ORHAN KEMAL
CEMİLE
Roman
:::::::::::::::::
İ
1934 yılı Eylül sonlarının berrak bir gecesiydi.
Kuvvetli ayın altında bembeyaz pamuk tarlaları göz
alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlıyan tozlu yollarda
kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü Doçlar,
Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık
geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları,
yüklü deve dizileri şehre akıyordu.
Deveci Çopur Halil, dokuz deveyi çekmekte olan eşeğinden
yere atladı, kara donunun cebinden Serkdoryan
cıgara paketini çıkardı, bir cıgara yaktıktan sonra çöpü
baş ve şahadet parmaklariyle kırıp fırlattı.
Testekerlek ay ta yukardaydı.
YoI boyunca uzanan meşeliğin hemen gerisinde tok
bir çakal, hazdan gerilmiş sırtıyla yumuşak toprakta debelenmekte,
arada şehvete gelerek, ince ve bembeyaz
dişleriyle ava doğru pavlamaktaydı.
Çakal tekrar pavlayınca, uzaklarda bir köpek gürler
gibi sesiyle havlamağa başladı. Bunun üzerine sağdan
soldan, inceli kalınlı köpek sesleri çoğaldı. Çakal safi
kulak kesilmişti. Böcek çıtırtıları yüklü geceyi huzursuzlukla
dinledi.
Tam bu sırada esen nemli bir rüzgar Deveci Halil'i
içten içe titretmişti ki, karşıda, ta karşıdaki kalabalık meşeliğin
hemen gerisinden kalkan dört insan karaltısına
dikkat etti. Karaltılardan üçü ayrı yönlerde kaybolurken,
dördüncü karaltı yola indi, bir cıgara yaktı.
Şehir uzaklarda bir çizgi, ışıktan bir çizgi gibi gözükmekteydi.
Klevand pamuğunun devşirildiği bu mevsimde tarlalar
insan dolu olduğu için, Deveci Halil aldırış etmediyse
de, geçenlerde şehrin burnunun dibinde çevrilip soyulan
otomobili hatırlayarak, eli kara donunun sağ cebindeki
parlak demirli sustalısına gitti.
Yolun kenarındaki adamın hizasına gelince:
- Selamünaleyküm! dedi.
Kasketi ensesine yıkılı adamın yüzü pek belli olmuyordu.
Makinist kılıklı, uzun boylu, zayıf biri.
- Aleykümselam, Halil ağa!
Cevabını verince, Deveci Halil durdu, eğildi, adamın
yüzünü görmeğe çalıştı.
Beriki:
- Ne o dedi, tanıyamadın mı ne?
Sivri çeneli, uzunca bir yüzdü.
Sesten alan Deveci Halil:
- Vay, dedi. İzzet ustaymış! Ben de belledim ki...
Beriki güldü:
- Ne belledin? Eşkiya mı?
- Olur olur...
- Olsa napardın?
Parlak demirli sustalısını şakırtıyla açan Deveci Halil:
- Habibini şaşırırdım! dedi.
Gülüştüler.
Deveci Halil:
- Bu saatta buralarda ne arıyon? diye sordu.
- Hiç.. Şu karşı çiftliğin bozuk Hanomağını tamir
ettim, piston rektifiyesi..
- Niye? Fabrikadan ayrıldın mı?
- Ayrıldım. Var bir yirmi gün..
- Demek ayrıldın?
- Ayrıldım...
- Şimdi ne iş görüyon?
Henüz muayyen bir işim yok. Şurda burda çalışıyorum.
- Gündeliği doğrultuyorsun ya?
- Eh. Doğruluyor demektir..
- Sen işsiz kalman canım, kurt gibi adamsın.
- Belli olmaz.
- Ne belli olmazı yahu.. Geçen gün bir yerde konuşuluyordu,
senden laf açıldı, bu Çukurova'da üstüne zor
bulunur dediler!
- Senin köroğlu da çalışıyor mu?
- Çalışıyor..
- Hastalığı noldu?
- Bildiğin gibi.
- Yahu sen akıllı adamsın.. Hasta avrat, hasta hasta
çalıştırılır mı?
- Beni dinlediği var mı ki.. Evde bunalıyorum
diyor, öleceksem makinemin başında ölim diyor..
- Ne avrat be! Demek öyle diyor.. Hadi gidek, ne
bekliyon?
- Şimdi bir kamyon gelir nerdeyse..
Deveci Halil söğdü.
İzzet usta:
- Makineye söğme, faydası yok! dedi.
Deveci Halil bu sefer hem kamyona, hem de kamyonu
icat edene, kamyonu memlekete sokana, kamyonla
iş görene, gördürene uzun uzun söğdükten sonra:
- Ben her yıl bu vakıtlar paraynan oynardım! dedi,
bu cenabetler memlekete girdi gireli bizim rızkların yönü
değişti..
Anlayışlı anlayışlı gülümseyen İzzet usta:
- Sat develerini, bir kamyon da sen uydur! dedi.
- Töbe de.. Baba, dede, ecdat yadigarı, peygamber
mahluku onlar.. Günah değil mi? Sen ona buna boşver
de, şu Boşnak kızından haber ver bana.. Gene o avluda
mı oturuyorsunuz?
- Evet...
- Kapı komşu musunuz gene?
- Kapı komşuyuz.
- Kırk yılda bir işimiz düştü, boş verdin bire usta..
Halbuki babasıynan aran iyi!
- Sen bunu zaman zaman tekrarlar durursun Halil,
ille beni gördün mü aklına gelir..
- Kim?
- Kız...
- Gece düşümde, gündüz hayalimde vallaha.. her
daim aklımda.. Allah emri, Paygamberin kavli üzere, kendime
aile yapacağım..
- Kızın gönlü yok!
- Sen babasının gönlünü ettikten sonra kızın esamisi
mi okunur bire usta?
- İşte bunda yanıldın..
- Niye?
- Senin bildiğin babalardan değil ki bu. Kızını gözünden
ziyade sever.. Sonra o adamın kafası başka.. Yerliye
kız vermez. Çocuklarını toplayıp, Çukurovadan savuşmak
istiyor..
- Savuşup da nolacok?
- Beş on dönüm tarlası varmış, zamanında hükümet
vermiş.. İşliyecek..
- Beş on dönümnen iş mi olur? Töbe geçinemez.
- Eee.. Uzun ettin amma. Sonra biliyorsun, kız başkasını
seviyor..
- Katibi değil mi? Otuz kaat aylıknan avrat mı sevilir?
Bana varsın, gözümün yağını yesin! boynunu boğazını
beşibirliknen, kollarını altın burmaynan doldurim!
- Kızın böyle şeylerde gözü yok. İsterse, senin yapacağının
on mislini yapacaklar var.. Amma istemiyor...
- ...develerimi satar, uğruna harcardım tekmil.. Feda olsun.
- ...kollarını altın burmaynan doldururum, küpe alırım,
kendine, beşibirlik alırım.
- Ben onu Allahın emriynen kendime aile yapacam,
kapatma değil ya..
- Boş laflar Halil.. Olmayacak şey, boşuna nefesini
tüketme. Kız katibi seviyor diyorum, sen hala...
- Otuz kaat aylıknan avrat mı sevilirmiş?
- Fazla gelmeğe başladın amma..
Birdenbire sinirlenen Halil:
- Ne fazla gelecekmişim, dedi, bir gün dayarım tomafili...
- Eeee?
- Attığım gibi yallah...
Deveci Halil develerinin önüne düştü, eşeğine atladı:
- Çööööh..
İzzet usta da bir cıgara yaktı.
İİ
Devrini tamamlayan ay silinmişti.
Ulucami'de sabah ezanı okunmaktaydı.
Şehrin hareketsiz, ağır ve eski sokakları yabancıya
Ortaçağı hatırlatarak ağarırken, bir kapı usullacık açılıp
kapandı, sonra bir başka kapı, daha sonra bir başkası...
Zülcelale ibadete koşuşan Müslüman gölgeler peydahlandı
duvarlarda. Boğula boğula öksürüp, yere ağız dolusu
bir balgam tüküren ihtiyar bir Müslümanın birdenbire:
- Allah Cellecelalehu!
Diyen sesi işitildi.
Bu sırada Deveci Halil'in deve dizisi, caminin arkasındaki
karanlık sokağa girmekteydi.
İİİ
Fabrikanın kurşuni boyalı demir kapısı önünden üçe
ayırarak her biri bir başka mahalleye giden yollar öküz,
camız arabaları, İnegöl çift atlıları, boy boy, renk renk
kamyonlar ve yüklü deve dizileriyle doluydu. Geçit vermiyecek
şekilde tıkalı üç yol, fabrika kapısında birleşip kalın
bir kol halinde içeri giriyor, Malzeme Yedek Anbarını
sağına, demirhaneyi soluna alıp, tohumlu pamukların
tohumundan ayrılma işinin görüldüğü Çırçır Dairesinin
de önünden geçerek, fabrikanın arka mağazalarında
yanyana üç kantarın oraya uzanıyordu.
Üç kantarda üç katip, fabrikaca satın alınan tohumlu
pamukları tartıp teslim almaktaydılar.
Ortalıkta keskin bir mayıs kokusu vardı. Öküz, camız
böğürtüleri, hamalların yaygarası, telaş, toz ter...
Katiplerden birisi saatine baktı:
- Altıya geliyor! dedi, sonra haber verdi:
- ...Saat altıya geliyor milleet!
Fabrika sahibi ekseriya altıda, pek pek altıyı çeyrek
geçe fabrikaya gelirdi.
Kantar şakırtıları arttı, terli hamalların konuşması hızlandı.
İV
Bu saatta değişecek yedek, yani vardiya olmadığından,
işçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş, tahta, paslı
teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi
sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan
yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar
yapa yapa gelmiş, yıllardanberi mahallenin nabzı
gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü; kalın sağlam
ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama
duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.
Evler.. Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış,
yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş, evler, işçi evleri.
Bu evlerin çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi
bir kız, bir kadın, yahut kocaman takunyalarıyla küçücük
bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor, fabrika kapısındaki
Fabrika Memur ve İşçileri Mahdut Mes'uliyeti İstihlak
Kooperatifinin bakkalından içeri giriyordu.
Fabrika baş makinistinin babası olan kıpkırmızı, ablak
yüzlü, ihtiyar bakkal, tezgahına dayanmış, gümüş çerçeveli
beyzi gözlüğünün üstünden bakarak, Deveci Çopur Halil'le
çene çalıyordu.
Bir ara:
- Aha, dedi, seninkinin avradı geldi...
Çopur Halil döndü, baktı. Uzun boylu, sapsarı, zayıf
bir kadın. Elinde siyah bir zeytinyağ şişesi..
Çopur Halil:
- Sen İzzet ustanın avradı mısın bacı? diye sordu.
Yorgun gözlerini Çopur Halile çeviren kadın başını
salladı.
Beriki:
- Hastasın galiba? dedi. Allah iyilik versin...
- Hasta mıyım, sağ mıyım bildiğim var mı ki...
- İyi olur bacı, iyi olur işallah.. Allahdan ümit kesilmez!
- Amaaan.. İyi olmuşum ki, bundan sonra it olup
kuyruk mu sallıyacağım?
Şişesini bakkalın tezgahına bıraktı..
- Şuna on iki buçukluk zeytinyağı koy bakalım..
- Kocanı yolda gördüm, dedi Halil, bir patoz tamir
etmiş.. İyi bir para geçer elinize gayri.
Kadın:
- Elimize ne geçer bilmem, dedi, gitmeye gitti.
- Geçer geçer.. Koskoca usta yahu...
- İnşallah..
Çırağın uzattığı şişeyi aldı:
- Yaz duvara kalsın bahara!
Çıktı gitti.
Veresiye defterine borcu kaydettikten sonra bakkal:
- Ustalığına diyecek yok amma, sebatsız, dedi, yoksa
bu Çukurova'da az bulunur.. Üç gün orda, beş gün ötede...
- Bir insan bir yerde sebat etmeli! Şu Boşnak kızını
sordum, madem bir avluda oturuyorsunuz, kapı komşunuz,
babasını gör, şu işimi bitir, dedim..
- Ne dedi?
- Katibi seviyor diyor.. Otuz kaat mayişnen avrat
mı sevilir? Kollarını altın burmaynan doldururum, gözümün
yağını yesin dedim.. Sonra dedim ki, şehirde konak
bile tutarım kendine, dedim, develerimi satar, uğruna harcarım
dedim... Hem de satarım emmi! Kızın babası aksiymiş. Doğru mu?
- Hangi kızın?
- Boşnok kızının...
- Cemile'nin mi?
- Heye...
- Aksi olup da canım... Anayı kızdan ayıran para...
Lakin kız bildiğin gibi değil.. Kabadayı.. Ardında da fırlayanlar
çok ya, dönüp bakmıyor...
- Katip nasıl?
- Katip de eyi oğlan, hatırnaz.. Zorlu da içki içer hani..
Benim şu mahzene girer, pencerenin önüne oturur,
saçları maçları da tarar mı sana...
- Otuz kaatnan avrat mı sevilir?
- Neye sevilmesin? İki gönül bir olduktan sonra samanlık
seyran olur derler bize oğlum..
- Bu kız kısmının da işine akıl, sır ermez... Bir heye
dise yani... Kollarını altın burmaynan doldururum!
- Yok mu içerde bir tanıdığın?
- Nerde?
- İplikhanede.. Ver elina bir kaç kuruş...
- Var. Senin Camgöz'ün halasının kızı var, Karakız..
- Daha eyi metettin ya.. Karakızın zenaatı ne ki?
- O değilden açmış meseleyi, ağzını mağzını aramış
bir iki.. Lakin şu katip olmasa...
- Demek kız da onu seviyor?
- Sevse ki ne yahu.. Otuz kaatnan avrat mı sevilir
bire Mamıd emmi? Yarın evlenseler mesela, avrat tuz
dedi mi, ciğeri cız der! Hele bir iki de çocukları oldu
mu, bırak.. Halbuki beni sevse...
- Korakız, dediklerini tekmil söylemiş mi?
- Söylemiş söylemiye ya...
- Ee?
- Deli kafa.. Bana böyle şeyler söyleme, seni idareye
şikayet ederim demiş...
- Öyleyse mesele kalmamış... Sen de elini yu...
- Otuz kaatnan avrat mı sevilir? Nerden baksan bir
katip parçası... Halbuki beni bir sevse...
Bakkal:
- Ahmet! diye çırağına seslendi, kaldır şu darabaları!...
Çırak, dükkanın yarı inik kepenklerini tam kaldırmıştı ki,
ağa kooperatif berberinin yanındaki köşeden çıktı.
Geniş kenarlı hasır şapkası altında pörsük yanakları,
sarkık alt dudağı, göğsünden başlayan kocaman karnı
ve ince bacaklarıyla yan yan yürüyor, bir ördeği hatırlatıyordu.
Çukurova'ya yarım pabuçları; kulaklarına geçmiş yağlı
fesi ile ırgatlık için geldiğini, Mahmutpaşa Hanının kapısında,
çapaklı gözleriyle bütün gün dikilip, dağ köylülerinin
getireceği tabaklanmamış tavşan derisi beklediğini,
derileri tabaklayıp sattığını, kazandığı üç beş kuruşa
düğüm üstüne düğüm attığını, ekmek peynir, ekmek turşu,
ekmek kara zeytin yahut kaynamış kimyonlu nohutla
gününü gün ederek santimle yaşadığını herkes bilirdi.
Ağanın geldiğini gören Boşnak kapıcı, mahalle bekçilerininkine
benzeyen elbisesinin ceketini yanlara çekti,
kendine çeki düzen verip, ellerindeki çanaklara yerlerden
hayvan pisliği toplamak için itişen yalınayak çocukları
kovaladıktan sonra, esas vaziyete geçti ve fabrika
kapı içindeki kulübesinin önünde put kesildi.
Ağa bütün bunların farkında bile değildi. Kütlü hararları
yüklü araba, kamyon ve deve dizilerinin tıkadığı
yolları çatık kaşlarla gözden geçirerek:
- Ne demiye birikmiş bunlar? diye sordu, yolları
tekmil kitlemişler! Katipler dartmıyor mu?
Kantar başındaki üç katibin bütün gece yarışırcasına
iş gördüklerini bildiği halde, gene de sormuştu.
Kapıcının vereceği cevabı beklemeden, fabrikaya girdi,
odasına geldi. Şapkasıyla ceketini çıkarıp odacısına
verdi, her sabah fabrika işlerini kontrola giderken giydiği
uzun, beyaz iş gömleğini sırtına, lacivert beresini de
tüysüz ama kuvvetli başına geçirdi, her günkü gibi, fabrika
içlerini kontrola çıktı.
V
Kütlü denilen tohumlu pamuğun çırçırlandığı, yani
tohumlu pamuğun tohumundan ayrılma işinin yapıldığı
Çırçır Dairesi'ne, tahtaları basıla basıla yenmiş, çürük,
su gibi sallanan bir merdivenle çıkılıyordu.
Katip, tohumdan ayrılmış pamuk balyalarını tartıyor,
deveci Çopur Halil de bacak bacak üstüne atmış, odada
cıgara içiyordu.
Ağanın aklı gitti. Zaten katip de işi bırakmış, ağanın
yanına koşmuştu. Birlikte merdivenleri çıkarlarken ağa
birdenbire durdu, peşi sıra gelmekte olan katibe:
- Gözlerine barnaklarıma daktığım gibi ikiciğini birden
alırım, kosnük! dedi, palikemi mi yakdıracan? Ne dimeye
söylemeyon palike içinde cuvara içmenin yassah olduğunu?
Altmışlık bir Selanikli olan katip sarsıldı.
- Söyledim, dedi, vallaha, billaha söyledim!
- Söyledin de ne dimeye söndürmedi?
- ...?
- ...ağasının hatırı kalır diye mi korhdun? Kalsın...
Beni alakedar itmez.. Get, söyle usulüynen, söndürsün
cuvarasını!
Odasına öfkeyle dönen katip:
- Arkadaş söndür cıgaranı! diye sertçe söylendi.
Çopur Halil:
- Tadını kaçırdın be! dedi, deminden beri söndür
söndür.. İki fırrık kaldı şurda zati..
- İki fırrık miki fırrık bilmem, söndür.. Ağa demediğini
komadı bana.. Ne mecburiyetim var el için laf işitmeğe?
- Ağa bana birşey dimez, ben müstesnayım!
- Burası fabrika.. Burda hiç kimse müstesna değil..
Söndür cıgaranı! Had!.. Bak her taraf pamuk dolu..
Bir kıvılcım, tamam. Söndür, söndür yahu!
Katibe ters ters bakan Çopur Halil yere attığı cıgaranın
dibini ayakkabısının ucuyla ezdi. Bunu bir yenilgi
saymıştı. Şalvarının cebinden çıkardığı iri taneli sarı kehribar
tesbihini şakırdatarak çekmeğe başladı. Öfkesi gittikçe
artıyordu. Katibe göz ucuyla baktı.
- Yer yer olmalı ki... diye söylendi.
Balyacıların kantara koydukları pamuk balyalarını tartıp
numaralarıyla kilolarını önündeki deftere kaydetmekte
olan katip, gözlüğünün üstünden Çopur Halil'e baktı,
lahavle çekti.
Beriki:
- Ne lahavle çekiyorsun lan? diye horozlandı.
Katip:
- Ben lan değilim, dedi, efendiyim ben!
- Suratından belli...
- Belli tabii...
- Kes lan! Şimdi efendinin de, beyinin de anasından
avradından çektirirsin ha!
Gözlüğünü çıkarıp rahlesinin üzerine hırsla bırakan
katip, kalktı devecinin karşısına dikildi:
- Çek bakalım hadi!
Çopur Halil de kalktı, tesbihini şalvarının cebine koydu.
- Kaçdan aşağı olmaz yani?
Katibi göğsünden şöyle bir itti. Birkaç adım gerileyen
katip:
- Kaçdan aşağı dersen o kadar ulan. Varsa bir marifetin
göster!
Deveci Halil'i itmek istedi. Katibin eline sertçe vuran
deveci:
- Biçimli otur, bak, öfelerim ha! dedi.
İtişmeğe başladılar. O onu itti, o onu. Sonra birdenbire
karakucak oldular. Çopur Halil, ihtiyar katibi bir savuruşta,
rahlesine fırlatmıştı ki, yetişen hamallar araya
girdiler, deveci Halil'i dışarı çıkardılar.
Eli ayağı zangır zangır titreyen katip kükrüyordu. Basbas
bağırarak odasının kapısını çarptı, arkasından sürgüledi.
Çopur Halil'se hamalların arasında:
- Birazdan, diyordu, birazdan isterim bunları: Eğer
bunu senin kesene korsam bu bıyıklar anamın...
Bir bardak su içen katip, rahlesinin başına geçmişti.
Titreyen eline kopya kalemini aldı, gözlüğünü gözüne
taktı.
Çopur Halil hala söğüp sayıyordu.
Kantara konulan balyayı alışkın elleriyle tartıveren
katip, hiç de lüzum yokken:
- Yüz on kaldır!
Diye balyanın kilosunu seslendi.
Kendisine cevap vermeğe tenezzül edilmediğini sanan
Çopur Halil gene söğdü.
Aynı hareketi bu sefer mahsustan tekrarlıyan katip:
- Yüz sekiz, kaldır! diye bağırdı.
Çopur Halil çıldıracak hale gelmişti.
- Ulan senin İsanı, Musanı, yedi göbek sonraki zürriyetini
İskenderin ordusuynan.. diye söğerek hamalların
elinden kurtuldu, katibin oda kapısına müthiş bir tekme
attı.
- Çüşş ayı oğlu ayı! dedi katip.
Deveci Halil fabrika sahibinin odasına taraf hızlı hızlı
yürüdü.
Az sonra çırçır merdivenlerini inen ağaya durumu anlatan
katip:
- Beni size şikayete gitti! dedi.
Ağa:
- Kulağasma.. cevabını verdi, yarın benim palikem
yanarsa, ötebaştan yürek soğudur dümbükler!
İplikhaneye taraf yolunu değiştirdi.
Vİ
4 numaradan 24 numaraya kadar yumuşak, ekstra,
her katta bükülü ve tıer renkte pamuk iplikleri yapan iplikhane,
erkek aptesanelerinin yanında, mavi boyalı kapıları
içeri dışarı açılıp kapanan, yüksek çatısını sağlam
demir kolların tuttuğu, aydınlık, tertemiz, pırıl pırıl bir
atölyeydi.
Kapıdan girince sağda RIETER markalı banko makineleri...
Fitil makinelerinden gelen pamuk kolonları bankolarda
isteniien numaraya göre incelir ve masuralara
sarılırdı. Her bankoda Öncü ve Arkacı denilen işçiler
çalışır. Islak betonun üzerinde yalınayak veya takunyalarla
çalışan kız, oğlan, genç, ihtiyar, kadın, erkek işçiler...
Bilhassa çocuklar.. Dokuz, on yaşlarında, gözleri
uyku dolu, renksiz şeylerdir ki, iş kanununa uysun diye,
annelerinin, teyze, hala, dayı yahut ta tamamiyle yabancı
bir büyük insandan parayla satın alınmış nüfus kaatlarıyla
işe girmişlerdir.
Bankoların yeşil çuha kaplı ince silindirleri üzerinde
su gibi dağılıp, sonra birleşerek pırıl pırıl çengellerden
geçen iplikler, masuralara baş döndürücü bir hız ve yumuşak
bir vınıltıyla sarılıyorlardı.
Her gün on iki saat ayaküstü çalışan ufaklı büyüklü
işçilerin vazifesi, arada kopuveren bu ince telleri Yapıştırmaktır.
İşçiler bu yapıştırmada öyle ustadırlar ki...
Ağa sağdan birinci bankonun yanında durdu. Makinelere
karşı tükenmez bir hayranlığı vardı. Gözlerini yeşil
silindirlere dikti.
Ağanın iplikhaneye geldiği haberi her zaman çabucak
yayıldığından, birer köşede çene çalan, gazoz, çay,
kahve içmeğe sıvışan, kızlarla dalga geçen usta veya usta
muavinlerine haberler uçardı.
Gene öyle oldu. İplikhanenin koca göbekli, zampara
ustası atölyenin arka kapısından usullacık girdi, arka makinelerden
birinde sözde tamire başladı.
Ağaysa banko işçileriyle konuşuyordu.
Babasının patlak yenli sarı postallarını incecik ayaklarına
geçirmiş, on iki yaşlarında bir bankocuya:
- Eee... dedi, memnun musun İtalyan'ın düzeninden?
İri kulaklı, yamyassı başını iki yana sallayan oğlan:
- Bırak be ağa, dedi, nerden çıkardın başımıza bu
gavuru?
- Niye lan?
- Niyesi var mı bire ağa.. Böyle iplik olur mu? Kop
ha kop!
- Ee.. Herif mehendis, gavur.. Senden benden eyi
ağnar tabi..
Gene boydan boya kopan iplikleri yapıştırmağa koşan oğlan:
- Onun gavurluğunu da, mühendisliğini de... diye
söğdü.
Ağanın yanıbaşında beliriveren koca göbekli usta:
- Bütün amele şikayetçi! dedi, millet kan ağlıyor..
Hele dokumahane.. Böyle giderse herifin Allahını şaşıracaklar...
Ağa gülümsedi:
- Bana ne? Palikenin sahabı yalnız ben deelim ya.
Herifi palikeye de ben almadım...
- Vallaha bilmem.. Böyle giderse işçi tekmil ayaklanacak!
- Numan Şerif Beyefendi düşünsün.. Gavırı beş
seneliğine konturatınan palikeye bağlıyan o. Herif bana
bile kafa tutuyor yallah deyince...
Ağanın etrafını bir kısım işçilerle, usta muavinleri almıştı.
Avurtları birbirine geçmiş bir usta muavini:
- Millet boyuna Sümerbank fabrikasına kaçıyor! dedi.
Ağa:
- Nöriym? diye omuz silkti, bana göre hava hoş..
- Bereket versin Sümerbank fabrikasında da kadrolar
dolu. Yoksa çalıştıracak adam bulamıyacaktık..
Ağa kesti attı:
- Numan Beyle İtalyan'dan sorun. Bana hiç gelmeyin!
Yürüdü. Son derece memnundu. Yanıbaşında yürüyen
iplikhane ustasına:
- Akılları varsa, çevirsinler gavırı, şöyle bir tenhada..
- Olacak, dedi usta, o da olaca..
- İnşallah..
- Sen hiç merak etme.. O, dokumacılardan bulacak
belasını.. Söğen söğene...
Ağa Kelep'lere geçerken, iplikhanenin nihayetindeki
odayı, İtalyan'ın çalışma odasını çenesiyle işaret etti:
- Gelmedi mi daha?
Usta:
- Dokuzdan evvel gelmez, dedi, herif Avrupalı mühendis
kolay mı? Bizim gibi değil ya. O yokken fabrika
işlemiyordu sanki, pek bir lüzumu varmış gibi..
Kelepler, yani çözgüler, bankolardan dar bir beton
yolla ayrılıyordu. Bankolardan gelen iplik masuraları koca
koca teknelerle keleplere taşınır, keleplerde çözülür,
çileler haline getirildikten sonra paketlenip pazara sevkolunurdu.
Beyaz örtülü başları önlerine eğik, siyah göğüslüklü
işçi kızlar harıl harıl çalışıyor, ikide birde kopan iplikleri
bağlayıveriyorlardı.
Kelepçi kızlar da bankodakiler gibi, fazla iplik kopmasından
şikayetçiydiler.
- İpliklere bir şeyler oldu, diyorlardı, bu kadar senedir
biz bu fabrikadayız, böylesini görmedik..
Ağa hemen cevaplıyordu:
- Avrupalı mehendisten eyi mi bileceksiniz? Aklınız
ondan çok değil ya?
Kızlar:
- Pis cenabet, diyorlardı, nerden çıktı başımıza?
- Ben çıkarmadım, benim şuncacık kabahatım yok..
Palikenin sahabı bir ben olsam, kuyruğundan duttuğum
gibi, yallaaah!..
Araya gene hemen koca göbekli ustayla usta muavinleri
giriveriyorlardı:
- Belasını o, ekmekleriyle oynadığı işçilerden bulacak...
Yazık günah değil mi şu ana kuzularına? On iki
saat ayak üstü çalışmak kolay mı?
Ağa kurnazca gülümsedi:
- Açsınlar gözlerini! Ağlamıyan çocuğa meme var
mı? Gedip Numan Beyefendiye söylediniz mi?
- Doğumacılar gitmiş, şikayet etmişler... Dinlemiş
bir iki... Sonra kızmış. Avrupalı bir fen adamına karşı sizin
şikayetinizi dinlemem, haydi yallah marş demiş..
Boşnak Cemile'nin yanında duran ağa:
- Koskoca Numan Bey.. dedi, bir ayağı Avrupada,
bir ayağı Emelikende... Sen ben kim oluyok?
Boşnak kızının yanında ağanın gene durduğunu gören
iplikhanede İtalyan hemen unutuldu. Sağda, solda
fısıltılar başladı.
Üç makine aşağıda çalışan Arabuşağı Karakız, aynı
makinede çalıştıkları Arnavut Meryem'le Giritli Hatice'ye:
- Papaz, diye fısıldadı, kıza nasıl da bakıyor!
Ufacık burnunun ucu havaya kalkık Giritli Hatice:
- Heye, dedi, papaz ki papaz.
Daracık omuzlu, kara, kuru, çirkin bir kız olan Arnavut
Meryem:
- Ya beriki? dedi, kaşlara bak.. Babasının oğluna
surat ediyor sanki.. Bellersin ya babası ya da..
Hatice:
- Kocası! diye tamamladı.
- Vallaha.. Güzel olmaynan sanki..
- Hiç canım.. Koskoca bir ağa mesela.. Sen öyle
bir adama surat asacak insan mısın? Kim oluyorsun sen?
Karakız:
- Ondaki onur, kibir kimde var. Burnu kafdağında..
dedi, şu deveciden ötürü böyle böyle dedim, herif sana
yangın dedim, kollarını burmaynan doldururum, gözümün
yağını yesin diyor dedim de çemkiriverdi!
- Katip yarın onun ağzının içine...
- Vallaha.. Deveci diyor ki, otuz kaat maaşnan avrat
mı sevilir, diyor.
- Bunnarı hep kendine dedin mi?
- Cemileye mi? Dedim..
- Ne diyor?
- Hiç. Seni idareye şikayet ederim diyor.. Etsin, korkum
mu var? Onun feriştahından korkmam ben.. Ben
kaçın kurrasıyım.. Lakin güttüğüm nokta başka...
Cemile'ye nefretle bakan Meryem:
- Tıskit, dedi. Ayağına gelmiş bir kısmet.. Şu senin
deveci beni almaz mı kız?
- Seni ne yapsın kuru cenabet..
Arnavut Meryem içini çekti:
- Doğru bacım.. Beni napsın.. Kara, kuru..
Tam bu sırada elinde bir takım kaatlarla Cemile'nin
katibi iplikhaneden içeri girdi.
Kara kız:
- Aha, dedi, Aslı'nın Kerem'i... Aklıma da geldiydi
ha.. Usta bir gıcık alıyor ki..
Koca göbekli usta da katibi görmüştü. Yüzü derhal
asıldı, ağanın kulağına:
- Senin Numan Beyin adamı... dedi, saat başı burda..
Halbuki iplikhaneyle hiçbir alakası yok.. Eline bir iki
kaat alır, dolaşır. Maksat kızlarla angaje etmek..
Ağayı karşıdan gören katip de şaşırmıştı. Geri dönmek
istemiş, şüpheyi büsbütün çekeceği için vazgeçmişti.
Ağanın yanından geçerken:
- Nirye gidiyon? diye ağa sordu.
Katip durdu. Yeni tıraşlı yanakları kızardı. Saçları
briyantinden ışıl ışıldı.
- Sinyor Orlandonun raporlarını götürüyorum efendim! dedi.
İplikhane ustası:
- İtalyan'ın saat dokuzdan önce gelmediğini kendisine
daha dün söylemiştim!..
Katip şaşaladı.
Ağa sertçe :
- Dün, söylemiş sana..
Katibin gözü Cemile'ye kaydı.. gözgöze geldiler. Verilecek
kandırıcı bir cevabı yoktu. Bununla beraber, birşeyler
söylemeliydi herhalde. Gözü tekrar kıza gitti.
Bu sırada ağa:
- Hadi bakalım, dedi, yallah! Burası angace yeri
deel!
Mahvolduğunu sanan katip döndü, birbirine dolaşan
bacaklarıyla, çıktı gitti.
Usta:
- Bu (A) yedeği iş başında mı? Gece demez gündüz
demez, burda!
Yan gözle Cemile'ye baktıktan sonra:
- Ne hikmetse, diye tamamladı.
Ağa aldırış etmemişti, tekrar Cemile'nin yanına sokuldu.
Cemile'yse hırsından titriyor, yaşaran gözlerini
saklamak için başını eğdikçe eğiyordu.
Ağa:
- Ee.. dedi, beğenmiyon mu İtalyan'ın düzenini?
Cemile cevap vermedi. Başını az daha eğdi, titreyen
elleri makinenin iplikleri arasında şimşek gibi dolaştı.
Ağa:
- Sana söylüyorum! dedi.
lslak kirpikleriyle ağaya ok gibi bakan Cemile:
- Neblim ben, cevabını verdi.
Böyle bir karşılık beklemiyen ağa, iplikhane ustasına
baktı. Usta gülümsüyordu, soğuk, hain bir gülümseyiş..
- Bu ne tevir cuvap kız? Sende hiç terbiye yok mu?
Cemile:
- Yok, dedi.
Kızı uzun uzun gözden geçirdikten sonra, başını salladı,
öfkeyle yürüdü. İplikhane ustası da peşinden gitti,
dışarı çıktılar,
Ağa:
- Bu kız kimin nesi? diye sordu, niye çemkirdi öyle?
Usta gene o hain gülümseyişle:
- Sevgilisini kovdun ya! dedi.
- Ya... diye şaştı, madem biliyordun bunu oğlanı
ne dimeye kovdurdun bana?
- Boşver.. Bura katip ketebe takımının angace yeri
değil, iyi ettin!
- Yoksa...
- Yok vallaha ağa.. Benim onun boyunda kızlarım
var..
- Bana ne bok olduğunu belletme..
- Yok vallaha ağa.. İnan ki değil..
- Bana ne bok olduğunu belletme Şükrü...
- Vallaha değil ağa, billaha değil..
- Haydi öyle olsun.. Kimin nesi bu?
- Bu muhacir esas, Boşnak.. Babası uzun boylu bir
adam. Lakin, memleketinde çok ileri, hanedandanmış.. Bilenler
anlatıyor, çetebaşıymış herif, bir tabur gavuru önüne
katar kovalarmış.. Tabi zengin adam, mal mülk çok..
Din uğruna, pir aşkına Sırplarnan boğuşurmuş. Lakin, zorlu
diş çeker ha. (Ağzını açtı, mağara gibi oyuk bir diş
yerini gösterdi) Bak, bu dişimi çekti. Eli öyle hafif ki..
Sonra, kırık, çıkık, yara, bere.. Elinden her bir şey gelir..
Bu kızın bir anası vardı ağa, eh.. Allah işini gücünü bırakmış,
bu avradı yaratmış derdin görsen.. Tevatür güzeldi.
Bir saçı vardı, topukta, beyaz beyaz, kar gibi. O kaş,
o göz..
- Ballandır ha ballandır gayri..
- Niye, kızı meydanda değil mi? Bir de kardeşi var
bu kızın, dokumalarda..
- Bizim dokumalarda mı?
- Heye, bizim dokumalarda..
- Babasının zenaati madem bu kadar zorlu.. Ne dimeye
çalışmıyor da çocuklarını palikede işletiyor?
- Vallaha bilmem amma, görmüş geçirmiş adam,
derebey çocuğu.. Diş çeker beleş, ağrı keser, kırık sarar,
saç tıraş eder, sakal kazır metelik almaz. Alsa halbuki,
çocuklarının ikisinden de ziyade para kazanır amma, gel
anlat.. Derebeyi adam, kimbilir.
Kendi ortağını hatırlayan ağa:
- Bizim soğan erkeği gibi değil mi diye güldü. Lakin
aferin kıza.. koca bir patrona çemkirmek..
Dokumahaneye taraf yürüdü.
VII
Ağam tam dokumahane kapısına gelmişti ki, İtalyan
mühendis Orlondo, fabrikanın Memurlar Kapısı nda göründü.
