16 Eylül 2009 Çarşamba

jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 3. bölüm )

117
SOFfNtN DÜNYASI
"Bitki, hayvan ve insan arasında ne fark vardır?" Sofi ^
men bunların arasında önemli farklılıklar olduğunu düşündü
Örneğin bitkilerin pek gelişmiş duygusal bir dünyaları olduğu
söylenemezdi. Çançiçeğinin umutsuz aşkından sözedildiğjjj
duyan olmuş muydu hiç? Bir bitki büyür, beslenir ve yeniden
oluşmasını sağlayacak küçük tohumlar üretir. Böylece bir biftj
hakkında söylenebilecek şeylerin çoğunu söylemiş oluruz. So{
bitkiler hakkında bu söylediklerinin hayvanlar ve insanlar içjj
de geçerli olduğunu düşündü. Ancak hayvanların bunun dışn.
da bir takım özellikleri daha vardı. Örneğin hareket edebilme.
leri... (Bir gülün 60 metre koşusuna katıldığı görülmüş müj
dü?) Hayvanla insan arasındaki farklılıkları bulmak biraz da
ha çaba isteyen bir şeydi. İnsanlar düşünebilir, ya hayvanlar
düşünemez mi? Sofi kedisi Şerekan'ın düşünebildiğinden
emindi. En azından zaman zaman oldukça çıkarcı bir biçimdi
davranabiliyordu. Ama felsefe konularında düşünebilir miydi!
Bir kedi bitki, hayvan ve insan arasındaki farklar konusundı
kafa yorabilir miydi? Muhtemelen hayır! Bir kedi mutlu yadı
mutsuz olabilirdi kuşkusuz, ama kendi kendine Tanrı'nınvaj
rolup olmadığını ya da ruhun ölümsüz olup olmadığını sora
mıydı? Sofi çok şüpheliydi böyle olduğundan. Ama tabii bu di
yeni doğmuş bebeklerin fikirleri olup olamayacağı konusu p
biydi. Bu konularda bir kediyle konuşmak da bir bebekle W
nuşmak kadar olanaksız bir şeydi!
" Yağmur niçin yağar?" Sofi omuzlarını silkti. Yağmur, buharlaşıp bulutlarda yoğunlaştığı
için yağardı tabii. DaW üçüncü sınıfta öğrenmemişler miydi bunu? Tabii yağmuruj bitkilerle
hayvanların gelişmesi için yağdığı da iddia edilebiü' di. Ama doğru muydu bu? Bir yağmur
bulutunun amacı olabil* miydi gerçekten?
En azından sonuncu sorunun amaçla bir ilgisi vardı: san, iyi bir hayat yaşamak için ne
gerekser?" Felsefe öğretm1 bu konuda kursun en başında bir şeyler söylemişti. Her insaI
118
BİNBAŞININ EVİ
yemeye, ısınmaya, sevgi ve şefkate gereksinimi vardır. Bu tür şeyler iyi bir yaşamın en önde
gelen koşullarıdır kuşkusuz. Sonra da herkesin bir takım felsefi sorulara cevap bulmaya
ihtiyacı olduğunu söylemişti. İnsanın sevdiği bir işi olması da önemli bir şeydi herhalde.
Örneğin trafikten nefret eden biri, taksi şoförü olmazdı. Ödev yapmaktan nefret eden bir
insanın tutup öğretmen olması pek akıllıca bir şey olmazdı. Sofi hayvanları çok seviyordu, bu
yüzden veteriner olmayı düşünebilirdi. Mutlu olmak için totodan milyonlar kazanmanın
gerekli olmadığını düşünüyordu en azından. Hattâ tam tersi! "İşleyen demir ışıldar!" denen bir
şey vardı.
Annesi akşam yemeğine çağırana kadar Sofi odasında oturdu. Annesi biftekle patates
yapmıştı. Harika! Masanın üzerinde mum da yakmıştı. Tatlı olarak da kremalı böğürtlen
vardı.
Yemekte surdan burdan konuştular. Annesi Sofi'ye 15. yaşgününü nasıl kutlamak istediğini
sordu. Yaşgününe yalnızca birkaç hafta kalmıştı.
Sofi omuzlarını silkti.
- Arkadaşlarım davet etmeyecek misin? Parti yapmak istemiyor musun yani?
- Belki...
- Marte'yi, Anna Marie'yi... Hege'yi çağırabilirdik. Tabii Jorün'ü de. Belki Jörgen'i de...
Elbette bu en iyi senin bileceğin iş. Biliyor musun, kendi 15. yaşgünümü sanki dünmüş gibi
hatırlıyorum. Sanki o günden bu yana çok az zaman geçmiş gibi geliyor bana. Daha o zaman
da kendimi bir büyük gibi hissediyordum. Ne garip değil mi? Hiç değişmemiş gibi geliyorum
kendime.
- Değişmedin de ondan! "Değişen" hiçbir şey yoktur. Sen de sadece geliştin, büyüdün...
- Hmmm... bir büyük gibi konuştun şimdi. Yalnızca bana zaman müthiş bir hızla gelip geçmiş
gibi geliyor.
119
ARİSTOTELES
...insanların kavramlarında temizlik yapmak isteyen titiz ve düzenli bir adam...
Annesi öğlen uykusunu uyurken Sofi Geçit'e gitti. Pembe zarfın içine bir şeker koymuş,
üzerine de "Alberto'ya" diye yazmıştı. Kendisine yeni mektup gelmemişti, ancak birazdan
köpeğin geldiğini duydu.
- Hermes! diye bağırmasıyla köpeğin ağzında taşıdığı san, büyük zarfı yere bırakması bir
oldu.
- Aferin sana akıllı köpek!
Sofi bir eliyle ona sarıldı. Gök gürültüsü gibi ses çıkararak soluyordu köpek. Sofi içinde şeker
olan pembe zarfı alıp ağzına verdi. Köpek Geçit'ten çıkıp yine ormana doğru yola koyuldu.
Sofi zarfı açarken biraz heyecanlıydı. Acaba mektupta kulübe ya da kayıktan sözediliyor
muydu?
Zarfta yine birbirine ataşla bağlı aynı tür kâğıtlar duruyordu. Bir de onlardan ayrı bir kâğıt
vardı. Kâğıtta şunlar yazıyordu:
Sevgili bayan detektif! Daha doğrusu sevgili bayan hırsız! Durumu çoktan polise bildirmiş
bulunuyorum...
Yok, yok! Öyle çok kızmış filan değilim. Hele senin bu merakın felsefi sorulara yanıt bulmak
konusunda da geçerli olacaksa hiç şikâyetçi değilim. İşin belki en kötü yanı, bu durumdan
sonra taşınmak zorunda kalıyor olmam. Eh, ne de olsa hata benim. Senin her şeyi
kurcalayacak biri olduğunu bilmem gerekirdi.
Sevgiler, Alberto.
120
ARİSTOTELES
gofi derin bir nefes aldı. Demek ona kızgın değildi. Ama neden taşınmak zorunda kalıyordu?
Kâğıtları alıp odasına çıktı. Annesi uyandığında evde olsa iyi ederdi. Yatağına oturup
Aristoteles ile ilgili yazanları okumaya başladı.
Filozof ve bilim adamı
Sevgili Sofi! Platon'un idea öğretisi üzerine epey düşünmüşsündür sanıyorum. Bunu senin
gibi pek çok kişi daha düşündü. Okuduklarını öylece kabul mu ettin, yoksa bazı noktalarda
bunları eleştirdin mi bilemiyorum. Eğer eleştirilerin olduysa, bil ki bu eleştiriler Platon'un
akademisinde 20 yıl öğrencilik yapmış olan Aristoteles (İ.Ö. 384-322) tarafından da daha o
zamanlar dile getirilmişti.
Aristoteles Atina'lı değil, Makedonyalıydı. Platon'un akademisine Platon 61 yaşında iken
gelmişti. Babası meşhur bir doktor ve bilim adamıydı. Salt buna bakarak bile onun felsefi
projesinin ne olduğunu tahmin edebiliriz. Onu en çok ilgilendiren konu, yaşayan doğa idi.
Yalnızca büyük Yunan filozoflarının en sonuncusu değil, Avrupa'nın büyük biyologlarının da
ilkiydi.
Biraz da abartarak diyebiliriz ki, Platon mutlak biçimler ya da "fikirler" ile öylesine meşguldü
ki doğadaki değişimlere pek ilgi göstermiyordu. Aristoteles ise tam da bu değişimlerle ya da
bugün adlandırdığı biçimiyle doğal süreçlerle ilgileniyordu.
Biraz daha abartacak olursak, Platon'un tüm duyular dünyasına ve etrafımızda gördüğümüz
şeylere sırt çevirdiğini söyleyebiliriz. (Niyeti Mağara'dan çıkmaktı Platon'un. Mutlak idealar
dünyasına girmekti.) Aristoteles ise bunun tam tersini yaptı: gerçekçi bir şekilde balıkları,
kurbağaları, anemon çiçeklerini ve gelincikleri inceledi.
Platon mantığını, Aristoteles ise bunun yanında duyularını kul-landı da diyebiliriz.
121
SOFİ'NİN DÜNYASI
Platon ile Aristoteles'in yazı tarzları arasında da belirgin farkla, görülür. Platon bir şair ve
destan yazarı iken, Aristoteles'in yazılar, ansiklopedi maddeleri gibi kuru ve detaylıdır. Buna
karşılık yazılan, nın temelini o güne kadar hiç yapılmamış doğa araştırmaları oluştu, rur.
Aristoteles'in yazılarının sayısının 170'i bulduğu söylenir. Bun-lardan ancak 47'si günümüze
dek gelebilmiştir. Bu yazıları birer kitap gibi düşünmek yanlış olur. Aristoteles'in yazılarının
çoğu ders notları şeklindedir. O dönemde de felsefe öncelikle ağızdan ağıza aktarılan bir
şeydi.
Aristoteles'in Avrupa uygarlığına bir başka katkısı da pek çok bilimin bugün dahi kullandığı
bilimsel dilin kurucusu, pek çok bilimi kurup düzenleyen bir filozof oluşundadır.
Tüm bilimler hakkında yazmış olan Aristoteles'in en önemli birkaç alanda yazdıklarına
değinmekle yetineceğim. Platon'dan ço bahsettiğim için, öncelikle Aristoteles'in Platon'un
idea öğretisi nasıl baktığından sözedeceğim. Sonra da kendinden önceki doğafl lozoflarının
söylediklerini derleyip toparlayan Aristoteles'in ke doğa felsefesini nasıl oluşturduğunu
anlatacağım. Kullandığı kavramlara nasıl çeki düzen verdiğini ve mantığı nasıl bilim olarak
ortaya koyduğunu göstereceğim. Son olarak da Aristoteles'in insan ve toplum konusundaki
görüşlerinden sözedeceğim biraz.
Bu koşulları kabul ediyorsan, kolları sıvayıp işe koyulabiliriz.
Doğuştan varolan fikirler yoktur
Platon da kendinden önceki filozoflar gibi tüm değişimlerden öte, mutlak ve değişmez olanı
bulmak peşindeydi. Sonunda duyular dünyasının üzerindeki mükemmel fikirleri buldu.
Üstelik bu fikirlerin doğadaki tüm olan bitenlerden daha gerçek olduğunu öne sürdü. Önce
"at" fikri vardı ona göre, duyular dünyasının tüm atları ise mağa'3
122
ARİSTOTELES
duvarlarındaki gölgeler gibi sonradan ortaya çıkmıştı. Yani tavuk da yumurta da "tavuk"
fikrinden çıkıyordu.
Aristoteles ise, Platon'un böyle diyerek her şeyi başaşağı ettiğini söylüyordu. Tek atın
"değiştiği" ve hiçbir tek atın ilelebet varolmadığı konusunda öğretmeniyle aynı fikirdeydi. At
biçiminin kendisinin ise mutlak ve değişmez olduğu konusunda da onunla aynı görüşü
paylaşıyordu. Ancak at "fikri"nin insanların pek çok at gördükten sonra oluşturdukları bir
kavram olduğunu öne sürüyordu. Yani ona göre at "fikri" ya da "biçimi" kendiliğinden
varolamazdı. Aristoteles'in at "biçimi" deyince anladığı atın ya da bugün dediğimiz biçimiyle
at türünün özelliklerinin toplamıdır.
Altını çiziyorum: At "biçimi" Aristoteles'e göre tüm atlarda ortak olan özelliklerdir. Bu
noktada çörek kalıpları ile ilgili benzetmenin geçerli olmadığını görüyoruz, çünkü'çörek
kalıpları çöreklerden bağımsız olarak vardır. Aristoteles ise doğanın dışında bir yerlerde,
rafların üzerinde, bu tür biçimler durduğuna inanmıyordu. Çünkü "biçimler" şeylerin
içindedir, şeylerin ayırdedici özellikleri olarak onlarda mevcuttur.
Bir başka deyişle Aristoteles Platon'la "tavuk" fikrinin tavuktan önce varolduğu konusunda
aynı fikirde değildi. Aristoteles'in tavuk "biçimi" ile kastettiği şey, tavuğun özgün özellikleri
olarak her tavukta varolan şeyler ¦ örneğin tavuğun yumurtlayan bir hayvan olmasıydı. Bu
yüzden tavuğun kendisi İle tavuk "biçimi", ruhla beden gibi, birbirinden ayırdedilemeyecek
şeylerdi.
Böylece Aristoteles'in Platon'un idea öğretisi hakkındaki eleştirisinden sözetmiş olduk. Bu
noktada önemle altını çizmek isterim ki, bu, düşünce yönteminde çok önemli bir değişim
anlamına gelir. Çünkü Platon için gerçeklik aklımızla düşündüğümüz bir şey iken, Aristoteles
için gerçeklik duyularımızla algıladığımız bir şeydi. Platon doğada, etrafımızda
gördüklerimizin gerçekte idealar dünyasında ya da insanın ruhunda varolan şeylerin yalnızca
birer yansıması olduğunu söylerken, Aristoteles bunun tam tersini ileri sürer: İnsan
123
SOFİ'NÎNDÜNVASI
ruhunda varolan şeyler, d ;jdaki şeylerin bir yansımasıdır. Yani gerçek dünya doğadır.
Aristoteles'e göre Platon gerçek dünya ile insanların algılayışlarının birbirine karıştırıldığı
Gizemci bir dünya-görüşüne takılıp kalmıştır.
Aristoteles, önce duyularda varolmayan bir şeyin bilinçte de varolmayacağını iddia eder.
Platon ise önce fikirler dünyasında varolmayan hiçbir şeyin doğada varolamayacağını öne
sürer buna karşılık. Aristoteles, Platon'un bu tutumuyla "şeylerin sayısını çiftleştir-diğini"
söylüyordu. Platon tek atı at "fikrinden" yola çıkarak açıklıyordu. Ama Sofi, bu açıklama
yeterli mi sence? O zaman "at fikri" nereden geliyor? Yoksa at fikrinin de onun yalnızca bir
yansıması olduğu bir üçüncü at daha mı var?
Aristoteles içimizdeki her türlü düşünce ve fikrin, bilincimize görüp işittiklerimiz yoluyla
yerleşmiş şeyler olduğunu söylüyordu. Bir de doğuştan gelme aklımız vardı. Duyularımızla
algıladığımız şeyleri gruplara, sınıflara ayırmak gibi doğal bir yeteneğimiz var. "Taş", "bitki",
"hayvan" ve "insan" kavramları böyle ortaya çıkıyordu. "At", "dam" ve "saksağan" kavramları
böyle ortaya çıkıyordu.
Aristoteles insanların doğuştan akıl sahibi olduklarını yadsımıyordu. Tersine, insanların en
önemli ayırdedici özelliği aklın ta kendisiydi. Ancak duyularımız olmadan akıl "boş" kalırdı.
Yani insanların doğuştan gelme "fikirleri" yoktu.
Biçimler şeylerin özellikleridir
Aristoteles Platon'un idea öğretisine karşı olan tavrını böylece ortaya koyduktan sonra,
gerçekliğin biçim ve özdeğin birliği olan değişik pek çok şeyden oluştuğunu söyler. "Özdek"
bir şeyi oluşturan madde, "biçim" ise şeylerin kendine özgü özellikleridir.
Kanatlarını çırparak dolaşan bir tavuk düşün Sofi! İşte tam da kanat çırpmaktır tavuğun
"biçimi" - ve de gıdaklamak ve yumurtla-
124
mattır! Tavuk "biçimi" ile tavuğun özgün türsel özellikleri ya da tavu-5un yaptıkları
kastedilmektedir. Tavuk öldüğü yani kanat çırpmayı bıraktığı zaman, tavuğun "biçimi" de
yokolur. Geriye kalan şey tavuğun "özdeği"dir (acıklı şeyler bunlar, değil mi Sofi?) ki buna
da artık «tavuk" diyemeyiz.
Daha önce de söylediğim gibi, Aristoteles doğadaki değişimlerle çok ilgiliydi. "Özdek"te her
zaman bir "biçim" olabilme olanağı yatar. "Özdek" bu içkin olanağı gerçekleştirebilmek için
uğraşır. Aristoteles'e göre doğadaki her türlü değişim, özdeğin "olanaklılık"tan "gerçekliğe"
dönüşmesidir.
Tamam, tamam... Biraz daha açmaya çalışacağım Sofi. Şu komik hikâyeyle söze başlamayı
deneyeyim: Bir zamanlar koca bir granit parçasının üzerine eğilip çalışan bir heykeltraş
varmış. O biçim-siz kayayı günlerce oymuş, kazımış durmuş. Bir gün yanına bir çocuk
yaklaşmış ve: "O kayanın içinde ne arayıp duruyorsun?" diye sormuş. Heykeltraşın bu soruya
yanıtı: "bekle ve gör!" olmuş. Birkaç gün geçip çocuk tekrar heykeltraşın yanına geldiğinde,
artık heykeltraş o koca granit parçasından çok güzel bir at heykeli ortaya çıkarmış. Çocuk
hayranlıkla ata bakıp heykeltraşa dönerek demiş ki: "Peki ama kayanın içinde at olduğunu
nereden biliyordun?"
Evet, nereden biliyordu? Heykeltraş bir bakıma granitin içerisinde atırt biçimini görmüştü.
Çünkü bu granit bloğunda bir ata dönüşme olanağı vardı. Aristoteles, aynen bu şekilde,
doğadaki tüm şeylerin belli bir "biçimi" gerçekleştirme ya da oluşturma olanağına sahip
olduklarını söylüyordu.
Tekrar yumurta ile tavuğa dönelim. Bir tavuk yumurtası bir tavuğa dönüşme olanağını içinde
taşır. Ancak bu tüm yumurtaların bir gün tavuk olacağı anlamına gelmez. Çünkü bir takım
yumurtalar, içkin "biçim"lerini gerçekleştiremeden kahvaltı sofrasında rafadan yumurta ya da
omlet olup giderler. Ancak bir tavuk yumurtasından bir kaz olamayacağı da ortadadır. Çünkü
tavuk yumurtasında bu olanak yoktur. Dolayısıyla bir şeyin "biçimi" hem ondaki olanakları
125
hem de sınırlamaları belirler.
Aristoteles şeylerin "biçim" ve "özdek'Merinden söz ederken sadece canlıları ele almaz.
Tavuğun "biçim" i nasıl kanat çırpıp yumurta yumurtlamaksa, bir taşın biçimi de yere
düşmektir. Nasıl tavuk kanat çırpmadan duramazsa, taş da yere düşmeden duramaz. Taşı alıp
çok yükseklere atabilirsin, ancak yere düşmek onun doğasında olduğu için taşı ta Ay'a kadar
atmayı başaramazsın. (Bu deneyi yapmaya kalkarsan aman dikkat et! Çünkü taş öç almaya
kalkışacak olursa altında kalanın vay haline!)
Ereksel neden
Tüm canlı ve cansız şeylerin "olanaklarını belirleyen bir "biçim"e sahip oldukları bahsini
kapamadan önce, Aristoteles'in doğadaki nedensellik ilişkileri konusunda oldukça ilginç bir
görüşü olduğunu da eklemeliyim.
Günümüzde, şunun ya da bunun "nedeni" derken bir şeyin nasıl meydana geldiğini kastederiz.
Camın kırılma nedeni Petter'in cama bir taş atmış olmasıdır veya bir ayakkabının
varolmasının nedeni ayakkabıcının deri parçalarını birbirine dikmiş olmasıdır. Ancak
Aristoteles'e göre doğada çeşit çeşit neden vardır. O toplam dört tür nedenden sözeder.
Bunların içinde onun "ereksel neden" dediği nedeni anlamak en önemlisidir.
Cam kırma örneğinde Petter'in cama niçin taş attığını sormak doğaldır. Burada Petter'in cama
taş atmaktaki amacını sorarız. Amaç ya da "erek" ayakkabı yapımında da önemli bir rol oynar
kuşkusuz. Ancak Aristoteles doğadaki cansız süreçlerde de bu tür bir "ereksel neden"
arıyordu. Bir örnek verelim:
Yağmur neden yağar, Sofi? Yağmurun bulutlardaki su buharının soğuyup damla şeklinde
yoğunlaşarak yerçekiminden ötürü yere düşmesiyle oluştuğunu okulda öğrenmişsindir.
Aristoteles bunu
126
sini eğerek onaylardı. "Özdeksel neden", söz konusu su buharı-
(bulutların) tam da hava soğuduğunda orada varoluyor olması-. «Etken neden" su buharının
soğumasıdır ve "biçimsel neden" de yağmurun "biçim"inin ya da doğasının damla damla yere
düşmek olmasıdır. Sen susup başka bir şey söylemezsen, Aristoteles buna ek 0|arak, yağmur
yağdığını çünkü bitkilerle hayvanların büyümek jçin yağmura gereksinimi olduğunu söylerdi.
"Ereksel neden" ile kastettiği de buydu. Gördüğün gibi Aristoteles bir anda yağmur
damlalarına bir görev ya da bir "amaç" veriyordu.
Bizse bunu başaşağı edip bitkilerin büyüme nedeninin yağmur olduğunu söylüyoruz. Farkı
görüyor musun Sofi? Aristoteles doğadaki her şeyde bir amaçlılık olduğunu söylüyordu.
Yağmur bitkiler büyüsün diye yağar. Portakallar ve üzümler insanlar onları yesin diye yetişir.
Bu gün bilim böyle düşünmüyor. Hayvan ve insanların varolması için yiyecek ve suyun
gerekli bir koşul olduğunu söylüyoruz. Bu koşullar olmasıydı biz de varolamazdık. Ama
suyun ya da portakalın amacı değildir bizi beslemek.
Nedenler hakkındaki görüşleri konusunda Aristoteles'in yanıldığını söylemek hevesine
kapılabiliriz. Ancak acele etmemekte yarar var. Pek çok insan, Tanrı'mn dünyayı üzerinde
insanlarla hayvanlar yaşasın diye yarattığına inanır. Buna bağlı olarak, insanlarla hayvanların
yaşamak için suya ihtiyacı var diye ırmaklarda su aktığı iddia edilebilir. Ama burada Tanrimn
erek ya da amacından sözedi-yor oluruz, bize iyilik etmek isteyen yağmur damlalarından ya
da ırmak suyundan değil!
Mantık
"Biçim" ve "özdek" kavramları arasındaki fark, Aristoteles'in insanların dünyadaki şeyleri
tanıma sürecini anlatışında da önemli bir rol
127
oynar.
Bir şeyleri tanımak, onları bir takım gruplara ya da sınıflara ayı. rarak olur. Bir at görürüm,
bir at daha ve sonra bir at daha... Atların hepsi birbirinin aynı olmasa da atların hepsinde ortak
olan bir şey. /ervardır. İşte atların hepsinde aynı olan bu şey, atların "biçimi'dir. Diğerlerinden
ayrı ya da bireysel olan şey atın "özdeği"ne girer.
