9 Eylül 2009 Çarşamba

sabahattin ali - uyku (öykü)

Uyku
İki arkadaş Yıldızeli'nden Sıvas'a gitmek için şosenin kenarında
otomobil bekliyorduk. Akşam olmaya başlamıştı. Akıllının
biri, gece yarısı gelen treni beklemektense sık sık geçen
kamyonlardan birine atlamamızı tavsiye etmişti; ve biz bir buçuk
saatten beri, yolun kaybolduğu taraflarda beliren her toz
bulutuna ümitle bakarak bu -sık sık- tabirinden kaçar saatlik
fasılaların kastedildiğini düşünmeye dalmıştık. Nihayet, ortalık
adamakıllı karardıktan sonra iki projektör, toz bulutlarını aydınlatarak
bulunduğumuz yere yaklaştı. Biz, yangından veya
selden kaçan insanlar gibi, kollarımızı imdat işaretlerine benzeyen
hareketlerle havaya kaldırıp bağrışarak yolun ortasına atıldık.
Makine hemen önümüzde durdu. Kısa bir pazarlıktan sonra
ellişer kuruşa şoförün yanına binmek hususunda mutabık
kaldık.
Harekete geçer geçmez, münevver adamlara yakışır bir tecessüs
(araştırma, bir şeyin içyüzünü öğrenmeye çalışma) ve cahillikle
ve birbirimizin sözünü keserek sıraladığımız suallerden çıkan
neticeye göre, orta yaşlı bir yük beygiri
kadar mazisi olan emektar kamyon, üç gün evvel Erbaa'dan
kalkıp Turhal'a yük getirmiş ve orada Sıvas'a gelecek şeker hamulesi
bularak yolunu buraya kadar uzatıvermiş. Başımı çevirip
ensemin üst kısmında heybetle yatan çuvallara bakınca içlerinde
beyaz kristalleri görür gibi oldum ve otomobilin sarsıntısından
mıdır, nedir, içime tuhaf bir bulantı geldi.
Şoföre:
-Başka müşterin var mı?- diye sordum.
Birkaç dakikalık bir sükuttan sonra başını hafifçe arkaya
doğru atarak:
-Üç kadın var... Çuvalların üstünde yatıyorlar!-' dedi.
Bu sırada başucumdaki çuvallardan şoför muavininin tamamlayıcı
izahatı geldi:
-Yolda rastladık... Ne mal oldukları belli değil... Parayı peşin
verdikleri için aldık!-
Kendisiyle aynı çuvalların üzerinde uzanan ve belki bacakları
birbirine dokunan kadınların bu sözlerden alınabileceklerini
asla düşünmeden konuşuyor, yılışık ve yorgun bir sesle onların
kılık ve kıyafetleri, şekil ve suratları hakkında malumat
veriyordu.
Bu sırada otomobil birkaç hızlı sarsıntı geçirdi ve muavin
gevezeliği bırakarak gürler gibi bir sesle:
-Usta!- diye bağırdı.
Gözlerimiz hemen şoföre döndü. Onun telaş ile yerinden
kımıldadığını ve bir eliyle gözlerini ovuştururken ötekiyle sımsıkı
direksiyonu kavradığını gördük.
İki arkadaş bir şey anlamadan birbirimize baktık. Muavin
yine izahat verdi.
-Bir şey değil, merak etmeyin... İki gecedir uykusuz, bu akşam
üçüncü gece olacak... Ara sıra kendinden geçiveriyor.-
Sonra, bahsettiği kimsenin duyup duymadığına ehemmiyet
vermeyen o pervasız edasıyla ilave etti:
-Başımıza bir iş açmasın... Anafordan gümleriz vallahi! Pek
dalarsa siz dürtükleyiverin.-
Bu sefer yine birbirimize baktık, fakat bir şey anlamadan
değil, lüzumundan fazla şeyler anlayarak...
Otomobil birdenbire durdu. Fenerler birkaç metre ileride,
yolun solundaki bir çeşmeyi aydınlatıyordu. Şoför yayvan, uyku
sersemi bir sesle bağırdı:
-Rahmi!-
-Buyur usta!-
-Koş, makineye su koy.-
Arkada bir hareket oldu. Bir teneke sesi geldi. Sonra deminden
beri sesini işittiğimiz muavini ilk defa gördük. Hakikatte
kendisini değil, yolculuğun ve mesleğinin ona verdiği
maskeyi görmek mümkündü. Pudralı gibi beyaz kirpikleri ve
saçları muhakkak ki daimi değildi ve ter, makine yağı, benzin
ve tozdan ibaret bir çamurla sıvanan yüzü herhalde aslında
büsbütün başka şekil ve renkte olacaktı.