Beyaz kolonyal şapkası, piposu, kurt azmanı iri
köpeği, budaklı bastonu, kısa pantalonu ve sarı sarı tüylü
kıpkırmızı bacaklarıyla..
Ağanın yüzü nefretle buruştu. Söğdü, yere tükürdü,
içeri girdi.
Üç yüz otomatik dokuma tezgahının kulakları sağır
eden bir şakırtıyla çalıştığı dokumahane toz içindeydi.
Basık çatıdaki pancerelerden birer sütun gibi betona vuran
sabah güneşinde pamuk tozları uçuşuyor, dokumahane
kola koyuyordu.
Ağayı kapıda karşılayan dokumahane ustası, gözleri
burun köklerine akmış, oklava gibi upuzun, kupkuru, hilekar
bir Arabuşağı, ağanın sol gerisinde yürürken, ona
istemediği bir sürü şey anlatıyordu:
- ...işçi galeyan halinde. Sümerbank fabrikasına
kaçan kaçana. Bereket versin oranın kadroları dolu da..
İşçi ne, yapsın? Kopanı çekip bağlamaktan bez dokuyamıyor ki!
Bir şey değil, yarın biçimsizlikler de olabilir.
- Ne gibi?
- İtalyan'ı istemiyor işçiler! Anan yahşi, baban yahşi,
güç halle idare ediyorum herifleri.. Ağa:
- Sana ne? dedi, niye idare ediyorsun? İt işi, domuz
derisi. Ko serhoşu yıkılana kadar!
- Herifi öldürürler ağa..
- Bubayın oğlu mu?
Sevinçle çalkalanan dokuma ustası:
- Vicdan, dedi, insanda vicdan var da..
Ağa şöyle bir baktı, yürüdü.
İplikhanede olduğu gibi, dokumahanede de tezgahları
teker teker dolaşırken, sinirli bir halde, kendilerini
tutamayıp İtalyan mühendise küfürü basan işçilere:
- Siz Numan Beğden daha mı eyi bileceksiniz? diyordu,
herif ne Avrupasını kodu gezmedik, ne Emelikenini...
İşçiler:
- Onun Avrupayı, Amerikayı gezmesi, babasının bayraktar
olmasından bize ne? Biz ekmeğimizi biliriz...
- Hakkınızda bu hayırlı zahar ki.. Neden dirsen,
başınıza koskoca bir mehendis getirdi hem de İtalyan...
O gelmeden bu palike işliyor muydu? Siz bez dokumasını
biliyor muydunuz? İtalyan geldi, her birşeyler düzelmedi mi?
Arkasından gevrek gevrek gülüyordu, İşçiler de basıyorlardı
küfürü.
Dokuma ustası ağayı, yeğeni Camgöz Sadığın tezgahına
götürdü. İşçilerinden ışık geçirilmiş gazoz bilyalarını
hatırlatan gözleriyle Camgöz Sadık, ağanın emrini
bekliyordu.
Ağa:
- Koş, dedi koş bakalım tezgahını!
Alışkın ellerle mekiğine yeni masura koyan Camgöz,
tezgahını koştu, işletti. Sert şakırtılarla işlemeğe başlıyan
tezgahta mekik yıldırım gibi gitti, geldi... ve istop etti.
Beş iplik kopmuştu. Camgöz Sadık kopan iplikleri çabucak
çekti, bağladı, tezgahını tekrar işletti. Az sonra
makine tekrar istop etti. Dört iplik birden kopmuştu.
Ağa:
- Niye böyle ediyor? diye sormağa kalmadan, Camgöz
eliyle, koluyla, kaşıyla, gözüyle başladı:
- Bu İtalyan'ın düzeni gibi bombok düzen görmedim
ağa. Bu kadar senelik dokumacıyım, başıma böylesi gelmediydi..
İplik çekip bağlamaktan bez dokuyamıyoruz. On
iki saat ayak üstü dikil, hava.. Bu gidişle ekmeğe, dileneceğiz..
Evvelce ne iyiydi! Hepimiz memnunduk.. Şimdi?
Dayısına baktı. Beriki: ..devam et, devam et! demek
isteyerek, ağanın omuzu üstünden başını salladı.
- ...şimdi günde bir tek top bile çıkaramıyoruz.. Biz
de insanız, bizim de ekmek bekleyen çoluk çocuğumuz var.
Dokuma ustası:
- Bütün dokumahane böyle düşünüyor! dedi, herifler
haklı. On iki saat çalış, didin, tatlı uykundan ol,
sonra...
Ağa:
- Peki ne yapalım? diye sordu.
Camgöz:
- Kovun gitsin.. dedi.
- Kovun amma, Numan Bey beş senelik konturatnan
palikeye bağladı. İstesek bile kovamayız..
- İşçi konturat monturat dinlemez ağa. İşçinin şurasına
geldi, bıçak kemiğe dayandı.. Burada öyle işçiler
var ki, anam avradım olsun bıçağı çekti mi...
Dokuma ustası:
- Ne biçim laf bu? diye güya sertleşti, kanuna, nizama
karşı gelinir mi?
Göz kırptı.
Ağa birdenbire:
- Şu, dedi, iplikhanedeki Boşnak kızının kardeşi
hangisi?
- Hangi Boşnak kızı? Cemile mi?
- Heye..
Orta makinelerden tarafı parmağıyla gösteren dokumahane
ustası öne düştü.
Ağayla ustanın kendinden tarafa gelmekte olduklarını
gören Sadri'nin yanakları kızardı, korkmuştu. Tıpkı kızkardeşi
gibi başını önüne eğdikçe eğdi.
Ağa:
- Senin iplikhanede bacın var mı? diye sordu.
On altı yaşındaki Sadri'nin sarı tüylerle kaplı tombul
yanakları kızarıp bozarıyordu.
- Var.. dedi.
- Baban?
- Babam da..
- O bacına hiç terbiye vermiyor mu baban?
Sadrinin kaşları çatıldı. Ağaya, sonra ustaya baktı,
daha sonra da yanındaki tezgahta çalışan arkadaşı dokumacı
Musa'ya. Hiçbir şey anlamamıştı.
Ağa:
- Kız eksiğidir, diye devam etti, yarın elin eline düşerse
sıkıntı çeker!
Sonra:
- İşler nasıl gidiyor? dedi.
Sadri omuz silkti:
- Çok kötü ağa..
- Niye?
- Boyuna iplik kopuyor.. Kopanı çekip bağlamaktan
bez dokuyamıyoruz ki..
- İtalyan'ın düzenden sonra mı böyle oldu?
Sadri:
- Yook... diye başını sallayınca, ağanın omuzu üzerinden
bakmakta olan dokuma ustasının yüzü kırıştı.
- Yok!..
Sadri ürktü. Adeta nutku tutuldu.
Ağa:
- Niye durdun? diye sordu, İtalya'nın düzenini beğeniyorsun
demek!
Bir kere ok yaydan çıkmıştı.
- ...İlk zamanlar İtalyan'ın düzeni iyiydi... diye devam
etti, kaymak gibi bez dokuyorduk, töbe iplik kopmuyordu..
Dört, beş gün böyle gitti. Ondan sonra.
Dokuma ustası:
- Bu ağızlar İzmirlinin ağızları! dedi, bırak bu ağızları
da doğru konuş!
Sadri:
- Doğru konuşuyorum! diye ısrar etti.
- Konuşmuyorsun!
- Dosdoğru konuşuyorum ben!
- Sen doğru konuşuyorsun da, bu kadar işçi yalancı mı?
Israrda fayda görmeyen Sadri, tezgahına döndü, işiyle
uğraşmaya başladı.
Ağa:
- İzmirli de kim? diye usullacık sordu.
Arka tezgahlardan birinde çalışmakta olan kısa boylu,
yusyuvarlak birini parmağıyla işaret eden usta:
- Orda.. dedi, ta orda işte!
Ağa o tarafa yürüyünce, usta bir iş bahane ederek,
makinelerden birinde sözde tamire başladı, ağanın peşisıra
gitmedi.
Bir kedi kadar çevik, açıkgöz olan İzmirli Nusret, lisenin
onuna kadar okumuş, cin gibi bir delikanlıydı. İplik
ve bez randımanlarının niçin birdenbire düştüğünü kısaca
anlattı:
- ...kolaya zımpara tozunu usta beyin adamları atıyor..
Malum a, zımpara tozu aşındırıcıdır.. Tel gücüle
aşınıyor, aşınan tel gücüler de iplikleri zedeleyip koparıyor.
- Ustanın ne menfaatı var bunda?
- İtalyan'ı sepetletip eskisi gibi tek başına kalmak!
Ağa bütün bunların farkında değilmiş gibi, renk vermiyordu.
Dokumahane kapısına doğru giderken, usta endişeyle
bakıyordu. Gözüyle gel! yapan ağanın peşi sıra dokumahaneden
çıktı, iplik ambarından içeri daldılar.
Sağlı sollu, tavana karar istifli iplik paketlerinln arasında
daracık yol, giriş kapısı gibi küçücük bir kaplıyla
dışarı çıkıyordu.
Ağa bir ara durdu. Dokuma ustasının gözlerinin içine bakarak:
- İtalyan'ın ayağı böyle alınmaz! dedi.
Dokuma ustası gene itiraz etmek isteyince:
- Patırdıyı bırak! dedi, şurda bizbizeyiz... Senden,
benden gayri kimse yok: Ağnadın mı?
- Sana diyom.. Ağnadın mı?
- Anladım ağa..
- Lafıma eyi kulak vir.. İtalyan'ın ayağı böyle alınmaz!
- ...?
- Elimden gelse, bi gaşık suda boğarım dümbüğü?
Amma, asıl zorum ötekinde, onu burya getirende.. Ağnadın mı?
- Anladım ağa..
- Numan beğ, Numan beğ... Ne Avrupasını kor, ne
Emelikenini.. Sıfatını görmüyon mu? Gavudan fark var
mı? Yazının kabıklısını tebelleş etti başımıza.. Ayda bin
lira para, pirim, ikramiye, vırt zırt.. Sana bişey deyim mi?
Amma aramızda kalacak...
Gözleri parlayan usta:
- Yanımda adam boğazla istersen ağa dedi, benden
sır çıkmaz!
- ...ben bu Numan dümbüğünü de bir biçimine getirip,
yallaah...
- En sağlamı o zati.. Nedir öyle.. Muhasebeyi mektepli
memurnan doldurdu.. Eskiden iki, üç katip.. İş gene
bu işdi, hesap kitap gene bu hesap kitapdı...
- Tabi canım... Bi sürü it doldurdu palikenin içine..
- Haklısın ağa...
- Yenişden söylüyorum, sözüme kulak vir, aç gözünü;
İtalyan'ın ayağı böyle alınmaz!
Bir müddet bakıştılar.
- ...nasıl alınacağına gelince... sen bi selamet zamanda
gel de, beni gör... İstersen eve gel.. Gece gel..
Ağnadın mı?
- Anladım ağa, emredersin, başımla beraber...
- Haydi get işiyin başına!
İplik ambarlarının alt kapısından çıktı, muhasebeye
taraf gitti.
Bu kadarını kabil değil tahmin edemiyen dokuma ustası,
sevinç içindeydi. Ay benimle olduktan sonra, yıldızın
kuyruğuna çarpim! diye söylenerek dokumahaneye
girdi. Hala korku içindeki Sadri'nin yanından kayıtsızca
geçti yeğeni Camgöz'ün omuzuna dokundu. Yeğeniyle birlikte
odasına gittiler.
Vİİİ
Muhasebe servisine geldiği zaman ağa, saat dokuz
buçuğu gösteriyordu. Onun muhasebe servisine girişi her
zamanki gibi merasimle başlarını kocaman kocaman defterlere
indirmiş çalışan memurlar ayağa kalkmışlardı.
Okumuş insanları huzuruna alıp, onlarla alay etmeğe,
maaş verdiği memurlardan mutlak bir saygı görmeğe
bayılırdı. İlle doktor, mühendis, avukat gibi gıptayla
karışık bir haset duyduğu kimselere karşı çok daha haşindi.
Şurda burda lafı gelince, hemen taşı gediğine koyuverirdi:
...tohtur oldular, mehendis oldular, abukat oldular
da ne derdi, huzuruma vardılar mı, el öfelemiyorlar mı?
Bugün de her zamanki gibi, muhasebeye girince bütün
memurlar ayağa kalkmış, yalnız birisi, iplikhaneden
kovduğu katip aldırış etmemişti. Fabrikaya ortağı Numan
Beyin aldığı bu katibin babasını da, ortağı Numan Bey
kadar sevmezdi. Geçmişini bilip, şurda burda yüzüne
vuran cahilliğiyle alay eden, bilhassa, soy, sop, asalet
filan karıştıranlardan nefret ederdi.
Önündeki deftere başını eğmiş, bir şeyler yazar görünen
katibe öfkeyle bakarken: Koğdum diye zoruna
getti, onun için değil mi? Tabi koğarım. Mayişini ben viriyom!
diye düşünüyor, öfkesi artıyordu.
Katipse onu sahiden görmemişti: Bütün milletin, bilhassa
Cemile'nin önünde rezilce koğuluşunu bir türlü
hazmedemiyor, annesinin yıllarca önceki sözlerini düşünüyordu.
Bütün hayatı boyunca kocasına kayıtsız şartsız bağlı
kalmış, onun öfkesine, küfrüne, hatta dayağına tahammül
edip boyun eğmiş olan annesi, belki de hayatında ilk ve
son defa kocasına isyan etmişti.
İri yarı babası konağın geniş sofrasında, rugan iskarpinlerini
cızırdata cızırdata dolaşırken:
- ...okumasınlar efendim, diye bağırmıştı, benim
çocuklarım da okuyup tahsili ali görmeyiversinler, kıyamet
kopmaz ya! Hem okuyup ta ne olacak? Gözleri açılıp,
hisleri incelip, etrafın çirkinleri karşısında adım başı
üzülmektense, neme lazımcı birer küçük zenaatkar olup
çoluk çocuklarının ekmeğinden başkasını düşünmeyi bilmesinler
daha iyi!
Tam bu sırada ufak tefek, halim selim annesi, bir elinde
bir baş soğan, öbür elinde bir bıçak, mutfaktan dişi
bir pars gibi fırlamış, kocasının karşısına dikilmiş:
- Okuyacaklar! diye haykırmıştı, evlatlarımı başkalarının
karşısında el ovalamağa mahkum birer sünepe
görmektense, ölmeyi tercih ederim. Benim çocuklarım okuyacaklar,
babaları gibi..
İplikhaneden koğulduğu halde sesini bile çıkaramayışiyle,
annesinin o zaman sözünü ettiği Sünepe olduğunu
sanıyor, bundan kurtulmak için ne yapması gerektiğini
düşünüyordu ki, omuzu dürtüldü. Döndü. Ağa. Ayağa
fırladı ama iş işten geçmişti. Tıpkı iplikhanedeki gibi,
kalın, kırçıl kaşlarını çatan ağa, hışımla bakıyordu.
Neden sonra:
- Senin adın ne? diye sordu.
Katip ismini söyledi. Ağanın bunu bilmezmiş gibi davranışı
tuhafına gitmişti.
Beriki hep aynı ağırlıkla:
- Senin buban, anan yoh mu? diye sordu. Başında
bir böğüyün yoh mu?
Her şeyi gayet iyi bilen ağanın bu türlü davranışı
katibi büsbütün şaşırtmıştı.
- Var efendim.
- Sana heç mi terbiye virmediler? Dimediler mi ki,
bir insanın bir büyüğü bir yerden içeri girdi mi, zıppadan
ayağa kalkılır, hörmet gosdürdülür demediler mi?
Katip kekeledi:
- Meşguldüm efendim, görmedim affedersiniz.
- Meşguldün, gormedin. Meşgullüğünüzen beni ehya
ettiniz. Siz yokken bu palikenin hesabını kitabını dıvarlara
yazdırırdım ben... Genede işim yürüdü.. Ne bu
masebe musebe, defter, kalem vırt zırt... Fuzuli masraf..
Aybaşı olsun, koşun kasadara.. Ne iş gördüğünüz var
sankim? Beni ehya mı ettiniz?
Katibi bakışıyla ezmek istiyordu.
Katipse, gene cevap veremiyordu. Sünepe! diye
düşündü. Başkalarının karşısında el ovalayıp, susmağa,
haksızlıklar karşısında susmağa, vicdanı emrettiği halde
susmağa, küfre karşı bile susmağa, velhasıl 24 lira 95 kuruşun
hatırı için, en susulmaması gereken haller karşısında
bile susmak zorunda bir sünepe!
Oysa, hiç de böyle olmak istemeyen bir şuuru vardı.
Eğer Cemile olmasa, 24 lira 95 kuruşa bile boş verir,
masasındaki defter, kalem, hokka, hesap makinesi ne varsa
herifin suratına fırlatır, sonunu düşünmezdi bile.
Fakat... O kadar yalnızdı ki..
Ağa:
- Terbiyesiz!
Dedi, bütün muhasebe servisine çöken ağırlığını da
birlikte sürükleyerek, ağır ağır yürüdü, gitti.
Masasına çöken katip başını avuçları içine almıştı.
Sağda, uzun bir masada yanyana çalışan primanota,
defteri kebir ve muavin hesaplara bakan iki arkadaş - biri
tombul, beyaz yakışıklı, öteki esmer, kuru, çirkin, üstelik
kendini beğenmiş - kaplarına sığamıyorlardı.
Kurunun bacağı, tombulun bacağını:
- Senin ukala dümbeleğine bak!
Demek isteyerek dürttü.
Öteki cevap verdi:
- Farkındayım.. Hani izzeti nefis, haysiyet, kabadayılık?
İki adamın bacağı konuşmaya devam etti:
- Fasarya.. Adamsa o lafları yemeseydi! Yenecek
laf mı o laflar? Terbiyesiz dedi be!
- Der.. Maaş veriyor..
- Hadi be sen de.. Maaş veriyor diye?
- Ne o? Sen de mi?
- Ne ben de mi?
- Sana söylese sen cevap verebilir miydin?
- Tabii verirdim!
- Cart.
- Cart sana, senin sülalene...
- ...!!!
İX
Bir ayıbalığını hatırlatan geniş omuzlu, kocaman kocaman
elli Umum Müdür Yahudi Salomon, iri burnunu
önündeki kaatlara indirmiş, yanıbaşındaki koltukta, İtalyan
kırmalı Fransızcasıyla hararetli hararetli konuşmakta
olan Sinyor Orlando'yu dinliyordu. Orlando:
- Sabote ediliyorum, farkındayım! diyordu, imalatı
düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar... Bir taşla iki
kuş vurmak!.. Bu suretle hem fabrika idaresi, hem de işçi,
bilhassa buna ehemmiyet veriyorlar, aleyhime dönecek..
Bütün yeniliklere karşı ayni reaksiyon, malum.. Numan
Beye her şeyi anlattım.. Numan Bey kibar adam, kültürlü
adam, bir Avrupalı kadar ileri anlayışlı adam!
- Orası muhakkak.
- Ama öteki? Tam bir feodal, hem de en fenasından..
Niçin dolaşır fabrika içlerini? Alakadar olmasın, bıraksın
size ve bana.. O istesin bizden randıman!
Çukurovaya altları delik deşik pabuçları, kirli atlet
fanilası, pis hasır şapkasıyla talihini denemek için gelen
Yahudi Solomon, anbar memurlukları, kantar katiplikleri
yapmış, sonraları Çukurovanın çeşitli kasaba ve şehirlerinden
uzun uzun sürtmüş; açıkgöz; hinoğlu hin, yaş yere
basmaz biriydi ki nasılsa bu fabrikaya kapılanmış tırnaklarını
adamakıllı geçirmişti:
Şöyle böyle Fransızcası; biraz Almancası ve diğer
alafranga anlayış tarafıyla Numan Rüştü Beyi; sırasında
karacahil bir bakkal kadar hesabiliği, vurdumduymazlığıyla
da Kadir Ağayı avlamış, gözlerine girmişti.
Fabrikada çarpışan menfaatlerin farkındaydı. Ama o
taraf tutmayı kendi çıkarı dışında bulduğu için, kökleri ta
Numan Rüştü Beyle Kadir Ağaya kadar uzanan bu zıtlığı
anlamaz görünüyordu.
Kıpkırmızı yüzü büsbütün kızaran ve bir makineli tüfek
gibi konuşan İtalyanı sakin sakin dinlerken, bir yandan
da o gün postadan çıkan mektuplara göz atıyor, iplik
ve bez siparişleriyle ilgilileri, ticaret masasına verilmek
üzere, bir kenara bırakıyordu.
Sinyor Orlondo:
Siz Ağaya söyleyin lütfen, diye devam etti, zahmet
edip girmesinler fabrika içlerine.. Bu fabrikanın mühendisi
benim. Sorulacak bir şey varsa, çağırsınlar beni,
icabeden izahatı vereyim kendilerine!
Birdenbire başını kaldırdı Salamon:
- Yorma kendini, dedi; Kadir Ağaya bu söylenmez..
Söylense bile hiç bir tesiri olmaz. Kadir Ağa bir bakkal,
karacahil bir bakkal kadar iptidaidir. Orta Anadolulu bir
bakkal nasıl her sabah dükkanını besmeleyle açar, kavanozlarının
tozunu alır, onları okşar, severse, Kadir Ağa
da böyledir. Kolaya zımpara tozu karıştırıldığı meselesine
gelince.. Mühim, çok mühim bu. Siz bu hususta ne
biliyorsanız ondan bahsedin.. Yoksa, Kadir Ağa şöyle, Kadir
Ağa böyle.. Bu sökmez. Kolaya zımpara tozu atandan
haberiniz var mı? Kimdir bu sabotör?
- Bunu kimin yaptığı, daha doğrusu yaptırdığı, bence
malum..
- Kim?
- Dokuma ustası!
- Onun teşvikiyle olması gayet tabii.. Ama atan kim?
- Anonim bir iş bu.. Filandır diyemem henüz.. Tertibatımı
aldım ben de, suçüstü yakalatacağım... Mamafi,
bütün bunlar görülmemiş, bilinmeyen şeyler değil.. Başta
iplik ve dokuma ustaları olmak üzere, bütün usta muavinleri
ve bütün bunların hatta Kadir Ağanın propagandasıyla
da işçilerin yüzde doksan sekizi aleyhimde...
Ters ters bakıyorlar, homurdanıyorlar, beni istemiyorlar!
Umum Müdür güldü:
- Demek Kadir Ağa da?
- Elbette... Yoksa niçin dolaşsın fabrika içlerini?
- Ne yapalım? Siz İtalya gibi yerde, fabrika umuruyla
uğraşmış insansınız. Elbette bunun da hakkından
geleceksiniz!
- İtalya, Fransa, Hindistan...
- Mesele yok..
Yan kapıdan Kadir Ağa giriverince, İtalyan mühendis
usulcacık kalktı, öbür kapıdan çıktı, gitti.
Arkasından nefretle bakan ağa:
- Gene ne patırdatıyordu? diye sordu.
Umum Müdür sadece güldü.
- Beni çekiştiriyordu deel mi?
- Malum şikayetler efendimiz..
Masası üzerindeki kaatlarla meşgul olmaya devam
etti.
Masaya az daha sokulan ağa:
- Ne diyor? diye göz kırptı.
- Malum şikayetler dedim ya.. Atölyeleri gezip dolaşmanıza
kızıyor. Öğrenmek istediği bir şey varsa beni çağırıp sorsun
diyor.
Öfkeyle doğrulan ağa:
- Sen o kabıklıya dirsin ki, kendini palikeme üçüncü
ortak deyi almadım diyor Kadir Ağa dirsin! Mal benim..
İstersem çalar kibriti yaharım.. Ağnadın mı?
- Haklısın ağa... Amma...
- Ne aması?
- Ona bunu anlatmak zor... Avrupa'da...
- Burası Avrupa mavrıpa deel! Burası Türkiye, açsın
gözünü, açmazsa açarlar... Beğenirse böyle, beğenmezse
çekilir gider melmeketine.. Burayı beğenmiyor da
ne dimeye gelmiş?
Milliyet meselelerinin açılmasından hiç hoşlanmayan
Yahudi Salomon, cevap vermedi.
Onu uzun uzun gözden geçiren ağa:
- Yohsa sen de mi onda yanasın?
Etine iğne dürtülmüş gibi irkilen Salamon:
- Ne münasebet efendimiz? dedi. Ben sadece onun
zihniyetinden bahsettim...
- Sen de gavırsın mesela... Amma gavırdan gavıra...
- Hayır, ben gavır değilim...
- Niye? Kabıklı deel misin sen?
- Yooo..
- Essahdan mı lan Salamon? Essahtan kabıklı deel
misin?
- Ben yarım sünnetliyim.
- Yarım gavır yani..
Gülüştüler.
Ağa birdenbire:
- Dur hele, dedi, sennen de arayı açacıyk gayri..
- Niye?
- Sen nesin bırada? Umum Müdür müsün, yoğsa
eşekbaşı mı?
Pişkin Salamon gayet sağukkanlıydı:
- Niçin? diye sordu.
- Palikeynen hiç alekadar değelsin!
- Mesela?
- Meselası var mı canım? Ameliye tekmil şikayetçi
İtalyandan. Herifin düzenini beğenmiyorlar, töbe beğenmiyorlar.
Ameliyeleri çağırıp ifadelerini alıyon mu?
- Başka?
- Katipler iplikhane kızlarıynan angace ediyor..
- Başka?
- Anayın dini! Mütteymum gibi ifademi mi alıyon?
- Estağfurullah. Siz müsterih olun..
X
Deveci Halil'i odasında, maroken koltuklardan birinde,
bacak bacak üstüne atmış bulan ağa:
- O ne? diye sordu, hayrola?
Ayağa kalkan Halil:
- Ben sana küstüm! dedi.
- Niye?
- Ben bu palikede müstesna mıyım, değil miyim?
- Bu da laf mı bre Halil? Çal kibriti yak!
- Madem öyle.. Ne dimeye mayetindeki itlerini bağlatmıyon?
- Ne var ki? Nolmuş ki?
- Ben kendimi bu palikenin sahibi bilir senin de beni
evladın gibi sevdiğini zannederdim... Meğer...
- Eyi amma niye söylemiyon nolduğunu bre Halil?
- Şo bir katibin var senin, çırçır katibi midir, nedir..
Herif tuttu bizi odasından kovdu be!
- Kovdu mu? Nasıl kovar?
- Kovdu işte, basbayağı kovdu...
- Nasıl kovar yahu?
- Basbayağı kovdu bre ağa.. Lakin hatır saydım,
senin gül hatırıyın depemde yeri var.. Yoğsa Allahımı inkar
edim, on iki dene miralayı tokatı.. Zati iki sıkımlık
canı var.
- Niye kavga ettiniz?
- Heç yahu.. Fasofiso! Kendini adam belledik, gettik
odasına, bir iki oturduk moturduk. Söndür caranı! Dedim
ki, benim caramın ateşi, bu palikeyi yakmaz, merak
etme dedim.. Yok, ille söndür.. Ağanın emri var filan fıstık..
Ağa bana bir şey dimez, ağa beni kendi belinden inme,
öz evladı gibi sever dedim, gene yok.. O sıra sen
geçtin, ardından getti, geldi, söndür caranı, ağanın emri
böyle.. Depem attı. Lan dedim, senin habibini... Lakin,
olmaz.. İtin değil, sahabının hatırı var, seni saydım... Essahdan
sen mi dedin?
- Töbe Halil, habarım bile yok vallaha...
- Peki, nasıl cesaret eder bu böyle?
- Cebimden harcamış.. Senin ağan benim kardaşımdan
ileri mesela..
- Ona bi dene konsam yarısı boşa gider. Lakin saydığım
nokta başka.. Anlıyon a?
- Nefesini tüketme.. Cebimden harcamış kösnük.
Elli olsa lafımı yimem. Dedim dedim, dimedim dimedim..
Nefesini tüketme... Palike içinde çara içmenin yassahıdığını
tamim ettik a, sana göre deel tabi..
- Bişey değil, o kadar hambalı üstüme güldürdü..
Sana bişey deyim mi? Beni sevdiğini anlayım ki, onu şimdi
çağırmalısın, benim önümde ağzının bi gozel kayarını
vermelisin!
- Kulağasma bre herif.. Bunnar ecir takımı, mayşçi
kısmı.. Nirden bahsan çiğeri beş para itmez.. Sana benim
cebimden harcamış..
- Yok, dedi Çopur Halil, sen onu çığır benim yanımda..
- Mayişçi kısmı bre herif, nereden baksan...
- Yok, ille çağır onu, benim önümde...
Çaresiz masasına geçti, zile bastı; içeri giren odacıya,
çırçır katibini çağırması emrini verdikten sonra, altın
çerçeveli gözlüğünü gözüne taktı.
- Ağan nörüyor? Alemleri eyi mi?
- Ağamın alemi Sultan Süleyman'da yok.. İki dene
bar kızı kapatdı kii.
Ağa güldü:
- İki dene ha? Zorlu mu bari?
- Ne diyon bire ağa.. Lokman Hekimin yi dediği..
- Dimek iki dene,
- ...İki dene ki feryat! Biri sarı saçlı, biyaz; ötekinin
saçları zümrüt gibi, esmer..
- Çiftlikte mi eyleşiyorlar?
- Heye.. Hani rakı içtiydiniz, üst kat var ya... Orayı
tekmil boşalttırdı, avradını mavradını, çocuklarını mocuklarını
da mektebe kayıt için geldilerdi..
Kapı vuruldu, çırçır katibi girdi.
Suratı derhal asılan ağa:
- Ben size benim cebimden harcamak yassah, herkes
kendi cebinden harcasın dimedim miydi?
Çopur Halil'e bakan katip:
- Demiştiniz efendim.
- Demiştim de, ne dimeye benim cebimden harcadın?
- Sigara içiyordu, söndürmesini rica ettim, dinlemedi. Ben de...
- Sen de.. Ağa böyle böyle diyor didin?
Katip başını eğdi.
- Buyur, dedi ağa, dimedim miydi? Sana benim cebimden
harcamış.. Elli olsa yimenı lafımı.. Didim didim,
dimedim dimedim.. (Katibe) Bundan kelli, istemem! Herkes
kendi cebinden harcasın.. Hadi, yallah işiyin başına!
Ağayı selamlayan katip, odadan geri geri çıktı.
Çopur Halil:
- Böylelerine Allah kel virsin de tırnak virmesin
ağa.. Çingeneye beylik vermişler, peşin babasını asmış..
- Doğru.. İt kapıda zebun gerek.. Babalarımızdan,
dedelerimizden böyle duyduk, böyle belledik...
Deveci Halil çıkıp gittikten sonra, ağa odacısını çağırdı,
deveci Halil'i odasına bıraktığı için söğdü, saydı.
Odacı:
- Dinlemedi ağa, dedi. ağa beni kendi öz evladından
ziyade sever, dedi...
- Desin, bırakma!
- Siz huylanırsınız diye..
- Benim huylanmama bakma.. Bir daha istemem...
Hadi!
Odacı çıktı. Önüne bir tomar parşömen çeken ağa,
yeni öğrendiği imzasını atmağa başladı. Bu imzalar, birbirine
paralel dört, beş çizgiydi.
Elinde pırıl pırıl stilo, gözünde gözlük, imza işine öyle
dalmıştı ki.. Kapının açılıp ortağı Numan Şerif Beyin
içeri girdiğinin bile farkında olmadı.
Cahil ortağını kapıda uzun uzun seyrettikten sonra
Numan Şerif Bey:
- Ulan, dedi, ulan Kadir.. Hani yakışmıyir da değil
ha! Bir yabancı görse seni sahiden de umum müdür sanır!
Kelle, kulak, heybet...
Şapkasını çıkardı, odacıya verdi, sonra geçti maroken
koltuklardan köşedekine kendini bıraktı.
Karakulak zadelerin mükellef konağında gözlerini
dünyaya açan Numan Şerif Bey, bütün ömrü boyunca hesapsız
bir refah içinde yaşamış, elli beş yaşlarında, gerçekten
bir erkek güzeliydi. Yaşamasını, yemesini, içmesini,
oturup kalkmasını, görüşüp konuşmasını bilir, yalnız
Türkçesiyle değil, İtalyanca, Fransızca ve Almancayla
da meramını anlatabilirdi.
İstanbulda yazlık, kışlık köşkleri, bir de yalısı vardı.
Bütün bu köşk, apartman ve yalısının duvarlarında Paris'ten,
Londra'dan, Felemenk'ten getirilmiş çeşitli tablolar
asılıydı. Amerika'dan otuz küsur bin liraya satın aldığı
kahverengi motörü yalısının önünde her an tertemiz,
pırıl pırıl bekler. Numan Şerif Bey, bilhassa tasavvuf şiirine
düşkün, şapkayı fes, Türkçeyi Osmanlıca, ve bu dünyanın
hayı huyu içinde eski günleri tahayyülden zevk
alan dostlarıyla mehtap alemlerine çıkardı.
Her yıl hayır cemiyetlerine ödediği binlerce liradan
başka, evinin kapısını çalan hiçbir fıkarayı ters yüz çevirtmez,
para, yiyecek, eski şu bu verdirir, hatta fazla ihtiyar
olanları salona çıkartıp, karşısına oturtarak, altın
yaldızlı fincanlarla kahve ikram eder, görüşür, konuşur,
giderken de ihtiyarın kuru avucuna bir miktarı münasip
bırakırdı.
Bu yüzden memlekette çok sevilir, fukara babası denilirdi.
Bütün ömrü Paris. Londra, Berlin, Roma, Kahire
v.s. de geçmiştir denilebilir. Fabrikayla ilgisi yılbaşlarında
bilançoyu tetkikten sonra, hissesinin üç ayrı bankadaki
cari hesaplarına naklinden ibarettir.
Odanın içine ağır bir lavanta kokusu yayılmıştı.
Neşesi gene iyice kaçan Kadir Ağa, masadan kalkmış,
gözlüğünü mahfazasına, stilosunu da yerine koymuştu..
Numan Şerif Bey:
- Otur, otur, niye kalktın? Pek yakışıyordu, dedi.
Ağa:
- Bırak taşkalayı beyefendi, biz ne kadar olsa malum a...
- Canım bunu herkes bilmez... Hiç kimse asalet
nişanlarını doğarken birlikte getirmez.. Bütün bunlar sonradan
yakıştırılan şeyler... Otur hadi otur.. Hazır yakışıyordu da...
- Bırak, canım sıkılıyor beyefendi.
- Niçin sıkılıyor canın bakim?
- Şo palikenin ehvali...
- Fabrika demeyi öğrenemedin gitti.
- Dilim dönmüyor.
- Ne varmış fabrikanın ahvalinde.
- İtalyan'nan gonuş da sana diyiversin!
- Gonuş değil konuş, diyiversin değil, deyiversin...
- Neyse işte...
Birdenbire ayağı kalkan Numan Şerif Bey:
- Konuştum, diye Kadir Ağanın gözlerinin ta içine
baktı. İtalyan'la da konuştum, diğer icap edenlerle de ağa
hazretleri.. Edindiğimiz kanaat şu ki, sen iyi insan değilsin!
Kadir ağadan iki karış daha uzundu, daha iri, daha
heybetli..
- ...?
- Çok fena insansın sen Kadir.. Eğer bana gelip,
seni ortalıktan...
- Kim demiş? Seni ortaklıktan çıkarmak istediğimi
kim demiş?
- Patırdı etme.. Bana gelip, hisseni satın almak istiyorum,
bana devret deseydin, belki razı olurdum.. Amma
şimdi Çarıklı erkanıharp zekanla gıyabımda dalavereler
çevirdiğini işitince..
- Ne dalaveresi? Kim demiş?
Numan Şerifi Bey kesti attı:
- Neyse, fazla laf istemiyorum, İtalyan burada kalacak
ve fabrikada ben bulunmadığım zaman beni temsil
edecek!
Kadir ağa, Numan Şerif Beyin heybeti karşısında ufalmıştı.
- Bunu amelelere ağnat! dedi, bana göre hava hoş..
Zatiniz herifnen beş senelik mukavele imzaladınız..
- Herif değil o, mühendis, Avrupalı yüksek mühendis,
fen adamı!
- Neyse, beni ilagedar etmez...
- İlagedar değil, alakadar...
- Ne ise...
Odadan çıkan ortağına birdenbire her zamandan
çok öfkelenen Numan Şerif Bey, zile bastı, odacıya:
- Bana umum müdürü çağır! dedi.
Az sanra koca burunlu umum müdür, ellerini ovalıyarak
içeri girdi.
- Buyrun beyefendi.
