7 Eylül 2009 Pazartesi

susuz yaz - necati cumalı

Susuz Yaz

Urla''nın Bademler köyünün kuzeyinde, Ovacık''tan İzmir-Seferihisar şosesine kadar, hafif dalgalarla uzanan toprakları sulayan üç dereden ikisi, yaz ayları gelince kurur, kalın kumlu, çakıllı yataklarıyla kuraklıktan gün günden yanan, kavrulan ovanın yüzüne atılmış iki eski ustura izi gibi kalır. Artık o yörede, ilk güz yağmurları düşünceye kadar, akan tek su sesi işitilir. Tekebaşı''nda, Kocabaş''ların küçük zeytinliğinin eteğinden kaynayan pazu kalınlığında bir su damarı, bir kulaç çapındaki yatağında, önce hızla kabarır, taşar sonra yer yer aralıkları harçla sıvalı taş döşeme bir oluktan, beş altı yüz adım aşağılarda kalan bir havuza doğru akmaya başlar.

Suyun geçtiği topraklar, küçük ekiciler arasında bölüşülmüştür. Kocabaş''ların zeytinliğinin alt başında gene Kocabaş''ların sekiz dönümlük sebze bahçesi vardır. Su, zeytinlikten bu sebze bahçesine girer, komşu iki bahçenin sınırları boyunca ilerler, oradan havuza dökülür. Bu havuz o çevrenin can noktasıdır. Tekebaşı''ndan havuza doğru uzayan bir kavak çizgisi, havuzun üst başında sıklaşır, asma, nar, kümelerine karışır. Havuzun ağzına yakın yıkık sağ köşesinden, taşan suların yayıldığı düzlükte yetişen hayıtların dipleri daima nemli kalır. Hayıtların altından geçen derenin üst başı yaz aylarında kurur, taşan suların karıştığı yerden aşağıları su tutar. Çukur yerlerde biriken suların ince bir akıntıyla birbiriyle birleşerek uzandığı derenin bu tarafında, dolaşan küçük ördek sürüleri görülür.

Havuzun yakınında daima bir gelen giden olur. Çocuklar, günde birkaç kez, üstüne atladıkları çıplak atlarını; Urla''ya, Bademler''e inenler, gidişlerinde dönüşlerinde, bineklerini; sığırtmaçlar sağmallarını, havuzun yalağında sularlar. Yazın çok sıcak günlerinde, çocukların, hemen oracıkta üst başlarını sıyırıp, kendilerini çırılçıplak, ancak yılda bir temizlenen havuzun çamurlu sularına attıkları görülür. Bahçeleri havuzun alt başında kalan ekiciler, yaz boyunca günde üç dört kez gelir, suyun havuzda vardığı çizgiyi kollarlar. Çünkü, Tekebaşı''ndan pazu kalınlığında çıkar dediğimiz suyun hızı, yaz ilerledikçe diner. Su, temmuz ortalarında bilek kalınlığına iner, ağustosun çıktığı günlerde ise neredeyse parmak kadar kalır.

Bu yüzden yaz başlarında, gün ikindiye varmadan dolan havuzun suyu, ağustos çıkarken akşamları ağız yüksekliğine ulaşamaz.

Bu dediklerimiz de ancak yağışları kararlı giden yıllar için doğrudur. Yıl kurak giderse, havuz, temmuz sonlarına doğru, ancak iki günde dolar, ağustos ortalarında da susuz kalır, dibindeki çamura varıncaya kadar kurur, ot tutar.

Havuzun kurumasıyla, alt başında kalan ekicilerin bahçeleri en geç bir hafta içinde yanar, ürün mevsimi sona erer.

Yaz başlarında, suyu ikindiye varmadan dolarken, alt başında kalan ekiciler arasında havuzla pek ilgilenen olmaz. Arada, içlerinden yolu düşen biri, taşmasına yakın havuzu açar, suyu beş on dakika hayıtların altında kalan dereye salar. Akşam üstü, su, bahçelere bağlanan arıklara açılır, ekiciler sırayla bahçelerini sularlar.

Yaz ilerledikçe, suyun havuzda hangi yüksekliğe vardığını sık sık yoklayan ekicilerin huyu değişir. Su azaldıkça, adamların sabırsızlığı, öfkesi artar. Suyun başında oynadığını gördükleri bir çocuğu, yakalayıp dövmek için, önlerine katıp kovaladıkları görülür; sığırlarını sulamak isteyen sığırtmaçlarla kavgaya tutuşlukları olur. Suyu zamansız bahçelerine çeviren komşular arasında sık sık ağız dalaşları çıkar. Fakat bütün bu patırdılar, havada ilk yağmur belirtilerinin görünmesiyle unutulur gider.

Daha doğrusu bir vakitler unutulur giderdi. Suyun sahibini sorup araştırmak, suya sahip çıkmak, o çevrede kimsenin aklından geçmezdi. Ama 947 yazında Kocabaş''lar, kendi bahçelerinde yeni bir havuz yaptırdılar. Sıvası kurutulduğu günün gecesi, suyu, yatağından kendi havuzlarına çevirdiler. O geceden sonra olanlar unutulmadı.

Hasan Kocabaş, o gece kolay kolay uyuyamadı. Yatağında sağa sola döndü, elleri ayakları arasında yorganını çekiştirdi, uyumak istedi, uyuyamadı. Bir süredir Hasan Kocabaş''ın uykusunu kaçıran iki sebep vardı. Biri, kendi yattığı bölmeye bitişik bölmede yatan, küçük kardeşi Osman Kocabaş''la nikahsız karısı Bahar her gece yorulup halsiz düşünceye kadar sevişirler, o yattığı yerden, onların solumalarını, öpüşmelerini, bazen bir yere çarpmalarından çıkan gürültüleri duyar, uyuyamazdı. Öbürü, dışarıda, damın beş on adım ötesinde akan suyun sesini dinler, yine uyuyamazdı.

Kocabaş''ların damı iki bölmeliydi. Eskiden, iç bölmede karısıyla Hasan Kocabaş yatardı. Hasan''ın karısı altı ay önce doğum sırasında öldü. Osman, ağabeyisi dul kaldıktan üç ay sonra Bahar''ı kaçırdı. Hasan, iç bölmeyi Osman''la Bahar''a verdi. Kendi yatağını, bekarlığında Osman''ın yattığı, kapıdan yana bölmeye taşıdı.

Günün başlangıcından akşamın alacakaranlığına kadar üçü, yani o, kardeşi, Bahar, damın çevresinde birlikte çalışırlardı. Akşam yemeğinden sonra, Osman ile Bahar''ın davranışlarında bir telaş başlardı. İkisi, ne kadar ellerinden gelirse o kadar çabuk, bölmelerine çekilirler, kapılarını kapamaları ile birlikte, içerden onun uykusunu kaçıran solumaları duyulmaya başlardı.

Karısı öleli, Hasan''ın eli kadın eline değmemişti. Ölümünden sonra, uzun geceler yanında karısını aradı. Karısının görüntüsü, her gece başını yastığa koyar koymaz, canlandı, göz kapaklarının içinde dolandı. Uykuları arasında karısını sarmak için kolunu boşa attığı çok oldu.

Osman evlenince, bu kez bitişik bölmeden o sesler gelmeye başladı. Aklı o seslere takıldıkça, karısını düşünemez, hatırlayamaz oldu. Geceleri uzayıp giden saatler, yatağında uykusuz sağına soluna dönüp dururken, nasıl olduğunu anlamadan, göz kapaklarının içine başka bir görüntü yerleşti. Bütün gün, eğile kalka çalışırken gördüğü, incecik beli, canlı göğüsleri, besili kısraklar gibi dolgun kalçaları ile Bahar''ın görüntüsü geldi, göz kapaklarının içinde karısının görüntüsünün yerini aldı. Önceleri birkaç gece, belli belirsiz bir gayretle, bu yasak görüntüyü gözlerinin önünden savmaya çalıştı. Birkaç gün sonra bu gayreti gösteremez oldu. Yatağına girmesiyle birlikte Bahar''ı düşünmeye başlıyor; kanının tutuştuğu, uykusuz, sıcak gecelerde, ne kadar istese, ne ölen karısını ne de başka bir kadını hatırlayamıyor, gözünün önüne getiremiyordu.

Bahar, sanki her gece soyunup onunla birlikte yatağa girerdi. Sinirleri, bitişik bölmeden gelen sesler, Bahar''ın yanı başından gitmeyen görüntüsü ile bozuk, yatağına yorganına sarılır, uykusuz, sağa sola dönüp durur, kurumuş dudakları ile yastığında, onun, hiç eli değmediği halde, sıcaklığını bildiği yanaklarını arardı.

İçerdekilerin solumaları kesilince suyu dinlerdi. Su sesi, Hasan Kocabaş''ı yatıştırır, bir şeyler anlatır, düşlere sürükler, ama yine de uykusuz bırakırdı.

Bu su zengin edecekti onları. Suya kulak verdikçe, bahçelerinin gerisinde, cebelden açtıkları boğazda, yetiştirdikleri yeni aşılıkların, kayısı, şeftali fidanlarının boy attığı gelirdi gözünün önüne. Su sesi, fidanların yaprak kümeleri arasında dolaşan rüzgarla karışırdı. Birkaç yıl sonra pazara yük yük kayısılar, şeftaliler indireceklerdi. Zeytin aşılarının ürün vermesi daha sekiz on yıl isterdi. Düşünde aşıları, fidanları her gün sular, o suladıkça ürün yılları kısalırdı. Derken, bir yük arabası alır, bir araba yükü şeftali ile bahçelerinden şoseye çıkar, bütün gece İzmir''e doğru ilerlediğini görürdü. Böyle arabası ilerlerken ilerlerken uyur kalırdı.

O gece, bitişik bölmede, Osman''la Bahar''ın solumaları kesildi. İkisinin yorgun, uykuya daldıklarını belli eden düzgün soluk alışları duyulmaya başladı. Hasan Kocabaş, dışarıya kulak verdi. Su, yeni yaptırdıkları havuzu dolduruyordu...

Ama o, aşılıkların fidanların boy attığını, yük yük kayısıları şeftalileri düşünemiyordu şimdi. Şeftali yüklü arabasıyla İzmir''e doğru ilerliyemiyordu. Havuzun alt başında kalan bahçelerin sahipleri dikiliyordu karşısına! Veli Sarı, Ethem Ölmez, Musa Öztürk, Hüseyin Şengül, çatık kaşları, öfkeli tavırları ile arıklarının başlarında ellerinde kazmaları, kendisine doğru dönüyorlar, "Su! Su!" diye bağırışıyorlardı.

Havuzu yaptırmaya başladıkları duyulduğu günden beri, her karşılaşmasında, onların kendisine bakışları değişmişti. Şimdi, sorunu kendi yönünden onlara karşı savunuyor, kendini haklı çıkaracak nedenleri sıralıyordu. Su onun malıydı. Onun toprağından çıkıyordu...

Babadan kalma on yedi ağaç zeytin, sekiz dönümlük sebze bahçesi doyuramazdı iki kardeşi. Bahçelerinin gerisinde boğaz, sahipsiz göz alabildiğine uzanıyordu. Tapularının batı sınırında cebel, kuzey sınırında cebel yazılıydı. Cebel, sık fundalıklar, adam boyu gömülü kaya parçaları ile kaplıydı. İçine girilemezdi, yılan, domuz, çakal yatağı idi. Kardeşi ile o, gençtiler, güçlü, sağlam yapılıydılar. Yıllarca köyün kahvesine olsun inmeden cebelde kazma salladılar. Cebeli kayasından, fundalıklarından arıttılar. Bele kadar kazıp köklerini temizlediler. Açtıkları topraklarda iki yüze yakın zeytin aşısı, yüz kadar kayısı, şeftali fidanı yetiştirdiler. Şimdi yine tapularının batı sınırı cebel, kuzey sının cebeldi. Şimdi yine işten artan günlerinde iki kardeş, fundalıkları ateşe verip yılan, domuz, çakal yataklarını batıya, kuzeye doğru sürmeye devam ediyorlardı.

Aşıları sulanmak isterdi. Şeftaliler, kayısılar sulanmak isterdi. Damın önünde bir havuz kazdılar. Taş döşediler, bir usta tutup beton sıvattılar. Havuzdan, şeftali, kayısı bahçesine, aşılıklara giden bir oluk döşediler.

Su onun toprağından çıkıyor. Kendi toprağından çıkan suyu sebil edecek kadar zengin değildi ya! O, aşılarını, fidanlarını sular, artarsa suyu aşağıdaki havuza salar!..

Veli ile öbürleri, bahçe yetiştirmek istiyorlarsa, kuyu kazsınlar, dolap kursunlar; bahçelerinin çaresine baksınlar...

Bu düşüncelerle yatağında bir daha sağından soluna döndü. Veli, Musa, Hüseyin, Ethem karşısından çekilmiyorlardı. Havuzdaki suyu ölçüyorlar, sonra ellerinde arık çapaları, kendisine doğru dönüp dikiliyorlardı: Su! Yatağından kalktı. Bir cigara yaktı. Havuzu dolaşmaya çıktı. Bilek kalınlığında akan su, neredeyse havuzu doldurmak üzereydi. Bir süre suyun yükselen havuza dökülürken çıkardığı, gittikçe toklaşan sesini dinledi. Cigarasını yeniledi. Geceye kulak verdi. Havuzun yeter derecede dolduğunu görünce, suyu eski yoluna çevirdi.

Su, akşamdan beri kuruyan yatağına doğru atıldı. Arıkların kıyısında yetişen ince otları, küçük kır çiçeklerinin yapraklarını titreterek aşağılara doğru akmaya başladı. Hasan Kocabaş dama döndü. Yatağına uzandığı sırada yıldızlar solmaya başlamışlardı.


O gece, havuzun alt başında kalan ilk bahçenin sahibi Veli Sarı, bahçesinin ortasındaki çardağında, yatağına girince, dışarda yıllardır alışık olduğu bir sesin yokluğunun ayrımına vardı. Havuzun suyu akmıyordu. Yatağının içinde bir süre dışarıya kulak verdi, bekledi, su sesi kesilmişti. Ağustos böceklerinin, çekirgelerin, kurbağaların gürültüsü, arada bir köpeğin havladığı, bir eşeğin anırdığı duyuluyordu. Fakat o beklediği ses, Kocabaş''ların bahçesinden gelen, oluktan, önce havuzun yalağına, sonra havuza dökülen suyun çıkardığı, her gece uykularını rahatlatan, o altın ses, başlamıyordu!

Veli Sarı''nın bütün uykusu dağıldı. Çardağın, açık kapısından, aralıklardan sızan gecenin aydınlığında, yanı başında yatan karısına bakacak oldu, karısının da gözleri açıktı.

Veli Sarı, başucunda asılı ceketinin cebinden cigara paketini, çakmağını aldı. Bir cigara yaktı. Sağ kolunun dirseği üstüne dayanarak yatağına uzandı. Karısı, gözleri açık, onun konuşmasını bekliyordu.

Dört çocuğu, az ötelerinde, birbirine sokulmuş uyuyorlardı.

- Kocabaş''ların işi! diye fısıldadı.

Kadın, sabaha bahçelerini sulayamayacaklarını düşündü. Kocabaş''ların, bahçelerini susuz bırakması haksızlıktı. Yüreği isyanla dolu, doğrulup yatağında oturdu.

- Hayır görmesinler soysuzlar!

Ertesi sabah kocası Kocabaş''larla kapışacak demekti bu! Kocabaş''lar iki kardeş, kocası ise yalnızdı. Çocuklarının en büyüğü daha on bir yaşındaydı. Öfkesini tutmak istedi.

Kocası, derin çekişlerle cigarasını emiyordu. Kocası yalnız, çocukları küçüktü ama, bir bakıma bu kavgada yalnız kalmayacaktı. Kendi bahçelerinin altında kalan, öbür üç bahçenin ekicileri kocası ile birlikte olacaktı. Taşan yüreğinin acısıyla inledi:

- Reva mı bu? Ocakları batsın inşallah! İt enikleri! Hayır görmesinler inşallah! Git yarın anlaş! Yanına bırakma...
Kocası düşünceliydi.

