3 Ekim 2015 Cumartesi

buket uzuner - mor ve ötesi

MOR ve ÖTESİ
Karl'a...
"Hiç kullanılmamış bir zamanın
gözkapaklarım
açıyorum..."
Nilgün Marmara
"Tıpkı babaannemle annemin bir karışımısın sen!" (Eh,
herhalde hiçbir kadının kocasından duymak istemeyeceği sözün
daha kötüsü bu olmalı! Annesine benzemekten daha kötüsü...
Neyse ki, kocam değil!)
Polis kapıyı kıracak, açmam için bağırıyor. Korkuyorum.
Erkekler korkmaz diyorlar ama babaannem, "Erkekler de bal
gibi korkar oğlum, ancak akıllılar korkmaz," diyor. Bal
1
gibi korkuyorum. Polis kapıyı yumrukluyor, içerde olduğumu
bildiğini, açmazsam kapıyı kıracağını bar bar bağırıyor.
Babaannem, kendisinden başka hiç kimseye kapıyı açmamamı
tembihledi; sıkı sıkı. Taş kesilmiş, yatağımın içinde
oturup bekliyorum, istesem de hareket edemem artık!
"Annemin de gözleri farklı renklidir. Biri koyu kahverengi,
öbürü yeşil. Saçları da tıpkı seninki gibi, siyah. Sanki elimle
koymuş gibi gelip seni buldum yani... Ben saçlarımın bal
rengini babaannemden, gözlerimin mavisini babamdan
almışım."
(Bu karışıklıkta bir çocuğumuz olursa, kedimiz Duman gibi
rengârenk doğar herhalde...)
Fransa'yı da işgal edecekler, yakında buraya da gelecekler...
Kimse durduramıyor onları! Kahverengi ceketleri, gamalı
haçları ve sert ses tonlarıyla gelecekler. O zaman beni, annemi
ve babamı öldürecekler. Belki babama dokunmazlar, o çingene
değil. Ama annemin kızı olduğum için ben de yarı çingeneyim
ve... Halbuki biz Yahudi değiliz. İnançlı Katolikleriz biz;
Tanrı'nın oğlu kutsal İsa'ya inanır, ermiş Meryem'e dua ederiz.
Yine de Yahudiler gibi esmeriz nedense... Almanlar sarışınları
seviyorlarmış, acaba annemle saçlarımızı sarıya boyasak,
esmer olduğumuz için bizi affederler mi? Ah bu Almanlar,
Almanlar! Almanları sevmiyorum, hiçbir zaman da
sevmeyeceğim, asla!
"Fransız annem, Alman babama rastladığında on altı yaşındaymış,
babam on beş. Ertesi yıl ben doğmuşum."
(Az daha, belki de az sonra dünyanın en genç kaynanası
benimki mi olacak?)
"Annem hiç Almanca bilmiyormuş, babam da Fransızca.
Hoş, zaten o sırada babamın ağzı burnu sargılar içindeymiş,
konuşamıyormuş ya! Annemin hastabakıcılık yaptığı klinik
bozması harabe, daha çok direnişçi Fransızların gizlice tedavi
edildiği bir yermiş ama, görünüşü kurtarmak için bazı yaralı
Almanları da alıyorlarmış. Babam da oraya
2
düşmüş işte... Şimdi ikisi de birbirlerinin dilini çok iyi konuşurlar."
(Bizim kedi Duman gibi rengârenk çocuğumuz, Fransızca,
Almanca, Türkçe, bir de bizim anlaştığımız İngilizceyi sökmek
zorunda kalacak demek ki!)
Biliyorum bana âşık değilsin, hiç de olmayacaksın... Dur,
sözümü kesme! Biliyorum yalnızca çok iyi dostuz biz, ama
aşktan bahsediyorum ben; yani yüreğimdeki ateşten... Bir de şu
karnındaki bebeği babasız doğurmanı istemiyorum. İkimiz de
biliyoruz ki, o yakışıklı serserin geri dönmeyecek. Madem iki
arkadaşız, birbirimize yardımcı olmalıyız. Evlen benimle,
bebeğe baba olayım, benim de bir ailem olsun. Yo, yoo,
yalnızca aynı evde yaşayacağız, her şey eskisi gibi kalacak, söz
veriyorum! Sonra, ne kadar güçlü olursan ol, babasız çocuk
doğurmanın zorlukları...
"Babaannem 1930'larda Almanya'da, senin 80'lerde Türkiye'de
olduğun kadar güçlü bir kadınmış!"
(Acaba ben babasız bir çocuk doğurmaya cesaret edebilir
miyim?)
"Sonra babaannem o güzel insanla evlenmiş ve babam
doğmuş. Tabii herkes onları çok sevişen bir çift sanıyor... Bir
kez bile sevişmemişler, babaannem benim üstüme yemin etti.
Babama gelince, özbeöz babasını herhalde bu kadar çok
sevemezdi. Çocukluğum, bu hiç tanımadığım üvey dedemin ne
dehşetengiz bir sevgi ustası olduğunu dinlemekle geçti."
