10 Eylül 2009 Perşembe

orhan pamuk - beyaz kale (romanından ilk 2 bölüm)

BEYAZ KALE

Orhan PAMUK


GİRİŞ
Bu elyazmasını, 1982 yılında, içinde her yaz bir hafta eşelenmeyi alışkanlık edindiğim Gebze Kaymakamlığına bağlı o döküntü «arşiv»de, fermanlar, tapu kayıtları, mahkeme sicilleri ve resmi defterlerle tıkış tıkış doldurulmuş tozlu bir sandığın dibinde buldum. Rüyaları hatırlatan mavi ebrulu zarif bir ciltle ciltlendiği, okunaklı bir yazıyla yazıldığı ve soluk devlet belgelerinin arasında pırıl pırıl parladığı için hemen dikkatimi çekti. Sanırım, yabancı bir el, kitabın birinci sayfasına, sanki beni daha da meraklandırmak için, bir başlık yazmıştı. «Yorgancının Üvey Evlâdı». Başka bir başlık yoktu. Kenarlarına ve sayfa boşluklarına bir çocuk elinin bol düğmeli elbiseler giyen küçük kafalı insanlar çizdiği kitabı hemen, büyük bir keyifle okudum. Çok hoşlandığım, ama bir deftere de kopye etmeye üşendiğim için, elyazmasını, genç kaymakamın bile «arşiv» diyemediği o mezbeleden, beni gözaltında tutmayacak kadar saygılı hademenin güvenini kötüye kullanarak, kaşla göz arasında çantama tıkıp çaldım.İlk zamanlarda kitabı yeniden, yeniden okumaktan başka, ne yapacağımı bilmiyordum pek. Tarihe olan kuşkum hâlâ sürdüğü için, elyazmasının bilimsel, kültürel, antropolojik, ya da, «tarihsel» değerinden çok, anlattığı hikâyenin kendisiyle ilgilenmek, istedim. Bu da beni, hikâye yazarının kendisine götürüyordu. Arkadaşlarımla birlikte üniversiteden ayrılmak zorunda kaldığımız için, dede mesleği olan ansiklopediciliğe dönmüştüm: Tarih kısmından sorumlu olduğum bir «meşhurlar» ansiklopedisine kitabın yazarı üzerine bir madde koyma düşüncesi bu sırada aklıma geldi.
Böylece, ansiklopediden ve içkiden artan vakitlerimi bu işe verdim. Dönemin temel kaynaklarına başvurunca hikâyede anlatılan kimi olayların pek de gerçeği yansıtmadığını hemen gördüm.- Sözgelimi, Köprülünün beş yıllık başvezirliği sırasında İstanbul' da büyük bir yangın çıkmıştı, ama kayda değer bir hastalık, hele kitaptaki gibi, geniş bir veba salgınının hiçbir kanıtı yoktu. Dönemin bazı vezirlerinin adı yanlış yazılmıştı, bazıları birbiriyle karıştırılmış, bazıları da değiştirilmişti! Müneccimbaşıların adları ise saray kayıtlarında gösterilenleri tutmuyordu, ama bu noktanın kitapta özel bir yeri olduğunu düşündüğüm için üzerinde durmadım. Öte yandan kitaptaki olayları tarihsel «bilgilerimiz» genellikle doğruluyordu. Küçük ayrıntılarda bile, bazan bu «doğruluğu» gördüm.- Müneccimbaşı Hüseyin Efendinin katlini, IV. Mehmet'in Mirahor Köşkü'ndeki tavşan avını, Naima'nın da benzeri biçimde anlatması gibi. Okumaktan ve düşlemekten hoşlandığı anlaşılan yazarın hikâyesi için bu tür kaynakları, başka bir yığın kitabı elden geçirmiş, onlardan bir şeyler almış olabileceği de aklıma geldi. Tanıdığını söylediği Evliya Çelebi'nin belki yalnızca kitaplarını okumuştu. Başka örneklerde de görülebileceği gibi bunun tersi de doğru olabilir diye düşünüyor, hikâyemin yazarının izini bulmaktan umudu kesmemeye çalışıyordum, ama İstanbul Kütüphanelerinde yaptığım araştırmalar umutlarımın çoğunu suya düşürdü. 1652 ile 1680 arasında IV. Mehmet'e sunulan bütün o risalelerin, kitapların hiçbirini ne Topkapı Sarayı Kütüphanesinde, ne de oradan dağılmış olabileceğini düşündüğüm başka bazı kütüphanelerde bulabildim. Bir tek ipucuna rastladım: Hikâyede sözü geçen «solak hattat»ın bu kütüphanelerde başka eserleri vardı. Bir süre onların peşinden gittim, ama bıkmıştık artık, mektup yağmuruna tuttuğum İtalyan üniversitelerinden umut hıncı cevaplar geliyordu: Gebze, Cennethisar ve Üsküdar mezarlıklannda yazarın kitabın kendisinden, çıkan, ama üzerinde yazmayan adına dayanarak yaptığım araştırmalar da başarısız çıkmıştı.- İz sürmeyi bıraktım, ansiklopedi maddesini hikâyenin kendisine dayanarak yazdım. Korktuğum gibi, basmadılar bu maddeyi, ama bilimsel kanıt yokluğundan değil, anlattığı kişi yeterince ünlü bulunmadığı için.
Hikâyeye olan tutkum belki de bu yüzden, daha da arttı. Bir ara istifa etmeyi bile düşündüm, ama işimi ve arkadaşlarımı seviyordum. Böylece, bir dönem, önüme gelen herkese, hikâyemi, sanki onu bulmuş değil de, yazmışım gibi, coşkuyla anlattım. Onu ilgi çekici kılmak için simgesel değerinden, aslında, bugünki gerçeklerimize değindiğinden, günümüzü bu hikâye ile anladığımdan, vb. den sözettim. Bu sözlerim üzerine, daha çok politika, şiddet, Doğu-Batı, demokrasi gibi konulara meraklı gençler ilgilendiler, ama onlar da, içki arkadaşlarım gibi, kısa sürede hikâyemi unuttular. Bir profesör arkadaşım, ısrarım üzerine karıştırdığı elyazmasını bana geri verirken, İstanbul'un arka sokaklarındaki ahşap evlerde, içinde bu tür hikâyelerin kaynaştığı elyazmalarından on binlerce olduğunu söyledi. Eğer ev sakinleri, onları Kuran sanıp yüksekçe bir dolabın üstüne kaldırmıyorlarsa, sobalarını yakmak için sayfa sayfa yırtıyorlarmış. Böylece, yeniden, yeniden dönüp okuduğum hikâyeyi, elinden sigara düşmeyen gözlüklü bir kızın da yüreklendirmesiyle yayımlamaya karar verdim. Kitabı günümüz Türkçesine çevirirken hiçbir üslup kaygısı gütmediğimi okuyanlar göreceklerdir; Bir masanın üzerine koyduğum elyazmasından bir iki cümle okuduktan sonra, kâğıtlarımın durduğu başka bir odadaki öteki bir masaya geçiyor, aklımda kalan anlamı günümüz kelimeleriyle anlatmaya çalışıyordum. Kitabın adını, ben değil, yayımlamaya razı olan yayınevi koydu. Baştaki ithafı görenler, belki, bunun özel bir anlamı olup olmadığını soracaklardır. Her şeyi birbiriyle ilgili görmek, sanırım günümüzün hastalığıdır. Bu hastalığa ben de kapıldığım için bu hikâyeyi yayımlıyorum.