- Bakalım, dedi, hele yarın olsun da... Hadi yat, çocukları uyandırma... Öfkeli öfkeli soluyan kadını kolundan çekip yatırdı. Veli Sarı, sabaha karşı bir iki saat uyuyabildi. Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında, dışarda suyun aktığı duyuluyordu. Uykuları arasında suyun akmaya başladığı anı hatırlar gibi bir duygu yardı içinde. Zihnini toparlayıp, bir türlü kesin olarak o anı çıkaramıyordu. Karısı kalkmış, çardağın dışındaydı. Yatağında doğruldu. Bir cigara yaktı. Gömleğini giydi. Cigara dudağında kalktı, pantolonunu ayağına çekti. Ceketini koltuğunun altına kıstırdı. Çardağın kapısı içinde duran pabuçlarını ayağına geçirerek dışarı çıktı.

Karısı, on yaşındaki oğlunun yardımıyla keçiyi sağıyordu. Oğlu, karısı kendisine bakıyorlardı. İkisine de bir şey söylemeden havuza doğru yürüdü. Oğlu, keçiyi bırakıp arkasından atıldı. Karısı, çocuğu önledi:

- Sen dur, dedi, babanın işine karışma. Sonra kendisine yetişti. Bu sefer:

- Öfkelenme sakın, dedi, aşağıdan al...

Veli, durakladı:

- Bakalım...

İki yüz adım ilerdeki havuza doğru yürüdü.

Gün daha yeni doğuyordu. Hava şimdiden sıcaktı.

Havuzun başında komşusu Hüseyin Şengül''ü gördü. Adam üzgün yüzünü havuzun suyuna eğmişti. Veli''yle keyifsiz selamlaştılar.

Veli, havuzun suyuna baktı. Bir karış ya vardı, ya yoktu. Bu sabah bahçelerini sulayamayacaklar demekti bu! Akşama kadar havuzun dolmasını bekleyeceklerdi.

Birkaç dakika konuşmadılar. Havuzun suyuna baktılar, başlarını sudan kaldırıp bahçelerine baktılar. Tekrar suya, tekrar bahçelerine baktılar. Karşıdan Ethem ile Musa''nın yaklaştığını gördüler. Dördünün yan yana sıralanan bahçeleri, dizi aşan bir yeşillikle örtülüydü. Çoluk çocukları çardaklarının yöresinde dolanıyorlardı. Bahçelerinin doğusundan geçen derenin altından, bir kurşun atımı ötede, İzmir-Seferihisar şosesine kadar uzanan topraklarına baktılar. Ovanın kuzeyinde birkaç parça bağ ile bağlarının yakınlarında serpiştirilmiş üç beş badem, ceviz ağacı vardı yeşil olarak. Gerisi bozdu, yanıktı, çırılçıplaktı... Susuzluk, doğudaki dağların eteklerinden iniyor, şoseyi geçtikten sonra bahçelerinin sınırlarına kadar gelip dayanıyordu. İkisi de gördüler ki, havuzun suyu set çekmese, kuraklık bahçelerini ezip geçecekti.

Hüseyin''in ilk sözü küfür oldu. Kocabaş''lardan yana döndü:

- Deyyus!

Kelime dudakları arasından yuvarlanıp, düşen ağır bir nesne gibi çıktı. Yüzü yine keyifsiz, devinimleri ağır, dingindi.

- Bütün bu ovanın ahengini bozan o deyyus! Bakalım tamahkarlığı yanında kalır mı, kalmaz mı?

Ethem ile Musa geldiler. Havuzun suyuna baktılar, öncekileri keyifsiz keyifsiz selamladılar.

Dördü de olandan Hasan''ı sorumlu tutuyordu. Osman''ın adı geçmedi konuşmalarında. Ovanın düzenini, komşuluğu bozan hep Hasan''dı. Havuzun gerisinden, su oluğu boyunca, birerle kolda Tekebaşı''na doğru ilerlediler. Havuzla Kocabaş''ların bahçesi arasında kalan iki bahçeyi geçtiler. Kocabaş''ların bahçesi kıyısında durdular. Kocabaş ''ların damlarının önünde bağlı iri çoban köpeği, üstlerine üstlerine havlamaya başladı. Bahar, damın ardındaki mutfaktan çıktı, kendilerine göründü. Kadının onların gelişini bekler gibi bir duruşu vardı. Köpeği bir el devinimiyle yatıştırdı, gelenleri süzdü.

Veli Sarı:

- Gelin, dedi, sizinkiler neredeler?

Bahar, damın ardına dolandı. Geride, boğazda, fidanları sulayan kocasıyla, kaynı, ellerinde çapaları doğrulmuş, haber bekliyorlardı. - Veli dayılar geldi!, diye seslendi.

Hasan, ardından Osman, çapalarını bırakıp yürüdüler. Bahar, damın önüne durdu, suyun başına kadar yaklaşan Veli ile arkadaşlarına:

- Geliyorlar, dedi.

Veli, arkadaşları, Kocabaş''ların yeni havuzuna, havuzdan aşılıklara giden oluğa, o sabah bol bol suladıkları belli bahçelerine bakarak, Hasan ile Osman''ın yaklaşmalarını beklediler.

Hasan önde, Osman iki üç adım gerisinde, iki kardeş geldiler, havuzun beri yanında durdular. Hasan, soğuk bir suratla:

- Selamünaleyküm, dedi, sustu.

Bu karşılaşmadan canı sıkkındı.

Hasan''ın selamını eş soğuklukla aldılar.

Söze Veli Sarı başladı. Hafif bir baş işaretiyle havuzu gösterdi:

- Oldu mu bu Hasan Kocabaş?

Hasan, anlamak istemedi:

- Olmayan ne ki?

- Yaptığın doğru mu?

Hasan, kolunu belli belirsiz az önce geldikleri yöne uzattı:

- Fidanlara su lazım.

- Senden başkası havuz yaptırıp fidan sulamasını bilmez mi?

Hasan hiç renk vermedi:

- Onun orası benim üstüme vazife değil.

Hüseyin devam etti:

- Şunun şurası parmak kadar su! Kime önce? Bir havuz yap sen doldur, bir havuz yapsın senin altında Tahtacı Safi doldursun, bir havuz yapsın Tahtacı Safi''nin altında Gödenceli Halil doldursun, aşağıda havuza varacak su kalır mı?

Hasan sıkılıyordu:

- Onun orasını ben bilemem!

- Sen bilsen de bilmesen de olan bu! Niyetin ne? Yaz boyu havuzunu doldurup kendi fidanlarını sulamak, bizim bahçeleri kurutmak mı?

Hasan, aşağıdaki havuza giden oluğu gösterdi:

- Su akıp gidiyor ya... Olanı bu! Akanı yine sizin...

Sözü Veli aldı:

- Hasan, dedi, ben kendimi bildim bileli aşağıdaki havuzun suyu buradan gelir. Bu su aşağıdaki havuzun suyu! Akanı değil, tamamı aşağıdaki havuzun suyu! Bize danışmadan suyu kendine çevirmen hata...

Hasan düşünmeden karşılık verdi:

- Bu su aşağıdaki havuzun suyu değil! Benim bahçemin suyu! Artarsa aşağıdaki havuza kalır...

- Aşağıdaki havuzu ne demeye yapmışlar? O havuz orta malı. Demek ki suyu da orta malı... Bunca yıldır nereden dolar?

- Ben onun orasını bilmem! Onun orasını havuzu yaptıran bilir! Benim bildiğim su benim bahçemin suyu. Havuzu ben yaptırmadım ki suyunu ben vereyim...

- Su senin bahçenin suyu öyle mi?

- Bahçemin suyu elbet! Bahçemin göbeğinden kaynıyor! Senin bahçende bir su kaynasa kimin suyu olur? Gelip de bahçendeki suyu havuza sal demeye benim hakkım olur mu?

Veli''nin tutumu hiç değişmiyor, güneşten kavrulmuş yüzünden aklından ne geçtiği anlaşılmıyordu. Sesi ne yükseliyor ne de alçalıyordu:

- Senin sözün bu mu?
- Bu!..
- Su senin malın öyle mi?
- Öyle ya, nasıl?
- Bizim bahçeler kurusun mu?
- Ben aşılarımı, bahçemi sularım, artarsa suyu salarım!..
- Bir hafta on gün sonra, su azalınca, her gün böyle kendi havuzunu doldurursan salacak su kalır mı?
- Onun orasını ben bilmem!..
- Bilirsin, bilmez olur musun!
- Ben fidanlarımı susuz bırakamam!
- Sen bırakmazsan biz de bırakmayız!
- Öyleyse bahçeler sizin, suyunu da siz bulun!..

Hasan''ın karşılığı Ethem Ölmez''in öfkesini taşırdı. Ethem, Veli''nin önüne geçti:

- Bu iş senin keyfine kalmaz!

Hasan kıpırdamadı:

- Hakkınızsa alırsınız!..

Ethem sesini yükseltti:

- Alırız elbet! Hakkımız ya ne sandın? Buraya senden sadaka dilenmeye mi geldik?

- Hakkınızsa hadi alın!

Ethem, Hasan''ın üstüne atılmak istedi. Veli onu önleyerek, arkadaşlarını arkasına aldı. Hasan''a doğru bir iki adım ilerledi:

- Hasan, dedi, dikleşmesen senin için iyi olur! Bahçelerimiz kurursa yanına kar kalmaz! Sonunda pişman olursun. Bunu iyi bil!

Bu sözleri söylerken belki de Veli''nin belli bir kararı yoktu. Bahçeleri susuz kalırsa, ne o ne de arkadaşları, nasıl davranacaklarını, Hasan''a ne yapacaklarını düşünüp tasarlamamışlardı. Ama Hasan, uykusuz gecelerinde, kulağı su sesine takıldıkça, suyu kendi havuzuna çevirmesi yüzünden çıkacak bütün anlaşmazlıkları, komşularının yapabilecekleri bütün fenalıkları ölçmüş hesaplamıştı. İçi kuşkularla doluydu. Veli''nin belli belirsiz gözünü korkutmaya kalkışması, içindeki bütün kuşkulan uyandırdı. Sesi titredi:

- Kısmet neyse o olur! Kimin pişman olacağı şimdiden bilinmez!

- Sen bilirsin. Günü gelince söylemedi deme!

Kuşkuları bütün bütün yalım alan Hasan, sarardı, öfkesini tutamaz oldu. Veli ile arkadaşlarına geldikleri yolu gösterdi:

- Eksik olma. Benim aklım bana kumanda eder! Kimsenin aklına ihtiyacım yok benim! Sizin kendi işinizi de kendi keyfiniz bilir! Hadi, yolunuz açık! Elinizden geleni ardınıza koymayın...

Osman dingin, bağırıp çağıran ağabeyinin üç dört adım ötesinde, söze karışmadan bekliyordu. Canı sıkılmış, hoşlanmadığı bu tartışmanın daha fazla uzamadan kapanmasını isteyen bir duruşu vardı.

Veli''nin arkadaşları homurdandılar. Üçünün de yüzünü bir öfke bulutu sardı. Fakat üçü de ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sözü Veli''ye bırakmışlardı.

Veli:

- Görürüz! dedi.

Arkadaşlarını geri çevirdi, yürüdüler.

Hasan, arkalarından bağırdı:

- Allahtan başka kimseden korkum yok benim! Allahtan başka kimse ile görülecek hesabım yok! Allaha bir can borcum var, onu da ne zaman dilerse alır.

Veli ile arkadaşları, artan öfkelerinin hızlandırdığı adımlarla geldikleri yoldan geri döndüler. Uzakta, bahçelerinin içinde, kadınları çocukları toplanmış, onların geri dönmesini bekliyorlardı. Dördü, havuzun üst başında görününce, kadınlarla çocuklar az önceki tartışmanın sonunun neye vardığını anladılar.

Kadınların elleri ayakları öfkeyle titredi. Emzikli çocuklarını kolları arasında hırsla sıktılar. Kocabaş ''lara türlü lanetler, ilenmeler yağdırarak bahçelerinin sınırlarına doğru ilerlediler. Yaklaşan erkeklerine doğru bağırıp çağırmaya başladılar:

- Muhtara varın!..

- Candarmaya varın !..

- Candarmayı, muhtarı alın gelin!..

Veli ile arkadaşları, havuzun üst başından, Bademler''e giden yolu tuttular.

Muhtar, köy ihtiyar kurulu üyeleri, Veli ile arkadaşlarının anlayışındaydı. Onlara göre de Kocabaş''ların bunca yıldır ortaklaşa kullanılan suyu kendi havuzlarına çevirmesinde bir haksızlık vardı. Öteden beri nasıl olagelmişse suyun gene öyle ortaklaşa kullanılması gerekirdi.

Gidenler az sonra yanlarında Muhtar, köy ihtiyar kurulundan iki üye, köy bekçisi ile birlikte Kocabaş''ların bahçesine döndüler.

Muhtar; Hasan Kocabaş''a suyu kendi havuzuna çevirmekle haksızlık ettiğini, salmasını söyledi. Hasan suyun tapulu malı olduğunu, kendi bahçesi içinden çıktığını anlattı. Muhtar bu açıklamayı kabul etmek istemedi. Aşağı yukarı önceki tartışmada Veli''nin dediklerini tekrarladı. Hasan, dediğinden dönmedi. Muhtara bu işe karışamıyacağını, bu işe karışmanın görevi olmadığını söyledi. Muhtar daha da ısrar edince, "Ortada muhtarın, bekçinin karışacağı ne var?" dedi. "Bizim hayvanlarımız başkasının malına girip zarar mı verdi? Biz başkalarının bahçesine girip malını mı çaldık? Bu işe hakim karışır. Su benim malım. Hakları varsa mahkemeye gitsinler."

Ertesi sabah Veli, yanında arkadaşlarıyla Urla''ya indi. İşi bir davavekiline açtılar.

Davavekilinin kırk yıla yaklaşan bir meslek hayatı vardı. Hiçbir davaya olur ya da olmaz diyemiyordu artık. Kanunlar, yüksek mahkemelerin kararları ne yolda olursa olsun, deneyleri her davada mahkemeden çıkacak kararı önceden kimsenin kestiremeyeceğine inandırmıştı kendisini. Türlü anlayışta hakimler görmüştü. Bilgili bilgisiz, duygularına kapılan kapılmayan hakimler görmüştü. Hatta bir dediği bir dediğini tutmayan, günü gününe uymayan, delilleri, kanının ısındığına başka, gözünün tutmadığına başka türlü yorumlayan, uygulayan hakimler görmüştü.

Veli ile arkadaşlarının anlattıklarını dinledi. Köylülerin mantığına uygun konuşmayı doğru buldu. Anlatılanlara hak verdi. Biliyordu ki, ortada kaçınılmaz bir dava konusu vardı. Kendisi "olmaz, kazanamazsınız" diyecek olsa, Veli ile arkadaşları başka bir davavekilinin kapısını çalacaklar, mutlaka bu davayı açacaklardı. Onlar için bu davada tek hak ölçüsü vardı: Suya olan ihtiyaçları! Kocabaş''ların suya ne kadar ihtiyaçları varsa onların da suya o kadar ihtiyaçları vardı. Sonunda bu dava kaybedilecek bile olsa, köylüler haklı olduklarına inanmaktan vazgeçmeyecekler, kabahati hakime ya da başka bir sebebe yükleyeceklerdi. Pazarlık ettiler. Veli ile arkadaşları davavekiline ortaklaşa elli lira ödeyebildiler. "Hele şu iş halledilsin" bu iyiliğin altında kalmayacaklarını söylediler.