Tenekeyi çeşmeden doldurduktan sonra radyatöre boşalttı.
Şoförün oturduğu yere yaklaşarak:
-Oldu usta!- dedi.
Açık ela gözlerinde yorgun, fakat hiçbir sebeple kaybolmayacakmış
hissini veren keyifli bir ifade vardı. Bu aralık direksiyonun
üzerine kapanarak bir müddet kestirdiği anlaşılan şoför
yerinden sıçradı:
-Ha? Oldu mu?.. Kapağı iyice kapadın mı?- dedi.
Muavinin gözlerindeki neşeli ifade daha canlandı:
-Hepsi tamam usta!-
-Bir daha bak!-
Şoför başını tekrar direksiyona koydu. Muavin radyatör
kapağını bir daha yokladıktan sonra, insafsız bir gülümseme
ile:
-Tamam usta, tamam!- diye bağırdı.
Şoför kurtuluş olmadığını anlayarak homurdandı ve başını
kaldırdı. Kamyon, efendisinin homurtusunu biraz daha gürültülü
bir şekilde tekrar ettikten sonra yola koyuldu.
Gece ilerledikçe şoförün uyku ile mücadelesi artıyordu.
Ben doğrudan doğruya bir şey söylemeyerek:
-Bu yolda sık sık kaza olur mu?- yolunda kinayelere başvurdum.
Şoför anlaşılmaz bir cevap verdi, fakat muavinin yılışık sesi
tepemizden duyuldu:
-Her zaman olmaz!..-
O zamana kadar mevcudiyetlerini hiçbir vesile ile belli etmeyen
kadınlardan biri, ince, çatlak bir ses ve temizliğini kaybetmeye
başlamış bir Orta Anadolu şivesiyle sordu:
-Geçen gün malmüdürünün karısı nerede öldüydü?-
Muavin:
-Geçtik galiba!- dedi.
Şoför, uykusunun arasında tashih etti:
-Daha gelmedik ulan...-
Merakla sordum:
-Ne oldu? Bir kadın mı öldü?-
Bu suallerle şoförü alakalandırarak uykusunu açmak istiyordum.
Kesik cümlelerle vakayı anlattı. Ara sıra muavin: -Hayır,
öyle değil, şöyleydi!- diye düzeltmeye kalkıyor ve yolcu kadınların
da iştirak ettiği bir münakaşa alevleniyordu.
Şoför:
-Karı zaten sinirlinin biriydi... Başına böyle bir iş geleceği
belliydi!- dedi.
Muavin atıldı:
-Kocası da karıdan yangınmış... Şoförlere: Şunu bir hendeğe
yuvarlayıp beni kurtaramadınız!- dermiş:
Şoför omuzlarını silkti:
-Onu bilmem... Bir kere alıp Sıvas'a götürdüm. O zaman
tenezzüh kullanıyordum. Yolda kırk defa arabayı durdurdu.
Yüz adım gideriz, bağırır: Şoför dur! Mantomu çıkaracağım.
Şoför dur! Pudra çalacağım. Şoför dur! Çok sarsılıyorum, başım
döndü; azıcık bekleyelim... Bir daha tövbe ettim arabama almaya...-
-Canım, kaza nasıl olmuş?- diye söze karıştım. Muavin:
-Kamyonla Sıvas'tan dönüyorlarmış- dedi, -Kocası da berabermiş.
Kamyon bizim Köse'nin arabası... On bir yaşında...
Bir gün evvel yolda sağ tekerleğin rondu fırlamış, telle bağlamışlar...
Sıvas'ta tamir ettirmeden yolcu alıp geri dönmüşler...-
-Belediye, arabaları muayene etmez mi?- dedim.