Faruk Darvınoğlu

1

Venedik'ten Napoli'ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti. Biz topu topu üç gemiydik, onların ise sisin içinden çıkan kadırgalarının arkası gelmiyordu bir türlü. Gemimizde bir anda korku ve telâş başladı; çoğunluğu Türk ve Mağripli olan kürekçilerimiz sevinç çığlıkları atıyordu; sinirlerimiz bozuldu. Gemimiz burnunu öteki iki gemi gibi, karaya, batıya çevirdi, ama öteki gemiler gibi hızlanamadık biz. Esir düşerse cezalandırılmaktan korkan kaptanımız kürek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir türlü emir veremiyordu. Sonraları, bütün hayatımın kaptanın bu korkaklığı yüzünden değiştiğini çok düşündüm.
Şimdiyse, kaptanımız kısa süren o korkaklığa kapılmasaydı hayatım asıl o zaman değişirdi, diye düşünüyorum. Önceden belirlenmiş bir hayat olmadığını, bütün hikâyelerin aslında birer rastlantılar zinciri olduğunu birçokları bilir. Ama gene de, bu gerçeği bilenler bile, hayatlarının bir döneminde, geri dönüp ona baktıklarında, rastlantı olarak yaşadıkları şeylerin birer zorunluluk olduğuna karar verirler. Benim de öyle bir dönemim oldu.- Şimdi, sisin içinde hayalet gibi beliren Türk gemilerinin renklerini düşleyip, eski bir masanın üzerinde kitabımı yazmaya çalışırken, öyle bir dönemin, bir hikâyeye başlayıp onu bitirmek için en uygun zaman olduğunu düşünüyorum.
Öteki iki geminin Türk gemilerinin arasından sıyrılıp sisin içinde kaybolduğunu görünce kaptanımız umutlandı, bizim de zorumuzla esirleri sıkıştırmaya cesaret edebildi, ama geç kalmıştık artık; üstelik özgürlük tutkusuyla heyecanlanan kölelere kırbaçlar da söz geçiremiyordu. Sisin sinir bozucu duvarını rengârenk aralayan ondan fazla Türk kadırgası bir anda üzerimize geldi. Kaptanımız, bu sefer, düşmanı değil, sanırım kendi korkaklığını ve utancını yenmek için savaşmaya karar verdi; esirleri acımasızca kırbaçlatırken topların hazırlanmasını emretti, ama geç alevlenen savaş tutkusu da kısa sürede söndü gitti. Şiddetli bir borda ateşine tutulmuştuk, hemen teslim olmazsak gemimiz batacaktı, teslim bayrağı çekmeye karar verdik.
Durgun denizin ortasında Türk gemilerini beklerken kamarama indim, bütün hayatımı değiştirecek düşmanlarımı değil de, konukluğa gelen bazı dostları bekler gibi eşyalarıma çekidüzen verdim, küçük sandığımı açıp dalgın dalgın kitaplarımı karıştırdım. Floransa'dan büyük paralar vererek aldığım bir cildin sayfalarını çevirirken gözlerim nemlendi; dışarıdan gelen bağırışları, telâşlı ayak seslerini, gürültüleri duyuyordum, az sonra elimdeki kitaptan uzaklaştırılacağım aklımdaydı, ama bunu değil, kitabın sayfalarında yazılanları düşünmek istiyordum. Sanki kitaptaki düşünceler, cümleler, denklemler arasında kaybetmek istemediğim bütün geçmişim vardı; gözüme rastgele takılıveren satırları dua eder gibi mırıldanarak okurken bütün kitabı aklıma kazımak istiyordum ki, onlar gelince, onları ve bana çektireceklerini değil, severek ezberlenmiş bir kitabın sevgili kelimelerini hatırlar gibi geçmişimin renklerini hatırlıyayım.
O zamanlar annesinin, nişanlısının ve dostlarının başka bir adla çağırdıkları başka bir insandım. Bir zamanlar ben olan, ya da şimdi öyle sandığım o kişiyi arada bir hâlâ rüyalarımda görüyorum ve terle uykudan uyanıyorum. Soluk renkleri, sonraları yıllarca uydurduğumuz o olmayan ülkelerin, hiç yaşamamış hayvanların, inanılmaz silâhların düşsel renklerini hatırlatan bu insan yirmi üç yaşındaydı, Floransa'da, Venedik'te «bilim ve sanat» okumuştu, astronomiden, matematikten, fizikten ve resimden anladığına inanıyordu; tabiî kendini beğenmişin tekiydi, kendinden önce yapılan şeylerin çoğunu yutmuştu, hepsine de dudak büküyordu; daha iyilerini yapacağından kuşkusu yoktu; benzersizdi; herkesten akıllı ve yaratıcı olduğunu biliyordu: Kısaca, sıradan bir gençti. Sevgilisiyle tutkuları, tasarıları, dünyayı ve bilimi konuşan, nişanlısının kendisine hayran olmasını doğal karşılayan bu gencin sık sık yaptığım gibi, kendime bir geçmiş uydurmam gerektiği zamanlarda, ben olduğuna inanmak gücüme gidiyor. Ama, bir gün bu yazdıklarımı sabırla sonuna kadar okuyan birkaç kişi, o gencin ben olmadığımı anlayacaklardır, diye kendimi teselli ediyorum. Belki de o sabırlı okuyucular, benim şimdi düşündüğüm gibi, hayatına sevgili kitaplarım okurken ara veren o gencin hikâyesine kaldığı yerden bir gün devam ettiğini de düşüneceklerdir.
Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. Gemi ana-baba günüydü. Dışarda herkesi toplamışlar çırılçıplak soyuyorlardı. Bir ara aklımdan o karışıklıkta denize atlamak geçti, ama arkamdan oklarlar, yakalayıp hemen öldürürler diye düşündüm, zaten karaya ne kadar yakın olduğumuzu da bilmiyordum. Önce bana ilişmediler. Zincirlerinden çözülen Müslüman köleler sevinç çığlıkları atıyordu, bazıları da şimdiden kırbaççılardan intikam almanın peşine düşmüştü. Az sonra beni kamaramda buldular, içeri girdiler, eşyalarımı yağmaladılar. Altın arayarak sandıklarımı karıştırdılar, kitaplarımın bazılarını, bütün eşyamı aldıktan sonra bir başkası, elde kalan bir iki kitabı dalgın dalgın karıştırırken beni tutup kaptanlardan birine götürdü.
Sonradan Ceneviz dönmesi olduğunu öğrendiğim Reis iyi davrandı bana; neden anladığımı sordu. Küreğe verilmemek için hemen astronomi bilgimden, geceleri yön bulabileceğimden sözettim, ama ilgilenmediler. Bunun üzerine, bende bıraktıkları anatomi cildine güvenerek hekim olduğumu ileri sürdüm. Az sonra gösterdikleri kolu kopmuş birini görünce cerrah olmadığımı söyledim. Öfkelendiler, beni küreğe vereceklerdi ki, kitaplarımı gören Reis sordu: İdrardan ve nabızdan anlıyor muydum hiç? Anladığımı söyleyince hem küreğe verilmekten kurtuldum, hem de bir iki kitabımı kurtarmış oldum.