Davavekili, hemen bir dilekçe hazırladı. "Kocabaş''lar tarafından umuma ait suyun mecrasının değiştirildiğini" öne sürerek, müvekkillerinin bu yüzden uğradıkları zararı belirtti. Anlaşmazlığın önlenmesini, müvekkillerinin daha fazla zarara uğramamaları için de, mahkeme sonuna kadar suyun idaresinin bir emin-kişiye bırakılmasını istedi.
Hakim, davavekilinin arkasından odasına giren, Veli ile arkadaşlarının sıkıntılı yüzlerini, çaresiz hallerini görünce, dilekçede istenilen tedbir kararını kolaylıkla verdi.

Öğleden sonra, eski bir kaptıkaçtıya dolan, vekil, tutanak yazıcısı, Veli ile arkadaşları, tekrar Kocabaş''ların damı önünde göründüler.

Tutanak yazıcısı, bir tutanakla mahkemenin kararını Hasan Kocabaş''a bildirdi. Suyun idaresini Kocabaş''ların sınır komşusu Tahtacı Safi''ye bıraktı.

Ertesi sabah Urla''ya inmek, Hasan Kocabaş''a düştü. İlçedeki tek avukata gitti. Durumu anlattı. Avukat, Kocabaş''ların tapusunu gördü.

Soracaklarını sordu, davayı aldı. Mahkemenin koyduğu tedbir kararına bir itiraz dilekçesi hazırladı.

Bir hafta sonra, mahkeme kurulu, anlaşmazlığı yerinde incelemek için geldiğinde, durum açıktı. Su, Kocabaş''ların tarlasının tapuda yazılı sınırlan içinden çıkıyordu. Kanunun koyduğu hükümlere göre, "Umuma ait değil" Kocabaş''ların malıydı.

Tarafların tapuları, geldileri de incelenerek yerine uygulanınca anlaşıldı ki, Kurtuluş Savaşı''ndan önce bütün bu yerler tek bir Rum''un malıydı. Eskiden Rum''un tek başına sahip olduğu çiftlik, Kurtuluş Savaşı''ndan sonra Kocabaş''larla öbür küçük ekiciler arasında bölüşülmüştü. Şimdi Veli ile arkadaşlarının malı olan bahçelerini de sulamak için, büyük havuzu yaptıran o Rum''du. Hakim, tedbir kararını kaldırdı.

Kocabaş''lar, suyu, mahkemenin ilk kararından beri kuruyan, kendi havuzlarına çevirdiler.

Temmuz çıkıyordu. Su, on gün öncesine göre yarı hızla akıyordu. Ertesi sabah boşaltacakları sırada havuzun henüz dolmadığını gördüler. Suyu aşağıya salmadılar.

O gün aşağıdaki havuza damla su düşmedi. Veli ile arkadaşları boş yere havuzun başında dolandılar, suyun gelmesini beklediler. Hasan, ancak gecenin geç saatlerinde suyu aşağıya çevirdi.

İki üç gün sonra suyun hızı daha da kesildi. Su, artık sabahtan sabaha boşaltılan havuzu zar zor doldurabiliyordu.
Ağustosun ilk haftası sonunda, Veli ile öbür bahçe sahipleri büsbütün susuz kaldılar. Bahçelerini sulayacakları saatlerde çaresizlik içinde kıvrandılar.

Susuz kalan bahçelerde, yeni açan fasulye, patlıcan çiçekleri kurudu, yapraklar uçlarından sararmaya başladı. Domates, biber fidanları dik duruşlarını kaybetti.

Ağustos ortasına doğru, bir gün Hasan Kocabaş, Osman''ı köye bakkaldan öteberi almaya gönderdi.
Osman, büyük havuzun üst başından geçen yoldan köye doğru ilerlediği sırada, oralarda dolaşan sığırtmaç çocukları gördü. Çocuklardan biri yerden bir taş aldı. Yayılan hayvanlara fırlatıyormuş gibi, Osman''a doğru savurdu. Taş, Osman''ın başı üstünden geçip iki üç adım ötesine düştü. Hemen onun arkasından atılan ikinci bir taş, Osman''ın yanından geçip bir erguvan kümesinin dallarını sarstı.

Osman duraladı, çocuklara doğru baktı, sonra bir şey demeden yoluna devam etti.

Çocukların Osman''a sataşmaları bu kadarla kaldı. Bu küçük olay gösteriyordu ki, komşularıyla aralarında başlayan husumet çocuklara kadar yayılmıştı. Ovada kış yaz, gündüzleri büyük havuza akan suyun sesi artık duyulmuyordu. Komşularının husumeti, bu sesin yokluğunun yarattığı boşluk içinde pusuya sinmiş, gittikçe büyüyerek öç alacağı günü bekliyordu. Karşıdan gözüne çarpan komşuların bahçelerinin görünüşü berbattı.
Köye yaklaştığı sırada, köyden dönen Musa Öztürk''le karşılaştı. Osman sıkıldı. Çaresi olsa Musa ile göz göze gelmemek için yolunu değiştirecekti. Musa yanından kendisini selamlamadan geçti.

Köyde kimi görse kendisine soğuk davranıyor gibi geldi. Alış veriş ettiği bakkal:

- Ülen Osman, dedi, konu komşu aranızda anlaşsanız olmaz mıydı? Böyle mahkemelere gidecek ne vardı?

Bakkala ne karşılık vereceğini bilemedi Mahkemeye giden, suyu bırakmak istemiyen kendisi değildi.

Düşmanlarının önünde ağabeyini yalnız bırakmak, tek başına kendisini temize çıkarmak da istemiyordu. Kızara bozara:

- Mahkemeye giden onlar oldu, diyebildi.

Dönüşte, kimse ile karşılaşmadan havuzun üst başına geçebilmek için adımlarını hızlandırdı. Ama o daha bahçelerin hizasına gelmeden Ethem Ölmez''in anası, çardağından fırladı, bağıra çağıra üstüne gelmeye başladı.

- Ülen Osman, sizde hiç vicdan, hiç hicap kalmadı mı? Bak, şu bahçeleri ne hale getirdiğinizi bir gör! Komşuluk hakkı nedir düşünmek kalmadı mı?

Osman, başı önünde, bakmadan, karşılık vermeden kadının önünden geçti. Ardından hala onun ilenmeler yağdırarak bağırdığını, söylendiğini duydu. Dama dönünce, elindeki tuzu, pirinci karısına verdi. Ağabeyi damdan iki yüz adım ötede, cebelde çalışıyordu. Bahçelerine, aşılıklara baktı. Fidanları, sebzeleri hep yeşilinden gülüyor, havuzları şarkı söylüyordu. Az ötede duran arık çapasını kaptı. Su yolunu aşağıya giden oluğa bağladı. Havuzun ağzını kapayan dayağı kavrayıp yukarı kaldırdı. Kaynaktan gelen suyu da oluğa çevirdi...

Az sonra suyun kış aylarındaki hızıyla aşağıdaki havuza vardığı duyuldu. Sığırtmaç çocuklar, "Su! Su!" diye bağrıştılar. Ellerindeki değnekleri savura savura, sıçrayıp bağrışarak havuza doğru koşuştular.

Bahçelerindeki çardaklarda kim varsa kopup, geldi, havuzun başında toplandı. Kalabalık, kısa bir süre şaşkın şaşkın, oluktan havuza akan suyu seyretti. Birkaç dakika sonra suyun hızı hafifledi, gittikçe hafifledi. Yukarıda, Osman''ın açtığı havuz boşalınca, su kaynaktan çıktığı gücüyle akmaya başladı, parmak kalınlığına indi.
Havuzun başında toplananlar aralarında bakıştılar. Birbirlerine söylemeseler de hepsinin aklından geçen düşünce birdi: "Bu kadar mı? Bu kadarı önce kime?"

Havuza dolan suyun yüksekliği bir karışı aşmıyordu. Onu da, havuzun kuruyan çamuru emecekti.

Kalabalığın şaşkınlığı çabuk geçti. Kısa bir an akıllarından geçen düşünce dağıldı. Suyun hızına bakarak kimsenin Kocabaş''lara hak vermeye niyeti yoktu.

Aralarında Hasan''ın kötülüğü, Osman''ın iyiliği üstüne bir iki konuşma geçti. Derken, o parmak kalınlığında suyun da yukardan kesildiğini gördüler.

Osman''ın köyden döndüğünü, damın yanında dolaştığını karşıdan gören Hasan, işini bıraktı. Osman şöyle böyle beş dakikadır ortada yoktu. Ne yapıyordu? Kendisi cebelde ter dökerken, o karısıyla belki de dama kapanmıştı yine! Geceleri neyse ama, iş zamanı... Kıskançlığını yenemeyerek dama doğru ilerledi.

Osman''ı elinde çapa, damın önünde dikilir gördü. Küçük havuzları boştu. Bu kadarı da öfkesini boşaltmasına yetti:

- Ne yaptın?

Osman oralı olmadı:

- Varsın bir günlük de onlar bahçelerini sulasın...

- Nasıl? Sen bana sormadan bu işi nasıl yaparsın? Su değil, ben onlara günahımı vermem! Bu kadar vekil, mahkeme masrafı ödedim. Ben neciyim burda? Eşek başı mı?

Osman alttan aldı, ağabeyini yumuşatmak istedi. Komşularını düşman etmektense, yağmurlar gelinceye kadar, gün aşırı suyu aşağıya salmalarının daha hayırlı olacağını anlatmaya çalıştı. Bahar, az ötede, söze karışmadan tartışmalarını dinliyordu.

Hasan köpürdükçe köpürdü. Bağırıyor, çağırıyor, farkında olmadan bu bahane ile karısının önünde kendisinin kardeşine üstünlüğünü açıklamak istiyordu:

- Sen kimsin bana sormadan suyu aşağıya salacak? Sen bana akıl verecek kadar oldun mu? Küçük gibi küçüklüğünü bil! Komşular düşman olurlarsa bana olsunlar! Sen işine bak, o kadar. Sen, ben ne dersem onu yap! Ötesine karışma! Ağzımı açtırıp kötü kötü söyletme beni...

Arık çapasını kardeşinin elinden kaptı. Suyu aşağıya giden oluğa bağlayan arığı bozdu. Kaynaktan çıkan suyu da kendi havuzlarına çevirdi.

Bu aşırı öfke, Osman''ın sabrını taşıracak duruma geldi. Ağabeyi hala söyleniyordu. Gürültüyü duyan çocuklar, tarlalarının alt başında birikmişti. Bu bahçe, bu aşılıklarda ağabeyi kadar onun da hakkı vardı. Karısının önünde azarlanmak gittikçe onuruna dokunmaya başladı.

Hasan, havuzun başında doğrulmuş, bu kez çocuklara çıkışıyordu:

- Koşun, analarınıza, babalarınıza selam söyleyin! Burada Osman''ın değil, benim sözüm geçer! Suya ihtiyaçları varsa Osman''a değil, gelip bana yalvarsınlar...

Ağabeyine doğru yürüdü. Bahar, kendisini önlemek istedi:

- Bırak, deliyle uğraşma!

Bir el hareketiyle Bahar''dan kurtuldu:

- Ağa, dedi, benden su isteyen olmadı! Suyu ben istedim, ben saldım. Önüne gelene sataşıp durma!..

Hasan bu karşılığı beklemiyordu. Durakladı:

- Sen ne demek istiyorsun? Büyüğüne karşı mı geliyorsun?

- Büyük gibi büyüklüğünü bil! Sen büyüksen ben de küçük değilim! Evli barklı adamım! Karımın önünde ettiğin lafı kulağın duysun...

- Ben sana ne dedim ki?

- Ne dedinse dedin, artık sesini kes!

Kardeşi kendisinden güçlü kuvvetliydi. Huyuna gidildiği zaman yumuşak başlı, alçakgönüllü olduğu ölçüde, kızdığı zaman da gözüpek, atılgan olurdu. Kardeşinin onurunu az önce nasıl bile bile yaralamak yolunu tutmuşsa, şimdi de bile bile okşamak yolunu tuttu. Önce, bahçelerinin alt başında toplanan çocuklara doğru yürüdü:

- Ne dikiliyorsunuz orada be?.. Canına yandığımın veletleri, karşınızda seyir mi var?

Çocukları uzaklaştıracak kadar zaman kazandıktan sonra geri döndü. Aralarında hiçbir kötü söz geçmemiş gibi Osman''a:

- Ben senin ağanım, dedi, benim sözüm seni incitmesin! Benim tecrübem elbette ki senden fazla! Böyle öfkelendiysem senin benim menfaatimiz için...

Havuzun alt başında toplanan kalabalık, Kocabaş ''ların kavgasını çocukların getirdiği haberden öğrendiler. Suyu beklemekten ümitlerini kesince dağılmaya başladılar.

Ethem''in anası, çocukların anlattıklarını duydukça öfkelendi. Kadın, başları önünde, tarlalarına doğru ilerleyen erkeklerin önüne geçti:

- Siz de erkek olacaksınız sözüm ona! Bu iş erkek işi! O bodurun yanına bunu bıraktıktan sonra yazık sizin erkekliğinize! Çoluk çocuğunuzun nafakasını korumasını bilsenize!..

Erkekler aralarında konuştular. Veli Sarı:

- Onun da sırası var... dedi, sustu.

Ağustosun ikinci yarısı, Veli ile komşuları için, mihnet öfke günleri oldu. Bahçelerindeki sebzeler, saplarına varıncaya kadar kurudu. Başka zaman bir tavuk girse koşup kovaladıkları bahçelerinde, şimdi başı boş bıraktıkları sağmalları, binekleri dolaşıyordu.

Havuzun çevresindeki narlar, susuzluktan çatlayıp yarıldı. Hayıtların nemi çekildi. Dereye inen küçük ördek sürüleri, boş yere uzun süre su arandıktan sonra, derenin üstünü örten yabanıl sarmaşık kümelerinin gölgelerine sığınıyor, güneşin hızı geçinceye kadar gölgeliklerde kalıyordu.

Veli, bahçesini karşısında yanar kavrulur gördükçe daha az konuşur oldu. Sabahtan akşama, ağzı dili kenetli, bir ağacın dibinde düşünüyor, düşünüyor, geceleri kolay kolay gözüne uyku girmiyordu.

Hasan Kocabaş, bütün bir yıllık emeğini kurutuyordu. Sofrasının bereketini kurutuyordu. Çoluk çocuğu ile belleri üstüne eğilip yetiştirdikleri, emek verdikleri ne varsa kurutuyordu. Hasan Kocabaş''ın ona ettiğini, o da Hasan Kocabaş''a edecekti. Sırası gelsin, Kocabaş''ların hala bahar ortasındaymış gibi yeşil duran bahçesini kurutacaktı!
Hüseyin''le, Musa''yla, Ethem''le bir araya geldiklerinde, onları da başları önünde düşünceli görüyordu. Her biri, karşılaştıkça, üzgün, keyifsiz, gözünün içine bakıyor, ne diyeceğini bekliyor, sonra, bir şey demeden susuyorlardı.

Eylül ortalarında ovaya ilk yağmur düştü. Hafta geçmeden ikinci yağmur düştü. Kuraklık sözleri unutuldu. Yeniden çiftler koşuldu. Nadaslar hazırlandı.

Veli ile arkadaşları, bahçelerinin ortasındaki çardaklarından, derenin alt başında, birbirine komşu damlarına taşındılar. Artık geceleri yataklarında gök gürültüleri işitiyorlardı. Dereler su tutmaya başlamıştı. Yanından geçenler büyük havuzu her zaman dolu görüyordu.

Güz ayları boyunca, bu anlaşmazlık unutulmuş gibiydi. Ocak başlarında bir sabah, Veli Sarı, gün doğmadan eşeğine binmiş, oduna gidiyordu. Çiftesi omuzundaydı. Zağar kırması dişi köpeği eşeğinin arkası sıra geliyordu. Veli, Kocabaş''ların bahçesinin yanından geçtiği sırada, Kocabaş''ların gündüz bağlayıp gece başıboş bıraktıkları iri çoban köpeği, üç beş sıçrayışta bahçeden yola çıktı, zağarın kuyruğuna takıldı.