(Zaten kan bağı dediğin nedir ki, 'kan yoğun bir sıvıdır
yalnızca'.)
Hitler'in bir ruh hastası olduğunu göremeyen milyonlarca
insanla aynı pasaportu taşıyorum! Deli, tehlikeli bir deli o!
Kötü, çok kötü şeyler olacak... Daha kötüsü artık olmaz
dedikten sonra kötü şeyler yani... Nemize gerek Polonya,
Fransa, Macaristan, İsveç, Norveç, şimdi de Rusya? Alman
olmaktan utanabileceğimi hiç düşünmemiştim; hep gurur
duyardım bununla oysa...
Birisi çıkıp durdurmalı bu deliyi, birisi yok etmeli bu
manyağı! Neden pek çoğumuz sessiz kaldı bu adamın yükselişine?
Yalnızca korku mu? Hepimiz bu sessizlikle desteklemedik
mi onu ve faşizmi? İlgisizlik, sessizliğin erkek kardeşi;
lanet olsun sana, lanet olsun ki, kimse ilgisiz ve sessiz
kalmasın dünyada bundan böyle! Ama hayır, ben direneceğim;
en yakın dostum, çocuğuma babalık eden o güzel insan, gamalı
haçın çarpık kollarında donarak öldü, ama oğlumu kaybetmeye
direneceğim... Oğlumu asla askere alamayacaklar, asla...
"Babam on beş yaşından beş gün aldığında kapıya Naziler
dayanmışlar. Babaannem 'bu ideolojiye oğul vermem' dedikçe,
arkadaşları yalvarmışlar, 'Naziler kurşuna dizeceğine, bırak
savaşa gitsin, hiç değilse kurtulma şansı var.' Bir insanın ancak
savaşta kurtulma şansı olması ne korkunç değil mi? Böylece
babam savaşın son günlerine doğru Nazi üniformasıyla asker
olmuş, aklın alabiliyor mu?"
(Yani ben, eski bir Nazi'nin oğlunu mu seviyorum şimdi?)
Herkes o çirkin bayrakları, göbeğindeki çirkin siyah lekeye
karşın gururla pencerelerine asıp, kanları yeni yıkanmış
üniformalarıyla geçit resmi yapan Nazi askerlerini seyrederken,
otuz sekiz yaşındaki ben, Ingrid, oğlu Nazi üniformasıyla
savaşa, eline eli değmemiş kocası aynı üniforma içinde
cehennemin dibine gönderilmişken, balkonuma o bayrağı
asmadığım için belki de birazdan kurşuna dizileceğim.
Bayrağınız acı, mutsuzluk ve kusmuk kokuyor sizin be!
Bayrak asmamı mı istiyorsunuz, peki ulan, asacağım bayrağınızı,
alın işte bayrak size!
"Biliyor musun babaannem balkonuna ne asmış o koskoca
Nazi geçit töreninde? Hah hah hah... İmkânsız, tahmin
edemezsin; ne mi asmış, hah ha ha: Donunu! Evet, donunu
asmış! Ne kadın değil mi? Hemen yakalamışlar tabii. Bizimkinde
korkudan eser yok, zaten oğlundan da ümidi kesmiş,
pislik içinde yaşamaktansa diyormuş... Ama savaşın sonla-
4
rıymış, dökülme döneminin paniğiyle Ingrid'i biraz hırpalamış,
'anarşist' diye fişlemişler... Daha sonra bu damga başına epeyce
iş açtı ya... Ne yaman kadın değil mi? Ne cesaret, ne hayâl
gücü, ne kara mizah ama, hımmm? Sen de yapardın aynı
şeyleri vallahi, hiç kuşkum yok, hah hah ha! Babaannemden
izler buldukça iyice tutuluyorum sana ey Akdenizli kadın!"
(Ah evet, harika bir babaannen var, ben de onu seviyorum
ama, ona benzemek istemiyorum. Çünkü her akıllı kadın ne
olursa olsun, ille de kendi olmak ister! Kendi annesine
sırılsıklam hayran bir kız bile, eğer akıllı bir kadın olabilirse,
tıpatıp annesine benzetilmekten hiç hazzetmez. Kadınlar
olabildiklerime güzeldirler! Ama bunu sana söyleyemiyorum,
sen babaannenle sevişemeyeceğin için benimlesin belki de...)
Bu sarsıntı da ne? Gene mi hava saldırısı var? Sirenler,
düdükler... Büyük gürültü yaparlarsa annemle babamı
uyandıracaklar ama. Zaten son zamanlarda hiç uyumuyorlar.
Annem sürekli ağlıyor, babam onu avutuyor. Bana belli
etmiyorlar ama, artık on dört yaşındayım ve her şeyi anlıyorum.
Annem çingene olduğu için onu öldürmek istiyorlar. Babamsa
hem çingeneyle evli, hem de resistance'\ destekliyor. Ben yarı
çingene, yarı âri! Ben Katolik bir Fransı-zım. Ne olmuş yani,
çingeneler insan değil mi? Annemin güzelliğine hayran
olmayan erkek var mı sanki? Oh Mon Dieu, lütfen bizi koru!