Numan Şerif Bey gürledi:
- Sana emir veriyorum, aç kulağını. Ben fabrikada
bulunmadığım zamanlar Sinyor Orlando doğrudan doğruya
benim şahsi mümessilimdir... Bu bir, ikincisi onu
saymıyan, verdiği emirleri harfiyen yerine getirmiyen kim
olursa olsun, derhal kapı dışarı edilecektir.. İtalyanın aleyhine
kurulmak istenen ve günlerden beri hazırlanan komplodan
günün birinde onun kılına zarar gelirse...
Umum müdür ellerini ovaladı:
- Bu vaziyet karşısında bendeniz ne yapabilirim
beyefendi?
- Ne mi yapabilirsin? Derhal Emniyete haber verir...
- Elbette beyefendi, orası malum...
- Senden başka bir şey istemiyorum ki...
Odanın içinde köşeleme dolaşmağa başladı.
- ...Budala, sersem, hayvan herif.. Aç köpek, kara
cahil, meymenetsiz.. Tuttuk kendimize ortak aldık, gittik
fabrikayı satın alma işini Ankara'da hallettik, sonra
herif.. Alacağın olsun ulan yazının yarım pabuçlusu. Unuttu
Mahmutpaşa Hanının kapısında tavşan derisi beklediği,
yapılara eşekle kum, çakıl taşıdığı, peynir, ekmek, turşuyla
sürttüğü günleri..
Pencerenin önüne dikilen bir insan karaltısına dikkat
ederken, umum müdüre sordu:
- Kimdir orada dikilen? Ne istiyor?
Umum müdür gitti, baktı, geldi.
- Bizim katiplerden biri..
- Ne istiyormuş?
- Sizinle görüşecekmiş..
- Ne görüşecekmiş benimle?
- Bilmiyorum efendim.
- Çağır gelsin!
Sabahleyin Kadir Ağanın iplikhaneden kovduğu, sonra
da muhasebede azarladığı katipti. İki sene önce fabrika
muhasebesine aldığı Milli Mücadele arkadaşlarından
birinin oğlu olan delikanlıyı tanıyan Numan Şerif Bey:
- Buyurun, dedi, bir arzunuz mu vardı?
- Evet efendim.. Size bir maruzatım vardı.
Yan gözle umum müdüre baktı.
Numan Şerif Bey:
- Buyurun! dedi.
Katip ilkpeşin ağır ağır başlamıştı, gittikçe öfkelenerek
öyle bir hınçla anlattı ki, Numan Şerif Bey:
- Vay it vay! dedi, vay iki paralık serseri vay! Senin
baban bu memleket uğruna çalışırken, o... Açtırmasın
ağzımı, kefen soyucu rezil.. Servetini nereden topladığını
bilmeyenlere yuttursun. Köpek!
Katibe, öfkeyle yiyecekmiş gibi bakan umum müdür,
başiyle, dışarı çık! demek isteyen bir işaret yaptı. Katip
tereddüt etti. Umum müdür işareti tekrarlayınca, katip
dışarı çıkmak için hazırlanmıştı ki, Numan Şerif Bey:
- Hırsız, katil... diye mırıldandı. Umum müdüre döndü:
- ... Fabrikamın içinde neler oluyor Salamon?
Katibe:
- Peki, siz gidin işinizin başına!
Tekrar umum müdüre döndü:
- Bundan sonra benim bulunmadığım zamanlar bu
çocuğun himayesi de sana ait, anlaşıldı mı?
Umum müdür hiç de memnun görünmüyordu.
- Anlaşıldı mı diyorum sana?
- Anlaşıldı beyefendi, elbette, vazifem.
- Ver şurdan bana bir kaat...
Demin Kadir ağanın imza denemeleri yaptığı parşömen
tomarından bir kaat çeken umum müdür, Numan
Şerif Beye uzattı.
Zarif stilosuyla sinirli sinirli yazan Numan Şerif Bey,
deminki katibin maaşına on lira zam hakkında bir rapor
tanzim etmiş, altını imzalamıştı. Umum müdüre uzattı.
Raporu çabucak gözden geçiren umum müdür:
- Usulsüzlük olmaz mı beyefendi? Öteki memurlar..
Diye itiraz etmek istediyse de, Numan Şerif Bey gene
gürledi:
- Senden mütalaa istemedim, yallah hadi, marş!
Umum müdür elinde kaat, çıktı.
Xİ
Fabrikanın Amele Kapısı üzerindeki yuvarlak saat
öğlenin on bir buçuğunu beş geçeyi gösteriyordu. Tam
on bir buçukta dokumahane paydos olmuştu. Şimdi iplikhanenin
kadın işçileri, siyah göğüslük, beyaz başörtü kalabalığı
halinde, yorgun çıkıyorlardı.
Fabrikanın önü, pazar yeri gibiydi: Üzüm kuru yemiş,
portakal, çeşit çeşit tatlı, kuru köfte, simit satıcılarının
haykırışları birbirine karışıyor, kuvvetli güneşin altında
hazla uçuşan besili karasinekler yiyeceklere inip kalkıyorlardı.
On iki saatlik yorucu bir işten sonra kavuştukları hürriyetin
neşesiyle güneşe karşı gerinen, birbirini kovalıyan,
yahut birbirlerine yaslanarak iplikhane kızlarını seyreden,
laf atan delikanlı dokumacılar, fabrika meydan hamalları,
yalın ayak çocuklar, bütün bu gürültü, şamata ve kaynaşmayı
alışmamış, yadırgı gözlerle seyreden yayla memleket uşakları.
Paramparça üstbaşlarıyla bunlar öyle çoktu ki...
...
Dokumacı Sadri, Kooperatif bakkalına girdi. Her paydosta
olduğu gibi, dükkan gene ağız ağızaydı. Gümüş
çerçeveli beyzi gözlüğünü alnına kaldırmış bakkalla, kıpkırmızı
bilekli çırağı, on kuruşluk tahin helvası, kara zeytin,
on iki buçukluk pirinç, mercimek, tuz tartıp, lamba
camı, öküzbaşı çivit boya, somun yahut cıgara vermek
için didinip duruyorlardı.
Müşteriler sabırsızlandılar.
- Mamıd ağa!
- Daha bekliyeciyk mi Mamıd emmi!
- Mamıd emmi be.. Ben hepsinden önce geldim,
hepisinden arda kaldım...
- Mahmut amuca!
Mahmut ağanın gene başucu sancımağa başlamıştı.
- Vay Mahmut ağanızın anasını avradını diye okkalı
bir küfür savurdu. Kahkahalar yükseldi.
Bir fıçı gibi yusyuvarlak biri olan dokumacı Musa:
- Arrr!!! dedi.
Camgöz Sadık ağzıyla zort çekti. Deveci Halil:
- Çek kardeş, dedi, bir yokuşun kaldı!
Mahmut ağa gülüverince, tekrar kahkahalar yükseldi.
Fırsattan faydalanan Mahmut ağa, terazinin oraya sıkıştırdığı
kırk dokuzluk rakısını aldı, dikti, doğranmış hıyar
turşusundan da ağzına attıktan sonra, ellerini birbirine
sürterek:
- Demimizi aldık, dedi, söyleyin şimdi!
Gene her kafadan bir ses çıkmağa başladı:
- On iki buçukluk pirinç..
- İki dene çivit boya ver hele şurdan...
- Bizim lamba camını Mamıd emmi..
- Öyle mi bee.. Bizim somunnarı vereceğin..
- ...?
- ...!
Dokumacı Sadri cıgarasını hala alamamış; elinde para
bekliyordu. Hiç istemediği halde gözü, az ilerisinde,
kendisine bakmakta olon Camgöz'e kaydı. Deveci Halil'le
bir şeyler konuşuyorlardı.
Arkasını döndü.
Çatmağa fırsat kollayan Camgöz, yanına geldi, Sadri'nin
omuzunu dürttü:
- Arkanı niye döndün lan?
Sadri cevap vermedi..
- Sana söylüyorum lan; bacısı güzel! Arkanı neye
döndün?
Az daha tezgaha sokulan Sadri:
- Mahmut emmi be, diye parayı uzattı, şurdan bir
cigara ver hele!
Camgöz gene dürttü:
- Laf soruyoruz ulan, ayı. Boş mu veriyorsun yani?
- Arkanı niye döndün, lan.
Hırsla dönen Sadri:
- Ayı sensin! dedi sennen konuşan var mı?
Yumruğunu kaldıran Camgöz:
- Bak, dedi, başlarım anandan, bacından ha! Anam
avradım olsun tepelerim! Sabahınan ağaya yediğin b...
dan haberim yok mu belliyorsun? Dayımın sözünden çık
da gör.. Seni bu memlekette yaşatanın kibriyasını...
İki şişe siyah şarapla yanlarına sokulan Deveci Halil:
- Ne o? dedi, kaynımı ne sıkıştırıyorsun gene?
Camgöz öyle bir kahkaha attı ki, dükkan çınladı. Kalabalıktan
biri:
- Gül kardaş gül! dedi, anan seni gül ayında doğurmuş, belli!
Cıgarasını alan Sadri, ağlayacak kadar hırslı, dükkandan
çıktı. Berikiler de peşinden çıktılar. Yolun alt
başındaki kebapçının yolunu tuttular.
Sadri arkalarından nefretle baktı, yere tükürdü, bir
cigara yaktı... Babasına bin kere söylemişti:
...Alalım şu kızı fabrikadan baba, alalım şu kızı fabrikadan..
Onun kazanacağı para yerin dibine geçsin.. Başımıza
bela olacak.. Yok. Olmaz. Benim kızım şöyle, benim
kızım böyle.. Bu zamanda.. Anama bile güvenmem
diyor Musa. Doğru. Kız kısmı değil mi? Ne ana tanırlar,
ne baba, ne de kardaş.. Gözlerine birini kestirdiler mi
bir gün yallaaah.. Onun için boş ver...
Belki yüzüncü sefer dokumacı Musa'ya hak verip,
bacısı Cemile'ye boş verdiği halde, bir türlü çekilip gidemiyor,
altları delik kaba postalları üzerinde yorgun, fabrika
kapısı önünde dolaşarak cıgara içiyordu.
Saate baktı. On ikiye geliyordu.. İplikhane tekmil boşalmış,
Boşnak kapıcı kapının demir kanatlarından birisini
kapamıştı.. Kızın, çıkıp da kalabalığa karışarak eve gidip
gitmediğini düşündü, ihtimal vermedi. Gözünü kapıdan
ayırmamıştı ki.. Son günlerde hep böyle oluyordu. Tekmil
işçiler çıkıyor, o neden sonra.. Katiple konuşuyordu herhalde..
Bunu istemiyor da değildi. Çünkü, oğlan ne de
olsa bir katipti, okumuş yazmıştı, laf söz bilir, medeniyetten
anlardı. Deveci Halil ya? Sonra katip İdman Yurdunda
sağaçık oynuyordu, memlekette en iyi penaltı atan kişi
varsa biri oydu..
Başının ağrısı gene başlamıştı. Şu cenabet çıksa
da gidip eve kafayı vursam! diye düşünüyordu ki, bakkaldan
çıkan dokumacı Musa'yı gördü. Gamsız diye düşündü.
Yanına gelen Musa:
- Ne bekliyon? diye sordu.
- Hiç.. dedi Sadri, bizim enayiyi..
- Neye? Çıkmadı mı?
- Çıkmadı.
Musa göz kırptı.
- Neye?
Cıgarasının dibini bir fiskeyle fırlatan Sadri:
- Neblim ben.
- Herkes çıkalı milyon oluyor yahu..
- Oluyor amma...
- Haydi birer çay içek!
- Canım istemiyor.. Eve gidip vuracam kafayı..
- Bacın çıkana kadar içek işte birer çay...
- Boşver..
- Senin Nusret musret içerdeler, münakaşa gırla
gidiyor..
- Şimdi neredeyse çıkar Cemile.. Hem başım ağrıyor benim..
- Çay parası benden.. Korkma..
- Çay içecek paramız da mı yok artık..
- Zımpara tozu dalgasını ağaya çıtlatmış mısın ne?.
- Kimden duydun?
- Camgöz'den.. Onun habibini şaşıracam diyor..
- ...
- Sana ne de karışıyon bire oğlum.. Onlarla uğraşılır mı?
Bana baksana.. Sakala göre tarak vururum.. Neme
lazım elin keçisiynen koyunu.. Şimdi yeni dalgalar dönüyor.
Para günü İtalyanı dövecekler. Ona bak sen..
- Sahi mi?
- Onun için, girek de birer çay içek dedim sana,
dinlemedin. Hem İtalyanı, hem de İzmirli Nusret'i filan..
Sen geri dur, benden de duymuş olma.. Bizim dokuma
ustaları el altından ameleyi körüklüyorlar, iplikane ustası
da iplikane amelesini.. Tekmil ustalarnan amele birlik oldu,
ağız birliği.. Hani haksız da değil.. Hangimiz memnunuz?
Git gel sakızın dibi.. İplik kopuğunu bağlamaktan
bez dokuyamıyoruz. Bu paradan hiç umudum yok. İzzet'e
bakarsan, sizi alet etmek istiyorlar, karışmayın, size bir
faydası yok diyor amma, öyle değil kazın ayağı.. İtalyan'ın
kabahati olmasa bile, madem onun yüzünden kazançlarımız
azalıyor, bassın gitsin, gitmezse Allahını şaşırmak
lazım! Amma, gene de geriden seyirci olmak en iyisi...
Sen zımpara tozu lafını ağzından kaçırmasan iyi ederdin!
- Ağa sordu, ben de söyledim.
- Ağa sordu diye, karnındakileri hemen dökmek
mi lazım?
- Nusret daha beter yapmış..
- Ona ne bakıyon sen? Batağına gidiyor, o.. Atılganlık
her zaman iyi değil.. Suyu saman altından yürütmek
marifet. Nusret'in gidişini beğenmiyorum ben!
- Nolur?
- Çocuksun.. Noluru var mı be? Bura fabrika... Ne
olmaz? Her bir şey olur.. En biri para günü.. Millet İtalyan'ı
döverken, bunu da kim vurduya getiriverir! Hadi birer çay içek..
Sadri'yi kolundan çekmek istedi, o gene direndi:
- Şimdi nerdeyse çıkar.. Çeyrek geçiyor on ikiyi!
Musa:
- Benim bacım olsa... dedi.
- Napardın?
- Bacağına bastım mı ayırırdım.. Bennen oynuyor
musun sen?
- Bacın Zahide'nin bacağı onun için mi ayrık?
- Dalga mı geçiyan lan, toy. Benim bacılarım benden
çok büyük oğlum.. O Zahide bacım yok mu, ben şu
kadarmışım anam ölmüş, bana analık etmiş.. Benim küçüğüm
olmalı, böyle gecikmeli ki.. Avrat kısmı değil mi,
anam olsa şüphelenirim.. Kafalarından yumruğu eksik etmeğe
gelmez. Kızını dövmiyen, dizini döver..
- Doğru...
- Babanı zorla, alın fabrikadan onu. Şu meseleyi
biliyon ya? Babanın kulağına bir giderse, Allahıma hem
onu, hem de seni dilik dilik eder!
- Bana ne? Bin kerre söyledim fabrikadan alalım
diye.
- Lan ne günler be.. Senin baban da, benim babam
da, memlekette Karun gibi zenginmişler.. Ne vardı sanki
o zenginliği bırakıp da buraya gelmekte. Saray gibi evimiz
varmış... Tarlalar, bahçeler, tuuu...
- Şimdi olmalı ki, dedi Sadri, sırtüstü yat... Benim
babam da tutturmuş Karagöl'ü.. Sekiz on dönüm tarladan
ne çıkacak?
- Heç canım.. Vızırtı... O, bu değil ya, senin baban,
istese oturduğu yerde zengin olur.. Değil mi?
- Söylemiyor muyum? Bize hiç acıdığı yok... Saç
keser beleş, sakal kazır beleş, diş çeker beleş...
- Kırık sarar, yakı yakar beleş değil mi?
- Vallahi be.. Halbuki para alsa da o paraları biriktirse..
- Köye giderken dolu paranız olurdu..
- Kim gidiyor köye? Boş ver yahu.. Ne işim var benim?
Şehir dururken.. İstiyorsa kendi gitsin.. Şu kızı baştan
bir atsaydık, gerisi kolaydı.. Babam da çeker köye
giderdi, ben burda oooh.. Her hafta stadyuma giderdim,
sinemaya giderdim... Değil mi?
- Heye.. Bu kız işi tadsız. Demin, bakkalda Camgöz'ü
o silik deveci kışkırttı. Git şu Sadri'ye çat, ben gelip
ayırırım, dedi.
- Çopur Halil mi?
- Heye..
- Bacısı güzel dedi, kaynım dedi, sesini çıkarmadı..
İnsan yer mi bu lafları?
- Ne yapim Musa? Kolum kanadım kırık. Şöyle sağlam
bir arkam olsa.. Göğsüne vurmuşlar da vay arkam
demiş...
- Benim bacım olsa çalıştırmam, acımdan ölsem
gene çalıştırmam!
- Senin bacın çalışmamış mı?
- Ben çocukmuşum.. Şimdi olsa..
- Çalışmasa benim kazancım yetmez. Aha geliyor..
Yanındaki kim? Halime mi? Heye, Halime.. O kız da benim
hoşuma gidiyor efendi...
- Sil ağzıyın salatasını lan! dedi, Musa, deftersiz.
Sadri güldü.
Pamuk tozuyla ağarmış siyah önlükleri, beyaz başörtüleriyle
kızlar hızlı hızlı geliyorlardı.. Musa:
- Eyice sıkarla ha! dedi, kız kısmının başından yumruğu
eksik etmeğe gelmez, eyice sıkarla!
- Dur sen, dedi Sadri, bak şimdi napacam ona!
Fabrika kapısının oraya dikildi, kaşlarını çattı; ellerini
arkasına koydu, bir ayağını öne attı... Hindi gibi kabarmış
bekliyordu.
Kızlar geldiler geldiler... Sadri'nin önünden geçerken
dönüp bakmadılar bile.
Sadri:
- Sist, efe! dedi.
Cemile derhal durdu, döndü:
- Ne var?
- Nerdeydiniz bu vakte kadar?
- Sana ne?
- Ne demek bana ne? Herkes çıkalı milyon oluyor..
bir saattır bekliyoruz..
- Beklemiyeydin.. Bizi bekle dedik mi sana? Yörü
kız, yörü...
Halime gülüverdi, Musa da. Kızlar yürüyüp gittiler.
Musa:
- Kızın yanında heç piyasan yoğmuş bire herif! dedi.
Aftos piyos geçti. Ben olsam, bacağına bastığım gibi...
Kızların arkasından öfkeyle bakmakta olan Sadri, yere
tükürdü.
- Ne fayda.. Ben napim? Bir baba kızına bu kadar
yüz verirse...
- Bu kız senden erkek arkadaş.. Seni töbe piyasaya
almıyor!
- Sen de ne gıcık veriyon adama yahu?
Kahkahayla gülen Musa:
- Almıyor işte, dedi, seni töbe piyasaya almıyor!
Gözleri dolan Sadri:
- Beni kimse piyasaya almaz arkadaş; ben dünyanın
en aşağılık insanıyım... Sokaktaki itler bile piyasaya
almaz beni... Var mı daha bir diyeceğin? Konuşma bennen!
Çayhaneye taraf yürüdü.
Musa pişman olmuştu, koştu boynuna sarılmak istedi.
Sadri silkindi.
- Bırak lan... Sen de...
- Lan şaka ettik.. Hiç de şakaya gelmezsin bire
herif..
- Böle şaka mı olur yahu? Konuşma bennen.. Şaka
ediyormuş.. Deyyusun kızını çekip vurim mi, onu mu
istiyorsun?
Tekrar koluna giren Musa onu çayhaneye çekti.
Xİİ
Camgöz Sadık'la deveci Çopur Halil işçi mahallelerine
giden yolun dönemecindeki kebapçı dükkanında şarap
içmekteydiler.
Camgöz Sadık kebapçıya seslendi:
- Öyle mi be yiğenim?
İriyarı bir Arabuşağı olan kebapçı, tezgahından cevap verdi:
- Emret Sadık Bey!
- Şu bizim şişleri göndereceğdin...
- Derhal.. Koşdur şişleri küçük!
Dumanı tüten üç şiş kuşbaşı kebapla çırak geldi, şişleri
kirli tabağa sıyırdı.
Camgöz Sadık:
- Hala içerde.. dedi, bir bahane bulup katipnen konuşuyor!
- Ne diyor karakız?
- O kadar laf ettim razı gelmedi, diyor..
- Kollarını burmaynan dolduracam diyor demiş mi?
- Demiş.
- Şehirde konak tutacağmış diyeydi..
- Demiş, hep demiş..
- Gözümün yağını yesin diyor da demiş mi?
- Demez olur mu? Hani teyzemin kızı diye değil.
abukat gibi laf bilir..
- Bir heye dese halbuki.. Anam avradım olsun, tekmil
develerimi satar, uğruna harcarım!
- Katip olmasa..
- Otuz kaat mayişnen kız mı sevilir yahu?
- Kızın aklı işte. Haydi içek, şerefe!
- Şerefin var olsun..
Şarap bardakları kalktı, tokuştu, içildi.
Yumruğunun tersiyle ağzını silen deveci:
- Sana bir şey deyim mi? dedi, biz bu katibe bir
mektup yazak. Diyek ki, sen o kızdan elini çekdin çekdin,
çekmedin kendini yok bil! Katiptir, efendiden adam.. Efendiden
adamlar korkak olur, kıza boşverir..
Camgöz Sadık:
- Bu ayak fos.. dedi, oğlan pek de öyle ürkeceklerden
değil. Gözü bayağı kanlı..
- Ne gibi?
- Muhasebede yumruk atmadığı katip yok!
- Katiplere yumruk attığına ne bakıyon sen? Biz
onun yumruk attığı katiplerden miyiz?
- Değiliz, dedi Sadık, onun gibi iki dene daha olsa
fos, fos ya.. Oğlanı büsbütün kışkırtırız sonra, sevmiyecekse
de sever bu sefer.. Aha, bizim kız geliyor!
- Hani?
Karşı evlerin köşesinden çıkan Karakızı parmağıyla
işaret etti:
- Deyha... Eğil benden taraf..
- Gördüm..
- Çağırak mı?
- Gelir mi?
- Ben çağırırım da nasıl gelmez? Dezzemin kızı
taa..
- Daha ne duruyon bire Sadık..
Camgöz fırladı. Kızla dükkana geldiler. Karakız:
- Ooo.. dedi. Halil ağam da burdaymış. Dırabızayı
kurmuşsunuz...
Sandalye ikram ettiler. Karakız masaya geçip oturdu.
Selam, sabah, hoş beşten sonra Deveci Halil:
- E.. dedi, ne var ne yok bakalım?
- Sağlığın vallaha kardaş..
- Keyifler gıcır mı?
- E.. Küncü göneni.. Şurdan bir tel fırça alim dedim..
Tahta silecem de..
- ... Bugün, dedi, senin katibe ağa öyle bir iş etti
ki, deme gitsin! Tadından, balından yinmez.. Bizim iplikhane
ustası siliktir, heye amma, kertesine de geldi mi,
taşı gediğine kor!
- Noldu?
- ... ağa kelepleri dolanıyordu, o sırada Cemile'ynen
konuşuyordu.. Katipdir zıp diye iplikaneye girmesin mi?
Bizim usta; kafir, ağaya bir şeyler fısıldadı, ağadır
katibe bir baktı, oğlanın rengi mengi geçti.. Yani bir
kurşun sıksalar şuncacık kanı çıkmazdı!
Camgöz:
- Ne dedi?
- Sen ne geziyon burda katip? dedi.
- Beriki ne dedi?
- Hık mık.. Ağa da yallah, dedi, yallah burdan.. Seni
bir daha görmiyecem buralarda!
Deveci Halil:
- Bah hele yiğenim! diye kebapçıya seslendi, bacı
da geldi bak! Temiz bir bardak, eyi bir kebap mebap...
Karakız:
- Beni mazur görsen Halil ağa..
- Niye bacı?
- Eve gidecem vallaha kardaş, tahta mahta silecem..
- Bütün fosilmişsin bire bacı! dedi Halil, bir iki bardak
at, sonra git.. Tekmil kan taa!
- Huyum kötü.. Ağzıma değdi mi gerisi gelmeli.. Zati
canım da isteyip duruyordu..
- Daha ne allahcı.. (Kebapçıya seslendi) Yiğenim
çakıyon ya, bacının kebabı beyti olacak, biberi miberi, sumağı
mumağı.. Sen bilin ha!
Tezgahından gülen kebapçı başını salladı.
- Sonra? dedi Çopur Halil.
Karakız:
- Senin dediklerini tekmil anlattım... Allahın emri,
Peygamberin kavli üzre, kendini aile yapacam diyor, dedim...
- Hökumat nikahı da kıydıracak dedin mi?
- Dedim..
- Kollarını burmaynan dolduracağımı?
- Onu da dedim.. Şehirde konak tutacak sana dedim,
seni hanım gibi köşede oturtacak dedim..
Camgöz Sadık:
- Der, dedi, dezzemin kızı taa!
- Ne dedi?
- Bir kızdı ki...
- Essahdan mı? Demek kızdı? Katibe yangın efendi..
Akıl diyor çek dabancanı; lan lan lan...
Camgöz lafa karıştı:
- Katibin ne kabahatı var? Esas mesele kızda.. Kız
istemese katip şorda kalır.. Bunnar muhacir oğlum.. Kafaları
bir şeye yattı mı, töbe çeviremezsin!
Karakızın bardağı gelmişti. Deveci Halil şarap doldurdu,
hep birlikte kaldırıp tokuşturduktan sonra içtiler.
Camgöz devam etti:
- Hani biliyon mu Halil şu senin iş olmasa, onların
tekmil Allahını şaşıracam amma, belimi sen büküyon! Yoğsa..
O kardaşı var ya a Sadri, onu bugün eyi bir öfelemekdi
niyetim. Ulan, dayım mesela değil mi, koskoca bir
dokumahane ustası.. Ona karşı ağız kullanılır mı? Dayım
bir çağırdı odasına, gittim, dedim buyur dayı! Dedi böyle
böyle, senin Sadri de İzmirlinin ağzını kullandı.. Ulan
depem attı, dedim emret dayı, senin için... Dayım yahu!
Ötesi varmı? Anamın ağası.. Dayı demek ne demek?
Bardağa sarıldı. Ötekiler de bardaklarını aldılar, gene
tokuşturup içildi.
Ağzına iri bir et parçası atan Camgöz:
- Belimi sen büküyon kardaş! diye devam etti, şu
senin iş bir tökezsin, gör.. Bunnara acımağa gelmez...
Enselerinden kör bıçaknan kesecen!
Soluk, esmer yanakları kızarmağa başlayan Karakız:
- Bacısı da bacısı da.. dedi, o bacısı yok mu, kardaşından
beş beter. Ağa katibi kovdu diye görsen, yüzünün
eğrisi dizine indi. Ağaya bile çemkirdi be!
- Yoh be! dedi Halil.
- Yaa, görsen... Ağaya bir çemkirdi ki...
Camgöz Sadık:
- Bunnar böyle! dedi, bunnara acımaya gelmez!
Sen ne yapacan, şu senin iş foslasın, bilirim ben yapacağımı!
Karakızın kebabı sıcak sıcak tüterek geldi. Ortalığa
kuvvetli bir nane ve pişmiş et kokusu yayıldı.
Bardaklar tekrar doldu, şerefe kalktı, içildi.
Ceketinin iç cebinden bütün bir on liralık çıkaran Deveci
Halil:
- Yiğenim! diye seslendi.
Kebapçı koşarak geldi.
- Bize iki şişe siyah şarap daha aldırıver şurdan..
- Emret gözüm..
Karakız:
- Anlaşıldı, dedi, beni bugün zil zurna edip ortaya
düşüreceksiniz.. Anlaşıldı..
- Canıyın bülbülü sağ olsun bire bacı dediler.
- Sizin de canınız sağ olsun.. Pilavdan dönen kaşığın
sapı kırılsın!
Karakızın sırtını avucuyla okşayan Camgöz:
- Hani, dedi, dezzemin kızı deyi söylemiyorum, bu
fabrikada bi dene! Sebebine gelince.
Karakız:
- Amaaan.. dedi, bacında hayır mı kaldı? Siz beni
dört, beş sene evvel göreydiniz!
Deveci Halil:
- Neyin var? dedi, gene iyisin!
Kıza istekle baktı.
Beriki gerdan kırarak:
- Bir saçlarım vardı, topuklarımda! Şimdi nerdeee...
Bu fabrika insanda insanlık mı koyuyor...
Çırak yeni şişeleri de getirdi. Birini açtılar bardaklara
böldüler.
Karakız:
- Hızlı gidiyoruz çocuklar! dedi.
Deveci Halil aldırış etmedi..
- Sabahnan elimden bir kaza çıkıyordu efendi, az
kaldı..
- Noldu? Hayrola?
Bardağına sarılan Deveci Halil:
- Hele, dedi, bi fırt daha içek..
İçtiler.
- ..şu çırçır katibi var ya, o işte.. Adam belledik
kendini, girdik yanına oturduk bir iki. Bir de cara yakdık..
Tutturdu söndür caranı, burda cara içmek yassah.. Bir
söyledi, iki söyledi, beş söyledi.. Yahu arkadaş, dedim,.
herkese yassah olabilir, ben bu palikede müstesnayım,
ağa beni evladından ziyade sever! Yok.. Bura palike, ağanın
babasına bile yüzü yok.. Depem bir attı. Lan dedim
senin ıstavrozunu, İsanı, Musanı, sin kef... Bir karakucak
bir savurdum. Canı zati bilmem neresinden, başımıza
adamdan sayacaklar.. Birşey değil, bösböyük başıynan
yalan söylüyor. Göya ağa diyesiymiş ki, söyle ona carasını
söndürsün. Böyle mi dedi dedim. Heye dedi.. Gettim
ağaya, dedim ağa, sen mi emir verdin bu katibine böyle
böyle? Dedi vallaha töbe Halil! Kanım su gibi aksın yalan!
Senin ağan benim kardaşım, sense zati kendi belimden
inmiş evladımdan irelisin..
- Çal kibridi yak palikeyi! Biliyorum efendi dimez. Seni
evladından ireli sever, bir, bir de bizim ağaynan içtikleri
ayrı gider.. Neyse, dedim madem öyle çağır katibini!
Çağırdı tabi derhal.. Lan, dedi. ben mi sana böyle
böyle emir verdim? Katiptir hık mık, hık mık.. Ağa bir huylandı
efendi, dellendi.. Dedi adam var, adamcık var, her
kuşun eti yenmez! Ben bunu kendi öz evladımdan ireli
severim, ağası dersen benim kardaşım.. Bunnar kibridi çalar,
yakarlar palikemi isterlerse.. Ne ana kodu, ne avrat...
Elinden almasaydım, habibini şaşıracağdı.. Araya girdim
de, dava teps oldu.. Lan şöyle bir zihnine fur... Her kuşun
eti yenmez, bu adamı ağa öz evladından ireli seviyor..
Hı? Ağası da palike sahabının arkadaşı, kardaşından ireli.. Hı?
İştahlı bir ağız şapırtısıdır gidiyordu.
Bir ara Deveci Halil:
- Aklımdan başka bir şey geçiyor! dedi, düşünek, taşınak da..
Camgöz:
- Ne gibi? diye sordu.
- Şu kız dişini kat'i olarak çeksin atsın..
- Ee?
- Esi sağlığın.. Bir gün bir tomafil, al tomafile..
Camgöz'le Karakız bakıştılar.
Karakız:
- En temizi bu! dedi, amma yaşı ufak daha..
- Kaç?
- Ya on dört, ya on beş..
- Olsun, dedi deveci, onun uğruna mapıs da yatarım,
ipe de giderim! Hadi, şerefe!
İçtiler.
- Paradan yana, denizde kum, bizde para.
- Ağzı pek şoför de ilazım..
- Var, o da var.. Yanında adam boğazla.
- Daha ne öyleyse? Kesenin ağzını açtıktan, ağzı
pek şoförü de bulduktan sonra..
Dükkana Arnavut Ömer girdi. Etrafa bakınırken onları
gördü. Onlar da onu görmüşlerdi zaten.
Deveci Halil:
- Buyrun kardaş! dedi, gelsene!
Uzun Ömer ufak bir tereddütten sonra bir sandalye
alıp geldi.
- Merhaba!
- Merhaba, merhaba, merhaba.. Cümleten merhaba..
- Ne var ne yok bakalım?
- Hiç, dedi Ömer, sağlık.. Sennen biraz konuşmak
istiyorum Sadık..
- Emret kardaş, ne zaman istersen...
- Sonra, burdan çıktıktan sonra...
- Olur kardaş, ne zaman istersen...
Karakız:
- Canın sıkkın gibi duruyon Ömer Ağa?
- Sorma bacı.. Burnumu tutsalar canım çıkacak..
Deveci Halil kebapçıya gene seslendi:
- Yiğenim be.. Temiz bir bardaknan bir de kebap
yap bizim kardaşa!
Kebapçının geniş ağızlı kocaman bıçağı tahta üzerinde
keyifle tıkırdamaya başlamıştı.
Xİİİ
Cemile'ler dokumacı Musa'ların avlusunda oturuyorlardı.
Tapu ve kadastro kayıtlarında Bir bap hane olarak
gözüken 268 plaka numaralı ev, mahallenin öteki evleri
gibi maili inhidamdı. Yağmur yiye, güneşte kuruyup
çatlıya, fırtınalara göğüs gere kaditleşmiş, öne kaykılmış,
tekmil tahtaları çürümüştü.
Üst kattaki yanyana iki odadan sağdakinde dokumacı
Musa, karısı ve dört çocuğu: soldakinde de Musa'nın
babası, analığı ve babasının doksan beşlik annesi
Tetka Bilelka (Bilelka teyze) oturmaktaydılar. İki odayı
birbirinden ayıran duvar, delik deşikti, damın paslanmış
kiremitleri de kırık veya çatlak olduğundan, kuvvetli
yağmurlarda tavan yer yer akar, hemen hemen hiç kaldırılmayan
yataklar sırılsıklam olurdu.
Alt kattaki odalardan birinde İzzet Usta, öbüründe
de Cemile'ler aylığı ikişer buçuk liraya oturmaktaydılar.
Bundan başka, kocaman avluyu çevreleyen yanyana
odalar da birer buçuk, ikişer lira aylıkla fabrika işçilerine
kiralanmıştı. Otuz, kırk aileyi barındıran bütün bu avluya
kısaca Musaların avlusu denirdi.
Oda kapısını itip giren Cemile. babasını pencere önüne
bağdaş kurmuş, bileyi tasında ustura bilerken buldu.
- Babilo, kolay gelsin!
Beyaz çerçeveli gözlüğünün üstünden kızına bakan
ihtiyar Malik, karşısındaki rafta çatırdıyla işlemekte olan
çalar saate gözlerini çevirdi.
Babasının ne demek istediğini anlayan Cemile:
- İşim vardı! dedi, idareye çıktık. Halime'yle... Öyle
iplik kopuyor ki, şaşırdık kaldık. Hiç iş çıkaramıyoruz.
Bu İtalyan geldi geleli işlerimiz adamakıllı bozuldu.. Böyle
giderse yandık..
Usturasını bilemeğe devam eden ihtiyar Malik, işinden
başını kaldırmaksızın:
- Senden başka idareye çıkacak kimse yok muydu?
diye boşnakça sordu.
Cemile:
- Yoktu! dedi, arkadaşlar illaki beni istedi...
- Ağabeyin nerde?
Cemile'nin kaşları çatıldı. Başörtüsünü sinirli sinirli
çıkarıp merdivenin tırabzanına attı.
- Ha? Nerde ağabeyin?
- Neblim ben?
- Nasıl bilmezsin?
- Kahyası değilim ya!
Kızına uzun uzun bakan ihtiyar Malik başka bir şey
sormadı.
Neden sonra Cemile:
- Bin kere söylüyorum, diye devam etti, sokakta
yanımda, arkadaşlarım varken benimle konuşma, diye.
Hayır, inadıma, konuşacak! Ellerini arkasına koymuş, kaşlarını
da çatmış, bellersin dünyayı fetedecek! Neredeydiniz?
Herkes çıkalı milyon oluyor...
- Kendini piyasaya alan varmış sanki.. Tepem bir attı,
sana ne ulan, dedim yürüdüm.. O öyle kabadayılık yapamazdı
ama, yanında akıl hocası vardı gene, hep ondan!