Veli, Kocabaş''ların damına doğru baktı. Görünürlerde kimse yoktu. Daha uyuyor olmalıydılar. Hemen verdiği bir kararla topuklarını hayvanın karnına indirdi, zağarını çağırdı. Hayvan, yürüyüşünü hızlandırdı.

Kocabaş''ların köpeği ile oynaşmaya başlayan zağar, sahibinin çağırdığını duyunca koştu, hayvanın peşine takıldı. Kocabaş''ların köpeği zağarın ardına düştü.

Böyle bir çeyrek, yirmi dakika gittiler. Tekebaşı''nın gerisine düşen boğazı dolandılar. Boğazın sonunda, Veli eşeğinden indi. Çiftesini omuzladı. Durmadan zağarına aşmaya çalışan köpeğin başına nişanladı, boşalttı. Köpek, ulumaya sıra kalmadan yere yıkıldı, bir iki debelendi, cansız kaldı.

Veli, oyalanmadan hayvanına bindi. İki saat sonra, geldiği yönün tam tersinden, Bademler''in gerilerine çıktı. Oralardan yaptığı bir yük odunla ikindiye doğru damına döndü.

O gün, kuşluğa doğru, Hasan''ın, Osman''ın, Bahar''ın tarlalar, bahçeler arasında dolaştıkları, "Arap, Arap!" diye ünleyip köpeklerini aramaya çıktıkları görüldü. Karşılaştıkları kimseler, onların aramalarıyla ilgilenmiyor, onlar da kimseye Arab''ı görüp görmediğini soramıyorlardı. O günün akşamına kadar, Kocabaş''lar köpeklerini aramadık yer bırakmadılar. Tekebaşı''ndan, kuzeyde Ayrandere''ye, batıda Seferihisar şosesine kadar, bütün damların çevrelerine dolandılar, geri döndüler, yine aşağılara yayıldılar, fayda etmedi.

O gün, bütün ova öğrendi ki, Kocabaş''ların bahçesinin bekçisi, bahçelerine kimseyi yaklaştırmayan o ünlü çoban köpeği kaybolmuştu. Ertesi gün öğleden sonra, Tekebaşı''ndaki cebelin gerisinde, havalarda kuzgunların dolaştığını gören Hasan, Arab''ın izini buldu. Sırtlanlar, kuzgunlar Arab''ın leşini didik didik etmişti.

Haber duyuldu. Ovanın, Arab''ın gücüne hayran çocukları, aralarında, hayvanın kurt, sırtlan sürüleriyle boğuştuğunu, kurtları, sırtlanları ta öldüğü yere kadar kovaladığını, oralarda kıstırılıp boğazlandığını konuştular. Ama büyükler bu yoruma inanmadı.

Daha leşini bulamadan, köpeğini düşmanlarının öldürdüğü Hasan Kocabaş''ın içine doğdu. Leşini bulduğu zaman, hayvanın kafa kemiklerinin paramparça olduğunu gördü. Bu işaret Hasan Kocabaş''a yetti. Düşmanları damına yaklaşıp öç almak istiyorlardı. Köpeğini ortadan kaldırmakla işe başlamışlardı.

Boğazdan dama dönünce, Hasan durumu kardeşine açtı. Bu iş Veli Sarı''nın işiydi. Yeni bir köpek bulup, damlarına alıştırıncaya kadar, geceleri nöbetleşe, mallarını, canlarını kollamaları gerekti.

Damda iki silahları vardı: Biri kırma bir çifte; öbürü babadan dededen kalma eski bir gra tüfeğiydi. Çifte, damın iç bölmesinde, Osman''ın yattığı odada duvara asılıydı. Ruhsatı Hasan''ın üstüne çıkarılmıştı. Gra, bulundurulması yasak silahlardan olduğu için dışarıda, ahırın kirişleri arasında saklı duruyordu.

O gece, iki kardeş silahlarını yerlerinden indirdiler. Sildiler, hazırladılar, sıkılarını yokladılar.

Hasan ne kadar telaşlı ise, Osman o kadar durgundu. Bu hazırlık ona gereksiz görünüyordu. Kimseye fenalık etmeyi düşünmediği için kimseden de fenalık beklemeyen bir yaratılışı vardı. Nöbet sırası önce ona düştü. Eline silah falan almadan damın yakınlarında biraz dolaştı, sonra geldi, damın kapısı önünde durdu.

Hasan, nöbet sırası gelinceye kadar uyumak için yattı. Ama yine uyuyamadı. Kardeşinin tehlikeyi umursamaz görünen davranışı yüzünden içi rahat değildi. Bir ara, ona çifteyi yanına almasını söyleyecek oldu. Kardeşi önemsemeden "Gelen olursa alırım" diye karşılık verdi.

Yeniden uyumaya çalıştı. Bu kez, iç bölmede yalnız kalan Bahar''ın durmadan yatağında sağa sola dönüşüne, derin derin iç çekişine aklı takıldı. Yine Bahar''ın çırılçıplak görüntüsü yanı başında belirdi. Saatler sonra, Osman nöbeti ona devretmek için içeriye girdiği sırada gözleri hala açıktı. Kendisi, damın kapısı önüne çıkınca, iç odada yine her gece uykusunu kaçıran solumalar, gürültüler başladı. Kapının önünden uzaklaştı. Yakınlarda bir süre dolaştıktan sonra döndü, iç bölmeden gelen o sesler şimdi yine kesilmiş, sevdalıların düzgün soluk alışları duyuluyordu.
Ertesi gece, daha ertesi gece hep böyle geçti. O nöbete çıktıkça, Osman karısıyla sevişti, uyudu, o sabahlara kadar uykusuz kaldı.

Üç gece damlarının yakınlarında en küçük bir karaltı görünmedi. Dördüncü gece, Osman ona nöbeti devretmeğe geldiği sırada gözlerinden uyku akıyordu. Yatağından güçlükle kalkabildi. Uykusu açılsın diye bir süre damın önünde dolandı. Sonra dayanamadı, damın kapısını açık bıraktı, dönüp yerine uzandı, uyuyakaldı.

Uykusu ne kadar sürdüyse sürdü. Rüyasında, yazın sularını kestiği düşmanlarının, omuzlarında boş bir tabutla damın açık kapısından içeri girerek kendisine yaklaştıklarını görürken yatağından sıçrayarak doğruldu.
Odanın karanlığı içinde gözlerini açık duran kapıya dikti. Kapı boşluğu gecenin karanlığı ile doluydu. Kapının kanadı, dışardan giren rüzgârla, boşlukta hafif hafif sallanıyordu.

Karanlığı dinledi, iç bölmeden, kardeşi ile karısının düzgün soluk alışları geliyordu... Dışarıda, suyun, yaprakların hışırtısı... Daha da kulak kabarttı. Suyun, rüzgarın alışık olduğu uğultusu arasında yüreğini daraltan bir fısıltı dolaşıyordu... Arada gevrek bir dal çatırdısı... Bir dal kümesinin sarsılıp sessiz kalması...

Yerinden fırladı. Damın önüne dikilip karanlığa gözlerini dikti. En hafif çatırdılara kulak verdi: Aşılıklarda birileri dolaşıyordu.

Kedi kadar kuvvetli gözleri, aşılıkların arasında, yanyana ilerleyen iki karaltıyı seçmekte gecikmedi. Hızla dama döndü. Osman''ın yattığı bölmeye geçti. Osman''ı, uykuda Bahar''ın beline sardığı sevdalı kolundan çekip uyandırdı:

- Kalk, dedi, gavurun enikleri zarara gelmiş, aşılıkları buduyor!.. Osman yerinden sıçradığı sırada, döndü, damın dış kapısı ardında duran grayı kavradı. Granın fişeklerini çıkın ettiği mendili kaptı, dışarı fırladı. Grayı karaltılara doğru boşalttı.

Silah sesi, tepelere çarptı. Vuramamıştı.

Karaltıların sindiğini gördü. Daha aşağıya nişan alarak ikinci bir el ateş etti.

Karanlıktan, damlarına doğru çevrilen bir çifte patladı. Patlama, damın duvarında tok bir ses çıkardı. Duvardan bir parça sıva koptu, yere düştü. Osman, pantolonunu ayağına çeker çekmez, kendisine kalan çifte ile fişekliğini kaptı, ağasının yanına koştu.

Karaltılar, eğilerek aşılıkların gerisine doğru kaçıyordu.

Hasan bir daha ateş etti, bir daha... Karanlıkta gezi, arpacığı ayarlayacak hali yoktu. Namluyu kararlamasına doğrultup tetiği çekiyordu. Osman, çiftesini iki el boşalttı.

Karaltılar siniyor, ateş edildikten az sonra, yeniden kımıldayıp kaçmaya başlıyordu.

İki kardeş karaltıların peşine düştüler.

Karaltılar, yüz-yüz elli adım önlerinde, aşılıktan çıkıp fundalıklara daldı. Oradan kendilerine doğru, bir çifte, iki el daha boşaltıldı.

Hasan ile Osman, aşılıkların içinden ateş edene doğru ilerlediler.

Yetiştirdikleri bütün aşılar, zeytinler, şeftaliler, kayısılar, incecik gövdelerinden ikiye biçilmiş, bütün fidanların üst kısımları diplerine devrilmişti. Karanlıkta, ayakları, gövdelerinden ayrılmış dal kümelerine dolandıkça, ikisinin de gözleri hiçbir tehlikeyi görmez oldu. Fundalıklara doğru öfkeyle atıldılar.

Karaltılar, fundalıkların arasında bir daha doğruldu. Geriye tepeye doğru kaçmaya başladı, ikisi de silahlarını doldurup, karaltılar ortaya çıktıkça boşalttılar.

Bu silahlı çarpışma, bir çeyrek, yirmi dakika kadar sürdü. Kaçan karaltılardan biri düştü, bir daha kalkmadı. Öbürü, bir süre sonra, bir daha sıçradı, beş on adım kaçtıktan sonra eğildi, bir daha doğrulmadı. Funda kümelerinin arasında, onun yerini kestirebilmek için, günün ilk ışıklarına kadar beklediler. Her kımıldanan çalının dibine ateş ettiler. Karaltı görünmedi. Sonunda ortalık yeni yeni ağarırken, tüfek atımı uzaklığından çıkmış birinin fundalıkların gerisinde, tepeyi aşıp, gözden kaybolduğunu gördüler.

Gün doğarken, hemen bütün ova halkı, Kocabaş''ların aşılığı içine dolmuştu. Kalabalık, harap olmuş aşılıkların arasından ilerledi, fundalıkları taramaya başladı. Çok geçmeden bir çalı kümesinin dibinde kan izleri, kan izlerinin ilerlediği yönün beş on adım ötesinde, katılaşmış parmakları arasından bırakmadığı çiftesiyle, Veli Sarı''nın ölüsü bulundu.

Daha sonra, tepeye kadar bütün fundalığı taradılar. Veli Sarı''nın arkadaşının izini bulup çıkaramadılar. Fundalıklar arasından birinin sürünüp kaçtığı, ezik, bir iki daldan anlaşılıyordu. Ezik dalların dibinde çamurlu ayak izleri vardı. Daha ilerde, fundalıkların bitiminde, çakıllık, taşlık, kekikliklerin başladığı bölgede, bu ayak izleri de seçilmez oluyordu.

Veli Sarı''dan başka, bütün köy, bütün ova halkı orada hazırdı. Hüseyin, Ethem, Musa, susmuş, olanlara bakıyorlardı.

Kuşluğa doğru, savcı, hükümet doktoru, jandarma komutanı, jandarmalar geldi.

Doktor, Veli Sarı''nın ölüsünü gördü. Sol omuzunun gerisinden, omuzunun bir karış altından giren bir gra kurşunuyla öldürüldüğünü saptadı. Gömülmesine izin verdi. Veli Sarı''nın karısı, yakınları, ölüyü teslim aldılar.
Kocabaş''ların, bahçelerinin durumu, zararları üstüne bir tutanak düzenlendi. Veli Sarı''nın çiftesine, Kocabaş''ların silahlarına el konuldu.

O kalabalıkta Kocabaş''ların ilk ifadeleri alındı.

Savcı önce Hasan''a:

- Nasıl oldu, anlat?., dedi.

Hasan, komşularıyla aralarında su yüzünden çıkan anlaşmazlıktan başladı. Mahkemenin kararını, dört gün önce köpeklerinin öldürülmesini, köpeklerinin öldürülmesi olayını düşmanlarının öç almak için hazırladıklarına yorduklarını, dört gecedir kardeşi ile nöbetleşe mallarını, canlarını beklediklerini anlatmaya koyuldu.
Sözü uzatıyordu. Savcı:

- Bırak şimdi bunları, dedi. Dün gece nasıl oldu? Veli''yi nasıl öldürdünüz onu anlat! Bunları sonra da anlatırsın...

- Dün gece nöbet bendeydi. Uyumuşum. Dört gecedir gözümü kırpmamıştım. Bir ara bir gürültü duyar gibi oldum. Ben damın önüne çıktım ki aşılıklarda karaltılar dolaşıyordu. Ben damın önüne çıkınca üstüme bir silah atıldı. İçeri kaçtım. Osman''ı uyandırdım. Biz de silahlarımızı kaptık, aşılıklarımıza girenleri kovalamaya başladık. Onlar silah atınca biz de attık...

Savcı, burada, Hasan''ın sözünü kesti. Silahların durumunu gözden geçiren jandarma komutanına döndü. Komutan, Veli Sarı''nın ölüsü yanında bulunan silahın atılmış olduğunu söyledi. Damın yan duvarından düşen sıva parçaları da Hasan''ın dediklerini doğruluyordu.

Savcı, Hasan''ın sorgusuna devam etti:

- Başka?

- ................

- Başka bildiğin yok mu?

Hasan omuzlarını kastı:

- Başka ne olsun bey? Gerisini gördünüz...

Savcı,sertleşti:

- Veli''yi hanginiz öldürdünüz? Onu söyle...

Hasan, ezilip büzülmeye başladı, adeta küçüldü:

- Vallaha bilmem ki bey, dedi, biz kimseyi öldürelim demedik! Gelenlerin kim olduğunu bildiğimiz yoktu.

Karanlıkta rastgele ateş ettik. Malımıza, canımıza zarar gelmesin, düşmanlık edenler zararlarında ileri gitmesin, yılsın dedik... Biz bu bahçeyi bu hale getirinceye kadar bir gün dur otur nedir bilmedik... Bize de günah değil mi hakim bey? Bu yapılan vicdana sığar mı?

Doktor, savcı, komutan bakıştılar. Gözlerinin önündeki bahçenin görünüşü, en az ölenin görünüşü kadar yürekler acısıydı.

Savcı kısa bir susuştan sonra:

- Peki bu silahların damınızda işi ne? dedi.

Hasan, soruyu yadırgamamış göründü:

- Çiftçi evi bey! Allahın kırında silahımız olmasın mı? Çiftçi evinde silah bulunmadan olur mu?

Savcı silahları işaret etti:

- Bu gra kimin?

- Baba yadigarı...

- Bunu bulundurmak yasak! Haberiniz yok muydu?

Hasan sustu.

- Söylesene!

- Ne diyeyim hakim bey? Baba yadigarı işte, bulunmuş bir kere...

Durmadan kendisine hakim bey diyen Hasan''ın yanlışını savcı düzeltmek zorunda kaldı:

- Ben savcıyım. Mahkemeye çıkınca hakim bey dersin... Peki çifteniz de varmış, çifte yetmez miydi? Bu çifte kimin?

- Çifte benim...

Hemen elini cebine attı. Eski bir cüzdan içinden kat kat, aşınmış bir iki kağıt çıkardı. Kağıtlardan birini, şöyle bir bakıp savcıya uzattı:

- Bu da çiftenin ruhsatı...

Hasan''ın verdiği kağıt, çiftenin ruhsatı değil, havuz yaptıracağı sırada kaymakamlıktan aldığı iki torba çimentonun kendisine verilmesi ile ilgili belgeydi. Hasan, çimentoyu başka yerden bulmuş, belgeyi de saklamıştı. Savcı yüzünü buruşturdu:

- Bunun neresi çifte ruhsatı? Bu çimento belgesi... Çifte ruhsatın nerde? Göster...