Annemi, babamı, köpeğim Sympa'yı koru! Nazileri yok et,
hayır hayır, bütün Almanları yok et! Hepsi kötü onların! İyi
ama neden bu sirenler böyle uzadı bu gece. Sussanıza pis
sirenler, annemle babam uyuyorlar. Sympa da ne çok havlıyor
böyle, gidip susturayım şunu... Annemler uyanacak... Sus
Sympa, sus kızım...
"Annem bahçeye çıkar çıkmaz evlerine düşen bomba, evi
de, anneannemi ve dedemi de yok etmiş. Ne dram değil mi?
Küçücük bir kız, savaşın ortasında yapayalnız kalıyor...
5
Annesiyle babası kollarında saatlerce can çekişerek ölüyorlar...
Ama çok güçlü bir kadındır annem ah, güçlü kadınlara
bayılıyorum! İşte o gün kendine söz veriyor ve hastalara,
yaralılara yardımcı olmayı kafasına koyuyor. Sınırdaki küçük
klinikte çalışmaya başladığında on beşindeymiş, ertesi yıl
babam yaralı olarak oraya getirildiğinde, Almanlardan nefret
eden annem, anestezisiz bacağı kesilen babamın yaşaması için
dualar edip, kendini parçalamış. Babama yaşam direncini
annem kazandırmıştır, anneme, insanlara değil, ideolojilere
karşı olmasını öğreten de babamdır. Onlar hâlâ birbirlerine
âşıktırlar ve ben gerçek bir aşk çocuğuyum... Ne keyifli bir
ayrıcalık değil mi?"
(Acaba küçük Catherine'in çingene annesi ve bu çingeneye
âşık babası, aylardır bir lokma uyuyamazken, sirenlerin hiç
susmadığı o gece nasıl mışıl mışıl uyuyabiliyorlardı? Belki de
huzurlu bir sonsuzluğa doğru başbaşa bir yolculuğa çıkmak
üzere hünerli çingene ellerinin hazırladığı uyuşturucu bitki
özlerini çiğneyerek ya da bir avuç uyku ilâcını... Ne kızları
Catherine ne de şimdi karşımda oturan hiç tanışmadıkları
torunları Klaus, böyle bir olasılığı hiç düşündüler mi acaba?
Bilmiyorum... Bunu ona söylemeye de kıya uyo-rum... Öyle saf,
öyle inançlı ki, hikâyesini bozmaya niyetlenmiyorum bile...)
"Gel bak Adalar göründü! Hüreyyyy! Prens Adaları bunlar.
Yeni yıla bu adalarda gireceğimiz için çok mutluyum Yasemin.
Hem bu kez İstanbul'un değişik bir parçasını keşfedeceğim,
hem de, gelsene şöyle yanıma, hem de yeni yıla seninle
başbaşa bir adada girme fikri çok erotik çağrışımlar
uyandırıyor bende... Ne saçma değil mi? Yani, denizle
çepeçevre sarılmış, toprakla ilintisi kopuk bir kara parçası,
cinsel duyarlılığımı artırıyor benim... Beni dinliyor musun
sevgilim? Bak şu ilk ada Kınalı Ada olmalı, doğru mu? Dur
haritama bakayım bir... Ne düşünüyorum biliyor musun canım,
ne kadar Almanım ben, tartışılır bu ama, çok
6
aptal buluyorum bu ulusu ya da ulusumu diyeyim ki, ne cesur
olduğumu anla, hımmm, heh he! Yani, güneye geleceğiz diye
bütün yıl programlar yaparlar, sonra da bütün zamanlarını
güneş altında bir hippopotamus gibi yatarak boşa geçirirler.
Müzeleri, camileri de paket programı bozmaya cesaret
edemeyen Protestan ahlâkları yüzünden geziyorlar ha... Sen
beni dinlemiyorsun Yasemin? Çok mu konuştum yine?"
(Seni dinleyemiyorum. Aklım, Alman babaannen Ing-rid'le,
onun yarı çingene Fransız gelini Catherine'de. Böylesi güçlü
iki kadının yetiştirdiği, senin gibi güzel bir erkeği seven ben,
galiba biraz da o kadınların büyüsüyle sana tutuldum... Biraz
mı?)
"Fassbinder'i seviyorsun ama, onun film çekerken nasıl bir
diktatör olduğunu görseydin belki de soğurdun ondan... Geriye
insanın yalnızca yarattıkları kalıyor diyeceksen eğer, ben de
sana soracağım; bir sanatçının yaşamını ve kişiliğini nereye
kadar eserlerinden soyutlayabilirsin diye? Fassbinder'le bir kez
aynı sette çalıştım ve her şey bitti."
(Klaus'un bana anlatacağı pek çok ilginç deneyimi var. Set
işçiliğinden kameraman lığa, kamyon şoförlüğünden pilotluğa
dek yapmadığı iş, dört kıtada görmediği ülke, âşık olmadığı
birbirinden cesur ve güçlü kadın kalmamış. Fakat beni daha
çok o iki kadın ilgilendiriyor: Ingrid ve Catherine!)