Biz insanlar böyle döner durur, gördüğümüz her şeyi farklı farklı bölmelere yerleştiririz.
İnekleri bir tür ahıra, atları bir başkasına, do-muzları domuz ağılına, tavukları kümese
koyarız. Sofi Amundsen de odasını düzeltirken aynı şeyi yapar. "Kitapları" rafa, "okul
kitapları, m" çantasına, "dergileri" komodinin gözüne koyar. Elbiseler özenle katlanıp
dolaptaki yerlerine konur: pantolonlar bir göze, kazaklar bir başka göze, çoraplar bir
başkasına... Aynı şeyi kafamızın içinde de yaptığımıza dikkatini çekerim: taştan, yünden ve
plastikten yapılmış şeyleri birbirinden ayırırız. Canlı ve cansız varlıklar, "bitkiler",
"hayvanlar" ve "insanlar" arasında fark gözetiriz.
İzliyor musun Sofi? Aristoteles, doğanın "odası"nı ciddi bir şekilde düzenlemek istiyordu.
Doğadaki her şeyin değişik gruplar ve alt-gruplarda bir araya geldiğini göstermeye
çalışıyordu. (Hermes yaşayan bir varlıktır, daha ötesi memeli bir hayvandır, daha ötesi bir
köpektir, daha ötesi bir labrador'dur, daha ötesi erkek bir labra-dor'dur.)
Odana gidip yerdeki herhangi bir şeyi al. Eline aldığın şey ne olursa olsun, bunun kendisinden
daha yüksek bir düzenin parçası olduğunu göreceksin. Herhangi bir sınıfa koyamadığın bir
şeyle karşılaşırsan şaşırırsın. Küçük bir yumak gibi bir şey görüp bunun bitkiler sınıfına mı,
hayvanlar sınıfına mı yoksa madenler sınıfına mı ait olduğunu söyleyemeyeceksen, o şeyi
eline alacağından şüphe ederim.
Bitkiler sınıfı, hayvanlar sınıfı ve madenler sınıfı deyince aklıma bir oyun geldi. Hani
salondakiler arasından bir zavallı ebe seçilir ve dışarı yollanır. O dışarıdayken diğerleri bir
şeyde karar kılarlar. Ebe
128
ARİSTOTELES
ri giHnce bu şeyin ne olduğunu tahmin etmeye çalışır.
Odadakiler o an komşunun bahçesinde oynamakta olan "Mons" adlı kediyi tutarlar. Ebe içeri
girip tahmin etmeye başlar. Yala
<o zaman ona zavallı denemez!) aralarında şu konuşmalar geçer: Somut bir şey mi? (Evet!)
Madenler sınıfından mı? (Hayır!) Canlı mı? (Evet!) Bitkiler sınıfından mı? (Hayır!) hayvan
mı? (Evet!) Kuş mu? (Hayır!) Memeli bir hayvan mı? (Evet!) Hayvanın tümü mü? (Evet!)
Kedi mi? (Evet!) Mons mu? (Eveeeet! Kahkahalar...)
İşte bu oyunu bulan kişi Aristoteles'dir. Platon'u da "karanlıkta saklambaç" oyununun mucidi
ilan edebiliriz. Demokritos'un da lego oyununun yaratıcısı olma şerefine sahip olduğundan
daha önce sö-zetmiştik.
Aristoteles insanların kavramlarına bit düzen getirmek isteyen, titiz ve düzenli biriydi. Bu
yanıyla mantığıbh bilim olarak kuran kişi de o oldu. Hangi çıkarımların ya da kanıtların
mantıksal olarak geçerli olduğuna ilişkin kesin kurallar öne sürdü. Bir örnek bunu açıklamaya
yeter: Önce "tüm yaşayan varlıklar ölümlüdür" (1. önerme), sonra da "Hermes yaşayan bir
varlıktır" (2. önerme) dersem, bundan pek güzel bir şekilde "Hermes ölümlüdür" sonucunu
çıkarabilirim.
Aristoteles mantığı kavramlar arasındaki ilişkilere dairdir. Bu örnek de "yaşayan varlık" ile
"ölümlü" kavramları arasındaki ilişkiyi gösterir. Aristoteles'in bu çıkarımı yüzde yüz doğru
olsa da bize pek yeni bir şey öğretmediğini kabul etmek durumundayız. Hermes'in "ölümlü"
olduğunu zaten biliyorduk. (Hermes bir "köpek" ve bütün köpekler "yaşayan varlıklardır.
Bunlar da Eve rest Dağı'nın tepesindeki taşların tersine "ölümlü"dürler.) Evet Sofi, bu kadar
mı biliyorduk kuşkusuz. Ancak teker teker şeylerle gruplar arasındaki ilişki her zaman bu
kadar açık değildir. Arada bir kavramlarımızı şöyle bir düzenlemek yerinde olabilir.
Bir örnek vermekle yetineyim: Minicik fare yavrularının da tıpkı
129
SOFÎ'NIN DÜNYASI
koyun ve domuz yavruları gibi annelerinin memesinden süt mümkün müdür gerçekten? Buna
pek ihtimal veremesekde bir 43, sünelim: Fare en azından yumurtlamaz. (En son ne zaman bir
fare yy. murtası gördüm acaba?!) Tıpkı domuzlar ve koyunlar gibi canlı y^. rular doğurur.
Canlı yavru doğuran hayvanlara memeli hayvan derç ve de memeli hayvan tam da annesinden
meme emen hayvandır. Do. layısıyla cevabı buluruz. Gördüğün gibi yanıtı bilmemize rağmen
şöyle bir düşünmemiz gerekti. Bir telaş içinde farelerin gerçekten annelerinin memesini
emdiğini unutabildik. Belki de hiç meme emen fare görmediğimiz için. Tabii, fareler insanlara
yavrularını beslerken görünmekten biraz utanırlar da ondan!
Doğanın merdiveni
Aristoteles varoluşumuza bir "düzen getirirken" öncelikle doğadaki her şeyin iki ana gruba
ayrılabileceğine işaret eder. Bir tarafta taş, yağmur damlası ve toprak parçası gibi cansız
şeyler vardır. Bunlar içlerinde bir değişme olanağı taşımazlar. Bu tür yaşamayan şeyler ancak
dışarıdan etkilerle değişebilirler. Diğer tarafta içlerinde deği-şebilme olanağı taşıyan canlı
şeyler vardır.
Aristoteles, "canlı şeyier"in de iki ana gruba ayrılması gerektiğini söyler. Yaşayan bitkiler ve
yaşayan varlıklar. Son olarak "yaşayan varlıklar" da hayvanlar ve insanlar olarak ikiye
ayrılabilir.
Bu sınıflamanın açık seçik ve düzenli olduğu konusunda Aristoteles'e hak veriyorsundur.
Canlı ve cansız şeyler, örneğin bir gül ile bir taş arasında önemli bir fark vardır. Aynı şekilde
bitkilerle hayvanlar, örneğin bir gül ile bir at arasında da önemli bir fark vardır. Atla insan
arasında da böyle bir fark olduğunu ileri sürmek isterim. Ancak bu farklar tam olarak
nelerdir? Bana bu sorunun yanıtını verebilir misin?
Ne yazık ki cevabını yazıp bir kesmeşekerle beraber pembe bir
130
ARİSTOTELES
rfa koymanı bekleyecek zamanım yok, o yüzden kendi sorumu ndim yanıtlıyorum: Aristoteles
doğa olaylarını sınıflarken şeyleri özelliklerinden, daha doğrusu onların yapabildikleri ya da
yaptıkları şeylerden yola çıkıyordu.
Tüm "canlı şeylerde" (bitki, hayvan ve insanlarda) gıda özümseme, büyüme ve üreme
yeteneği vardır. Tüm "yaşayan varlıklarda" (hayvan ve insanlarda) ise buna ek olarak
çevresindekileri hissede-bilme ve hareket edebilme yeteneği vardır. Tüm insanlarda ise
bunlara ek olarak düşünebilme ya da duyusal izlenimlerini farklı gruplara ve sınıflara
koyabilme yeteneği vard.ır.
Doğada keskin sınırlar yoktur. Basit bitkilerden daha karmaşık bitkilere, basit hayvanlardan
karmaşık hayvanlara yumuşak bir geçiş vardır. Bu "merdiven"in en üstünde insan yer alır ki,
insan Aristoteles'e göre doğanın tüm yaşamını yaşamaktadır. İnsanlar, bitkiler gibi büyür ve
özümser, hayvanlar gibi duygu taşır ve hareket eder ve bunlara ek olarak sadece insanlara
mahsus olan mantıklı düşünme yeteneğini taşır.
Böylelikle insan tanrısal akıldan bir nebze taşır Sofi. Evet, tanrısal dedim. Bir takım yerlerde
Aristoteles, doğadaki tüm devinimleri başlatan bir Tanrı olması gerektiğinden sözeder.
Böylece Tanrı doğa merdiveninin mutlak tepesini oluşturur.
Aristoteles Dünya'daki devinimleri yıldız ve gezegenlerin yönettiğini düşünüyordu. Ancak
gökyüzü cisimlerini de hareket ettiren bir şey olmalıydı. Bu güce Aristoteles "ilk devindirici"
ya da "Tanrı" diyordu. "İlk devindirici"nin kendisi hareket etmez ve o gökyüzündeki
cisimlerin ve dolayısıyla doğadaki her şeyin hareketlerinin "ilk nedenidir.
131
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Etik
Tekrar insana dönelim Sofi! Aristoteles'e göre insan "biçimi" üç tQr ruh barındırır: "bitki
ruhu", "hayvan ruhu" ve "insan ruhu". Sonra sorar: İnsan nasıl yaşamalı? İnsanın iyi bir hayat
sürmesi için neler gerekir? Bu soruyu kısaca şöyle yanıtlayabilirim: İnsan ancak türn yetenek
ve olanaklarını kullandığı ölçüde mutlu olur.
Aristoteles üç tür mutluluk olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, ar-zu ve isteklerin olduğu bir
hayattır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak varolunan hayattır. Üçüncü tür
mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan hayattır.
Aristoteles, insanın mutluluğu için bu üç koşulun da bir arada varolması gerektiğini ısrarla
belirtir. Tek yönlülüğü reddeder. Ve bu-gün yaşasaydı yalnızca bedeni ya da yalnızca aklı
kullanmanın tek yönlülük olduğunu söylerdi kuşkusuz. Bu iki uç, dengesiz bir yaşam
biçiminin ifadesiydi ona göre.
İnsanlarla ilişkilerimizde de "altın orta"yı tutmaktan sözeder Aristoteles: ne korkak ne
çılgınca atılgan, sadece cesur olacağız. (Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır.) Ne cimri
ne savurgan, sadece bonkör olacağız. (Aşırı bonkörlük savurganlık, az bonkörlük cimriliktir.)
Yemek konusunda da aynı şey geçerlidir. Az yemek gibi çok yemek de sakıncalıdır. Platoncu
ve Aristotelesçi ahlak, Yunan tıp bilimini hatırlatır: yalnızca dengeli ve ölçülü olarak mutlu ya
da "uyumlu" insan olunur.
Politika
Aristoteles'in bu tutumu politik görüşlerinde de kendini gösterir. İnsan bir "politik varlıktır"
diyen Aristoteles'e göre, insanı çevreleyen toplum olmadan gerçek anlamda insan olunmaz.
İnsanın ailesi ve
132
ARİSTOTELES
k"vü açlık, sıcaklık, evlilik ve çocuk yetiştirme gibi temel yaşamsal eksilmelerini karşılasa da,
insanların birlikteliğinin en gelişmiş biçimi devlette ifadesini bulur.
Sonra da devletin nasıl organize edilmesi gerektiği sorusu geliyor. (Platon'un "felsefe
devleti"ni hatırlıyorsun, değil mi?) Aristoteles üç iyi devlet türünden sözeder. Bunların ilki,
devletin başında tek bir kişinin bulunduğu monarşidir. Bu devlet biçiminin iyi olabilmesi için
baştaki kişinin kendi çıkarları uğruna devleti kötüye kullanmaması gerekir. Bir diğer iyi
devlet biçimi aristokrasidir. Aristokraside devleti yöneten bir grup lider vardır. Bu,devlet
biçiminin de üç-beş ki-şiDİn kasıp kavurduğu, bugün cunta denilen idare biçimine dönüşmemeye
özen göstermesi gerekir. Üçüncü iyi devlet biçimi de Aristoteles'in politeia demekle
kastettiği demokrasidir. Ancak bu yönetim biçiminde de varolan tehlike, bir demokrasinin
kolayca bir ayaktakımı egemenliğine dönüşebilmesidir. (Zalim Hitler Almanya devlet başkanı
olmasaydı da, küçük Naziler, korkunç bir "ayaktakımı egemenliği" oluşturabilirdi!)
Kadınlar konusundaki görüşleri
Son olarak Aristoteles'in kadınlar konusundaki görüşlerinden kısaca bahsedelim. Ne yazık ki
onun bu konudaki görüşleri Platon'unki-ler gibi iç açıcı değil. Aristoteles'e göre kadında bir
şey eksiktir. Hattâ kadın "eksik bir erkek"tir. Üreme olayında erkek etkin ve verici iken kadın
edilgen ve alıcıdır. Çünkü çocuk erkeğin özelliklerini alır, diyordu Aristoteles. Çocuğun
özelliklerinin erkeğin tohumunda hazır beklediğini sanıyordu. Kadın mısır tohumunu alan ve
büyüten toprak idiyse, erkek "tohum"un ta kendisiydi. Veya "Aristotelesçe" söy-¦eyecek
olursak, "biçim"i veren erkek, "özdek"le katkıda bulunan kadındı.
Aristoteles gibi akıllı bir kişinin cinsiyetler arasındaki ilişki
133
SOFİ'NİN DÜNYASI
konusunda böylesine yanılabilmesi hem şaşırtıcı hem de üzücü e|. bette. Ama bu bize iki şey
gösteriyor: birincisi, Aristoteles'in kadit), lar ve çocuklar konusunda fazlaca bir pratik
deneyiminin olmadığı İkincisi, felsefe ve bilimde yalnız erkeklerin at koşturmasının ne ka. dar
sakıncalı bir şey olabileceği.
Üstelik iyice üzücü olan, Platon'un değil, Aristoteles'in cinsiyet, ler üzerine bu görüşlerinin
Ortaçağda da geçerli olmuş olması. Aym şekilde Kilise de aslında İncil'de yazılı olmayan bu
kadın görüşünü devraldı. Yoksa İsa hiç de kadın düşmanı değildi!
Şimdilik bu kadar! Benden haber almaya devam edeceksin.
Sofi Aristoteles hakkındaki bu bölümü bir buçuk kez okuduktan sonra kâğıtları sarı zarfın
içine koyup odasında etrafına bakınmaya başladı. Bir anda odasının darmadağınık olduğunun
farkına vardı. Yerde kitaplarla dosyalar sağa sola yayılmıştı. Elbise dolabından bir takım
çoraplar, bluzlar, külotlu çorap ve pantolonlar dışarı fırlıyordu. Bütün kirli çamaşırlar masanın
önündeki sandalyenin üzerine koca bir yığın halinde yığılmıştı.
Sofi'nin içinden şiddetli bir düzeltme isteği yükseldi. Önce dolabındaki bütün rafları yere
boşalttı. İşe en temelden başlamak gerekiyordu. Sonra giysilerini teker teker katlayıp raflara
yerleştirmeye başladı. Dolapta yedi tane raf vardı. Raflardan birini iç çamaşırlarına, bir
diğerini kısa ve külotlu çoraplanna, bir başkasını pantolonlarına ayırdı. Böylece tüm
giysilerini, neyi nereye koyacağı konusunda en ufak bir kuşku duymadan sırayla yerlerine
yerleştirdi. Kirli giysilerini de en alt rafta bulduğu siyah bir torbaya doldurdu.
Yalmzca tek bir parçayı ne yapacağını bilemiyordu. Bu, dize kadar gelen beyaz bir çoraptı.
Nereye koyacağını bilmiyordu, çünkü hem çorabın bir teki eksikti, hem de bu çorap zaten hiç
Sofi'nin olmamıştı!
Durup birkaç dakika beyaz çorabı inceledi. Üzerinde
134
ARİSTOTELES
A yazmasa da, Sofi bunun kime ait olduğunu tahmin edebili-rdu. Çorabı dolabın en üst
rafında legolann, video kasetinin kırmızı ipek eşarbın durduğu torbaya koydu.
Sıra yeri toplamaya gelmişti. Yerdeki bütün kitapları, dostları, dergi ve afişleri, tıpkı felsefe
öğretmeninin Aristoteles konusunda yazdığı bölümde anlattığı gibi birbirinden ayırarak
sınıfladı. Yerdeki şeyleri topladıktan sonra yatağını yaptı, sonra da masasını toplamaya girişti.
En son yaptığı iş, Aristoteles hakkındaki kâğıtları güzelce bir araya getirip kâğıtlara delik
açtıktan sonra bunları bir dosyaya yerleştirmek oldu. Dosyayı da daha önce beyaz çorabı
koyduğu en üst göze yerleştirdi. Sonra bir ara Geçitteki bisküvi kutusunu da alıp odasına
getirecekti.
Bundan böyle bir düzeni olacaktı. Bununla yalnızca odasındaki şeylerin düzenli olmasını
kastetmiyordu. Aristoteles'i okuduktan sonra kavramlarının ve görüşlerinin de belli bir düzeni
olması gerektiğini anlıyordu. Dolabın en üst gözünü bu tür sorulara ayırmıştı. Odasında
üzerinde tümüyle söz sahibi olmadığı tek şey de, bu gözdü.
Annesinin birkaç saattir sesi çıkmıyordu. Sofi aşağıya inip annesini uyandırmadan önce
hayvanlarına yiyecek vermeye karar verdi.
Mutfakta balık kavanozunun üzerine eğildi. Balıkların biri siyah, ikincisi portakal rengi,
üçüncüsü de mavi-kırmızıydı. Adlarını bu yüzden Kara Korsan, Keloğlan ve Kırmızı Başlıklı
Kız koymuştu. Bir yandan kavanoza yemlerini boşaltırken bir yandan onlarla konuşmaya
başladı:
- Siz doğanın canlılar bölümüne aitsiniz. Yani gıda özümseyebilir, büyüyebilir ve
üreyebilirsiniz. Daha ötesi siz hayvanlar alemine aitsiniz. Yani hareket edebilir, çevrenize
bakabilirsiniz- Tam olarak söylemek gerekirse siz balıksınız, yani so-
135
SOFİNİN DÜNYASI
lungaçlarınızla nefes alır, yaşam sularında ileri geri yüzersi.
nız.
Sofi yem kutusunun kapağını kapattı. Havuz balıkların^ doğanın düzeni içerisindeki
yerlerinden, özellikle de "yaşan suları" teriminden hoşnuttu. Şimdi sıra muhabbet kuşların,
daydı. Sofi kuşların yemek kabına biraz kuş yemi koyduktan sonra onlara:
- Sevgili Edi ile Büdü, dedi. Siz böyle şeker muhabbet kuş. lan olduhuzsa bu sizin küçük,
şeker muhabbet kuşu yumurta-larından çıkmış olmanızdandır. Ve bu yumurtalarda muhab-bet
kuşu olma biçimi varolduğu için tutup birer geveze papağan değil, muhabbet kuşu oldunuz.
Sofi sonra banyoya gitti. Tembel kaplumbağası burada, büyük bir kutuda duruyordu. Annesi
her üç, dört banyo yapışında bir, bir gün şu kaplumbağayı öldürüvereceğinden sözetse de,
şimdiye kadar bu boş bir tehdit olmanın ötesine geçmemişti. Sofi büyük bir kavanozun
içerisinden bir salata yaprağı alıp kutunun içine koydu.
- Sevgili Govinda, dedi. En hızlı hareket eden hayvanlardan biri olmasan da, içinde
yaşadığımız şu dünyanın küçücük bir parçasını görüp yaşama şansına sahipsin. Dünyada
kendini aşamayan senin gibi pek çok başka şey olduğunu düşünerek teselli bulabilirsin.
Şerekan dışarıda farelerin peşinde koşup oynuyor olmalıydı. Çünkü bu onun doğasında vardı.
Sofi misafir odasından geçip annesinin yatak odasına yöneldi. Ortadaki sehpanın üzerindeki
vazoda fulyalar duruyordu. Sanki Sofi geçerken saygıyla sarı çiçeklerini eğiyor gibiydiler.
Sofi bir an durup eliyle fulyaların kaygan başlarını okşadı:
- Siz de doğanın canlılar bölümüne aitsiniz. Bu açıdan içinde durduğunuz vazodan daha üstün
sayılırsınız. Ama ne yazık ki siz bunun farkında olamazsınız.
136
ARİSTOTELES
Sofi annesinin yatak odasına varmıştı. Elini derin derin uyumakta olan annesinin başına
koyup:
. Sense buradaki en şanslı canlılardan birisin anne, dedi. Şerekan ya da Govinda gibi yalnızca
yaşayan bir varlık değil, bir insansm. Yani ender bir yetenek olan düşünme yeteneğine
sahipsin.
- Neler diyorsun sen Sofi?
Annesi bu kez her seferkinden daha hızlı uyanmıştı.
- Bu halinle miskin bir kaplumbağaya benzediğini söylüyordum. Ayrıca gururla odamı
düzenlemiş olduğumu belirtmek isterim. Elbette bunu felsefi bir dikkatlilikle gerçekleştirdim.
Annesi yatakta biraz doğruldu ve:
- Şimdi kalkıyorum, dedi. Kahveyi ateşe koyar mısın?
Sofi annesinin dediğini yaptı. Çok geçmeden mutfakta ellerinde kahve, meyve suyu ve
çikolata oturuyorlardı. Bir süre sonra Sofi:
- Hiç niye yaşadığımızı düşündün mü anne? diye sordu.
- Ah, hâlâ bunu mu düşünüyorsun?
- Evet, ama artık sorunun cevabını biliyorum. İnsanlar dolanıp dursunlar, bu gezegendeki
şeylerin adlarını koysunlar diye varlar.
- Öyle mi? Bunu hiç düşünmemiştim.
- O zaman ciddi bir problemle karşı karşıyasın. Çünkü insan düşünen bir varlıktır ve
düşünmüyorsan insan değilsin demektir.
- Sofi!
- Ya dünyada sadece bitkilerle hayvanlar olsaydı! O zaman "kediler" ile "köpekler"i,
"fulyalar"la "bektaşi üzümü"nü ayırabilecek kimse olmayacaktı. Bitkilerle hayvanlar da
canlıdır ama doğadaki şeyleri değişik gruplara ve sınıflara sadece biz
137
SOFfNİN DÜNYASI
ayırabiliriz.
- Sen benim en acayip kızımsın gerçekten!
- Eh, herhalde! dedi Sofi. Tüm insanlar biraz gariptir. Ben de bir insan olduğuma göre benim
de garip olmam doğal. Aynca senin tek bir kızın olduğuna göre, benim senin en garip kızın
olmam da doğal.
- Demek istediğim... bazen beni bu konuşmalarınla korkutuyorsun.
- O zaman seni korkutmak çok kolay demektir. Öğleden sonra Sofi Geçit'e gidip annesi
görmeden büyük
bisküvi kutusunu eve getirdi.
Kâğıtları sırasına koyup delik açtı ve bunları dosyada Aristoteles'in öncesine koydu. Sonra da
sayfaların sağ üst köşesine sayfa numarası koydu. Kâğıtların toplamı 50 sayfayı geçmişti. Sofi
kendi felsefe kitabını yapmaya başlamıştı böylece. Kitabı kendi yazmamış olsa da, kitap
kendisi için yazılmıştı.
Pazartesi gününe ödevlerini yapmaya vakti olmamıştı. Belki din dersinden sınav olacaklardı
ama öğretmenleri onlara hep onların ilgi derecelerine ve kişisel değerlendirmelerine ağırlık
verdiğini söylerdi. Sofi de bu her iki özelliğe de sahip olmaya başladığını düşünüyordu.