Hasan bu sefer, dörde katlı ikinci bir kağıdı uzattı.

Savcı ikinci kağıdı inceledi. Okuduğu, Hasan Kocabaş''ın avcı sıfatıyla edindiği çifte bulundurma ruhsatı idi.

Komutan, ruhsat belgesinde yazılı kayıtların, el konulan çifte ile uygun düştüğünü söyleyince, savcı Hasan''ın sorgusunu yeter gördü. Osman''a:

- Sen anlat bakalım, dedi.

Osman duraladı. Söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Bahar''ın koynundan yeni kalkmış gibi, hala uyku sersemiydi. Olup bitenlerin gerçekliğini doğru dürüst kavrayamıyordu. Uykudan gözünü açıp da gördüğü, yıllardır her sabah uyanıp da gördüğünden değişik bu olaylar, bu baştanbaşa gövdelerinden biçilmiş aşıların durumu, bahçelerinin içinde toplanan bu kalabalık, Veli''nin ölüsü, kendisini sorguya çekenler, ancak rüya hızıyla üç dört saat içinde bir araya gelebilirdi. Bıraksalar, gözlerini oğuşturup bütün bu kalabalığı karşısından silecek, yıllardır her sabahki gibi, çapasını kavrayıp işe başlamak için cebele doğru ilerleyecek sanılırdı.

Osman''ın şaşkınlığına bakınca, birdenbire genç savcıya durum aydınlanmış göründü:

- Çifte, ağabeyinin miydi?

Osman başını evet anlamına eğdi.

- Grayı da sen kullandın öyle mi?

Osman bu soruya ne karşılık vereceğini bilemedi. Jandarmalar, bir elli adım ötede, biriken kalabalığı yaklaştırmıyorlardı. Kalabalık arasında gözleri Bahar''ı aradı. Altı aylık gebe Bahar''ın neredeyse jandarmaları geçip kendisine doğru atılacakmış gibi, kalabalığın içinde soluduğunu gördü.

Veli Sarı''nın ölüsünü gördükleri anda, Veli''nin gra ile öldürüldüğünü, yani Veli''yi ağabeyinin öldürdüğünü anlamıştı. Ağabeyi de anlamıştı. Şimdi, ağabeyini ele vermeyi onuruna yediremiyordu. Veli''yi ben vurdum demek ağasına düşerdi.

- Cevap versene... Ne susuyorsun?

Yine sustu.

- Olay ağabeyinin dediği gibi mi oldu?

Osman gözlerini savcıya kaldırdı.

- Ağabeyin seni kaldırdı, aşılığa girenler ateş edince, siz de ateş ettiniz değil mi?

Osman mırıldanır gibi:

- Öyle, dedi.

Savcı, komutana, doktora baktı, ikisi de savcıya baş salladılar. Yeniden Osman''a döndü:

- Peki, dedi, anlaşıldı...

Savcının, Veli Sarı''nın yardımcısı kim olduğu üstüne köylüler arasında açtığı soruşturma sonuçsuz kaldı. Musa, Ethem, Hüseyin, Tahtacı Safi, Gödenceli Halil sorguya çekildiler. Hiç birinde yara bere yoktu. Sorguya çekilenlerin yakınları, o geceyi birlikte geçirdiklerine tanıklık ettiler. Kimse çıkıp da, o gece sabaha karşı, Musa''yı evine dönerken gördüğünü söylemedi.

Soruşturma tamamlandı. Hasan ile Osman katilden sanık olarak götürüldü.

Cezaevinin eskileri, yeni gelen Hasan ile Osman''ın yöresini sardılar. Sordular, soruşturdular, önce meraklarını giderdiler. Aralarında yüksek sesle bir tartışmadır başladı.

Hükümlülerden biri:

- Sizin cezanız hafif, dedi.

Bir başkası sordu:

- Ne kadar?

İlk hükümlü:

- Eh, dedi, on iki yılı geçmez.

- On iki yıl ikisine çok...

- Benden o kadar...

İri yarı, kara pos bıyıklı bir hükümlü söze karıştı:

- Bunlardan biri kurtulur, biri yatar...

- İkisi de yatar...

- Biri kurtulur...

- Neden?

İri yarı hükümlü:

- Ortada iki silah var, dedi. Biri gra, biri çifte. Gra ile çiftenin yaraları birbirine benzemez. İkisinin de elinde çifte, ikisinin de elinde gra olsaydı, ölüyü kimin vurduğu bilinmezdi. Ama şimdi hakim yaraya göre öldüreni ayırır. Ölen, gra kurşunundan öldüğüne göre, gra mahkemede kimin elinde kalırsa hükmü o yer, öbürü kurtulur...

Öbür hükümlüler Hasan ile Osman''a döndüler. Az önce "neden" diye soran:

- Ha? dedi, gra hanginizin elindeydi?

Osman, ağabeyine baktı. Ağabeyi bakışlarını kendisinden kaçırıyordu.

- Ha?

Hasan heyecanlandı:

- Çifte benim üstüme kayıtlı! Benim üstüme ruhsatı var...

İri yarı hükümlü devam etti:

- Sen ruhsata kulak asma! Ruhsat senin üstüne olur da o gece grayı sen kullanırsın! Kardeş değil misiniz? Oturup kalktığınız dam aynı. Aranızda tarlada senin çapanı onun, onun çapasını senin kullandığın, sofrada kaşıklarınızın birbirine karıştığı gün olmadı mı? Siz şimdi işin o yanını bırakın da kafa kafaya verin, düşünün, taşının, kararlaştırın, işinize nasıl gelirse öyle davranın! Hanginizin dışarda kalması hesabınıza uygunsa öbürü gra benim elimdeydi desin...

Bir hükümlü, Osman''a döndü:

- Senin yaşın kaç?

Osman''ın yerine Hasan karşılık verdi:

- On sekiz, bilemedin on dokuz. Daha askere gitmedi...

Osman''ın yaşını soran:

- Suçu sen üstüne alsan cezan yaştan da iner... dedi.

Başka biri söze karıştı:

- Sen üstüne al daha iyi...

İri yarı hükümlü hepsini susturdu:

- Siz o yanına karışmayın. Orası ikisinin bileceği iş...

Osman''a döndü:

- Evli misin?

Osman hafif mırıldandı:

- Evliyim...

Hasan''a sordu:

- Sen?

- Benim karım yeni öldü...

İri yarı hükümlü sustu, düşündü.

Osman''a suçu sen üstüne al diyen:

- Eh, dedi, suçu sen kabullenirsen ağan karına bakar...

İri yarı hükümlü yeniden Osman''a döndü:

- Damda gece karın çifteyi kimin, grayı kimin aldığını gördü mü?

Osman sustu.

Hasan''ın rengi uçmuştu. Sesi titriyordu:

- Çifte benim üstüme kayıtlı.

- Onun hükmü yok dedim ya! Sizin gelin, işin doğrusunu görmüştür. Tek tanık o. Şimdi siz aranızda karar verin, suçu kim üstüne alacaksa, gelin, ona göre ifade versin... Ortada malınızın zararı var. Ölen de üstünüze silah sıkmış. Paranız varsa avukat tutun, içerde kalanın cezası sekiz on yılı geçmez...

Hükümlüler o gece Hasan ile Osman''a birer çul verdiler. İki kardeş yanyana yattılar.

Ranzada yerlerine uzandıktan sonra Osman, ağabeyine tek söz etmedi. Ağasının yanında sıkıntıdan göğüs geçirdiğini, oflayıp pufladığını duyuyordu. Ama bir kez olsun dönüp bakmadı, neyin var diye sormadı. Bir araya geldiklerinden beri Bahar''dan ayrı geçirdiği bu ilk gecede, bir süre Bahar''ı düşündü. İki aya kadar çocuk bekliyorlardı. Ağası adam olsa, suçun üstünde kalacağına canı yanmazdı. Ağası beygir gibi ezerdi karısını... Çare? Nasıl kalksın da çifte benim elimdeydi, Veli''yi ağam vurdu desin?.. Mal ikisinin malı, zarar ikisinin zararı, sonra ağabeyi eziyetini çeksin de, o... Hem, dün gece nöbet kendisindeyken Veli aşılıklarına girecek olsa, kendisi de acımaz vururdu Veli''yi...

Hasan korkular, sıkıntılar içindeydi. Kendisi on iki yıl yerse, Osman yumuşak, konu komşuya yüzü tutmaz suyu bağışlar... Osman''ı iten olmazsa kendisi gibi çalışmaz da... Aşılar budanırsa, gelecek yıl filiz sürer... Zararı bir yıla, hadi hadi bilemedin iki yıla iner... Ama sulanırsa!.. Şimdi, malını düşmanlarının gözü önünde rezil rüsva bıraksın, on iki yıl düşmanlarının yüzünü mü güldürsün?

Ya Osman''la Bahar, kendisini ele verirlerse? Bahar, hakime Osman yanımdan kalktı, çifteyi aldı derse?..
Bunu düşününce soluğu kesiliyordu. Kimseye güveni yoktu onun! Hayatında güven duygusu nedir bilmemişti. Bahar Osman''a tutkun! Elbette ki çifte Osman''ın elindeydi der, onu ele verir! Osman, sabahtan beri boş yere mi susuyor? Ah ülen nankör, ah ülen hayırsız! Sen çalış çabala, kardeşim de, malına ortak et, o ağzını açıp, ağa sen meraklanma demesin!

Derisi güneşten kurumuş alnına, sıkıntıdan ter basacaktı nerdeyse... Eh hele Osman''la Bahar bir üstlerine düşeni yerine getirmesinler, bir suçu onun üstünde bırakmaya kalkışsınlar, bilirdi o da hakime ne diyeceğini! Çiftenin ruhsatı kendi üstüne! Elinde ruhsat olduktan sonra! Osman''ı kurtarmak için yalan söylüyor hakim bey, benim silahım belli, ben çiftem dururken ne diye grayı alayım?.. derdi, hem vallaha hem billaha hakime öyle derdi... Hakim de elbette ki inanırdı sözüne...

Bu çare aklına gelince biraz ferahladı. Osman küçük, suçu almak Osman''a düşer, Osman onu böyle demek zorunda bırakmaz da suçu kendiliğinden üstüne alacak olursa, Osman''ı bir gün sıkıntıda bırakmazdı hapiste! Harçlık gönderir, yiyecek taşır, bahçenin gelirinden payını ayırır, Bahar''a da... Sıra Bahar''ı düşünmeye gelince, bir ara Bahar''ın kalçaları, göğüsleri yine canlanır gibi oldu gözünün önünde! Osman hapiste kalırsa on yıl, o kalçalar o göğüslerle bir arada kalacak demekti!.. Ama bu akşam bunları düşünmek istemedi; kurtulacak olursa, adak adar gibi, on yıl Bahar''a kötü gözle bakmayacağına, Bahar''a el sürmeyeceğine kendi kendini inandırmaya çalıştı durdu.
Avukat kaç para isterdi acaba?..

Osman sabaha karşı gözlerini açtığı sırada o daha uyuyamamıştı. Osman''ın gamı tasası yoktu besbelli! Mallarının da, ikisinin de tasasını çeken yalnız kendisiydi. Osman''ı aldı, bir köşeye çekildi.

- Osman, dedi, düşündün mü?

Osman susuyordu.

- Ben bütün gece düşündüm, uyuyamadım.

Osman, söyle der gibi, yüzüne bakıyordu.

- Başımıza bu belalar geldi bir kere. İçinden ne kadar ucuz sıyrılırsak o kadar iyi olur...

Bakışlarını Osman''ın bakışlarından kaçırdı:

- Senin, gra benim elimdeydi demen doğru olur...

Osman susuyordu hala.

- Dışarda kalsan askerliğin var. Gene malımız yüzüstü kalacak... Ben bir başımayım. Askerliğin olmasa, Bahar''dan, doğacak çocuğundan ayrılma der, yatarım, suçum neyse çekerim ama, sen askere gidince halimiz ne olur?

Bütün gece düşündüklerini sıraladı. Avukat tutmak istemiyordu.

Ellerindeki para kıt, zararları büyüktü. Geçimleri, yine iki yılda bir ürün veren on yedi ağaç zeytinle, sekiz dönüm bahçeye kalmıştı. Üstelik bahçe işlenmek isterdi. İkisi birden hüküm giyerlerse bahçeyi kim işler, kim korur, hapishaneye ikisine birden kim harçlık yetiştirirdi? Suçunu kabullense, Osman askere gidince iki yıl yine öyle... Tek çare, suçu Osman''ın üstüne almasıydı.

Anlattı, anlattı:

- Sen, dedi, merak etme! Ben sağ oldukça, hapiste bir gün harçlıksız kalmazsın! Bahar sıkıntı çekmez! Çocuğuna bakar, iyiliğini bin defa öderim. Tek malımız, emeklerimiz perişan olmasın... Düşmanlarımız yıkıldığımızı görmesin... Söyle, haksız mıyım?

Osman düşündü, düşündü. Bütün düşündüklerini ağasına açmadan tek soruya bağladı:

- Söz mü?

Yüzünde korkular uçan, soluğu kesilen Hasan, kardeşinin ellerine sarıldı:

- Söz!

- Peki.

Hasan''nın soluğu boşaldı. Kardeşinin ellerini tekrar tekrar sıktı:

- Göreceksin bu iyiliğini unutmam! Bu iyiliğinin altında kalmam! Bir gün harçlıksız, bir gün sıkıntıda bırakmam seni...

Osman, ellerini ağabeyinin avuçları arasından çekti:

- Yalnız...

- Söyle! Ne istersen söyle?

"Bahar''a bir kötülüğünü duyarsam, çıkınca yanına bırakmam" diyecekti, yüzü tutmadı. Kısa bir süre aklından geçen düşüncelerle dik dik ağabeyinin yüzüne baktı...

- Vekil tutacaksın, ben mahkemede ne diyeceğimi bilemem, dedi.

Hasan''ın keyfi gölgelendi. Bu teklifin canını sıktığını da gizleyemedi:

- Ama...

- Aması yok! Tutacaksın... Benim de hukukum yerine gelsin.

Hasan çaresiz boyun eğdi:

- Peki... Hemen ardından da ekledi:

-Öyleyse Bahar''a bir yolunu bulup haber verelim...

- Ne diye?

- Ağzından söz kaçırmasın. Sorarlarsa gra senin elindeydi desin...

Osman, ağabeyinin yanından ayrılmak üzere davrandı:

- Lüzumu yok! O kadarını ben derim. Gra benim elimdeydi derim...

Sabahleyin, avluya çıkarılan hükümlülerin arasına karıştılar. Az sonra suçu Osman''ın kabullendiğini, avluda dolaşan bütün hükümlüler duydu. Hasan, o gün hemen, hemen bütün hükümlülere kendisinin çifteyle ateş ettiğini, kazanın kardeşinin elinden çıktığını anlattı. Kendisini dinleyen hükümlülerin yüzüne tuhaf bir bakışı vardı. Anlattıklarına kimse inanmıyormuş gibiydi. Bu yüzden içi yine rahat etmedi.

Hapishanenin ilk ziyaret günü Bahar, Osman''ı görmeye geldi. Çamaşır, yiyecek getirdi. Hapishanenin avlusunu çeviren parmaklıkların gerisinde Osman''la görüştü.

Ağabeyi, Osman''ın yanındaydı. Konuşmaları boyunca hep Osman''ın yanında kaldı.

Osman her zamanki gibi dingindi. Hatırını soruyordu. Ağası ise, sabırsız, telaşlı, Osman''ın yanında kıpırdayıp duruyordu.