Ama bu ayrıcalığım da bana pahalıya patladı. Küreğe verilen öteki Hıristiyanlar hemen benden nefret ettiler. Ellerinden gelse geceleri birlikte kapatıldığımız ambarda öldürürlerdi beni, ama Türklerle hemen ilişki kurduğum için korkuyorlardı da. Kazığa oturtulan korkak kaptanımız yeni ölmüştü, kırbaççıları, burnunu kulağını kesip ibret olsun diye bir sala koyup denize bırakmışlardı. Anatomi bilgimi değil de, aklımı kullanarak tedavi ettiğim birkaç Türk'ün yarası kendiliğinden kapanınca herkes hekim olduğuma inandı. Türklere hekim olmadığımı söyleyen bazı kıskanç düşmanlarım bile geceleri ambarda bana yaralarını gösterdiler.
İstanbul'a gösterişli bir törenle girdik. Çocuk padişah bizi seyrediyormuş. Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları, Meryem Ana tasvirlerini, haçları tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar. Derken toplar yeri göğü inletmeye başladı. Sonraları, bir çoğunu karadan hüzün, bıkkınlık ve neşeyle seyrettiğim tören çok uzun sürdü, güneşten bayılanlar oldu. Akşama doğru Kasımpaşa'da demirledik. Bizleri Padişah'a çıkarmak için zincire vurdular, askerlerimizi gülünç göstermek için zırhlarını ters giydirdiler, kaptanların ve subayların boyunlarına demir çemberler taktılar, gemimizden aldıkları borularımızı, trampetlerimizi alayla ve keyifle çalarak eğlene eğlene bizi saraya götürdüler. Yollara dizilmiş halk neşe ve merakla bizi seyrediyordu. Padişah, biz onu göremeden, hakkına düşen esirleri seçip ayırttı. Bizi de Galata'ya geçirip Sadık Paşa'nın zindanına tıktılar.
Zindan berbat bir yerdi, küçük izbe hücrelerinde yüzlerce esir pislik içinde çürüyordu. Yeni mesleğimi uygulamak için bol bol insan buldum orada, bazılarını da iyileştirdim. Sırtı, bacakları ağrıyan gardiyanlar için reçeteler yazdım. Böylece beni gene ötekilerden ayırdılar, güneş ışığı alan iyi bir hücre verdiler. Ötekilerin halini görüp kendi durumuma şükretmeye çalışıyordum ki, bir sabah beni onlarla birlikte kaldırdılar, çalışmaya gideceğimi söylediler. Hekim olduğumu tıptan, bilimden anladığımı söyleyince güldüler bana: Paşa'nın bahçesinin duvarları yükseltiliyormuş, adam lazımmış: Sabahları, güneş doğmadan zincirlere vuruluyor, şehir dışına çıkarılıyorduk. Bütün gün taş topladıktan sonra akşamları gene zincirlerle birbirimize bağlı zindanımıza dönerken İstanbul'un güzel şehir olduğunu, ama insanın burada köle değil, efendi olması gerektiğini düşünürdüm.
Gene de sıradan bir köle değildim. Yalnız zindanda çürüyen kölelere değil, hekim olduğumu işiten başkalarına da bakıyordum artık. Hekimlik ücreti olarak aldığım paranın büyük bir kısmını beni gizlice dışarı çıkaran köle kâhyalarına ve gardiyanlara vermek zorundaydım. Onlardan kaçırabildiğim parayla Türkçe dersleri alıyordum. Hocam, Paşa'nın ufak tefek işlerine bakan yaşlı, iyi bir adamcağızdı. Türkçeyi hızla öğrendiğimi gördükçe sevinir, benim kısa zamanda Müslüman olacağımı da söylerdi. Ders ücretini her seferinde sıkıla sıkıla alıyordu. Bana yiyecek getirmesi için de ona para veriyordum, kendime iyi bakmaya kararlıydım çünkü.
Sisli bir akşam hücreme kâhya geldi, Paşa beni görmek istiyormuş. Şaşırdım, heyecanlandım, hemen hazırlandım. Yurdumdaki becerikli akrabalarımdan biri, belki babam, belki gelecekteki kayınpederim kurtarmalık göndermiştir, diye düşünüyordum. Sisin içinde, kargacık burgacık dar sokaklarda yürürken birden evimize gelivereceğimizi, ya da onları, bir rüyadan uyanır gibi karşımda buluvereceğimi sanıyordum. Bazan da, birisini, bir yolunu bulup aracılık etmek için yollamışlardır, diye düşünüyordum, hemen aynı sisin içinde bir gemiye koyup beni ülkeme yollıyacaklardı, ama Paşa'nın konağına girince, öyle kolay kolay kurtulamıyacağımı anladım. İnsanlar parmaklarının ucuna basarak yürüyorlardı.
Önce bir sofaya aldılar beni, orada beklerken bir odaya soktular. Küçük bir sedirde küçük, sevimli bir adam, üzerine bir battaniye çekmiş uzanıyordu. Yanında iriyarı bir başkası vardı. Uzanan Paşa'ymış, beni yanına çağırdı. Konuştuk: Biraz sordu: Aslında, astronomi, matematik ve biraz da mühendislik okuduğumu, ama tıptan da anladığımı, birçoklarını iyileştirdiğimi söyledim. Soruyordu, daha da anlatacaktım ki, Türkçeyi bu kadar çabuk öğrendiğime göre akıllı biri olmam gerektiğini söyleyerek ekledi: Bir derdi varmış, öteki hekimlerin hiçbiri çare bulamamış, beni de işittiği için bir denemek istemiş.
Paşa derdini anlatmaya öyle bir başladı ki, bunun, düşmanları iftiralarıyla Allah'ı kandırdıkları için yeryüzünde bir tek Paşa'nın yakalandığı özel bir hastalık olduğunu düşünmek zorunda kaldım. Oysa, derdi, bildiğimiz nefes darlığıydı. İyice sorup soruşturdum, öksürüğünü dinledim, sonra, mutfağına inip orada bulduklarımla naneli yeşil haplar yaptım; bir de öksürük şurubu hazırladım. Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum. Kimseciklere görünmeden konaktan dikkatlice çıkıp zindana dönmemi söyledi. Kâhya sonra açıkladı: Paşa öteki hekimler kıskansın istemiyormuş. Ertesi gün de gittim, öksürüğünü dinleyip aynı ilâçları verdim. Avucuna bıraktığım renkli hapları çocuk gibi seviyordu. Hücreme dönünce iyileşmesi için dua ediyordum. Sonraki gün poyraz çıktı, püfür püfür bir hava, insan istemese de bu havada iyileşir, diye düşünüyordum, ama kimse beni aramadı.
Bir ay sonra, gene bir gece yarısı çağırdıklarında, Paşa ayakta, hareketliydi. Rahat rahat soluyarak birilerini azarladığını işitince sevindim. Beni görünce memnun oldu, hastalığını iyileştirdiğimi, benim iyi bir hekim olduğumu söyledi. Ondan ne istiyormuşum? Beni hemen azat edip yollamıyacağını biliyordum; hücremden, zincirlerimden şikâyet ettim; tıpla, astronomiyle, bilimle uğraşıp onlara yardım edebileceğimi söyledim, ağır işlerde beni boşuboşuna yorduklarını anlattım. Ne kadarını dinledi, ne kadarını dinlemedi bilmiyorum. Kese içinde verdiği paraların büyük bir çoğunu da gardiyanlar elimden aldılar.