Oğlumu tahta bacakla karşımda görünce, az daha bayılacaktım.
On altı yaşında küçücük bir çocuk! Tek bacağı yok!
Kocaman bir erkek, tek bacakla yaşama meydan okuyor! Nasıl
oluyor da umutları, hayâlleri ve yaşama sevinci böyle taptaze
yeşil kalabilmiş? Yanıt: Catherine! Ah benim güzeller güzeli
gelinim, küçük kızım, sana en değerli şeyimi, oğlumu
borçluyum ben! Onu ilk kez ben, ikinci kez sen doğurdun...
Yürekten ve beyinden doğum, uterustan doğum yapmaktan
daha zordur; çünkü bu sonuncusunun kocaman bir ağzı var!
7
"Babaannemle annem arasındaki dostluk, dillere destan
olmuştur hep. Anne-kız olsalardı, böylesi yaşanamazdı. Birbirlerine
kendi dillerini öğrettiler, birbirlerine 'anne' ve 'kızım'
diye hitap ettiler ve evin içinde Amour'la, Liebe'yi kardeş
kıldılar. Babaannemin, annemin çingeneliğiyle gurur
duyuşunda hep Nazi ideolojisine en somut başkaldırının
kokularını duydum ben... Kötü mü? Niye olsun... Derken ben
doğmuşum; tam anlamıyla yokluğun, yoksulluğun ve işsizliğin
içine!"
(Sakat bir oğul, yarı çingene yabancı bir gelin ve bir de
bebek torun! Acaba Ingrid, kırk yaşında hâlâ genç bir kadınken,
savaş sonrası Almanya'nın utanç duyduğu yıkıntıları
arasında bütün bunları nasıl yaşatıyordu kendi içinde?)
"Babaannemin sevgilileri oluyormuş tabii. Güzel bir kadındı.
Beni elimden tutup gezdirmeye çıkarttığında, sokakta
erkeklerin babaanneme baktığını görürdüm. Uzun boyluydu,
fabrikalarda çalışa çalışa kolları çok güçlenmişti, iri kıyım
erkeklerin açamadığı kapıları açar, yükleri taşır, bilek
güreşinde patır patır yenerdi onları. Çok gururlanırdım onunla.
Sevgililerini eve getirmezdi. Biraz büyüdüğümde, sevgilisi
olduğunu sezdiğim erkeklerle bira içmeye giderken bazen beni
de götürürdü yanında.
"Eli eline değmeden ölen kocasından sonra, bir daha hiç
evlenmedi."
Bak kızım, böyle ağlamakla hiçbir sorunu çözemezsin!
Anneni düşün, beni düşün; ikimiz de yenilgiyi kabul etmedik.
Şimdi sıra sende! Madem kocan takma bacağına alışamıyor,
madem onu takmayı unutup sokağa fırlıyor ve yolun ortasında
eksik bacağını fark edip, günlerce sürecek bir bunalıma
sürükleniyor, senin güçlü olman gerekir! Oğlumu tanırım;
güçlü kuvvetli bir çocuktu, çalışmayı severdi. Şimdi yarım bir
adam ve buna alışamıyor. Bütün bunalımı bu! Seni ve küçük
Klaus'u çok seviyor, inan bana güzel kızım. Burada iş bulmak
olanaksız, al kocanı, kalkın gidin Münich'e,
8
Frankfurt'a, Hamburg'a, nerede iş varsa, girişin, çalışın. Bu onu
mutlu edecektir. Ben Klaus'a bakarım, hiç merak etmeyin siz.
Unutma Catherine, kadın olmak, ağlamaktan korkmadan ve
böbürlenmeden kuvvetli olabilmektir!
"Ben yıllarca annemle babaannemi karıştırarak büyüdüm;
babaannemi annem, annemi babaannem sanarak..."
(İki kadının sevdiği iki erkek. Bu, iki oğul, bir koca eder.
Acaba bu iki erkek, kaç kadını sevdiklerinin ayrımında oldular
mı hiç!)
"Heyy şuraya bak, balıkçı sandallarının çektiği şu küçük
koyun üzerinde batan güneşi görüyor musun? Ne güzel, değil
mi? Bak kışın ortasında, yeni bir yıla girerken, biz adada
başbaşayız; sen ve ben! Sen; cesur ve korkak, akıllı ve saf,
duygulu ve kaygısız, sosyal ve içe dönük, inatçı ve uysal,
dengeli ve marjinal, yaşama sımsıkı ve pamuk ipliğiyle bağlı,
kıpır kıpır ve durgun, berrak ve bulanık genç kadın!.. Bir gün
Türkiye'den bir kadın seveceğimi hiç bilmezken, hele
babaannemle annemin böylesi damıtılmış bir bileşimini... Gel
yanıma şöyle... Bak güneşi» önünde kış akşamına kafa tutan
güzel renkler ne inanılmaz bir uyum oluşturuyorlar... Morlar,
uçuk eflatunlar, pembeler, dalgın maviler, sabırlı griler... En
baskını mor sanki. Farkında mısın, mor gerçekten de dişi bir
renk!"
"Morötesi çuvallar içine gizlenmek isterdim (...)