Olayın üstünden üç gün geçmişti. Bu üç gün içinde, araları açık olmayan uzak yakın tanıdıkları Bahar''ı görmeye taşındılar. Herkes, Veli''yi Hasan''ın öldürdüğünü, kocasının suçsuz olduğunu söylüyordu. Dediklerine göre, Veli, gra ile öldürülmüştü. Bahar, olay gününün şaşkınlığı geçince, o gece ağası uyandırınca Osman''ın duvardan çifteyi aldığını, sabaha karşı elinde çifte ile dama döndüğünü iyice hatırladı. Osman''ı suçsuzdu. Boş yere hapis yatıyordu.
O sabah Osman''ı görmeye giderken, hep "kendini kurtar, beni sakın ağanın eline bırakma!" demeyi kurdu kocasına. Osman''la konuşurken bu düşündüklerini söylemek için, ağasının, gözlerini üstünden ayıracağı zamanı bekledi.

Hasan nerdeyse durduğu yerde duramıyordu, bir ara kocasını dürttü gibisine geldi.

Osman ağır ağır konuştu:

- Bizim ardımızdan sana bir şey soran oldu mu?

Bahar, tasalı gözlerle Hasan''a baktı. Adam ağzından çıkacak sözü bekliyordu. Mırıldandı:

- Olmadı...

- Öyleyse dinle, sorarlarsa çifte ağamın elindeydi dersin! O gece grayı ben aldım...

Bahar şaşırıp sordu:

- Sen...

Osman sözünü kesti:

- Ben ne dersem sen onu dinle! Grayı ben aldım. Çifteyi de ağam... Mahkeme boş yere uzamasın. Senin sözün benim sözümü tutsun... Biz vekille de anlaştık. Vekilin demesi bana verecekleri yedi sekiz yıl! Kısmetse geçer.
Bahar, Hasan''ın rahatladığını gördü.

Hasan, dışarı çıkınca onu, kocasını bir gün sıkıntıda bırakmayacağını uzun uzun anlatmaya başladı. Hapishane başına çökmüştü Bahar''ın. Gözleri kararıyor, başı dönüyordu. Ayağının altında bastığı yer kayar gibi oldu, parmaklıklar birbirine karıştı, düşmemek için gözlerini yumup parmaklıklara sarıldı.

Hasan anlatıyordu hala. Osman''ın:

- Neyin var?

Dediğini duyup, gözlerini açtı. Güçlükle:

- Bir şeyim yok, diyebildi.

Ağası:

- Hamilelik! Hamilelik, meraklanma... diyordu.

Eli ayağı kesik hapishane parmaklıklarından ayrıldı.

Yargılama kısa sürdü. Son duruşma günü, Bahar, sabahtan kucağında iki aylık oğlu ile İzmir adliyesinin kapısında bekledi. Cezaevinin arabasıyla getirilen mahkemeciler arasında, Osman ile ağasının, kolları birbirine kelepçeli arabadan inişlerini gördü. Mahkemeciler, jandarmalar arasında, ikişerli kolda adliyenin merdivenlerine doğru ilerlerken Osman''a doğru atıldı. Jandarmalar atılmasını önlediler. Osman, önünden geçerken kendisine bir defa baktı.

Mahkemecilerin ardından, adliyenin kapısında bekliyen mahkemecilerin yakınları arasında, itile kakıla adliye binasına girdi. Mahkemecilerin kapatıldığı merdiven altının önüne kadar, kalabalığın arasında koştu. Osman''ı merdiven altına indirirlerken bir daha gördü.

Mübaşirin Osman ile ağasını çağırdığını duyuncaya kadar merdiven altının önünde bekledi. Osman ile ağası jandarmaların arasında merdiven altından çıktılar. Osman''a doğru bir daha atıldı. Jandarmalar onu yine uzaklaştırdılar. Osman, ona, kucağındaki oğluna, göz ucuyla bakıp yürüdü. Jandarmaların ardından Bahar da duruşma salonuna girdi. Bademler köylüleri salonu doldurmuşlardı. Salonun kapıya yakın bir köşesinde, ayakta duruşmayı dinledi.

Dinlediği sözlerin pek azını anlayabildi.

Önce avukatları uzun uzun konuştu. Veli''nin yaptıklarını saydı döktü. Avukat, Veli''nin yaptıklarını saydıkça, Bahar: "Gözü kör olasıca, yaktı bizi, yaktı!" diye mırıldandı durdu.

Avukat yerine oturdu. Başkan, Hasan''ı ayağa kaldırdı, sordu:

- Başka bir diyeceğin var mı?

Hasan, yerinde kıpırdadı:

- Ben suçsuzum! Çifte benim! Ruhsatım var! Beraatimi isterim...

Bahar dişleri arasından:

- Ah gavur bodur! diye mırıldandı.

Oğlunu kucağında sıktı. O anda hakimlerin önüne fırlamamak, "Yalan!" diye bağırmamak için kendini güç tuttu.
Başkan:

- Peki, dedi, otur.

Osman ayağa kalktı. Başkan''ın Osman''a ne dediğini iyi işitmedi. Sadece Osman''ın "Yok" dediği geldi kulağına. Osman oturdu.

Hakimler aralarında başbaşa verip bir iki söz fısıldaştılar. Başkan:

- Karar... dedi.

Bahar''ın çevresinde bir kaynaşma oldu. Herkes birden ayağa kalktı. Başkan''ın çabuk çabuk okuduğu kararı, Bahar, bilmediği bir dilden dinler gibi dinledi. Kulağına sayılar, yıllar takıldı. Kararın okunması bitince, kalabalığın önünde kendini duruşma salonunun kapısında buldu. Kapıdan çıkanlar, Hasan''ın aklandığını söylüyorlardı. Kapının yanına çekilip bekledi. Osman''la ağası jandarmaların arasında çıktılar. Hemen ardından avukatları yetişti. Duruşma salonundan çıkanlar, Osman ile Hasan''ın avukatlarının başlarını sardılar. Jandarmalar kalabalığı dağıtmaya çalışıyorlardı. Kendisi kalabalığın gerisinde kaldı. Avukatın Osman''a "Sana da dokuz yıl verdiler" dediğini duydu. Birkaç kez "Osman" diye seslendi. Oğlunu kucaklayıp havaya kaldırdı. Osman''a göstermeye çalıştı. Sesini Osman''a güç bela duyurabildi. Kendisini gördüğü sırada jandarmalar Osman''ı ağası ile birlikte alıp götürdüler.

Bir kez daha, jandarmaların arasında merdiven altına doğru ilerleyen Osman''a doğru atıldı. Jandarmaların yaklaşmasını önlemelerine karşı koyarak merdiven altının kapısına kadar Osman''ın yanı sıra koştu:

- Dokuz yıl çabuk geçer Osman! Dokuz yıl çabuk geçer... Benden yana aklına bir şey gelmesin. Dokuz yıl gün gibi geçer... Oğlunu al! Bak, oğlunu gör... Dokuz yıl çabuk geçer...

Merdiven altının aralığında önünü kesen jandarmalar, Bahar''ı zar zor aralıktan uzaklaştırdılar.

Avukatları, jandarmalardan izin aldı. Merdiven altının kapısı önünde Osman''la, ağasına kısa bir şeyler anlattı. Bahar, karşıdan Osman''dan çok ağabeyinin avukatla konuştuğunu gördü. Osman, bir bakışla, ona kendisini tutması gerektiğini hatırlattı. Sonra, avukatın dediklerini dinledi. Hasan''ın hareketlerinde bir telaş vardı. Sanki mahkemeden geri çağıracaklar, başkan, kararı yanlış okuduk, katil kardeşin değil sensin diyecekmiş gibi, avukatın bütün dediklerini kısa kesiyordu.

Avukat, yargıtay yoluyla Osman''ın cezasını belki de üç yıl daha indireceklerini söylüyordu.
Hasan heyecanlandı:

- Yargıtay istemez bey, yargıtay istemez.

Avukat, Hasan''ın bu hareketine anlam veremedi. Osman''a baktı. Osman:

- Sen üstüne düşeni yaptın bey, dedi, eksik olma...

Ardından ağabeyine döndü:

- Bak ağbi! Sözünden dönmek yok! Beni harçlıksız bırakmayacaksın, Bahar''ın da bir şikayetini duyarsam, dokuz yılın sonu da var!..

Hasan çabuk çabuk tekrarladı:

- Merak etme! Sen merak etme...

Ne diyeceğini şaşıran avukat yanlarından ayrıldı.

Jandarmalar merdiven altının kapısını mahkemecilerin üstüne kapadılar.

Hasan, iki saat sonra hapisten çıktı. Bahar''la birlikte Bahribaba''dan bir Seferihisar otobüsüne bindiler. Otobüsün gerilerinde iki kişilik bir sıraya yanyana oturdular. Az sonra, tıkabasa insan dolan daracık otobüs, motorunun gürültülü çalışmasıyla kalktı. Taşra otobüslerinin o bitmez sarsıntısıyla yol almaya başladı.

Bahar''la oturdukları sırada sıkışmış kalmışlardı. Bacağı Bahar''ın bacağına, kolu Bahar''ın koluna değiyordu. Bu yakınlık elinde olmadan Hasan''ı heyecanlandırdı. Bütün kanının ılındığını, yüzüne gözüne ateş bastığını duydu.
Önceleri kımıldamamaya, Bahar''ın bu yakınlığından elinden geldiği kadar sakınmaya çalıştı. Bahar''ın hiçbir şeyin farkında olmadığını görünce, kendini otobüsün sarsıntısına bıraktı.

Bahar taş kesilmişti sanki, Osman''ın hapisliği, elini kolunu unutturmuştu kadına. Oturduğu yerde donmuş kalmıştı. Otobüsün camından dışarı baksa geçtikleri yeri görmüyor, önüne baksa otobüsün içinde kimler var seçemiyordu. Göğsü yüreğine dar geliyordu. Solunum borusunun altından, sık sık, yeldirmesini, entarisinin yakalarını paralar gibi kavrayıp göğüs geçiriyordu.

Hasan arada bir yanında, Osman''ı harçlıksız bırakmayız, sık sık ararız, evvel Allah malımız bizi kimseye muhtaç etmez, gibi sözler ediyordu. Kadının duyduğu dinlediği yoktu. Hasan''ın dediklerine yüreğinden boşalan derin soluklar, oflarla karşılık veriyordu.

O gece damda, yemeklerini sessiz, konuşmadan yediler. Hasan, dediklerine Bahar karşılık vermeyince sustu. Gördü anladı ki, Bahar kendisinden tiksiniyordu. Kadının yüzünün her hareketi, damın içinde dolaşması hep bu tiksintiyle doluydu.

Yatmalarına sıra gelince, Hasan''ın yatağı yayıktı. Bahar bir şey demeden oğlunu kucaklayıp iç odaya çekildi. Odanın kapısını kapadı. Hasan, onun kapının ardına bir dayak yerleştirdiğini duydu. Fena halde bozuldu. Yatağına yattıktan sonra uzun süre, Bahar''ın aklından geçenleri sezip sezmediğini düşündü. Kendisinden şüphelenip şüphelenmediğini anlamaya çalıştı. İçbölmede Bahar, göğsü paralanır gibi, yüreğinin taşmasından gelen sesler çıkarıyordu. Bir ara Bahar''ın, uyanan oğlunu emzirdiğini duydu. Ardından Bahar''ın göğüs geçirmeleri kesildi.
Bugüne kadar Bahar onun kendisine sulandığını söyleyemezdi. Ne elle, ne gözle Bahar''a karşı kötü bir harekette bulunmamıştı. Aklından geçenler her neyse aklından geçmekle kalmıştı. Madem öyle, ne demeye Bahar kalksın da kapısını ardından dayakla dayasın? Ne demeye Bahar yüreğini bozsun? Bahar''ın ötedenberi aklından geçenleri anlayıp anlamadığını çözmeye çalışırken, utanmış bozulmuştu. Bahar''ın güvensizliğini, kendisinden kuşkulandığını düşündükçe, kapıldığı utanç duygusu, yavaş yavaş Bahar''a karşı bir hınç duygusuna dönüştü.

Dişleri arasından: "Kahpe!" diye mırıldandı: "Madem öyle, kocasının dönmesine dokuz yıl var! Dokuz yıl elimdesin! Gösteririm ben sana ne kadar namuslu olduğunu! Gösteririm ben sana yattığın odanın kapısı ardına dayak dayamayı!"

Sabaha karşı bu hınçla uyuya kaldı.

İlk dört beş gün böyle geçti. Sabah, öğle, akşam birlikte sofraya oturdular. Bahçede, aşılıklarda birlikte çalıştılar. Zora gelmedikçe tek söz etmediler. Aralarında Osman''ın sözü olsun geçmedi. Her gece Bahar, odasına çekildi. Hasan, her gece Bahar''ın odasına çekildikten sonra kapısının arkasına dayak dayadığını duydu. Bu yüzden Bahar''a duyduğu hınç her gece biraz daha arttı.

Gündüzleri, Bahar gittikçe açığa vurduğu bir hışımla ortada dolanıyordu. Her tuttuğunu hışımla kıvırıyor; hışımla yerine koyuyor, yürürken hışımla yere basıyordu.

Altıncı gün, öğle yemeğinden sonra sofra tahtasını Hasan''ın önünden hızla çekip kaldırdı. Birden öfkeyle soludu:

- Osman''ı ne vakit arayacaksın? Daha haftasında adını anmaz oldun...

Hasan sarardı, yine de kendini tutmaya çalıştı:

- Daha harçlığı var! Şimdi işimizin sıkışık zamanı...

- İşlerin sonu yok! Bir günlük kalsın varsın! Harçlığı olsun olmasın, seni, beni, oğlunu görmek istemez mi?

Bahar, elinde sofra tahtası, karşısında ayakta duruyor, göğüsleri hızla kabarıp iniyordu. Sebebini anlıyamadığı bir yumuşaklıkla:

- Pazar olsun, gideriz! dedi. Sen Osman''a öteberi hazırla...

Bahar yatıştı. Sofra tahtasını dışarı çıkardı. Hasan''ın bakışları, damdan dışarı çıkarken Bahar''ın geniş sırtına, canlı kalçalarına takıldı. O yumuşaklığın ardında hıncının için için kabardığını, içinde bir sesin "günü gelsin, görürsün sen" dediğini duydu.

Pazar sabahı, bir sepete zeytin, pekmez, peynir, yoğurt, bazlama, bahçelerinden topladıkları üç dört kilo armut doldurdular. Bahar oğlunu kucakladı, ikisi Seferihisar şosesine indiler. Seferihisar otobüsünü durdurdular. Yanyana otobüsün gerisine sıkıştılar.

Bu kez ilkinden daha da yakındılar. Bahar''ın baldırları, kalçaları, sırtı, kolları neredeyse Hasan''ın üstündeydi. Hasan''ın içini gene o ılık sıcaklık kapladı. Fakat bu kez Bahar, onun yakınlığından rahatsız oluyordu. Kadın büzüldü, toparlandı, vücudunun Hasan''ın vücuduna değmesini önleyemedi. Otobüsün arka sıralarında bütün yolcular üst üsteydi. Hasan''dan kaçacak olsa, öbür yanında oturan yabancının üstüne abanacaktı. İnecekleri zamana kadar yerinde kasıldı kaldı.

Osman''ı gördüler. Götürdükleri yiyecekleri bıraktılar. Hasan kardeşine on lira harçlık verdi. Bahar''ın yanında vaadlerini sıraladı. Bahar, halinden bir şikayeti olmadığını söyledi. Görüşmeleri sona erince hapishaneden birlikte ayrıldılar. Yine tıkabasa dolu bir otobüsle geri döndüler.

O gece Bahar, Hasan''a daha yatışmış göründü. Yatacakları zaman Bahar''ın kapısını ardından dayakla dayamasına nedense ilk gecelerdeki kadar kızmadı. Kararını verdi, ne yaparsa yapsın, kızgınlığını açığa vurmayacaktı.