- Kimmiş o?
- Şu Musa serserisi..
- Demek ellerini arkasına koymuş...
- Vallaha be.. Sana ne ulan, dedim yürüdüm. Bir bozuldu ki...
Dişsiz ağzıyla uzun uzun gülen baba:
- Oğlumun hatırına dokunma! dedi.
- O niye benim inadıma iş yapıyor?
- O senin büyüğün... Oğlumun hatırına dokunursan,
karışmam Cemka! Külahları değişiriz.
- İnadıma iş yapmasın, dokunmayım hatırına... Cin
damarıma niye basıyor? Çocuk muyum ben?
Kızına küskün küskün bakan ihtiyar, başını hafifçe
sallıyordu. Cemile koşarak merdiveni çıktı, gitti babasının
kalın kemikli dizine oturdu, boynuna sarıldı.
İhtiyar Malik:
- Oğlumun hatırına dokunmazsan, başımın üstünde
yerin var! dedi, dokunursan... Çünkü, bu dünyada onun
senden, senin ondan başka kimseniz kaldı mı? Yarın ben
de gözlerimi yumuverirsem...
Cemile babasının boynuna daha kuvvetle sarıldı, ihtiyarın
kısa, sert sakallı, kupkuru yüzünü öpmeye başladı.
- Babilom benim, şeker babilom... Kızkonu kimlere
bırakacaksın? Kızkon ağlar sonra!
- Eeeh... Anamız. babamız bizi kimlere bıraktıysa
kızım... Yer yarığından çıkmadım ya ben de... Benim
de bir babam vardı, anam vardı, dedem, halalarım, dayılarım,
teyzelerim... Hani? Nerdeler? (İçini çekti) Hepsi
de kara toprak oldular.. Fani bir dünya bu.. Bir varmış bir
yokmuş!
Cemile'nin saçlarını okşuyordu.
- ... her şey yalan her şey rüya.. Sekiz kardaştık
biz... Karagöl'dekinden gayri altısı nerde? Onun için,
birbirinize sahip olun birbirinizin kalbini kırmayın, acı söz
söylemeyin, sevin birbirinizi! Gün gelecek, sizin de çocuklarınız
olacak, siz de onları dizlerinize oturtup...
- Amaaan sen de be babila!
- ... seveceksiniz...
İhtiyar Malik'in gözleri parladı:
- ... köyümüze gidince, ooh! Dünyaya kapımı kapıyacağım..
Çocuklarım itin köpeğin şerrinden kurtulacaklar...
O zaman Cemka istediğin kadar uyu! Hiç karışmam..
İstersen öğlene kadar... Amma inekleri sağmayı
unutmak yok ha!
Kızı omuz başlarından kuvvetle kavradı.
- ... sen inekleri sağacaksın Cemka, bir de yemeğimizi
pişireceksin.. Ağabeyinle ben de çift süreceğiz, patates,
buğday, nohut ekeceğiz, mahsulümüzü kaldıracağız...
Senin işin kolay, inek sağmak, yemek pişirmek,
arada sırada duvara tezek kapamak...
- Bulaşık yıkamak, çamaşır yıkayıp tahta silmek...
Bunları niye unuttun?
İhtiyarın gözleri daha çok parladı:
- ... sonra Cemka, ne düşünüyorum biliyor musun?
Seni istediğim gibi birine şöyle helal süt emmiş, beş vakit
namazında birine vermeyi...
- Baba!
- ...fakir olsun, fakirlik ayıp değil, biz de fakiriz.
Yeter ki damadım namuslu olsun...
- Sana küsdüm ben babilo!
- ... oğluma da namuslu, helal süt emmiş bir kızcağız
buldum mu.. Eh gayri.. Ondan sonra beklerim torunlarımı...
Onları ellerinden tutsam, kahveye götürsem..
Kahvede sorsalar, neyin diye... Göğsümü gere gere: torunlarım!
desem... Omuzuma tırmansalar, gözümden gözlüğümü
alıp yere atsalar... Gözlüğümün camı kırılınca
sen amma da ifrit olursun ha! Halbuki sen onlardan beş
beterdin... Annen hamur yuğururdu, sen ikide birde burnunu
sokardın da annen oklavayı vururdu sana... Hele
bir gün? Bir sepet yumurtayı atmış atmış kırmış, atmış
atmış kırmıştın da sofanın deliklerinden sarı sarı akmıştı..
Sen onlardan daha ziyankardın, hınzır seni derim, dövdürmem
torunlarımı...
- Baba yeter be baba!
- ...aletlerimi de karıştırsınlar isterse, isterse ilaçlarımı
da birbirine katsınlar...
- ... onlara hiç darılmam ki ben!
Kızının saçlarını öptü.
- ... bir de ne istiyorum biliyor musun? Dışarda
adam boyu kar, fırtına, kurt sürüleri... Üç beş ihtiyar
toplanmalıyız bizim ocağın başına, sürmeliyiz cezveleri,
tüttürmeliyiz cıgaralarımızı, başlamalıyız memleketten, eski
günlerden konuşmağa!
Avuçlarını açtı:
- Hey Yarabbi. Sen bilirsin!
Gözleri daldı. Son günlerde bu türlü hayallere kendini
fazlaca kaptırıyor, Türkiye'ye ilk geldikleri zaman
hükumetin iskan edip verdiği on beş dönümlük tarlanın
bulunduğu Karagöl köyünü dilinden düşürmüyordu.
Babasının hayallerini dağıtmamak için Cemile kalkmıyor,
hatta kımıldamıyordu... Halbuki bugün ne kadar
çok iş vardı...
İhtiyar Malik:
- Bir de; diye devam etti, karıcığımın yanına gömülmek
istiyorum.. Mezarımı kendi elimle kazıp hazırlıyacağım..
E mi Cemka? Beni karımın yanına gömeceksiniz değil mi?
Babasının dizinden kalkan Cemile:
- Beni gene ağlatmak mı istiyorsun? diye çıkıştı,
mezar, ölüm, ne bu? Lanet olsun mezara da ölüme de!
Tekrar usturalarını bilemeğe koyulan ihtiyar Malik,
başını işine eğdi.
Cemile, yamalı, ama tertemiz sofra bezini yere yaydı,
yuvarlak hamur tahtasını üstüne koydu, büyük bir maşrapayla
su getirdi. Ekmeği doğradı. Sonra aşağı indi.
İsli, kocaman yemek tenceresini aldı geldi, kapağı açtı.
Odanın içine sıcak bir soğan yahnisi kokusu yayıldı.
Cemile:
- Oooo babilo! dedi, ellerine sağlık.. Mis gibi kokuyor.
Şu kocaoğlan gelse de başlasak atıştırmağa!
Birdenbire aklına başka bir şey geldi, kalktı. Merdivenleri
koşarak indi, gitti bulaşıklar için ocağa su oturttu,
altını yaktı.
- Babilo, diye seslendi, bugün yemekten sonra sen
de, ağabeyim de yıkanacağız.. Uyutma.. Üstünü değişsin...
- Sen?
- Ben de yıkanacağım amma, çamaşırdan sonra...
Bu sırada avlu kapısında berrak bir kahkaha... İzzet
ustanın kızkardeşi bankocu Güllü'ydü. Cemile'nin yanına
geldi.
- Seninkiler kebapçıda kafayı kafaya vermişler...
Cemile:
- Yavaş söyle.. dedi benimkiler kim?
- Deveci, Camgöz, Karakız...
- Karakız da mı? Allah belasını versin. Utanmıyor da...
- Çamaşır mı yıkayacan?.
- Heye bacım.. Dünya kadar işlm var bugün.. Hem
yıkanacağız, hem de çamaşır..
- Geç kalmışsın..
- Napim, geç çıktık fabrikadan..
Gülüverdi, Güllü:
- Edepsiz! dedi, babana söyleyim mi?
Güllü'nün boynuna sarılan Cemile, kadının hafif çilli,
tombul yanaklarını öpücüklere boğdu.
Beriki:
- Yeter yeter.. dedi, tüketme hepsini, katibe de lazım!
- Tuh.. Edepsiz karı!
- İplikaneden kovulduğu için ne diyor?
- Hiiç.. Numan beye çıkmış anlatmış, maaşına on
lira zam kazanmış..
- Aferin.. Gözü açık desene.. Nenesini ne zaman
gönderecekmiş?
- Bilmem bacım.. O hemen göndermek istiyor amma..
Babama güvenemem ki.. Kadını kovar diye ödüm kopuyor..
Tutturmuş bir Karagöl...
- Allah kahretsin Karagöl'ü! dedi, herkes Karagölden
Çukurova'ya kaçıyor, bu, Çukurova'dan Karagöl'e..
Bu adamın her işi ters ha Cemile.. Hiç akıl yok.. İlaç verir
beleş, saç tıraş eder beleş, sakal kazır beleş...
- Gene ver ediyor ustura biliyor!
- Akıl yok onda bacım, töbe yok... Kız, isteresen bu
katibin meselesini babana açim?
- Valla bilmem ki Güllü.. Sen istersen abine aç,
o da babama.. İzzet abimin sözünden hiç çıkmıyor babam..
- Olur. Abime açarım..
- Sen nerye gidiyorsun şimdi?
- Hiç. Abimlere.. Yengem gene hastaymış.. Ölecek
ölemiyor o da.. Küt küt öksürüyor, kan tükürüyor, dispansere
gitmez.. Neymiş, hava vereceklermiş.. Koskoca kadın,
korkuyor. Bir şey değil, şu fabrikayı bırak bari diyoruz,
yok bırakmaz.. Makinesinin başında ölecekmiş.. Herkes
bir türlü deli bacım.. Bakıyorum da, herkesin kafasında
bir başka şey..
Cemilelerin bitişiğindeki odaya doğru yürüdü.
Ocağı parlattıktan sonra Cemile tekrar içeri girdi.
Babası hala ustura bilemekteydi.
- Nerde kaldı bu abim de baba?
İhtiyar Malik cevap vermedi. Gözlüğünü çıkarıp mahfazasına
koydu. Usturalarını sildi bileyi taşını kuruladı,
küçük el çantasına tam yerleştirirken, Sadri dargın yüzüyle
içeri girdi.
Babasına göz kırpan Cemile:
- Teh! dedi, kocaoğlan'daki çalıma bak!
Yumrukları belindeydi.
Sadri cevap vermedi, bakmadı da.. Merdivenin alt
basamağına oturdu, kabaralı postallarının bağlarını çözmeğe
başladı.
Cemile devam etti:
- ...kaşlarını çatmış, ellerini de arkasına koymuş
mu? Öf.. Dünyayı fetedecek!
Babasına tekrar göz kırptı:
- ... sanki kendinden de korkan varmış. Ulan uyuz,
seni piyasaya alan kim?
Bağları çözük postalları üzerinde birdenbire doğrulan Sadri:
- Nerde senin gibi namussuz bir bacı var, Allah
bin türlü belasını versin! dedi.
- Senin belanı versin.. Ne biçim laf o?
- Alacağın olsun senin bundan sonra..
Cemile dilini çıkardı.
- ... çıkar çıkar, dilini çıkar sen... Bundan sonra
değil beklemek, görsem ki kolundan tutmuş sürüyorlar,
yanına sokulanın Allah belasını versin!
Cemile:
- Sen bacına acırsın; dedi, bilmem mi ben seni?
Senin yüreğin yufkadır...
- Yufkadır heye, yufkaymış!... Görürsün sen bundan sonra...
Birdenbire sinirlenen Cemile:
- Amaan.. dedi, benim hiç kimseye eyvallahım yok
arkadaş! Kimmiş beni kolumdan tutup sürüdecek? Adamın
alnını karışlarım! Kolumdan tutup sürdüreceklermiş..
Yağma vardı, dağ başıydı burası.. Bir insanın kendinden
olmazsa hiç kimse bir şey yapamaz...
- Sen öyle bellersin.. Herkes Sadri değil...
- Sürütsünler de görelim...
- Eh belli olmaz...
Postallarını çıkarınca odaya pis bir ayak kokusu yayıldı.
Cemile:
- Amman abi, dedi kurban olim... Git yıka şo leş
ayaklarını!
Sadri merdivenleri yarı çıkmıştı. Hiç itiraz etmedi. Kocaman
bir çocuk uysallığıyla merdivenlere indi, ayaklarını
yıkamağa gitti.
- Kocaoğlan tam kızmış ha babilo! dedi.
Babası:
- Oğiumun hatırına dokunma! diye tekrarladı, oğlumun
hatırına dokunursan hakkımı helal etmem sana!
Ayaklarını yıkayıp dönen Sadri:
- Ulan namussuz, dedi, seni bekliyorsam fenalığına
mı bekliyorum? Bu dünyada benim senden, senin benden
başka kimimiz var?
Ağabeyisinin boynuna sarılan Cemile:
- Canım abicim, dedi, şekker abicim benim!
Sadri itti:
- Hadi, hadi.. Canım ağabeycimmiş.. Ben senin canın
değil, en büyük düşmanınım!
Cemile ağabeysini zorla öptü.
- Ulan, dedi, huyumu bilirsin... Cart curta gelebilir
miyim ben hiç?
- Sana kim cart curt etti. (Babasına döndü) Bir saat
kendini bekledik, ayak üstü.. Yanında da şu Halime vardı..
Neden sonra çıktılar. (Kızkardeşine) Ulan gördün işte,
kardaşın bu, eşek başı değil ya! İnsan döner bakar...
Şu Musa'nın yanında, doğru muydu yaptığın? Herif zati
lafçının biri... Bellersin alay kumandanı! Bir tavır; bir tavır.
Herif bizi yırtıp geçiyor.. (Kızkardeşine) Arslanım, elin
oğlu yarın bozar fiyakanı! Herkes Sadri değil!
- Şimdi kafana bir şey indiririm ha! Terbiyesiz..
Başucuna otursun elin oğlu!
Sessiz sessiz gülmekte olan babaları:
- Birbirinizi incitmeyin çocuklar! diye tekrarladı, birbirinizin
hatırına dokunmayın!
- Neye terbiyesiz laf söylüyor?
- Ne dedim? Elin oğlu fiyakanı bozar dedim.
- Derdin dibi!
- Karnına!
- Artanı da koynuna!
- İt it! dedi Sadri, şuna bak, haza it!
- İtim evet.. Cart curta gelemem ben. Cart curt oldu
mu, it damarım kabarır! Bunu böyle bilmeli, ona göre..
Babayla oğul kahkahalarını salıverdiler. Cemile de
güldü. Mesele kalmamıştı...
Sofraya oturuldu. Ekmeklerinin içlerini babalarına
verdiler, kabukları kendilerine kaldı., İhtiyar adam sert
lokmaları çiğnemekte zorluk çekiyordu.
Odanın içine iştahlı bir ağız şapırtısı yayılmıştı. Sulu
bir lokmayı ağzına atarken Sadri üstüne damlattı. Cemile
gördü:
- Terbiyeli ye ulan!
- Ne o? Başladın mı gene?
- Başlarım tabii... Üstüne döküyorsun... Terbiyeli
yesene!
- Hani?
- İşte, kör müsün?
Sadri baktı, gördü, güldü.
- Bacımın canı sağ olsun, dedi, yıkar...
- Evet yıkar. Babanın uşağı vardı. Bütün gün makine
başında anam ağlıyor benim, bir de...
Bu sırada tavan yukarıdan vuruldu. Dokumacı Musa'nın sesi:
- Ne o toy? Barıştın mı ne?
Cemile:
- Şu heriften de hiç rahatlık yok! diye söylenerek
entarisinin eteğiyle, açık dizini örttü.
Sadri:
- Napim kardaş? diye cevap verdi, yüzünde şeytan tüyü var!
- Ayıp ayıp.. İnsan tükürdüğü tükrüğü yalar mı?
İhtiyar Malik'in kalın kaşları birden çatıldı, yüzü azgınlaştı:
- Ne yapsın? diye boşnakça bağırdı, çeksin vursun mu?
Musa'nın babasının kalın sesi duyuldu:
- Musaa!
Birkaç lokma sonra ihtiyar adam sofradan çekildi.
Zaten pek boğazsızdı. Sırtını duvara dayadı. Çocuklarının
kurt gibi yeyişlerini hazla seyre başladı. Bir ara iki
kardeş sahanda iri bir et parçasını aynı zamanda görüp
atıldılar. Biri bir ucundan tuttu, biri bir ucundan...
- Bırak!
- Sen bırak!
- Asıl sen bırak!
- Neye? Sen bırak asıl!
- Vaaay, benden önce görmüş.. Asıl ben senden
önce gördüm!
- ...!
- ...!
Diz üstü kalkan Cemile:
- Ulan bırak şunu diyorum sana işte, bırak şunu!
İhtiyar adam öyle güldü ki, gözlerinden yaş geldi.
Nihayet et koptu, Cemile kıç üstü oturdu.. İri parça
Sadri'ye gitmişti, ağzına atıverdi.
Cemile:
- Terbiyesiz! dedi, dert ye!
Sadri aldırış bile etmedi.
XİV
Yemekten sonra Sadri elini ağzını sabunladı, koca
bir tas su içti, pencerenin önünde daima serili duran kola
kokulu yatağına girdi uyumağa hazırlandı.
Cemile:
- Aman abi, dedi, gözünü sevim yatma. Değiş çamaşırını
ondan sonra...
Sadri'nin bohçasını sandıktan çıkardı, ağabeysine temiz
çamaşır verdi.
Sadri istemiye istemiye kalktı. Gene başının ağrısı
tutmuştu. Göz kapakları ağırlaşmış, şakakları zonkluyordu.
Sırtındakileri çıkarıp temiz çamaşır giydikten sonra
tekrar yatarken, Cemile:
- Ders n'oluyor? dedi. İzzet abi uyandırır vallahi, karışmam!
- Başım ağrıyor..
- Bilmem, uyandırır.. Ben de uyandıracam zaten,
yıkanacaksın!
Sadri homurdandı, yorganın altında sağa sola kımıldadı,
sonra hareketsiz kaldı.
Cemile sofrayı kaldırdı. Dışarda, dokumacı Musa'nın
çocuklarının çelik çomak oynadıkları avlunun kenarındaki
ocakta kaynayan bulaşık suyunu yere indirdi sonra
çamaşır kazanını istemek üzere, üst kata, dokumacı Musa'lara
çıktı.
Musa'ların odası her zamanki gibi karmakarışıktı.
Çivilerden düşmüş entariler, altüst yataklar.. Odanın içi
sidik kokuyordu.
Musanın karısı Zahide kısa boylu, eğri bacaklı, karnı
burnunda bir kadındı. Cemile kendini bildi bileli bu kadını
hep karnı burnunda hatırlar.. Kapının eşiğine oturmuş,
kocasının gömleğini siyah tireyle dikiyordu. Sarı başı
darmadağındı. Açık yakasından görünen memeleri boşalmış
ve pörsümüştüler.
Karısının tam tersi olan yusyuvarlak Musa'ysa, otuzunu
aşkındı. Yatağında yarı çıplak uzanmıştı. Cemile oda
kapısında görününce toparlanmağa bile lüzum görmedi:
Cemile sakınınca, beriki:
- Zarar yok, zarar yok.. dedi, yabancı değiliz!
Sonra:
- Aferin! diye ilave etti, aferin Cemka! At da sana
avrat da...
- Niye?
- Oğlanın fiyakasını tam bozdun!
Cemile dudak büktü:
- O, benim kusuruma bakmaz.
Zayıflıktan eğri eğri bakan Musa'nın karısı:
- Vallahi ki.. dedi, kardaşı değil mi? Benim bacım
bana öyle çemkirse...
Cemile sertçe döndü:
- N'apardın?
- Ne mi yapardım? Bacağına bastığım gibi...
Cemile:
- Hadi be Zahide abla! dedi, sonra dikersin. Ver
şu kazanı!
Kocasının gömleğini eşiğe bırakan Zahide, eğri bacaklarıyla
sofanın avluya bakan demir parmaklıklarına
doğru gitti. Kazanı ordaydı. İçinde birtakım bezler, kirli
çamaşırlar ıslıydı. Mavi damarları fırlak, kupkuru elleriyle
kazanı bakır bir leğene boşalttı:
- Al! dedi, çalkalayıver..
Ayaküstü fısıltıyla konuşmağa başladılar.
Kadın:
- Günüm doldu! dedi, bugünlük, yarınlığım.. senden
başka güvenecek kimsem yok bacım...
Kadının çirkin bir şekilde fırlamış, yüklü karnına bakan
Cemile:
- Sancı geliyor mu? diye sordu.
- Gelmiyor daha amma, yakın herhalde..
- Vaktin ne zaman tamam olursa, bana seslen, tavanı
vur, gelirim.. Gününü, saatını bilsem, işe de gitmezdim...
- Allah razı olsun bacım.. Bu iyiliğini hiç unutmayacam!
- İnsan insana lazım olur.
- Bu sefer korkuyorum, Cemka!
- Niye?
- Üryasını gördüm!
- Nasıl gördün?
- Kimseye söylemezsin değil mi?
- Huyumu bilmez misin Zahide abla?
- Hem üryamda gördüm, hem de karnımda ağladı!
- Hadi!
- Vallaha.. İki sefer ağladı.. Üryasını da gördüm..
Bu sefer benden hayır yok... Çocuklarıma acıyorum, dökülüp
kalacaklar...
- Kaynananla hala küs müsün?
- Allah belasını versin öyle kaynananın.. Ölüyorum
desem, bir yudum su vermez!
- Tavanı vur, beni çağır bacım.. Uyursam bile gene
çağır..
- Allah razı olsun, Allah her tuttuğunu altın, seni
iki cihanda aziz etsin!
Koynundan küçücük bir çıkın çıkardı.
- Bunu al! İçinde bir altın yüzük var.. Sende dursun..
Anneme annesi daha memleketteyken yadigar etmiş,
annem de bana.. Ben de kızıma bırakmak istiyorum,
lakin belki de ölüveririm.. Kızım küçük, takamaz, saklayamaz
da. Babası dersen götürür satar. Sende kalsın, kızım
büyüyünce verirsin, südüne...
Cemile gözlerini çıkına dikmişti, almak istemiyordu.
Kadın:
- Al! diye ısrar etti. Senin südün temiz, sana güveniyorum!
- Allah gecinden versin bacım.. Ağzını hayra aç...
- Ben üryasını gördüm, hem de karnımda ağladı.. Al!
Cemile çıkını aldı, koynuna soktu. Kazanla birlikte
merdivenleri inmeğe başladı.
Arkasından yarı öfke, yarı arzuyla bakmakta olan dokumacı
Musa, içeri giren karısına:
- Fıs fıs ne konuştunuz gene? diye sordu.
Kadın tersledi:
- Sana ne? İki kişiye bir laf!
Az evvel kalktığı eşiğe tekrar oturdu, kocasının gömleğini aldı.
Musa:
- Lakin, dedi, Lokman Hekimin ye dediği oldu bu kız ha!
Duru mavi gözleriyle kocasına halsiz halsiz bakan
kadın, kıskanmadı. Çocuk doğurmak, şif denilen kurumuş
koza kabuğu, yahut tezek ateşinde tencere kaynatmak,
boklu bez veya çamaşır yıkamak, Musa'nın işi ters gittikçe
de çocuklarını ortaya döküp fabrikaya gitmekten başka
her şeyi unutmuştu.
- Malik amucadan isteyelim sana! dedi.
Musa güldü:
- Onun katibi var!
- Hadi hadi.. Girme günahına kızın.. Altın gibi kız o!
- Biz bakır demedik.. Günahı da boynunda kalsın,
bana ne? Peşine düşen düşene.. Hele bir deveci var, hepsinden
beter...
- Paralı mı bari?
- Kim? Deveci mi?
- Katip?..
- Katip diyorsun, paralı mı diye soruyorsun.. Paralı
olsa katip olmaz.. Otuz kaaat bir maaşı var...
- Yeter.. İki gönül bir olduktan sonra...
Burnundan kıl koparıp hapşıran Musa, bir camız yavrusu
gibi, bir yandan bir yana döndü.
Cemile çamaşır kazanını iyice çalkaladıktan sonra
ocağa oturttu, suyu doldurdu, altını da güzelce parlattı.
Daimi bir hareket halinde olan avluda Musa'nın sarı
saçlı oğluyla mahalle çocukları çelik çomak oynuyorlardı.
Cemile havaya baktı. Kirli, parça parça bulutlar birbirini
kovalıyarlardı Yağmur var galiba diye aklından
geçirdi. Geç kalmıştı. Şimdiye kadar su çoktan ısınmış
çamaşıra da oturmuş olmalıydı.
Odaya geldi. Babası, gözünde gözlük, çorap yamıyordu.
- Yaşşa be babilo! dedi. Şu babilom akletse de kocaoğlana
birkaç çift çorap yamasa diyordum ben de...
Babası usullacık güldü.
- Oğlan uyur mu ne?
İhtiyar Malik işinden başını kaldırmaksızın:
- Başı ağrıyormuş... dedi.
- Niye?
- Bilmem? Söylemiyor ama, birşeyler var bu oğlanın
başında... Bana öyle geliyor..
Cemile merdivenleri çıktı, gitti yorganı kaldırdı, ağabeyisinin
ateş gibi yanan terli alnına avucunu koydu.
- Çok ateşi var!
Babası da baktı, başını salladı. Kaşları gene çatılmış,
yüzü korkunçlaşmıştı.
Cemile:
- Aspirin versek mi? diye sordu.
- Yıkanmağa uyandırdığımız zaman veririz.
- Yüreğime batıyor be babilo...
- Ne?
- Keşke hatırına dokunmasaydım..
Babası içini çekti, gözlüğünün üstünden baktı.
Cemile, ağabeyisinin terli ve sıcak alnını öptü.
- Keşke onun yerine ben hasta olsaydım..
İhtiyar adamın aklından gene Karagöl geçti; ... ne
yapıp yapmalı, bu çocukları fabrikaya yem olmaktan kurtarmalı!
Cemile yorganların yüzünü söktü, pencerenin perdesini
çıkardı. Bu perdeleri yeşil, pembe, mor ipliklerle
geçen yıl Güllü işlemişti.
Bohçasından kendine de çamaşır çıkarıp alt eve indi,
çamaşır değişti. Sonra, duvarın kovuğuna soktuğu adet
bezlerini tomarıyla aldı, çamaşır sepetinin altına sakladı.
Bunları babası, yahut ağabeyisi görecek diye ödü kopardı.
Oysa, babası bir gün alt evde keser ararken bunları
bulmuş; gülmüş, tekrar yerine sokmuştu.
Geçen yıl dikilen, şimdiyse iyice dar ve kısa gelen
mavi üzerine kırmızı çiçekli pazen entarisini giydi. Göğsü
iki sert yuvarlak gibi fırlamıştı. Utandı. Sonra: ...
Adam sen de... gibilerden elini sallayarak, uzun kara donunu
üstüne çekti, kirli sepetiyle alt evden çıktı, ocağın
yanına geldi.
Su henüz ılınmamıştı bile.. İyice ısınana kadar ne yapacağını
düşünürken, aklına alfabesi gelince; tekrar odaya koştu.
- Babilo... Sandıktan alfabemi versene!
İhtiyar adam:
- Bugün de mi? dedi. Kalsın bugün...
- Ver ver... Kalmasın... Su ısınana kadar...
İhtiyar, adam kalktı, yeşil boyalı tahta sandığı açtı,
bohçaların üstünde duran alfabeyle defteri alırken, Cemile'nin
beştaşı bohçaların arasına döküldü.
İhtiyar Malik alfabeyle defteri kızına uzattı.
XV
Pencerenin önüne yanüstü uzanmış, gözünde gözlük,
kalın bir kitabı okumakta olan İzzet usta, başını bir an
kitaptan kaldırdı, tatlı tatlı gerindikten sonra, karşısındaki
yatakta sırtüstü uyumakta olan karısına uzun uzun baktı.
Kadın hafif hırıltılarla uyuyordu. Yüzü balmumu gibi sarıydı.
İzzet usta birden ürktü. Sarılığı her zamandan çok
bulmuştu, bu kadar sarı olmaması lazımdı. Karısının ayakucunda
bir şeyler dikmekte olan kızkardeşi Güllü'ye:
- Şu perdeyi kaldır! dedi.
Yengesinin yanındaki pencerenin perdesini kaldıran
Güllü, ağabeysine baktı, bakıştılar. İzzet usta:
- Ne diyor? diye sordu.
Güllü:
- Hiç.. İnadım inat... Ölürsem makinemin başında
ölürüm, diyor.. dedi.
İki kardeş bakışlarıyla konuşurlarken, kapı usulcacık
açıldı, elinde alfabesiyle defteri, Cemile girdi.
Kitabın yaprağını kıvırıp pencerenin içine kaldıran
İzzet usta, gözlüğünü de çıkarırken.
- Nerede ağabeyin? diye sordu.
- Hasta..
- Nesi var?
- Bilmem. Başı ağrıyormuş..
İzzet usta, yanıbaşındaki pencereden ilaç kutusunu
aldı, gözlüğünü taktı, birtakım irili ufaklı kutuların, ilaç
şişelerinin arasında küçücük bir şişe ayırdı. Şişede ufak,
beyaz haplar vardı. Cemile'ye:
- Ben şimdi geliyorum! dedi, odadan çıktı.
İhtiyar dostu Malik'i çorap yamarken buldu.
- Merhaba eşkiya!
İhtiyar Malik sıçradı, gözlüğünü, yamadığı çorabı bir
kenara bırakarak, İzzet ustaya yer gösterdi.
- Nesi var delikanlının?
- Vallahi bilmem İzzet.. Başım ağrıyor dedi, yattı...
Yorganın ucunu kaldırdı. Boncuk boncuk terleyen alnıyla
Sadri uyuyordu.
Babası omuzundan sarstı. Sadri kurumuş dudaklarını
diliyle yalayarak bir şeyler mırıldandı, sonra bir yandan
bir yana döndü. Babası tekrar sarsınca:
- Töbe usta, diye sayıkladı, vallaha töbe!.
İzzet ustayla ihtiyar Malik bakıştılar.
İzzet usta:
- O namussuz dokuma ustası, dedi, bu çocuğu fazlaca
tazyik ediyormuş.. Bizim Nusret anlattıydı, ikide bir
odasına çağırıp...
- Ee?
- Belki de dövüyor.. Maksadı yıldırmak, kendisiyle
ağız birliğini temin etmek!
- Belki de dövmüyordur ama.. Bilmem...
İhtiyar Malik'in yüzü korkunçlaştı. Kalın kaşları öfkeyle
çatıldı. Yugoslav dağlarının yıllarca önceki azgın
çete reisi olmuştu.
- Allah belamı versin, diye gürledi, Allah belamı versin
çocuklarıma dokunanın kanını içmezsem!
İzzet usta, ihtiyar dostunun müthiş gözlerinden korktu.
Yolunu tuttu. Bu bir ihtiyar kolu değil, bir labut, bir
demir parçasıydı.
- Bana niye söylemez, niye anlatmaz bana?
İzzet usta alttan aldı:
- Belki de dövmüyordur ama.. Bilmem... Bana öyle geliyor...
- Demin geç geldi işten. Kız da geç geldi oda... Niye
geciktiniz? diye sordum, bana yalan attılar... Benden
gizledikleri bir şey var. Anlıyorum ama, eşelemiyorum
şimdilik... Sabrediyorum...
- Hiçbir şey yok Malik ağa. Senin çocuklarının ikisi
de elmas parçası! İkisi de ağırlıklarınca altın ederler...
Hiç korkma!
- Korkuyorum, İzzet, fabrikadan korkuyorum! Çocuklarımı
günün birinde fabrikaya yem edeceğim gibi geliyor.. Korkuyorum!
- Korkma, bir şey olmaz...
Taşı gediğine koymanın sırası geldiğini sanan İzzet
usta:
- Cemile büyüdü artık maşallah... dedi. Yarın uygun
bir talip zuhur ediverirse...
İhtiyar Malik gene parladı:
- Allah göstermesin! Çocuklarımı alıp Karagöl'e gidecem
ben... Onları şehirde bırakmak istemiyorum...
- Ne yapacaksın Karagöl'de?
- İki odalı bir huğ damı çakacağım, kendi elimle çocuklarımı
kurtaracam buralardan...
Gözleri gene parladı:
- ...Yaşım altmış, ama bakma... Daha on sene çift
sürebilirim... Toprağımı kendim sürer, kendim eker, kendim
biçerim... Ne bulduk bu fabrikalarda? Ha? Sen ne
buldun? Senelerden beri çalışırsın, işte tuttukları gibi attılar.
Karın verem, oğlun tren altında kesildi. Neden? Hep
fabrika yüzünden... Anası başında olsaydı, çocuğunu dizinin
dibinde oturtsaydı... Şu avluya bak.. Hak tu, hak tu'dan
geçilmiyor...
İzzet usta:
- Üzülme, dedi, üzülme.. İyi olur, iyi olacak..
- ...Gül gibi karımı yuttu bu fabrika benim! Benimse... Nah!
Kolunu çemirledi. Hala bir makine dişlisinin izleri belli
olan damarlı, büzük büzük kolunu gösterdi:
- ...Makinenin dişleri arasından çektim! Ondan sonra
da tövbe fabrikaya! Amma çocuklarımı çalıştırıyorum...
Yokluk, ne yapim?
İhtiyarın sırım gibi koluna bakmakta olan İzzet usta:
- Demek, dedi, sen de çalıştın?
- Birkaç sene... Nasıl ki kaptı kolumu, yuttu dirseğime
kadar.. Kemikler oldu külufak.. On beş ay çektim,
tam on beş ay!
İzzet usta Sadri'yi uyandırdı. Kıpkırmızı gözleriyle
Sadri:
- Su! dedi.
Babası gitti bir maşrapa dolusu su getirdi.
Elindeki küçük şişedeki yuvarlak haplardan çıkarıp
uzatan İzzet usta:
- Al! dedi, baş ağrısına, ateşe birebirdir. Dilinin üstüne
koy, suyla yut..
Öylece yapan Sadri ilacı yuttu, sonra bir maşrapa suyu
gurt gurt gurt... diye içti bitirdi, yatağına tekrar devrildi.
Babası üstünü güzelce örtüp arkasını bastırdıktan
sonra oğlunun yanıbaşına oturdu.
İzzet usta kalkmıştı. Birdenbire kendine gelen ihtiyar
Malik de fırladı:
- Olmaz, dedi, imkanı yok.. Birer kahve içmeden...
İzzet ustayı zorla oturttu.
- Cemile'nin dersi var, eşkiya!
- Buraya gelsin..
- Güllü de orda...
- O da gelsin...
Gitti, Güllü'yle, Cemile'yi aldı, geldi. Cemile alfabesini
açarken, ihtiyar Malik raftan kahve, şeker kavanozlarıyla
dörtlük yeşil cezveyi ispirtoluğu indirdi.
XVİ
Cenıile dersi yarı buçuk yapıp kalktığı zaman saat
ikiye geliyordu. Su ısınmıştı. Babasına alt evde yıkanma
suyu hazırladı. Her zaman burada yıkanırlar, toprak hiçbir
zaman kurumaz, alt ev rutubet kokardı.
- Haydi babilo, diye seslendi, sen yıkana dur arkanı
sabunlamağa çağır beni... Ben çamaşıra oturacağım.
İhtiyar Malik iğneyi çoraba saplayıp kalktı, alt eve
indi.
Bir türkü mırıldanarak çamaşır leğenini ocağın yanına
yerleştiren Cemile, küllü su döktü, çamaşırları ısladı,
adet bezlerini de leğenin altına saklamadan önce
etrafı kolladı, sonra alçak iskemleyi çekip çamaşıra oturdu.
Küllü suda sabun iyi köpürüyordu. Kalın kemikli, sağlam
bilekli elleri, küçük yaştan beri fabrikada çalışan birçok
işçi kızlarda olduğu gibi, nasırlıydı, parmakları eğri
büğrü kemikleri çıkık çıkık. Çamaşırları suya basıyor, sabunluyor,
çitiliyor, sıkıyor, sonra kuvvetli yumrukları arasına
alıyordu. Dilinde türkü, öyle iştahla, öyle canlı yıkıyordu
ki. Etrafa neşeli köpükler saçıyordu. Türkü zaman
zaman yükseliyor, zaman zaman alçalıyor, arada duruverdikten
sonra tekrar başlıyordu. Boşnakça bir halk türküsüydü bu.
