ'NÎN DÜNYASI
olasılığa göre evren yalnızca bu kez genişlemekte. Ve evrenin sonsuza dek genişlemeye
devam edeceği düşünülecek olursa o zaman herşeyin nasıl başladığı sorusu daha da önemli bir
soru haline geliyor.
- Evet. Aniden patlayan bu kütle nasıl meydana geldi?
- Bir Hıristiyana göre bu "büyük patlama" yaradılış anının kendisidir. İncil'de Tanrı'nm "Ve
ışık olsun!" dediği yazar. Al-berto'nun Hıristiyanlığın "çizgiseF bir tarih anlayışına sahip
olduğunu söylediğini hatırlıyorsundur belki de. Evrenin büyümeye devam edeceği fikri bu
bakımdan Hıristiyanlık görüşüne uygun bir görüştür.
- Öyle mi?
- Doğuda ise "dairesel" bir tarih görüşü egemendir. Bu görüşe göre tarih her zaman tekrardan
ibarettir. Örneğin Hindistan'daki eski bir öğreti evrenin sürekli genişleyip küçüldüğünü söyler.
Hintlilerin deyişiyle "Brahma günü" ile "Brahma gecesi" arasında gidip gidip gelinir. Bu
düşünce de kuşkusuz evrenin sonsuza dek sürecek "dairesel" bir hareket içinde olduğu fikrine
uyar. Bu, bana atıp duran büyük bir kozmik kalbi hatırlatıyor...
- Bence bu teorilerin ikisi de kavraması güç ama son derece
ilginç teoriler.
- Ve bu Sofi'nin bahçesinde oturup düşündüğü sonsuzluk ikilemine benziyor: Evren ya her
zaman varolmuş ya da bir zamanlar şundan veya bundan meydana gelmiş olmalıydı...
-Ah!
Hilde alnını tutuyordu.
-Ne oldu? .
- Alnımı at sineği soktu galiba.
- Belki de Sokrates seni rüyalardan gerçeğe döndürmeye
çalışıyordur...
574
BÜYÜK PATLAMA
Sofi ile Alberto kırmızı spor arabada oturmuş, Binbaşının Hilde'ye evrenle ilgili anlattıklarını
dinliyorlardı.
- Rolleri değiştik, farkında mısın? diye sordu Alberto.
- Nasıl yani?
-Önceden onlar bizi dinliyor ama biz onları göremiyorduk. Oysa şimdi biz onları dinliyoruz
ve onlar bizi göremiyor.
- Bir şey daha var.
- Neymiş o?
- Başlangıçta biz, Hilde ile Binbaşının içinde yaşadığı bir gerçeklik olduğunu bilmiyorduk.
Şimdiyse bizim gerçekliğimizden haberi olmayan onlar.
- Evet, intikamımızı aldık.
- Ama Binbaşı bizim hayatımıza müdahale edebiliyordu...
- Bizim hayatımız onun müdahalesinden başka bir şey değildi ki zaten.
- Ben de onların hayatına müdahale edebileceğimize dair umudumu yitirmemeye çalışıyorum.
- Ama bu olanaksız, biliyorsun. "Sinderella" kafeteryasında işlerin nasıl gittiğini unuttun mu?
Oturup Coca-Cola şişesini çekmeye çalışman hâlâ gözlerimin önünde.
Sofi, Binbaşı "büyük patlama"dan bahsederken bahçeyi seyredip düşünmüştü. Bu sözcüğün
kendisi ona bir fikir veriyordu. Arabada bir şeyler aranmaya başladı.
- Ne var? diye sordu Alberto. -Hiç.
Torpido gözünü açıp orada bir İngiliz anahtarı buldu. Arabadan çıktı, gidip Hilde ile babasının
tam karşısında durdu. Önce Hilde'nin bakışlarını yakalamaya çalıştı ama bu tümüyle
olanaksızdı. Sonunda elindeki İngiliz anahtarını kaldırıp tüm gücüyle Hilde'nin alnına vurdu.
Hilde:
-Ah! dedi.
Sofi sonra İngiliz anahtarını kaldırıp bu kez de Binbaşının al-
575
SOFİ'NIN DÜNYASI
nına vurdu ama o hiçbir şey farketmedi.
- Ne oldu? diye sordu Hilde'ye.
- Alnımı at sineği soktu galiba.
- Belki de Sokrates seni rüyalardan gerçeğe döndürmeye çalışıyordur...