Bahar''ın otobüsteki sıcaklığını üstünde duyuyordu hala. Uyuyamıyordu. Kalksa, bir omuz verse, kapıyı da dayağı da ardına devirirdi. Ama bu türlü cesaretli işlere atılacak yürek yoktu onda. O gece, Bahar''a duyduğu hınç, ölçülü hesaplı bir karara döndü. Bahar''ı yumuşatacak, güvenini kazanacaktı önce, sonra da Bahar''a gösterdiği güvensizliği ödetecekti...

On beş gün sonra yine Osman''ı görmeye gittiler. Akşamına Bahar''la araları biraz daha düzelmiş olarak döndüler. O gün Bahar''ın yanında Osman''a, her zamankinden daha cömert davrandı. On beş lira harçlık bıraktı. Vaadlerini bir daha yineledi.

Dosyaları yargıtaydan gelinceye kadar, on beş günde, üç haftada bir Osman''ı aradılar. Yargıtay kararı onaylayınca, arada bir Hasan''ı yoklayan başka bir korku da ortadan kalktı. Kendisinin işin içinden büsbütün sıyrıldığına iyice inandı.

Eylül sonlarına doğru Hasan, Osman''ın cezaevinden yazdırıp yolladığı bir mektup aldı. Mektubu komşusu Tahtacı Safi''nin oğluna okuttu. İzmir Cezaevi kalabalık olduğu için, Osman''ın Denizli Cezaevi''ne gönderileceğini öğrendi.
Osman, "acele gelin, görüşelim" diyordu. Ertesi gün, Bahar''la Osman''ı görmeye gittiler. Cezaevinde Osman''ı bulamadılar. Osman, mektubu yazdıralı bir haftaya yakın olmuştu. Mektup önce Urla''ya gitmiş, köye her gün posta olmadığı için, iki gün beklemiş, köyde de Hasan''ın eline geçinceye kadar iki gün alışveriş ettikleri bakkalın tezgahında kalmıştı. Osman''ı bir gün önce İzmir Cezaevi''nden öbür yirmi hükümlü ile birlikte Denizli Cezaevi''ne göndermişlerdi.

Hasan''la Bahar, Osman''a götürdükleri yiyecek sepeti ellerinde cezaevinin kapısından geri döndüler.

O günden sonra cezaevine gidip Osman''ı arama sözü kapandı. Hasan, ertesi hafta Osman''a Denizli Cezaevi adresine on lira postaladı. Aradan on beş gün geçince, İzmir Cezaevi''ndeyken Osman''a on beş günde, üç haftada bir verdiği harçlık gözünde büyümeye başladı. Ertesi ay ancak beş lira yollamaya gönlü razı oldu. Üçüncü ay sonunda onu da yollamayı kesti. Urla''ya pazara indikçe, dönüşte Bahar''a iki sefer entarilik getirdi, başörtüsü getirdi, her defasında da Osman''a harçlık gönderdiğini söyledi. Üçüncü ayın sonunda Denizli''den Osman''ın mektubu geldi. Hasan, mektubu köy bakkalından alınca ne yapacağına karar veremedi. Kabahatliydi. Mektubu kimseye okutmaya yüzü tutmadı. Bademler''den Tekebaşı''na dönerken mektubu yırttı. Bahar''a Osman''dan mektup geldiğini söylemedi.

Bahar''la durumlarında önemli bir değişiklik yoktu. Yavaş yavaş, düşündükçe sonlarının neye varacağını kestiremiyordu. Sekiz aydır bir damın altında yaşıyorlardı. Kendisi hala bekardı. Konu komşunun karşıdan durumlarını tuhaf görmeye başladıklarını seziyordu. Ne gün Tahtacı Safi''nin Göndenceli Halil''in karıları ile yanyana görse, o gün kendisine karşı Bahar''ın hışmı artıyordu.

Bir gün Safi''nin karısı, dayanamadı, açıktan açığa Bahar''a:

- Hasan''a birini bulsana, dedi. Kocan hapisten çıkıncaya kadar dokuz yıl aynı damın altında yalnız mı kalacaksın?

O günün akşamı Bahar hışmını dışarı vurdu:

- Hasan Ağa, dedi, sen evlensen iyi olur!

Hasan, ne diyeceğini şaşırdı.

- Sırası var... diye mırıldandı.

- Sırası ne? Alem ne der diye düşündün mü? Boş yere kendine de bana da söz getirme...

Hasan, bütün gayretini toparladı. Yine de "Ne diyecekmiş alem? Ben kardeşimin karısına mı kaldım?" diyemedi. Bu sözler ağzından çıkacak olsa, Bahar, sesinden bütün düşündüklerini, gerçek niyetini anlayacakmış gibisine geldi.

Başı önünde:

- Bakalım, dedi. Hele şu önümüzdeki kış çıksın da.

O gece, Bahar kapısını arkasından dayakladıktan sonra, yatağında hep bu konuşmayı düşündü. Evlense, Bahar dokuz yıl durur muydu acaba onun damında? Ne vardı Bahar''la Osman''ın arasında? İki saat uzaktaki Hereke''den Osman''a kaçmıştı Bahar. O gün bu gün derken kaza gününe kadar nikahları uzamıştı. Günün birinde oğlunu kucaklasa, buralarda birine kaçacak olsa, kim geri getirebilirdi Bahar''ı? Hele hapisten çıkacağı gün gelsin; Osman''a karı mı yok? Kendisi evlensin de Bahar''ı başıboş mu bıraksın? Kendisi yanıp tutuşurken başkalarına mı yem etsin?..

Gelgelelim kendisini erkekten saydığı yoktu kahpenin! Kalk, diyordu içinden şeytan, kapısını omuzla! Sesini çıkarayım derse, kapa ağzını bir çaputla, kollarını ardından bağla... Öte yandan içinde biriken ölçülü hesaplı hıncın sesini duyuyordu:

"Hele biraz daha bekle; hele biraz daha dişini sık..."

O yıl nisan çıkarken, Hasan bir sabah Urla''da kahvede oturmuş, yakınlarda bir yere zeytin ilaçlamaya giden zeytin bakım memurunun dönüşünü bekliyordu. Bitişiğindeki masada üç kişi kafa kafaya vermişler, biri yüksek, sesle gazete okuyor, öbür ikisi okuyanı dinliyorlardı.

Hasan''ın kulağına bir ara okunanlar arasında "Cezaevi" sözü çalındı. Artan bir ilgiyle kulak verdi. Cezaevinde Osman adında bir hükümlü, başka bir hükümlü tarafından şişlenerek öldürülmüştü.

Üç kişiyi şöyle böyle tanıyordu. Adamlara döndü:

- Kusura bakmayın, ölenin adı neydi?

Okuyan başını kaldırdı:

- Osman...

Hasan meraklanmış, heyecanlanmış göründü:

- Bizim Osman olmasın?

Adamlar da meraklandılar. Okuyan sordu:

- Sizin Osman nerde?

- Denizli''deydi...

Dinleyenlerden biri sordu:

- İzmir''de değil miydi?

- İzmir''deydi, oradan sekiz ay önce Denizli Cezaevi''ne kaldırdılar.

Denizli''den de altı aydır haberini alamadım...

Okuyan kararsız bir tavırla başını geriye attı:

- Değil! Bu ölen Isparta Cezaevi''nde...

Dinleyenlerden ikincisi söze karıştı:

- Baksana, dedi, altı aydır Denizli''den haber alamamış?..

Hiç düşünmediği bir yalan, Hasan''ın dudaklarından kendiliğinden çıkıverdi:

- Altı aydır para yolladım, mektup yazdım, Denizli''den bir karşılık gelmedi...

Dinleyenlerden ilkinin kuşkuları arttı:

- Belki Denizli''den de başka yere kaldırmışlardır?..

Okuyan düşündü:

- Denizli ile Isparta komşu...

İlk dinleyen mırıldandı:

- Olur olur...

Dinleyenlerden öbürü, okuyana:

- Hele, dedi, sen şu haberi baştan oku...

Haber okunurken bu kez Hasan da dinledi. Haberde ölenin sadece adı yazılıydı. Osman''ın kimliğini çözmek dördü için de güçtü. Okuyan:

- Sen bir karakola görünsen, dedi. Karakoldan işin doğrusu anlaşılır...

Hasan yine düşünmeden, yalanını tamamladı:

- Sordum. Her gelişimde sordum. Karakolda insanı adamdan sayan mı var?

Adamların üçü de Hasan''a acıyarak baktılar.

İlk dinleyen bir cigara yaktı. Cigara paketini Hasan''a, arkadaşlarına da dolaştırdı:

- Karakol yazıp çizinceye kadar...

Dinleyenlerden ikincisi:

- Kısmet, dedi, yazılan neyse o olur... Allah sana ömür versin...

Konuşma bu sefer yan masada oturanların ilgisini çekti. Yan masadan biri sordu:

- Ne olmuş?

Dinleyenlerden ikincisi başıyla Hasan''ı gösterdi:

- Kardeşi Osman''ı vurmuşlar...

Adam Hasan''la kardeşini yakından tanıyordu. Durakladı:

- Osman hapis değil miydi?

- Hapiste vurmuşlar...

Olay, masalar arasında böyle yüksek sesle konuşulur duruma gelince, karşı masadan başka biri atıldı:

- Gazetede ben de okudum. Ama Isparta''yı görünce...

Dinleyenlerden ilki açıkladı:

- Osman''ı İzmir''den Isparta''ya kaldırmışlar...

İkincisi tamamladı:

- Kısmet! insanın eceli gelmesin. Azrail insanı, nerede canını alacaksa oraya çeker...

Konuşmanın bundan sonrası akıl sınırlarından çıktı. Kimse Hasan''a fazla bir şey sormadı, "Vah vah!" diyenler, "Başın sağ olsun!" diyenler Hasan''ın yanını yöresini sardı.

Hasan, kardeşinin Veli Sarı''yı nasıl vurduğunu, mahkemelerini yeni baştan anlattı. Kardeşine yaptığı yardımları anlattı. Bir yıldır kardeşinin karısı ile oğluna baktığını anlattı... Dinleyenler: "Sen üstüne düşeni yapmışsın, bundan sonra da yaparsın" dediler. Öğle vakti, kahvedekiler karın doyurmak için dağılırlarken, içlerinde Osman''ın öldüğüne inanmayan biri varsa o da Hasan''dı.

Kasabanın olağanüstü olaylara hasret havası içinde haber çabuk yayıldı. Öğleden sonra, zeytin bakım memurluğunda işini bitirinceye kadar, karşılaştığı uzak yakın tanıdığı kim varsa, Hasan''a "başın sağolsun" dedi. O gün Bademler''den Urla''ya inenler, haberi Hasan''ın dönüşünden önce köye ulaştırdılar.

Hasan, cebinde "Isparta Cezaevi''ndeki Osman''ın öldürüldüğünü" yazan gazete ile Tekebaşı''na vardığı zaman, damı, Bahar''a başsağlığı dilemeğe gelen komşu kadınlarla dolu buldu.

O akşam, Bahar''la ikisi başbaşa kalınca söze nereden başlayacağını bilemedi. Söylemeyi düşündüğü her söz bu heyecan yüzünden dilinin ucuna takıldı kaldı.

Bahar, damın içinde kolu kanadı kırık dolaşıyordu. Hareketlerindeki o eski hışım kaybolmuştu. O gece Bahar''a sadece:

- Gelin, bu dam senin... diyebildi.

Bahar sustu. O gece, iç bölmeye çekildikten sonra, kapısını ardından dayakla desteklemedi. Hasan, kadının yenildiğini anladı. Sık sık içinden geldiği halde, yine de yatağından kalkıp Bahar''ın odasına geçmeye cesaret edemedi.

Ertesi gün, bahçede birlikte çalışırken Bahar''a bir iki kez niyetini açmayı denedi. Ama her söze başladığında:
- Ne yapalım kısmet! Kısmet böyleymiş, Osman''ın geri dönmesi nasip değilmiş... demekle kaldı.

Sıcakta bütün gün çalıştılar. Gece, yatacakları sırada, damın içini kavuran ilk yaz sıcağı Hasan''ın cesaretini arttırdı. Bahar, iç odada oğlunu uyutup geldi. Hasan''ın yatağını yayacaktı.

Hasan yutkundu:

- Gelin...

Bahar kımıldamıyordu.

- Gayri..

Bahar yine kımıldamadı. Hasan''ın söylemeyi düşündüğü, tasarladığı bir iki söz vardı: "Gayri bu damda sen de dulsun, ben de... Sağda solda söz olur diyordun. Şimdi sen dururken benim bu dama yabancı birini getirmem..." Düşündüklerinin hiçbirini söyleyemedi. Nasıl olduğunu anlamadan kolu uzanmış, Bahar''ı bileğinden yakalayıvermişti.

- Gayri ayrı yatak yayma... diye sözünü tamamladı.

Bahar, direnmedi, karşı koyamadı. Bileği, Hasan''ın elinde sarktı kaldı. Hasan, eli kolu buz kesen kadını, iç odada kendine yaydığı yatağa sürükledi.

Osman, son yolladığı beş lira harçlığı aldıktan sonra yazdırdığı, okunmadan yırtılan mektubunda, ağabeyinden sözünde durmasını istiyordu. Bir ay, iki ay, ağabeyinin mektubuna karşılık vermesini harçlık göndermesini bekledi. Ses çıkmadı. Ağabeyine güveni olsa bu gecikmeyi belki de başka sebeplere yorabilirdi. Hastalık derdi, parasızlık derdi, mektubunun kaybolduğunu düşünürdü, gardiyanlardan kuşkulanırdı... Bu sebeplerin aklına gelmesiyle gitmesi bir oluyordu. Ağabeyinin bir gün olsun hastalandığını hatırlamıyordu. Kendisine on beş lira göndermeyecek kadar parasız kalması hiç olmazdı. Mektubu kaybolmuş olsa, ağabeyinin gene de harçlık göndermesi gerekirdi.

Gardiyanlara gelince, öbür hükümlüler mektuplarını da, paralarını da alıyorlardı.

Osman, bu iki ay içinde ağabeyine ikinci bir mektup yazdırmadı. Aklı, durmadan İzmir Cezaevi''nde son görüştükleri gün, ağabeyinin bir haline takılıyordu.

Bahar''la o konuşuyorlar, ağası onlara bakıyor, onları dinler görünüyordu. Osman o gün, onun kendilerine değil de boşa baktığını, kendilerini dinlemediğini, aklının başka yerde olduğunu farketti. Konuştukları tel örgü bölmenin arkasında, ağası, Bahar''a gereğinden fazla sokulmuştu. Konuşulacak pek öyle bol lakırdıları yoktu. Bahar, her başladığı sözün bitiminde, kucağındaki oğlunun yüzünü kendisine çevirmeye çalışıyordu. Her sözün sonunu: "Bak, baba" diye bağlıyordu. Kendisine çevirdikten hemen sonra, yedi aylık oğlunun başı, gene anasının omuzu üstüne kapanıyordu.

Osman zaten konuşkan değildi. Sonunda Bahar''a: "Bırak, canını sıkma..." demek zorunda kaldı. Bunları söylerken, ağabeyinin sanki kendileriyle beraber değilmiş gibi durduğunu, Bahar''a tuhaf şekilde sokulduğunu gördü. Son kelime ağzından çok hafif çıktı.

Gardiyanlar, ziyaretin sona erdiğini sesleniyorlardı. Öbür ziyaretçilerle hükümlülerin konuşmaları uğultu şeklini almıştı. Ağabeyi, gardiyanların ilk işaretini duyunca silkindi: "Eh, bize müsaade..." Bahar telaşlandı, tel bölmenin ardından kendisine doğru atıldı: "Bizden yana meraklanma! Damı aklına getirme. Sağ olduktan sonra bu günler de geçer..." Oğlunun yüzünü son bir kez kendisine doğru çevirdi: "Baba de! Hadi baba de..." Oğlunun başı hemen anasının omuzu üstüne yıkıldı. Ağası yineledi. Hadi!.." Bahar, belki de ilk kez o kadar yakınına sokulduğunu farkettiği ağasını dirseği ile itti: "Az dur hele!" Yeniden kendisine doğru atıldı: "Yine geliriz, haftaya, on beş güne varmaz yine geliriz! Canının bir istediği varsa söyle..." Kendisi, durgun bir sesle, kısaca: "Yok!" dedi. Ağabeyi soğuk soğuk yineledi: "Bize müsaade!.."