Bir hafta sonra bir gece gelen kâhya, kaçmıyacağıma yemin ettirdikten sonra zincirlerimi çözdü. Gene işe çıkarılıyordum, ama esirbaşları artık kayırıyorlardı beni. Üç gün sonra kâhya bana giyecek yeni eşyalar getirince Paşa'nın beni kolladığını anladım.
Geceleri gene konaklardan çağırıyorlardı. Romatizmaları tutan ihtiyar korsanlara, mideleri yanan genç askerlere ilâçlar veriyor, kaşıntısı olanlardan, rengi atanlardan, başağrısı tutanlardan kan alıyordum. Bir keresinde bir uşağın kekeme oğlu içirdiğim şuruplardan bir hafta sonra açılıp konuşmaya başlayınca bana bir şiir okudu.
Kış böyle geçti. Bahar başında, beni aylardır sordurmayan Paşa'nın donanmayla Akdeniz'e açıldığını öğrendim. Sıcak yaz günleri boyunca, umutsuzluğuma ve öfkeme tanık olan bir iki kişi halimden şikâyetçi olmamam gerektiğini, hekimlikten iyi para kazandığımı söylediler. Çok seneler önce Müslümanlığa geçip evlenen bir eski köle de bana kaçmamı öğütledi. İşlerine yarayan köleyi, bana yaptıkları gibi oyalarlar, ülkesine dönmesine hiçbir zaman izin vermezlermiş. Onun yaptığı gibi Müslüman olursam azat ettirirmişim kendimi, o kadar. Bunları, belki de ağzımı aramak için söylediğini düşündüğümden kaçmaya hiç niyetim olmadığını söyledim. Niyetim değil, cesaretim yoktu. Kaçanların hepsini pek uzağa gitmeden yakalıyorlardı. Sonra dayaktan geçirilen bu talihsizlerin yaralarına, geceleri hücrelerinde merhemi ben sürerdim.
Sonbahara doğru, Paşa donanmayla seferden döndü; top atışlarıyla Padişah'ı selâmladı, geçen yıl yaptığı gibi şehri neşelendirmeye çalıştı ama, besbelli, bu sefer mevsimi hiç de iyi geçirmemişlerdi. Zindana da pek az esir getirebildiler. Sonradan öğrendik: Venedikliler altı tane gemiyi yakmışlar. Bir yolunu bulup esirlerle konuşayım, belki ülkemden haber alırım, diyordum, İspanyolmuş çoğu: Sessiz, cahil, ürkek şeyler, yardımdan ve yiyecek dilenmekten başka bir şey konuşacak halleri yoktu. Yalnızca bir tanesi ilgimi çekti: Kolu kopmuştu bunun, ama umutluydu; aynı serüvenlerin atalarından birinin de başından geçtiğini, sonra kurtulup kopmayan koluyla bir şövalye romanı yazdığını, kendisinin de aynı şeyi yapmak için kurtulacağına inandığını söylüyordu. Sonraları, yaşamak için hikâyeler uydurduğum yıllarda, hikâyeler uydurmak için yaşamayı düşleyen bu adamı hatırladım. Çok geçmeden zindanda bulaşıcı bir hastalık başladı, gardiyanları rüşvete boğarak kendimi sakındığım bu uğursuz salgın, kölelerin yarısından fazlasını öldürüp uzaklaştı.
Sağ kalanları yeni işlere götürmeye başladılar. Ben gitmiyordum. Akşamları söylüyorlardı: Taa Haliç'in ucuna gidiyorlarmış, orada marangoz ustalarının, terzilerin, boyacıların emrine verilip el işlerinde çalıştınlıyorlarmış: mukavvadan gemiler, kaleler, kuleler yapmak için. Sonra öğrendik: Paşa, oğluna, Başvezirin kızını alıyormuş, gösterişli bir düğün yapacakmış.
Bir sabah Paşa'nın konağından çağırdılar. Nefes darlığının yeniden başladığını düşünerek gittim. Paşa meşgulmüş, bekleyeyim diye beni bir odaya aldılar, oturdum. Az sonra odanın öteki kapısı açıldı, içeri benden beşaltı yaş büyük biri girdi, yüzüne bakınca şaşırdım, korktum birden!

2


Odaya giren inanılmayacak kadar bana benziyordu. Ben oradaymışım! İlk anda böyle düşünmüştüm. Sanki bana oyun etmek isteyen biri, benim girdiğim kapının tam karşısındaki kapıdan içeri beni bir daha sokuyor ve şöyle diyordu: Bak, aslında böyle olmalıydın sen, kapıdan içeri böyle girmeliydin, elini kolunu böyle oynatmalı, odada oturan öteki sene böyle bakmalıydın! Gözgöze gelince selâmlaştık. Ama o şaşırmışa benzemiyordu pek. O zaman bana öyle çok benzemediğine karar vördim, sakalı vardı onun; hem kendi yüzümün de, ben, neye benzediğini unutmuştum sanki. O karşımda otururken aklıma bir yıldır aynaya bakmadığım geldi.
Az sonra benim girdiğim kapı açıldı ve onu içeri çağırdılar. Beklerken bunun ustaca düzenlenmiş bir şaka değil, benim sıkıntılı aklımın kurgusu olduğunu düşündüm. O günlerde sürekli hayâl görüyordum çünkü: Eve dönüyormuşum, herkes beni karşılıyormuş, beni hemen bırakıyorlarmış, aslında hâlâ gemide kamaramda uyuyormuşum, bütün bunlar bir rüyaymış türünden teselli masalları. Bunun da o masallardan biri olduğunu, ama gerçekleştiğini, ya da her şeyin bir anda değişip eski düzenine döneceğinin bir belirtisi olduğunu düşünmek üzereydim ki, kapı açıldı, beni çağırdılar.
Paşa, benzerimin az ötesinde, ayaktaydı. Eteğini öptürdü, hatınmı sorunca hücrede çektiğim sıkıntılardan, ülkeme dönmek istediğimden sözedeyim, diyordum, beni dinlemedi bile. Paşa hatırlıyormuş, ona bilimden, astronomiden, mühendislikten anladığımı söylemişim, peki ya gökyüzüne fırlatılan o fişeklerden, baruttan anlıyor muymuşum hiç? Hemen anladığımı söyledim, ama bir an ötekiyle gözgöze gelince bana bir tuzak hazırladıklarından kuşkulandım.
Paşa yapacağı düğünün eşsiz olacağını söylüyordu, bir de fişek gösterisi hazırlatacakmış, ama bundan öncekilere hiç benzememeliymiş yapılacak şey. Bundan önce, Sultan'ın doğumunda, sonradan ölen bir Maltalı'nın ateşbazlarla hazırladığı gösteride, Paşa'nın yalnızca «Hoca» dediği benzerim de çalışmış, bu işi biliyormuş biraz, ama Paşa benim de ona yardım edebileceğimi düşünmüş. Birbirimizi tamamlayacakmışız! İyi bir gösteri yaparsak Paşa bizi sevindirecekmiş. Sırasıdır diye, istediğimin ülkeme geri dönmek olduğunu söylemeye kalktım, Paşa geldiğimden beri hiç kadınlarla yatıp yatmadığımı sordu bana, cevabımı öğrenince, o işi yapmayacaksam özgürlüğün neye yarayacağını söyledi. Gardiyanların kullandığı kelimelerle konuşuyordu, aptal aptal bakmış olmalıyım, bir kahkaha attı. «Hoca» dediği benzerime döndü sonra: Sorumluluk ondaymış. Çıktık.