İçeriye gök sızmazdı (...)
Dantellere sarardık maviye bulardık
onları ve korurduk özenle."
"Dur, nereye gidiyorsun? Gel, kaçırma güneşin batışını,
hiçbir güneş batışı birbirinin aynı değildir! Nen var senin?
Neden böyle dalgınlaştın, keyifsizleştin son günlerde? Yanlış
bir şey mi yaptım? Kırdım mı seni? Kadınların mor renkli
olduklarını söyledim diye mi bozuldun? Hiç* anlamıyorum,
heyy, dur gitme..."
9
Uyurken odada çıtırtılar duydum. Babaannem evde değil,
salça fabrikasının gece vardiyasında. Annemle babam
Hamburg'da çalışıyorlar. Evde yalnızım, gece simsiyah, uzun
ve ben altı yaşındayım. Korkuyorum. Benim korkumu
önleyecek tek kişi var, babaannem! Ama o da evde yok. Titriyorum.
Buz gibi oldum. Üşüyorum. Tıkırtılar devam ediyor.
Altımı ıslatıyorum. Yüksek sesle bağırıyorum: "Baba-anneee,
çabuk gel, burada bir yabancı var!" Kapı kapanıyor, derin bir
soluk alıyorum: "Ohhh!" O günden beri, yaşantımda ne zaman
içinden çıkılmaz bir duruma düşsem, rüyamda hep bir hırsız
görürüm ve inanmayacaksın ama, altımı ıslatırım.
"En yakın yabancı sendin,
Daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza (...)
Yabancıların en yakınıydın sen!"
"Polis kapıyı çalmaktan vazgeçti. Yarım saat sonra geri
geldiklerinde, babaannem de vardı yanlarında ve kapıyı açmamı
o istediği için açtım bu kez. Polislerin ortasında gülümsüyordu
bana. Tutuklanmıştı. Bir kahvede üç erkekle kâğıt
oynarken, oyun arkadaşları savaştan henüz çıkmış Almanya'nın
yorgunluğunu ve yoksulluğunu konuşuyorlarmış. Bir tanesi,
Hitler'in aslında kötü birisi olmadığını, 'gerçek Almanlar'a
daima iş ve eğitim olanağı sağladığını söylemiş. Öbür ikisi de
bunu destekleyince, babaannem üç erkeği hastanelik edene
kadar dövmüş, ısırmış, tırmalamış. Hah hah ha! Düşünebiliyor
musun manzarayı? Hah ha! Herifler şikâyetçi olunca,
babaannemi tutuklamışlar tabii. Hah haa, ne kadın be!.. Polis
babaannemi 'içeri' atıp, beni de bakımevine götürmek için
geldiğinde, ben kapıyı yalnızca babaanneme açarım dediğim
için, gidip onu getirmişler. Babaannemin yüzündeki gururlu
pırıltıyı asla unutamam."
("Neden babaanne ve annesine böyle takıldım kaldım?
Neden anlattığı başka hiçbir şey ilgilendirmiyor beni artık?
10
Bir mor gizem beni alıp götürüyor, gittiğim yerde sevgilimden
eser yok! Belki de şu sık sık duyduğum sesler iletişimimizi
koparıyor... Dinle, duyuyor musun sen de?")
Babaanne: Demek torunumun âşık olduğu kadın sensin.
Şöyle ışığa dön bakayım, ah-ha, babası da esmerleri sever!
Yasemin: Rengin önemi var mı sizce?
Babaanne: Hah hah hah! İlâhi kızım, her şeyin önemi
v.ırdır yaşarken, en küçük ayrıntıların bile... Ama sonra
hepsine gülüp geçeriz yaşlanınca. Gülmeyiz bile ölünce...
Yasemin: Sizi daha önce hiç görmedim, ama çok eskiden
heri tanıyorum, bilir misiniz bu duyguyu?
Babaanne: Dur bir daha bakayım sana, Fransız mısın sen
de? Yoksa torunum, babasından daha mı güneye indi? Hiç
görüşmedik mi, amma da yaptın ha, torunum beni sana anlatırken
seni seyrediyordum ya ben!
Yasemin: Tevekkeli Klaus'la konuşurken hep gözetleniyormuş
gibi hissediyordum.
"Ama sen artık beni hiç dinlemiyorsun! Uykuda gibi bir
halin var, hasta mısın güzelim? Yorgun görünüyorsun, geceleri
uyumadığını da biliyorum. Ne oldu o parlak bakışlarına, cıvıl
cıvıl gülüşüne? Bıktın mı yoksa benden? Sakın ha, daha yeni
başladık, bir yıl bile olmadı... Çok uzun sürecek sevgimiz, gel
bakayım bana, bir öpücük ver..."
Babaanne: Bırak öpsün, bırak sevsin seni. Bir erkeğin âşık
olduğu kadını sevişinin süt mavisi yoğunluğuna bırak kendini.
Bırak ki, bedeninden kopan düşüncelerin ve duyguların dönüp
aksın içine ılık ılık ve sen varoluşunun ancak bir bütün
olabileceğini daha sakin kavra o zaman! Kaçma, kaçma
doğadan, doğaldan ve yaşamdan!