138
HELENİZM
..ateşten bir kıvılcım...
Felsefe öğretmeni mektupları artık doğrudan çitjn oraya yolluyordu ama Sofi pazartesi sabahı
alışkanlıkla yine posta kutusuna baktı.
Kutu boştu. O da başka bir şey beklememişti ki zaten! Yonca Sokağı'ndan aşağı yürümeye
koyuldu.
Tam o sırada yerde bir fotoğraf durduğunu farketti. Mavi bayraklı beyaz bir jipin resmiydi bu.
Bayrağın üzerinde "UN" harfleri vardı. Birleşmiş Milletler bayrağı değil miydi bu?
Sofi resmin arkasını çevirince bunun fotoğraflı bir kartpostal olduğunu anladı. Kartın
arkasında "Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag..." diye yazılıydı. Üzerinde Norveç pulu
vardı ve 15 Haziran 1990 tarihli, "BM taburu" damgalıydı.
15 Haziran! Sofi'nin yaşgünüydü bu!
Kartta şunlar yazılıydı:
Sevgili Hilde! Hâlâ yaşgününü mü kutlamaktasın, yoksa artık ertesi gün mü oldu? Hediyenin
ne kadar süre dayanacağı o kadar önemli değildir. Bir anlamda tüm yaşam boyu sürer. Ama
ben yaşgününü bir kez daha kutlamak istiyorum. Belki artık kartları neden Sofi'ye yolladığımı
anlıyor-sundur. Onun kartları sana ulaştıracağından hiç kuşkum yok. NOT. Annen cüzdanını
kaybettiğini anlattı. İçindeki 150 kronu ben sana veririm. Yeni öğrenci kartını da okul
kapanmadan alabilirsin, değil mi? Sevgiler, baban.
Sofi asfalta mıhlanmış gibi kalakaldı. Bir önceki kart ne zaman
139
SOFI'NİN DÜNYASI
damgalanmıştı? İçinden bir ses üzerinde kumsal resmi olan o kartın da haziran damgalı
olduğunu söylüyordu. O zaman dik-kat etmemişti demek ki daha gelmesine bir ay olan bu
tarihe...
Saatine bakıp geri dönerek eve yöneldi. Okula bir gün de geç kalsa ne çıkardı yani!
Kapıyı açıp koşarak odasına çıktı. Hilde'ye gelen ilk kartı kırmızı eşarbın altında buldu. Evet,
bu kart da 15 Haziran tarihliydi! Sofı'nin yaşgünü ve yaz tatilinin bir gün öncesi.
Jorün ile buluşmak üzere süpermarkete doğru koşarken tüm gücüyle düşünüyordu.
Hilde kimdi? Babası nasıl olup da Sofi'nin onu bulacağından bu kadar emin olabiliyordu? Ne
olursa olsun kartları doğrudan kızına değil de Sofi'ye yollaması çok anlamsız bir şeydi. Sofi,
kartları doğrudan kızına göndermemesinin kızının adresini bilmemesinden
kaynaklanamayacağını varsayıyordu. Bir şaka olmasındı bu? Yoksa bu adam yabancı bir kızı
dedektif ve postacı olarak kullanarak kızına yaşgününde sürpriz mi yapmak istiyordu? Bu
yüzden mi bir aylık süre veriyordu ona? So-fi'yi bir aracı olarak kullanmasının nedeni kızına
yaşgününde yeni bir arkadaş hediye etmek olabilir miydi? "Tüm yaşam boyunca sürecek"
hediye Sofi'nin ta kendisi miydi yoksa?
Eğer bu garip kişi Lübnan'da ise Sofi'nin izini nasıl bulabilmişti her şeyden önce? Bundan da
ötesi: Sofi ile Hilde'nin iki şeyi aynıydı. Birincisi, eğer Hilde'nin doğum tarihi doğruysa, ikisi
de 15 Haziran'da doğmuştu. İkincisi, ikisinin de babası dünyanın başka köşelerindeydi.
Sofi gizemli bir dünyaya çekilmekte olduğunu hissetti. Belki de kadere inanmak hiç de öyle
aptalca bir şey değildi! Aman, yavaş... böyle sonuçlar çıkarmakta acele etmemesi gerekti, her
şeyin doğal bir açıklaması olabilirdi. Ama Hilde Lille-sand'da oturuyorsa, Alberto Knox nasıl
olup da Hilde'nin cüzdanını ele geçirmişti? Çünkü Lillesand buradan kilometrelerce
140
HELENİZM
zaktaydı. Ya Sofi kartpostalı nasıl olup da yerde bulmuştu? Postacı kartı tam Sofi'lerin posta
kutusuna gelmeden yere mi düşürmüştü? Niye tam da bu kartı düşüreceği tutmuştu peki?
Sofi'yi görünce:
. Aklını mı kaçırdın sen? diye bağırdı marketin köşesinde onu beklemekte olan Jorün.
- Özür dilerim.
Jorün öğretmen gibi sert sert bakarak:
- Umarım gecikmen için iyi bir nedenin vardır, dedi.
- Birleşmiş Milletler ile ilgili bir mesele bu. Lübnan'da bir düşman birliği yolumu kesti...
- Hah! Aşık olmuşsun sen, hepsi bu! Sonra da tüm hızlarıyla okula koştular.
Çalışmaya fırsat bulamadığı din dersi sınavı üçüncü derste yapıldı. Sınav kâğıdında şu sorular
yazılıydı:
Dünyagörüşü ve hoşgörü
1. Önce bir insanın bilebileceği şeylerin, sonra da bir insanın yalnızca inanabileceği şeylerin
birer listesini yapın.
2. Bir insanın dünyagörüşünü oluşturmada rol oynayan etmenlerden birkaçını belirtin.
3. Vicdan ne demektir? Tüm insanlar aynı derecede mi vicdanlıdırlar?
4. "Değer önceliği" ile kastedilen nedir?
Sofi yazmaya başlamadan önce uzun süre oturup düşündü. Alberto Knox'dan öğrendiklerinin
bir kısmını kullanabilir miydi acaba? Uzun süredir din dersi kitabının kapağını açmadığı için
tek çaresi de buydu galiba. Ve bir kez yazmaya başlayınca cüm-'eleri birbirini kovalamaya
başladı.
141
SOFİ'NÎN DÜNYASI
Sofi bilebildiğimiz şeyler listesine, Ay'ın kocaman bir pey. nir kalıbı olmadığını, Ay'ın
arkasında çukurlar olduğunu, hem Sokrates'in hem de İsa'nın ölüme mahkûm edilmiş
olduklarını tüm insanlann er veya geç öleceklerini, Akropolis'teki büyük tapınakların Î.Ö.
beşinci yüzyılda yapılan Pers Savaşlarından sonra inşa edilmiş olduklarını ve Yunanlıların en
önemli kâhinlerinin Delphoi'deki kâhin olduğunu yazdı. İnançla ilgili konular olarak da diğer
gezegenlerde hayat olup olmaması, Tanrı'nın varolup olmadığı, ölümden sonra bir hayat olup
olmadığı ve İsa'nın gerçekten Tanrı'nın oğlu mu yoksa yalnızca akıllı bir insan mı olduğu
konularından bahsetti. Son olarak da, "bilemediğimiz kesin olan bir konu evrenin nasıl
oluştuğudur," dîye yazdı. "Evreni büyük bir silindir şapkadan çıkarılan koca bir- tavşan olarak
düşünebiliriz. Filozoflar Büyük Sihir-baz'ın gözlerinin ta içine bakabilmek için tavşanın ince
tüylerine tırmanmaya çalışırlar. Bunu başarıp başaramayacakları bir soru işaretidir. Ancak
aralarından en azından bir kişi tavşanın tüylerinin üzerine çıkmayı başarabilirse, diğerlerinin
de onu takip edeceklerine ve bir gün hepsinin başarıya erişeceklerine ben kişisel olarak
inanıyorum. NOT. İncil'de de bize tavşanın ince tüylerini hatırlatan bir şey var: Babil Kulesi.
Sihirbaz, henüz yarattığı beyaz tavşanın sırtına tırmanmaya çalışan insanlardan hoşlanmadığı
için kuleyi yerle bir etmişti.
Sonra sıra ikinci soruya geldi: "Bir insanın dünyagörüşünü oluşturmada rol oynayan
etmenlerden birkaçını belirtin." Bunda elbette yetiştirmenin ve çevrenin rolü* çok büyüktü.
Platon döneminde yaşayan insanlarla bugünkülerin dünya görüşleri birbirinden farklıydı,
çünkü içinde yaşadıkları zaman ve çevre aynı değildi. Bundan başka insanların yapmayı
seçtikleri şeyler de önemliydi. Ve dünyagörüşünü belirleyen bir başka önemli etmen de
insanın aklıydı. Akıl çevrenin belirlediği bir şey değil, her insanda ortak olan bir özellikti.
Belki, çevre ve sosyal
142
HELENİZM
koşullar Platon'un mağarasında hüküm süren şeyler olarak görülebilirdi. Öte yandan her insan
aklını kullanarak mağaranın karanlığından kurtulabilirdi. Ancak bu, oldukça cesaret
gerektiren bir eylemdi. Akimi kullanarak kendi çağında geçerli olan inanışların ötesine
geçebilen Sokrates buna iyi bir örnekti. Sofi son olarak şunları yazdı: "Günümüzde ayrı
ülkelerden ve kültürlerden insanlar hızla bir araya gelmekte. Örneğin aynı apartmanda
Hıristiyan, Müslüman ve Budist aileler bir arada yaşamakta. Bu durumda neden herkesin aynı
şeye inanmadığını sorgulamaktansa birbirlerinin inancına hoşgörüyle bakmak daha da önem
kazanıyor."
Evet, evet... Felsefe öğretmeninden öğrendikleriyle hiç değilse bir parça yol katettiğini
hissediyordu Sofi. Buna biraz doğuştan sahip olduğu aklını, biraz da başka bağlamda duyup
okuduklarını ekleyebiliyordu.
Üçüncü soruya geçti "Vicdan ne demektir? Tüm insanlar aynı derecede vicdan sahibi
midirler?" Bu konuda sınıfta epeyce konuşmuşlardı. Sofi şunları yazdı: "Vicdan, insanlann
neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu ayırdedebilme yeteneğidir. Benim kişisel görüşüme
göre tüm insanlar bu yeteneğe sahiptir. Yani vicdan doğuştan gelme bir şeydir. Sokrates de
aynı şeyi söyleyecektir. Ancak vicdanın söylediği şey insandan insana epeyce değişebilir. Bu
noktada Sofistlerin haklı görüşleri olduğunu belirtmek gerek. Sofistlere göre neyin doğru
neyin yanlış olduğu insanın içinde yaşadığı çevre tarafından belirlenen bir \ şeydi. Öte yandan
Sokrates ise vicdanın tüm insanlarda aynı olduğunu söylüyordu. Belki ikisi de haklıydı.
Kendilerini çıplak göstermenin yanlış bir şey olduğunu düşünmeyen pek çok insan vardır. Öte
yandan hemen hemen her insan başkalanna kötü davranmayı vicdanına yediremez. Altını
çizmek gereken bir başka konu, vicdana sahip olmanın onu kullanmak anlamına gelmediğidir.
Bazı durumlarda bir insan tamamen vicdan-
143
SOFÎ'NİN DÜNYASI
sızca davranıyormuş gibi görünebilir, ancak iyice gizlenmiş de olsa bu kişilerde de bir tür
vicdan vardır benim kişisel görüşü, me göre. Aynı şekilde bazı insanlar tamamen akılsız
görünseler de bu akıllarını kullanmadıkları içindir. NOT. Akıl ve vicdan kasa benzetilebilir.
Kas da çalıştmlmazsa giderek zayıflar."
Geriye tek bir soru kalmıştı: "'Değer önceliği' ile kastedilen nedir?" Bu konuyu da çok
konuşmuşlardı sınıfta son zamanlarda. Örneğin araba kullanmak, bir yerden bir yere çabucak
gidebilmeyi sağladığı için değerli bir şey olarak görülebilirdi. Ancak araba kullanmak
ormanlara zarar veriyor, doğayı kirletiyorsa insan bir "değer seçimi" yapmak zorunda kalırdı.
Bu konuyu oldukça derinlemesine düşündükten sonra Sofi, sağlıklı ormanların ve temiz
doğanın işe çabuk gidip gelmekten daha önemli olduğu sonucuna varmıştı. Buna daha başka
örnekler de veren Sofi son olarak, "Kişisel olarak felsefenin İngilizce dilbilgisin-den daha
önemli bir ders olduğuna, bu yüzden ingilizce saatlerini biraz azaltıp ders planına felsefeyi de
almanın akıllıca bir değer önceliği olduğuna inanıyorum."
En son teneffüste öğretmen Sofi'yi kenara çekti:
- En üstlerde olduğu için senin kâğıdını okudum bile, dedi.
- Umarım sizi biraz düşündürmüştür.
- Benim de seninle konuşmak istediğim konu buydu. Cevapların pek çok bakımdan son
derece olgun, hem de insanı şaşırtacak kadar olgun Sofi! Ve de kendine özgü. Peki ama ya
dersi çalışmış miydin?
Sofi konuyu çevirdi:
- Siz hep kişisel yorumlara ağırlık verdiğinizi söylerdiniz.
- Evet, ama... Her şeyin de bir sınırı var!
Sofi doğruca öğretmeninin gözlerinin içine baktı. Son günlerde başına gelenlerden sonra bunu
yapmaya hakkı olduğunu hissediyordu:
- Ben felsefe okumaya başladım, dedi. Bu da insanın kendi
144
HELENİZM
düşünceleri için iyi bir temel oluşturuyor.
. Ama sınav kâğıdını değerlendirmek benim için kolay olmayacak. Bir yanıyla Zayıf, bir
başka yanıyla Pekiyi verilecek bir kâğıt!
Sofi o öğleden sonra okuldan eve gelir gelmez çantasını bir köşeye atıp doğru Geçit'e koştu.
Kalın ağaç köklerinin üzerinde sarı bir zarf duruyordu. Zarfın kenarları kuru olduğuna göre
flernıes zarfı getireli epeyce olmuş demekti.
Zarfı alıp eve girdi. Hayvanlarını doyurduktan sonra odasına çıktı. Yatağına oturup
Alberto'nun mektubunu açtı ve okumaya başladı:
Helenizm
Son haberleşmemizden bu yana umarım iyisindir Sofi! Artık Sokra-tes, Platon ve
Aristoteles'i, dolayısıyla Avrupa felsefesinin temel taşlarını biliyorsun. Bu yüzden bundan
sonra beyaz zarfın içinde yolladığım düşünme ödevlerine son. Okulda yeterince ödev ve
sınavla uğraşıyorsun zaten sanırım.
Şimdi, Aristoteles'in yaşadığı İ.Ö. dördüncü yüzyıldan, Ortaçağın başladığı İ.S. 400 yılına
kadarki uzun dönemden sözedeceğim. "İsa'dan Önce" ve "İsa'dan Sonra" terimlerini
kullandığıma dikkatini çekmek isterim. Çünkü bu dönemin en önemli ve ilginç olayı tam da
Hıristiyanlığın kendisidir.
Aristoteles İ.Ö. 322 yılında öldü. Bu dönemde Atina da öncülük rolünü kaybetti. Bunda hiç
kuşkusuz Büyük İskender'in (356-323) fetihlerinin yarattığı büyük politik değişimlerin önemli
rolü olmuştu.
Büyük İskender Makedonya kralıydı. Aristoteles de Makedonya'lıydt,
hattâ bir ara genç İskender'in öğretmenliğini de yapmıştı.
perslere karşı kesin galibiyetin sahibi Büyük İskender'dir. Bundan
a ötesi Sofi, sayısız seferleriyle o Mısır'dan Hindistan'a kadar tüm
145
SOFİ'NÎN DÜNYASI
HELENİZM
Doğu'yu Yunan uygarlığıyla kaynaştırmıştır.
Burada insanlık tarihinde yeni bir çağ başlar. Yunan kültürü v6 Yunan dilinin egemen olduğu
yeni bir dünya oluşur. Yaklaşık olar^ 300 yıl süren bu döneme Helenizm diyoruz. "Helenizm"
ile hem bu çağın kendisi, hem de üç büyük Helenistik uygarlık olan Makedonya Suriye ve
Mısır'da egemen olan Yunan ağırlıklı kültür kastedilmeli dir.
İ.Ö. 50 yıllarında askeri ve politik güç Roma'nın eline geçti. Bu yeni süper güç sırayla tüm
Helenistik kentleri zaptetti ve böylece Ba-tı'da İspanya'dan Asya'nın içlerine kadar Roma
kültürü ve Latince geçerli oldu. Bu döneme de Roma dönemi ya da Geç Antik Çağ diyoruz.
Ancak şu noktanın altını çizmelisin: Romalılar Helen dünyasını ellerine geçirene dek, Roma
bir Yunan kültür eyaleti olarak varo-lagelmişti. Dolayısıyla Yunan kültürü ve Yunan felsefesi,
Yunan politik gücü ortadan kalktıktan çok sonra da önemli rolüne devam etmişti.
Din, felsefe ve bilim
Helenizmin belirgin özelliği, bu çağda değişik ülkeler ve bunların kültürleri arasındaki
farkların ortadan kalkmış olmasıdır. Bu dönemden önce Yunanlılar, Romalılar, Mısırlılar,
Babilliler, Suriyeliler ve Pers-ler bugün "ulusal din" dediğimiz çerçeve içinde kendi
tanrılarına tapıyorlardı. Helenistik dönemde tüm kültürler bir dinsel, felsefi ve bilimsel
görüşler yumağı içinde birbirine karıştı.
Bir başka deyişle şehir meydanının yerini dünya arenası aldı. Eskiden de şehir meydanında
pek çok mal, pek çok görüş ve fikir bi' araya gelirdi. Şimdi yeni olan şey bu malların ve
fikirlerin tüm dünyadan bir araya gelmesiydi. Böylece pek çok dil bir arada ses vermeye
başladı.
Yunan fikirlerinin Yunan kültür sınırlarının çok ötesine taştığı1**
146
gözettik. Bunun yanında bu kez, Doğu tanrılarının Akdeniz ülke-)erj inancına katıldığını
görüyoruz. Tanrılarını ve dinsel görüşlerini ski medeniyetlerin pek çoğundan alan yeni dinler
oluştu. Buna Uz-laşırvcılıkya da dinlerin karışımı diyoruz.
Bu dönemden önce insanlar kendi toplumlarına, kendi şehir devletlerine sıkı sıkıya
bağlıydılar. Yavaş yavaş sınırlar ve ayrımlar ortadan kalktıkça, pek çokları yaşam
görüşlerinden şüpheye kapıldılar, çelişkiye düştüler. Geç Antik Çağa genel olarak dinsel
şüpheler, kültürel çözülüşler ve karamsarlık damgasını vurdu. "Dünya eskidir," dendi. . '
Helenizmdeki dinlerde ortak olan şey, insanın nasıl ölümsüz olabileceği üzerine birer
öğretilerinin bulunmasıydı. Bu öğreti çoğunlukla bir sırdı. Bu gizli öğretiyi edinerek ve belli
bir takım törenlerden geçerek insan ölümsüzlüğe ve sonsuz bir yaşama kavuşabilirdi. Öte
yandan evrenin gerçek doğasına dair bir sezgi, ruhun kurtuluşunda dinsel bir tören kadar
önemli bir rol oynayabilirdi.
Yeni dinlerden sözettik şimdiye dek Sofi. Bunun yanında felsefede giderek "kurtuluş" ve
yaşam tesellisi yolunda ilerledi. Felsefi sezgi yalnızca kendi başına bir değer oluşturmuyor,
insanın ölüm korkusu ve karamsarlıktan kurtuluşuna hizmet ederek bir önem kazanıyordu.
Böylelikle din ile felsefe arasındaki sınırlar da yavaş yavaş silindi.
Genel olarak Helenizm felsefesinin özgün bir felsefe olmadığını söylemek mümkün. Yine de
bahsettiğimiz Atinalı üç filozof pek çok felsefi akım için önemli bir esin kaynağı oluşturdu.
Bu akımlara birazdan kısaca değineceğim.
Helenizmde bilimde bir çok kültürün bir araya gelmesinden etkilendi. Bu alanda Mısır'daki
İskenderiye kenti Doğu ile Batı'nın buluştuğu bir nokta olarak önem kazandı. Atina Platon ve
Aristoteles sonrası okullarla felsefi başkent olmaya devam ederken, İskenderiye bilimin
merkezi oldu. Büyük kütüphanesiyle bu kent matematik, astronomi, biyoloji ve tıp
bilimlerinin merkezi haline geldi.
147
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Helenistik kültür günümüz dünyasıyla karşılaştırılabilir. 20 yüzyıla da giderek birbirine daha
da açılan bir dünya toplumu dan> gasını vuruyor. Yine çağımızda din ve yaşam görüşü
konularında önemli devrimler gerçekleşti. Zamanın başlangıcı olarak aldığımı; yıllarda
Roma'da nasıl Yunan, Mısır ve Doğu tanrı kavramları bir ara-da karşımıza çıkıyorsa, bugün
de büyük Avrupa kentlerinde dünya, nın değişik köşelerinden pek çok farklı dinsel görüşü bir
arada bulmak mümkün.
Günümüzde de eski ve yeni dinlerin, felsefe ve bilim karışımlarının "yaşam görüşü pazarında"
yeni seçenekler sunmak üzere nasıl bir araya gelebildiğini görüyoruz. Bu "yeni bilgi" aslında
eski düşünce parçalarından oluşmakta ve kökü Helenizme dek uzanmaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Helenistik felsefe Sokrates, Platon ve Aristoteles tarafından
öne sürülen konularla uğraştı. Bunlarda ortak olan şey, insanların nasıl iyi bir hayat sürüp
ölebilecekleri-ne bir cevap aramalarıydı. Yani gündemdeki konu etikti. Bu yeni dünya
toplumunda da en önemli felsefi proje etik oldu. Soru, gerçek mutluluğun ne olduğu ve bunun
nasıl elde edileceği sorusuydu. Şimdi bu soruya cevap arayan dört değişik akımdan
sözedeceğiz.
Kinikler
Sokrates'in bir gün pazarda bir tezgâhın önünde durup şöyle dediği anlatılır: "Ne kadar çok
şey var hiç mi hiç işime yaramayan!"
Bu sözler Atina'da İ.Ö. 400 yıllarında Anthisthenes tarafından kurulan kinik felsefeyi çok
güzel özetler. Anthisthenes Sokrates'in öğrencisi olup onun en çok kanaatkârlık öğretisinden
etkilenmiştir-
Kinikler gerçek mutluluğun maddi olanaklar, politik güç ya da sağlıklılık gibi dış
özelliklerden oluşmadığını vurgularlar. Onlara göre gerçek mutluluk bu tip rastlantısal ve
geçici şeylere bağımlılıktan kurtulmakla edinilir. Mutluluk tam da bunlara dayanmadığı için
her-
148
HELENİZM
; tarafından elde edilebilir. Bir kez ele geçirilince de elden gitmez, «inikler arasında en çok
tanınmış olanı Anthisthenes'in öğrencisi Diogenes'dir. Diogenes'in kilden bir fıçı içinde
yaşadığı ve bir aba» bir baston ve bir ekmek torbasından başka hiçbir şeyi olmadığı söylenir-
(Bu durumda elinden mutluluğunu almak pek de kolay bir iş olamazdı elbette!) Bir keresinde
Diogenes fıçısının önünde yatmış güneşlenirken Büyük İskender onu görmeye gelir.
Diogenes'in önünde durup bu bilge kişinin kendisinden istediği ne varsa onu dilemesini, her
türlü isteğini hemen yerine getireceğini söyler. Diogenes'in buna cevabı: "Gölge etme, başka
jhsan istemem!" olur. Çünkü Diogenes kendisinin o büyük komutandan hem daha zengin,
hem daha mutlu olduğunu biliyordu. İstediği her şeye sahip değil miydi zaten!