Sabah benzerimin evine giderken ona öğretilebilecek hiçbir şeyimin olmadığını düşünüyordum. Ama onun da bilgisi benden fazla değilmiş. Üstelik bilgilerimiz birbirini tutuyordu da: Bütün sorun iyi bir kâfuri karışımı elde etmekti. Bunun için yapılacak şey terazi ve ölçeklerle tartıp dikkatle hazırladığımız karışımları geceleri Surdibi'nde ateşlemek ve gördüklerimizden sonuç çıkarmaktı. Hazırladığımız fişekleri, bizi seyreden çocukların hayran oldukları adamlarımıza ateşletirken, biz, çok sonraları, gün ışığında o inanılmaz silâh için çalışırken yaptığımız gibi, karanlık ağaçların altında dikilir merak ve heyecanla sonucu beklerdik. Sonra, kimi zaman ay ışığında, kimi zaman kör karanlıkta, küçük bir deftere ben gördüklerimizi yazmaya çalışırdım. Gece ayrılmadan önce Hoca'nın Haliç'e bakan evine dönüyor, ve sonuçlar üzerine uzun uzun konuşuyorduk. Evi küçük, sıkıntılı ve sevimsizdi. Nereden aktığını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim pis bir suyun çamurlaştırdığı kargacık burgacık bir sokaktan giriliyordu. İçerde neredeyse hiç eşya yoktu, ama eve her girişimde içim daralır tuhaf bir sıkıntıya kapılırdım. Belki bu duyguyu bana, dedesinden kalan adını sevmediği için, kendisine «Hoca» dememi isteyen bu adam veriyordu: Beni gözetliyordu, benden bir şey öğrenmek ister gibiydi, ama o sırada sanki o şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Duvar diplerine serdiği sedirlere oturmaya alışamadığım için, deneylerimizi tartışırken, ben ayakta durur, kimi zaman da sinirli sinirli odada bir aşağı bir yukarı yürürdüm. Sanırım, Hoca hoşlanırdı bundan, O oturuyordu, böylece soluk bir lâmbanın ışığında da olsa beni doya doya seyrederdi.
Bakışlarını üzerimde hissederken aramızdaki benzerliği farketmemesi beni tedirgin ederdi. Bir iki kere de benzerliği sezdiğini, ama bunun farkında değilmiş gibi davrandığını düşündüm. Sanki bana bir oyun oynuyordu; beni küçük bir deneyden geçiriyor, benim anlayamadığım bazı bilgiler ediniyordu. Çünkü, ilk günlerde hep öyle bakardı: Bir şey öğreniyormuş, öğrendikçe meraklanıyormuş gibi. Ama bu tuhaf bilgiyi derinleştirmek için bir adım daha atmaya sanki çekiniyordu. Bana sıkıntı veren, evin içini boğucu yapan bu kopukluktu işte! Gerçi çekingenliği beni cesaretlendiriyordu, ama rahatlatmıyordu. Bir keresinde, deneylerimiz üzerine konuşurken, bir başka seferinde, bana niye hâlâ Müslüman olmadığımı sorarken, beni, belli belirsiz, bir tartışmaya çekmek istediğini anlayınca kendimi tuttum. Bu çekingenliğimi hissetti; beni küçümsediğini anladım, bu da öfkelendirdi beni. O günlerde üzerinde anlaştığımız tek konu belki de buydu: İkimiz de birbirimizi küçümsüyorduk. Şu fişek gösterisini kazasız belâsız başarıyla düzenlersek, belki ülkeme dönmeme izin verirler, diye düşünüyor, kendimi tutuyordum.Bir gece olağanüstü bir yüksekliğe tırmanan bir fişeğin verdiği zafer heyecanıyla Hoca söyledi: Bir gün, ta Ay'a kadar gidecek bir fişek bile hazırlayabilirmiş; sorun yalnızca gerekli barut karışımını bulmak ve bu barutu taşıyabilecek hazneyi dökebilmekmiş. Ay'ın çok uzakta olduğunu söylüyordum, sözümü kesti, o da biliyormuş Ay'ın çok uzakta olduğunu, ama Dünya'ya en yakın yıldız da o değil miymiş? Ona hak verince, sandığım gibi rahatlamadı, daha da huzursuz oldu, ama başka bir şey de söylemedi.
İki gün sonra, bir geceyarısı yeniden sordu: Ay'ın en yakın yıldız olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyormuşum? Belki de bir göz yanılsamasına kaptırıyormuşuz kendimizi. O zaman, ona, gördüğüm astronomi eğitiminden ilk defa sözettim, Ptoleme kozmoğrafyasının temel kurallarını kısaca anlattım. Merakla dinlediğini görüyordum, ama merakını açığa vuracak bir şey söylemekten çekiniyordu. Bir süre sonra, ben susunca, Batlamyus hakkında kendisinin de bilgisi olduğunu, ama bunun Ay'dan daha yakınlarda bir yıldız olabileceği konusundaki kuşkusunu değiştirmeyeceğini söyledi. Sabaha doğru, o yıldızdan, varlığının kanıtlarını şimdiden elde etmiş gibi sözediyordu.
Ertesi gün, elime kötü bir el yazısıyla yazılmış bir kitap tutuşturdu. Yetersiz Türkçeme rağmen sökebildim: Almageist'in, sanırım, kendisinden değil, başka bir özetinden çıkarılmış ikinci bir özetiydi; beni yalnızca gezegenlerin Arapçaları ilgilendirdi, onlara da, o sırada ısınacak gibi değildim. Hoca, bir kenara bırakıverdiğim kitabın beni heyecanlandırmadığını görünce öfkelendi. Yedi altın vermiş bu cilde, kendimi beğenmişliği bırakıp, sayfalarını çevirip bir gözatmam doğru olurmuş. Uslu bir öğrenci gibi, sabırla yeniden açtığım kitabın sayfalannı çevirirken, ilkel bir şemaya rastladım. Dünya'ya göre gezegenler, basit çizgilerle çizilmiş kürelere yerleştirilmişti. Gerçi kürelerin yerleri doğruydu, ama aralarındaki düzen konusunda ressamın hiçbir düşüncesi yoktu. Sonra, Ay'la yeryüzü arasında, küçük bir gezegen çarptı gözüme; biraz dikkat edince, bunun elyazmasına sonradan eklendiği, mürekkebinin tazeliğinden anlaşılıyordu. Yazmayı sonuna kadar karıştırdıktan sonra, Hoca'ya geri verdim. Bana, o küçük yıldızı bulacağını söyledi; şaka yapar hali yoktu hiç. Bir şey söylemedim, benim kadar onun da sinirlerini bozan, bir sessizlik oldu. Başka hiçbir fişeği, sözü astronomiye getirebilecek kadar yukarı tırmandıramadığımız için, bu konu bir daha açılmadı. Kendi küçük başarımız, sırrını elde edemediğimiz bir rastlantı olarak kaldı.