Sofi yere yatıp salıncağı itmeye çalıştı. Ama salıncak mıhlanmış gibi yerinde duruyordu. Ama
galiba sonunda bir milimetrecik olsun oynatmayı başardı.
- Bir esinti çıktı galiba.
- Yok canım, hava oldukça sıcak.
- Sadece bu değil. Burada başka bir şey var.
- Burada olan yalnızca biziz, bir de ılık yaz gecesi.
- Hayır, havada başka bir şey var.
- Ne olabilir ki?
- Alberto'nun gizli planını hatırlıyor musun?
- Hatırlamaz olur muyum hiç?
- Sonra birden partiden yokoldular. Sanki yer yarılıp yerin dibine
girdiler...
- Ama...
- "Sanki yer yarılıp yerin dibine girdiler..."
- Öykünün bir yerde bitmesi lazımdı. Ben de öyle bir şey uydurdum işte.
- Evet, sen öyküyü öyle bitirdin. Sonrasını yazmadın. Peki sonra ne oldu? Düşünsene, ya
buradalarsa...
- İnanıyor musun buna gerçekten?
- Bunu hissediyorum baba. Sofi koşarak arabaya gitti.
- İnanılır gibi değil! dedi Alberto Sofi elinde İngiliz anahtarıyla arabaya otururken. - Bu kızın
inanılmaz yetenekleri var doğrusu.
Binbaşı kolunu Hilde'nin omzuna atmıştı. - Dalgaların sesini duyuyor musun?
576
BÜYÜK PATLAMA
- Evet.
- Yarın motoru suya indirmeliyiz.
- Ya sen rüzgarın sesini duyuyor musun? Kavak yapraklarının nasıl titrediğini görüyor
musun?
<¦ Bu yaşayan bir gezegen, biliyorsun...
- "Satır aralarında" başka bir şeyler olabileceğini yazmıştın bir seferinde, öyle değil mi?
- Yazmış mıydım?
- Belki bu bahçede de "satır aralarında" başka bir şeyler vardır?
- Doğa sırlarla doludur elbette. Ama biz şimdi yıldızlardan bahsediyoruz.
- Birazdan suda da yıldızlar olur.
- Küçükken fosfora böyle derdin. Bir bakıma haklıydın da. Çünkü fosfor da diğer tüm bütün
maddeler de bir zamanlar tek bir yıldızın parçasıydı.
- Bizler de mi?
- Evet, bizler de yıldız tozuyuz.
- Güzel bir laf bu.
- Radyoteleskoplar milyarlarca ışık yılı ötedeki uzak galaksilerden gelen ışınları
yakalayabildiklerinde evrenin "büyük patlama"dan hemen sonraki halini görmektedirler
aslında, insanın uzayda görüp görebileceği tek şey binlerce milyonlarca yıl ötesinden kalma
fosillerdir. Yıldız falcısının yapabileceği tek şey geçmişi bulup çıkarmaktır olsa olsa.
- Çünkü yıldızlardan gelen ışm daha bize ulaşmadan gezegenler birbirinden ayrılmıştır bile.
- Bundan birkaç bin yıl öncesine kadar yıldızların konumu bugünkünden bambaşkaydı.
- Bunu bilmiyordum.
- Bulutsuz bir gecede uzay tarihinde milyonlar, evet hattâ milyarlarca yıl geriye gidebiliriz.
Bir anlamda yüzümüzü yuva-
577 .
SOFÎ'NİN DÜNYASI
ya dönmek anlamına gelmektedir bu.
- Bununla ne demek istiyorsun?
- Sen de ben de "büyük patlama" ile meydana geldik. Çünkü evrendeki her şey organik bir
bütündür. Bundan milyarlarca yıl önce tüm madde öyle yoğun bir kütle halinde bir araya
gelmişti ki bir toplu iğne başı kadar bir alan milyarca ton ağırlığm-daydı. Bu "ilk atom" çok
büyük bu çekim gücünden ötürü patladı. Bir şeyler yokoldu o zaman sanki. Biz de başımızı
gökyüzüne kaldırıp baktığımızda sanki o kaybolan şeyi, kendimize giden yolu bulmak ister
gibiyizdir.
- İlginç bir ifade bu.
( - Uzaydaki tüm yıldızlar ve tüm galaksiler aynı maddeden oluşuyor: Biraz burda, biraz orda.