Yasemin: Fakat kafam çok karışık. Bedenimden ayrılan
parçalarım geri dönmüyor sanki ve ben nereden başlayacağımı
bilmiyorum.
Babaanne: Hiçbir şey karışık değildir doğada, karışıklığı
insan beyni yaratır, çözüm bulup, rahatlamak ve gururlan-
11
mak için... Söylesene kızım, seviyor musun gerçekten torunumu
sen?
Yasemin: Bilmiyorum... Yani seviyordum, fakat bir iletişimsizlik
oluştu... Ondan kopmuş gibiyim... Bir aşkın bittiği
nasıl anlaşılır?
Babaanne: Aşkın bittiği yerde, beden yalnız kalır!
"Artık yemek de yemez oldun. Sevişirken kendini vermiyorsun.
Neden böyle durgunlaştın, hiç anlamıyorum inan ki...
Berlin'e dönmem yakınlaştı diye mi? Hımm? Gülümse
bakayım... Hadi ama..."
(Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum.)
Tek bacaklı olması beni hiçbir zaman etkilemedi; kocama
hep âşık oldum ben. Ingrid, dünya tatlısı, annem kadar yakın
oldu bana daima. Ama şu işsizlik, yoksulluk, şu göçebelik; en
büyük düşmanım o oldu benim. Oğluma, küçük Klaus'uma
hasret bıraktı beni! Beş yıl Hamburg, altı yıl Mü-nich, bir yıl
Stuttgart, dört yıl Köln... Koskoca delikanlı oldu küçük
bebeğim... Bazen bakıp da inanasım gelmiyor onu doğurmuş
olduğuma. Ne kadar da yakışıklı bir genç adam... İsterdim ki,
okusun, bir meslek edinsin, ama olmadı. O da küçük yaşta
ekmek derdine düşmek zorunda kaldı, ne yazık ki... Şimdi bir
de o kız çıktı başımıza. Daha yaşı kaç, başı kaç, on yediyi yeni
bitirdi; haziranın on sekizinde. Nasıl baba olur onca çocuk...
Bizim durumumuz farklıydı, savaş vaktiydi...
"Kızın benden gebe kaldığından bile emin değildim. Ama
gebeydi ve kimse ona iyi gözle bakmıyordu. Babam kürtaj için
para yolladı, ben o parayla evlendim. Koyu Protestan-dı kız,
kilisede evlendik. Annemin bütün çabalarına rağmen, Katolik
olmadığım gibi, babaannem gibi dinsiz oldum hep!
(Babaanne ve annenin doldurduğu geniş alandan kalan
ufacık kısmı ilk fırsatta doldurdun yani... Kahraman olabilmek
için, herkesin itip kaktığı, sevmediği bir kızı himaye ederek hem
de...)
12
Babaanne: Yine kendinlesin, oysa torunun yanıbaşın-da...
Yasemin: Çok iyi biliyordunuz siz; baskın karakterli iki
kadınla büyüdükten sonra, gidip ancak öyle bir kızla evlenecekti!
Babaanne: Beni suçluyorsun sen çocuğum. Ne yapmalıydım
yani? Karnında Klaus'un çocuğunu taşıyan kızın sokağa
atılmasına göz mü yummalıydım?
Yasemin: Ona kendi güçlerini tanıması ve geliştirmesi için
hiç fırsat vermemişsiniz! Tıpkı baskın bir baba figürü gibi...
Babaanne: Böyle olduğum için etkileniyorsun benden
ya...
Yasemin: Bilmiyorum, bilmiyorum...
"Oğlum Thomas şimdi tam on dokuz yaşında. Yan yana
gelince ikiz kardeş kadar benzeriz. Karım olan kızcağızıysa on
sekiz yıldır hiç görmedim. Bebeği kucağıma bırakıp, çok
zengin olduğunu sandığı bir Amerikalıyla kaçtı. Emzirmek
dışında, oğlumun her ihtiyacını ben karşıladım. Tabii babaannem
çok yardımcı oldu bana... Thomas iyi bir üniversitede
okuyor şimdi ve kendi yaşamını kurdu sayılır."
(Küçük Thomas'ı da babaannem yetiştirdi yani...)
Deniz Heybeli Ada'yı kucakladı, güneş battı ve balıklar
suya çekildi. Kışın ortasında adaya yatılı konuk gelen genç
kadınla yabancı erkek (daha çok bir İspanyol matadora
benziyor) akşamın geceye değdiği anda pansiyon benzeri
otellerinden çıktılar. Soğuk, adanın yerlilerini çoktan evlerine
hapsetmiş, balıkçıl ada kedileri duvar diplerinden usul usul
kayarak geçe rızıklarını aramaya koyulmuşlardı. Al-mancasına
koyu Fransız aksanı karışmış yabancı adam, Alman aksanlı
İngilizcesiyle yumuşacık bir şeyler anlatıyor, ikisi de ellerini
ceplerine sokmuş, ıssız ada sokaklarında hızlı hızlı
yürüyorlardı. Soğuktu. Adamakıllı soğuktu. Onların hiç fark
etmediği ama ada vapurundan indiklerinden beri
peşlerine düşen iri cüsseli, mavi gözlü, beyaz tenli, yaşlıca,
fakat dinç kadın yine arkalarında belirdi. Genç kadınla yabancı
erkek, içinde cılız bir sobanın yandığı küçük bir balıkçı
lokantasına girdiler. Rakıyla meze ısmarladılar. Ada kışının
tekdüzeliğine kâğıt oynayarak katlanmaya çalışan birkaç yeni
delikanlı, önce bu ikisiyle ilgilendilerse de, daha sonra kendi
şakalarının güvenli denizinde kahkahalarıyla yelken açtılar.