Ama ışığın ve alevin şiddeti ve parlaklığı konusunda çok iyi sonuçlar alıyor, başarımızın sırrını da biliyorduk: Hoca tek tek gezdiği İstanbul aktarlarının birinde, dükkâncının da adını bilmediği bir toz bulmuştu; mükemmel bir parlaklık veren bu sarımsı tozun kükürtle göztaşı karışımı olduğuna karar verdik. Sonraları, parlaklığa renk versin diye toza akla gelebilecek her maddeyi karıştırdık, ama birbirine yakın bir kahverengiyle, soluk bir yeşilden başka bir şey elde edemedik. Hoca'nın dediğine göre, bu kadarı bile, şimdiye kadar İstanbul'da yapılanların en iyisiymiş.
Düğünün ikinci gecesi yaptığımız gösteri de öyleymiş, herkes öyle söyledi bunu, arkamızdan dolaplar çevirerek işimizi elimizden almak isteyen düşmanlarımız bile. Haliç'in karşı kıyısından, Padişah'ın bizi seyretmeye geldiğini söyledikleri zaman çok heyecanlandım, bir şey ters gidecek, yıllarca ülkeme dönemiyeceğim diye ödüm kopuyordu; başlayın, dedikleri zaman dua ettim. Önce, konuklan selâmlamak ve gösteriye hazırlamak için dimdik tırmanan renksiz fişekleri ateşledik; hemen arkasından Hoca'yla «değirmen» dediğimiz çemberli düzeni harekete geçirdik; gök bir anda kırmızı, sarı ve yeşil oldu, korkunç da bir gürültü, beklediğimizden de güzeldi; fişekler fırladıkça çember hızlanarak döndü, döndü ve birden etrafı gün gibi aydınlatarak durdu. Bir an kendimi Venedik'te sandım, sekiz yaşındaydım, böyle bir gösteriyi ilk defa seyrediyordum ve şimdiki gibi mutsuzdum, çünkü yeni kırmızı elbisemi bana değil, önceki gün üstü başı kavgada yırtılan ağabeyime giydirmişlerdi; fişekler de o gece giyemediğim ve bir daha giymemeye yemin ettiğim bol düğmeli elbisemin kırmızısıyla patlıyorlardı, düğmeler de ağabeyime dar gelen elbiseyle aynı renkti.
Sonra çeşme dediğimiz düzeni harekete geçirdik; beş adam boyu yüksekliğindeki bir çatının ağzından alevler dökülmeye başladı; karşı kıyıdakiler alev oluklarını daha iyi görüyor olmalıydılar; sonra, çeşmenin ağzından fişekler fışkırmaya başlayınca bizim kadar heyecanlanmış olmalılar, ama heyecanlarının yatışmasını istemiyorduk: Haliç üzerindeki sallar kıpırdadılar. Önce, mukavva kuleler ve hisarlar, burçlarından fişekler salarak geçerken yanıp tutuştular; bunlar geçmiş yıllardaki zaferleri temsil ediyorlarmış! Benim esir düştüğüm yılın gemilerini geçirirken, öteki gemiler yelkenlimizi fişek yağmuruna tuttu, böylece, ben, esir düştüğüm günü bir daha yaşadım. Mukavva gemiler yanıp batarlarken iki kıyıdan dar «Allah, Allah!» diye bağırdılar. Sonra, ağır ağır ejderhalarımızı geçirdik; burun deliklerinden, ağızlarından, kulaklarından alevler fışkırıyordu. Birbirleriyle dövüşe tutuşturduk onları; tasarladığımız gibi, önce yenişemediler; kıyıdan attığımız fişeklerle havayı daha da kızıştırdık, sonra gök biraz kararınca, salların içindeki adamlarımız çarkları harekete geçirdiler ve ejderhalar ağır ağır göğe doğru yükselmeye başladılar; işte, hayretle, korkuyla bağırışıyorlardı;ejderhalar gürültüyle yeniden birbirlerine girince sallardaki bütün fişekler ateşlendi; yaratıkların gövdesine yerleştirdiğimiz fitiller de tam zamanında yakılmış olmalı ki, ortalık istediğimiz gibi, tam bir cehennem yerine döndü. Başardığımızı yakınımızdaki bir çocuğun bağıra bağıra ağladığını işitince anladım; babası oğlanı unutmuş, ağzı açık, korkunç göğe bakıyordu. Artık ülkeme dönerim, diye düşünüyordum. Derken, cehennemin içine, benim «Şeytan» dediğim yaratık, altında kimsenin göremediği küçük kara salıyla birlikte girdi; o kadar fişek bağlamıştık ki ona, adamlarımızla birlikte bütün sal havaya uçacak diye korkuyorduk, ama işler yolunda gitti; dövüşen ejderhalar alevlerini tüketerek kaybolurlarken Şeytan bir anda ateşlenen fişekleriyle birlikte gökyüzüne fırladı; sonra, bütün gövdesinden, havada tarrakalarla patlayan alev topları saçtı. Bir an bütün İstanbul'u terör ve korkuya boğduğumuzu düşünerek heyecanlandım; sanki ben de korkmuştum; sanki hayatta yapmak istediğim şeylere sonunda cesaretle başlamıştım; sanki hangi şehirde olduğumun o sırada hiçbir önemi yoktu: Şeytanın, orada, hepsinin üstünde alevlerini saçarak bütün gece asılı kalmasını istiyordum. Biraz sağa sola salındıktan sonra, kimseye ilişmeden, iki kıyıdaki herkesi coşkuyla bağırtarak, Haliç'e indi. Suya batarken hâlâ üzerinden alevler saçıyordu.
Ertesi sabah, Paşa, Hoca'ya, tam masallardaki gibi, bir kese altın yollamış. Gösteriden çok memnun kaldığını, ama Şeytan'ın zaferini yadırgadığını söylemiş. Gösteriye on gece daha devam ettik. Gündüzleri yanık maketleri onarttırıyor, yeni oyunlar tasarlıyor ve zindandan getirttiğimiz tutsaklara fişek doldurtuyorduk. On torba barutla birlikte suratını da yakan bir köle kör oldu.
Düğün şenlikleri bitince Hoca'yı göremez oldum. Bütün gün beni gözetleyen bu meraklı adamın kıskanç gözlerinden kurtulduğum için rahatlamıştım, ama aklım onunla geçirdiğimiz hareketli günlere de takılmıyor değildi. Ülkeme dönünce, bana bu kadar benzemesine rağmen bu benzerlikten hiç sözetmeyen bu adamı herkese anlatacaktım. Hücremde oturuyor, vakit geçirmek için hastalara bakıyordum; Paşa'nın beni çağırdığını duyunca heyecanla, neredeyse mutlulukla koşarak gittim. Önce acele acele övdü beni, fişek gösterisi herkesi memnun etmiş, çok eğlenmişler, ben çok yetenekliymişim, filân. Sonra, birdenbire söyleyiverdi: Müslüman olursam beni hemen azat edecekmiş. Şaşırdım, aptallaştım, ülkeme dönmek istediğimi söyledim, o aptallıkla kekeleyerek annemden, nişanlımdan sözetmek gibi bir küçüklük bile yaptım. Paşa, beni hiç işitmemiş gibi yeniden aynı şeyi söyledi. Biraz sustum. Aklıma nedense tembel ve haylaz çocukluk arkadaşlarım; babalarına el kaldıran ve nefret edilen çocuklar geliyordu. Din değiştirmeyeceğimi söyleyince, Paşa bana öfkelendi. Hücreme döndüm.