Kinikler insanın sağlıklı olmaya kafa yormalarının gerekmediğini söylüyorlardı. Acı ve ölümü
dert etmeye de gerek yoktu. Aynı şekilde başkalarının açılarıyla da ilgilenmiyorlardı.
Günümüzde de "kinik" ve "kinizm" sözcükleri başkalarının dertlerini umursamamak
anlamında kullanılır.
Stoacılar
Kinikler Atina'da İ.Ö. 300 yıllarında ortaya çıkan Stoacı felsefeyi etkilediler. Stoacılığın
kurucusu aslen Kıbrıslı olup bir deniz kazasından sonra Atina'daki Kiniklere katılan
Zenon'dur. Zenon derslerini sütunlu bir yolda verirdi. "Stoacı" terimi Yunanca sütunlu yol
anlamına gelen stoa sözcüğünden türemiştir. Stoacılık daha sonra Roma kültüründe çok
önemli bir yer kazanmıştır.
Herakleitos gibi Stoacılar da tüm insanların ortak bir dünya mantığının ya da "logos"un bir
parçası olduğunu savunuyorlardı. Her bir insan minyatür bir dünya; "makro kosmos"un
"mikro kosmos", "büyük evren"in "küçük evren" olarak yansımasıydı.
149
SOFfNİN DÜNYASI
Bu düşünce, genel geçer bir ölçü, "doğal bir hak" olduğu düşün, cesini doğurdu. Doğal hak
insanın ve evrenin zamandan bağımsı aklına dayandığı için, zamana ve mekâna bağlı olarak
değişmeye bir şeydi. Yani Stoacılar bu noktada Sofistlere karşı Sokrates'in gg. rüşlerini
paylaşıyorlardı.
Doğal hak tüm insanları, dolayısıyla köleleri de kapsar. Değişi devletlerin hukuk kitaplarını
Stoacılar doğanın kendisinde buluna» bir "hak"kın eksik kopyaları olarak gördüler.
Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında
da bir fark yoktu. Yalnızca tek bir doğa vardı. Bu anlayışa "Bircilik" (Monizm) diyoruz.
(Bircilik, örneğin Pla-ton'da karşımıza açıkça çıkan " İkicilik'in (Dualizm) ya da gerçekliği
ikiye ayıran görüşün karşıtıdır.)
Zamanının tipik örnekleri olan Stoacılar gerçek anlamda birer "kozmopolif'tiler. Çağdaş
kültüre "fıçı filozoflarından" (Kiniklerden) çok daha açıktılar. İnsanın toplum içindeki
yaşamına önem verip politikayla uğraşıyorlardı. Pek çokları, örneğin Roma imparatoru
Marcus Aurelius (121-180), devlet görevlerinde yer alıyorlardı. Cice-ro (İ.Öl 104-43) başta
olmak üzere bir çok Stoacı, Roma'da Yunan kültürü ve felsefesinin yayılmasına katkıda
bulundular. "Hümanizm" yani değer ölçüsü olarak insan'ı koyma kavramının kurucusu da Cicero'dur.
Stoacı Seneca (İ.Ö.4 - İ.S. 65) da bundan birkaç yıl sonra "insan, insan için
kutsaldır" demiştir. Bu deyiş o günden bu yana Hümanizmin sloganı olagelmiştir.
Stoacılar ayrıca tüm doğal süreçlerin -örneğin hastalık ve ölümün- doğanın müdahale
edilemeyen yasalarını izlediğini söylerler. İnsan bu yüzden kaderine boyun eğmeyi
öğrenmelidir. Hiçbir şey rastlantıya dayanmaz. Her şey zorunluluktan doğar, kaderden şikâyet
etmek hiçbir işe yaramaz, derler. Hayâtın güzel yanları da sakin olarak karşılanmalıdır. Bu
noktada Stoacılar, dış özelliklere itibar etmeyen Kiniklerle benzeşirler. Günümüzde de hâlâ
duygularına kapılıp gitmeyen birinden bahsederken "Stoacı dinginlik" deyim1 kullanılır.
150
HELENİZM
Epikurosçular
önce gördüğümüz gibi, Sokrates insanın nasıl mutlu bir hayat uyabileceğini sorguluyordu.
Kinikler ve Stoacılar Sokrates'in bu oruya cevabını maddi değerlerden uzak durmak şeklinde
yorumladılar. Ancak Sokrates'in Aristippos adında bir başka öğrencisi daha vardı ki o,
yaşamın amacının mümkün olduğunca çok haz almak olması gerektiğine inanıyordu. "En
üstün iyilik nazdır" ve "en büyük kötülük acıdır" diyordu. Böylece her türlü acıdan uzak
durmaya yönelik bir yaşama sanatı geliştirmek istiyordu. (Kiniklerin ve Stoacıların amacı
acılara dayanmaktı. Bu da acıfardan uzak durmak gibi bir amaçtan oldukça farklıdır.)
İ.Ö. 300 yıllarında Epikuros (341-270) Atina'da bir felsefe okulu kurdu (Epikurosçuluk).
Epikuros Aristippos'un hazcı ahlakını geliştirip bunu Demokritos'un atom öğretisiyle
birleştirdi.
Epikurosçuların bir bahçede bir araya"geldiği söylenir. Bu yüzden bunlara "bahçe filozofları"
da denir. Bahçenin girişinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela olduğu da söylenir: "Ey
yabancı! Burada mutlu olacaksın. Burada haz en üstün iyiliktir."
Epikuros bir eylemin mutlu sonunun başka birtakım yan etkilere yol açıp açmadığını daima
değerlendirmek gerektiğini önemle vurgulardı. Tıka basa çikolata yediğin olmuşsa, ne demek
istediğimi anlıyorsundur. Yoksa sana şöyle bir ödev vereyim: Biriktirdiğin paraları çıkarıp
ikiyüz kronluk çikolata al. (Bu örneği çikolata sevdiğini varsayarak veriyorum.) Ödevi iyice
anlaman için çikolataların hepsini bir anda yemen şart. O müthiş çikolataları yedikten yarım
saat sonra "yan etki"yle ne demek istediğimi anlarsın sanıyorum.
Epikuros, kısa vadeli bazların daha büyük, daha sürekli ve daha yoğun nazlarla kıyaslanarak
değerlendirilmesi gerektiğini de söylerdi. (Örneğin bir yıl her gün çikolata yemek yerine,
haftalık harçlığını biriktirip sonunda bir bisiklet alabilir ya da yurt dışında pahalı bir tatil
yapabilirsin.) Çünkü hayvanların tersine insanların geleceklerini
151
SOFÎ'NİN DÜNYASI
planlama yeteneği vardır. "Haz çizelgesi" tutma yetenekleri vardır Lezzetli çikolata bir
değerdir ama bisiklet ya da İngiltere turu da öy^
Epikuros "haz" ile yalnızca bedensel hazzı, örneğin çikolatayı kastetmez. Dostluk, sanat gibi
değerleri de kasteder. Ayrıca yaşan> dan haz almanın ön koşulları, Eski Yunan idealleri olan
kendini denetleme, kanaatkârlık ve ruh dinginliğidir. Çünkü arzular denetlen, melidir. Ruh
dinginliği de acılara göğüs germemizi kolaylaştırır.
Genellikle dinsel şüpheleri olan kişiler Epikuros'un bahçesine geliyorlardı. Bu bağlamda
Demokritos'un atom öğretisi dine ve bâtıl inançlara karşı güçlü bir araç oluşturuyordu. İyi bir
hayat sürmek için ölüm korkusunu yenmiş olmak da çok önemliydi. Bu konuda Epikuros
Demokritos'un "ruh atomları" öğretisine başvuruyordu. Demokritos'un "ölümden sonra bir
hayat yoktur, çünkü insan ölünce 'ruh atomları' dört bir yana dağılır" dediğini hatırlıyorsundur
belki.
Epikuros, gayet basit bir şekilde, "ölüm bizi ilgilendirmez," diyordu. "Biz varolduğumuz
sürece, ölüm yoktur; ölüm olunca da, biz artık yokuz." (Bu anlamda kimse kendi ölümünden
acı çekemez.)
Epikuros kendi kurtuluşçu felsefesini "dört ilaç" adını verdiği şu dört noktada özetledi:
Tanrılardan korkmamız gerekmez. Ölümden kaygı duymamız gerekmez. İyiyi elde etmek
kolaydır. Korkunç olana katlanmak kolaydır.
Bu, Yunan felsefesinde felsefenin görevini tıbbın göreviyle karşılaş-tırısın ilk örneği değil. Ve
yine burada da amaç, insanı dört önemli ilaç barındıran "felsefi bir seyyar eczane" ile
donatmak.
Epikurosçular Stoacıların tersine politika ve toplumsal yaşamla fazla ilgilenmediler.
Epikuros'un öğüdü, "gizli yaşa!" idi. Onun "bahçe"sini de günümüzün kolektif yaşama
biçimiyle karşılaştırabiliriz belki. Günümüzde de kocaman toplum içinde sığınacak bir ada,
bir "liman" arayan çok kimse var.
152
HELENİZM
Epikuros'dan sonra pek çok Epikurosçu kendilerini tek yanlı bir zevk düşkünlüğü yönünde
geliştirdiler. Amaç giderek "bu anı ya--aj"ya dönüştü. Günümüzde de "Epikurosçu"
sözcüğünün "gününü gün eden insan" anlamında kullanıldığı olur.
Yeni Platonculuk
Kinikler, Stoacılar ve Epikurosçularm köklerinin nasıl Sokrates'e ulaştığını gördük. Bunlar
aynı zamanda Herakleitos ve Demokritos gibi Sokrates öncesi filozoflara da yöneldiler. Geç
Antik Çağın en önemli felsefi akımlarından biri de, özellikle Platon'un idea öğretisinden
esinlenmiştir. Bu yüzden bu akıma Yeni Platonculuk diyoruz. En önemli Yeni Platoncu
filozof, İskenderiye'de eğitim gördükten sonra Roma'ya yerleşen Plotinos'dur (yaklaşık olarak
205-270). Plotinos'un yüzyıllardır Yunan felsefesiyle Doğu Gizemciliğinin buluşma noktası
olmuş olan İskenderiye kentinden oluşunun altını çizmek gerekir. Plotinos'un Roma'ya
beraberinde getirdiği kurtuluş öğretisi, bundan daha sonra geçerli olmaya başlayan
Hıristiyanlığa ciddi bir rakip olmuştur. Ancak Yeni Platonculuğun Hıristiyan tanrı-bilimine
önemli etkileri de olmuştur.
Platon'un idea öğretisini, onun duyular dünyası ile idealar dünyasını nasıl birbirinden
ayırdığını hatırlıyorsundur. Böylelikle insan ruhu ile insan bedenini de birbirinden ayırmış
oluyordu. İnsan böylece iki yönlü bir yaratık haline geliyordu: bedenimiz duyular
dünyasındaki diğer şeyler gibi toprak ve tozdan oluşuyor, ancak bunun yanında ölümsüz de
bir ruh taşıyorduk. Bu fikir Yunanlılar arasında Platon'dan çok önce de yaygındı. Plotinos da
Asya'da bulunan benzer görüşleri biliyordu.
Plotinos'a göre dünya iki kutup arasında gerilidir. Bir uçta "Bir" diye adlandırdığı tanrısal ışık
yer alır. Plotinos bazen buna "Tanrı" da diyordu. Diğer uçta ise, "Bir"in ışığının hiç mi hiç
ulaşmadığı mut-
153
SOFÎ'NİN DÜNYASI
lak karanlık vardır. Plotinos'un burada anlatmak istediği karanlığa aslında varolmadığıdır.
Karanlık yalnızca ışığın yokluğudur - evet, varolmayıştır. Varolan tek şey "Tanrı" ya da
"Bir"dir. Ancak ışık ya-vaş yavaş nasıl karanlığa doğru yokolursa, tanrısal ışınlar da ancak
belli bir yere dek ulaşabilirler.
Plotinos'a göre ruh "Bir"den gelen ışıkla aydınlanmış, kendine özgü bir varoluşu olmayan
özdek ise karanlıkta kalmıştır. Doğadaki biçimlerde de "Bir"den solgun izler bulunur.
Geceleyin yanmakta olan büyük bir ateş düşün Sofi! Ateşten etrafa yüzlerce kıvılcım
dağılmaktadır. Ateşin etrafı aydınlıktır. Kilometreler ötesinden de zayıf bir ışık görmek
mümkün olabilir. Daha da uzaklaşırsak ateş karanlık gecede bir fener kadar cılız bir ışık
halinde görünür. Ateşten uzaklaşmaya devam edersek ışık bir süre sonra bize ulaşamaz.
Işınlar bir noktada geceye karışır. Ve her yer karanlık olunca hiçbir şey göremeyiz. Artık ne
gölgeler, ne çizgiler vardır.
Gerçekliğin böyle bir ateş olduğunu düşün. Yanan şey Tanrı, dışarıdaki karanlık da insan ve
hayvanların oluştuğu maddedir. Tan-rı'nın en yakınında tüm yaradılanların ana biçimleri olan
mutlak fikirler yer alır. Her şeyin ötesinde insan ruhu "ateşten bir kıvılcım"dır. Ama doğadaki
her şeyde de tanrısal ışıktan bir yansıma vardır. Yaşayan her şeyde, evet bir gülde ya da bir
çançiçeğinde de Tanrı parıltısı mevcuttur. Yaşayan Tanrı'nın en uzağında da toprak, su ve taş
yer alır.
Varolan her şeyde tanrısal bir gizem olduğunu söylemek istiyorum. Ayçiçeğinin, gelinciğin
böyle parıldadığını görebiliriz. Bir kelebeğin daldan havalan ışında, bir balığın akvaryumda
yüzüşünde, bu sınırsız gizemi biraz daha çok yakalarız. Ancak Tanrı'ya en yakınlaştığımız yer
kendi ruhumuzdur. Bu büyük yaşam sırrıyla ancak ruhumuzda birleşiriz. Evet, ender de olsa,
kimi zaman bu tanrısal gizemin kendimiz olduğunu hissederiz.
Plotinos'un kullandığı imgeler Platon'un mağara benzetmesini
154
HELENİZM
ndırır: Mağaranın girişine yaklaştıkça varolan her şeyin kökenine daha da yaklaşırız. Ancak
Platon'un gerçekliği açık bir şekilde ikiye bölüşünün tersine, Plotinos'un düşüncesinde bir
birlik anlayışı egemendir. Her şey birdir, çünkü her şey Tanrı'dır. Platon'un mağarasının en
derinindeki gölgelerde bile "Bir"in cılız yansımasını görmek mümkündür.
Plotinos yaşamı boyunca birkaç kez ruhunun Tann'yla bir olduğunu hissetti. Buna gizemli
yaşantı diyoruz. Bu tür bir yaşantıyı yaşayan tek kişi Plotinos değildir. Çağlar ve kültürler
boyunca pek çok insanın sözettiği bir şeydir bu. Bu anın tasvirinde büyük farklar görü-lebilse
de, çoğunda ortak yanlar görebiliriz. Bu ortak noktaların kimine burada değineceğiz.
Gizemcilik
Gizemli yaşantı ile insanın Tanrı'yla ya da "evrensel ruh"la birleşmesini anlıyoruz. Pek çok
din Tanrı'yla Tanrı'nın yarattıkları arasında bir uçurum olduğunu vurgular. Ancak Gizemciye
göre böyle bir uçurum mevcut değildir. Gizemci "Tanrı'ya ulaşmış" ve "Tanrı'yla birleşmiş"
kişidir.
Buradaki ana düşünce, gündelik "ben"in gerçek ben olmadığıdır. Çok kısa süren anlarda daha
büyük bir ben ile aynı olduğumuzu duyarız. Bazı Gizemciler buna Tanrı derken, bazıları bunu
"evrensel ruh", "Doğa" ya da "evren" diye adlandırır. Tıpkı bir su damlasının denizle
buluştuğu an "kendini kaybetmesi" gibi, Gizemci de bu birleşmenin gerçekleştiği an "kendini
kaybeder", Tanrı'da yokolur ya da Tanrı'da kaybolur. Hintli bir Gizemci bunu şöyle dile
getiriyor: "Ben varken Tanrı yoktu. Şimdi Tanrı var, ben artık yokum." Hıristiyan Gizemci
Angelus Silensius (1624-1677) da bu anı şöyle anlatıyor: "Ulaşınca denize, damla, deniz;
yükselince Tanrı'ya, ruh, Tanrı olur." x
155
SOFfNlN DÜNYASI
Belki de "kendini kaybetme"nin pek de hoş bir şey olmadığım düşünüyorsundur. Evet Sofi, ne
demek istediğini anlıyorum. Ancak kaybettiğin şey kazandıklarının yanında öyle önemsizdir
ki! O an o|. duğun görüntünü kaybedersin ama gerçekte bundan çok daha bu. yük bir şey
olduğunu anlarsın. Tüm Evren olursun Sofi! Evet, evrensel ruh denen şey sensindir sevgili
Sofi! Tanrı sensindir. Sofi Amundsen'i feda etmek zorunda kalsan da, bu "gündelik ben "in
zaten bir gün yokolacağmı düşünerek teselli bulabilirsin. Gizemcilere göre senin gerçek
Ben'in (ki buna ancak kendini bir yana bırakarak ulaşabilirsin), sonsuza dek yanan müthiş bir
ateştir.
Ancak bu gizemsel deneyim çoğu zaman kendiliğinden gerçekleşmez. Gizemci Tanrı'yla
buluşmasına "temizliğin ve aydınlanmanın yolundan" gitmelidir. Bu yol mütevazı bir yaşam
tarzından ve değişik meditasyon yöntemlerinden oluşur. Amacına ulaşan Gizemci haykırır:
"Ben Tanrı'yım" ya da "Ben Sen'im".
Gizemci öğelere tüm büyük dünya dinlerinde rastlanır. Ve Gizemcilerin gizemsel yaşantı
hakkındaki tasvirleri, kültürel farkları aşarak büyük benzerlikler gösterir. Ancak Gizemci
yaşadıklarının dinsel ya da felsefi yorumunu yapmaya başladığında kişinin kültürel temeli
kendini gösterir.
Batı Mistisizminde -yani Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta- Gizemci, karşılaştığı
Tanrı'nın kişisel bir Tanrı olduğunu vurgular. Tanrı doğada ve insanın ruhunda bulunmakla
beraber, dünyanın çok üstündedir de. Doğu Mistisizminde -yani Hinduizm, Budizm ve Çin
dininde- ise Gizemcinin Tanrı'yla ya da "evrensel ruh"la tam bir birleşme gerçekleştirdiğini
vurgulamak yaygındır. "Ben evrensel ruhum," der Gizemci ya da "ben Tanrı'yım". Çünkü
Tanrı dünyadadır ve başka bir yerde değildir.
Özellikle Hindistan'da Platon döneminin çok daha öncelerinde de Gizemcilik varolmuştur.
Hinduizm fikirlerini Batı'ya getirenlerden biri olan Sıvam; Vivekananda bir keresinde şöyle
demiştir:
156
HELENİZM
"Dünyadaki bazı dinlerin, kendinin dışında kişisel bir Tanrı'ya inanmayanlara ateist demesi
gibi, biz de kendine inanmayana ateist diyoruz. Ateist diye biz, kendi ruhunun yüceliğine
inanmayana diyoruz."
Gizemsel bir deneyimin etik üzerinde de etkisi olur. Hindistan'ın eski devlet başkanlarından
Radhakrishnan bir keresinde şöyle söylüyor: "Yanındakini kendin gibi seveceksin, çünkü sen
o'sun. Seni ya-nındakinin senden başka biri olduğuna inandıran şey, bir yanılsamadan başka
bir şey değildir."
Çağımızda hiçbir dine ait olmayan insanlardan da gizemsel deneyimlerden bahsedenleri
çıkmaktadır. Bunlar kendi deyimleriyle aniden "kozmik bilinç" ya da "okyanus hissi"
yaşamışlardır. Zamanın dışına çıkıp dünyayı "sonsuzluğun bakış açısından" gördüklerini
hissetmişlerdir.
Sofi yatağında doğruldu. Hâlâ bir vücudu olup olmadığını kontrol etmeliydi...
Plotinos ve Gizemcileri okudukça yavaş yavaş odada dönmeye başlamış, pencereden çıkıp
şehrin üzerinde uçmuştu. Şehrin meydanındaki insanları seyretmiş, sonra yaşadığı yeryüzünün
üzerinde dolanıp Kuzey Denizi ile Avrupa'dan, aşağıda Sahra ile Afrika'nın geniş steplerinden
geçmişti.
Tüm yeryüzü tek bir yaşayan canlı, bu tek canlı da Sofî'nin kendisi olmuştu. Dünya benim,
diye düşündü Sofi. Ona çoğu zaman sınırsız gelen ve korku veren koca evren onun kendi
beninden başka bir şey değildi. Evren yine büyük, yine haşmetliydi ama bu kadar büyük olan
ta kendisiydi.
Bu ilginç duygu çabucak yokoldu ama Sofi bu duyguyu asla unutmayacağından emindi. Tıpkı
bir damla renkli boyanın tüm bir sürahi dolusu suya renk vermesi gibi, içindeki bir şey
a'nından dışarı fırlayıp diğer her şeyle birleşmişti sanki.
157
SOFİ'NİN DÜNYASI
Şimdi her şey olup bittikten sonrası, tuhaf bir rüyadan baş ağrısıyla uyanmak gibi bir şeydi.
Sofi biraz hayal kırıklığı duyarak vücudunun yataktan kalkışını izledi. Alberto Knox'dau
gelen bu kâğıtları yüzüstü yatıp okumaktan beli agnmışü ama hiç unutmayacağı şeyler
yaşamıştı.
Sonunda yerde durmayı başardı. Burada kâğıtlan delip dosyasındaki diğer konuların yanına
koydu. Sonra bahçeye çıktı.
Kuşlar dünya o an yaratılmış gibi cıvıldaşıyorlardı. Eski tavşan kümeslerinin ardındaki huş
ağaçlan açık yeşil renkleriyle öyle parlaktılar ki, sanki yaratan henüz bunlan boyamayı
bitirmemişti.
Her şeyin tannsal bir ben olduğuna inanabilir miydi gerçekten? "Ateşten bir kıvılcım" olan bir
ruh taşıdığına inanabilir miydi? Eğer böyleyse, kendisi de tannsal bir yaratık olmuş oluyordu.
158
KARTPOSTALLAR
.kendi kendime güçlü bir sansür uyguluyorum...
Felsefe öğretmeninden birkaç gündür mektup gelmiyordu, perşembe günü 17 Mayıs,
bayramdı ve okul 18!inde de tatildi. 16 Mayıs Çarşamba günü okuldan eve dönerlerken Sofi
aniden:
- Çadmmızla kısa bir tatil yapalım mı? diye Jorün'e sordu. Jorün teklifi kabul etti.
- Olur.
Birkaç saat sonra, Jorün sırtında koca sırt çantasıyla Sofilere gelmişti bile. Sofi de çantasını
hazırlamıştı. Sofi'nin çadm-nı alacaklardı. Bundan başka yanlarına uyku tulumu, kalın
giysiler, altlarına koymak için mat, cep feneri, termos dolusu çay ve bir sürü nefis yiyecek şey
alıyorlardı.
Annesi saat 5 sıralarında eve geldiğinde, onlara ne yapıp ne yapmamalan gerektiğine dair bir
sürü talimat verdi. Nerede kamp kuracaklannı da bilmek istiyordu.
Çalıhorozu Tepesi'nde kamp kuracaklannı söylediler. Belki sabaha çalı horozlarının çiftleşme
seslerini duyarlardı.
Sofi'nin kampı burada kurmak istemesinin ardında yatan başka bir neden daha vardı.