Bu türküde bir Avşar kilimindeki renklerin
cümbüşü vardı. Bu türküde hasret vardı, bu türküde arzu,
bu türküde aşk... Bu türkünün motifleri Hintte, Çin'de,
Kazablanka'da, Nevyork'ta, Po vadisinde, Cenubi Amerika
pampalarında, Orta Anadolu'da da vardı. Bu türkü
insanlığın hasretlerini, arzularını belirten nakışlarla işli bir
türküydü.
Ama Cemile bunu ne zaman, nerede, kimden öğrendiğini
bilmez, sadece söyler, söylerken coşar, coştukça
da yüreği taşar, en zor işleri bir tüy hafifliğiyle görüverir,
nasıl görüverdiğini bile farketmezdi.
Dilinde hala bu türkü, alnında ter tomurcukları... Bu
tomurcuklar gittikçe arttı, yuvarlak yanakları kızardı. Kendinden
geçti, işe kendini öyle verdi ki... Hele çamaşırlardaki
pire tersleri.. Bu tersleri mutlaka çıkaracaktı! Tersler
de inat ediyorlardı.. Terslerin inadına Cemile'nin inadı
daha baskın çıkmalıydı. Onları mutlaka çıkaracaktı!
Hırslı hırslı eğilip kalktıkça. Belinden aşağılara inen kuvvetli
örgüleri hopluyor, tokasından kurtulan kahkülü de
gözüne girip duruyordu. Buna öyle sinirlendi ki.. Bir ara
kahkülü bileğiyle itti. Olmadı. Dert! diye doğruldu.
Hınzır! kahkülü ıslak parmaklariyle kıvırdı kıvırdı,
öteki saçlarının arkasına soktu, tokaladı, sonra gene
çamaşırlarına eğildi, pire terslerini suya bastı, sabunladı,
çitiledi, tekrar bastı, tekrar çitiledi, sonra tekrar çitiledi...
Bu işi üstüste tekrarladı. Neden sonra pire tersleri
Cemile'nin inadına pes ettiler. Cemile'nin gözlerinin
içi güldü, deminki türküyü daha kuvvetle tekrarladı.
Bütün bunları deminden beri üst kat sofanın demirleri
gerisinde güneşliyerek seyreden Musa'nın doksan beşlik
ninesi Tetka Bilelka, kendini Cemile'nin türküsüne kaptırmış,
gözlerini yummuştu.
Tetka Bilelka da gençliğinde bu türküyü söylerdi. Bu
türkü Tetka'ya gençliğini, Saraybosna'yı, yüklü meyva
ağaçlarının hafif hafif sallandığı aydınlık Bosna gecelerini
hatırlatmıştı. Yıllardan beri yitirdiği pırıl pırıl bir iç
alemi başlamıştı...
Türkü birdenbire durunca, Tetka Bilelka gözlerini açtı.
Heyecanlanmıştı. Kupkuru avuçlarıyla gözlerinin yaşını
sildikten sonra:
- Allah sana kötü gün göstermesin evladım, dedi.
Allah seni ağlatmasın!
Cemile öyle dalmıştı ki.. Ürktü. Başını kaldırdı. Bir
elma kurusuna benzeyen yüzüyle Tetka Bilelka gülümsüyordu.
Cemile:
- Diline sağlık Tetka! dedi.
- Allah seni inandırsın Cemka, seni gördükçe öleceğimi
unutuyorum!
Cemile'nin pek hoşuna gitti. Berrak bir kahkaha salıverdi.
Sonra daha iştahla, daha canlı, daha kuvvetli, çamaşırları
yumruklarının altına aldı.
Arkasını sabunlaması için babası alt evden seslendiği
zaman Cemile'nin yüzü terden yıkanmış gibiydi. Kalktı,
gitti, babasının arkasını kuvvetli kuvvetli sabunladı,
kupkuru ihtiyarın fırlak kemikli sırtını avucuyla sıvazladı.
Onun bir gün öleceğini ...beni karımın yanına gömün
e mi Cemka! deyişini hatırlayınca gözleri doldu. Babası
da bu türlü sözleri son zamanlarda boyuna tekrarlıyordu.
Onun için babası uyurken görse sanki ölmüş de
yatıyor gibi geliyor, başlıyordu ağlamağa. Hele bir gece,
babası camiye giderken ensesine dikkat etmişti... Nasıl
da kurumuş, buruşmuştu! Babası namazdan dönünceye
kadar yatağında ağlamıştı.
Tekrar çamaşırlara döndü.
Temiz çamaşırlarını giyip gelen ihtiyar Malik de yumrukları
belinde, kızını seyre başladı.
Yanındaki kütüğü iten Cemile:
- Otur babilo, dedi, karşıma otur da öğren.. Belki
lazım olur...
Kütüğü altına alıp kızının tam karşısına oturan ihtiyar
Malik, bir cigara yaktıktan sonra:
- Olacak kızım, dedi, o da olacak...
Cemile doğruldu, babasına sertçe baktı. Yoksa yanlış
mı anlamıştı? Düzeltmeğe çalıştı:
- Belki ölürüm de...
İhtiyar adam başını salladı:
- Eh, o da olacak amma, sıra sende değil!
Cemile'nin içinde gene bir taşma oldu. Yaşaran gözlerini
babasından saklamak için, başını çamaşıra adamakıllı
eğdi, kendini işe büsbütün verdi.
İhtiyar Malik'se kızını gururla seyrediyordu. Onda karısına
benzeyen taraflar buluyordu. Ucu hafifçe kalkık,
ufacık burun, etli dudaklar yuvarlak yanaklar.. Ya kalçalar?
Tombul bileklerin rengine varana kadar tıpkı tıpkısına
karısı. Yalnız, kızın saçları daha sarı, daha da gürdü.
Anası da böyle, hamur yuğurur, çamaşır yıkarken tıpkı
kızı gibi terler, ağız kenarları tıpkı tıpkısına böyle titrerdi.
Tetka Bilelka yukardan, gene Boşnakça seslendi:
- Ooo Maliç! Biliyor musun, Cemka ne kadar benziyor
annesine!
İhtiyar Malik başını ağır ağır salladı, cevap vermedi.
- Allah gözyaşı döktürmesin, Allah kötü gün göstermesin!
Sırtına vuran güneşin sıcaklığı içinde uyuklamağa
başlayan ihtiyar Malik, hafif hafif sallanıyordu.
Koca avlu dinmeyen bir kımıltı halindeydi. Yanyana,
sıra sıra odalara girenler, çıkanlar.. Kapısının önünde kızının
başını sabunlayan, çamaşır yıkayanlar... Başta dokumacı
Musa'nın sarı oğlu, alayla çocuk çelik çomak oynamaktaydılar.
En çirkin küfürler bazan birer şimşek gibi
çakıyordu. Çocukların çeliği çok defa Cemile'nin yakınlarına
düşüyordu. Birinde geldi, bakır leğenin kenarına
çarptı.. Cemile sıçradı:
- Piçler!
Koca kafası sıfır numara makineyle traşlı, Musa'nın
oğlu karşılık verdi:
- Ne söğüyon kız?
Bu kuşak, torunlar kuşağı, tıpkı yerliler gibi konuşuyordu.
Çoğu anadilini unutmuştu. Yerliler gibi konuşuyor,
yerliler gibi söğüyor, yerliler gibi giyinmeğe özeniyorlardı.
Cemile:
- Ya gözüme değseydi! dedi.
- Değdi mi? Değsin sonra..
İhtiyar Malik de uyanmıştı. Uykulu gözleriyle çocuklara
baktı, ağır ağır kalktı. Başta Musa'nın oğlu, çocuklar
çil yavrusu gibi dağıldılar. Ama az sonra sarı oğlan,
elinde çomağı, avlu kapısında gene peydahlandı. Uzaktan
dik dik bakışına Cemile öyle kızıyordu ki.. Kalkıp yakalamak,
kulaklarını çekmek, tokatlamak, tokatlamak!
Bu sırada Güllü kaşarak geldi:
- Çamaşıra oturdun da bana niye haber etmedin kız?
Cemile omuz silkti.
Güllü:
- Benim bir işim oldu mu sen yardım etmiyor musun?
Yalnız başına bu kadar çamaşırı akşama kadar töbe
bitiremezsin!
İhtiyar Malik'ten boşalan kütüğü altına çekip oturdu,
kollarını çemirledi, işe girişti. İki genç, yarışır gibi yıkamağa
başladılar. Bu arada Cemile'nin kelep arkadaşı Halime'yle
dokumacı Musa'nın yeğeni Şemsa da gelmişlerdi.
- Kolay gelsin.. Biz de yardım edek mi?
Güllü:
- İstemez, istemez.. dedi, yardımınızla çok yaşayın!
Cemile:
- Siz de serersiniz!
Altlarına birer iskemle uyduran iki kız, çamaşır leğeninin
etrafında sıralandılar. Cemile'yle Güllü, berikileri imrendiren
bir iştahla yıkıyorlardı. Halime kollarını çemirledi:
- Ben de yıkıyacam bacım, niyeymiş?
İşe girişti.
Gülüşmeler, şakalar, kahkahalar yükseliyor, arada birbirlerine
sabunlu su serpiyor, basıyorlardı çığlığı.
Cuğla'nın kızı Şemsa'ya bir avuç köpük atan Güllü:
- Mektepli, dedi, anlat bakalım... Sinemaya gidiyon
mu gene?
Kıvır kıvır bir kucak sarı saçıyla Şemsa güzel kızdı.
İlk okulun son sınıfında. Gözüne köpük kaçmış, yakıyordu.
- Güllü abla, dedi, öyle şeysin ki...
Bir avuç köpük daha atan Güllü:
- Neyim? diye sordu, ha? Neyim?
- Hiç, hiç.. Töbe.. Sana demedim...
- Seni mektepli senii... Leğene sokarım seni vallaha!
Halime:
- Sinemaya gidiyor musun? diye sordu.
Güllü:
- Gitmez olur mu? dedi. Sevgilisi koluna takıp götürüyordur..
- Tuh! dedi, Şemsa, mektep gütürüyor...
- Sizi somun düşmanı mektepliler siziii... Her birinizin
üçer, dörder tane var...
- Hadi ordan...
Cemile:
- Ben hiç sinemaya gitmedim ömrümde dedi. Pahalı mı?
Şemsa:
- Balkon yirmi beş, aşağı kırk.. Amma aşağısı iyi
değil, terbiyesiz bir sürü adam doluyor...
- Resim gibi mi kız? Nasıl şey?
- Bir perde var, üstünde.. Resim gibi amma, canlı
resim... Öyle güzel, şık kadınlar geliyor ki.. Geçen gün
bir film oynadı, eh.. Herkes ağladı yani.. Öyle güzel, öyle
güzeldi ki! Kadının kocası, karısının sevgilisini vurdu!
Cemile:
- Dert! dedi: Karısının sevgilisi mi?
- Canım sinema işte yani.. Kadın öyle güzeldi ki..
Kocası çekti tabancayı, adamı vurdu da, adam ölürken bile
gülümsüyordu!
Güllü:
- Yalan olduğu bundan belli! dedi. Kurşunu yiyecem
de, gülecem... Akıl var, yakın var...
- Canım sinema işte Güllü abla, roman gibi... Essah
değil ya.. Sonra bir memleket gösterdi, gece, eh..
bizim bildiğimiz gibi gece değil ha, mavi bir gece.. Sessiz,
her taraf uyuyor, sokaklar dersen bal dök yala.. Deminki
güzel kadın kocasını uyuttu. Onlar bizim gibi ana,
baba, çoluk çocuk hep bir odada yatmıyorlar ki. Kadının
odası ayrı, erkeğin ayrı..
Güllü:
- Sinema, dedi. bakma... Kadın ayrı, erkek ayrı,
yatar mıymış?
Cemile:
- Bizim gibi gece-gündüz çalışsınlar da görelim...
İşden baş mı kaldırabiliyoruz? Öyle olduğu halde, sırası
geliyor iki lirayı iki kardeş zor tutuyoruz.
- Doğu bacım, dedi Güllü, onlar bizim yerimizde olsa,
hastayız diye yataktan kalkamazlar..
- Biz de ağzımızın tadını biliriz... İnsanı insan eden
paradır. Paran yok mu? Senden rezil, senden adi kimse
yok...
- Vallaha...
- Neyse.. Kadın uyuttu kocasını, evde yavaşça çıktı,
sevgilisiyle sözleşmişler önce herhalde ki, bir araba
bekliyordu, kadın bindi yallah!
Cemile:
- Kadın saçlarını taramadı mı?
- Bilmem.. Orasını göstermedi.. Saçları taralıydı.
- Saçları taralıydı da kocası şüphelenmedi mi? Saçlarını
niye çözmüyorsun, yatmıyacak mısın, demedi mi?
- Sinema canım işte.. dedi Güllü.
Halime:
- Tabi canım..
Güllü:
- Yalan olduğu bundan belli. Bizim herifler... Hele
benimki.. Duruşumdan anlar vallaha... Saçım-başım taralı,
pudralı-mudralı onu uyutacam da anlamıyacak!.. Bir
insan eşek olmalı ki..
Halime:
- Sinema canım..
Şemsa:
- Cemile abla, sinemada bir oğlan vardı tıpkı Sadri
abim.. Bir elmanın yarısı o, yarısı Sadri abim!
Cemile'nin kaşları çatıldı.
- Benden habersiz sinemaya mı gidiyor yoksa?
- Yoook.. Öyle değil.. Filmde...
- Öyle söyle hele.. Benden habersiz gitsin de bak.
Güllü:
- N'aparsın?
- Kıyameti koparırım...
- Yavaş geel..
- Hele gitsin.. Öyle yerlere para verilir mi? Bak şu
yatak çarşaflarının haline! Şu donlara bak, şu gömleklere..
Parayı oraya verene kadar bir derdimizi görürüz!
- Sizin fabrikanın kızları da geliyor..
- Karakız'lar, marakızlar, değil mi? Onlar gider, onların
dostları var, masraflarını çekerler.
Cemile bir avuç köpük attı:
- Edepsiz!
O ona, o ona.. Gene kahkahalar, çığlıklar tam yükselmişti ki,
sokakta birtakım sarhoş naraları! Kızlar kulak kesildiler.
Güllü:
- Camgöz'ün sesi! dedi.
Cemile'nin neşesi uçuverdi. Gözleri endişeyle babasını
aradı. Bereket versin görünürlerde yoktu..
Güllü:
- Korkma, dedi, baban yok. Ben gelirken demin,
çarşıya doğru gidiyordu..
Naralarsa gittikçe yaklaşıyordu:
- Atalım atalıııım!
- Nereyeee?
- Herkesi sevdiğinin kucağınaaa!
- Eheeeeeeyyyy!!
Güllü:
- Sana demedim mi? dedi. Oturmuş içiyorlardı demin!
Deveye binmişler tekmil...
- Karakızlarla beraberdi demek?
- Tabi... Aşağı kurtarır mı?
Sarhoşlar tam avlu kapısına gelmişlerdi ki, Karakız
tehlikeli bir yalpayla içeri girdi.. Avlu halkı kulak kabartmış,
kapı önlerinde bakışıp gülüşmeler, üçer beşer kişi
halinde toplanıp fiskoslar başlamıştı.
Karakız:
- Deeeey Allah! diyerek leğenin yanına geldi. Ayakta
durmağa çalıştı, olmadı. Çömelmek istedi, gene olmadı.
Devriliyordu. Yere dayanıp çömelebildi nihayet, leğenin
ucunu sıkı sıkı tuttu. Gülüyor, şiş gözlerinin kapaklarını
zorla açıyordu.
Güllü:
- Bu halin ne kız? diye sordu. Utanmıyormusun?
Beriki:
- Utanacak ne var? dedi, namısımnan oturdum içtim..
- Üstüne bi nokta koy kayıp olur...
- Uçuyorum, allöööş! On şişe, on şişeyi üç kişi devirdik...
Başım tımarhane gibi fırlanıyor...
- Kimnen içtiniz?
- Bizim emmoğlu, bir, bir de şunun (Cemile'yi gösterdi)
devecisi!
Cemile:
- Dert! dedi. Niye benim devecim oluyormuş?
Kahkahayla gülen Karakız:
- Sana yangın! dedi, develerimi tekmil satar, uğruna
harcarım, diyor.
- Develeri başında parçalansın...
Bu sırada ihtiyar Malik avlu kapısından girdi. Az daha
Cemile'nin yüreğine inecekti.. Ya babası işin farkına
varırsa? Ya dışardakiler gene nara atar, ismini karıştırırlarsa?
Elinde pespembe, pişkin bir somunla babası avluyu
ağır ağır geçip odasına girdi.
Cemile:
- Güllü, dedi, bacım, bacım.. Dehle şunu gitsin! Şimdi
bir biçimsizlik yapacak... N'olursun Güllü!
Güllü kalktı, Karakız'ı omuzlarından çekti, ayağa kaldırdı,
sımsıkı tuttu:
- Hadi bize gidek!
Karakız:
- Bu da gelecek mi? diye sordu.
- Gelecek dedi Güllü, bitirsin çamaşırı, o da gelecek.
- O gelmezse gitmem, tövbe gitmem...
- Gelecek, o da gelecek...
Buğulu gözleriyle Cemile'ye bakan Karakız:
- Gelecen mi? diye sordu.
- Gelecem, gelecem.. dedi Cemile.
- Sen de gelirsen giderim... Gelmezsen... Oğlanda
para tonla. Seni köşklerde, konaklarda.. Köşklerde konaklarda
seni...
- Ayy Güllü, n'olursun...
- Kız hadi bee!
Kolundan çekiverince, Karakız sendeledi yere yüzükoyun
kapandı, sızdı kaldı. Halime'yle Güllü başından,
ayaklarından yakalayıp, İzzet ustanın odasına taşıdılar.
Şemsa:
- Üzülme abla, dedi, n'apacan.. Bir beladır geldi çattı.
Cemile'nin yüzü hala kireç gibiydi.
- Herifi bilmem, tanımam, işimde gücümdeyim şurada...
Cemile blr ağıttır tuttturdu. İçini çeke çeke, hıçkıra
hıçkıra ağlarken, bir yandan da babasının çıkıverip, niçin
ağladığını sormasından korkuyor, kendini tutmağa çalışıyordu.
- ... Fakirlik, ah fakirlik! dedi. Herkesin gücü bize
yetiyor..
- Sus, dedi Şemsa, ağlama...
- ... Bir insanın kendinde olmasa derler bir de.. İşte
gördün, benim onlarla bir alakam var mı?
Güllü'yle Halime döndükleri zaman Cemile hala ağlıyordu.
- Sus bacım, sus.. Ağlama.. Zıbardı yatıyor.. Gözünün
yaşına yazık..
İzzet usta da geldi. Leğenin başında, Cemile'nin yanına
çömeldi.
- Sus, dedi, ağlama..
- Bütün gün iş, işden eve dön, evin işine otur...
Kimseyle hiçbir alakam yok, konuşmuşluğum yok.. Sokakta
abim bile konuşsa terslerim.. Ödüm kopar ki birisi
görüp babama haber verecek diye.. Öyle olduğu halde..
Şuna bak! Ya babam duysaydı?
İzzet usta ayağa kalktı, içini çekti, gözlerini kıstı:
- Ben, dedi, babanla açık açık konuşacağım.. Bu
böyle devam edemez.. Hiç merak etme sen...
Cemile uzun kirpikli gözleriyle ıslak ıslak baktı.
- Evet, dedi İzzet usta, o meseleyi...
Bir müddet bakıştılar. Cemile:
- Siz ne iyi insansınız...
İzzet usta cevap vermedi, odasına döndü.
...
Babası Sadri'yi zorla uyandırdı. Oğlanın uykusu çok
ağırdı. Kalktı, sallanıyordu.
- Başın nasıl?
- İyi...
Merdivenleri indi, alt evde iki kat ola ola soyundu,
yıkanmağa başladı. Oğlan yıkanırken ihtiyar Malik gözlüğünü
gözüne taktı, oğlanın yorganını yere serdi, bit arayacaktı.
Uzun uzun, yorganın tekmil kıvrımlarına inceden
inceye baka baka aradı, yoktu. Cemile böyle şeylere karşı
çok titiz olduğundan, her hafta, pek pek iki haftada
bir çamaşır yıkar, herşeyleri güzelce kaynatırdı. Amma
belli de olmazdı.. Çünkü odalarına girip çıkanların, oturup
kalkanların hesabı yoktu.
Yorganı katlayıp yatağın ayakucuna koyan ihtiyar Malik,
tekrar çorap yamamağa oturdu. İkinci çifti eline almıştı
ki, Sadri aşağıdan seslendi. Arkasını sabunlaması
için çağırıyordu. Gözlüğünü çıkardı, iğneyi çoraba sokup
kalktı, aşağı indi. Oğlanın arkasını sabunlarken:
- Gusletmeyi unutma! dedi.
Kulaklarına kadar kızaran Sadri cevap vermedi.
- Yoksa bilmiyor musun?
- ...?
- Müslüman çocuğusun elhamdülillah... insan gusletmeyi
bilmez mi? Madem bilmiyorsun, sor!
Gusül aptesti ile mazmazayı tarif etti.
Kızlar çamaşırlarını sererken saat beşe çeyrek vardı. Cemile:
- Abim yıkanmış, dedi, şimdi sıra bende...
Güllü:
- Arkanı sabunlamağa çağır beni, e mi?
- Eh...
Kazandan sıcak su aldı, ılıştırdı, yıkanmağa başladı.
Bembeyaz vücudu, dolgun kolları, yüklü göğsü... Bit korkusundan
başını bol bol sabunluyor, saç diplerini kanatırcasına
tırnaklıyordu. Onuncu sabundan sonra Güllü dışardan seslendi.
Cemile:
- Gel, gel hadi...
Güllü yavaşça girdi, kapıyı arkasından sürgüledi.
Fısıltıyla konuşmağa başladılar.
İhtiyar Malik yamadığı çoraba dalmış, duymuyor, duymak
için heves de etmiyordu.
Cemile:
- Benim yüzümden sen de uykusuz kaldın! dedi.
Cemile'nin bembeyaz, sımsıkı arkasını sabunlarken:
- Maya maya! diye avucunun içiyle vurdu. Katibin
talihi varmış.
Cemile gururla güldü.
- ...Seni alan, seni giydirip kuşatıp köşede oturtmalı!
- Olur. Beleş ekmek vardı!
Sıcak bir buğu alt evi kaplamıştı.
- Hadi, ben gidiyorum...
Diye Güllü kalktı. Cemile:
- Eline sağlık! dedi. Çamaşır yıkadığın gün beni de
çağırmazsan...
- Çağırırım... Çağırırım...
Cemile, babasıyla ağabeysinin kurulandıkları hala
ıslak havluyla iyice kurulanmağa çalıştıktan sonra, giyindi.
Gitti, babasının elini öptü. Babası da onu alnından, iki yanağından..
Sonra alt evden tenekeleri, sabunu, su tasını,
kütüğü kaldırdı, birikmiş suları süpürdü, aşağıya düzen
verdi. Saçlarını taradı, tokaladı. Şimdilik başka işi kalmamıştı,
yatarlardı, kendisi ayrı bir yatakta, yalnız.
Dışarı çıktı. Islak havluyu da öteki çamaşırların yanına
serip mandalladı. Rüzgar çıkmıştı. Havaya baktı, canı
sıkıldı. Gene yağmur yağacağa benziyordu. Kirli bulutlar
gittikçe büyüyor, şişiyorlardı.
Odaya döndü.
- Ben yatacağım babilo, ama havada yağmur var...
Yağmur yağarsa çamaşırları topla, sonra berbat olur!
İhtiyar Malik yanındaki pencereden dışarılara baktı.
Havada gerçekten de yağmur vardı, gök gittikçe kararıyordu.
Uzaklarda harap evler, kerpiç çürümüş tahta kalabalığı,
yıkık duvarlar... Daha arkada, yaz kış yosunlu
suyu bir türlü kurumayan konca göl. Bu gölden her yaz
mahalleye milyonlarca sivrisinek dağılırdı.
İhtiyar Malik perdeyi indirdikten sonra uzandı, kızının
arkasını, yorganla, güzelce bastırıp. çorap yamamağa koyuldu.
XVİİ
Önündeki mangalda ateşe sürülü iki fincanlık cezveye
şeker koyan ihtiyar Malik, rafta çıtırdıyla işlemekte
olan çalar saate baktı: Gecenin onunu gösteriyordu. Demek
ki, Cemile dört saattir uykudaydı, çocuklar daha yarım
saat uyuyabilirlerdi.
Tam kahveyi koyarken oda kapısı usullacık açıldı,
koltuğunda, telleri at kılından, bir çeşit saz olan guslisi
ile ihtiyar Muy girdi.
- Selamünaleyçüm!
Malik:
- Vealeyçümüsselaaam!!
Diye kalktı, eski silah arkadaşının elinden guslisini
aldı, merdiveni çıkmasına yardım etti, kendi yerine oturup,
kahve kavanozuyla kaşığı önüne koydu.
Tam bu sırada pencerenin camında bir şimşek çakmıştı.
Kızının gündüzki tenbihini hatırlayan ihtiyar Malik:
- Yağmur yağıyor mu? diye sordu.
Bir bacağı topal, ufacık bir ihtiyar olan Muy'un bir
gözüde kördü. Bu gözü sanki oyarak çıkarmışlar ve sanki
bu iş yapılırken ihtiyar o kadar bağırmıştı ki... Yüzü
bir çığlık gibi kuruydu.
- Tek-tük atıyor! dedi.
- Hızlı gelecek rahmet... Ben toplayım çamaşırları.
İhtiyar Muy; ihtiyar Malik'in hemşerisi, çocukluk arkadaşıydı.
Tara ırmağı boyundakl (...) kasabasında birlikte
büyümüşler, birlikte silah kullanmağa başlamışlardı.
İçtikleri su ayrı giderdi yalnız. Malik onu hala o kadar
severdi ki onun için kan dökebilir, bu ihtiyar yaşına, Sadri'ye,
Cemile'ye rağmen, hapislere girebilirdi.
Muy'un bir tek oğlundan başka kimsesi kalmamıştı.
O da Doğu'da uzak, çok uzak bir yerlerde askerdi.
Memleketin eşrafından Amir ağanın teşvikiyle Karadağ
Milletvekili Boşko Boşkoviç'in öldürülmesi üzerine başlayan
katliamdan kurtulmak için kaçmadan önce, Malik ve
Muy ismi, Sırplar üzerinde yıldırım etkisi yapardı. O kadar
ki, Malik ve arkadaşlarının korkusu yalnız Hıristiyanların
değil, Müslümanların da içlerinde sarsıntılar yaratırdı.
Yağmurlu, fırtınalı gecelerde, uğuldayan rüzgarın içinden
nal sesleri duyulurdu. Dehşetle büyüyen gözleriyle
kasaba çocukları yorganlarının altına saklanır, geceyi ürpertiyle
dinlerlerdi. Kasabanın Hıristiyan mahallelerinde
çığlıklar kopar, kapılar çarpılır, bir yerlerde tahtalar çatırdar,
tüfekler parlar, sonra gecenin zifiri karanlığını kızıl
dilleriyle yalayan alevler yükselirdi.
Ertesi gün kasaba korkuyla öğrenirdi ki, Malik ve
Muy çetesi, kaptan falan ve filanın kanlı kesik başlarıyla
dörtnala çekilmişler..
Aradan çok geçmezdi.. Gene şimşekli, yıldırımlı; fırtınalı
bir gece, kasabanın bozuk parkelerinde dörtnala atlılar
gelirdi. Bu sefer müslüman mahallelerinde kadınlarla
çocukların çığlıkları yükselir, kapılar kırılır ve alınmış
bir öc'ün ılık dumanı tüten kanlı kesik başlar, terkelere
bağlanıp, rüzgar gibi gidilirdi.
Cami ve kilisenin hatırı için işlenen cinayetlerin haddi
hesabı yoktu.
Bir gece bir ormanda pusuya düşürülmüşlerdi. Otuz
tüfeğin ağzından çıkıp geceyi otuz yerinden yakan kurşunlar,
o sırada bir kenarda su dökmekte olan Malik'e
değmemiş, beş arkadaşı ölmüş, Muy da bacağından yaralanmıştı.
Tara ırmağı kenarındaydılar.. Sağ kalanlar ırmağa atlamışlar,
yüze yüze aşağılara gitmişler, oradan da karaya vurmuşlardı.
İhtiyar Muy'un bacağı o gün bugün sakat kalmıştı.
Milletvekili Boşkoviç'in öldürüldüğü günü ertesi gece
Malik rüyasında kendi kesik başını gördü. Ürktü. Müslüman
halkın türkülerinde ismi geçen bu cesur adam korktu.
Ani bir kararla malını, mülkünü bırakıp karısını, çocuklarını
toplayıp Türkiye'ye göç etti. Muy'da karısı ve çocuklarıyla
beraberindeydi.
İstanbul limanına blrkaç parça mücevherle ayak basan
kalabalık iki ailenin elindeki, avucundakiler şaşılacak
bir hızla eriyiverince, Malik'le Muy hayatlarında ilk defa
geçim derdi diye bir şey olduğunu öğrendiler.
İki erkek ekmek kavgasına atıldı, olmadı. Ata binmek,
silah kullanmak, pusu kurup, kelle biçmekten başkasını
bilmiyorlardı. Şehir ise bundan anlamıyordu.
Fabrikalar ve pamuk tarlalarıyla ünlü bu Güney Anadolu
şehrine göçüldü. Ne yapılsa boş. Beceriksiz derebey
torunları elleri böğürlerinde kaldılar. O zaman talihlerini
denemek sırası kadınlara geldi. O kadınlar ki, dalları
yerlere değen koyu gölgeli meyve bahçelerinde gülüp
türkü söylemek, süslenip salına salına dolaşmaktan
başkasına alışmamış, rahatlıktan semirmiş kadınlardı.
Fabrikada hızla kuruyup çirkinleşmeğe başladılar. Gün
geldi ellerinde mendil, küt küt öksürerek, iki iyilikten birini
dilediler.
Daha sonraları kadınlar toprağa verildi, çocuklar fabrikalara...
Çok geçmeden Muy'un büyük kızı bir çingene çalgıcının
peşine takılıp gitti. Küçüğe gelince.. Bu sessiz,
akıllı bir kızdı. Çok da güzeldi. Paydoslarda peşine delikanlılar
düşerdi de o hiçbirine yüz vermezdi.
Bir gece yarısı saat onikiden sonra, fırtına, yağmur..
Yer yerinden oynarken, Muy'un kızı, kendi kendine sokularak
mahallenin dar sokaklarında yapayalnız işden geliyordu ki,
önüne birtakım insanlar çıktı, kızın ağzını sıkıca
kapayıp köşede bekleyen eski bir Ford'a sokup uzaklaştılar.
Gidiş o gidiş...
Yemek, içmekten kesilen Muy, haftalarca çılgına döndü,
sokaklarda yarı deli, dolaştı durdu. Neden sonra bir
gün bir çoban, barsaklarını köpeklerin çekiştirdiği, başı
taşla ezilmiş bir cesetten söz açınca, herşey anlaşıldı.
İhtiyar Muy o gün, bugün yarı delidir. Guslisi koltuğunun
altında, canı istediği zaman çalar, söyler, ağlar.
İhtiyar Malik bir kucak çamaşırla döndü:
- Rahmet hızlanıyor!
Çamaşırları odanın bir köşesine bıraktı. Cezve ateşe
tekrar sürüldü, cigaralar yakıldı.
Oda sıcaktı. Sadri'nin horultusunu dinliyorlardı. İhtiyar
Malik'in kafasında çocukları, daima çocukları... Bu
çocukları fabrikaya yem olmaktan kurtarmak lazımgeldiğine
inanıyor, geç kalmış gibi bir huzursuzluk duyuyordu.
Aksi halde, İzzet ustanın söylediği gibi, dokuma ustası
günün birinde biçimsiz bir iş yapar, oğlanı döver, dövdürür.
Muy'a baktı. Hafif hafif sallanıyordu. Onu tetkik etmeğe
başladı. Ya günün birinde Cemile'yi de Muy'un kızı
gibi kaçırırlarsa?
Bir ara Muy'la gözgöze geldiler. Bakışlarıyla konuşuyorlardı
adeta.. Yukardan dokumacı Musa'nın kaba öksürüğü
duyuldu, birşeyler sayıkladı, bir yandan bir yana
döndü.
Tam bu sırada Cemile de sayıklamıştı:
- Kurban olim götür şunu... Babam duyacak!
İki ihtiyar şüpheyle tekrar bakıştılar. Çocuklarının başında
bir tehlikenin dolaştığına birdenbire öyle kanaat
getirmişti ki...
- Korkuyorum! dedi. Korkuyorum, Muy. İçim titriyor...
Bu çocukların başında birşeyler dolaşıyor.. Benden saklıyorlar,
benden sakladıkları birşey var...
- Yok canım... dedi Muy, sana öyle geliyor.. Hiç birşey
yoktur Allahın izniyle...
- Bilmem, korkuyorum... Onlar işe gitti mi, bende
uyku arama... Oniki saat, tam oniki saat dakikaları sayarım!
Bir haber geliverecekmiş gibi oluyor... Acı bir haber,
bir ölüm, bir kaza haberi, ne bileyim ben, uğursuz bir haber
gelecekmiş gibi oluyorum.. Korkuyorum...
- Üzme kendini, hiçbir şey olmaz...
- ...Okuyorum, üflüyorum... Namazda onlar için
dua ediyorum... Amma gene de...
- Hiçbir şey olmaz inşallah...
Gözleri mangaldaki ateşe daldı.. Sadri'nin gündüz
sayıkladıklarını hatırladı, İzzet ustanın sözlerini...
- O fellah, dedi, oğlumu sıkıştırıyormuş, belki de
dövüyor.. Bana bu yaştan sonra kan döktürecekler...
Gözleri vahşi vahşi parladı:
- Allahın bir ismi hakkı için Muy, çocuklarımın kılına
dokunanın sökerim ciğerini!
İhtiyar Muy ürktü. Karşısında yıllarca öncenin Malik'ini
bulmuştu birdenbire.. Yüreğinde bir değişme, içinde
bir kımıltı oldu. Derken bir yükselme, bir heyecan...
Yanıbaşından guslisini aldı, gözleri arkadaşı Malik'in
hala korkunçluğunu kaybetmeyen yüzünde, başladı çalmağa.
Ses gittikçe hızlanarak odayı kapladı, doldurdu, taştı,
yukarı, yanlara, tekmil avluya, daha sonra işçi mahallesine
yayıldı. Lambanın sarı ışığında parlayan ıslak kirpikleriyle
Muy gene kendinden geçmişti...
... Artık memlekettedir. Besiden çatlayacak hale gelmiş
beygirlerinin üzerinde dimdiktirler. Kasaba halkının
anlattıklarını hınçla dinlerken avurtları hırstan titremektedir.
Kesilen kellelerin hayali gözlerinde canlanır.. Kuvvetli
ayaklarıyla yeri eşeleyen beygirler sabırsızdır. Ve ani
olarak atlarını mahmuzlayıp karanlığa dalarlar!.
Gusli sesinde kin, alınmamış öç vardı!
Gusli sesinde hasret!
Gusli sesinde, yitirilmiş sevgililere sesleniş vardı!
Gusli sesinde...
Kapının usulcacık açılıp içeriye birkaç kişinin girdiğini
farketmediler.
Sonra birkaç kişi daha, daha sonra oda doldu, taştı.
İhtiyar Muy çalıyordu. Gusli, ormanlardan, derelerden,
çaylardan, ay ışıklarından, sevgililerden, hasretten
bahsediyordu. Gusli haykırıyor, inliyor, dişlerini gıcırdatıyor,
yas tutup neşeleniyordu. Guslide güneş, gece, fırtına,
bora, kar vardı, guslide dün vardı, bugün vardı, guslide
keder, ıstırap, guslide sefalet vardı.
Kuvvetli rüzgarın savurduğu yağmur pencerenin camını
alabildiğine kamçılarken, gecenin onbuçuğunda İhtiyar
Muy'un guslisini artık bütün bir mahalle dinliyordu.
Mahalle safi kulak kesilmişti. Mahalle etten, kemikten az
sonra düşecekleri çamurlu yolların dehşetinden sıyrılmış,
antenlerini germiş, Muy'un guslisini dinliyor, mahalle ağlıyordu.
Tam bu sırada mahallenin tekmil çalar saatleri birden
çalmaya başlayınca, Muy'un guslisi sustu. Mahallede
bir kendine geliş, bir kımıldanma oldu. Karanlık camlarda
ışıklar yanmağa başladı, mahallede insan sesleri çoğaldı.
İhtiyar Malik odayı dolduranlar arasındaki İzzet ustayı
biraz geç farkederek, yukarı çıkmasını söyledi.