Üç gün sonra Paşa bir daha çağırdı. Bu sefer keyifliydi. Din değiştirmemin kaçmama yarayıp yaramayacağını çıkartamadığım için bir karara varamamıştım. Paşa düşüncemi sordu, burada beni güzel bir kızla kendi eliyle evlendirirmiş! Bir cesarete kapılarak, dinimi değiştirmeyeceğimi söyleyince, Paşa şaşırdı biraz, sonra, aptal olduğumu söyledi. Dinimi değiştirdim diye yüzüne bakamayacağım kimse yokmuş ki çevremde. Sonra, biraz İslâmiyet hakkında konuştu. Susunca hücreme geri yolladı beni.
Üçüncü gidişimde Paşa'nın huzuruna çıkartmadılar. Bir kâhya kararımı sordu. Belki kararımı değiştirirdim, ama bana bunu bir kâhya sordu diye değil! Şu sırada din değiştirmeye hazırlıklı olmadığımı söyledim. Kâhya kolumdan tutup aşağı indirdi beni, bir başkasına teslim etti. Uzun boylu, rüyalarımda sık sık gördüklerim kadar ince bir adamdı bu, koluma girdi, bir yatalağa yardım eder gibi şefkatle, beni bahçenin bir köşesine götürürken, yanımıza rüyalara girmeyecek kadar gerçek bir başkası geldi, iriyarıydı bu. İkisi, bir duvar dibinde durup ellerimi bağladılar, pek de büyük olmayan bir balta vardı ellerinde: Müslüman olmazsam, Paşa boynumun hemen vurulmasını emretmiş. Kalakaldım. Bu kadar çabuk değil, diye düşünüyordum. Bana acıyarak bakıyorlardı. Bir şey söylemedim. Bari, bir daha sormasınlar diyordum, biraz sonra sordular. Böylece dinim gözümde uğruna kolayca can verilecek bir şey oluverdi; kendimi önemsiyor, bir yandan da soru sordukça dinimden dönmemi zorlaştıran o ikisi gibi kendime acıyordum. Başka bir şey düşünmek için kendimi zorlayınca, gözümün önünde, evimizin arka bahçesine bakan bir pencereden gördüklerim canlandı: Bir masanın üstündeki sedef kakmalı tepsinin içinde şeftaliler ve kirazlar duruyordu, masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir vardı, üzerine pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar konmuştu; daha arkada kenarına bir serçenin konduğu kuyuyla zeytin ve kiraz ağaçlarını görüyordum. Onların arasındaki ceviz ağacının yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak, belli belirsiz bir rüzgârda, hafif hafif kıpırdanıyordu. Bir daha sordukları zaman, dinimi değiştirmeyeceğimi söyledim. Orada bu kütük varmış, diz çökertip başımı dayadılar. Önce gözlerimi kapadım, ama sonra açtım. Biri baltayı aldı. Öbürü, belki de pişman olduğumu söyledi; beni doğrulttular. Biraz daha düşünmeliymişim.
Düşünürken, kütüğün hemen yanında toprağı kazmaya başladılar. Beni hemen oraya gömeceklerini düşündüm, içimde ölümden başka, bir de, ölmeden gömülme korkusu uyandı. Onlar mezarı kazana kadar kararımı veririm diyordum ki, küçük bir çukur kazıp yanıma geldiler. O zaman, burada ölmenin çok aptalca olacağını düşündüm. Müslüman olmaya niyetlendim, ama vakit yoktu buna. Zindana, artık alıştığım sevgili hücreme dönersem, bütün gece oturup düşünür, sabaha kadar din değiştirmeye karar verebilirdim; ama hemen değil.
Hemen tutup götürdüler, çöktürdüler. Başımı kütüğe dayamadan önce ağaçların arasından uçar gibi geçen birini görerek şaşırdım: Ben, sakallarım uzamış, orada, ayaklarım toprağa değmeden sessizce yürüyormuşum. Ağaçlar arasından geçip giden kendi görüntüme sesleneyim dedim, sesim çıkmadı, başım kütüğe yaslanmıştı. O zaman, yaklaşan şeyin uykudan farksız olacağını düşünerek kendimi koyverdim, bekledim, ensem ve sırtım üşüyordu, düşünmek istemiyor, ama üşüyerek düşünüyordum. Sonra beni kaldırdılar ve söylendiler: Paşa çok kızacakmış! Orada, ellerimi çözerlerken azarladılar beni: Allah, Muhammet düşmanıymışım. Yukarı, konağa çıkardılar.
Paşa eteğini öptürdükten sonra gönlümü aldı; dinimden hayatım pahasına dönmediğim için beni sevdiğini söyledi, ama az sonra atıp tutmaya başladı: Boş yere inat ediyormuşum, hem İslâmiyet daha yüce bir dinmiş filân. Söylene söylene daha da öfkelendi; beni cezalandırmaya kararlıymış. Sonra birisine söz verdiğini anlatmaya başladı, bu sözün başıma gelecek bazı kötülüklerden beni kurtardığını anlıyordum, sonunda söz verdiği ve anlattıklarından tuhaf biri olduğunu anladığım adamın Hoca olduğunu çıkardım. O sırada da Paşa beni Hoca'ya hediye ettiğini söyleyiverdi. Pek bir şey anlamadan bakıyordum önce; Paşa açıkladı: Artık Hoca'nın kölesiymişim, ona bir kâğıt da vermiş, beni azat edip etmemek Hoca'nın elindeymiş, bundan sonra ne yaparsa yaparmış bana. Paşa odadan çıkıp gitti.
Hoca da konaktaymış, beni aşağıda bekliyormuş. Bahçede, ağaçlar arasında gördüğümün o olduğunu o zaman anladım. Yürüyerek evine gittik. Benim dinimden dönmeyeceğimi baştan beri bildiğini söyledi. Evin bir odasını benim için hazırlamış bile. Aç olup olmadığımı sordu. Hâlâ ölüm korkusu vardı üzerimde, bir şey yiyecek halim yoktu. Gene de önüme koyduğu ekmekle yoğurttan birkaç lokma yiyebildim. Lokmalarımı çiğnerken, Hoca da keyifle beni seyrediyordu. Pazardan yeni aldığı güzel atını beslerken ona ileride yaptıracağı işleri düşünerek keyiflenen köylü gibi bakıyordu bana.Hoca'nın, Paşa'ya sunacağı saatin ve kozmoğrafya kuramının ayrıntılarına gömülüp beni unuttuğu zamana kadar bu bakışını sık sık hatırladım.
Sonra, ona her şeyi öğreteceğimi söyledi; Paşa' dan beni bunun için istemiş, beni ancak ondan sonra azat edebilirmiş. Bu «her şey»in ne olduğunu öğrenebilmem için aylar geçmesi gerekti. Okullarda, medreselerde öğrendiklerimmiş «her şey»; orada, benim ülkemde öğretilen bütün astronomi, tıp, mühendislik, bilim! Sonra hücremde duran ve ertesi gün getirttiği kitaplarda yazılanlar da, bütün duyduklarım ve gördüklerim de, nehirler, göller ve bulutlar ve denizler hakkındaki düşüncelerim de, zelzelelerin ve gökgürültüsünün nedenleri de... Geceyarısına doğru yıldızları ve gezegenleri en çok merak ettiğini ekledi. Açık pencereden içeri ayışığı giriyordu, bana, Ay ile Dünya arasındaki o yıldızın varlığı, ya da yokluğu konusunda hiç olmazsa kesin bir kanıt bulmamız gerektiğini söyledi. Ben, ölümle haşır neşir olduğum bir günün korkulu gözleriyle, aramızdaki sinir bozucu benzerliği yeniden, hiç de istemeden gözlerken, Hoca, artık, «öğretmek» kelimesini kullanmıyordu: Birlikte araştıracaktık, birlikte bulacaktık, birlikte yürüyecektik.