Galaksiler arasında milyarlarca ışık yıllık mesafe olabilir ama sonuçta hepsi aynı maddeden
oluşuyor...
- Anlıyorum.
- Peki bu madde nedir? Milyarlarca yıl önce patlayan neydP.
Nerden geliyordu?
- İşte asıl büyük bilmece bu.
- Ve bu soru bizi çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü biz de bu maddeden yapılmayız. Biz
milyarlarca yıl önce yakılmış o büyük ateşten etrafa yayılmış kıvılcımlarız.
- Bu da güzel bir laf.
- Ayrıca bu konuda bu büyük sayılara bakmamıza hiç gerek yok. İnsanın elinde bir taş tutması
yeter. Evren yalnızca bir portakal büyüklüğündeki bu taştan da oluşmuş olsaydı bu soruyu
soracaktık: Bu taş nerden geliyor?
Sofi aniden kırmızı spor arabada ayağa kalkıp eliyle koyu göstererek:
- N'olur kayığa binelim! diye haykırdı.
- Kayık bağlı. Üstelik kürekleri kaldırmaya gücümüz yetmez.
578
BÜYÜK PATLAMA
- Bir deneyelim n'olur?
- En azından gidip bir bakabiliriz.
Arabadan inip koşa koşa deniz kenarına indiler.
İskelede kayığın ipini çözmeye çalıştılar ama olanağı yoktu.
- Sanki çiviyle çakılmış gibi, dedi Alberto.
- Nasılsa zamanımız bol.
- Gerçek bir filozof asla pes etmez. Şu ipi... bir jçözebiFsek...
- Gökyüzünde yıldızlar iyice arttı, dedi Hilde.
- Evet, tam bir yaz gecesi.
- Ama kışın yıldızlar daha çok parhyorlar. Lübnan'a gitmeden önceki geceyi hatırlıyor
musun? Yeni yılın ilk günüydü.
- Sana bir felsefe kitabı yazmaya o zaman karar vermiştim. Çünkü Kristiansand'daki
kütüphaneye gitmiş, orada gençler için yazılmış tek bir felsefe kitabı bulamamıştım.
- Şimdiyse beyaz tavşanın tüylerinin en tepesindeyiz bence.
- Bu ışık yılı gecesinde etrafta kimse var mı?
- Kayık yüzmeye başladı!
- Aa, evet...
- Olamaz. Sen gelmeden önce kendim gidip kontrol etmiştim.
- Sahi mi?
- Alberto'nun kayığını alan Sofiyi hatırladım. Kayık nasıl gölde öylece kalmıştı hatırlıyor
musun?
- Belki bu da onun işidir.
- Sen dalga geç bakalım. Bense bütün gece bir tuhaflık olduğunu hissettim.
- Birimizin suya girmesi gerek.
- İkimiz birden girelim baba.
579
DİZİN
Aasen, Ivar (1813-1896), 400
Aasgard, 31
acı, 151
Adem ile Havva, 464, 471,516
Aeskhylos (İÖ 525-456), 87
ağırlık kuvveti, ağırlık yasası,
235,239,312 ahlak, 96, 206, 378-384 ahlak yasası, 379-384, 434 Akademi, 95, 192, 194
Akılcı, Akılcılık, 44, 81 akit, 174,182 Akropolis, 85-87,181 Alaaddin, 402
Alice Harikalar Diyarında, 423 alışkanlık, 27, 313 Allah, 172
alternatif yaşam, 523 altın orta, 132 altyapı, 445, 446, 448 amaç, 127 ana madde, 13, 46, 48,
97, 414,
521 Anaksagoras (İÖ 500-428), 49,
73 Anaksimandros (İÖ ykl. 610- -
547), 42 Anaksimenes (İÖ ykl. 570-526),
42
anatomi, 226 Andersen, H.C. (1805-1875),
400, 426, 443 Andromeda takımyıldızı, 571
anti-tez, 414
antibiyotik, 475
Antisthenes (İÖ ykl. 455-360),
148
Appollon, 35, 65 Aquino'lu Thomas (1225-1274),
203-209
Arap, Arapça, 195, 203, 225 Areopagos, 87, 181 Aristiposs (İÖykl. 439-366), 151 Aristofanes
(İÖ ykl. 450-385), 87 aristokrasi, 133 Aristoteles (İÖ 384-322), 41,
120-133,135,185,194,236,