Hatırladığına göre Çalıhorozu Tepesi Binbaşının Evi'ne oldukça yakındı. Sofi'yi yine buraya
çeken bir şeyler vardı, ancak bir daha buraya tek başına gidemeyeceğinin de farkında olduğu
için Jorün'le beraber olmak işine geliyordu.
Sofilerin evinin hemen önündeki küçük patikadan aşağı doğru yürümeye koyuldular. Bir
yandan da ordan burdan soh-
159
SOFfNÎN DÜNYASI
bet ediyorlardı. Felsefeden böyle biraz uzaklaşmak Sofi'nin hoşuna gitmişti.
Saat sekiz sıralarında Çalıhorozu Tepesi'ndeki açık bir düzlükte çadırlarım kurmuşlardı bile.
Gece için hazırlıklarını yapmış, uyku tulumlarını sermişlerdi. Koca sandviçlerini yer-lerken
Sofi sordu:
- Hiç Binbaşının Evi diye bir yer duydun mu?
- Binbaşının Evi mi?
- Ormanda bir yerlerde, küçük bir gölün yanında bir kulu-be var. Bir zamanlar tuhaf bir
binbaşı yaşadığı için buraya Binbaşının Evi deniyor.
- Peki şimdi içinde kimse yaşıyor mu?
- Gidip bakalım mı?
- Peki ama nerede bu kulübe?
Sofi eliyle ağaçların arasını gösterdi.
Jorün biraz isteksiz olsa da sonunda yola düştüler. Güneş gökyüzünde iyice alçalmıştı.
Önce çam ağaçlarının, sonra çalıların arasından geçtiler ve sonunda bir patikaya ulaştılar.
Pazar sabahı Sofi'nin izlediği patika bu muydu acaba?
Evet, evet... yolun sağında parlayan bir şey görebiliyordu
yine.
- Buradan, dedi Sofi.
Çok geçmeden küçük gölün kıyısına vardılar. Sofi kulübenin olduğu yere bir göz attı.
Pencerelerin panjurları örtülüydü. Kırmızı kulübe şimdiye kadar gördüğü en terkedilmiş ev
görüntüsünü veriyordu.
Jorün etrafına bakınıp:
- Gölün üzerinden yürüyerek mi geçeceğiz? diye sordu.
- Hayır, kürek çekerek... diye yariıtladı Sofi ve eliyle aşağıyı, gölün kıyısında durmakta olan
sandalı gösterdi.
- Sen daha önce gelmiş olmalısın buraya!
160
KARTPOSTALLAR
Sofi hayır anlamında başını salladı. Arkadaşına daha ön-ki ziyaretinden sözedemezdi. Çünkü
o zaman Alberto Knox felsefe kursundan da bahsetmesi gerekirdi.
Gölün üzerinde şakalaşıp gülüşerek kürek çektiler. Kıyıya
ardıklarında sandalı iyice çekmeye özen gösterdi Sofi. Çok
çmeden kulübenin kapısının önündeydiler. Evde kimsenin
olmadığı belliydi. Jorün kapının tokmağını döndürüp açmaya
çalıştı- Açılmayınca:
- Kapalı... Açık olacağını ummuyordun herhalde, dedi.
- Belki anahtar buralarda bir yerdedir, diye yanıtladı Sofi ve kulübenin temelindeki taşların
arasında anahtar aramaya koyuldu.
Birkaç dakika sonra Jorün:
- Üff... dedi, hadi artık çadıra dönelim.
Ama Sofi sevinçle bağırmaya başlamıştı o an:
- Buldum, buldum!
Zaferle elindeki anahtarı gösteriyordu. Anahtarı kilide sokunca kapı açıldı.
Sofi ile arkadaşı yasadışı insanların yaptığı gibi gizlice içeriye süzüldüler. Kulübe soğuk ve
karanlıktı.
- Hiçbir şey görülmüyor ki! dedi Jorün.
Ama Sofi her şeyi düşünmüştü. Cebinden kibrit kutusunu çıkarıp bir kibrit yaktı. Kibritin
alevi ancak odanın tamamen boş olduğunu görmelerine yetti. İkinci kibritin alevi şöminenin
üzerindeki dövme demirden şamdanı ve şamdanın üzerindeki küçük mumu aydınlattı. Üçüncü
kibritle mumu yakınca oda aydınlandı.
- Bu kadar küçük bir ışığın böyle büyük bir karanlığı aydın-'atması ne kadar ilginç değil mi,
dedi Sofi.
Arkadaşı başını salladı.
- Ama ışık bir yerde yokolur, diye devam etti Sofi. Aslında aranhk diye bir şey yoktur. Sadece
ışığın yokluğu diye bir şey
161
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
vardır.
- Üff... ne acayip şeyler söylüyorsun. Gel hadi, gidelim!
- Önce bir aynaya bakalım.
Sofi hâlâ komodinin üzerinde asılı durmakta olan pirim aynayı gösterdi.
- Ne kadar güzel!
- Evet ama sihirli bir ayna bu!
- "Ayna ayna söyle bana! Dünyanın en güzeli kim?"
- Dalga geçmiyorum Jorün. Bu aynanın içinden bakıp ay. nanın öte yanındaki şeyleri görmek
mümkün.
- Daha önce buraya hiç gelmediğini söylememiş miydin? Hem niye beni korkutmaktan böyle
çok zevk alıyorsun?
Sofi'nin bu soruya verecek cevabı yoktu.
- Özür dilerim!
Bu kez de bir anda yerde köşede bir şey gören Jorün oldu, Küçük bir kutuydu bu. Jorün
kutuyu yerden kaldırdı.
- Kartpostallar, dedi. Sofi içini çekti.
- Dokunma onlara! Duyuyor musun, bırak onları! Jorün korkuyla, yanan bir şeyi tutamayan
biri gibi elindeki
kutuyu yere attı. Kartlar yere dağıldı. Birkaç saniye sonra gülmeye başladı.
- Yalnızca kartpostal bunlar!
Jorün yere oturup kartlara bakmaya başladı. Birazdan Sofi de yanına oturdu.
- Lübnan... Lübnan... Lübnan... Bütün kartlar Lübnan'dan yollanmış, diye tespitte bulundu
Jorün.
- Biliyorum, dedi Sofi ağlamaklı bir sesle.
- O zaman sen buraya geldin daha önceden!
- Tamam, geldim işte. Geldim!
Sofi bir anda buraya daha önce gelmiş olduğunu kab* ederse her şeyin çok daha
kolaylaşacağını anladı. Hem ^
162
KARTPOSTALLAR
aünlerde yaşadıklarından birazını en yakın arkadaşına anlat-maktan ne çıkardı ki!
- Buraya gelmeden önce söylemek istememiştim. Jorün kartları okumaya başlamıştı.
- Hepsi Hilde Möller Knag diye birine yollanmış. Sofi hâlâ kartları eline almamıştı.
- Tüm adres bu mu? Jorün okudu:
- Hilde Möller Knag. Alberto Knox eliyle. Küçük Göl, Norveç.
Sofi rahat bir nefes aldı. Bu kartlarda da "Sofi Amundsen eliyle" diye yazmasından
korkmuştu. Kartları incelemeye koyuldu.
- 28 Nisan... 4 Mayıs... 6 Mayıs... 9 Mayıs... Yalnızca birkaç gün öncesinin tarihleri bunlar.
- Bir şey daha var... Tüm kartlar Norveç damgalı. Bak, "BM taburu" diye Norveççe yazıyor.
Hepsinde de Norveç pulu var...
- Galiba böyle oluyor. Tarafsız olduklarını göstermek için orada ayrı bir Norveç postanesi
kuruyorlar.
- Peki posta buraya nasıl ulaşıyor?
- Askeri uçakla, sanırım.
Sofi mumu yere koydu. İki arkadaş kartları okumaya başladılar. Jorün kartları sıraya
koymuştu. îlk kartı o okudu:
Sevgili Hilde. Lülesand'a, evimize gelmeyi nasıl iple çektiğimi bilemezsin. 24 Haziran
akşamüstü uçakla Kjevik'e varmış olmayı umuyorum. Elbette en çok 15. yaşgününde seninle
beraber olmayı isterdim ama ne yapalım ki askeri emir altındayım. Bunu biraz olsun telafi
etmek için tüm sevgimi sana büyük bir yaşgünü hediyesiyle sunuyorum. Kızının geleceğini
sürekli düşünen bir babadan sevgiyle...
163
SOFÎ'NİN DÜNYASI
NOT. Bu kartın bir kopyasını da ortak bir tanıdığımız^ gönderiyorum. Yakında anlayacaksın
Hilde'ciğim. Şu an-da daha fazlasını söyleyemem ama yakında anlayacaksın.
Sofi bir sonraki kartı aldı.
Sevgili Hilde. Burada yalnızca içinde olduğumuz günü düşünerek yaşıyoruz. Lübnan'daki bu
günlerden ileride hatırlayacağım en önemli şey bir uzun bekleyiş olacak. Ama sana çok güzel
bir 15. yaş hediyesi verebilmek için elimden ne gelirse yapıyorum. Hediyenin ne olduğunu şu
an söyleyemem. Kendi kendime güçlü bir sansür uyguluyorum. Sevgiler... Baban.
îki arkadaş heyecandan nefes bile atamıyorlardı. Tek kelime konuşmadan kartları okumaya
devam ettiler.
Sevgili kızım. Sana duygularımı beyaz bir güvercinin kanadında yollamak isterdim. Ama
savaş hüküm süren bu ülkede olmayan bir şey varsa o da beyaz güvercin! Belki Birleşmiş
Milletler bir gün dünyada barışı kurmayı başarır. NOT. Belki 15. yaş hediyeni başkalarıyla da
paylaşabilirsin? Ben gelince bunu konuşuruz. Hâlâ neden bahsettiğimi bilmiyorsun, değil mi?
İkimizi de düşünmeye bol bol vakti olan babandan sevgiyle...
Altı tane kart okumuşlar, geriye tek bir kart kalmıştı. Kartta şunlar yazıyordu:
Sevgili Hilde. Yaşgününle ilgili tüm sırlardan bazen öyle patlayacak gibi oluyorum ki,
telefonu açıp sana her şeyi anlatmak istiyor, sonra kendimi durduruyorum. Bu şey
164
KARTPOSTALLAR
büyüdükçe büyüyor. Ve sen de bilirsin ki bir şey büyüyüp durdukça insanın onu sırf kendine
saklaması zorlaşır. Sevgiyle... Baban. NOT. Bir gün Soft adında bir kızla karşılaşacaksın.
Karşılaşmadan önce birbirinizi biraz olsun tanımış olasınız diye sana yolladığım tüm kartların
bir kopyasını ona da yolluyorum. Yakında birşeyleri anlamaya başlar mı, ne dersin
Hilde'ciğim? Şimdilik o da senin bildiğinden fazlasını bilmiyor. Sofi'nin Jorün diye bir
arkadaşı var. Belki o yardımcı olabilir...
Joriin'le Sofi son kartı okuduktaıl sonra öylece kalakalıp birbirlerine baktılar. Jorün, Sofi'nin
bileğini kavradı sıkı sıkıya ve:
- Korkuyorum, dedi.
- Ben de.
- Son kartpostal ne zaman postalanmış? Sofi tekrar karta baktı.
-16 Mayıs, dedi. Bugün!
- Olamaz! diye haykırdı Jorün. Sinirlenmeye başlıyordu neredeyse.
Damgayı dikkatle incelediler. Tarih açık seçik görünüyordu işte: "16-05-90"
- Olamaz! diye üsteledi Jorün. - Üstelik bu kartları kim göndermiş olabilir? ikimizi de tanıyan
biri olmalı. Ya tam da bugün bizim buraya geleceğimizi nereden biliyor?
Jorün daha çok korkuyordu, çünkü ne de olsa Sofi Hilde ve babasının kim olduğunu ismen de
olsa biliyordu.
- Bence bu işin pirinç kaplamalı aynayla bir ilgisi var! Jorün'ün yine ödü koptu.
- Lübnan'daki postaneden postalanan kartların aynı anda aynanın içinden buraya fırladığını
düşünmüyorsun herhalde!
- Ya sen başka bir açıklama getirebiliyor musun?
- Hayır.
165
SOFfNİN DÜNYASI
KARTPOSTALLAR
- Ama burada başka bir sır daha var.
Sofi ayağa kalkıp mumu duvarda asılı iki resmin önüne tuttu. Jorün de resimlere yanaştı.
- "Berkeley" ve "Bjerkely". Ne demek bu?
- Hiçbir fikrim yok. Mumun bitmesine az kalmıştı.
- Hadi, dedi Jorün. Kalk gidelim!
Sofi bunun üzerine ayağa kalkıp beyaz komodinin üzerinde asılı aynayı yerinden çıkardı.
Jorün'ün itirazlarına rağmen Sofi aynayı bırakmadı.
Dışarısı tam bir mayıs gecesinin olabileceği kadar karanlıktı. Gökyüzünden gelen ışık ancak
çalıların ve ağaçların dış hatlarını aydınlatacak kadardı. Ufak göl gökyüzünün küçük bir
yansıması gibiydi. İki arkadaş gölün öte yakasına doğru ağır ağır kürek çektiler.
Çadıra varana dek pek fazla konuşmadılar. İkisi de diğerinin olan biteni düşündüğünü
düşünüyordu. Arasıra bir kuşu korkutarak, arada bir bir baykuş duyarak yürüdüler.
Çadıra varır varmaz uyku tulumlarının içine girdiler. Jorün aynanın çadırda durmasına karşı
çıktı. Uyumadan önce aynanın çadırın dışında durmasının da aynı ölçüde korkutucu
olduğunda birleştiler. Üstelik Sofi kartpostalları da almış, sırt çantasının yan gözüne
koymuştu.
Ertesi sabah erkenden uyandılar. Uyku tulumundan ilk çıkan Sofi oldu. Çizmelerini giyip
çadırdan çıktı. Büyük pirinç ayna çimenlerin üzerinde duruyordu. Üzeri çiyle kaplanmıştı.
Sofi kazağıyla çiyleri kurulayıp yerde duran aynadaki görüntüsüne bakü. Kendi kendini
tepeden tırnağa araştırıyor gibiydi. Neyse ki üzerinden Lübnan'dan o gün gelme kart filan
çıkmadı.
Çadırın arkasındaki geniş düzlüğün üzeri küçük pamuktan yastıklar gibi parça parça olmuşsabah
sisiyle örtülüydü.
166
ıC "cük kuşlar müthiş bir enerjiyle ötüyorlardı. Büyük kuşlar-dansa eser yoktu.
İki arkadaş üzerlerine birer kazak daha giyip kahvaltılançadırın
dışında yaptılar. Binbaşının Evi'nden ve gizemli kartlardan söz etmeye başladılar.
Kahvaltıdan sonra cadın toplayıp eve doğru yola koyuldular Sofi aynayı kolunun altında
taşıyordu. Çokça mola veriyorlardı, çünkü Jorün Sofiye taşımada yardım etmiyor, aynaya
dokunmak istemiyordu.
İlk evler görünmeye başladığı sırada bir patlama sesi duydular. Sofi, Hilde'nin babasının savaş
içinde olan Lübnan'la ilgili söylediklerini hatırladı. Birden barış içinde olan bir ülkede
yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu anladı. Bu patlama sesleri yalnızca havai fişeklerden
geliyordu.
Sofi Jorün'ü sıcak çikolata içmeye davet etti. Annesi bu büyük aynayı nerden ve nasıl
buldukların* sordu durdu. Sofi Binbaşının Evi'nin dışında bulduklarını söyledi. Annesi tekrar
bu evde çok uzun yıllardır hiç kimsenin yaşamadığını anlattı.
Jorün evine gittikten sonra Sofi kırmızı elbisesini giydi. Bayramın gerisi normal bir şekilde
geçti. Akşam televizyonda haberlerde Lübnan'daki Norveçli Birleşmiş Milletler güçlerinin
milli bayramı nasıl kutladıkları gösterildi. Sofi merakla ekrana bakıyordu, çünkü bu
adamlardan birisi Hilde'nin babası olabilirdi.
17 Mayıs'ta Sofi'nin yaptığı son şey pirinç aynayı odasına asmak oldu. Ertesi sabah Geçit'te
yeni bir sarı zarf buldu. Hemen açıp beyaz kâğıtlarda yazılı olanları okumaya koyuldu.
167
IKÎ KÜLTÜR
...yalnızca böylelikle boşlukta dolanmaktan kurtulabilirsin...
Artık karşılaşmamıza pek bir şey kalmadı, sevgili Sofi! Binbaşım,, Evi'ne bir kez daha
geleceğini tahmin ederek Hilde'nin babasından gelen bütün kartları orada bırakmıştım. Kartlar
Hilde'ye yalnızca bu şekilde ulaşabilir. Sen şimdilik Hilde'nin kartları nasıl alacağını dü.
şünme. Haziranın 15'ine kadar köprünün altından ne sular akar!
Helenizm filozoflarının Eski Yunan filozoflarının düşüncelerini nasıl tekrar tekrar ele
aldıklarını gördük. Aynı zamanda Yunan filo. zoflarını din kurucuları olarak görmek gibi bir
çaba da vardı. Ploti-nos'un Platon'u insanlığın kurtarıcısı olarak görmesine ramak kalmıştı.
Ama bildiğimiz gibi sözünü ettiğimiz bu dönemin tam ortasında, Yunan-Roma dünyasının
dışında bir başka kurtarıcı dünyaya geliyordu. Bu kişi Nasıra'lı Isa idi. Bu bölümde
Hıristiyanlığın nasıl Yunan-Roma dünyasına yavaş yavaş yayıldığını göreceğiz. Bu, Hilde'nin
bizim dünyamıza yavaş yavaş girişine benziyor.
İsa Yahudi'ydi. Yahudiler Samî kültürüne aittiler. Yunanlılar ve Romalılar ise Hint-Avrupa
kültürünün bir parçasıydılar. Dolayısıyla Avrupa uygarlığının iki temeli olduğunu öne
sürebiliriz. Hıristiyanlığın Yunan-Roma kültürüyle yavaş yavaş nasıl karıştığını anlatmaya
başlamadan önce bu iki temelden bahsedeceğiz.
168
iKi KÜLTÜR
Hint-Avrupalı
Hint-Avrupalı sözcüğüyle, Hint-Avrupa dillerinden biri konuşulan ülkeleri ve kültürleri
kastediyoruz. Bu diller Fin-Macar dillerinin (La-ponca, Fince, Estonca ve Macarca) ve
Baskça'nın dışındaki tüm Avrupa dilleridir. Hint ve İran dillerinin çoğu da Hint-Avrupa dilleri
aile-sindendir.
Bundan 4000 yıl kadar önce ilk Hint-Avrupalılar Karadeniz'le Hazar Denizi etrafındaki
bölgelerde yaşıyorlardı. Sonraları bu Hint-Avrupalı kavimler büyük dalgalar halinde güneyde
İran ve Hindistan'a, güney-batıda Yunanistan, İtalya ve İspanya'ya, batıda Orta-Avru-pa'dan
İngiltere ve Fransa'ya, kuzey-batıda İskandinavya ve kuzeydoğuda Doğu Avrupa ve Rusya'ya
göçettiler. Hint-Avrupalılar gittikleri her yerde Hint-Avrupa öncesi kültürlerle kaynaştılar ve
Hint-Avrupa dini ve dili buralarda baskın bir rol oynamaya başladı.
Dolayısıyla eski Hint Veda yazıtları, Yunan felsefesi ve de Snor-re'nin Tanrı öğretisi aynı
aileden olan dillerde yazılmıştır. Üstelik yalnız dil değildir bunlarda yakın olan. Yakın diller
yakın düşünceler doğurur. Bu yüzden Hint-Avrupa "kültürü" deyimini kullanıyoruz.
Hint-Avrupa kültürü farklı pek çok tanrıya inanışın izlerini taşıyordu. Buna Çoktanncılık
diyoruz. Tanrıların adları ve pek çok dini sözcük ve deyim değişik Hint-Avrupa bölgelerinde
birbirine benzer sözcükler olarak karşımıza çıkar. Birkaç örnek vereyim:
Eski Hintliler gökyüzü tanrısı Dyaus'a taparlardı. Bu tanrının Yunancadaki adı Zeus,
Latincedeki adı luppiter (aslı lov-peder, yani "Baba lov") olup Norön mitolojisinde de Tyr
olarak karşımıza çıkar. Yani Dyaus, Zeus, lov ve Tyr aynı sözcüğün değişik "lehçe"lerde
söylenişidir.
Kuzey'de Vikingler'in aese dedikleri birtakım tanrılara taptıklarını hatırlıyorsundur. Hint-
Avrupa dünyasında pek çok yerde bu sözcüğün "Tanrılar" anlamında kullanıldığını
görüyoruz. Tanrılara es-ki-Hintçede (Sanskritçe) as ura, Farsçada ise ahum denir. "Tanrı"
169
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
anlamına gelen bir başka sözcük Sanskritçede deva, Farsçada da-eva, Latincede deus ve
Nöron mitolojisinde tivurr olarak geçer.
Kuzey'de bazı bereket tanrılarına inanılırdı (örneğin Njord, Fröy ve Fröya). Bu tanrıların ortak
adı vane idi. Bu sözcük bereket tanrıçasının Latincedeki adı Venüs ile akrabadır. Sanskritçede
de "is-tek" ya da "arzu" anlamına gelen vani sözcüğü bulunur.
Hint-Avrupa dünyasında mitler de benzerlik gösterir. Snor-re'nin Norön tanrılarını anlattığı
mitler, bundan 2000-3000 yıl önce Hindistan'da anlatılan mitleri anımsatır. Elbette Snorre'nin
mitleri Kuzey doğasından, Hint mitleri ise Hint doğasından etkilenmiştir ama bu mitlerin
çoğunun köklerinde, belli ki çok daha öncelere dayanan bir benzerlik görülür. Bu köklerden
en önemlilerini ölümsüzlük iksiri ve tanrıların kötü güçlere karşı savaşlarını anlatan mitlerde
bulabiliriz.
Hint-Avrupa kültürlerinde düşünüş biçiminin kendisinde de büyük benzerlikler görülür. Bu
benzerliklere en iyi örnek, bu kültürlerde evrenin iyi ve kötü güçler arasında sonu gelmez bir
savaş olarak al-gılanmasıdır. Bu tehlikeden ötürü Hint-Avrupalılar dünyanın geleceğini
"öngörmeye" çalışmışlardır.
Yunan felsefesinin tam da Hint-Avrupa dünyasında ortaya çıkışının bir rastlantı olmadığını
söyleyebiliriz. Hint, Yunan ve Norön mitolojilerinin hepsinde felsefi ya da "spekülatif"
düşünceye yönelik bir çaba vardır.
Hint-Avrupalılar dünyanın gidişatı konusunda bir "sezgi"ye varmaya çalıştılar. "Sezgi" ya da
"bilme" anlamına gelen bir sözcük tüm Hint-Avrupa dillerinde karşımıza çıkar: Sanskritçede
vidya olan bu sözcük Platon felsefesinde çok önemli bir rol oynadığını hatırlayacağın
Yunanca'daki ide sözcüğünün aynıdır. Latince video sözcüğü esasen "görmek" anlamına gelir.
(Görmenin televizyon ekranına bakmakla eşanlama gelmesi yalnızca günümüze özgü bir
olaydır!) İngilizce wise ve vv/sdom (bilgelik), Almanca W/ssen (bilgi), Norveççe viten
sözcükleri hep aynı anlama gelir. Yani Norveççe
170
ÎKÎ KÜLTÜR
«viten" kelimesinin kökü, Hintçe "vidya", Yunanca "ide" ve Latince «video" kelimelerinin
kökü ile aynıdır.