Muavin cevap vermedi. Şoför yan gözle beni süzerek:
-Belediye, maaş verecek parası kalmayınca, ceza yazmak
için şoförlere yapışır... Başka zaman rahat bırakır!-
Bir müddet sustuk. Şoför kendisini tekrar yakalamak isteyen
uykudan silkinmeye çalıştı, fakat muvaffak olamadı ve
muavin hikayesine devam etti:
-Karının yine siniri tutmuş. Yolda makineyi birkaç kere
durdurmuş. Galiba işte bir sakatlık olduğu bu sefer fıkaraya
malum oluvermiş. Neyse, kocasıyla beraber şoförün yanında
oturuyorlarmış. İşte böyle sizin gibi!-
Arkadaşımın ve benim bu tatsız teşbihten tüylerimiz ürperdi.
-Karı kapının yanındaymış. Makine ufak bir gürültü yapsa,
aman şoför dur! diye bağırırmış. Bu sefer sahiden arkada bir
çatırtı olmuş ve kadın kapıyı açtığı gibi kendini aşağı atmış...-
-Tekerleklerin altına mı gitmiş?- diye bağırdım.
-Hayır!- dedi, -daha beter... Arka tekerleğin rondu sahiden
fırlamış. Araba yüklü olduğu için bu sefer lastik de patlamış.
Karı makinenin yanında nereye kaçacağını bilmeyip dururken
araba sağa kaymış, karıyı çamurluğuna takıp hendeğe
atmış; kendi de üstüne devrilmiş...-
Sonra, hazin olmak isteyen bir ifade ile devam etti:
-Dakikasında gitmiş... Tutacak yeri kalmamış!-
Bir müddet evvel sesi duyulan kadın tekrar söze karıştı:
-Kocası üstüne ceketini örtmüş de durmadan ağlarmış.
Köylüler diyiverdiler!-
Muavin itiraz etti:
-Yok canım... Ertesi günü herifi parkta gördüm. Kafayı
çekmiş, gülüp duruyordu!..-
Şoför, anlayışlı bir tavırla başını salladı:
-Olsun... Hem ağlar, hem güler... Karı bu... Öldüğüne ağlarsın,
yakanı kurtardığına sevinirsin!-
Uzun zaman hiçbirimiz ağzımızı açmadık. Otomobil çalkalana
çalkalana ilerliyordu. Bir aralık karşımızda uzanıp kaybolan
yolun kırk elli adım ilerde kesilip karanlığa karıştığını fark
ettim. Araba, o zamana kadar farkına varmadığımız bir süratle
bu karanlığa doğru gidiyordu. Bir anda kendimizi bu karanlığın
tam dibine gelmiş bulduk.
-Aman!- diye bağırarak direksiyona sarıldım ve sola kırdım...
Şoför:
-Ha!- diyerek uykusundan uyandı ve fren yaptı. Sonra:
-Viraja gelmişiz be!- diye homurdandı.
Projektörler kısa otlarla örtülü bir tarlayı ve hemen önümüzdeki
derince bir hendeği aydınlatıyordu. Beyaz tozlarıyla
parlak ve kirli bir kordele gibi uzanan şose solumuza doğru
kıvrılıp gidiyordu.
Kendimi tutamayarak:
-Kendine gel yahu!.. Arabayı devirecektin!- diye bağırdım.
Şoför, kabahatini bildiği için hafif ve özür dileyen bir sesle:
-Bir şey olmaz!- dedi.
Muavin, o garip bir alay gizleyen sesiyle:
-Devrilmezdik...- dedi. -Ön tekerlekler hendeğe beraber
girerdi. Zınk der dururduk...- Sonra daha keyifli bir sesle ilave
etti:
-Yalnız araba sarsılıp arka tekerlekler havaya kalkınca şeker
çuvalları ensenize inerdi!..-
Başımı çevirip ters bakışlarla bu münasebetsize haddini
bildirmek istedim, fakat karanlıktan ve üzeri damgalı birkaç
çuvaldan başka bir şey görmedim.
Bundan sonra uyku, şoför ve makine arasında müthiş bir
mücadele başladı... Zavallı adam üçüncü uykusuz geceyi de
yarılamak üzereydi ve direksiyondaki elleri titriyordu. Birkaç
kere kendisini tutup uyandırmak icap etti. O zaman yalvaran
gözlerle yüzümüze bakarak:
-Müsaade edin, şurada durup on dakika uyuyayım... sonra
gideriz!- dedi.