O:
- Hayır, dedi, gidip yatacağım... Çok güzel çalıyorsun
Muy amca, fevkalade çalıyorsun, yaşşa; ellerine
sağlık, var ol!
İhtiyar Muy duymadı..
Hala heyecanlı İzzet usta odasına döndü.
...
İhtiyar Malik ilkpeşin oğlunu dürttü:
- Sadro, ooo, Sadro!
Oğlanın uykusu çok ağırdı. Anlaşılmayan birşeyler
mırıldandı.
- Sadroooo, ooo, Sadroooo!!
Sadri bir yandan bir yana döndü.
Cemile uyanmıştı, yataktan fırladı. Siyah göğüslüğünü
çabucak giyindi, başörtüsünü başına aldı.
Mangalın bir kenarında çaydanlık kaynamaktaydı. Cemile
sofra bezini yere serdi, ekmeği dilimledi, bardaklara
şeker koydu.
Çok zor uyanan Sadri zorla kalktı, gerindi, esnedi,
tekrar esnedi.. Sonra çoraplarını giydi, gözlerini ovaladı...
Sofraya geldi.
Cemile:
- Uyan artık be! dedi.
Sadri ters ters baktı.
Yukardan tavan vuruldu. Musa'nın sesi:
- Uyandı mı kocaoğlan?
Kimse cevap vermedi. Cemile homurdandı, kaşları
çatıldı.
İki kardeş, ekmek, çay ve kara zeytinden ibaret yiyeceklerini
isteksizce yiyorlardı. Cemile, Sadri'ye nazaran
daha iştahlı görünüyordu. Bir sıra bembeyaz dişleriyle
ekmeği ısırıyor, ağzına bir zeytin attıktan sonra sıcak
çayı yudumluyordu.
Sadri birinci bardaği bitirmeden, Cemile ikinciyi de
yuvarlamış, sofra bezinin kenariyle ağzını silerek çekilmişti.
Sadri de çayını bitirmişti ki, yandan tavan gene vuruldu:
- Kocaoğlan! Hazır mısın?
- Hazırım usta!
Merdiveni indi, postallarını giyindi.
İşçi mahallesi işbaşına hazırlanıyordu.
Sadri kapıyı açtı. Soğuk bir rüzgar odaya doldu. Avluya
kuvvetli bir yağmur inmekteydi. Avlunun sağlı sollu
kapıları açılıp kapandıkça zifiri karanlığa sarı sarı ışık
parçaları vuruyor, çamurlar aydınlanıyordu.
Cemile de beyaz keten lastiklerini giyip ağabeyisinin
peşisıra çıktı. Babaları elinde lamba kapıdan ışık tutuyordu.
Musa'ların yağmur almayan sofalarının altına avlunun
kadın, erkek, çocuk işçileri birikiyordu. Biriken kalabalık
uğultulu ve sabırsızdı.
Birisi:
- Hazır mıyız diye? sordu.
- Hazırız, hazırız, hazırız! sesleri yükseldi.
Musa:
- Uygun adım marş! dedi.
Sicim gibi yağmurun altında kadınlı, erkekli, çocuklu
işçi kalabalığı avlu kapısına doğru yürüdü. Hala ışık
tutmakta olan ihtiyar Malik:
- Allah vi daa kuvvet (Boşnakça Allah kuvvet versin) dedi.
Dışarı çıkıldı. Başka avlulardan gelen kalabalıkla dakikadan
dakikaya büyüyerek yola devam edildi.
Acı poyraz kuvvetle esiyordu. Erkekler önden yürüyor
beyaz başörtü kalabalığı halindeki kadınlar peşlerinden.
Eğri büğrü sokaklarda çamurlara bata çıka gidilirken,
inceli, kalınlı sesler, gülmeler, haykırışlar yükseliyordu.
Kaypaklaşmış bir tümsek inilirken bazan ayaklar
kayıyor, yuvarlananlar oluyordu. O zaman: Çüüüşler,
Ohaaa!lar yükseliyor, basılıyordu kahkahalar.
Cemile en arkadaydı. Bir yanında Halime, bir yanında Güllü..
Cemile:
- N'oldu soyka kız? diye sordu.
Güllü:
- Kim?
- Karakız...
- Bilmem.. Abimin orda zıbardıydı...
Bir bahçenin kenarından geçiyorlardı. Sağ yanları su
dolu bir hendek. Daracık yolda birerle kolla gidiyorlar,
ıslak toprak ayaklarının altında kayıyordu.
Cemile, Güllü'nün arkasındaydı, Halime de Cemile'nin
arkasında... Birden Cemile'nin ayağı kaydı, sağındaki
hendeğe dirseğine kadar battı. Bu, o kadar ani olmuştu ki...
Hendeğe yan vermesiyle kalkması bir oldu. Sırılsıklamdı.
Bir erkek gibi sövdü:
- ... Allah kahretsin böyle hayatı, kahretsin!
- Amiiin! dediler.
Cemile ellerini siyah önlüğünün eteğiyle sildi. Yirmi
metre sonra mahallenin bozuk yolu bitiyor, geniş bir meydanlıktan
sonra parke cadde başlıyordu.
Su birikintileriyle vıcık vıcık meydanı geçtiler. Mahalle
çocukları yazın burada futbol oynar, kumarcılar barbut
atar, üç kaatçılar kaat açar, şeker kamışı somurulur,
çikolata kartları üzerindeki numaralarla mektep çocukları
bir çeşit kumar oynarlardı. Meydanlığa tam çıkmışlardı,
öyle kuvvetli, öyle acı bir poyrazla karşılaştılar ki,
Ah!lar yükseldi.
Cemile ıslak üstbaşı içinde donuyordu.
- Allah Yarabbi! diye bağırdı.
Erkekler cevap verdiler:
- Allah de kızım, Allah de ki bahtın açılsın.
Bir başkası:
- Ayıp ayıp! dedi, demir gibi işçilersiniz. Soğukta
üşünür mü?
Dokumacı Musa:
- Çocuklar, dedi, bu soğuk neden biliyor musunuz?
- Neden? diye sordular.
- Sıcağın olmadığından!
- Laf söyledi balkabağı!
Musa sövdü. Birisi ağzıyla zort çekti, kaçtı. Musa kovaladı.
Çamurların içinde bir kovalamaca başlamıştı. Gülüşmeler,
kahkahalar, eheyler. Ehey ve kahkahaların çılgın
bir hal aldığı sıra, çamurlu yol bitmek üzereydi. Soldaki
karanlık sokakta motörü tek çalışan bir otomobil sesi
işitildi. Arkasından kuvvetli bir ıslık. Ehey ve kahkahalar
dindi. Islık tekrarlanınca, Musa:
- O ne? diye kendi kendine sordu.
Sadri:
- Cemile! diye seslendi.
Cemile, Halime'yle, Güllü'nün arasındaydı, arkadaşlarının
kollarını sımsıkı tutmuştu.
- Buradayım abi...
Tek çalışan motör sesi birdenbire hızlandı ve geceyi
kapladı.
Sadri tekrar:
- Cemile! dedi.
- Burdayım abi.
Üçüncü ıslıktan sonra motörün homurtusu daha arttı
ve 1927 model siyah bir Ford önlerinden ağır ağır geçti.
İşçiler durmuşlardı. Ford'un geçmesini beklediler.
Ama Ford geçip gideceğine durdu, işçilerin gireceği sokağı
boylu boyunca kapadı. Musa:
- E.. dedi, nolacak.
Arabadan sinirli biri cevap verdi:
- Anayın dini olacak!
- Senin anayın dini olacak.
- Lan kes.. İnersem Allahını şaşırırım ha!
Camgöz'ün sesini tanıyan Sadri hemen Cemile'nin yanına
geldi:
- Korkuyor musun?
- Korkmuyorum.. Kimden korkacak mışım?
Güllü:
- Titriyorsun ama..
- Öfkemden.. Akıl diyor..
Halime:
- Yürü bacım yürü..
Arabanın arkasından zorla geçtiler. Geride kalan Musa'nın
öfkeli sesi işitilmekteydi. Cemile:
- Allah vere de kavga etmese Musa!
Sadri:
- Sen yürü hele.. diye arkasından itti. Cemile kızdı:
- Yürüyorum ya.. Ne itiyorsun?
- Başlama gene..
- Başlarım tabi.. Adam bize arka çıkıyor. Düşünmeyim mi?
- Yahu bütün arkadaşlar yanında. Onu yalnız bırakırlar mı?
Ford arkalarından ağrr ağır geliyordu. Adımlarını açtılar.
Sadri'nin yanına sokulan Musa:
- Çakıyorsun ya? dedi.
Sadri geriledi:
- Camgözdü değil mi?
- Tabii...
- Ötekiler kimdi?
- Karanlıkta tanıyamadım.. Lakin Camgözü iyice
tanıdım..
- Ah o babama ne deyim..
- Niye?
- Niyesi var mı yahu? Ver katibe olsun gitsin..
- Tabi canım. Durduğu hata.. Biz olmasaydık sağlama
kaçıracaklardı.
- Sağlam...
- Sana bir şey deyim mi Sadri? Ben katiple konuşacağım.
Ne dersin?
- Ne diyeceksin?
- Arkadaş, diyeceğim, adamını gönder, kızı istet.
Elini çabuk tut!
- Evet?
- Kaçıracaklar, diyeceğim.
Sadri cevap vermedi. Gecenin içinden fabrikanın iniltili
sesi geliyordu.
Musa:
- Konuşacağım arkadaş! diye kesinlikle tekrarladı.
Bugün kaçıramadılarsa yarın kaçırırlar, yarın kaçıramazlarsa
öbürgün.. Muy'un kızını bilmiyor musun? Ben konuşurum,
olsun gitsin.. Düğünlerinde bari kana kana bir rakı içerim..
Tadsız tadsız gülen Sadri:
- Ben dünden razıyım, arkadaş.. Bana göre hava
hoş. Onun yüzünden her gün itten köpekten bir araba
laf işitiyorum, ne mecburiyetim var? Öğle değil mi amma?
Son köşeyi dönünce ışıklar içinde fabrika göründü..
Karanlık göğe uzanan kalın bacasından savrulan dumanları
acı poyraz dağıtıyordu.
XVİİİ
Gecenin ikisine doğru bardan yıkılarak çıkan katip
Necati, kısa boylu arkadaşına:
- Ben fabrikaya gideceğim! dedi.
Bir eski binbaşı oğlu olan ve annesinin nesi var, nesi
yoksa satıp barda yiyen bu arkadaşı Necati'yi çok severdi.
- Ne var fabrikada?
- Ne mi var? En yakın arkadaşımsın güya.. Bilmiyor musun?
- Ha, şu mesele. Boşnak kızı değil mi?
- Tabii..
- Fabrikada mı şimdi?
- İki saattir iş başında olması lazım. Bu kafayla gidersem
konuşabilirim gibi geliyor bana..
- Çok utangaçsın. Alt tarafı bir işçi kız. Konuşamıyacak
ne var? Nesinden utanıyorsun?
- Teessüf ederim..
- Niye?
- Sen de babaannem gibi, konuşuyorsun. O da dudak
büker, bir işçi kız, der..
- Gücüne mi gitti?
- Gitti tabii..
- O halde affedersin kardeşim.
Necati'nin boynuna sarıldı, yanaklarından öptü.
- Affettin mi?
- Bir daha bu tarzda konuşmamak şartıyla...
Islak caddeyi karşıdan karşıya geçtiler. Şehrin bu
en büyük caddesi bomboştu. Elektriklerden çoğu sönmüştü.
Uzaklarda bekçi düdükleri.. Az sonra sarhoş kahkahaları
taşan iki araba, allı, yeşilli, morlu bar kızlarıyla
geçip gitti.
Bir köşe başında arkadaşından ayrılan katip Necati
fabrikanın yolunu tuttu. Başı ağrıyordu. Barda gene bir
sürü sarhoşla tanışmış, ismini bildiği, bilmediği çeşitli içkiler
içmişti. Bu içkileri isteyerek değil, yeni tanıştığı, daha
doğrusu tanıştırıldığı kimselerin zoruyla içmek zorunda
kalmıştı. Oysa, artık barı, birkaç saat can ciğer olup
sonra unuttuğu dostları sevmiyor, sevemiyordu. O istiyordu
ki, Cemile'yle evlensin, içkisiz, dalaveresiz, her türlü
hercailikten uzak bir aile yuvası kursun. Sabahleyin
evden çıkarken karısı onu kapıdan uğurlasın, akşam üzeri
paydoslarda kapıda karşılasın.. Derli toplu bir ev, tertemiz,
saf bir kadın, tertemiz kadının ihtimamı, samimi
sevgisi...
Fabrikanın sımsıkı kapalı demir kanatları önünde durdu.
Bu saatte fabrikada hiçbir işi yoktu, olamazdı. Bunu,
başkalarının, mesela iplikhane ustasının adamlarının pekala
düşünebileceklerini gayet iyi bilmekle beraber, aldırış
etmiyordu. Fabrika sahibi Numan Şerif Bey ona açıktan
açığa arka olmuş, Ortağı Kadri Ağaya rağmen tutmuştu.
Demir kapıyı yumrukladı. ikinci yumruklayışta kapı
açıldı. Boşnak kapıcı:
- Ooo.. Enişte! dedi, hoş geldin yahu..
O her zaman gerek kapıcılar, gerekse işçilerle senli
benliydi, onlarla konuşmaktan, şakalaşmaktan hoşlanırdı.
- Hoş bulduk.. dedi.
İçeri girdi.
- Hayrola böyle gece vakti?
- Hiç. İşim var biraz da..
Kapıcı göz kırptı:
- Ne işi?
Necati sadece güldü.
Sonra kapıcının kulübesine girdi, birer cigara yaktılar.
Ama, Necati'nin başı çok fena ağrıyordu. Kulübe duvarında
asılı el aynasını aldı yüzüne baktı. Yeni traşlı, tombul,
kıpkırmızı yanaklar.. Yandan ayrılmış briyantinli saçlar,
inceltilmiş bıyık.. Favorileri uzun urundu. Dilini çıkarıp
baktı: paslı bir dil.
Aynayı yerine asarkan:
- Başım çok fena ağrıyor! dedi.
Kapıcı:
- Yut Aspirin! tavsiyesinde bulundu.
Cigaralar sessiz sessiz içiliyordu. Bir ara kapıcı:
- Seninki içerde! dedi.
- Kim benimki?
- Yapma be Necati bey..
- Kim sahi, benimki kim?
- Numara yaparsın?
Necati güldü.
Kapıcı:
- Tanırsın babasını, yoksa tanımazsın? diye sordu.
- Tanımam...
- Var bir baba onda, dört yüz dirhem!
Ve başladı, kaynatasının ne adam olduğunu şundan
bundan çok dinlemişti. Kızı, babasının asaleti, şusu, busu
için sevmemişti ki.. o küçücük bir memurdu. Aldığı
maaş çok azdı. Bu küçücük memurun azıcık maaşıyla
yetinecek bir kız istemişti. Akrabaları içinde zengin kızlar
yok değildi. İsterse onlardan birini alabilirdi. Ama bunu
zaman hiçbir zaman istemedi.
Kalktı, kulübeden çıktı. İplikhaneye girip girmemekte
tereddüt ediyordu. İplikhaneden koğuluşu yüreğine işlemişti:
Sanıyordu ki, kızlar bunu hatırlayıp gülüşecekler,
alaya alacaklardı. Gene de iplikhaneye taraf yürüdü.
Dokumahenenin önünden geçerken, kısa boylu, şişman
bir adam, uzun boylu, zarif bir delikanlıyla yanında
durdular. Zayıf, uzun boylu delikanlı kızarıp bozarıyordu.
Nihayet ayrıldı, dokumalara girdi. Beriki:
- Arkadaş, dedi, ben Cemile'nin ev sahibiyim. Sennen
konuşmak istiyorum biraz..
Necati hayretle baktı.
- Ne konuşacağız?
- Benim adım Musa. Hadi şu aptesane aralığına
gidek, birer cara içek...
Dokumacı Musa'nın babacan hail Necati'nin hoşuna
gitti:
- Hadi gidelim.
Bir arı kovanı gibi uğuldayan aptesane aralığına girdiler..
Cigara paketini çıkarıp ikram eden Musa:
- Ben, dedi, harbiciyim arkadaş, efendice laflar bilmem,
kusura bakma.. Demin yanımda tüysüz bir oğlan
vardı ya hani.. O da Cemile'nin ağabeysi, adı Sadri'dir.
Gel dedim gelmedi, utandı, toy.. Lakin seni çok seviyor..
Babası olmasa işin içinde, bacısını sana hemen verirdi
bir iki demeden..
Dokumacı Musa katip Necati'nin o kadar hoşuna gitti ki..
- Çök bakalım arkadaş!
Dedi, çömeldiler, sırtlarını duvara dayadılar.
- Sonra?
- Sonrası sağlığın.. sana kardaşça bir tavsiye.. Eğer
bu kızı ciddi olarak seviyor, kendine aile yapmak istiyorsan,
elini çabuk tut, bir iki deme, kızı istet. Yoksa...
Necati huylandı:
- Yoksa?
- Kızın başında bir bela fırlanıyor...
- Ne gibi?
Dokumacı Musa gece işe gelirken, önlerini kesen
otomobil olayını bire yüz katarak anlattı. Necati adamakıllı
telaşlanmıştı. Gözleri büyüdü. Elleri titremeğe başladı.
- Kim diye sordu, kim bunlar?
- Kim olacak.. Bizim dokumalardaki Camgöz filan..
- Fellahlar mı yani?
- Esas kendilerine değil. Bir Halil var, deveci, Çopur Halil...
- Ee?
- Ona, oğlan bayağı vakitli, para döküyor. Onun
için, elini çabuk tut arkadaş...
Necati çılgına dönmüştü. Yeni bir cigara yaktı. Babaannesine
birdenbire fena halde içerledi. Kızı gidip görmesi,
hatta babasından istemesi için kaç kere yalvarmıştı..
Her seferinde de, sen bir bey çocuğusun, alelade bir
işçi kızıyla evlenmek sana yakışır mı? Senin yoksa bile
babanın şerefi, var, elalemin yüzüne nasıl bakarım sonra?
Ben böyle işe girişemem diye baştan atmıştı. Babaannesini
karıştırmadan bu işi kıvırabileceğini, aklı kesse,
gider babasından kendi isterdi ama...
Dalmıştı. Birden:
- Aha aha.. dedi, Musa, seninki geliyor!
Necati baktı. Siyah göğüslük, beyaz başörtüsüyle
onunki, su içmeğe, karşı musluklara taraf gidiyordu. Yanında
iki arkadaşı vardı.
Elindeki cigarayı atıp fırladı. Kızların yanına gelince
durdu. Gözleri kararıyor, başı dönüyordu. Kızların hemen
arkasındaydı, ama, kızlar farkında değildiler. Necati
pişman olmuştu. Geri dönecekti ki, onunki başını çevirdi,
bir an gözgöze geldiler. Kız hafif bir çığlıkla kaçındı,
başörtüsüyle ağzını kapadı. Cemile'nin yanındakiler de
işin farkına varmışlardı.
Yüzü hafif çiçek bozuğu olan, Bankocu Güllü:
- Burada konuşmak olmaz, görürler!
Dedi.
Necati:
- Bir şey sormak istiyorum.. diye kekeledi.
- Ne soracaksın?
- Kendisini babasından isteteceğim.. Ne diyor?
Güllü:
- Cevap versene kız!
Cemile gülüverdi. Güllü üsteledi:
- Cevap versene kız, domuz!
Başını birdenbire çeviren Cemile sertçe:
- Madem böyle bir niyetin var ne duruyorsun? diye
çıkıştı.
Güllü:
- Elini çabuk tutmazsan, karışmam sonra?
Cemile:
- Nolur? diye sordu.
- Geceyi unuttun mu? Tomafili?
Cemile omuz silkti:
- Hiç kimseden korkmuyorum ben.
İplikhaneye taraf yürüdü. Halime de peşi sıra. Arkada
kalan Güllü:
- Ben İzzet ustanın bacısıyım, dedi, sen onunla görüş
en iyisi.. Ağbimin sözünden çıkmaz Cemile'nin babası.. E mi?
Cemilelerin peşinden koştu.
Az ileride bekleyen Musa:
- Konuştun mu? diye sordu.
Necati:
- Konuştum.
- Neye karar verdiniz?
- İzzet ustanın bacısıymış o kadınlardan biri..
- Heye, Güllü.. Ne dedi?
- Ağabeyim, Cemile'nin babasıyla konuşacak, dedi...
- Hah... Şimdi oldu işte, tamam. Malik ağa İzzet
ustayı gözü gibi sever, bir dediğini iki etmez.. Hadi ben
gidiyorum...
Musa dokumahaneye taraf yürüdü. Sadri dokumahane
kapısında bekliyordu.
- Noldu? diye sordu.
Musa:
- Bize kim derler yahu? dedi.
- Konuştun mu?
- Bak hele bak.. Lakin iyi oğlan arkadaş, sapına
kadar delikanlı..
- Niye?
- Gel birer cara içek, dedim, hadi dedi, bennen hela
aralığına bile geldi. Öteki memurlar olsa...
Dokumahaneden içeri girdiler.
XİX
Karakız gözlerini açtığı zaman saat sabahın sekizine
geliyordu. Kitap okuyan İzzet usta Karakız'ın uyandığını
görünce:
- Günaydın! dedi.
Karakız ilk peşin her şeyi yadırgadı. Etrafına şaşkın
şaşkın baktı.
- Beni buraya kim getirdi?
İzzet usta kısaca anlattı. Karakız:
- Bismillahirrahmanirrahim.. dedi.ü
Sonra her şeyi hatırladı. İzzet ustaya çekinerek bakıyordu.
- Ben burada dün ikindiden beri mi yatıyorum?
- Tabii..
- Bütün gece burada mıydım?
- Evet..
- Vay başıma gelenler..
- Niçin? Ne oldu?
Telaşla kalktı, üstünü başını düzeltti. Hemen gitmek
niyetindeydi.
- Olmaz, dedi, İzzet usta, kahvaltı etmeden gidemezsin.
- Ziyade olsun usta.. İşe de gidemedim. Tuh, oldu
mu ya? Beni niye uyandırmadın?
- Denedim, olmadı. Çok sarhoştun.
Kalktı, ekmek, peynir, çay getirdi. Karakız şimdiye
kadar hiç kimseden görmediği bu yakın ilgi karşısında
sıkılıyor, yaptıklarına pişman oluyordu. Küçük bir tepsi
içinde getirdiği kahvaltıyı önüne bırakarak İzzet usta hasta
karısının başucuna çekilmiş, kitabını açmıştı.
Karakız:
- Usta be, dedi amma da çok kitabın var!
- Öyle mi?
- Niye katiplik almıyon?
İzzet usta uzun uzun güldü.
- Essahdan niye almıyon? Daha rahat değil mi?
Yaz, kış bir masanın başında, oh...
- Vermiyorlar bacı, vermiyorlar.. Rahatlığı kim sevmez?
- Madem vermiyorlar, ne diye okuyorsun? Gözlerine
yazık değil mi? Katip olamadıktan sonra..
İzzet usta cevap vermemeyi uygun buldu.
Karakız onu göz ucuyla uzun uzun tetkik ettikten sonra,
ağzını sofra beziyle sildi.
- Ziyade olsun, usta.. Allah yokluk kederi göstermesin..
- Afiyet olsun. Doydun mu?
- Şükür, doydum. Ziyade olsun.
Kalktı. Pabuçlarını giydi.
- Hoşça kal usta..
- Güle güle bacı.. Gene gel. Burası yabancı yer değil..
- Eksik olma...
Dışarı çıkıp kapıyı çekti. Kim ne derse desin, şu adam
çok hoşuna gitmişti. Gece ilişip ilişmediği aklına geldiyse
de, ihtimal vermedi. İzzet ustanın böyle şeyler yapmıyacağına
inanıyordu. Kebapçının oraya geldi. Camgöz
tek başına oturmuş içiyordu. Karakızı görünce:
- Nerdesin lan hey Allahsız oğlu Allahsızın kızı, nerdesin?
- Sorma dayı oğlu.. dedi, mestolmuş kalmışım..
İçeri girdi, bir iskemle çekip oturdu. Camgöz:
- Bir çuval inciri berbat ettik.. dedi, seni görüyon
mu seni.. Ensesinden kör bıçakla kesilecek şeysin Allahıma..
- Ne yapayım kardaş, kendimden geçmişim... Madem
bir işe karar verdik, insan o kadar içirir mi? Zorladınız
zorladınız...
- Seni erkek belledik ne bileyim...
- Erkeğim oğlum, gene de erkeğim ama..
- Ee?.
- Şarap afyonlu muymuş neymiş.. Mestetti beni.
Başından geçenleri anlattı. Camgüz'ün aklı gitti:
- Demek İzzet'in evinde kaldın?
- Sabahleyin gözlerimi bir açtım ki ne açayım? Saat
sekiz, İzzet usta da kitap okuyor.. Ulan bir düşündüm?
Lakin Sadık, şöyle, böyle diyorsunuz ama, herif sapına
kadar adam!
- Çek lan sen de.. Adammış. Onun adamlığının da..
Sana fazla iltifat etti galiba? Akşam tam tertibatı aldık,
yolu kestik, bir ıslık, bir ıslık daha.. Güya bacımız işaret
verecekti...
- Ne yapayım kardaş, mest olmuşum dedim ya..
Halil nerde?
- Gitti..
- Köye mi?
- Köye ama, birkaç güne kadar gene gelecek.. Allahın
günü tükenmedi ya.. Bu sefer fosa çarptık, bir de
ayık kafayla tecrübe edeceğiz bacımızı. Nasıl?
Karakız şöyle bir düşündü. Aklına İzzet usta geldi.
Cevap vermedi. Camgöz:
- Neye cevap vermiyorsun?
- Ne bileyim vallaha kardaş..
- Korkuyor musun yoksa?
- Korkmuyorum ama..
- Korkmuyorsun.. Aması ne?
- Kız Halil'i sevmiyor ki...
- Anlaşıldı, senin aklına girmişler... O İzzet deyyusu
mu girdi aklına yoksa?
- Benim aklıma hiç kimse giremez. Ben insan değil
miyim? Benim aklım yok mu?
- Haşa bacı, estağfurullah.. Ama, dün peki diyordun..
Bugün hava değişti..
Karakız cevap vermedi.
Camgöz el çırptı. Garson koşarak geldi.
- Bak bacıya, ne yiyecek? Bir ufak içer misin?
Karakız:
- Yok babam yok.. dedi, hala içim bulanıyor. İçmem..
Tekmil mest olmuşum...
- Kebap ye!
- Eh, bir kebap yerim hatırın için...
Garson çekildi.
Camgöz:
- Sen essahdan mı boş veriyon yani? dedi.
- Neye?
- Cemile işine?
- Ne bileyim Sadık, sonu iyi mi olur, kötü mü? Bunun
ardında mapislik de var!
- Yahu sana göre hava hoş. Islık çaldık mı sen öksürecen...
Üst başına karışma... Herif para koyuyor, yahu...
Enayllik etme bacı. Kız gibi üç tane onluk sana..
Üç kırmızı onluk, Karakızın kafasında canlandı. Onluklar
açılıp kapanıyorlardı. Onluklar o kadar canlı, öylesine
kudretliydiler ki... İzzet usta ve onun iyiliği yavaş
yavaş silinmeğe başladı. Kebabını yeyip bitirdiği zamansa,
eski Karakız olup çıkmıştı. Camgöz:
- Nasıl Mutabık mıyız?
Diye sorunca:
- Bakalım, cevabını verdi, kısmetse.
Bunun peki demek olduğunu anlıyan Camgöz'ün neşesi
yerine geldi:
- Yaşşa bacı! diye bağırdı, sen kimin bacısısın! Garson
oğlum, bir yarım daha getir...
Yeni gelen yarım kiloluk şaraptan Karakız da bir bardak
içtikten sanra kalktı.
- Nereye?
- Fabrikaya gideyim hele..
- Kızı gör, o değilden davran, gir sakalının altına
çakarsın ya?
- Orasını bana bırak teyze oğlu. Az çok bilirsin bacını...
Kebapçıdan çıktı.
Saat dokuza geliyordu. Onbir buçukta millet paydos
edecekti. Bunu bildiği halde Cemile'yi görmek, ondan özür
dilemek, sakalının altına girmek içtn adımlarını açtı.
...
Karakızla iplikhane kapısında karşılaşan koca göbekli usta:
- Maşallah hanımefendi, dedi, feneri nerede söndürdün?
Karakız güldü:
- Fabrika kapısında!
- Nerdeydin?
- Örtümün altında..
- Şakayı bırak, neredeydin sahi?
- Sorma, bizim teyze oğluyla kafayı çekdiydim, biraz
fazla kaçırmışım...
- Yalansın..
- Yalan mıyım? Yalancı senden rezil olsun be!
Kahkahayla güldü. Usta:
- Git benim odaya, geliyorum.. dedi.
Karakız göz kırptı:
- Nolacak?
- Git, geliyorum.
- Yok babam yok, odanda işim yok senin!
- Sahi git, bir şey söyliyeceğim..
- Burada söyle!
- Kız git, kafamı kızdırma ha!
- Benim işim var, gidemem.. Hem sen bennen küs
değil misin?
Yürüdü.
Karakızın kendilerine doğru geldiğini gören Cemile:
- Geliyor! dedi.
Yanı başındaki Halime baktı:
- Pis cenabet...
Güllü de baktı. Cemile'ye:
- Yüz verme ha! dedi.
- Yüzü yüzülsün...
Arsız arsız gülerek Cemile'nin yanına sokulan Karakız:
- Aman bacım, dedi, yüzünüze bakamıyorum vallaha..
Beni affedin. Neydi o halim değil mi?
Cemile cevap vermedi. Kaşlarını çatmıştı. Karakız:
- Yoksa hemen küstün mü? diye sordu.
Güllü:
- Tabii küstü.. dedi.
- Niye? Ben ona ne yaptım?
- Daha ne yapacaksın?
- Ne yaptığımı bilmiyorum ki.. Bir suçum, bir günahım
varsa söyleyin!
Cemile:
- Neyse, fazla uzatma! dedi. Bir daha benimle konuşur,
bana laf atar, yanıma gelirsen ben bilirim yapacağımı...
Karakız hınçla baktı. Cemile'nin üstüne atılıp, saçlarını
eline dolayabilirdi ama, aklında üç onluk, kırmızı üç
onluk... İşi şakaya vurdu:
- Abo.. Amma da kızmış ha! Demek ben ne haltlar
etmişim? Vay bacım vay.. Ayağım kırılaydı, dilim tutulaydı da...
Usulcacık savuştu.
- Pis cenabet! dedi.
Güllü:
- Gene bir domuzluğu var.. Yoksa bu sözleri yemezdi
o.. Aman tetik dur Cemile.. Değil mi?
Cemile:
- Doğru.. dedi.
Başlarını önlerine eğerek işlerine koyuldular..
...
Cemile öğle paydosunda eve döndüğü zaman, babası
fakir bir boşnağı tıraş ediyordu. Her zaman iki eli kanda
bile olsa kızına bakar, güler, laf atardı. Babasının bu
ilgisizliği Cemile'nin gözünden kaçmadı. Usullacık yukarı
çıktı, örtüsünü, tozlu önlüğünü filan suçlu suçlu çıkardı.
Babasının bugün yemek bile pişirmediği anlaşılıyordu. Her
gün odadan içeri girdi mi mis gibi bir yemek kokusuyla
karşılaşır, iştahı açılırdı.
Tıraş bitmişti. Bekar teşekkür üstüne teşekkür ederek
çıkarken odaya Sadri girdi. Cemile'ye laf olsun diye:
- Bugün beklemedim, dedi, memnun oldun mu?
Cemile bakmadı bile.
İhtiyar Malik tıraş leğenini yıkadı, bileyi taşını, kayışı,
usturayı güzelce silip küçük çantaya yerleştirdi.
Bütün bunları kapıda, ayak üstü seyreden Sadri:
- Bugün yemek de pişmemiş galiba? dedi.
İhtiyar Malik cevap vermedi.
- Öyle mi baba? Yemek pişirmedin mi bu gün.
- Pişirmedim..
Cemile'yle Sadri bakıştılar. Bir şeyler sezmişlerdi.
İşini bitiren ihtiyar Malik merdiveni ilgisizlikle çıktı,
geçti köşesine oturarak pencereden dışarlara bakmağa
başladı.
Sadri de postallarını çıkarıp babasının yanına geldi,
ayak ucuna diz çöktü.
- Zorun nerenden baba?
İhtiyar adam dışarlara bakmağa devam etti.
- ...Eksik bir hareketimizi mi gördün? Yoksa birisi
bir şey mi söyledi? Benim hakkımda mı?
Birden bire kızına dönen ihtiyar:
- İzzet'ten duyduklarım doğru mu? diye sordu.
Cemile sapsarı kesildi.
- Sana söylüyorum!
- Sana söylüyorum, cevap versene!
Başını sertçe çeviren Cemile ıslak kirpikleriyle ok gibi baktı:
- Evet, doğru!
Yerinden kalktı, yatak yığınına kapandı, hüngür hüngür
ağlamaya başladı. İnce genç kız omuzları sarsıla sarsıla,
hıçkıra hıçkıra ağlıyor, fırtınaya tutulmuş gibi, gittikçe
artan bir hıçkırıkla ağlıyordu. Onbeş yıldır kızını ilk
defa bu kadar ağlatan ihtiyar Malik'in yüreği parça parça
oluyor, kalkıp onu eskiden olduğu gibi kucağına, almak,
gözyaşlarını silip, öpmek istiyordu. Buna rağmen, biraz da zorla:
- Cehennem beri sen daha öte! dedi, bundan sonra
benim Cemile isimli kızım yok artık. Başımı alıp gideceğim,
köyüme gideceğim.
Oğluna döndü:
- Benim oğlum yeter bana. Birlikte çeker gideriz. Kız
kısmı değil mi? En iyisinin tırnağına köpek sıçsın! Yüreklerine
eloğlu girdi mi, bırak.. Bir gün bir tekme baba
evine.. Zarar yok. Ben de bundan sonra dünyada Cemile
isimli kızım yok derim biter gider.. Oğlum var ya, yeter. Birlikte
çift sürer, ekin biçeriz.. Kendi ellerimizle çaktığımız
iki göz bir huğumuz olur... Gel benim oğlum, benim vefakar oğlum...
Sadri'yi kucağına aldı. Cemile'ye güz ucuyla baktı.
O hala hıçkırıyordu. Kızının hıçkırmasından vahşi bir zevk
alan ihtiyar Malik, onu iyice üzmek isteyerek, devam etti:
- ...Sadri'm benim, arslan oğlum. Kışın, değil mi
Sadro, çatarız ocağımıza odunları, süreriz cezveyi... Muy
da bizimle olur, ha?
Sadri:
- Bu Musa dangalak mangalak ya, bazan kitap gibi
laf söylüyor.
- Ne söyledi gene?
- Kız kısmı değil mi dediydi...
- Hiç canım, en iyisinin tırnağına.. (Cemile'ye göz
ucuyla baktı) EloğIu için, ne baba, ne ana, ne de kardeş..
Öfkeyle dönen Cemile:
- Şimdi gidip kendimi ırmağa atarım ha! diye bağırdı,
ne istiyorsunuz benden?
Sadri kahkahayla güldü. İhtiyar Malik'in artık dayanacağı
kalmamıştı. Kalktı, kızının yanına gitti. Eskiden
olduğu gibi onu kucağına aldı. Yaşlı gözlerini öpmeğe
başladı. Ama bu, eski Cemile onun sevgili kızı, kızkosu
Cemka değildi... Yabancı bir vücudu kucaklamış gibi irkildi.
Sonra kafasından her şeyi atarak onu tekrar bağrına bastı:
- Cemkam benim! Yavrum benim, kuçkam (dişi köpek) benim..
Kucağında kızı, az evvel kalktığı yere geldi, oturdu.
Cemile artık ağlamıyordu. Islak gözleriyle önüne bakıyordu.
Başını babasının göğsüne dayamıştı. İhtiyar Malik kızının
saçlarını okşuyor, onun ağırlığını tatlı tatlı duymaktan
memnun, söyleniyordu:
- ...Torunlarımı, alır, köye gelirsiniz. Sadri'nin karısı
inekleri sağar, yoğurt çalar, yayıkta ayran döğer...
Ben de gözümde gözlük, torunlarıma oyuncaklar yaparım..