Genel olarak Hint-Avrupalılar için görmenin en önemli duyu olduğunu söyleyebiliriz. Hint,
Yunan, İran ve Alman edebiyatı büyük kozmik vizyonlarla doludur. (İşte yine bu sözcük:
"vizyon" sözcüğü de Latince "video" fiilinden türemiştir.) Hint-Avrupa kültürlerinde
karşımıza çıkan bir başka ortak özellik de tanrıların ve mitlerin anlattıklarının resim ve
heykellerini yapmak olmuştur.
Hint-Avrupalılar dairesel bir tarih görüşüne sahiptirler. Bu görüşe göre tarih, tıpkı
mevsimlerin yazdan kışa, kıştan yaza değişmesi gibi halkalar ya da "daireler" halinde ilerler.
Tarihin bir başı ve bir sonu yoktur. Doğum ve ölüm arasında sonsuza dek gidip gelen, doğan
ve yokolan değişik dünyalar vardır o kadar.
İki büyük Doğu dini olan Hinduizm ve Budizm de Hint-Avrupa kökenlidir. Yunan felsefesi
de bu temele dayandığı için Hinduizm ve Budizm ile ortaklıklar gösterir. Günümüzde dahi bu
dinler derin felsefi yansımalar barındırır.
Hinduizm ve Budizm'de sık sık Tanrı'nın her şeyde varolduğu (Tümtanrıcılık) ve insanın
dinsel sezgi yoluyla Tanrı'yla bir olabileceği düşüncesine rastlanır. (Plotinos'u hatırlıyorsun,
değil mi Sofi?) Bunun gerçekleşebilmesi için insanın kendi derinine inmesi ya da meditasyon
gerekir. Bu yüzden Doğu'da edilginlik ve içedönüklük en büyük dinsel erdemler olarak
görülmüştür. Yunan düşüncesinde de ruhun kurtuluşu için insanın çile çekmesi ya da dinsel
bir içe dönüklük içinde olması gerektiği fikrine rastlanır. Ortaçağ manastır işleyişinin
temelinde de Yunan-Roma dünyasının bu inanışları yatmaktadır.
Hint-Avrupa kültürlerinin çoğunda ruhun bedenden bedene geçtiği inanışı çok önemli bir yer
tutar. 2500 yıldır her bir Hintlinin amacı, ruhunu bu döngüden kurtarabilmek olmuştur. Ruhun
beden değiştirdiğine inananlardan biri de Platon'du.
171
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Samîler
Tekrar Samîlere dönelim Sofi. Samîler bambaşka bir kültüre ve battı. başka bir dile
sahiptirler. Aslen Arap Yarımadası'ndan gelseler de bunların da kültürleri dünyanın pek çok
değişik bölgesine yayılmış, tır. Yahudiler 2000 yıldan fazla bir süre anavatanlarından uzakta
ya. şamışlardır. Samîtarihi ve dini gerçek coğrafi köklerinden en uzak. lara Hıristiyanlık
yoluyla yayılmıştır. Samî kültürünün yayılmasında Müslümanlığın da önemli bir payı
olmuştur.
Üç Batı dini de (Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) Samî kökenlidir. Müslümanların
kutsal kitabı Kuran da, Eski Ahit de Samî dil grubuna ait dillerde yazılmıştır. Eski Ahit'te
"Tanrı" anlamında kullanılan bir sözcük, Müslümanların Allah'ıy\a aynı dilsel kökten
gelmektedir. ("Allah" sözcüğü Tanrı anlamına gelir.)
Hıristiyanlık'ta işler biraz karmaşıklasın Hıristiyanlık da Samî kökenlidir ancak Yeni Ahit
Yunanca yazılmıştır. Ve Hıristiyan tanrı-bilimi ya da inanışı biçimlenirken Yunan ve Latin
dillerinin dolayısıyla Helenistik felsefenin etkisinde kalmıştır.
Hint-Avrupalıların birden çok tanrıya inandıklarını görmüştük. Samîler'deki en belirleyici
özellikse çok eski zamanlardan itibaren tek birTanrı'ya inanmalarıdır. Buna
Tektanrıcılıkdenir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın üçü de Tann'nın bir olduğu
temel düşüncesini paylaşır.
Samîler ayrıca genel olarak tarihe çizgisel bir bakış açısından bakarlar. Yani tarihi sürüp
giden bir doğru olarak görürler. Tanrı Dün-ya'yı yaratmıştır ve tarih o andan itibaren
başlamıştır. Ancak bir gün tarih sona erecektir. Bu gün "kıyamet günü"dür ve bu günde Tanrı
tüm diri ve ölüleri yargılayacaktır.
Bu üç Batı dininde önemli bir özellik tam da tarihin oynadığı bu roldür. Tanrı tarihe müdahale
eder - evet, hattâ tarih, Tanrı dünyayı istediği şekle getirebilsin diye vardır. Tanrı İbrahim'i bir
zamanlar nasıl "vaat edilen ülkeye" ulaştırdıysa, insanlığın adımlarını da tari-
172
İKİ KÜLTÜR
hjn jçjnden "kıyamet günü"ne ulaştıracaktır. Ve işte o zaman dünyadaki tüm kötüler yok
edilecektir.
Tarihin gidişatında Tann'nın büyük rolü olduğuna inanan Samîler binlerce yıl tarihi yazmakla
uğraşmışlardır. Kutsal yazıtlarının temelini de bu tarihsel kökler oluşturur.
Kudüs kenti bugün bile Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar için kutsal bir kent olmaya devam
etmektedir. Bu da bu üç dinin ortak köklerine işaret etmektedir. Kudüs'te önemli (Yahudi)
sinagoglar, (Hıristiyan) kiliseler ve (Müslüman) camiler bir arada yer almaktadır. Bu yüzden
tam da bu kutsal şehrin çekişmelerin merkezi haline gelmesi son derece acıklı bir olaydır.
Evet, binlerce kişinin ölmesinin nedeni bu "ebedî kentin" sahipliğinin paylaşılamıyor
olmasıdır. Umarız ki Birleşmiş Milletler bir gün burayı üç dinin buluştuğu bir kutsal merkez
haline getirebiliri (Şimdilik felsefe kursumuzun bu pratik kısmına değinmeyeceğiz. Bu
konuyu tümüyle Hilde'nin babasına bırakacağız. Hilde'nin babasının bir Birleşmiş Milletler
gözlemcisi olduğunu artık anlamış olduğunu sanıyorum. Daha da ötesi sana rütbesinin binbaşı
olduğunu da söyleyebilirim. Aradaki ilişkiyi anlıyorsundur belki de! Neyse, olayları önceden
tahmin etmeye ça-lışmasak daha iyi olur!)
Hint-Avrupalılarda en önemli duyunun görme olduğunu söylemiştik. Samî kültürler içinse
duymak çok önemlidir. Yahudi inanç bildiriminin "Duy, ey İsrail!" sözleriyle başlıyor olması
bir raslantı değildir örneğin. Eski Ahit'te insanların Tann'nın sözlerini nasıl "işittiklerini"
okuruz; Yahudi peygamberler de vaazlarına "Yehova(Tanrı) dedi ki" sözleriyle başlarlardı.
Tann'nın dediklerini "duymak" Hıristiyanlıkta da önem verilen bir konudur. Her şeyden
önemlisi Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık'ta dini törenlerde yüksek sesle okumaya ya
da ezberden okumaya büyük bir yer verilmesidir.
Hint-Avrupalıların tanrıların resim ve heykellerini yaptıkların-dan sözetmiştik. Samîler içinse
aynı ölçüde tipik olan şey "resmi ya-8aklamalan"dır. Tann'nın ya da "kutsal olan"ın resmini
ya da hey-
173
SOFi'NİN DÜNYASI
kelini yapmak yasaktı. Eski Ahit'te de insanların Tanrı'nın herhangi bir şekilde resmini
yapmamaları emredilir. Bu yasak günümüzde İs. lam ve Yahudilikte hâlâ geçerlidir. İslam'da
bu genel olarak fotoğra. fa ve resimli sanatlara da karşı olmak şeklinde gelişmiştir. Buradaki
düşünce, insanların "yaratmak" konusunda Tanrı'yla boy ölçüşme-ye girişmemeleri
gerektiğidir.
Peki ama nasıl oluyor da Hıristiyan kiliseleri Tanrı'nın ve İsa'nın resimleriyle dolu oluyor,
diye sorabilirsin. Çünkü işte bu Hıristiyanlığın Yunan-Roma kültüründen etkilenişine bir
örnek. (Ortodoks kili-sesinde, yani Yunanistan ve Rusya'da, İncil'de anlatılan öykülerden yola
çıkarak "oyma" putlar ya da heykeller veya İsa'nın haç üstünde resmini yapmak hâlâ yasaktır.)
Büyük Doğu dinlerinin tersine bu üç Batı dini Tanrı ile yarattıkları arasında bir mesafe
olduğunu vurgular. Amaç ruhun bedenden bedene geçmesi değil günah ve suçlardan
arınmaktır. Dini yaşama da insanın kendine dönmesi ve meditasyondan çok dua, vaaz ve eski
yazıların araştırılması damgasını vurur.
İsrail
Din dersi öğretmeninle aşık atmak niyetinde değilim ama, Hıristiyanlığın Yahudi geçmişine
burada kısaca bir göz atalım.
Her şey Tanrı'nın dünyayı yaratmasıyla başladı. Dünyanın nasıl yaratıldığını İncil'in ilk
sayfalarında bulabilirsin. Sonra insan Tan-n'ya karşı geldi. Bu sadece Adem'le Havva'nın
Cennet Bahçesi'nden atılmalarına değil, yeryüzüne Ölüm'ün gelmesine de neden oldu.
İnsanların Tanrı'ya karşı gelişleri İncil'in başından sonuna dek tekrarlanan bir temadır.
Musa'nın Birinci Kitabı ile devam edecek olursak karşımıza Tufan öyküsü ve Nuh'un Gemisi
çıkar. Sonra Tanrı'nın İbrahim ve onun soyundan olanlarla bir akit yaptığını okuruz. Bu
anlaşmaya göre İbrahim ve soyundan olanlar Tanrı'nın emirle-
174
İKİ KÜLTÜR
rine uyacaklardır. Buna karşılık Tanrı da İbrahim'in soyunu koruyacaktı''- Bu anlaşma daha
sonra Musa'nın Tur Dağı'na çıkıp Tanrı ile konuşması ve ondan "On Emir"i almasıyla
yenilenir. Bunlar İ.Ö. 1200 yıllarında olmaktadır. Bu zamana dek İbraniler uzun yıllar
Mısır'da köle olarak yaşamışlar, ancak bu yıllarda Tanrı'nın yardımıyla İsrail'e
dönebilmişlerdir.
İsa'dan önce 1000 yıllarında, henüz Yunan felsefesi ortaya çıkmadan önce, İsrail'de üç büyük
kral yaşamıştı. Bunların ilki Saul, ikincisi oğlu Davudve üçüncüsü de Kral Solomon'du. Tüm
İsrailliler tek bir krallık altında bir araya gelince ve özellikle Kral Solomon döneminde
politik, askeri ve kültürel bakımdan parlak bir dönem yaşadılar.
Krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de onlara "yağlanmış" anlamında
Mesih denirdi. Dinsel açıdan krallar Tanrı ile insanlar arasında bir aracı olarak görülürdü. Bu
yüzden krallara "Tanrı'nın Oğlu", ülkeye de "Tanrı'nın Krallığı" denirdi.
Ancak İsrail çok geçmeden gücünü kaybetti. Krallık Kuzey (İsrail) ve Güney (Judea) olarak
ikiye ayrıldı. İ.Ö. 722 yılında Asurlular tarafından ele geçirilen Kuzey İbrani Krallığı tüm
politik ve dinsel gücünü yitirdi. Güney Krallığı'nın akıbeti de pek farklı olmadı. Burası da İ.Ö.
586 yılında Babillilerin eline geçti. Babilliler kentin tapınağını yıktılar ve halkın çoğunu
Babil'e köle olarak götürdüler. Bu "Babil esareti" İ.Ö. 539 yılına dek sürdü. İbraniler ancak o
zaman Kudüs'e geri dönüp büyük tapınağı yeniden inşa edebildiler. Ama İsa'nın doğumuna
kadar olan dönemde Yahudiler sürekli başka ulusların idaresi altında yaşadılar.
Yahudilerin kendilerine sordukları en önemli soru Davud'un Krallığı'nın neden dağıldığı,
İsrail halkının başına neden bir felaketin ardından bir başkasının geldiğiydi. Tanrı daima
İsrail'i gözeteceğine söz vermemiş miydi? Ama halk da Tann'nın emirlerine uyacağına söz
vermişti. Demek ki Tanrı emirlerine uymadığı için İsrail'i cezalandırıyordu.
175
SOFfNÎN DÜNYASI
İsa'dan önce 750 yıllarından itibaren bir takım kâhinler ortaya çıkarak İsrail'in Tanrı'nm
emirlerine uymadığı için Tanrı tarafından cezalandırılacağını söylediler. Tanrı bir gün İsrail'i
yargılayacak, dediler. Bu tür kehanetlere "Kıyamet kehanetleri" diyoruz.
Öte yandan çok geçmeden başka kâhinler çıkıp Tanrı'nm seçtiği bir takım kullarını
kurtaracağını, onlara Davud'un soyundan bir "Barış Prensi" göndereceğini söylemeye
başladılar. Bu kişi Davud'un Krallığı'nı yeniden kuracak, insanlara mutlu bir gelecek
getirecekti.
Kâhin Isaiah "Karanlıkta dolanıp duranlar büyük bir ışık görecekler," diyordu. "Gölgeler
ülkesinin üzerinde ışık parıldar." Bu tür kehanetlere de "Kurtuluş kehanetleri" diyoruz.
Özetleyecek olursak: İsrail halkı Kral Davud'un idaresinde mesut bir şekilde yaşıyordu.
Ancak zamanla İbraniler güçten düşmeye başlayınca, bir takım kâhinler çıkıp Davud'un
soyundan yeni bir kral geleceği kehanetinde bulundular. Bu "Mesih" ya da "Tanrı'nın Oğlu"
insanları "kurtaracak", İsrail'i eski gücüne kavuşturup "Tanrı'nın Krallığı"nı kuracaktı.
Isa
Evet Sofi, söylediklerimi takip ediyorsundur umarım! Anahtar sözcükler "Mesih", "Tanrı'nın
Oğlu", "kurtuluş" ve "Tanrı'nın Krallığı". Başlangıçta bu politik bir konuydu. İsa'nın
döneminde de başa Kral Davud gibi yeni bir politik, askeri ve dini önder geleceğine inananlar
çoktu. Bu "kurtarıcı" Yahudilerin Roma idaresi altındaki ızdırapları-na bir son verecek, ulusal
bir lider olarak görülüyordu.
Ancak bunların yanında ufkunu biraz daha genişletmiş olanlar da vardı. İsa'dan birkaç yüz yıl
öncesinden itibaren bir takım kâhinler "Mesih"in tüm dünyanın kurtarıcısı olacağını
söylüyorlardı. Bu kişi sadece İbranileri yabancı boyunduruğundan kurtarmakla
176
ÎKİ KÜLTÜR
um msan'an günah ve suçlarından, en önemlisi de ölüm-kurtaracaktı. Bu anlamıyla "kurtuluş"
tüm Helenistik dünyada
da yayg|n olan bir özlemdi-
Ve sonra İsa ortaya çıktı. Kendini beklenen Mesih olarak göstetek
kişi olmamakla beraber, O da "Tanrı'nın Oğlu", "Tanrı'nın Krallığı". "Mesih" ve
"kurtuluş" sözcüklerini kullanarak eski kehanetlerle bir bağlantı kuruyordu. Atın üzerinde
Kudüs'e girerek halkın kendisine kurtarıcı olarak tezahürat yapmasına izin veriyor, böylelikle
bir anlamda eski kralların "taç devir törenine" doğrudan göndermede bulunuyordu. Halkın
kendisini yağlamasına izin veriyordu. "Artık zamanı geldi," diyordu "Tanrı'nın Krallığı
yakındır."
Tüm bunlar önemli, ancak en önemlisi şu: İsa'yı diğer "Mesih-|er"den ayıran şey, kendisinin
askeri ya da politik bir isyancı olmadığını özellikle ortaya koymasıdır. Onun çok daha büyük
bir görevi vardı. O insanlara kurtuluş ve Tanrı'nın affını bildiriyordu. İnsanların arasında
dolaşıp onlara "günahlarının bağışlandığım" söylüyordu.
Böyle "günah bağışı" dağıtmak o zamana dek duyulmuş bir şey değildi. Bu yetmiyormuş gibi
Tanrı'ya da "baba" (abba) diyordu. Bu da Yahudi çevrelerinde daha önce asla görülmemiş bir
şeydi. Bu yüzden çok geçmeden fakihler arasından güçlü protestolar yükselmeye, İsa'nın
idamı istenmeye başladı.
Yani durum şuydu: İsa'nın yaşadığı dönemde pek çok insan gösterişli bir biçimde (yani
mızrakla ve kılıçla) gelerek "Tanrı'nın Krallığı"nı kuracak bir Mesih bekliyordu. "Tanrı'nın
Krallığı" deyişinin kendisi de, iyice genişletilmiş anlamıyla, İsa'nın vaazlarında sürekli
tekrarlanır. İsa "Tanrı'nın Krallığı"nın insanları sevmek, güçsüzlerle yoksullara yardım etmek
ve hata yapanları bağışlamak olduğunu söylüyordu.
Bu, çok eski ve askeri bağlamda kullanılagelmiş bir sözcüğün ilamını yüz seksen derece
değiştirmek anlamına geliyor. İnsanla-rın "Tanrı'nın Krallığfnı kuracak bir ordu kumandanı
beklediği bir
177
SOFÎ'NİN DÜNYASI
zamanda, çarşaf ve sandalet giyinmiş İsa çıkıp, Tanrı'nın Kra||K ğı'nın ya da "Yeni Ahif'in
"komşunu kendin gibi sevi" demek oldu. ğunu söylüyor. Ve dahası Sofi, İsa düşmanlarımızı
sevmemiz gerelc. tiğini söylüyor! Birisi sana vurursa sen de ona aynen karşılık verme,
yeceksin; sana vurana "öbür yanağını döneceksin"! Ve affedecek, sin - yedi defa değil, yedi
kere yetmiş defa affedeceksin!
İsa kendi hayatında da fahişelerle, rüşvet yiyen tefecilerle ve halkın düşmanı politikacılarla
konuşarak kendinin onlardan daha üstün olmadığını gösteriyordu. Daha da ileri giderek,
babasının tün) mirasını çarçur eden işe yaramaz bir oğulun ya da devletin parasını iç eden bir
tefecinin bile Tanrı'ya dönüp af dilediği takdirde Tanrı'nın onu affedeceğini söylüyordu.
Sıkı dur Sofi, çünkü İsa daha da ileri giderek, Tann'nın gözünde bu tür günahkârların kusursuz
Ferisîlerden ya da kusursuzluklarıy-la böbürlenen "ipeksi yurttaşlardan" çok daha dürüst
olduğunu, dolayısıyla Tanrı'nın affına daha çok layık olduklarını söylüyordu.
İsa'ya göre insanlar Tanrı'nın merhametini kazanamazlar. İnsanlar kendi kendilerini
kurtaramazlar. (Yunanlıların çoğu ise böyle düşünüyorlardı!) İsa'nın Dağ Vaazı'nda en katı
ahlaksal kurallardan bahsetmesindeki tek amaç bunları insanlara anlatmak değil, hiçbir
insanın Tanrı'nın gözünde yeterince kusursuz olamayacağını göstermekti. Tanrı bağışlayıcıdır,
ancak insan bunun için ona dönüp dua etmeli, af dilemelidir.
İsa'nın hayatı ve öğretisine dair diğer bilgilerden sözetmeyi din öğretmenine bırakıyorum.
Çok önemli bir görev bu. Umarım sizlere İsa'nın ne kadar olağanüstü bir insan olduğunu
anlatmayı başarabilir. O, hem çağının diliyle konuşan, hem de eski deyişlere yepyeni ve daha
geniş bir içerik kazandıran bir insandı. Çarmıha gerilerek öldürülmesinin nedenini anlamak
ise güç değil: onun gösterdiği kurtuluş yolu pek çok çıkar ve güç sahibinin çıkarlarına
öylesine ters düşüyordu ki, bir an önce ortadan kaldırılması bir zorunluluk olmuşta
Sokrates'ten sözederken insanların mantığına seslenmenin ne
178
ÎKI KÜLTÜR
kadar tehlikeli olabileceğini görmüştük. Şimdi İsa'dan sözederken koşulsuz insan sevgisi ve
koşulsuz merhamet ilkelerini öne çıkarmanın da bir o kadar tehlikeli olabileceğini görüyoruz.
Günümüzde bUe koskoca devletlerin barış, sevgi, yoksullara yiyecek ve devlet düşmanlarına
af gibi son derece basit istekleri karşılayamadığını görüyoruz.
Platon'un, Atina'nın en dürüst insanı olan Sokrates'in bu dürüstlüğünü hayatıyla ödemek
zorunda kalışından nasıl dehşete düştüğünü hatırhyorsundur. Hıristiyanlığa göre de yaşamış
tek dürüst insan İsa'dır. O da buna rağmen ölüme mahkum edilmiştir. Hıristiyan inanışına
göre o insanlık uğruna ölmüştür. İsa'nın "ızdırabı" deyişiyle kastedilen de budur. İsa, insanlar
Tanrı'yla "ödeşsinler" ve Tanrı'nın gazabından kurtulsunlar diye tüm insanların suçunu
üstlenmiş "mazlum hizmetkâr"dır.
Pavlus
Çarmıha gerilerek öldürülüp mezara gömülmesinin ardından birkaç gün geçtikten sonra
İsa'nın mezarında dirildiği söylentileri duyulmaya başladı. Böylelikle onun sıradan biri
olmadığı, gerçekten "Tanrı'nın oğlu" olduğu doğrulanmış oluyordu.
Hıristiyan Kilisesi, İsa'nın dirildiği söylentilerinin yayıldığı bu Paskalya Sabahı kurulmuştur
bir anlamda. Bunu daha o zamanlar, Pavlus'un sarfettiği şu sözlerde görmek mümkün: "İsa
dirilmediyse bizim sözlerimiz boş, inancımız anlamsızdır."
O zaman artık tüm insanlar "yeniden doğuşu" bekleyebilirlerdi. Isa tam da bizim
kurtuluşumuz için çarmıha gerilmemiş miydi! Ancak Sofi, bu, Yahudi bakış açısından "ruhun
ölümsüzlüğü" ya da bir 'ur "ruhun beden değiştirmesi" anlamına gelmez. Bunlar Yunan ya da
Hint-Avrupa düşüncesinde vardı. Hıristiyanlığa göre ise insanda kendiliğinden ölümsüz olan
bir şey, örneğin ölümsüz bir "ruh" yok-
179
SOFfNÎN DÜNYASI
tur. Kilise "bedenin yeniden doğuşuna ve sınırsız yaşama" inanır bizler ancak Tanrı'nın
mucizesiyle ölümden ve "cehennem aza. bı"ndan kurtulabiliriz. Bu ne bizim faziletimize ne
de doğuştan gelme bir takım özelliklerimize bağlıdır.
İlk Hıristiyanlar insanı kurtuluşa götürecek yolun İsa Mesih'e inanmaktan geçtiği yolundaki
"sevinçli haber"! yaymaya başladılar. Onun arabuluculuğu sayesinde "Tann'nın Krallığı"nın
kurulması yakındı. Artık tüm dünya İsa adına kazanılabilirdi.
İsa'nın ölümünden hemen birkaç yıl sonra Ferisî Pavlus Hıristi-yanlığa döndü. Tüm Yunan-
Roma dünyasına yaptığı misyonerlik yolculukları sonunda Hıristiyanlığı bir dünya dini haline
getirdi. Bu konu "Apostellerin İşleri"nde geçmektedir. Bu konudaki bilgileri ayrıca Pavlus'un
ilk Hıristiyan cemaatlere yazdığı mektuplardan da elde ediyoruz.
