2 Ekim 2015 Cuma

hüseyin rahmi gürpınar - gulyabani romanından bir bölüm

Hüseyin Rahmi Gürpınar _ Gulyabani
GULYABANI
NURGÖK MATBAASI Ankara Caddesi No. 15 İSTANBUL — 1 9 6 5
ROMAN
ANKARA CADDESİ No. 82 İSTANBUL
SUNUŞ
17 ağustos 1964 büyük Türk romancısı ve hikâye yazarı HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR'm
doğumunun yüzüncü yıl dönümüydü. Büyük yazar, seksen yıldan fazla sürmüş olan ömrünü, derin bir aşk ile, Türk nilletine birbirinden güzel eserler yazmakla geçirmiştir. Sağlığmdt olduğu gibi, ölümünden sonra da eserleri her zaman aranmış, büytk bir zevkle okunagelmiştir. Bunun nedeni de, büyük sanatçının l\rk halkının içinden yetişmiş, onun yaşayışını, düşüncelerini eser?rinde eşsiz bir ustalıkla yansıtmış olmasıdır. Bu değeri yüzündence Hüseyin Rahmi'nin romanları edebiyat tarihimizin klâsikleri aksında yer
almıştır.
Atlas Kitabevi, büyük romancının yüzüncü yıldıümünde bütün eserlerini seri halinde basarak, Türk milletine su-naya karar vermiş bulunuyor. Büyük halk romancısının eserlendeki konular ve kişiler her zaman canlı ve taptaze kalmıştır. A?ak aradan geçen uzun yıllar içinde, dil bakımından, bugünkü uşakların kolayca anlıyamıyacağı duruma gelmişti. Sayısı elliyHşan bu romanları seri halinde yeniden yayınlamayı kararlaştırdığız zaman, bu eserleri yetkili kalem sahiplerine bugünün dilinıjktart-mayı da öngördük. Bu sadeleştirme işinde «Kendisi sağ Isaydı, bugün nasıl yazardı?» düşüncesi, ölçü olarak kullanılmıştı)
Mustafa Nihat Özön, Tahir Nejat Gencan ve Zahir Giimii'. den meydana gelen bir kurul bu işi üzerine almış bulunuy.
GULYABANİ ilk defa 1912 yılında yayınlanmıştı.
ZAHİR GÜVEMLİ eliyle bugünün diline aktarılmıştır.
BAŞLANGIÇ
HANIMNİNEDEN YAZARA MEKTUP
Bey Oğlum!
Romanlarınızı seve seve okuyanlardan biri de benim. Hele bazılarını birkaç defa okudum. Şimdi de canımın en sıkıntılı zamanlarında okur, size dua ederim. Ama darilmayınız, bir-iki şikâyetim var. Meşrutiyet ilân edileli beri daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırlanırken iş pek umduğum gibi çıkmadı. Düşünüşümüz değişti. Dilimiz hemen bambaşka bir şey oldu. Alafran-galaştı. İnceldi. Bu değişme az çok sizin eserlerinizde de kendini belli etti. Eski hikâyelerinizle yenilerini tasvir, tasarlama ve üslûp bakımından karşılaştırsamz bu farkı siz de görürsünüz. Bir-çoklarmca belki bu bir ilerleme eseridir. Ama bu konudaki bazı düşüncelerimi açıklamaya müsaade ediniz. Sizin en büyük gücünüz, ihtisasınız, mahalle karılarını, hele aileler arasındaki çeneleri düşük kocakarıları söyletmektedir. Millî ve gerçek bir felsefeyi tekmil çıplaklığıyla o satırlarda gösterirsiniz. Serde kocakarılık var. Bendeniz de en ziyade o çeşit tasvirlerinizden hoşlanır, zevk alırım. Yeni edep ve felsefe alanlarına sapıp kaleminizle gerçekten tatlılaştırıp güzelleştirdiğiniz, o size mahsus millî ve samimî söz konularından pek uzaklaşirsamz edebî kişiliğinizi kaybetmenizden korkarım. Bu hem sizin, hem de bizim için büyük bir kayıptır. Her romanınızda mutlaka benim gibi bir kocakarı söyletmenizi bir yazı şartı yerine koymak da istemiyorum. Ama kendinize mahsus olan konulardan pek uzaklaşmamak daima en büyük sanat tasanız olmalıdır. Bu alanları siz herkesten iyi bilir ve kestirirsiniz.