Böylece, kapı aralığından kendilerini dinleyen büyükleri evde olmadığı zamanlarda da derslerini inançla çalışan iki iyi öğrenci, iki iyi kardeş gibi çalışmaya başladık. İlk başlarda, ben daha çok, tembel kardeşi kendisine yetişsin diye eski bildiklerini gözden geçirmeye razı olan iyi niyetli ağabey gibi hissediyordum kendimi; Hoca ise, ağabeyinin bildiklerinin pek fazla bir şey olmadığını kanıtlamaya çalışan zeki kardeş gibi davranıyordu. Aramızdaki bilgi farkı, ona göre, yalnızca, hücremden getirip bir göze dizdiği ve benim hatırladığım ciltlerin sayısı kadardı. Olağanüstü çalışkanlığı ve zekâsıyla, sonraları daha da ilerleteceği İtalyanca'yı söküp, altı ay içinde bütün kitaplarımı okuyup, bütün hatırladıklarımı da bana tekrarlattığı zaman hiçbir üstünlüğüm kalmamıştı benim. Oysa kendisinde, çoğunun değersizliğini kendisinin de kabul ettiği kitaplarını aşan, öğrenilmiş şeylerden daha doğal ve daha derinden gelen bir bilgi varmış gibi davranıyordu. İşe başladıktan altı ay sonra, artık birlikte öğrenen, birlikte ilerleyen bir çift değildik. O düşünüyor, ben ise yalnızca, onun öyle yapması için bazı ayrıntıları ona hatırlatıyor, ya da bildiklerini yeniden gözden geçirmesine yardım ediyordum.
Çoğunu unuttuğum bu «düşünceler»! daha çok geceleri buluyordu, akşam yediğimiz uydurma bir yemekten, mahallede bütün lâmbalar söndükten ve etraf sessizliğe büründükten çok sonra. Sabahları iki mahalle ötedeki caminin sübyan okuluna hocalığa gidiyor, haftada iki gün de, benim adımımı hiç atmadığım, uzak bir mahalle camiinin muvakkithanesine uğruyordu. Geri kalan zamanı, ya bu gece «düşünceler»ine hazırlanmakla, ya da onların peşinden sürüklenmekle geçiriyorduk. O sıralarda, yakın bir zamanda ülkeme döneceğime umutla inanıyordum, Hoca'yla, ayrıntılarını pek de merakla dinlemediğim «düşünceler»ini tartışmanın, dönüşümü, olsa olsa geciktireceğini düşündüğüm için ona hiç karşı çıkmazdım.
Böylece ilk yılı düşsel yıldızının varlığının, ya da yokluğunun kanıtlarını aramak için içine gömüldüğümüz astronomiyle uğraşarak geçirdik. Büyük paralar dökerek Flemenk'ten mercekler getirtip yaptırdığı teleskoplarla, rasat aletleri ve cetvelleriyle çalışırken düşsel yıldız sorununu unuttu Hoca; daha derin bir soruna girdiğini, Batlamyus'un dizgesini tartışma konusu yapacağını söyledi, ama tartışmıyorduk; o söylüyor ben dinliyordum: Yıldızların asılı durdukları saydam kürelerin saçmalığını anlatıyordu; belki de onları orada tutan başka bir şey vardı, sözgelimi, görülmeyen bir güç, bir çekim gücü, belki; sonra, belki de Güneş gibi, Dünya'nın da başka bir şeyin çevresinde döndüğünü ileri sürdü, belki bütün yıldızlar, bizim varlığımızdan haberdar olmadığımız başka bir merkezin çevresinde dönüyorlardı. Daha sonra Batlamyus'tan çok daha kapsamlı düşüneceğini ileri sürerek, çok daha geniş bir kozmoğrafya için yeni bir yığın yıldızı inceledi, yeni bir dizge için ortaya kuramlar attı; belki de Ay, Dünya'nın, Dünya da Güneş'in çevresinde dönüyordu; belki de merkez Zühre'ydi; ama bunlardan da çabuk bıktı. Sonraları, şimdiki sorununun, bu yeni düşünceleri ortaya atmak değil, yıldızları ve hareketlerini buradakilere tanıtmak olduğunu, bu işe de Paşa'dan başlayacağını söylüyordu ki, Sadık Paşa'nın Erzurum'a sürüldüğünü öğrendik. Başarısız bir kumpasa katıldığı söyleniy ormuş. Paşa'nın sürgünden dönüşünü beklediğimiz yıllarda Boğaz'daki akıntının nedenleri üzerine yazacağı bir risale için aylarca Boğaz sırtlarında, iliklerimize işleyen bir rüzgâr içinde, denizin akışını seyrederek ve vadilerde, ellerimizdeki kaplarla Boğaz'a dökülen derelerin ısısını ve akıntısını ölçmeye çalışarak gezindik.
Paşa'nın ricası üzerine, bir işini görmek için gidip üç ay kaldığımız Gebze'de camiler arasındaki namaz vakitlerindeki tutarsızlık, Hoca'ya başka bir düşünce verdi: Namaz vakitlerini gösteren kusursuz bir saat yapacaktı. Masa denilen şeyi ona o sırada öğrettim, ölçülerini vererek bir marangoza yaptırdığım eşyayı eve getirince, Hoca önce hoşlanmadı, bu yeni eşyayı musalla taşına benzetiyordu, uğursuz olduğunu söylüyordu, ama sonraları sandalyelere de, masaya da alıştı; böyle daha iyi düşündüğünü ve yazdığını da söyledi. Namaz saatleri için, güneşin dönüş çemberine koşut eliptik dişliler döktürmek için İstanbul'a dönerken, masamız bir eşeğin sırtında, arkamızdan geliyordu.
Masaya karşılıklı oturup çalıştığımız o ilk aylarda, Hoca, dünyanın yuvarlaklığı yüzünden, gündüzle gece arasında büyük zaman farklılıkları olan soğuk ülkelerde, namaz ve oruç vakitlerinin nasıl belirleneceğini anlamaya çalışıyordu. Başka bir sorusu da, Mekke'den başka, ne yana dönerse dönsün insanın kıbleye bakabileceği bir başka nokta olup olmadığıydı. İçten içe küçümsediğim bu sorunlarla ilgilenmediğimi gördükçe, Hoca beni hor görürdü, ama benim «üstünlüğümü ve farklılığımı» sezdiğini düşünüyordum o sıralar, o da benim bunu sezdiğimi düşündüğü için öfkeleniyordu belki: Uzun uzun bilimden sözettiği kadar zekâdan da sözederdi; Paşa'yı, İstanbul'a döndüğü zaman tasarılarıyla, daha da geliştireceği ve bir modelle anlaşılır kılacağı yeni kozmoğrafya kuramıyla, yeni saatle etkileyecek; burada bir dirilişin tohumlarını, kendi içindeki merakı herkese bulaştırarak atacaktı: İkimiz de bekliyorduk.