Ama geleceğinizi bize evvelden telgrafla bildirirsiniz,
sizi Şarkışla'da trende karşılamağa geliriz. Sadri'nin
karısını getirmeyiz ama.
Sadri:
- Neye? dedi. Bizim karının suçu ne?
Cemile katıla katıla güldü:
- Senin karın pis, elleri mayıs kokar!
- Hadi kız, sen de.. Elleri mayıs kokarmış...
- Kokar tabii..
- Benim karım sizi beğenecek mi bakalım. Karnım
acıktı benim babilo, ne yiyeceğiz?
İhtiyar Malik davranırken:
- Beni yeyin.. dedi, koca kız, dur şöyle bakalım...
Kalktı, aşağı indi..
- Pastırmayla yumurta alıp geleyim bari...
Her şeye rağmen içinde bir sızı, kızının ergeç gideceğini
düşünmekten gelen bir sızı, dışarı çıktı, kapıyı usullacık çekti.
Sadri:
- Akşam ne konuştun? diye sordu.
Cemile gözlerini kimbilir kaçıncı defa silerek:
- Ne biliyorsun?
- Bilirim ben..
- Sahi ne biliyorsun?
- Musa'yla beraberdik, onu gördük, Musa dedi ki
gidip konuşacağım, dedi, gitti konuştu. Onu sana Musa
göndermiş...
Cemile tavana doğru minnetle baktı:
- Ne iyi adam şu Musa değil mi?
Kapı açıldı, İzzet usta göründü. Sadri'yle Cemile:
- Buyur, dediler, buyur abi çıksana!
İzzet usta:
- Hayır, dedi, çıkmıyacağım.. Babana açtım meseleyi.
Hiç şaşmadı. Zaten böyle blr şey bekliyordum, dedi.
Merak etme Cemile...
Cemile ağabeysine baktı, gülümsedi. Sadri:
- Eksik olma usta! dedi, her şey olup bitti.
- Sahi mi?
- Fırtına esti, şimşekler çaktı, sonra bir yağmur...
- Mesele yok.. Şunu da söyleyim. Necati'ye vaziyeti
bütün inceliğiyle anlattım: Ne yapıp yapacak, babaannesini
gönderecek. (Cemile'ye) Evi çok temiz, tertipli
tut. Onlar her şeye inceden inceye bakarlar, başkalarının
gözlerindeki çöpü görmeğe pek meraklıdırlar.. (Sadri'ye)
Ne oluyor? Fabrikada ne var, ne yok?
Bunu birdenbire hatırlayan Sadri:
- Bombok! dedi.
- Bombok ha?..
- Millet için için kaynıyor usta.. Bu para gününden
çok korkuyorum.. Şefin adamları el altından ver yansın
ediyorlar!
- Kadir Ağa?
- O da bir taraftan.
İzzet usta uzun uzun düşündükten sonra:
- Yazık, dedi, çok yazık... Sen sakın karışma!
- Neye usta?
- İtalyan'ı döğmek isteyeceklerdir, yahut da...
Sadri dehşetle baktı. Bakıştılar. Cemile:
- Yahut da İzzet abi? diye sabırsızlandı.
İzzet usta cevap vermedi. Kafası meşguldü. Sonra
çıktı gitti.
Cemile:
- İzzet usta ne demek istedi abi?
- İtalyan'ı belki de öldürürler demek istedi ama,
pek zannetmem. O kadar ileri gidemezler, ama gene de
belli olmaz...
- Öbürgün para alacağız değil mi?
- Evet... Boşver ona da...
Güldü. Kızkardeşine ümitle baktı:
- Ee? dedi Cemile...
- Sen de benim işimi yapacan ama!
Cemile hayretle:
- Ne işi? dedi.
- Ben köye möye gitmek niyetinde değilim... Babama
boşver. Herkes köyden şehire geliyor, ben şehirden
köye mi gideceğim? Ne işim var köyde. O köyde kim adam
olmuş ki ben olayım? Benim köyüm de, şehrim de, anam
da, babam da fabrika.. Benim başka zenaatım yok. Ben
fabrikadan başka iş göremem. Onun için...
Cemile'ye tekrar ümitle baktı, güldü. Göz bebekleri
sarı sarı parlıyordu.
- Evet, onun için?
- Onun için, burda kalıp, senin yerine birisini getirmeyi
düşünüyorum!
Cemile her şeyi anlamıştı.
- Kimi? diye sordu.
- Kimi mi? Benim gibi bir işçiyi tabii.. Mesela kim
olabilir?
- Ne bileyim ben!
- Düşün. Tahmin et bakalım..
Cemile düşündü, ölçtü.. Abisine denk olabilecek kim
vardı? Bazı isimler söyledi. Sadri:
- Bilemedin.. dedi.
- Kim ya?
- Kim mi? Senin arkadaşın!
Cemile bir çığlık attı:
- Halime mi?
Sadri usulcacık güldü. Cemile:
- İmkanı yok abi.. dedi, imkan yok...
- Neye?
- Onun öyle cadı bir annesi var ki...
- Ben onun annesini de bilirim, babasını da...
- Tabi bilirsin ama, beş yüz lira almadan kızını vermiyeceğini
de biliyor musun?
- Beni çok seviyor, her zaman gel diyor. Babası da
iyi adam, yatalak. Okumuş adam hem de, dolu kitapları
var. Annesi beni çok seviyor, kızını bana vermek ister.
Senin neyine gerek? Sen yap aramızı, üst yanına karışma!
Cemile'yi bir düşüncedir almıştı. Yapmaya yapardı
ama, Halime'nin annesini gayet iyi biliyordu. Bir tuzcuda
çuval tamir işinde çalışan Zeynep hanım, kırkında, kalın
bacaklı, sürmeli, rastıklı bir kadındı. Abisiyle niçin konuştuğunu,
ona niçin yüz verdiğini, maksadının ne olduğunu
tahmin etmişti. Yanındaki pencereden dışarlara baktı. Ortalık
günlük güneşlikti.
Sadri:
- Oldu mu? dedi.
Cemile içini çekerek:
- Bana göre hava hoş.. cevabını verdi.
XXİ
Para günü sabahtan itibaren işçi mahallesi sinirli bir
halde, fabrikadan gelecek haberlere kulak vermiş, bekliyordu.
Ne çamaşır yıkanıyor, ne çocukların başları sabunlanıyor,
ne de yarı karanlık izbelerde birtakım işlerle uğraşılıyordu.
Bekleniyordu, fabrikadan gelecek, gelmesi gerekli bir
haber bekleniyordu.
İzzet usta:
- Arkadaşlar, demişti, kardeşler, demişti, Ağayla ustaların
dalaveresine alet olmayın!
Ama kimsenin dinlediği yoktu.
- Artik yeter! deniyordu. Bıçak kemiğe dayandı, illallah!
- Ne istediğinizi iyice tayin ettiniz mi?
- Ettik. İtalyan defolup gitmeli!
- İtalyan'ın suçu yoksa ya?
- Var veya yok. Madem ki onun gelmesi işimize
sekte verdi, şu halde basıp gitsin, yahut da Numan Bey
ağır bassın, İtalyan'ın düzenini bozanların kökünü fabrikadan
kazısın. Her iki şekle de razıyız. İtalyan gelmeden
önceki kazançlarımıza kavuşuruz hiç olmazsa!
- İtalyan gelmeden evvelki kazançlarınızdan memnun
muydunuz?
- O da ayrı mesele.
Onun için mahalle, dakikadan dakikaya artan bir sinirlilik
içinde bekliyordu.
Fabrika da aynı sinirlilik içindeydi. Kapılar sımsıkı
kapanmış, kadın, erkek çocuk işçiler, para dağıtılan meydanlığı
doldurmuşlardı. Siyah göğüslük, beyaz başörtü
kalabalığı halindeki kızlarla kadınlar bir kenardaydılar.
Birbirlerine sokulmuşlardı. Büyüyen gözlerinde endişe, nefes
almaktan korkuyorlardı. Mavi tulumları pamuk tozu
içinde dokumacılarsa en ön sıradaydılar. Çatık kaşları.
asık yüzleriyle, azgın bir homurtu halinde bekliyorlardı.
Bekliyorlardı ama, beklemenin de bir haddi vardı.
Upuzun, kupkuru Arnavut Ömer:
- Saat dörde geliyor!
Diye homurdandı.
Herkes sesin geldiği yöne baktı.
Daha ne zamana kadar bekliyeceklerdi? Eskiden saat
üç dedi mi paralar dağılmış olurdu. Herkesin işi, gücü,
çoluğu-çocuğu vardı.
Dokumacı Camgöz Sadık:
- Daha ne kadar bekliyeceğiz Allahsız oğlu Allahsızlar!
Diye bağırdı. İplikhaneyle dokumaların önündeki meydanlığı
dolduran işçi kalabalığı, durgun suya atılan bir
taş gibi dalgalandı. Huysuzluk arttı. Küfürler yükseldi...
Sabırsızlığın öfkeli bir uğultu haline geldi bir sıra, meydanlığa
açılan iplik ambarının kapısında para zarflarını
taşıyan arabalar göründü.
İşçiler:
- Hele şükür! dediler.
Birisi:
- Ne şükrediyorsunuz? diye bağırdı, şükre zaman
var daha!..
- Öyle ya, zarfların içinden ne çıkacak bakalım, ayı
mı, kurt mu?
Arabalar yerlerine yerleştirildi. Kapaklar açıldı, bordrolar
yayıldı ve başlandı. Üç katip işçilerin numaralarını
okuyor, numarası okunan işçi, elindeki kartla gidiyor, bordroyu
imzaladıktan sonra, içinde onbeş günlük kazancı
bulunan mavi zarfı alıp kenara çekiliyordu.
Zarflar merakla açılıyor, paralar avuçlara dökülüp,
öfkeyle sayılıyordu. İtalyan gelmeden önceki kazançtan
çok düşük olduğu görülünce, yüzler büsbütün asılıyor,
sinirler gerildikçe geriliyordu.
Paralar teker teker sayıldıktan sonra, gruplar peydahlandı.
Üçer, beşer kişilik gruplar birleşip, sekizer, onar
kişilik gruplar; yirmişer, otuzar kişilik gruplar haline geliyor,
öfkeden zehir zemberek bir kalabalık gittikçe büyüyüp genişliyordu.
Bir saat içinde tekmil paralar dağıtılmış, arabaların
sandık kapakları kapatılmış, bordrolar dürülüp katlanmış,
gidilmeğe hazırlanılmıştı. Hazırlanılmıştı ama, ellerindeki
mavi zarflarla işçiler geçit vermiyordu ki...
Katiplerden birisi:
- Müsaade edin de geçelim! dedi.
Kimse tınmadı.
Bir başka katip:
- Ne bekliyorsunuz arkadaşlar? diye sordu.
Başta Camgöz Sadık'la arkadaşlarının bulunduğu işçi
kalabalığı katiplerin etrafını alıverdi.
- Ne mi bekliyoruz? Ne beklediğimizi çakmıyor musunuz?
- Bizim ne suçumuz var arkadaşlar, biz de sizin gibi...
- Evet!
- Ücretliyiz..
- Öyleyse ne beklediğimizi ne soruyorsunuz? Basın
gidin!..
Katipler adamakıllı sersemlemişlerdi. Arabalardan birisine
kuvvetli bir tekme atan bir işçi:
- Basın ulan burdan züppeler, diye bağırdı, basın
hadi!
Katiplerden birisi fırladı. Muhasebeye koştu. Muhasebeciye
durumu nefes nefese anlattı, dokumacıların müthiş
gözlerinden bahsetti. Telaşlanan muhasebeci de umum
müdür Salamon'un yanına gitti, katipten duyduklarını bir
çırpıda anlattı.
Uzun boylu, iri yarı Salamon, dudağını yiyerek muhasebeciyi
dinledikten sonra, Kadir Ağanın odasına geçti.
Kadir Ağa, elleri arkasında, kaba tüylü İsparta halısının
üzerinde ağır ağır dolaşıyor, kapının yanında dikilmiş
duran dokuma ustasının anlattıklarını dinliyordu.
Salamon içeri girince dokuma ustası sustu.
Kadir Ağa:
- Ne var? diye sordu.
Salamon:
- İşçiler galeyan halindeymiş efendimiz! dedi.
Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranan Kadir Ağa:
- Niye? diye sordu.
Dokuma ustasına şöyle bir bakan Salamon:
- Malum meseleler efendimiz, dedi, biliyorsunuz.
Kadir Ağa cevap vermedi. Köşeden köşeye gidip gelmesine
devam etti. Sinirli blr memnunluk içindeydi.
Neden sonra:
- Bana işçi mümessilini çağır, emrini verdi.
Umum müdür dışarı çıktı.
Dokuma ustasına dönen Kadir Ağa:
- Sen de ortalarda görünme, evine git! dedi.
...
İşçilerin öfkesi anbean artmaktaydı. Uğultunun gürültü
halini aldığı bir an, para sandıklarından birini çekip
üstüne sıçrayan Camgöz:
- Arkadaşlar! diye bağırdı, elinize geçen paradan
memnun musunuz?
Başta Camgöz Sadık grubu olmak üzere, işçiler:
- Değiliz! diye gürlediler.
- Bu gavur gelmeden önce aldığınız paradan bir şikayetiniz
var mıydı?
- Yoktu. Gül gibi geçiniyorduk!
- O yokken fabrikanın işleri geri mi kalıyordu?
- Ne münasebet? İşlerimiz saat gibiydi...
Peki bu gavura ne lüzum var öyleyse?
- Lüzum yok. Cehennem olup gitsin!..
- Onun da, onu başımıza çıkaranın da Allah belasını
versin!
- İstemiyoruz, bu kabuklu gavuru istemiyoruz!
Ortalıkta milyonluk kilovatların nabzı atıyordu.
Camgöz Sadık:
- Öyleyse daha ne duruyorsunuz?
Diye, İtalyan'ın odasını parmağıyla işaret edince, meydan
karıştı. Gözü dönen, zangır zangır titreyen kalabalık,
dokumahane kapısından içeri aktı. Uğultu, çığlıklar,
küfürler yükseldi. Dokuma tezgahlarının mekikleri, ele geçirilen
birtakım demirler, tahta parçalarıyle İtalyan mühendisin
sağlam duvarlı odasına yüklenildi.
Elinde para zarfıyla Cemile bir kenarda, sapsarı, titriyordu.
Ne yapacağını şaşırmıştı. Ağabeysini arandı, göremedi.
- Ağabey! diye bağırdı.
Dokumahane kapısına koştu. İçerisi ana baba günüydü.
- Ağabey!!
İşçiler birbirine girmişti. Yerlere yuvarlananlar, eli yüzü
kan içinde, çılgınca koşuşanlar..
- Ağabeyciğim!
Hüngür hüngür ağlamağa başladı. Birdenbire aklına
babası geldi. Uçan başörtüsüne aldırış etmeden, eve koştu.
Amele Kapısı sımsıkı kapalıydı. Kapıyı yumruklamaya
başladı.
- Açın, açın kapıyı!
Boşnak kapıcı:
- Ne olacak? diye sordu. Nereye gideceksin?
- Eve gideceğim, aç kapıyı!
- Açamam, yasak!
- Aç diyorum sana!
Kapıcı ürktü, kapıyı açtı, Cemile dışarı fırladı.
XXİİ
İhtiyar Malik'le ihtiyar Muy oda kapısı önüne çömelmişlerdi.
Cemile'nin avludan içeri çılgın gibi girdiğini görünce fırladılar.
Cemile bar bar bağırıyordu:
- Koş baba, koş koş koş!
İhtiyar Malik kızını kolları arasına aldı.
- Ne var?
- Fabrikada kan gövdeyi götürüyor!
- Ağabeyin nerde?
- Bilmiyorum!
- Nasıl bilmezsin?
- Bilmiyorum işte, aradım, bulamadım.
- O da içlerinde miydi?
- Bilmiyorum. Su, biraz su!
Oracığa çömeliverdi.
İhtiyar Malik'in kafasında bir şeyler oldu. Yanıbaşında
dikilmekte olan eski silah arkadaşına baktı, bakıştılar.
İhtiyar Malik'in gözleri dönmüştü. Artık ne kızı, ne de dünya.
Aklında Sadri, yalnız o.
Alt eve girdi, sağlam bir odunla çıktı.
- Öldük mü biz Muy?
Muy öfkeyle, Boşnakça:
- Hayır, dedi, ölmedik Malik!
Cemile'nin getirdiği haber, sabahtan beri beklenen
kötü haberdi, ulaşmıştı. İşçi mahallesi şöyle bir sarsıldı.
Tehlikede oldukları hissedilen evlatlar, sevgililer için alt
evlere dalındı, odunlar, tahta parçaları, taşlarla çıkılıp
ihtiyar Malik'le, Muy'un peşinde, yan yatmış, bağdaş kurmuş,
diz çökmüş kerpiç ve ahşap kalabalığının dar, eğribüğrü
sokaklarına düşüldü. İhtiyar Malik'le, Muy'un peşinde
tekmil bir mahalle.. Karnı burnunda gebe kadınlar,
yalınayak çocuklar, romatizmalı, buruş buruş ihtiyarların
sokak ve sokakta büyüyen kalabalığı fabrikaya akıyordu..
Bir ara önlerine İzzet usta çıktı. Seli durduracağını
umarak ihtiyar dostunun odun tutan havadaki kolunu yakalamak
istedi. Ama artık bu kol yetmişlik bir ihtiyarın
zayıf kolu değildi.
- Çekil İzzet!
Çarptı, devirdi. Sonra yüz elli metrelik mesafe hızla
geçilip fabrikanın demir kapısına yüklenildi. Elindeki odunu
kapıya vuran ihtiyar Malik:
- Oğlumu verin! diye bağırdı, Sadri'mi verin!
Arkadan:
- Oğullarımızı, kocalarımızı, evlatlarımızı!!!
Sesleri yükseldi.
XXİİİ
Cemile hafif bir baygınlıktan sonra kendine gelmiş,
kalkmıştı, içeri girdi, bir bardak su içip çıktı, örtüsünü
arandı. Tam bu sırada avlu kapısında İzzet usta belirmişti.
Üstü başı çamur içindeydi.
Cemile koştu.
- Noldu İzzet abi?
İzzet usta cevap vermedi, başını esefle salladı.
- Noldu? Düştünüz mü?
- Düşmedim, düşürüldüm...
Ağlıyacak gibiydi. Durumu kısaca anlattıktan sonra:
- Yazık, dedi, çok yazık oluyor.. (Ve mırıldandı) Ne
çabuk aldanıveriyorlar!
Odasına yürüdü.
Cemile tekrar örtüsünü arandı. Fabrikaya gidip babasını
filan bulmaya niyetleniyordu ki, yaşlı iki hanımefendinin
avlu kapısında dikildiklerini gördü, şaştı. Bu kadar
iyi giyinmiş insanların bu mahallede işi neydi?
Kadınlar eteklerini tuta tuta, iskarpinlerinin uçlarına
basa basa, yüzlerini ekşite ekşite avluya girdiler. Cemile
ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Karşıdan karşıya
bir müddet bakıştıktan sonra, iki kadından şişmanı:
- İnsan görmedin mi kızım? dedi, ne bakıyorsun öyle
yaban yaban.. Gelsene!
Cemile koştu.
- Ne bakıyorsun yaban yaban? İnsan görmedin mi?
- Buyurun efendim...
- Ne olmuş bu mahalleye böyle? Evler, sokaklar
bomboş. Hiç kimseler yok..
- Birisini mi aradınız efendim?
- Elbette birisini aradık. Bu pis sokaklara hevesli
değiliz ya!
- Kimi aradınız?
- Cemile diye bir işçi kız varmış buralarda.
Kulak memelerine kadar kızaran Cemile her şeyi anlamıştı.
- Benim efendim!
Başını eğdi. Sonra sevinçle parlıyan gözlerini kadınlara
kaldırdı:
- Buyurun, dedi, buyurun efendim!
Odaya koştu. Merdiveni bir solukta çıktı. Civisinden
düşmüş entarisini yerden aldı, astı, perdeleri düzeltti. Gene
bir solukta merdiveni inip dışarı çıktı.
- Buyurun efendim, babamlar şimdi gelirler, buyurun!
Kadınlar etrafa küçümsiyerek bakınıyorlardı. Bu bakışlar
Cemile'yi şaşırtmıştı. İzzet ustanın odasına koştu.
- İzzet ağabey!
Dedi. Göğsü heyecanla inip inip kalkıyordu.
- Efendim?
- Bak, kimler geldi!
- Kim?
- Onlar işte...
- Onlar kim evladım?
- Büyük annesi, onun... Nolur biraz geliver..
Her şeyi kavrıyan İzzet usta güldü.
- Ne o? dedi, ne var? Noluyorsun bu heyecan ne?
Buyur etsene gidip!
- Sen de geleceksin değil mi İzzet ağabey?
- Geleceğim, geleceğim.. Buyur et, hadi.
Cemile neredeyse bayılacaktı. Kadınların yanına doğru
yürüdü, durdu.
- Buyurun efendim!
Kadınlar hala, sadece bakıyorlardı. Necati'nin babaannesi
olan şişmanı, yanındaki uzun, zayıf komşusuna
usullacık sordu:
- Nasıl?
Beriki dudak büktü:
- Fena değil ama...
- Çok fakir insanlar değil mi?
- Çok...
- Şu avluya bakın, şu odalara, kir pas içinde.. Böyle
yerlerde büyüyen bir kız...
- Ya bu koku? Burnum düşecek ayol!
- Deli oğlan. Beni yerlere geçirmek için elinden geleni yapıyor!
İzzet usta çamurlu üst başını değiştirmişti, dışarı çıktı.
Kadınların yanına gitti.
- Buyurun efendim, dedi, niçin buyurmuyorsunuz?
İki kadın gene eteklerini tuta tuta, iskarpinlerinin uçlarına
basa basa, yüzlerini ekşite ekşite avluyu geçtiler.
Cemile'lerin oda kapısı önünde durdular. İleriyi adeta koklıyarak
gözden geçirdiler.
Cemile merdiven başında bekliyordu. Yanakları al aldı.
Gözlerini indirmişti. Birdenbire eğri parmaklarına gözü
ilişti, telaşlandı. Onları göstermemek için kollarını yanlara
sarkıttı, gözlerini kaldırdı. İhtiyar kadının ela gözleriyle
karşılaşınca sıkıntısı arttı, şaşırdı, gülümsedi.
- Yukarı buyurun efendim!
İhtiyar kadın:
- Senin kimsen yok mu? diye sordu.
- Var efendim.
İzzet usta:
- Babası var, dedi, ağabeysi var...
- Siz nesi oluyorsunuz?
- Ben mi? Komşusu.
- Sade komşusu mu?
- Evet.
- Akraba filan değilsiniz yani?
- Hayır..
- O halde bizi yalnız bırakın da kendi aramızda konuşalım.
İzzet usta çekilirken, Cemile yerlere geçti.
İhtiyar kadın:
- Senin büyüklerinde hiç mi düşünce yok? dedi, kız
çocuk evde yalnız bırakılır mı?
Cemile cevap vermedi.
- Büyüklerin seni her zaman böyle yalnız mı bırakırlar?
- Hayır, efendim, bırakmazlar..
- Bırakmazlar da nerdeler ya?
- Fabrikadalar efendim..
- Baban da mı çalışıyor?
- Hayır efendim, çalışmıyor. İhtiyar o..
- Hiçbir iş yapmaz mı?
- Tuhaf şey. Sen çalışırsın, baban yer öyle mi?
- Ağabeyim de çalışır efendim.
- Baban da?
- Babam da yemeğimizi pişirir..
- Annen yok mu?
- Yok efendim..
- Ne oldu?
- Ölmüş. Memleketten geldikten sonra ölmüş. Ben
altı yaşımdaymışım...
- Koskoca kızmışsın. Öldüğünü bilmiyor musun?
- Bilmiyorum efendim.
Necati'nin babaannesi yanındaki komşusuna döndü:
- Beş yaşındaydım, dedi kafir Moskofun bizim memlekete
girdiğinde. Bugün gibi hatırlarım.. dedemi, dayılarımı
alıp götürdüler. Biz de ablamla nur içinde yatsın,
korktuk, el ele tutuştuk, kaçtıktı. Bugün gibi hatırlarım.
Hatta o kadara kadar ki, yolda uzun, sarı bıyıklı bir kafir
yolumuzu kesti, bizi sevdi, para verdi.. (Cemile'ye) Ya,
böyle işte. Sense altı yaşındaymışsın...
Cemile:
- Öldüğünü bizden gizlediler.. dedi. Hastaydı. Karagöl'e
gönderdi babam.. Biz orada sanıyorduk, meğer
ölmüş. Çok sonra haberimiz oldu..
Cemile'nin gözleri dolmuştu. Başını çevirip koluyla
sildi.
- Hastalığı neymiş?
- Ciğerlerinden hastaydı efendim..
- Allah sen gösterme Yarabbi.. Teverrüm yani?
- ...?
İki kadın bakıştılar. Sonra odayı, odanın duvarlarını,
döşemeleri filan gözden geçirdiler.
Cemile tekrar:
- İçeri buyursanıza efendim! dedi.
Kadınlar istemiye istemiye girdiler. İğrenip küçümsiyerek
merdiveni çıktılar. İhtiyar Malik'in geceleri Sadri'yle
birlikte yattığı, gündüzleri minder vazifesini gören
döşeğe oturdular.
Cemile el öptü. Aklına kahve pişirmek gelince, aşağı
indi. Öyle heyecanlıydı ki, aşağı niçin indiğini unutuverdi.
Dudağını yiyerek düşünmeğe başladı. Aşağı, bir
şey için inmişti. Ama şu parmakları.. Acaba görmüşler
miydi? Ya gördüler de beğenmedilerse?
Aşağıya kahve pişirmek için indiğini hatırlayınca geç
kalmış blr huzursuzlukla, davrandı. Cezveyi çivisinden aldı.
Acaba parmaklarını görmüşler miydi? Herhalde görmemişlerdi.
Görseler o parmakların niçin eğri eğri öyle
kızım, diye sorarlardı. Amma da tuhaf kadındı. Zavallı
İzzet usta.. Oysa, İzzet usta ne iyi insandı!
Tekrar aklına kahve geldi. Geldi ama, kahve nasıl pişerdi?
Kafasını bir türlü toparlıyamıyordu. Cezveye su
koydu. Kibriti bulamadı bu sefer de.. Hay aksi şeytan...
Yalnız kibrit değil, şekerle kahve kavanozu da yukarıdaydı,
çalar saatin bulunduğu rafta.
Yukarı fırladı.
Kadınlar Cemile'yi göz hapsine alıverdiler. Kız rafa
uzanınca, yukarı kalkan eteği altındaki bacaklarına baktılar,
biraz ince buldular. Topukları da beğenmediler. Ya
ayak parmakları?
Tertemiz, ama biraz kaba ve büyük ayaklar önlerinden
geçip merdivende kayboluncaya kadar baktılar.
Merhum yüzbaşı hanımı:
- Yüzü fena değil..
Öteki:
- Kafi mi? Yüz güzelliği kafi mi?
- Değil ama.. Gençlik.. cahillik işte..
- Aaah ah! Yüreğimden kanlar gidiyor kanlar... Öyle
bir babanın evladı...
- Doğru.. Benimki de bir başka türlüsü değil mi?
- Ama seninki gidip de bir işçi kızına gönül indirmedi...
- Evet, evet ama... Kısmet, alın yazısı...
Cemile kahveleri tam verirken, babası, ağabeysi, ihtiyar
Muy, katip Necati avlu kapısından giriyorlardı. Fabrikanın
demir kapısından oğlunu isteyen ihtiyar Malik'in
karşısına katip Necati çıkmış, fırsatı kaçırmıyarak, gitmiş
Sadri'yi bulup getirmişti. İhtiyar Malik bu Necati'nin
kim, ne, neci olduğunun farkında değildi. Fabrikadan beri
konuşa konuşa geldikleri halde hala Necati'nin farkında
değildi. Avlu kapısından girince birdenbire farkına vararak
durdu. Hayretle baktı. Bu da kimdi? Kendileriyle niçin
gelmişti? Hala niçin ayrılıp gitmiyordu?
İhtiyar arkadaşı Muy'la bakıştılar. Evet... Kimdi bu?
Ne istiyordu?.
Tam bu sırada Cemile koşarak geldi.
- Geldiler! dedi.
İhtiyar adam şaştı.
- Kim geldi?
- Onlar işte!
Necati:
- Babaannemler mi?
Cemile:
- Evet! dedi.
Babasının kıllı, kocaman elini yakalıyan Cemile öptü.
Sadri:
- Damadın! dedi.
Cemile babasına az daha sokuldu ve babasının koluna
sıkıca sarıldı. Ama bu kol artık o eski kol değildi. İzzet
ustayı bir itişte deviren İhtiyar Mallk'te bir gevşeme,
bir çözülme oldu. Sanki kolu, kanadı kırılmıştı.
İhtiyar Muy'un:
- Oh, oh, oh.. Allah Mes'ut bahtiyar etsin. Ne mutlu sana!
Dediğini duymadı. Dimdik, kaskatıydı. Kımıldamıyordu.
Kolunu sanki tamamen Cemile'ye terketmişti. Bakıyor,
bomboş gözlerle bakıyor, odaya, odadakilere sadece bakıyordu.
- Haydi gidelim baba!
Duymadı. Yüreği yanıyordu. Demek.. Demek bu gelenler...
Demek Cemkasını, sevgili Cemkasını alıp götüreceklerdi?
Birdenbire bir depreşme oldu içinde, bir kabarma.
Sonra boşandı. Cemile de babasına sarılmış, hıçkırıyordu.
Baba kız bir zaman ağlaştılar.
Sadri:
- Ayıp, vallahi çok ayıp! dedi.
Tecrübeli Muy:
- Bırak, diye Sadri'yi çekti, elleme!
Sonra her şey eski halini aldı. İhtiyar Malik gözlerini
ceketinin yamalı koluyla sildi. Elini Sadri'ye uzattı. Sadri
babasını odaya taraf çekti. İçerdekileri görüveren ihtiyar
Malik, koskoca adam, utandı, birdenbire bir çocuk
halini alıverdi. İçeri girmekten çekiniyordu.
Sadri:
- Ayıp baba! dedi. Çok ayıp ediyorsun. Gir, gir yahu!
- Çocuk gibisin... Gir hadi be!
Muy:
- Gir, dedi, gir Malik!
Malik döndü, Muy'a baktı:
- Sen de gel! dedi.
Hep birlikte girdiler. İhtiyar Malik titriyordu. Merdiveni
ürkek ürkek çıktı. Titreyen sesi bozuk Türkçesiyle
mırıldandı:
- Hoş geldiniz!
Kadınların tuhaf bakışlarından rahatsız olarak suçlu,
masum, dizüstü oturdu, avuçlarını iki bacağı üstüne koydu.
Sadri'yle Muy da, biri bir yanına, öteki öbür yanına,
tıpkı onun gibi oturdular.
Musa'nın karısıyla Güllü avluya girdikleri sıra Cemile
oda kapısının yanına sinmiş, babasiyle ötekilerin ne konuştuklarını
işitmeğe çalışıyordu. Onları görünce koştu:
- ...tabancayı ağzına dayamış Kadir Ağam. Vuracakmış
da elinden zor almışlar!
Cemile:
- Kim kız?
- Numan Bey.
- Demek ağzına dayamış tabancayı? Ne zaman?
- Haberin yok mu?
- Yoook...
- Ohooo.. Neler oldu da neler. Numan Bey otomofiliyle
bir geldi. Kadir Ağadır sıçan deliği aradı saklanacak.
Görenler anlatıyor, herif tabancasını çekmiş odaya
girmiş. Kadir'in tebdili şaşmış. Kırmızı kasasının yanına
kısılmış. Numan Bey demiş ki: Bütün bunlar senin başının
altından çıktı namussuz. Geberteyim mi seni?
- Sonra?
- Sonra, elinden zorla almışlar. Yoksa vuracakmış.
Çok yalvarmış. Numan Beyin eline ayağına düşmüş. Şimdi
fabrikanın önünü görme. Numan Bey dokuma ustasını,
Camgözü mamgözü tuttu tuttu attı.
- Sahi mi? Demek hepsini attı?
- Hepsini.
- İtalyan'a bir şey yapabildiler mi?
- Yapamadılar. Polisler sardı fabrikayı. Lakin herif
kurt. O kadar insan odasına yüklendiği halde kapıyı kıramadılar.
Kafir, öyle sağlam yaptırmış ki odasının kapısını.
Yalnız kaldıkları bir ara Cemile sevinçle haberi verdi:
- Geldiler ha Güllü!
Güllü hala fabrikanın uğultusu içindeydi, duymadı
bile. Cemile tekrarlayınca dikkat etti:
- Geldiler mi? Kim?
- Babaannesi!
- Sahi mi? Ne zaman?
- Demin.
- İçerdeler mi?
- İçerdeler.
- Sahi mi kız? Gidip bakayım hele..
Çıplak ayaklarında takunya kapıyı itip girdi.
- Hoş geldiniz!
Şişman hanım cigara içiyordu. Güllü'ye şöyle bir baktı,
aldırış etmedi. Güllü'nün tepesi attı. Ne büyüklüktü bu?
Selam bir tanrı selamı. Ne diye almamışlardı sanki?
Takunyalarını merdivenin altbaşında bırakıp yukarı
çıktı.
Kadınlar konuşmayı kesmiş, Güllü'ye bakıyorlardı. Ne
bakıyorlardı yani? Adam görmemişler miydi?
- Konuşmanızı niye kestiniz?
Şişman hanımın da tepesi attı:
- Siz kimsiniz ki konuşmamıza karışıyorsunuz?
İhtiyar Malik Boşnakça:
- Ters bir laf etme, dedi.
Dedi ama, Güllü de alınmıştı. Şişman hanımı cevapladı:
- Allahın kulu!
- Anladık Allahın kulu olduğunu. Kızın akrabası makrabası
mısın?
- Eh işte, öyle sayılırım.
- Akrabası değilsen...
- Ee.. Dışarı mı çıkayım?
- Ayol sen ne biçim kadınsın?
Güllü kalktı. Merdiveni inmeden önce:
- Sizler gibi kadın, dedi. Elli, kollu, ayaklı bir beni
beşer!
Takunyalarını ayağına geçirip çıktı.
Avlu halkı Cemile'nin etrafını almıştı. Güllü yanlarına
yaklaşınca konuşmayı kestiler.
Güllü:
- O şişman karı kaynanan mı kız? dedi.
Cemile başını salladıysa da hemen düzeltti:
- Kaynanam değil, kaynanamın kaynanası.
- Çok çalımlı kadın, çekeceğin var!
- Niye?
Bir çırpıda anlattı.
Cemile:
- Bana ne ondan?
Bir ihtiyar kadın:
- Hiç, dedi. Ona oğlan lazım.
Konuşma birden umumi bir hal alıverdi:
- Lazım ki lazım.
- Öyle mi kız, Cemile, bizi düğüne çağıracak mısın?
- Çağırmaz olur mu?
- Cemile iyi kızdır, çağırır.
Karakız bir kenarda, konuşulanlara kulak vermiş, sinirli
sinirli sakız çiğniyordu. Cemile'ye hınçla baktı. Kafasında
üç tane onluk... Neye yarardı. Camgöz'le ötekileri
işten atmışlardı. Kimbilir belki de canının derdine düşer,
Deveci Halil'in işine boşverirdi.
Sıkıntıyla kapıya gitti. İçeriyi gözetliyen kadınların
arasına karıştı.
İçerdekiler konuşacaklarını konuşmuş, çıkıyorlardı.
Karakız hanımefendilere hırsla baktı. Şişmanı Cemile'nin
yanına durmuştu. Cemile şişman hanımın elini aldı, öptü.
Sonra ötekinin.
Şişman:
- Artık benim kızım oldun, dedi. Bundan sonra fabrika
mabrika yok!
Cemile kıpkırmızı kesildi.
İki kadın geldikleri gibi, eteklerini tuta tuta, iskarpinlerinin
uçlarına basa basa avlu kapısına yürüdüler. Necati de
peşlerinden gitti. Cemile onları sokağın alt başına
kadar yolcu edip döndükten sonra kapıda durdu.
Etrafı gene hemen alındı.
Güllü:
- Fabrika mabrika yok, dedi, sonra? Ne yapacaksın kız?
Bir başka işçi kadın:
- Ne yapacak, hiç, dedi. Madem çalışmasını istemiyorlar,
aylık verirler, çalışmaz. Öyle değil mi Cemile?