Beni vaktiyle okuttular. Biraz mürekkep yalattılar. Her eserinizden az çok hoslan'nm.1 Ama benim bir merakım vardır. Sevdiğim hikâyeleri kendi kendime okumam. Yaştaşım birkaç ha-nımneyi etrafıma toplayarak yüksek spsle onlara okurum. Romanın, onların saf anlayış güçlerini zevklendiren açık, içten noktalarında bu âciz okuyucunuzun da sevinci sonsuzdur. Ama yazık ki her kadınnine CSchopenhauer) in dünyayı siyah gözlükle gösteren üzücü felsefesine ayna olan satırlardan mana çıkarabilecek bir zihin terbiyesine sahip değildir. İşte sizden bu bilgisiz hanımnine-lerin schnetleri çerçevesinde okunacak, yani bu tandır küllerini neşelendirecek bir hikâye yazılmasını rica ediyorum. Düşünüşleri
gibi eğlenceleri de pek sınırlı olan bu zavallılara edeceğiniz bu hizmetin sevabı büyüktür. Bu eseriniz romanla masal arasında bir şey olmalıdır. İşte en büyük ustalığınız bu hikâyenizde görülecektir. Çünkü ya masalı şimdiki romanlar arasına yükseltmek derecesinde bir sanat gösterecek, ya da değerini düşürmeden,
özünü küçültmeden romanı masal derecesinde sadeleştireceksiniz. Kaleminizin gücüne güvenerek sizden bu olağanüstü eseri bekliyorum. Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşamba karısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış olan kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız. İşte sizden bunu bekliyorum. Rica bizden, lütuf sizden. Baki, çok dualar, övgüler, evlâdım...
Okuyucularınızdan bir Hanımnine»
CEVAP
Muhterem Hanımefendi Hazretleri,
Beni seven okuyucularım olan siz hanımninelerimi sevindirmek için imkânsız olanı mümkün kılmak gibi aşırı bir işe kalkıştım. Ama bu güç işe ilk teşebbüs ettiğim zaman çektiğim güçlüğü tarif edemem. Çünkü ömrümde cin, peri görmedim. İnsana çeşitli cilveler gösteren bu hayat şimdiye kadar beni bir dev, bir gulyabani, ya da bir çarşambakarısının görülme zevki, yahut sohpe-tiyle şereflendirmedi, böyle bir lütuf göstermedi. Talihin bu iznine eriştiklerini yeminlerle kesinleştiren bazı kimselere rastladım. Bunlar cin, peri, cadı, hattâ gulyabani gördüklerini ciddî ciddî iddia ediyorlar. Ama bu kimselerin içten anlatışlarına rağmen sözlerine inanamadım. İçlerinde yalan söylemiyecek olanlar da var. Bu gibilerinin ansızın kuruntuya kapılıp görülmeyeni gördüklerine hükmetmekte tereddüdüm yoktur. Basın serbestliği çıkalı «ispir-tizm^» ya ve ruhlarla konuşmalara dair birçok eserler yayınlandı. Acayip şeylere karşı daima merak duyan halk bu eserlerden bekledikleri iç ferahlığına erişemediler. Arkadan «Nat Pinkerton» yetişti. İşlerinin çerçevesi pek de peri işinden geri kalmayan bu Amerikalı, hayalden çıkma hafiye ustasından sonra basın alanına bir gulyabani de ben salıversem, zaten siyaset ve kriz patırdı-ları içinde yorgun düşen okuyucularımın zihinlerini büsbütün karıştırmış olmaz mıyım?
Hanımefendi!