Ben razı oldum. Arkadaşım daha tecrübeliydi:
-Olmaz- dedi. -Bir uyursa yarın öğleden evvel uyanmaz,
zorla uyandırırsak büsbütün sersemler ve başımıza iş açar...
Uyutmayız ve yolumuza gideriz!..-
Makine birdenbire durdu ve şoförün sesi duyuldu:
-Rahmi... makineye su koy!-
Hakikaten kenarda sicim gibi akan bir çeşme vardı. Gecenin
sessizliğine ince ve ürpertici bir şırıltı yayılıyordu. Şoförün
başı direksiyona düşmüş ve hareketsiz kalmıştı.
Aynı şey iki üç kilometrede bir tekrara başladı. Adamın uykusuz
ve yarı kapalı gözleri yolun sağında veya solundaki en
küçük bir çeşmeyi bile kaçırmıyordu. Makine zınk diye duruyor
ve o sarhoş ses benzin kokusuna ve toz bulutlarına karışarak:
-Rahmi...- diye gecenin duvarlarına çarpıyor, akisler yapıyordu.
Şoför kendisini her uyandırışımızda o yalvaran bakışlarıyla;
-Müsaade edin, beş dakika uyuyuvereyim!- cümlesini tekrar ediyordu.
Bir aralık yine durduk. İki tarafıma dikkatle baktığım halde
çeşme falan göremedim. Buna rağmen meçhul bir istikametten
gayet hafif bir su şırıltısı geliyordu.
-Rahmi... makineye su koy!-
-Demin koyduk ya usta!-
-Sus be... yol fena... motör kızıyor!-
Yol birçok şoförlerin -çok güzel- dedikleri virajsız, yokuşsuz,
sadece çakılları fırlamış bir şose idi ve uykusuz adam iki
üç dakika kestirebilmek için bu basit yalana başvuracak kadar
harap haldeydi.
Rahmi tenekesiyle beraber inip yolun kenarında çeşme aramaya
başladı. Ortada böyle bir şey yoktu. Nihayet sol taraftaki
bayırdan ve kuru otların arasındaki çamurlu bir mecradan aşağıya,
şosenin hendeğine süzülen zavallı bir su akıntısını keşfetti.
Kocaman tekneyi buradan doldurmak imkansızdı, fakat
maksadın radyatöre su koymak değil, birkaç dakika durmak
olduğunu anlamışa benzeyen Rahmi, avuçlarını doldurup tenekeye
boşalttı, makinenin etrafında bir takırdadı ve artık kendisini
de sarmaya başlayan bir yorgunlukla, uyuşmuş bacaklarının
üzerinde sallanarak o insafsız cümlesini haykırdı:
-Tamam usta!..-
Şoför bu sefer uyanacağa benzemiyordu. Kasketinin altından
fırlayan, tozdan bembeyaz olmuş saçları direksiyonun üzerine
serilmişti. Kafasına odun yemiş biri gibi, tamamıyla kendinden
geçmiş bulunuyordu. Muavin tekrar etti:
-Hadi usta, tamam!-
Bunun da fayda etmediğini görünce ben işe karıştım, şoförü dürttüm:
-Hadi bakalım... uyan... az kaldı!-
Ne kadar kaldığını kendim de bilmiyor, sadece zavallıya
biraz gayret vermek istiyordum.
Şoförün başı kalktı:
-Gidemeyeceğim beyim!- dedi ve tekrar önüne düştü.
Arkadaşıma baktım. Yüzünde hiç insaf yoktu. Sert bir sesle:
-Gidemeyeceğim olmaz... Kalk, yüzüne biraz su vur, açılırsın!-
Şoför kımıldadı, yanındaki kapıyı açtı: Uykunun, her uzvuna
nasıl ağır taşlar halinde çöktüğü bütün hareketlerinde görülüyordu.
Ayakları mevcut olmayan taşlara takılarak hendeğin
kenarına kadar sendeledi. Orada biraz durdu. Karşısındaki
suya kadar gitmek kendisine herhalde pek mühim ve güç bir
yolculuk gibi görünüyordu. Nihayet yavaşça olduğu yere çöktü
eliyle bize doğru bir işaret yaparak:
-Müsaade buyurun beyim... beş dakika uyuyayım!- dedi
ve oraya, tozların içine boylu boyuna uzandı.