Gardiyanların araya girmesiyle, tel bölmenin ardından isteksiz adımlarla uzaklaştı; tel bölmenin öbür yanında ağabeyinin Bahar''ı koparır gibi alıp götürdüğünü gördü.

Bu ayrılıştan sonra, yüreğine o güne kadar aklına getirmek istemediği bir kuşku düştü. Dama getirildiği ilk günden başlayarak, ağasının Bahar''a takılan bütün bakışları gözünün önünde canlandı. Kuşkuları hızla büyüdü, kuşku olmaktan çıktı, bir iki gün içinde ağabeyinin Bahar''da gözü olduğuna inandı. Suçu yüklendiğine ilk olarak canı yandı.

Aldatılmıştı! Kendisi onun için dokuz yıl yatmayı göze alsın da, o karısına göz diksin! Gidi uyur yılan gidisi!
Hınçla, öfkeyle yanıyordu. O günlerde yolunu bulsa, bir gece hapisten kaçar, dama varır, sine sine yaklaşır, damın kapısını omuzlardı. Hele ağabeyinin Bahar''a bir sataştığını görsün!..

Bunları düşündükçe, her sefer, gözünün önünde, dama birdenbire girdiğini, Bahar''ın ağasıyla boğuştuğunu, ite kaka onun saldırılarından kurtulmaya çalıştığını görüyordu. Deliye dönmüş gibi atılıyor, balta, bıçak eline ne geçerse, ağabeyini delik deşik, parça parça ediyor, ardından oğluyla Bahar''ı dışarı çıkarıp, ağabeyinin ölüsünü damla birlikte ateşe veriyordu...

Kararını verdi. Kendisini görmeye gelecekleri ilk gün, ağasına, "Sen şöyle biraz açıl!" diyecekti. Gözlerinin içine bakıp Bahar''a sokacaktı. Bahar gizler de söylemezse, bu sefer ağasına: "Ayağını denk al, diyecekti. Bahar''a kötü gözle bakar, hallenirsen, elime ilk geçtiğin gün doğrarım seni!"

Bahar''ı, ağasını bir daha göremeden Denizli Cezaevi''ne kaldırıldı. Denizli''ye kaldırılacağını mektupla bildirdiği halde, ağasının gelmeyişi, kuşkularını daha da kuvvetlendirdi. Denizli''deki ikinci ayında ağası harçlık diye yalnız beş lira gönderince, aldatıldığı düşüncesi aklına iyice yerleşti.

Ne yapmalıydı? Çevresindeki hükümlülerden hiçbirine kuşkularını açıklamaya, öz ağabeyinin karısını ayarttığını söylemeye dili varmıyordu. Avukatlarına bir mektup yazdırıp, Veli Sarı''yı ağasının vurduğunu, bir cahillik, bir hata edip kendisinin suçu üstüne aldığını, şimdi ise, ağasının hapiste onu herkesin eline bakmaya muhtaç bıraktığını açıklamayı düşündü. Beş on gün hep yazdırmayı düşündüğü bu mektubun da işe yarıyacağına aklı kesmedi.
Sonunda, ağabeyine üstü kapalı bir dille sözünü unutmamasını bildiren o mektubu yazdırdı. Mektubuna karşılık alamayınca, aldatıldığında en küçük bir kuşkusu kalmadı. Ağabeyi, malının da, karısının da üstüne oturmuştu! Hapiste geçen her saat artan bir gazapla dişini sıktı, mahpuslara orta hizmeti gördü, işliklerde iş verirlerse çalıştı, kimsesiz hapisliğin her sıkıntısına katlandı, gününün dolmasını bekledi...

Ölüm söylentisinin üstünden altı ay geçti. Osman''dan ses seda çıkmayınca, Hasan Kocabaş, ölüm haberinin doğruluğuna neredeyse kendi de inanacaktı. Bahar koynuna girdiği gündenberi gebeydi. Tekebaşı''ndaki malın tamamı kendisinindi. Osman''ın hayatta olduğunu değil, vaktiyle yaşadığını bile düşünmek istemiyordu. Fakat o günlerde bir karşılaşma Hasan''ın bütün rahatını kaçırdı.

Ekim başlarında bir gün sebze indirdiği hanın sahibiyle hesap kesmek için İzmir''e gitmişti. Dönüşte, Santral Garaj''da, Seferihisar otobüsüne bineceği sırada adının seslenildiğini işitti. Kimdir diye bakınırken, az ötede duran Menemen otobüsünün pencerelerinin birinden yüzünü hemen hatırlayamadığı genç bir adam, başını uzattı, adını yineledi.

Delikanlıyı tanıdı. Mahkemesi sırasında, İzmir Cezaevi''nde birlikte yatmışlardı. Menemen''in köylerinden, Osman''ın akranı olan, hükümlü bir çocuktu, adı da Süleyman''dı. Osman''la iyi anlaşırlardı. Bu yüzden Süleyman''ı görünce ardından Osman''la karşılaşacakmış gibisine geldi. Şaşaladı.

Süleyman, güleç bir yüzle: "Nasılsın Hasan Ağa? Ne var ne yok?" diyordu. Kalkmak üzere olan Menemen otobüsüne yaklaştı. Güç bela:

- İyilik sağlık! Geçmiş olsun, ne zaman kurtuldun? diyebildi.

- Yirmi gün oldu, dedi. Senin ardından beni de Denizli''ye kaldırdılar! Denizli''de Osman''la beraberdik. Keyfi iyi, yalnız geçimi kötü! Gücün yeterse beş on lira fazla gönder...

Süleyman''ın son sözleri arasında Menemen otobüsü yürüdü.

Hasan''ın Bademler''e dönerken canı iyice sıkkındı. Otobüste durmadan düşündü: Acaba, Osman''ı arasa mı? Harçlık gönderse mi? Bahar''la altı aydır karı koca gibi yaşarken ne yazacaktı Osman''a? Bu güne kadar arayamadığına, harçlık gönderemediğine ne sebep gösterecekti? Adam sen de! Arası uzamıştı bir kere. Cümle alem Osman''ı ölmüş biliyordu, adını unutmuştu! Onun, Menemenli Süleyman''dan Osman''ın sağlık haberini aldığını kim bilecekti? Peki ya Osman''ın kendisine iki satır yazmayışına ne demeli? Damda olup bitenler kulağına varmış mıydı acaba? Varırsa varsın. Osman''ın hapisten çıkmasına daha yedi uzun yıl vardı. Yedi yıla kadar, kim öle kim kala...

Bahar, şubat başlarında bir oğlan doğurdu.

Mayısta, genel seçimler yapıldı. Seçimi Demokratlar kazandı. Ortalarda bir af sözü dolaşmaya başladı.

Temmuzda af gerekleşti. Yakın köylerden hapiste olanların çoğu döndü. Dediklerine bakılırsa, cezaların üçte ikisi silinmişti. Onun hesapladığına göre Osman, kış ortasına doğru çıkıp gelecekti. Osman''ın geleceği günün yaklaşması, bir süredir düzenine giren uykularını yeniden kaçırdı. Artık Osman''ı arayıp sormanın, harçlık göndermenin zamanı geçmişti. Kendi durumunu Osman''a karşı sağlamlaştıracak yolları araştırmaya başladı. Önce Bahar''ı nikahladı. Mahkemenin geri verdiği çiftesini kendini korumak için yeter görmedi; sağdan soldan araştırdı, toplu bir tabanca satın aldı. Osman''ın çıkıp geleceği günü, içine sıkıntı, alnına ter basarak bekledi.

1951 yılının ilk ayı içinde Osman''ın cezası doldu. Mahpuslar aralarında beş on kuruş topladılar, hapisten çıkacağı gün, Osman''a verdiler.

Bir ikindi üstü, cezaevinin kapısı ardından kapanınca, Osman karşılaştığı ilk Denizliliden garın yolunu sordu. Sağda solda oyalanmadan gara vardı. Gar tenhaydı. Ortalarda henüz yolcuya benzer kimse görünmüyordu. Bir süre garın holünde, şaşkın şaşkın durakladı. Kılığı kıyafeti kendisine uyan, çekinmeden İzmir''e gideceği ilk trenin ne zaman kalkacağını sorabileceği gibi birini arandı. Sağ yanda bir odadan çıkan bir istasyon memuru, çabuk çabuk yanından geçip sol yanda başka bir odaya girdi. Memuru durdurup soramadı. Satıcılara, garsonlara yaklaşmaktan çekindi.

Beş on dakika sonra, yanına on dört-on beş yaşlarında bir hamal çocuk yaklaştı. Ne beklediğini, nereye gideceğini sordu. Çocuktan öğrendiğine göre, İzmir''e gidecek ilk trenin geçmesine daha sekiz saat vardı.

Ağabeyiyle hesaplaşacağı zaman gelmişti. Hesap saatine kadar, gideceği, oyalanabileceği tek yeri yoktu onun. İstasyondan ayrılmadı. Çocuk onu gişenin önüne götürdü. Biletini aldı. Üçüncü mevki bekleme salonunda oturdu, bekledi.

İstasyonda kalırsa, tren daha çabuk gelecekmiş gibisine geliyordu. Bekleme salonunda geçirdiği saatler, hapiste geçen üç yıldan da uzun gelmesine karşılık, yine de yerinden ayrılamadı.

Trende aynı kompartımana düştüğü köylüler, hareket edince, "uğurlar olsun" dediler. Mırıldanarak karşılık verdi. "Neredensin?" diye sordular. Onun da karşılığını kısa kesti. "Nereden böyle?" dediler, kısaca: "Hapistim..." dedi. "Geçmiş olsun, Allah başka kaza beladan korusun! Sebep neydi?" dediler... Canı anlatmak istemedi. "Kaza..." dedi sadece. Yanındakiler uyudular. O İzmir''e kadar gözünü kırpmadı. Kompartımanın penceresinden gecenin karanlıklarına daldı. Ortalık ağarıncaya kadar yalnız ağasıyla karşılaşacakları saati düşündü.

Düşündükçe, tren kendisine hiç de hızlı gitmiyormuş gibi geldi. Düşündükçe, ağasının yüzünü, trenin koridorunu hafif aydınlatan ışık gibi sararmış, elini ayağını trenin sarsıntısıyla titrer gibi gözünün önünde gördü.

Bahar''a en küçük bir hınç, en küçük bir kırgınlık yoktu içinde. Bahar''ın elinde para yoktu ki göndersin! Bahar''ın okuması yazması yoktu ki mektup yazsın! Bahar''ın gideceği yeri yoktu ki kaçsın, ağasının elinden kurtulsun!
Ertesi gün, kuşluk vakti İzmir''e indi. Sora sora garajı buldu, ilk kalkacak Seferihisar otobüsüne bindi. Yarım saatten uzun bir zaman otobüsün kalkmasını bekledi.

Garajdan çıkan otobüs, Konağı geçtikten sonra Bahribaba''da durdu, yeni yolcular aldı. Osman onların arasında bir köylüsünü gördü. Adam, Osman''ın önündeki sıraya oturdu. Osman''ı görünce biraz şaşalar gibi oldu. Ama şaşkınlığını açığa vurmadı: "Geçmiş olsun!" dedi. Köylüsüne uzanıp, bizimkiler nasıl, diye sormadı. Köylüsü de kendisine dönüp başka bir şey söylemedi, sustu.

Vakit öğleyi geçerken, Bademler köyünün altına varmadan, otobüsten indi. Tekebaşı''na giden en kestirme yolu tuttu. Hızlı, çevik adımlarla yürüdü. Açık güneşli bir gündü. Kıyısından geçtiği tarlalarda ekinler yeni yeni sürüyordu. Uzaktan bir iki sığırtmaç çocuk durup onun damlarına doğru koşar gibi ilerlemesine baktılar. Yolunun üstünde başka kimseyle karşılaşmadı.

Damının önünde üç yaşlarında bir oğlan çocuğunun dolandığını gördü önce. Kendi oğlunu tanıdı. Dama iyice yaklaştığı sırada, Bahar bir kolunda bir yaşlarında başka bir çocukla, damın kapısından çıktı. Göz göze geldiler. Kadının birden beti benzi uçtu. Boş kolu havada gerildi. Dudakları arasından bir çığlık koptu:

- Osman! Osmanım, sen sağ mıydın?

Kolundaki çocuğu iki eliyle kavrayıp Osman''ın önüne uzattı:

- Gör beni! Bak benim başıma neler geldi...

Osman sert bir el hareketiyle Bahar''ı durdurdu:

- Ağam nerede?

Bahar dövünüyordu:

- Seni bana öldü dediler! Seni hapiste öldürdüler dediler. Sağsın çok şükür! Allah''a şükür sağsın! Kurtuldun şükür! Ah ben ne yaptım? Nasıl kandım? Bundan sonra yüzüne bakmak, karşına çıkmak haram bana! Gebersem, yaşamasam daha iyi...

Osman yineledi:

- Ağam nerde?

Bahar''ın çenesi kısıldı, sesi öfkeyle titredi:

- Aşılıklarda canı çıkasıca bodur! Aşılıklarda kahpe!

Osman, damın gerisine doğru yürüdü. Toparlanan Bahar, kucağında çocuk, Osman''ın önüne geçti.

- Gitme, elini kirletme onunla...

Osman, Bahar''ı yolundan çekti:

- Sen çekil!

- Gitme, silahlı o!

Osman yürüdü. Bahar''ın ardından seslendiğini duydu:

- Tabancası var üstünde! Kolla kendini!..

Osman kulak vermeden yürüdü.

Hasan, aşılıkların öbür ucunda, kazması elinde doğrulmuş, onun yaklaşmasına bakıyordu. Dosdoğru ağabeyinin üstüne yürüdü.

Aralarındaki uzaklık yüz adıma indi, seksen adıma indi. Ağabeyi elinden kazmayı attı, seslendi:

- Dur yaklaşma!..

Aralarındaki uzaklık altmış adıma indi. Ağabeyi bir daha seslendi:

- Dur dedim sana!

Aralarındaki uzaklık kırk adıma indi. Ağabeyinin belinden bir toplu tabanca çekip, namlusunu kendisine çevirdiğini gördü:

- Yaklaşma!

Aralarındaki uzaklık yirmi adıma indi.

- Öldü dediler senin için... Gazete yazdı...

Ağasının tabancayı tutan eli titriyordu. Yüzü, Veli''yi öldürdüğü gün, savcıya "çifte benim, ruhsatım var" dediği andaki gibi sarıydı. Sesi, mahpusluklarının ilk günündeki gibi titrek kısıktı.

- Yaklaşma! Saldırırsan vururum!..

Osman ceketini sırtından çıkardı attı:

- Vur hadi!

Hasan''ın sesi bir daha titredi:

- Saldırırsan vururum!

- Vur! Vursana ödlek! Bakalım bu sefer yerine kimi yatıracaksın! Vur da görelim! Döve döve gebertmeye geldim seni! Başını iki taş arasında ezmeye geldim! At o tabancayı elinden...

Osman, Bahar''ın arkasından koşarak yaklaştığını duydu. Ağabeyinin tabancayı kavrayan elinin kasıldığını gördü. Gözlerini kendisine çevrilen tabancanın namlusundan ayıramadı. Tetik düşerken yana sıçradı. Tabancadan çıkan kurşunun rüzgarı sol kolunu sıyırıp geçti. Ağabeyinin tetiği ikinci kez çekmesine sıra kalmadan dört beş adım gerisinde patlayan iki el çifte sesi işitildi. Hasan Kocabaş on adım önünde ayakları dibinden orakla biçilmiş gibi yüzükoyun devrildi. Gerisine baktı. Bahar''ı elinde ağasının çiftesiyle, soluk soluğa gördü.

Necati CUMALI