"Sonunda oğlum Thomas'ı ve kendimi güvenceye almıştım.
Artık hep eksikliğini hissettiğim ve özlediğim kendi özel
yaşamımın ve mesleğimin konularına eğilebilirdim. Annem ve
babam Münich'e yerleşti, babaannem de o sırada on üç yaşında
olan Thomas'ı alıp, onların yanına taşındı. Biraz daha rakı alır
mısın canım? Ben de gidip, Berlin Teknik Üniversitesi'ne kayıt
oldum. Çevre tasarımı çalışmaya böylece başladım yani. Bazı
arkadaşlarım, otuz üç yaşımda üniversiteye girişimle dalga
geçtiler, kimi hocalarım benden gençti, bunun gibi duygusal ve
pratik sorunlar yaşadım, yaşıyorum. Fakat her keresinde
babaannem yardımıma koştu, herkesten farklı oluşumun
keyfini yaşamamı önerdi bana. Neyse, işte gelecek sömestir
bitiyor okul. Bak ne diyorum, Yasemin, belki de Türkiye'de bir
iş yaparım... Çevre Etkileşim Araştırması çok yeni burada ve
bu çeşit araştırmalara mutlaka gereksinim duyulacaktır... Hem
aramızdaki telefon, mektup engelini kaldırırız, hem de... Sen
yine beni dinlemiyorsun?
Yasemin: Buradasınız değil mi?
Babaanne: Elbette, sizlerleyim.
Yasemin: Klaus'un sizden bağımsız hiçbir yanını bırakmamışsınız!
Babaanne: Neden karşı cephelerdeyiz ve savaşıyoruz? Aynı
yöne doğru birlikte yürüsek?
Yasemin: Size karşı değilim. İtiraf etmeliyim ki, sizi beğeniyorum,
hatta hayranım size.
14
Babaanne: Fakat kendine olan hayranlığın öyle fazla ki,
benimkinden rahatsız oluyorsun. Klaus'u senden daha çok
etkilediğimi düşünüp, hasta ediyorsun kendini.
Yasemin: Ben mi?
Babaanne: Evet sen...
"Artık otele dönelim mi? Sen pek iyi görünmüyorsun,
üşüdün herhalde..."
(Babaannenle tanışmak istiyorum, mutlaka tanışmalıyım
onunla!)
Odun sobasıyla ısıtılan otel odası, sabahın cılız güneşiyle
aydınlanana dek, önce başarısız bir sevişme, sonra rahatsız bir
gece yaşadılar.
Ertesi gün elleri kolları İstanbul manav ve kasaplarından
haftalık alışverişleriyle dopdolu, adaya dönen adalıların
boşalttığı vapura, genç bir kadınla İspanyol matadora benzeyen
yabancı bir erkek bindi. Onları günlerdir takip eden yaşlıca
kadın peşlerindeydi yine. Genç kadının anorağı vapurun
eskimiş ahşap kaplamalarına takılınca, kadın kolunu kurtarmak
için durdu. İşte o sırada yaşlı kadını gördü. Onu hemen tanıdı.
Hava birden soğudu, deniz kabardı. O sırada çoktan vapurun
üst güvertesine çıkmış olan erkek koşarak aşağı indi, kadını
aradı.
"Yasemin, neredesin canım? Birden kayboldun... Sanki terk
edilmiş gibi hissettim kendimi... Bir tuhaf oldum... Boşlukta
düşer gibi bir duygu... İçimden kayan bir... Sen ne yapıyorsun
orada canım?"
(Babaannemi gördüm, bizi takip ediyor!)
"Ne mırıldanıyorsun sevgilim? Titriyorsun sen... İyi misin
Yasemin?"
Babaanne: Bir gün karşılaşmamız gerekiyordu ve işte o gün
geldi. Beni tanıman en doğrusuydu... Korkma benden
çocuğum.
Yasemin: Kork... Korkmuyorum sizden, hayır. Fakat yaşantıma
böylesi girmenizden ürküyorum...
15
Babaanne: Sahiplenme duygusundan hoşlanmıyorsun, hele bir
erkeği sahiplenmek düşüncesi bile tüyler ürpertici . geliyor sana,
değil mi?
Yasemin: Uygar insana yakışmayan bir... Ham kalmış bir
içgüdü.
Babaanne: Ama seni tedirgin edişimin temel nedeni, Klaus'un
daima bana ait kalacağına dair inancın...