Ve Pavlus Atina'ya da gelir. Doğruca felsefenin başkentinin meydanına varır. "Kentin putlarla
dolu oluşundan üzüntü duyduğu" söylenir. Yahudi Sinagogu'nu ziyaret ederek Epikurosçu ve
Stoacı filozoflarla konuşur. Bunlar onu alıp Areopagos Tepesi'ne çıkarırlar ve sorarlar:
"Anlattıkların ilginç şeyler. Nasıl bir yeni öğreti bu? Danasını da bilmek isteriz!"
Gözünün önüne getirebiliyor musun, Sofi? Atina meydanında birden bir Yahudi ortaya çıkıp
çarmıha gerilmiş bir kurtarıcıdan ve sonra onun nasıl öldükten sonra dirildiğinden sözetmeye
başlıyor. Pavlus'un Atina'yı bu ziyareti sırasında Yunan felsefesiyle Hıristiyan kurtuluş
öğretisinin birbirleriyle nasıl çeliştiğini görüyoruz. Ama Pavlus Atinalılara kendini dinletmeyi
başarıyor. Areopagos'da, yani Akropol'daki heybetli tapınakların aşağısında dururken şu
konuşmayı yapıyor:
"Ey Atina erleri! Görüyorum ki her bakımdan epey dindarsınız-Çünkü kutsal yerlerinizi
gezerken şu kitabenin yazılı olduğu bir mihrap gördüm: 'Meçhul Tanrı'ya!' Tanımadan
taptığınız bu
180
ÎKİ KÜLTÜR
Tanrı'yı işte şimdi size ilan ediyorum. Dünyayı ve dünyadaki her şeyi yaratan Tanrı,
yeryüzünün ve gökyüzünün Rabbi olduğundan insan elleriyle yaratılmış tapınaklarda
yaşamaz. İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şeye ihtiyacı da yoktur. Her şeye can ve nefes veren
O'dur. Tüm milletleri bütün dünyaya dağıtarak vare-den, onlara belli zamanlar ve yerler
tanıyan, onları bir kandan vareden O'dur. Bunu Tanrı'yı arasınlar, mümkün ise O'nu el
yordamı ile bulabilsinler diye yapmıştır. Aslında hiçbirimizden uzak değildir O. O'nda yaşar,
hareket eder, O'nda varoluruz. Çünkü şairlerinizden birinin dediği gibi, 'Biz de O'nun
soyunda-nız'. Tann'nın soyundan olduğumuz için Tanrı'yı insan sanatı ya da düşüncesiyle
oyulmuş altına veya gümüşe yahut taşa benzer sanmamalıyız. Tanrı bu cehalet zamanlarına
sabır göstermiştir ama artık nerede olurlarsa olsun tüm insanların tövbe etmelerini öğüt
veriyor. Çünkü dünyayı adaletle yargılayacağı günü ve bu iş için uygun olanı seçti."O'nu
ölümden dirilterek bütün insanlara teminat verdi."
Pavlus Atina'da Sofi! Burada Hıristiyanlığın Yunan-Roma dünyasına girmeye başlayışını
görüyoruz. Hıristiyanlık Epikurosçu, Stoacı ya da Yeni Platoncu felsefelerden apayrı bir
şeydi. Pavlus yine de Yunan kültüründe Hıristiyanlık ile ortak bir yan bulur. Tanrı'yı
aramanın tüm insanların içinde varolan bir istek olduğuna işaret eder. Bu, Yunanlılar için de
yeni bir şey değildir. Pavlus'un söylediklerinde yeni olan şey Tann'nın artık insanlara kendini
gösterdiği, onlarla gerçekten temasa geçtiğidir. Yani Tanrı, yalnızca insanların düşünceleriyle
ulaşabileceği "felsefi bir Tanrı" değildir. Ne de "altın veya gümüş yahut taştan yapılma bir
esere" benzer - ki Akropolis ve büyük meydanda bunlardan yüzlercesi mevcuttu! Hayır, Tanrı
"insan elleriyle yaratılmış tapınaklarda da yaşamıyordu". Bu, tarihe katılıp kendini insanlar
uğruna feda ederek çarmıha gerilen, kişisel bir Tanrı idi. Resullerin İşleri'nde anlatılır ki,
Pavlus Areopagos'da bu ko-
181
SOFfNÎN DÜNYASI
nuşmayı yapıp İsa'nın öldükten sonra dirildiğini anlatınca dinleyen, lerin bazısı onunla alay
etmeye girişir. Ancak bazıları da "Bunm, hakkında seni yine dinlemek isteriz," derler. Ve
bazıları da oracj9 Pavlus'a katılıp Hıristiyanlığı kabul ederler. Bunlardan birisi Dama. ris
isimli bir kadındır. Bu, kadınların da Hıristiyanlığı kabul edişjne bir örnek olduğu için önemli
bir noktadır.
Pavlus bu şekilde misyonerliğini sürdürdü. İsa'dan birkaç on yt| sonra Atina, Roma,
İskenderiye, Ephesus ve Korintos gibi en önemli Yunan ve Roma illerinde Hıristiyan
cemaatler oluşmuştu.
İnanç Bildirimi
Pavlus'un Hıristiyanlık'taki rolü sadece misyonerliğiyle sınırlı değildir. Ruhani yol
göstericiliğe büyük ihtiyaç duyan Hıristiyan cemaatler üzerinde de büyük etkisi olmuştur.
İsa'dan sonraki ilk yıllarda tartışılan önemli sorulardan biri halen Yahudi olmayanların
Hıristiyan olmadan önce Yahudi olmalarının gerekip gerekmediğiydi. Örneğin bir Yunanlı On
Emir'e uymak zorunda mı, değil miydi? Pavlus'a göre değildi. Hıristiyanlık bir Yahudilik
mezhebi olmaktan daha öte bir şeydi. Hıristiyanlık tüm insanlara evrensel bir kurtuluş
vaadiyle geliyordu. Tanrı ile İsrail arasındaki "Eski Ahif'in yerini, Tanrı ile tüm insanlar
arasındaki "Yeni Ahit" alıyordu.
O sıralar ortaya çıkan tek yeni din de değildi Hıristiyanlık. Hele-nizmde pek çok dinin
varolduğunu görmüştük. Hıristiyanlığı diğer dinlerden ayırabilmek ve dağılmayı önlemek için
Kilisenin Hıristiyan öğretisinin ne olduğunu kısaca özetlemesi gerekiyordu. Böylece ilk
inanç bildirimleri ortaya çıktı. İnanç bildirimleri, önemli Hıristiyan*
lık "dogmalarını" ya da öğretilerini özetler.
İnanç bildirimlerinin en önemlilerinden biri İsa'nın hem Tanrı
hem insan olduğuydu. Yani İsa yalnızca "Tanrı'nın Oğlu" değil, Tan-
182
ÎKİ KÜLTÜR
'nin kendisiydi. Ancak o, insanca yaşayışı paylaşmış ve çarmıhta rçekten acı çekmiş "gerçek
bir insan"dı aynı zamanda.
Bu bir çelişkiymiş gibi görünebilir. Ancak Kilisenin verdiği meal tam da, Tanrı'nın insan
haline geldiği idi. İsa kısmen insan kısmen Tanrı, yani bir "yarı-Tann" değildi. Böyle "yarı-
Tanrı"lar Yunan dinleri ve Helenistik dinlerde sıkça rastlanılan bir şeydi. Oysa Kilise İsa'nın
"tam bir Tanrı ve tam bir insan" olduğunu anlatıyordu.
Hamiş
Sana her şeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu anlatmaya çalışıyorum, sevgili Sofi!
Hıristiyanlığın Yunan-Roma dünyasına girişi yalnızca bu iki kültürün dramatik bir biçimde
karşılaşması anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda tarihin en büyük kültür
devrimlerinden biri anlamına da geliyor.
Böylece Antik Çağı geride bırakıyoruz. Bu noktada ilk Yunanlı filozoflardan bu yana yaklaşık
bin yıl geçmiş oluyor. Şimdi önümüzde uzanan Hıristiyan Ortaçağ da yaklaşık bin yıl
sürmüştür.
Alman şairi Goethe, "Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan
insandır," demiştir. Ben de senin bu kişilerden biri olmaman, tarihini tanıman için elimden
geleni yapıyorum. Ancak böylelikle insan olunur. İnsan ancak böylece çıplak bir maymun
olmaktan kurtulabilir. İnsan ancak böylece boşlukta dönüp durmaktan kurtulabilir.
"Ancak böylelikle insan olunur. İnsan ancak böylece çıplak bir maymun olmaktan
kurtulabilir..."
Sofi bir süre öylece durup çitteki küçük deliklerden bahçeyi seyretti. Yavaş yavaş insanın
tarihsel kökenlerini bilmesinin ae kadar önemli bir şey olduğunu anlamaya başlıyordu. Bu, hiç
değilse İsrail halkı için son derece büyük bir anlam taşımıştı.
183
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Kendisi sıradan bir insandı o kadar. Ama tarihini bilen k insan, daha az sıradan bir insan
olurdu.
Kendisi bu gezegende henüz birkaç yıl yaşamıştı. Ama in. sanlığın tarihinin onun kendi tarihi
anlamına da geleceği dü. şünülürse, aslında binlerce yıl yaşındaydı.
Kâğıtlarını toparlayıp Geçitten çıktı. Neşe içinde hoplaya zıplaya bahçeden geçip odasına
çıktı.
184
ORTAÇAĞ
...yolun birazını katetmiş olmak yolunu şaşırmış olmak demek değildir...
Bir haftadır Alberto Knox'dan haber çıkmamıştı. Ne de Lübnan'dan kart gelmişti. Ama bu
arada Sofi sürekli Jorün'le Binbaşının Evi'nde buldukları kartları konuşmuştu. Aslında olup
bitenlerden aklı çıkmış olan Jorün, ortalık şimdi biraz yatışınca tekrar derslerine dönmüş,
eskisi gibi badminton oynamaya başlamıştı.
Sofi, Hilde'yle ilgili ipucu bulabilmek için Alberto'dan gelen mektupları tekrar tekrar okumuş,
bu arada da Antik Çağ felsefesini iyice sindirerek öğrenmişti. Artık Demokritos ile Sokrates'i,
Platon ile Aristoteles'i birbirine karıştırmak gibi bir problemi kalmamıştı.
Sofi 25 Mayıs Cuma günü evde ocağın başında durmuş yemek yapıyordu. Annesiyle
anlaşmaları böyleydi; cuma günleri akşam yemeğini hazırlamak Sofi'nin işiydi. Bugün
hazırladığı yemek ise sulu balık köftesi ve haşlanmış havuçtu. Basit bir yemek yani.
Dışarıda şiddetli bir fırtına başlamıştı. Sofi çorbayı karıştırırken camdan dışarıya baktı. Koca
huş ağaçları rüzgârda mısır başakları gibi sallanıyordu.
Birden cama bir şey çarptı. Bu bir kâğıt parçasıydı.
Kâğıdın ne olduğunu anlamak için cama yaklaşan Sofi, bunun bir kartpostal olduğunu gördü.
Üzerinde yazılanları camdan okumaya başladı: "Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag..."
Tabii ki tahmin etmişti bunu! Camı açıp kartı içeri aldı.
185
SOFfNÎN DÜNYASI
Kart ta Lübnan'dan buraya uçarak mı gelmişti yoksa!
Kartın üzerindeki tarih, 15 Haziran Cumaydı.
Sofi tencereyi ocağın üzerinden kaldırıp mutfak masasının üzerine koydu. Kartta şunlar
yazılıydı:
Sevgili Hilde! Bu kartı okurken hâlâ yaşgünün mü bilmiyorum. Değilse de umarım üzerinden
pek fazla gün geçmemiştir. Sofi'nin bir-iki haftası bizim için bir-iki hafta anlamına
gelmeyebilir. Bense eve 24 Haziranda dönüyorum. Döndüğümde bahçedeki salıncağa oturup
beraber denizi seyrederiz Hildeciğim! Konuşacak çok şeyimiz var. Sevgiler. İmza: Bazen
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki yüzyıllık anlaşmazlıklardan umutsuzluğa
kapılan baban! Sürekli kendime bu üç dinin de köklerinin İbrahim'e uzandığını hatırlatmaya
çalışıyorum. O zaman hepimizin aynı Tanrı'ya inanmamız gerekmez mi? Buralarda ise Hâbil
ile Kabil hâlâ birbirine düşman! NOT. Benden Sofi'ye selâm söylemeni istesem, olur mu?
Zavallı Sofi, hâlâ olan biteni tam olarak anladığını sanmıyorum. Ya sen, sen anlayabildin mi?
Sofi, kendini iyice yorgun hissederek masanın üzerine yaslandı. Olan biteni anlamadığı
doğruydu. Ya Hilde, o anlayabiliyor muydu acaba?
Hilde'nin babasının Hilde'den kendisine selâm söylemesini istemesi, Hilde'nin Sofi'den daha
çok şey bildiği anlamına geliyordu. Tüm bunlar öyle karmaşıktı ki, Sofi her şeyi unutmaya
çalışıp yemeği hazırlamaya devam etti.
Mutfak camına yapışan bir kartpostal! Kelimenin tam anlamıyla hava postası!
Tencereyi yeniden ocağa koymuştu ki telefon çaldı.
Ah, keşke babası olsaydı arayan! Babası eve bir dönse, ona
186
ORTAÇAĞ
on haftalarda olan bitenlerin hepsini bir anlatabilseydi! Ama arayan herhalde ya annesi ya da
Jorün'dü... Sofi ahizeyi kaldırdı-
. Sofi Amundsen.
. Benim, dedi telefondaki ses.
Sofi üç şeyden emindi: Bir, arayan babası değildi. İki, bu bir erkek sesiydi. Üç, bu sesi bir
yerden hatırladığına emindi.
- Siz kimsiniz? diye sordu.
- Ben, Alberto. -Ha?
Sofi ne cevap vereceğini şaşırmıştı. Sesi de Atina'daki videodan hatırlıyordu anlaşılan.
- Nasılsın, iyi misin?
- Şey... iyiyim.
- Bundan sonra mektuplaşmayacağız artık. Yüz yüze konuşmalıyız, Sofi. Hem de bir an önce!
- Neden?
- Çünkü Hilde'nin babası bizi kuşatmaya başlıyor.
- Nasıl kuşatmaya?
- Dört bir yandan, Sofi! Artık işbirliği yapmamız gerekiyor.
- Nasıl yani?
- Ama Ortaçağı bilmeden bana yardım edemezsin. Rönesans ve 16. yüzyılı da öğrenmelisin.
Berkeley'in önemli bir katkısı olacak bu konuda...
- Binbaşının Evi'nde resmi asılı olan Berkeley değil miydi?
- Evet. Sanıyorum mücadelemiz onun felsefesi üzerinde yükselecek!
- Sanki bir savaştan bahsediyor gibisiniz...
- Buna ruhsal bir savaş demek daha doğru olur. Hilde'nin ilgisini uyandırıp, babası Lillesand'a
dönmeden önce onu bizim tarafımıza çekmeye çalışmalıyız.
- Pek bir şey anladığımı söyleyemem.
187
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Yeni öğreneceğimiz filozoflar sana yardımcı olacaktır sa. nıyorum. Şimdi... Yarın sabaha
karşı saat 4'te Maria Kilisesi'n-de buluşmalıyız. Ve buraya yalnız gelmelisin çocuğum.
- Gece yarısı mı geleyim yani? -... tık!
- Alo? Alo?
Olacak iş mi yani! Telefon kapanmıştı bile. Sofi tekrar ocağın başına gitti. Çorba neredeyse
taşacaktı. Köftelerle havuçları tencereye atıp, ocağın altını kıstı.
Maria Kilisesinde ha? Bu, Ortaçağdan kalma taş bir kili-şeydi. Sofi, burasının artık yalnızca
konserlerde ve çok özel ayinlerde kullanıldığını sanıyordu. Yazın da bazen turistlerin
ziyaretine açılıyordu. Gece yansı nasıl açık olacaktı ki?
Annesi geldiğinde Sofi Lübnan'dan gelen yeni kartı da Al-berto ve Hilde ile ilgili diğer
şeylerin yanına koymuştu. Akşam yemeğinden sonra Jorünlere gitti.
- Özel bir anlaşma yapmamız gerekiyor, dedi Jorün kapıyı
açar açmaz.
Sonra da Jorün'ün odasına çıkıp arkalarından kapıyı kapayana kadar bir şey söylemedi.
- Bu biraz zor bir mesele, dedi Sofi daha sonra.
- Hadi anlat artık!
- Anneme bu akşam sizde kalacağımı söylemek zorundayım.
- Bizde mi kalacaksın? Aman ne güzel!
- Evet ama bu tam da doğru değil. Gecenin bir kısmında başka yerde olmam gerekiyor.
- Eyvah, desene! Biri filan mı var yoksa?
- Hayır, biri filan yok. Hilde filan var!
Jorün alçak sesle bir ıslık öttürdü. Sofi Jorün'ün ta gözlerine bakarak:
- Akşam size geliyorum, dedi. Sonra saat üç sıralarında
188
ORTAÇAĞ
gerekiyor. Dönene kadar da durumu idare etmelisin. . peki ama nereye gideceksin? Ne
yapacaksın Sofi?
- Üzgünüm, söyleyemem. Kesin emir aldım bu konuda.
Annesi Sofi'nin arkadaşında kalmasına bir şey demezdi. Hattâ g0U( onun arada bir evin
tümüyle kendisine kalmasından hoşlandığını düşünürdü.
- Yarın sabah kahvaltısına geliyorsun, değil mi? dedi annesi yalnızca Sofi giderken.
- Gelmesem de nerede olduğumu biliyorsun.
Niye böyle demişti sanki? En hassas noktaya değinmişti böyle diyerek.
, Arkadaşını ziyareti tam bir arkadaş ziyareti olarak başladı. Geç saatlere kadar oturup sohbet
ettiler. En sonunda saat bire doğru yatarlarken Sofi çalar saati üçe çeyrek kalaya kurdu.
İki saat kadar sonra Sofi çalar saati susturduğunda Jorün gözlerini zorlukla açarak:
- Lütfen dikkatli ol, Sofi! dedi.
Ve Sofi yola koyuldu. Maria Kilisesine birkaç kilometrelik bir yol vardı. Çok az uyumasına
rağmen, Sofi kendini cin gibi uyanık hissediyordu. Gökyüzünde, doğudaki düzlüklerin
üzerinde kırmızı bir şerit uzanıyordu.
Eski taş kilisenin kapısına vardığında saat dörde geliyordu. Ağır kapıyı yokladı. Kapı açıktı!
Kilisenin içi eski olduğu kadar boş ve sessizdi. Vitraylardan içeri süzülen mavimsi ışık
havadaki binlerce toz parçasını ortaya.çıkarıyordu. Tozlar kilisenin bir köşesinden diğer
köşesine giden ışınlar halindeydi sanki! Kilisenin orta kısmında bir banka oturdu. Mihrabı ve
donuk renklerle boyanmış eski bir Isa heykelini seyretmeye koyuldu.
Birkaç dakika sonra aniden org çalmaya başladı. Sofi arka-
189
SOFl'NtN DÜNYASI
sını dönüp bakmaya cesaret edemiyordu. Çalan eski bir ilâhiydi. Ortaçağdan olmalıydı bu da.
Bir süre sonra ses kesildi. Ve hemen ardından arkasında ayak sesleri duydu. Dönüp baksa
mıydı? Onun yerine gözlerini çarmıha gerilmiş İsa'ya dikti.
Adımlar yanından geçip gitti ve Sofi, kilisede ilerleyen göl. geyi gördü. Üzerinde kahverengi
bir keşiş giysisi vardı. Sofi bu kişinin Ortaçağdan çıkıp gelmiş bir keşiş olduğuna yemin
edebilirdi neredeyse.
Korkuyordu ama aklı başından gitmiş filan değildi. Keşiş mihrabın önünde bir dönüş yapıp,
kürsüye çıktı. Kürsünün üzerine eğildi, Sofi'ye bakıp Latince:
- Gloria patri et filio et spirito sancto. Sicut erat in principio et nunc et semper in saecula
saeculorum, dedi.
- Hey, Nonfeççe konuş be adam! Sözleri kilisede yankılandı.
Keşişin Alberto Knox olduğunu anlamıştı. Yine de eski bir kilisede ağzından saygısızca
dökülen bu sözlerden utanç duydu. Ama çok korkmuştu işte ne yapsın! İnsan korkunca
kuralları çiğnemekte bir tür teselli bulur.
- Hişş!
Alberto, rahiplerin cemaatın oturmasını istediklerinde yaptıkları gibi bir elini yukarıya
kaldırmıştı.
- Saat kaç çocuğum? diye sordu.
- Dörde beş var, dedi Sofi. Korkusu geçmişti artık.
- O zaman vakit gelmiş. Şimdi Ortaçağ başlıyor. Sofi aptallaşmış bir halde,
- Ortaçağ saat dörtte mi başlıyor? diye sordu.
- Yaklaşık olarak dörtte, evet. Sonra saat beş ve altı ve yedi oldu. Ama sanki zaman geçmiyor
gibiydi. Sonra sekiz ve dokuz ve on oldu. Ama vakit hâlâ Ortaçağdı. Artık yeni bir güne
başlamanın zamanı gelmedi mi? diye düşünüyorsundur belki. Evet,
190
ORTAÇAĞ
ne demek istediğini anlıyorum. Ama bu bir pazar günüydü, anlıyor musun, uzun upuzun bir
pazar... Saat on bir ve on iki ve on üç oldu. Bu zaman parçasına Geç Ortaçağ diyoruz.
Avrupa'nın büyük katedralleri bu dönemde yükseldi. Ancak on dördüncü yüzyılda bir horoz
ötebildi. Ve ancak o zaman bu uzun Ortaçağ silinip gitmeye başladı.
. O zaman Ortaçağ on saat mi sürmüş oluyor? diye sordu Sofi.
Alberto kahverengi keşiş elbisesinin başlığından başını çıkarıp, bakışlarıyla tek bir küçük
kızdan ibaret cemaatini süzerek:
- Bir saati bir yüzyıl olarak düşünürsek evet, dedi. İsa'nın tam gece yarısı doğduğunu
varsayalım. O zaman Pavlus misyonerlik yolculuklanna saat yarımda başlıyor; bir çeyrek saat
sonra Roma'da ölüyor. Saat üçe kadar kilisenin faaliyetleri yasaklanmış durumda. Ancak 313
yılında Hıristiyanlık Roma İmparatorluğunda kabul edilir bir din haline geliyor. Bu dönemde
İmparatorluğun başında Konstantinus bulunuyor. Ama bu ünlü imparator bile ancak ölüm
döşeğindeyken vaftiz oluyor. 380 yılından itibaren Hıristiyanlık tüm Roma İmparatorluğunun
resmi dini oluyor.
- Bu sırada Roma İmparatorluğu dağılıyor, değil mi?
- Evet, bu dönemde İmparatorluk parçalanmaya başlıyor. 300 yıllarında Roma hem kuzeyden
gelen akınlara, hem de iç çözülmelere maruz kalıyor. 330 yılında Konstantinus
İmparatorluğun başkentini, daha önce Karadeniz'e yaptığı deniz seferi sırasında kurmuş
olduğu Konstantinopolis şehrine taşıyor. Bu yeni kenti pek çokları "ikinci Roma" olarak
görüyor. 395'de Roma İmparatorluğu ikiye ayrılıyor: Roma'nm hâlâ başkenti olduğu Batı
Roma İmparatorluğu ve başkenti Konstantinopolis olan Doğu Roma İmparatorluğu. Roma
410 yılında barbarlar tarafından yağma ediliyor ve 476 yılında Batı Roma împa-
191
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
ratorluğu tümüyle yıkılıyor. Doğu Roma İmparatorluğu ise Türklerin Konstantinopolis'i alış
tarihi olan 1453 yılma dek devlet olarak varlığını sürdürüyor.