Çaresizlik içinde arkadaşımla birbirimize bakıştık. Beş dakika,
on dakika, yirmi dakika bekledik. Rahmi tenekesini yerine
koyup çuvalların üstüne çıkmıştı. Ne onun, ne yolcu kadınların
sesi duyulmuyordu. Sadece kuru otların ve çamurların
arasından süzülüp hendeğe akan ve orada, kireçli topraklardan
bozkırın kuru bağrına sızan suyun mırıltısı vardı. Ne kadar süreceğini
bilemediğimiz bu bekleyişten bizi, karşı tepelerden birdenbire
beliren iki projektörle bir motör gürültüsü kurtardı.
Daldığı uykudan top seslerinin bile uyandıramayacağı sanılan
şoför hemen yerinden fırladı, gözlerini ovuşturarak yerine
geçip oturdu. Hayretle sordum:
-Ne oldu?-
-Makineyi kenara alayım, karşıdan araba geliyor!-
-Nasıl farkına vardın?-
-Dünya yıkılsa haberim olmaz ama, motörün sesini cenazem
bile duyar!-
Projektörleri görünen araba bizi müthiş bir toz bulutu içinde
bırakarak yanımızdan geçip gitti. Yolumuza devam ediyorduk.
Yuttuğumuz benzin buharı ile toz bizi de sersem etmişti.
İki saat sürdüğü söylenen yolu, altı saatten beri bitiremiyorduk.
Vakit gece yarısını geçmişti. Uyumaktan ve böylece şoförü başıboş
bırakmaktan korkuyorduk.
Oldukça dik bir yokuşu çıkıp bir müddet ilerledikten sonra
şoförün dalmak üzere olduğu uykudan silkinip gözlerini ovuşturduğunu
fark ettim. İleri doğru bakıyordu, ben de gözlerimi
kısarak baktım, tozlu camdan başka bir şey göremedim.
Araba tekrar durmuştu. Eskisinden daha harap, ancak duyulabilir
bir sesle şoför:
-Rahmi!- dedi.
Arkadaşım elini sırtımdan uzatarak şoförü dürttü:
-Bırak... bu çeşmenin suyu yoktur, boşuna oğlanı indirme...-
Sonra bana döndü:
-Haydi, Sıvas göründü. Başımıza bir iş gelmeden inip yayan
gidelim!-
Kapıyı açtı, aşağıya atladık. Projektörün ışığında cebimden
bir lira çıkardım. Bu sırada tekrar önüne kapanmış bulunan şoföre:
-Al paranı!- dedim.
Ses yoktu. Dürttüm:
-Alsana yahu... Parayı vermeden giderim ha!-
Başını zahmetle kaldıran şoförün üzerinde bu tehdit hiç bir
tesir göstermişe benzemiyordu. Yüzlerce kiloluk bir ağırlık taşıyormuş
gibi aşağıya çekilen elini uzatarak:
-Siz sağ olun beyim!- dedi.
Başını tekrar direksiyona yerleştirirken avucundaki yeşil
banknotun ayaklarının ucuna düştüğünü gördüm. Yavaşça kapıyı kapadım.
Kamyonun arka tarafına dolanarak şeker çuvallarının üzerindeki
karanlığa baktım. Birisini uyandırmaktan korkuyormuş
gibi hafif bir sesle:
-Rahmi!- dedim.
Cevap veren olmadı. Ortalıkta en ufak bir hareket ve ses
yoktu. Otomobil, taşıdığı canlı mahluklar, şeker dolu çuvallar
ve her tarafına yapışan tozlarla birlikte derin bir uykuya dalmıştı.
Yalnız soğumakta olan motörden, yapraklar üzerinde dolaşan
böceklerin ayak sesine benzeyen çıtırtılar yayılıyordu.
Projektörlerin ışığı, yolun üzerine dağılmış gibi duran taş parçalarına
boylarının iki üç misli gölgeler veriyor ve kesik kesik
nefes alıyormuş gibi titriyordu. Arkadaşımla kol kola girerek
uzaktan tek tük pırıltıları görünen şehrin yolunu tutunca bu
ışık sırtımıza yapıştı, gölgemizi uçsuz bucaksız karanlıklara kadar
uzattı ve biz ensemizde hissettiğimiz bu yapışkan elden
kurtulmak için adımlarımızı hızlandırdık.
1939