Yasemin: Hayır, asla hiç de değil!!!
"Yasemin nen var? Aç gözlerini ve bana bak! Bak benim,
Klaus!"
Babaanne: Artık daha fazla tedirgin etmeyeceğim seni. Çok
iyi bildiğim bir şey var. Bir erkeğin bütün yaşamını tek bir
kadın etkileyemez! Bir erkeğin gençliği ve yetişkinliği için iki
kadın vardır, yalnızca iki kadın; ikincisi gelince, birincinin
gitmesi gerekir!
Yasemin: Elinizdeki nedir? O pembe hapları içmeyi düşünmüyorsunuz
değil mi?
Babaanne: Düşünüyorum.
Yasemin: İnanmıyorum size!
Babaanne: Üç erkek yetiştirdim; oğlum, torunum ve torunumun
oğlu. Pek çok sevgilim oldu, bir tek erkeğe âşık oldum;
çekip gitti. Bir erkek tarafından çok sevildim; savaşta
öldü. İki büyük savaşı yaşadım ve atlattım. Şimdi oğlumdan
sonra, torunumun da yaşantısında yer alacak benden sonraki,
ikinci kadını tanıdım.
Yasemin: Yani, böylesi güçlü bir kadının intihar edebileceğini
mi imâ ediyorsunuz bana? Hadi canım, ölüm kolaydır,
siz kolayı hiç sevmemişsiniz ki...
Babaanne: Bak kızım, ben hemen her şeyi hep bilerek,
isteyerek, kendim seçerek yaptım. Karar verendim, yönetendim
ve yalnızdım. En zoru insanın kendi yaşantısını yönetebilmesidir,
bilirsin! Ne yani, ölümümü Tanrı'ya bırakacak
göz var mı bende?
Yasemin: Durun, sakın içmeyin o ilaçları, lütfen, bitte bitte...
16
Babaanne: Hadi canım, benim ortadan çekilmemi en çok
isteyen sen değil miydin sanki? Bu uyku ilacını da sen satın
almadın mı o tanıdık eczaneden?
"Yasemin, Allahaşkına konuş benimle, baygınlık geçiriyorsun
sen..."
"Klaus, babaannem intihar ediyor, koş elindeki ilaçları al!
Çabuk ol, kurtar onu, hadi Klaus lütfen, please..."
"Yasemin neler söylüyorsun sen? Hiçbir şey anlamıyorum..."
"Klaus nasıl anlamazsın, baksana gözlerimin içine bakarak,
benden öç alır, ölümle dalga geçer gibi gülümseyerek içiyor
ilaçları avuç avuç... Lütfen durdur onu! Tanrım birisi durdursun
onu... Benim yüzümden ölecek biraz da... Ah, birinci
kadınların, ikinciler yüzünden ölmeleri gerekir mi ille de?
Lütfen, engel olun ona lütfen..."
"Yasemin, güzelim sakin ol! Bak herkes bize bakıyor. Hadi
topla kendini biraz. Hem sen babaannemin intihar ettiğini
nereden biliyorsun? Anlattım mı yoksa?
"Geçen kış iki tüp uyku ilacı yutup öldü! O güçlü, o inanılmaz
güzellikteki kadın... Büyük bir şok oldu tabii... Ama
mutlaka geçerli bir nedeni vardı onun, ölüme bile geçerli...
Geçen kış, dur bakayım... Bugün ayın kaçı? Aaa, evet, tam
bugün! Evet, vay canına tam bir yıl olmuş be!.. Yasemin, daha
iyi misin canım? Yasemin, benimle misin, bana döndün mü?
"Hı?............................. "
"Bak, kaldır başını ve güneşe bak! Güzelim renk halkalarına
bak! Ne renkler ama... Ben de renk delisi miyim ne? Hah ha
ha!.. Hadi gülümse biraz, hadi ama... Şu mavilere, turunculara,
morlara bak... Güneşin erken ama mağrur batışının ifadesi
sanki. Mora dişi renk dediğim için kızmıştın bana, ama haksız
mıydım?"
17
Artık değildi. Yasemin mora baktı ve ötesini gördü, ilk kez
gördü! Klaus'a uzandı, onu günlerdir sarılamadığı sıcaklıkta,
sımsıkı kucakladı. Sonra upuzun öptü. Gözlerinde nemli mor
ışıklar parıldadı. Elleri, erkeğin ellerinde sımsıkı kenetlenmişti.
Birbirlerine gerçek sevginin renkleriyle gülümsediler. Uykudan
yeni uyanmışların tazelenmiş keyfi ve tadıyla...
Vapurdakiler ikisini de yabancı turist sanıp, Türkiyeli
âşıklara asla göstermeyecekleri bir hoşgörüyle sırıttılar onlara.
Deniz sakin, deniz soğuk, deniz güzeldi.
"Çok kullanılmış bir
zamanın
gözlerini kapattım."
Nilgün Marmara
Ocak '88 Heybeli Ada - Ocak '89 Moda, İstanbul
-1989 Yunus Nadi Öykü
Yarışması Mansiyon Ödülü -