283, 398, 462, 476 Arkhimedes (İÖ 287-212), 354 Armstrong, Neil (1930), 522 Arnulf
Överland, 505 artı-değer, 451
Asbjörnsen (1812-1885), 399 Asklepios, 35
astrolog, astroloji, 58, 64, 526 astronomi, 49, 147,195, 233,
571,572 aşama, 433 aşkın, 518 atalet, atalet yasası, 233, 239,
573
Ateist, bkz. tanrıtanımama Athene, 35, 86 Atina, 73, 75, 81,85-91,147,
180 atmosfer, 480
580
atom, atom öğretisi, atom teorisi,
54-57,97,152
Augustinus (354-430), 197-203 Aydınlanma Çağı, 303, 354, 359 Aydınlanma düşüncesi, 359
Aydınlanma filozofu, felsefesi,
354-360 ayin, 32 Aziz Peter Kilisesi, 228
Babil Esareti, 175
Bach, J.S. (1685-1750), 392
Bacon, Francis (1561-1626),
230
bağışıklık, 474 bakteri, 475, 479 Balder, 35 barış prensi, 176 Barok, Barok Dönemi, 257-260
bastırmak, 489-491 Beauvoir, Simone de (1908-
1985)514,518-519 Beckett (1906-1989), 519 beden eğitimi, 96 bedensel; alet, işlev, süreç,
267,
274, 275 , Beethoven, Lvan (1770-1827),
392
ben kavramı, 308 Benediktin tarikatı, 192 bereket tanrısı-tanrıçası, 31, 33,
170 Berkeley, George (1685-1753),
320-324, 336 Berlin, 409, 429, 443
beyaz karga, 315, 529 ; beyin epifizi, 274
beyin, 56, 263, 274, 378
big-bang, 572
bileşik fikir, 306
bileşik kavrayış, 299
bilgelik, 106,210
bilgi, 100, 170,196
bilgi teorisi, 208
bilginin maddesi, 373
bilim, 74, 121, 147,195,223, 229, 478
bilimsel, 41,210, 523
bilimsel yöntem, 229
bilinç, 56, 298, 306, 371, 397,
488-501
"bilinçaltı, 489-497, 528 Bilinemezci, 75, 311 Birci, Bircilik, 150,285 birey, 35, 361,418, 426
bireyci, bireycilik, 226, 241, 418,
426
bireyin varoluşu, 429 Birleşmiş Milletler (BM), 364,
387 birleştirici Hıristiyan kültürü, 193,
222
Bizans, 195,225 Björnson, Björstjerne (1832-
1910), 482
Bohr, Niels (1885-1962), 417 Böhme, Jacob (1575-1624), 396 Brahma, 574
Breton, Andre (1896-1600), 498 Bruno, Giordano (1548-1600), 228, 396
581
Buddha, Gotama (İÖ ykl. 565-
485), 310, 430 Budizm, 156, 171 bunaltı, 434 Büyük iskender (İÖ 356-323),
145,149 büyük patlama, 572
cadı avı, 229
Calderon, Pedro (1600-1681), 260
Camus (1913-1960), 519
carpe diem, 261
cennet, 513
cesaret, 105, 132
Chaplin, Charles (1889-1977),
520
Chuangtze (İÖ 365-290), 261 Cicero, (İÖ 106-43), 80, 150 cinsel, cinsellik, 488 cinsiyet,133,
209, 301,518 cogito ergo sum, 270 Coleridge (1772-1834), 394 Condorcet (1743-1794), 362
Copemikus (1473-1543), 232,
371
credo quia absürdüm, 432 cunta, 133
çatışma, 47 çevre, 469 çevre faciası, 474 çevre sorunları, 231, 522 çifte iletişim, 493 Çilecilik,
171
çizgisel (doğrusal), 172, 574 çocuk, çocukluk, 26, 304,359,
360, 488, 495 çocuk cinselliği, 488 Çoktanrıcılık, 169
Dağ vaazı, 178
dairesel, 171, 574
Damaris, 182
Darvvin, Charles (1809-1882),
240, 456-472 Darwin, Erasmus (1731-1802),
462
Dass, Peter (1647-1707), 261 Davud(İÖykl. 1000), 175 değer, 96,106 değer önceliği, 144
deha, dahi, 226, 392, 394 Deizm, 361 dejenerasyon, 475 Delphoi, 64 Demokrasi, 74,133
Demokritos (İÖ ykl. 460-370),
54-57,97,151,311,375,
443
deney, 229 deneysel yöntem,