- Ve o zaman bu kentin adı İstanbul oluyor, değil mi?
- Doğru! Bilmemiz gereken bir başka önemli tarih de 529. Bu tarihte kilise Platon'un
Atina'daki Akademisi'ni kapatıyor ve aynı yıl Benediktin tarikatı kuruluyor. Bu, ilk manastır
düzeni olarak tarihe geçiyor. Böylece 529 yılı, Hıristiyanlığın Yunan felsefesinin üzerine
büyük bir örtü çekişinin sembolü olmakta. Bu tarihten itibaren eğitim, düşünce ve meditasyon
manastırların tekeline geçiyor. Bu sırada saat beş buçuğa gelmekte...
Sofi Albelto'nun bu saat benzetmesiyle ne demek istediğini anlamıştı artık. Geceyarısı 0
yılına, saat bir İ.S. 100 yılma, saat 6, İ. S. 600 yılma ve saat 14, İ. S. 1400 yılına karşılık
geliyordu...
Alberto sözlerini sürdürdü:
- Rönesans döneminde ortaya çıkmış olan "Ortaçağ" sözcüğü, "iki dönem ortasında kalmış
çağ" anlamına gelir aslında. Ortaçağ, Antik Çağın sonunda başlayıp Rönesansla sona eren,
Avrupa'nın üzerine serilmiş "bin yıllık karanlık" olarak görülmüştür. Günümüzde de
"Ortaçağ" sözcüğü otoriter olan, esnek olmayan anlamlarında kullanılır. Ancak kimilerine
göre de Ortaçağ "bin yıllık gelişme" dönemidir. Örneğin okul sistemi bu dönemde
biçimlenmeye başlamıştır. Manastır okulları Ortaçağın en başlarında ortaya çıkmıştır.
Yaklaşık olarak 1100 yılında katedral okulları, 1200'lerden itibaren de üniversiteler
görülmeye başlanmıştır. Bu gün de hâlâ çeşitli konular, aynen Ortaçağdaki gibi belli başlıklar
ya da "fakülte"ler altında gruplanır.
- Bin yıl çok uzun bir süre...
- Evet, Hıristiyanlığın kitlelere ulaşması uzun zaman aldı
192
ORTAÇAĞ
ondan. Üstelik kendi kentleri ve kaleleriyle, kendi halk mü-kleri ve halk anlatılanyla ulusal
devletlerin pek çoğu Orta-ada ortaya çıkmaya başladı. Masalların, halk müziğinin hali d
Ortaçağ olm? Y A' hl
ada ortay çaya başladı. Masalların, halk müziğinin hali olurdu Ortaçağ olmasa? Ya
Avrupa'nın hali ne olurdu Orta-ğsız Sofi? Avrupa, bir Roma eyaletinden başka bir şey olmazikj
de. Ortaçağ denen dipsiz deniz Norveç, İngiltere ve Al dlarındaki td t d Gl
,
jjg çğ p eniz Norveç, İngiltere ve Almanya
adlarındaki tınıdır tam da. Gözle görünmese de bu derin denizde pek çok balık yüzer.
Snorri Ortaçağda yaşamıştır, örneğin. Aziz Olav da öyle. Charlemagne da. Romeo ve Juliet,
Benediktus ve Arolilja, Olav Asteson, Heddal ormanının cinleri de Öyle. Ve bunlara ek olarak
büyük prensler, görkemli krallar, kahraman şövalyeler ve güzel bakireler, adları bilinmeyen
vitray ustalan ve yetenekli org ustaları... Üstelik henüz sözünü etmeme sıra gelmeyen irerler,
Haçlı askerleri ve büyücüler...
- Rahiplerden de söz etmedin daha.
- Haklısın. Bu arada Norveç'in de 1000'li yıllarda Stikles-tad savaşının hemen ardından
Hıristiyan olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Uzun bir dönem Hıristiyanlık örtüsü altında
pek çok putperest inanç sürdüğü gibi, bir çok eski din öğesi Hıristiyanlık ögeleriyle karışarak
devam etti. Örneğin Norveç'teki Noel kutlama biçimi, eski Norön gelenekleriyle Hıristiyan
geleneklerin evliliğinden oluşmuştur. Bir atasözünün dediği gibi de, evli çiftler zamanla
birbirine benzer. Norveç'in Noel pastası, Noel domuzu ve Noel birası da Doğunun Üç Bilge
Adamı ile Betlehem'de İsa'nın doğduğu ahıra benzemeye başlamıştır. Yine de Hıristiyanlık
hayat görüşünün zamanla tüm Avru-Pa da yaygm tek görüş haline geldiğini belirtmemiz
gerek. Yani Ortaçağ deyince birleştirici bir kültür olarak Hıristiyanlık ak-'"nıza geliyor.
- Ortaçağ sadece karanlık ve iç kapayıcı bir dönem değildi o
halde?
• 400 yılından sonraki ilk yüzyıllar gerçekten bir kültürel
193
SOFİNİN DÜNYASI
gerileme dönemiydi. Çünkü bundan önce kanalizasyonla ^ mamlı ve kütüphaneli şehirleriyle,
hele hele görkemli mimar-siyle Roma dönemi "yüksek bir kültür"dü. Tüm bu kültür, or
taçağın ilk yüzyıllarında yokolmaya başladı. Bu, ticaret vepat ekonomisi için de geçerliydi.
Ortaçağda paranın yerini teW mal değiş tokuşu, takas aldı. Ekonomide feodalizm egemen ol
maya başladı. Feodalizmde zengin derebeyleri toprağın sahibi-dir. Yoksul serfler bu topraklan
işletip hayatını kazanmaya &. hşır. Ortaçağın ilk yüzyıllarında Avrupa'nın nüfusu da gerile.
misti. Antik Çağda nüfusu milyonu aşan Roma'nın nüfusu 600 yılında 40.000'e inmişti!
Kentin görkemli zamanlarından kalma harabelerde dolaşan bir avuç insan kalmıştı kala kala.
İn-saat malzemesi gerektiğinde eski harabelerden malzeme almak yetip de artıyordu bile.
Tabii arkeologlar üzülüyorlar Ortaçağda antik eserlerin tahrip olmuş olmasına...
- Sonradan demesi kolay tabii!
- Roma'nın politik gücünü yitirmesi daha da öncesine, 3O01 lü yılların sonlarına rastlar.
Ancak hemen sonra Roma piskoposu tüm Ronıa-Katolik Kilisesi'nin basma geçer. "Papa",
yani "baba" unvanını alan piskopos, İsa'nın Dünya üzerindeki vekili olarak görülmeye
başlanır. Böylece Roma, hemen hemen tüm Ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın başkenti olarak
hüküm sürer. "Roma'ya karşı gelmeye" cesaret eden de çıkmaz pek. Ama yine de zamanla
ulusal devletlerin kral ve prensleri öyle güçlenirler ki, aralannda bu müthiş kilise gücüne karşı
çıkmaya başlayanlar olur. Hattâ bunlardan biri de Norveç kralı Sverre'dir...
Sofi bu bilgili keşişe baktı:
- Kilisenin Platon'un Atina'daki Akademisi'ni kapattığım söylemiştin. Bu arada bütün Yunan
filozofları da unutuldu
mu?
- Kısmen öyle oldu. Yine de surda burda Aristoteles'in "e Platon'un bazı yazılarını bilenler
çıkıyordu. Ancak eski R"18
194
ORTAÇAĞ
j Daratorluğu zamanla üç ayrı kültüre ayrıldı: Batı Avrupa'da Roma merkezli, dili Latince
olan bir Hıristiyan kültür. Doğu Avrupa'da başkenti Konstantinopolis, dili Yunanca olan bir
Hıristiyan kültür. Konstantinopolis'in adı sonradan Yunanca hjr sözcük olan Bizans'a çevrildi.
Bu yüzden Roma-Katolik Ortaçağdan ayn olmak üzere "Bizans Ortaçağından da sözediyonız.
Bunlardan başka Kuzey Afrika ve Ortadoğu da Roma İm-paratorluğu'na dahildi.
Buralarda da Ortaçağda dili Arapça olan Müslüman bir kültür gelişti. Muhammed'in 632
yılında ölümünden sonra, İslam tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yayılmıştı. Ardından
İspanya da Müslüman alemine katıldı. İslam dininin en önemli kentleri Mekke, Medine,
Kudüs ve Bağdat oldu. Kültür tarihi bakımından başka bir önemli nokta, eski Helenistik kent
İskenderiye'nin de Araplann idaresi altına girmiş olmasıdır. Böylelikle Araplar Yunan
bilimini miras almış oldular. Tüm Ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi ve tıp gibi
bilimlerde en ileri ulus Araplardı. Günümüzde hâlâ "Arap rakamları"nı kullanıyoruz. Bir çok
başka alanda da Arap kültürü Hıristiyan kültürden daha ileri bir durumdaydı.
- Yunan felsefesine ne olduğunu sormuştum...
- Gözünün önüne önce üçe ayrılan, sonra bu üç kolun birleşmesiyle yeniden tek bir hale gelen
bir nehir getirmeye çalış...
- Evet?
- O zaman Yunan-Roma kültürünün üçe, batıda Roma-Katolik kültürü, doğuda Doğu Roma
kültürü ve güneyde Arap kültürüne ayrılmakla beraber nasıl ayakta kaldığını anlayabilir? sin.
İyice basitleştirecek olursak, Yeni Platonculuğun batıda, Platon'un doğuda ve Aristoteles'in
Araplarda yaşamaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Ancak elbette bu üç kol da içinde diğer
kollardan bir şeyler taşıyordu. Sonuç olarak bu üç kol, Ortaçağ biterken Kuzey İtalya'da
buluştu. Arap etkisi İspanya'daki Araplardan, Yunan etkisi de Yunanistan ve Bizans'dan geli-
195
SOFİ'NÎN DÜNYASI
yordu. Böylelikle "Rönesans" ya da başka bir deyişle antik kül. türün "yeniden doğuşu"
başladı. Dolayısıyla antik kültür de uzun bir Ortaçağdan hayatta kalarak çıkmış oluyordu.
- Anlıyorum.
- Ama her şeyi sırası gelince ele almak en iyisi! Öncelik)e Ortaçağ felsefesinden sözedeceğiz
çocuğum. Artık sana kürsü-den hitap etmeyeceğim. Aşağıya iniyorum.
Sofi birkaç saatcik uyku uyumuş olmanın yorgunluğunu duy. du birden. Bu garip keşişin
Maria Kilisesi'nin kürsüsünden indiği şu an bir rüyaydı sanki.
Alberto mihrabın önünde durup yukarıya, İsa'nın çarmıhtaki heykeline baktı. Sonra Sofi'ye
dönerek ona doğru yürümeye başladı ve gelip yanına oturdu.
Alberto'nun bu kadar yakınında olmak Sofi'yi heyecanlandırdı. Başlığın altındaki bir çift
kahverengi göz kendisine bakıyordu. Bu gözler koyu renk saçlı, top sakallı, ortayaşb bir
adamın gözleriydi.
Kimsin sen? diye düşündü Sofi. Niçin hayatıma girdin?
Alberto Sofi'nin düşüncelerini okumuş gibi:
- Zamanla birbirimizi daha iyi tanıyacağız, dedi.
Onlar böyle otururlar ve vitraylardan içeri süzülen ışık giderek daha parlak bir hal alırken,
Alberto Ortaçağ felsefesini anlatmaya başladı.
- Ortaçağ filozofları Hıristiyanlığın doğru olduğunu verili aldılar. En önemli soru ise
Hıristiyanlığın yalnızca inanılması gereken bir şey mi olduğu yoksa Hıristiyanlıktaki
doğrulara aklı kullanarak varılabileceği miydi? Yunan filozoflarıyla İncil'de yazılanlar
arasında nasıl bir ilişki vardı? İncil ve akıl birbirleriyle çelişen şeyler miydi, yoksa inançla
bilgi bir arada varolabilir miydi? Tüm Ortaçağ felsefesi büyük ölçüde bu tek soruyla uğraştı.
196
ORTAÇAĞ
Sofi başını "dinliyorum" anlamında salladı sabırsızlıkla. Din sınavında inanç ve bilgi
konusundaki soruyu cevaplarken düşünmüştü zaten bu konuyu.
. Bu sorunsalın Ortaçağın iki büyük filozofunca nasıl ele alındığını göreceğiz. Bunlardan ilki,
354 ile 430 yıllan arasında yaşamış olan Augustinus'dur. Bu tek insanın yaşamında Geç Antik
Çağdan Ortaçağın başlangıcına geçişi inceleyebiliriz. Augustinus Kuzey Afrika'da küçük bir
kent olan Tagaste'de doğdu. Henüz 16 yaşındayken okumak üzere Kartaca kentine gitti. Daha
sonra Roma ve Milano'da bulunan Augustinus, hayatının son yıllannda Kartaca'nın birkaç
kilometre batısındaki Hippo kentinde piskoposluk yaptı. Hıristiyan olmadan önce pek çok
değişik din ve felsefi akımı benimsedi.
- Örneğin?
- Örneğin bir dönem boyunca Mani idi. Maniler Geç Antik Çağda oldukça yaygın olan dinsel
mezheplerden birini oluştururlar. Manicilik yan dinsel, yan felsefi bir kurtuluş öğretişiydi. Bu
öğretiye göre dünya iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık, ruh ve özdek olarak ikiye aynlır. İnsan,
ruhuyla özdekler dünyasını, aşıp ruhun kurtuluşuna bir temel hazırlayabilir. Ancak iyi ile kötü
arasındaki bu keskin aynm genç Augustinus'u tatmin etmiyordu. Onu daha çok "kötülük
problemi" ilgilendiriyordu ki bununla kastedilen, kötülüğün nereden geldiğini araştırmaktır.
Bir dönem Stoacı felsefenin etkisi altında kalmış olan Augustinus, Stoacı felsefenin
öngördüğü gibi iyi ile kötü arasında böyle keskin bir aynm olmadığına inanıyordu. Ancak
Augustinus her şeyden çok, Geç Antik Çağın ikinci önemli felsefi akımı olan Yeni
Platonculuktan etkilenmiş, burada tüm varoluşun tanrısal bir doğası olduğu düşüncesiyle
karşılaşmıştı.
- Yani Augustinus'un Yeni Platoncu bir piskopos olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Evet, öyle denebilir. Öncelikle Hıristiyan olan Augusti-
197
SOFİ'NÎN DÜNYASI
nus'un Hıristiyanlığı büyük ölçüde Platoncu düşünce biçin^. den etkilenmiştir. Bu yüzden, işte
tam bu yüzden Sofi, Hıristj. yan Ortaçağa geçer geçmez Yunan felsefesinden tümüyle k0.
pulmadığını anlamalısın. Augustinus gibi kilise pederleri §a. yesinde Yunan felsefesi bu yeni
zamana aktarılmıştır.
- Augustinus'un yüzde elli Hıristiyan, yüzde elli Yeni Platoncu olduğunu mu kastediyorsun?
- Augustinus kendisini yüzde yüz Hıristiyan olarak görü. yordu. Ancak Hıristiyanlıkla
Platon'un felsefesi arasında keskin bir karşıtlık olmadığına inanıyordu. Platon'un felsefesiyle
Hıristiyan öğreti arasında öyle açık bir benzerlik görüyordu ki Platon'un Eski Ahit'i bildiğini
bile düşünebiliyordu. Bu elbette pek mümkün değil. En iyisi biz Platon'u
"Hıristiyanlaştıranın" Augustinus olduğunu söyleyelim.
- Hıristiyanlığa inanmaya başlayınca felsefeye veda etmemiş hiç değilse!
- Hayır, ama yine de dini konularda akim her soruya cevap bulmaya yetmeyeceğini
söylüyordu. Ona göre Hıristiyanlık yalnızca inanç yoluyla ulaşabileceğimiz tanrısal bir
gizemdi. Ancak Hıristiyanlığa inanırsak Tanrı ruhumuzu "aydınlatır" ve biz de böylece
Tanrıya dair doğaüstü bir tür bilgiye varabilirdik. Augustinus kişisel olarak da felsefenin
sınırlarını içinde duyuyordu. Ancak Hıristiyan olduktan sonra ruhu huzura kavuşmuştu.
"Sen'de dinlenene dek yüreğimiz huzur bulmaz," diyordu.
- Platon'un idea öğretisinin Hıristiyanlıkla nasıl bağdaştırılabileceğini pek anlayamıyorum. Ya
mutlak idealara ne oldu?
- Augustinus Tann'nın dünyayı yoktan var ettiğini savunur ki bu da incil'de yer alan bir
düşüncedir. Yunanlılar ise dünyanın her zaman varolmuş olduğuna inanıyorlardı. Ama Tanrı
dünyayı yaratmadan "fikirler" Tann'nın düşüncelerinde varolmuştur, der Augustinus. Yani
Platoncu fikirleri Tanrı'y3
198
ORTAÇAĞ
^eştirerek, Platon'un mutlak idealar görüşüne sahip çıkar. ye .İyifikir!
. Ama bu bize Augustinus ve diğer kilise pederlerinin Yunan ve Yahudi düşünce biçimlerini
bağdaştırmak için işi nerelere kadar götürebildiklerini gösteriyor. Bir anlamda onlar her jjii
kültüre de aittiler. Augustinus kötülük konusunda da Yeni platonculuğa sarılır. Plotinos gibi o
da kötülüğün "Tann'nın yokluğu"ndan başka bir şey olmadığını savunur. Kötü diye jcendi
başına bir şey yoktur, kötü yokolan şeydir. Çünkü Tann sadece iyi olanı yaratmıştır. Kötülük
insanlar Tann'nın sözlerine uymadıkları için vardır. Kendi deyişiyle: "İyilik Tann'nın işidir;
kötülük Tann'nın işinden gerilemektir."
- İnsan ruhunun tarinsal olduğunu da söylüyor muydu Augustinus?
- Hem evet, hem hayır. Augustinus Tanrı ile insan arasında aşılamaz bir engel olduğunu öne
sürüyordu. Bu noktada İncil'de yazılanlara inanıyor, Platon'un her şeyin bir olduğu şeklindeki
öğretisini reddediyordu. Ancak insanın ruhsal bir yaratık olduğunu da belirtiyordu. İnsan
bedeni maddeseldir ki bu yanıyla insan "güvenin ve pasın çözüldüğü" fiziksel dünyaya aittir,
ama insanın aynı zamanda Tann'yı tanıyabilmesine yarayan bir ruhu da vardır.
- Ölünce insanın ruhuna ne olur?
- Augustinus'a göre Adem'in elma hırsızlığı yani ilk günah insan soyunu ölüme mahkûm
etmiştir. Ne var ki Tann bunların içinden kimilerini seçmekte ve kurtarmaktadır.
- Bence Tann bunun yerine herkesi kurtarmaya karar vermiş olsa daha iyi olurdu, diye karşı
çıktı Sofi.
- Augustinus'a göre insanın Tanrı'yi eleştirmeye hakkı
yoktur. Bu noktada Pavlus'un Romalılara mektubuna başvurur:
Ey adam, sen kim oluyorsun ki Tann'yla hesaplaşmak istiyorsun? Kendine şekil veren şey,
şekil verene: Niçin beni
199
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
böyle yaptın der mi? Yahut aynı yığından bir kabı hürm için ve bir başkasını hürmetsizlik için
yapmaya çömlek nin balçık üzerinde kudreti yok mudur?
- Yani Tanrı cennette oturup insanlarla dilediği gibi oynar öyle mi? Yaratan kendisi olmasına
rağmen hoşnut kalmadık lannı kaldırıp atar mı?
- Augustinus'un söylemek istediği şey, hiçbir insanın Tann tarafından kurtarılmayı hak
edemeyeceğidir. Tann kurtaraca-ğı kullarını seçer. Augustinus'a göre kimin kurtarılacağı
kimin ölüme mahkûm edildiği önceden açıkça bellidir. Biz bunu bilip değiştirenleyiz. Evet,
bizler Tanrı'nın elindeki balçıktan başka bir şey değilizdir. Hepimiz Onun insafına
kalmışızdır.
- Öyleyse Augustinus bir anlamda yeniden Kaderciliğe dönmüş oluyor, değil mi?
- Belki de. Ancak Augustinus insanın kendi yaşamından sorumlu olduğu gerçeğini reddetmez.
Bize, seçilmişler arasında olduğumuzu hissedecek bir şekilde yaşamamızı öğütler. Çünkü
özgür bir irademiz vardır. Ancak Tanrı her birimizin nasıl bir hayat süreceğini "önceden
görmüştür".
- Biraz haksızlık olmuyor mu bu? diye sordu Sofi. Sokrates tüm insanların aynı şanslara sahip
olduğunu, çünkü tüm insanların aynı sağduyuya sahip olduklarını söylemişti. Oysa
Augustinus insanları ikiye bölerek, bazı insanların kurtulacağını, diğerlerininse ölüme
mahkûm edildiğini söylüyor.
- Evet, Augustinusla beraber Atina'daki Hümanizmden bir parça uzaklaşmış oluyoruz. Öte
yandan insanları bu şekilde ikiye bölen Augustinus değildir. O bu konuda yalnızca İncil'de
yazılanlara başvurur. "Tanrı Devleti Hakkında" adlı eserinde bu konuyu iyice açar.
- Anlat anlat!
- "Tanrı devleti" ya da "Tann'nın krallığı" deyişi İncil'den
200
ORTAÇAĞ
ve İsa'nın öğretilerinden kaynaklanır. Augustinus, tüm insanim tarihinin "Tann devleti" ile
"yeryüzü devleti" arasındaki mücadeleden ibaret olduğuna inanır. Bu iki "devlet" birbirinden
tamamen ayn iki politik devlet değildir. İkisi de her bir insanın içinde gücü ele geçirmek için
savaşır. Yine de "Tann dev-leti"nin kilisede, "yeryüzü devleti"nin de politik devlet aygıtında
(örneğin Augustinus'un yaşadığı dönemde dağılan Roma İmparatorluğunda) vücut bulduğu
söylenebilir. Tüm Ortaçağ boyunca kilise ve devlet, gücü ele geçirmek için savaştıkça bu
anlayış daha da yaygınlaştı. "Kilisenin dışında kurtuluş yoktur," dendi. Sonunda
Augustinus'un 'Tanrı devleti" kilise kurumuyla özdeşleştirildi. Ancak 1500'lü yıllardaki
Reformasyon hareketi sırasında, Tanrı tarafından kurtarılmanın yolunun Kiliseden geçmek
zorunda oluşu eleştirilmeye başlandı.
- Eh, sırasıymış hani!
- Bu arada Augustinus'un tarihi felsefeye dahil eden ilk filozof olduğunu da belirtmek gerek.
İyi ile kötü arasındaki mücadele felsefede çokça ele alınmış olmasına rağmen, bu
mücadelenin tarihsel bir süreç içinde geliştiği düşüncesi yeni bir düşünceydi. Ve bu noktada
Augustinus'da Platoncu düşünceden hiçbir ize rastlanmıyordu. Augustinus'un bu konudaki
görüşleri tamamen Eski Ahit'te varolan çizgisel tarih anlayışına dayanıyordu. Burada egemen
olan düşünce, "Tann devletfni kurabilmek için Tanrı'nın tüm bir tarihe ihtiyacı olduğu idi.
İnsanları aydınlatmak ve kötülüğü yok etmek için gereklidir tarih. Ya da Augustinus'un dediği
gibi: "Tanrısal öngörü, çocukluktan yaşlılığa dek yavaş yavaş gelişen tek bir insanın yaşamı
gibi Adem'den başlayıp tarihin sonuna dek ilerleyen insanlık tarihine yol gösterir."
Sofi saatine baktı:
- Saat sekize geliyor. Birazdan gitmem gerek.
- Ama gitmeden önce sana öteki büyük Ortaçağ filozofunu