Cemile ne diyeceğini bilemiyordu. Kapının aralığından
içeriye usullacık göz attı: Babası pencerenin önünde
bağdaş kurmuş dışarıya bakıyordu. İhtiyar Muy'sa
herhalde teselli etmekteydi.
Birden Sadri, dışarı çıktı. Kapı önünde sinirli sinirli
dikildi. Gözü Karakız'a ilişince siniri arttı. Kızkardeşine:
- Babanın yanına git! dedi.
Cemile yavaşça içeri girdi, merdivenleri kedi sessizliğiyle
çıktı, babasının dizi dibine oturdu.
İhtiyar Muy gülümseyerek bakıyordu.
Kolunu babasının omuzuna koydu peşin, sonra başını
göğsüne dayadı. Bütün bunlardan habersiz davranan ihtiyar
Malik, dışarları seyre devam etti.
Dışarda ortalık yavaş yavaş kararıyor, çamurlu sokaklar
yıkık duvarlarla çevrili kerpiç evler ve karanlık yüzü
bir deniz gibi kırışan kocaman göl, boylu boyunca yatıyordu.
Ortalık iyice kararıncaya kadar uzun uzun oturdular.
İhtiyar Malik dargın gibiydi. Birdenbire ihtiyarlamıştı
sanki. Cemile'sine söz kesmişlerdi. Bu evden çıkıp gidecek,
başkalarının olacaktı.
Islak kirpiklerini göstermemek için kalkmadan önce
kızını hafifçe itti:
- Lambayı yak!
Cemile yavaşça kalktı.
XXİV
Numan Şerif Beyin kırmızı hususisini pencereden gören
Kadir Ağa, lacivert beresiyle koştu, beyi kapıda karşıladı.
Ağzına tabanca dayandığı günden sonra öylesine
köpekleşmiş, öylesine yumuşamıştı ki.
Kalın, kırçıl kaşlarıyla Numan Şerif Bey'se, ortağına
bakmadan odaya girdi. Fötr şapkasını, bastonunu filan
askıya astı. Fabrika işlerini kontrola giderken giydiği beyaz
gömleği askıdan aldı. Giyecekti. Kadir Ağa almak
istedi. Numan Bey vermedi. Riyakar ortağından iğreniyordu.
Kadir Ağa dayattı:
- Ver Loman bey, tutim. Cenabı Allah bile kulunun
ayıbını yüzüne vurmazmış!
Numan Bey cevap vermedi. Gömleğini kendi kendine
giydi. Sonra geçti ceviz masaya oturdu. Masanın üzerinde
duran imalat raporlarını tetkik etti. İplik, bez imalatı
iyice düşmüştü. Ortağına nefretle baktı. Tükürür gibi:
- Bir haftadır imalat düşebileceği kadar düştü sayende, dedi.
Kadir Ağa iri taneli siyah tesbihini çıkarmış, gözlerini
suçlu suçlu indirmişti. Oturduğu koltukta sinerek ortağına
bakıyor, gözgöze gelmemek içinse hemen yere indiriyordu
bakışlarını.
Numan Bey bir ara gene tok tok konuştu:
- Daha da kimbilir ne kadar düşecek. Neyse, verilmiş
sadakan varmış. Yoksa...
Kadir Ağanın gözleri yerden kalktı, ortağının iri siyah
gözleriyle karşılaştı:
- ...cartayı çekmiştin çoktan!
Zile bastı. İçeri giren odacıya:
- Bana umum müdürü çağır, dedi.
Az sonra uzun boyu, geniş omuzlariyle umum müdür
Salamon içeri girdi. Beyefendiyi yere kadar eğilerek
selamladı.
Numan bey sertçe sordu:
- İlanları gazetelere gönderdin mi?
Salamon hemen cevap veremedi. Tereddütle bakıyordu.
- Ne bakıyorsun?
- Hiç efendimiz.
- Niçin cevap vermiyorsun?
Salamon yutkunarak sokuldu:
- Şeyy...
Gözleri Kadir Ağaya gitti. Ondan imdat bekliyordu
sanki. Oysa başını eğdikçe eğmiş, tesbih çekiyor, bakamıyordu
bile...
- Cevap versene be!
- Efendimiz, İstanbul veya İzmir'den işçi celbi kolay.
Fakat bunun doğuracağı neticeleri tahmin etmiyor musunuz?
- Ne gibi?
- Türkiye'nin en uyanık işçi bölgelerinden celbedilecek
işçiler... Onlar bizim yerli işçilerin katlandıkları hayat
şartlarına tahammül ederler mi?
- Nasıl?
- Her şeyden önce ücret meselesi.. Yerli işçilerin
aldığı parayla çalışmazlar. Yüksek ücret isterler!
- Evet?
- Medeni ihtiyaçlar arttıkça malum ya...
- Elbette..
- İzmir, yahut İstanbul'dan gelecek işçiler hemen
hemen bizim muhasebe servislerindekilere muaddildirler.
Gözleri açıktır. Amirlerinin azarına, dayağına filan kolay
kolay boyun eğmezler. Asıl fenası, İzmir yahut İstanbul'dan
gelecekler gelirken, dansları, müzikleri, banyoları,
haftalık temiz elbiseleriyle, filan gelecekler, bizim sakin,
durgun, kendi halinde, fazlasını istemeyi bilmeyen
yerli işçilerimize tesir yapacak, gözlerini açacaklar. Örnek
olacaklar bizimkilere. Çok geçmeden, malumu aliniz,
bir işçi buhranıyla karşı karşıya geleceğiz.
- Sonu?
- Tahmin edersiniz...
Numan Şerif Bey Salamon'u haklı bulmuştu. Hınzır
Yahudinin sözleri doğruydu. Bunu kendisi de düşünmemiş
değildi ama, bir sefer ok yaydan çıkmış, emir vermişti.
Sadece emir vermiş olması da değil, büyük bir kısım
işçiyi de işten atmıştı.
- Ne olursa olsun, dedi. Sen benim emrimi yerine
getir hemen. İşçi celbi hususundaki ilanları hemen şimdi
tape ettir ve yolla. Marş!
Salamon hala tereddüt içindeydi. Kadir Ağaya baktı.
Hayır yoktu. Başını önüne eğmiş, tesbihini çekmekteydi.
Bir ara başını kaldırdı. Salamon'la gözgöze geldi. Şaşaladı.
Sonra Allah! diye içini çekti.
Numan Bey tekrar boşandı:
- Ne dikiliyorsun hala?
Salamon kekeledi:
- Şeyy... Birkaç gün beklesek...
- Sebep? Niçin bekliyecekmişiz?
- Öfkeyle kalkan zararla oturur da...
- Derhal odana geç ve sana verdiğim emri harfiyen
yerine getir, haydi!
Artık ne söylenecek söz, ne de geçirilecek vakit kalmıştı.
Salamon yıkılırcasına odadan çıktı. Kendi odasına
geldi. Çökmüş avurtlarıyla bir kenarda dikilen dokuma
ustasına bakmadı bile. Masasına geçip oturdu.
Dokuma ustası çekinerek yaklaştı, hiçbir şey sormadı.
Salamon:
- Ne yapsak boş, dedi.
Dokuma ustası endişe içindeydi:
- Boş ha?
- Üstelik hala müthiş de sinirli.
- Demek yanına girmiyeyim?
- Sakın ha!
- Bense... Eline ayağına kapanırım diyordum.
- Sakın, sakın, sakın..
- Kadir Ağa ne diyor?
- Ne diyebilir? Süt dökmüş kedi gibi oturuyor.
- Peki, sonu ne olacak bunun?
- İzmir'den, İstanbul'dan işçi getirteceğiz!
Dokuma ustası beyninden vurulmuşa döndü:
- İzmir'den, İstanbul'dan gelecek işçi yerli işçinin
düşük ücretine çalışır mı? Yatacak iyi yer ister, iyi yemek
ister...
- Söyledim, hepsini söyledim.
Uzun uzun bakıştılar. Dokuma ustası büyük bir ümitsizlik
içindeydi. Mırıldanmıya başladı:
- Ah Kadir Ağa ah! Bize öyle bir halt ettirdi ki, arap
sabunu temizlemez. Neme lazımdı benim yazının kabuklusuyla
tepişmek. İyi, kötü, yuvarlanıp gidiyorduk.
Kurnaz Salamon göz kırptı:
- Kadir Ağa seni kollamıyor mu?
- Beni kollamakla iş biter mi? İşçiler canavar gibi.
Herifler bana kandı. Bana deyince, ben de Kadir Ağaya
kandım ama, gel de işçiye anlat. Bütün gün kahve
köşelerinde homurdanıp duruyorlar. Benim için hava hoş..
Basar Tarsus'a, Kayseri'ye giderim. Nazilli'ye giderim.
- Niçin gitmiyorsun?
- İşçiler ne olacak?
Salamon omuz silkti:
- Ne olursa olsun. Babanın oğlu değiller ya!
Dokuma ustası cevap verecek, bir şeyler söyliyecekti
ki, Numan Beyin kalın öksürüğü. Salamon'un odasına
geliyordu herhalde. Madem sinirliydi, gözüne görünmemesi
lazımdı. Tam zamanında, muhasebeye açılan kapıdan
çıktı. Fabrikanın karşısındaki işçi çayhanesine geldi.
Başta yeğeni Camgöz'le öteki işçiler, hemen etrafını
aldılar.
Camgöz merakla sordu:
- Ne oldu dayı?
- Şimdilik bir şey yok!
- Peki. Ne olacak?
- Bilmem.
Homurtular oldu. Homurdananların gözlerine endişeyle
baktı, ürktü. Bir zamanki uysal, itirazsız bakışlar değildi.
Kinle parlıyorlardı.
- Benim ne suçum var? dedi. Ben elimden geleni
yaptım.
Homurtu tekrarlandı.
Camgöz:
- Sen de mi Sadık?
- Ne yapayım dayı? Elde yok, avuçta yok...
- Durun bakalım, gün doğmadan neler doğar...
Kalın kemikli, sert bakışlı bir işçi:
- Açlık, sefalet, ölüm doğacak! dedi.
Bir başkası mırıldandı:
- Yapacağınızı yaptınız!
Usta korkuyla döndü:
- Ben ne yaptım? Benim ne suçum var?
- Doğru. Senin ne suçun var? Suç bizim, suç bizim
gibi dangalakların ki sizin gibilerin iğvasına kapıldık!
Koyu, korku verici bir sessizlik oldu. Dokuma ustası
titriyordu. Bereket versin İstanbul'dan, İzmir'den gelecek
işçilerden haberleri yok.. diye geçirdi.
Belinin ortasından boşanan soğuk terle çayhaneden
çıktı gitti.
XXV
Necati'yle İzzet usta konuşarak çayhaneye girdiler.
Bir kenara oturdular.
İzzet usta:
- İstanbul'dan gelecek işçiler haberini millet senden
duymasın, dedi.
- Niçin?
- Hem fabrika, hem de işçiler nazarındaki durumun
sarsılabilir.
İşçiler kendilerine taraf gelmekteydiler, İzzet usta lafı
değiştirdi:
- Demek babaannen kızı almana taraftar değil?
- Değil ama, onu dinleyen kim?
- Dinlemeğe mecbursun!
- Belki ama...
- E?
- Aklıma ne geliyor, biliyor musun? Babaanneme
boşverip...
- Evet?
- Nikah yapmak ve pılımı pırtımı toplayıp...
- Kızın evine kapağı atmak ha?
- O kadar. Aksi halde bu iş yürümiyecek.
- İhtiyar ne diyor?
- Ne demiyor ki? Tereddüt içinde. Mahalle dedikodudan
çalkalanıyormuş. Babama yazmalıymışım... Fabrikada
çalışan bir kızı almaya hakkım yokmuş. Bir de asıl
kızdığım, kız fabrikadan çıksın diyor. Ne düşüncesiz insan!
Kız fabrikada keyfinden çalışmıyor ki. Artık çalışma
dediğim andan itibaren...
- Doğru. Hiç olmazsa ayda on lira vermen lazım!.
- Değil mi ya? Veremem. Yirmidört doksanbeş bana
bile yetmiyor. Kaldi ki...
Etrafını almış sinirli işçilerden biri:
- Usta, dedi, İzzet usta.. Biraz da bizi dinle. Ne olacak
şu halimiz kardaş? Bizi yek ekmeğe muhtaç ettiler..
Bir akıl ver bize!
İzzet usta Dertli işçiye döndü. Adamın gözleri yuvalarında
kinle parlıyordu. Parlıyordu, acınacak haldeydi
ama, ne gelebilirdi elinden? Elinden pek bir şeyler gelmemekle
beraber, kuru tesellinin de zamanı olmadığını biliyordu.
Gerçi onları önlemiye çalışmış, yalana uymamalarını
yalvarmıştı ama, bunu hatırlatmanın da sırası değildi.
Uzun uzun süreceğini bildikleri işsizliğin verdiği ıstırabı
açıklayan bakışları, çökük avurtları, uzamış sakalları,
kara sarı yüzleri...
Tavındaydılar. Neler yaptırılamazdı onlara! Kilitleri mi
kıramazlardı? Demir kapıları mı teneke gibi yırtamaz,
omuzlarıyla apartmanları mı deviremezlerdi?
Bir başkası:
- İçim alıp alıp veriyor, dedi. Burnuma kan kokuyor.
Öfkemi alamadım mı ağlıyorum. Koskoca herifim heye
ama ağlıyorum gene de. Şu ellerime bak. Tüm yara.
Eve gitmek canım istemiyor. Çocukların kara kara bakması..
Geçen gün hırsımdan evin kerpiç duvarlarını yumrukladım!
Kirpikleri yavaş yavaş parlıyordu.
- ... ille en küçük. Şu kadar. Bir de zayıf mı sana..
Bütün gün öhö öhö öhö. Boğmaca dedi millet hastahanesindeki
doktor. Reçete verdiler, ilaç almıya param yok.
Sabahlara kadar horoz gibi ötüyor!
İzzet ustanın kafasında tren altında ezilen çocuğunun
cesedinden ayrılmış sarı saçlı başı. O da böyle boğmaca
olmuştu. Sabahlara kadar horoz gibi ötmüştü..
İçini çekti.
- ...eve gitmekten korkuyorum, karımın, çocuklarımın
yüzüne bakmaktan korkuyorum usta. Başımı yastığa
koyup da yorganı tepeme çekmiyor muyum? Allah
Allaaaah... Sabaha kadar ölç biç, ölç biç...
Öfkeyle İzzet ustaya baktı:
- Çek vur kendini, lakin...
İzzet usta kızdı:
- Ne biçim söz bu be? İşsiz kaldınız mı hemen ölmek,
öldürmek. Marifet ölmek, öldürmekte değil, bu kötü
şartlarla mücadele etmekte!
- Nasıl?
- Nasılı var mı? Başka yerlerde, bir başka iş mesela!
- Dokuma ustası bekleyin diyor. Bir ümit. Camgöz
yok mu Camgöz? Bekleyin diyor. Kadir Ağa güya demiş
ki, Numan Beyi yatıştırırım ben. Beklesinler, tekrardan
işe aldırtacağım demiş. Kimbilir?
Necati şöyle bir baktı. Derine gömülmüş gözleriyle
işçi, baştan ayağa sinir kesilmişti. Kadir Ağadan filan hiç
bir medet olamıyacağını söyleyip son ümidini de söndürmek
istemedi. Kalktı.
İzzet usta:
- Gidiyor musun?
- Gidiyorum, dedi. Eyvallah.
Çayhaneden çıktı. Camgöz iskemlesini çayhanenin
beton kaldırımına atmış, kara kara düşünüyordu. Necati'ye
gözü takıldı. Aklına Cemile geldi. Sahi, şu mesele
ne olmuştu? Deveci Halil neredeydi? Niçin görünmüyordu?
İskemlesinde doğruldu.
Deveci'yi bulsa, borç istese... Hiç de fena fikir değildi.
Şu sıra tam da işine yarardı hani. Borcunu ödemeye gelince...
Birden Karakız:
- Merhaba teyze oğlu!
- Merhaba bacı. Hayrola?
- Seni Halil ağam çağırıyor.
Camgöz'ün içinden ferahlık, bir rüzgar gibi, geçti. Gene de:
- Ne yapacak? dedi.
- Bilmem. Acele istiyor.
- Kız dalgası mı?
- Bilmiyorum.
- Ben kendi canımın derdine düşmüşüm. O hala...
- Getmiyor musun?
Kendini naza çekmekte fayda vardı:
- Gelmiyorum.
Karakız; işçi mahallelerine uzanan caddenin köşesindeki
kebapçı dükkanında Camgöz'ü sabırsızlıkla bekliyen
Deveci'ye durumu haber verince, Deveci:
- Demek gelmiyor? dedi. Niye?
- Bilmem.
- Bir sebebi olmalı.
- Sebebi... İşsiz, sıkıntılı. Ben kendi canımın derdine
düşmüşüm diyor!
Deveci işi anladı. Herhalde parasızdı. O da zaten bunu
haber almış, koşmuş gelmişti.
- Sen otur. Ben alır gelirim.. dedi, hızla uzaklaştı.
Karakız yalnız kalınca örtüsünü çıkarıp yanındaki iskemleye
attı. Bugün işinden alıkoyduğuna göre, Deveci
yevmiyesini verecek miydi acaba? Hiçbir çıkarı olmadan
elalemin keyfi için ne diye işinden olacaktı? Sonra, neye
varacaktı bu işin sonu? Kız istemiyor, oğlan istiyor. Söz
kesilmiş. Deveci hala ne umuyordu?
Deveci'yle Camgöz gelince toparlandı.
Deveci:
- Sen getiremedin amma, bak. Ben nasıl getirdim?
Karakız Camgöz'e küskün küskün baktı:
- Aşkolsun teyze oğlu. Demek senin yanında hiç
hatırım yokmuş!
Hep o sıkıntılı haliyle Camgöz:
- Bir şey değil, arada biz kötü olduk, dedi. Bu dünyada
dayı mayı fosmuş meğer. Tuttu beni öne düşürdü.
Ameleyi kışkırttı. Şimdi de.. Meteliksiz gezilir mi? Milyoner
miyim ben?
Deveci ilgiyle sordu:
- Medem seni kışkırttı. Şimdi de zarına bakması lazım.
Para vermiyor mu?
Kebaplar, şarap söylendi.
Camgöz:
- Vermiyor, dedi. Sabredin, diyor. Sonu iyi olacakmış.
Ne iyi olduğu var, ne de olacağı. Halbuki İtalyanlar
korkak olur, dövdünüz mü kaçar, iş eskisi gibi bize kalır.
Kadir Ağa, o zaman dilesinler benden ne dilerlerse diyor
dediydi. İşler kötüye varınca o da boşverdi. Ne yapacaksın
kardaş, harcandığımızı anladık!
Sıcak kebaplarla kocaman bir şişe şarap geldi. Camgöz'ün
şarap filan gördüğü yoktu. Günlerden beri midesine
sıcak bir şey girmemişti. İri bir kebap parçasını kuvvetli
dişleri arasında çiğnerken:
- Arkadaşların arasında öyleleri var ki, dedi, yek
ekmeğe muhtaç. Herifler kahve parası bulamıyor!
- Haydi şerefe!
İçtiler Camgöz devam etti:
- Ağlıyorlar be, anam avradım olsun ağlıyorlar!
Karakız:
- Ayıp ayıp, dedi. Erkek ağlar mı?
Camgöz kızdı:
- Erkeklik, yiğitlik mangırla olur kızım. Yok işte, yok!
En biri ben. Şu kebapçı bile tavrını değiştirdi. Eskiden
nasıldı? Sokakta görse halimi hatırımı sormadan edemezdi.
Şimdi?
Deveci, Cemile meselesini açmak için fırsat kolluyor,
ama Camgöz'ün dertli halinden ürküyordu. Bir ara:
- Yeter, dedi, yeter be Camgöz. Şuraya oturduk ki
karşılıklı iki satır çene çalak, gülek diye...
- İçimden gelmiyor emmoğlu, içimden gelmiyor!
- Haklısın. İşsizlik kötü şey, malum. Malum ya...
- E?
- Fabrikadaki işin anlaşıldıktan sonra bir çaresini
düşünürüz.
- Nasıl?
- Nasılına karışma.
Camgöz'de pırıl pırıl bir ümit.
- Fabrikadan hiç umudum yok, dedi. Fabrika kapısı
bizim için temelli kapandı!
- Kapandıysa, ben de arkadaşlığımı yaparım.
- Ne gibi?
- Ne gibi olacak? Ortaklama bir dükkan kiralarız.
Sermaye benden, emek senden!
Camgöz heyecanla sordu:
- Kahvecilik yapar mıyız?
- Niye yapmıyalım?
- Öyleyse...
- Var mı boş kahve?
- Bak hele, bak.
- Nerede?
- Bizim Silo'nun kahvesi var. Boş. Kiraya verir bize.
- Bu mahallede mi?
Camgöz eğildi, işçi mahallelerine giden ana caddenin
solundaki mavi boyalı dükkanı pencereden gösterdi.
- Epeyce büyük.
- Günde birkaç yüz marka yaparız.
- İyi ya. Birazdan gidip bakalım.
- Birazdan mı? Sahi mi? Hemen tutar mıyız?
- İşimize gelirse tutarız.
Camgöz birdenbire sarhoş olmuştu. Artık ne dayısı,
ne de işlerinden atılmalarına sebep oldukları işsiz, gözü
yaşlı işçiler. Bardağına şarap doldurdu, bir nefeste dikti.
- Senin yolunda ölmiyenin anasını da, avradını da,
sinsile sülalesini de...
Deveci:
- Yok canım, dedi, o kadar değil.
- Kim? Senin yolunda ölmiyenin...
- Peki peki. Ölmeye lüzum yok. Şu meseleyi düzenliyek yeter.
Karakız'a baktı, göz kırptı. Karakız hırsından mosmordu.
Şu meseleden ona neydi? Camgöz kahve sahibi olacak, kendisi?
Camgöz'ün sarhoşluğu gittikçe artıyordu:
- Geçen sefer bacımızın yüzünden fosa çarptık, kızı
kaçıramadıydık, amma bu sefer.. Deli misin? Anam avradım
olsun, babasının dizinin dibinden çekip sürütürüm
bu sefer. Değil mi bacı?
Karakız cevap vermedi. Camgöz öyle keyifliydi ki, ne
Karakız'ın sıkıntısı, ne de cevap vermeyişi!.. Dikkat bile
etmedi.
- Allöööş... Kayfemiz olunca; tamam! Günde en azdan
üç yüz marka yapsak, üçer kuruştan, eder dokuz
kaat. Yarısını masrafa çık, kalır dört buçuk lira. Dört buçuğun
da yarısı senin yarısı benim... Ha!
Deveci:
- Ben istemem, dedi. Sen bana borcunu ödersin
bes. Borcunu ödedikten sonra...
Camgöz'ün heyecanı arttı:
- Ödedikten sonra?
- Kayfe senin olur?
Camgöz masadan fırladı. Tezgahı başındaki kebapçıya bağırdı:
- Yiğenim!
Kebapçı isteksizce cevapladı:
- Emret!
- Derhal çiftetelli plağını koy gramofona!
Gramofona çiftetelli plağı kondu. Camgöz parmaklarını
usta bir kadın çengi gibi şıkırdata, göbek çalkalıya
çiftetelliye başladı. Gözleri dönmüştü. Ar, haya, utanma
filan silinmiş, dönüyor, boyuna dönüyordu. Boru muydu?
Kahve sahibi olacaktı. Dayısının olanca himayesine karşılık
dokuma tezgahlarında eline geçenin en azdan birkaç
misli çok para kazanacaktı.
Dünyayı yıkabilirdi!
Arada masaya yaklaşıp Deveci'nin doldurduğu şarap
bardağını alıyor, oradakilerin şerefine kaldırıp dikiyor, sonra
daha içten, daha canlı, devam ediyordu.
Karakız'sa somurttukça somurtmuştu. Ona neydi? Bütün
bunlardan ona neydi, nesine lazımdı? Kızın ikinci sefer
kaçırılması için istenecek yardımı ne diye yapacaktı?
Camgöz'ün çıkarı vardı, onun? Ne çıkarı vardı? Zorla kız
kaçırmanın sonunu biliyordu. Hapislik vardı ucunda, Camgöz'e
göre gene de hava hoş olabilirdi. Kahveyi kardeşine,
yahut hatta karısına bırakıp üç beş ay yatabilirdi. Kendi?
Kendisi ya? İhtiyar, kırış kırış annesinden başka kimi
vardı. İçeriye düşerse kim bakardı, Deveci mi Camgöz
mü? Hiçbiri. Fıkara anası ölür, kendi de...
İşli, işsiz, genç, ihtiyar insanlar kebapevini lahzada
doldurmuş, Camgöz'e elleriyle tempo tutuyorlardı.
Usulcacık kalktı. Kalabalığın bir kenarından dışarı sıyrıldı.
Ortalık günlük güneşlikti. Arkasından koşacak, geri
çevireceklermiş gibi bir korku içindeydi. İstemiyordu, ne
Camgöz, ne Deveci, ne de şaraplarıyla kebapları. Başkalarına
alet olmadıktan başka, durumu kıza da anlatacaktı.
Yuva yıkanın yuvası yıkılırdı. Kızı madem istemişlerdi,
o halde bir yuvaya sahip olacaktı. Madem olacaktı,
yuvasını yıktırmamalıydı.
Birden İzzet usta:
- Nereye bacı?
Durdu. İçtiği şaraptan başı hafifçe dönüyor, sallanıyordu.
- Cemile'lere, dedi.
İzzet usta ilgilendi:
- Ne yapacaksın?
- Hiç..
Yoksa gene herhangi bir rezalet, yahut bir pusu peşinde
miydi? Ağzını aramak için:
- Yakında Cemile'nin nişanı var, dedi.
Yoktu, henüz böyle bir şey yoktu. Necati'nin babaannesinin
boyuna fikir değiştirdiğini biliyordu. Necati daha
dün, haminnesiyle kavga ettiğini anlatmış, gerekirse yatağımı
alır, kızın evine düşerim demişti.
Karakız:
- Ne zaman? dedi.
- Bu yakında.
- İnşallah kardeş. İnşallah ama...
Usta pirelendi:
- Ee?
- Ellerini çabuk tutmazlarsa...
- Ne olur?
Her şeyi bir çırpıda anlattı. İzzet usta sarsıldı. Demek
Deveci bu karardaydı? Camgöz'ü dilediği gibi kullanabilmek
için Silo'nun şu sıra boş kahvesini kiralamayı
bile göze almıştı ha?
- Cemile'yi bunun için mi göreceksin?
- Evet. Yuva yıkanın yuvası yıkılır. Vebal altında
kalamam ben kardeş.
İzzet usta şöyle bir düşündü: Kızın elinde ne vardı ki?
Bütün iş Necati'de bitecekti. En doğrusu, meseleyi Necati'ye
açmak, kızı bu yakınlarda çıkması mümkün felaketten kurtarmaktı.
- Cemile'ye bundan bahsetme, dedi.
- Niye?
Anlattı, uzun uzun anlattı. Karakız'ın aklı yatmıştı.
- Öyleyse gitmeyim?
- Git, git ama, bu meseleden bahsetme.
- Peki.
Ayrıldılar. Karakız işçi mahallelerine giden uzun toprak
yolu hızla geçti. Köşeler döndü. Cemile'lerin avlusundan
içeri girdiği zaman genç kız, Musa'ların merdiveni
başında, kanlı elleriyle avlu halkına müjde veriyordu:
- Gözümüz aydın!
Avlu halkı hemen bir ağızdan sordu:
- Nesi oldu?
- Oğlu, oğlu!
Merdiveni koşarak indi. Avlunun bir kenarındaki paslı
tulumbaya giderken Karakız'la karşılaştı. Kaşları hemen
çatıldı.
Karakız:
- Ellerin niye kanlı, Cemile? diye sordu.
Cemile cevap vermedi.
Çopur güldü:
- Cemile doğurttu, dedi. Ebe oldu artık o!
- Essahdan mı?
- Hiçbirimiz cesaret edemedik bacım.
- Ebe yok muydu?
- Vardı ama, doğuma gitmişti.
Karakız heyecanla mırıldandı:
- Aşkolsun, aşkolsun vallaha!
Cemile ellerinln kanını yıkamıştı. Yüzüne düşen bir
tutam saçı başının sinirli hareketleriyle geriye atıyor, ama
saç inat ediyordu.
Az evvel tek başına doğurttuğu kadının, ev sahibi
Musa'nın karısının yanına gitmek üzere merdivene hızla
yürüdü.
XXVİ
Fabrikanın İstanbul ve İzmir'den işçi getireceği haberi
mahallede bomba gibi patladı. Olur muydu? Olabilir
miydi, olsa bile öyle büyük şehirlerin kibar işçileri
bu kadarcık ücretle çalışabilir miydi?
İşlerinden atılanlarınsa ağızlarını bıçak açmıyor, yüzlerinden
düşen bin parça oluyordu. Başta Camgöz'ün dayısı
dokuma ustası olmak üzere, iplikhane ustası, usta
muavinleri, düzenciler, velhasıl italyan mühendise karşı
koydukları için işlerinden atılanların tümünün ayakları
suya değmiş, tekrardan işe alınmak gibi hafif de olsa bir
ümit besliyenlerin son ümitleri de kırılmıştı.
Ustalarla usta muavinlerini Kadir Ağa zaman zaman
üç, beş kollamıştı ama, bununla iş bitmemişti. Hepsi evli,
çoluk çocuk sahibiydiler. Ağa'nın sadakaya benzeyen
kollamasıyla geçinememişlerdi. Bundan sonraysa üç, beşe
de hasret kalacaklar, kara, korkunç bir sefalet başlayacaktı.
Bir gün dokuma ustasının Nazilli mi, Kayseri mi ne,
bir yerdeki fabrikalardan birine ustalık bulup savuştuğu
işitildi. Avurtları çökük, gözleri yuvalarına gömülmüş aç
insanlara kuvvetli bir yumruk oldu bu.
- Yaa, dendi; demek böyle?
Böyleyli, malesef böyleydi.
- Demek atıldık?
- Hem de it enikleri gibi!
Kırış kırış yüzler canlanmış, yuvalarına gömülü gözler
ateş saçmaya başlamıştı.
Kalın kemikli, iri yarı bir işçi; yanardağ gibi gürledi:
- Aldatıldık arkadaşlar!
İçten, taa içten kopup gelen inancın feryadı cevapladı:
- Aldatıldık!
- Bunu keselerine koyacak mıyız?
- Kimin?
- Bizi aldatanların!
Hınçlı sesler gittikçe artan bir kinle sağdan, soldan
cevaplamaya başladı:
- Koymıyacağız!
- Koymıyalım!
- Nasıl koruz? Öldük be!
- Öldük ki öldük.
Bir kenardan itidalli bir ses sordu:
- Ne yapmak niyetindesiniz?
İzzet ustaydı. Bütün gözler ona döndü. O, sapsarı yüzüyle
dimdikti. Sorusuna cevap alamayınca, tekrarladı:
- Ha? Ne yapmak niyetindesiniz?
Kalın kemikli sert işçi cevapladı:
- Ekmeğimizi elimizden alıp bizi süründürenlerin evlerini
başlarına yıkacağız!
- Kim bunlar?
- Dokuma ustası, muavini, iplik ustası, düzenciler...
Kupkuru bir ses:
- Camgöz, dedi. Camgöz'ü unutmayalım!
Camgöz sözü son damla oldu. Dayısı basıp gittiyse
o vardı. Hem de sefaletleriyle alay edercesine işini yoluna
koymuş, kahve açmıştı.
Deminki ses tekrar konuştu:
- Bizi kahvesine sokmuyor, çay içmeyeni kahveden
it kovar gibi kovuyor. Ne suçumuz vardı? Çalışıp gidiyorduk.
Bizi kışkırttı. Şimdi de...
Bir başkası:
- Kahveyi nasıl açtı? dedi. Parayı kimden buldu?
- Dayısı vermiştir!
- Dayısı ha?
Kalın kemikli işçi oturmakta olduğu tahta sandıktan
ayağa fırladı:
- Uzun lafın kısası... Kahvesini başına yıkalım, var
mısınız?
Gök gürültüsünü andıran korkunç bir ses kalabalığı
İzzet ustayı filan silip geçti. Günlerden beri işsiz, sinirleri
gergin, gözleri yuvalarına çökmüş aç insanları zaptedilemeyen
bir öfke kasırgası halinde kalın kemikli işçinin peşine düştüler.
Cadde çabucak geçildi. Gittikçe büyüyen bir insan
seli yan yatmış. bağdaş kurmuş, diz çökmüş ahşap evlerin
aralarındaki eğri sokakları zorlayarak akıyor, akıyordu.
Ortalığa bir homurtu hakimdi: Çok değil, bir hafta sonra
yabancı işçiler gelecek, fabrikanın İşçi eksikliğini
fazlasıyla tamamlayacaktı. Ondan sonra ne olacaktı?
İzzet usta gerilerde kalmıştı:
- Evet ama, Camgöz'ün kahvesini parçalamakla ellerine
ne geçecek? diye soruyordu. Çare bu mu? Kurtuluş bu mu?
Aklı başında ihtiyar bir işçi:
- Haklısın, dedi. Çare bu değil, kurtuluş bu olamaz
amma...
Kalabalık silindir gibi geçip kaybolmuştu.
Tam Camgöz'ün kahvesi önünde insan seli bir an
durakladı. Ne yapacaklarını gayet iyi bilmekle beraber,
o an şaşırmışlardı. Hiç kimse peşin davranmak istemiyordu.
Camgöz, gazoz bilyalarını hatırlatan duru yeşil gözleriyle
kapıya fırladı. Birşeyler sezer gibi olmuştu. Renkten
renge giriyor, kalabalığın baskısı altında eziliyordu.
- Buyrun, dedi. Ne var? Ne istiyorsunuz?
Dili dolaşıyordu.
Kalın kemikli, sert bakışlı işçi kalabalıktan ayrılıp karşısına
dikildi:
- Fabrika işçi getirtiyormuş, doğru mu?
Camgöz mahvolmuşcasına bakıyor, konuşamıyordu.
- Doğru mu ulan?
- Bilmiyorum.
- Nasıl bilmezsin?
- Bilmiyorum.
- Dayın nerede?
Bildiği halde:
- Bilmiyorum, dedi.
- Bilmiyorsun ha? Bizi kışkırtıp işimizden etmeyi
bildin, bildiniz ama?
Camgöz dehşet içindeydi. Sağa baktı, sola baktı. Sonra
ani bir kararla geri sıçrayıp kahveye daldı, arka pencereden
deli gibi atladı, su dolu hendeklere bata çıka kaçmaya başladı.
Kalabalık marş marş emrini almış, kahveye korkunç
bir silindir gibi dalmıştı. Cam, çerçeve. masa, sandalye,
fincan, tabak, semaver ne bulduysa ezdi, ezdi.
Herşey bir anda olup bitmiş, semt karakolundan polis
ekipleri gelinceye kadar çekilinmiş, hatta rahatlanmıştı.
Yalınayaklı çocuklar, ani darbeden pek de haberi olmayan
şiş karınlı kadınlar, buruş buruş ihtiyarlar hayretten
büyümüş gözleriyle şaşkın, bakıyorlardı.
Bu sırada kerusa denen çift atlı fayton köşeden çıktı.
Ağır ağır geldi. Kalabalığa takılıp durdu. Peşin Necati
atladı yere, sonra Cemile. Hiç birşeyden haberleri yoktu.
Yanlarına sokulan İzzet ustadan ne olduğunu sordular. İzzet
usta bir çırpıda herşeyi anlattı.
Cemile öyle heyecanlanmıştı ki:
- Yazık, dedi, yazık olmuş!
Sonra hep beraber arabaya bindiler. Araba işçi mahallesinin
çamurlu, tenha sokaklarından geçti, ana caddeye çıktı.
İzzet usta, Necati'ye sordu:
- Haminnen nihayet razı oldu demek?
- Oldu..
Cemile'ye döndü:
- Baban? Baban ne alemde ya?
Cemile'nin gözlerinden yuvarlanan damlalar birbirini
kovalıyordu.
- Ha?
- Bilmiyorum.
İhtiyar Malik oda kapısını arkadan sürgülemiş, pencere
önünde sessiz sessiz ağlıyor, mahallenin sırtını döndüğü
kocaman göl ise, ikindi güneşinin ölgün sarısı altında
kocaman bir denizi hatırlatarak hafif hafif dalgalanıyordu.
SON
:::::::::::::::::