Romanlar hakkında ileri sürmüş olduğunuz kısa, ama faydalı düşüncelerin de bir okuma sonucu olduğu görülüyor. Hanım okuyucularımın içinde sizin gibi akıllı kimselerin bulunduğunu görmek bendenizce gerçekten övünülecek, sevinilecek bir şeydir. Tavsiyenize uyarak masalı şimdiki romanlar derecesine çıkarmaya, yahut romanı — özünü değiştirmeksizin — masal derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser geldi. Bu hikâyede gariplikler ve tabiat üstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve ögrünüşte bir gulyabaniyle bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, paiırdılar oluyor gibi gelirdi. Kendi kendime:
— İşte periler geldi. Roman müsveddeleri içinde, onlar için yazılanlardan memnun olmadıkları sayfaları alıp götürüyorlar, derdim. Sabahleyin kalkınca ilk işim acele müsveddelerimi saymak olurdu. Bütün kâğıtlarımı numara sırasiyle tamam bulunca, «Oh! hele dokunmamışlar» diye geniş bir nefes alırdım. Hikâyeme ilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, gulyabani, çarşambakarısı gibi halkm hayalinden çıkma acayiplikler bilgi ve teknik sınırları içine alınamaz. Bunların yakalarından tutup da bir ameliyat odasından, bir atelyeden içeriye sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir bilginin veya fen adamının karşısına çıkarmak kabil olsa soyları, sopları, asılları fasılları, ıcıklari, cıcıkları hakkında kesin biîgi ediniriz. Halk arasında onların lehinde veya aleyhinde dolaşan lâkırdılara artık bir son verilirdi. İlim, konularını yerin dibine inerek, göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. Bu acayip yaratıkların, bu yaban'lerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikropla aşılama yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese kordu.
Ah Hanımnmecis'i?T(... Dürbünlerden, kodak makinelerinden, her tür'ü teknik kovlamalardan kaçan eıılyabaniyi bu âciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gölünüzün önüne koyabi'sceğim? Bendenize pek güç bir vazife yüklüyorsunuz. Ama siazel hatırınız için, işte bu imkânsız şeyin üstüne saldırıyorum. Şu hikâyemde tabiatın üstünde yaratıklarla sizi görüştüreceğim. Başka memleketler romancılarmca sürümü sağlamak için edebiyat gücü yeter bulunur. Lâkin bizde sürüme ulaşmak için «huddam sahibi» olmak gerekiyor.
Teknik ve ciddî ilim adamlarının tenkitlerim ve azarlamalarını çekmeksizin sizi manevî âlemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra gene madde dünyasına döneceğiz. Romanjıir.
gariplik^pjtljaım^lnıaklajberaber yirminci_medeniy_et yüzyılının "zihinler için seçtiği akla^ uygun şuurlar içinde son bulacak.
Hamm¥ine7~a7TedersinTz.i'"Beniçok sıktınız. Ama buna da eyvallah... Peki, dediğiniz gibi olsun. Hikâyenin sizi heyecana düşürecek kadar meraklı olmasını istiyorsunuz. Bazı sayfalarda eğer çarpıntınızın şiddetinden tandır mangalını devirmez, ya da bozayı üstünüze dökmezseniz her türlü azarınıza razıyım.
Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak. ^
Baki saygılar...
Hüseyin Rahmi
I MUHSİNE HANIM
Su saf, saygıdeğer kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakladığı çimeni tırtıl oyalı koyu şarap rengi yemenisiyle parlak dikişli lâcivert lâhuraki'den geniş hırkasiyle etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir.
Çocukluğumda, o zaman, yaşı altmışı geçkindi. Ama yuvarlaklıkları ortalarına doğru iğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üstüne rastık şerbeti gezdirmek, gerdanında, yanakta, renksiz kalmış eski benlerini tazelemek, kirpiksiz gözkapaklarmı sürmeyle gölgelendirmek alışkanlığında, hoppalıkta emekliye çıktıktan sonra bile hâlâ ayak diriyordu.
Kocası Hasan Efendi'ye gönül okşayıcı görünmek isteğinden gelen bu hoppalıklarına karşı takılmaktan kendilerini alamayan komşu Hanımlarına:
— Kardeşler, virane evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur...
diye karşılık verirdi.
Onun etli vücuduyla romatizmalı kalçaları üzerinde sendeleye sendeleye «of» diyerek:
— Bana da yer açın, cadalozlar! şakasıyla tandır başında bir yer alışı vardı.
Cuma ve pazartesi geceleri, kışın, Aksaray'daki evimizde bir boza partisi verilirdi. Partinin ruhu, en güzel konuşanı, en tatlı hikayecisi Muhsine Hanımdı. Hazır bulunanların hepsi, onun gelişini dört gözle beklerdik. O, kendisine karşı bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini mahsustan değiştirir, en sonra gelir, ondan yoksun kalacağız tasasıyla bir zaman yüreklerimizi oynatırdı. Tam ümidimiz kesilecek gibi olup da epey üzüldükten sonra kapı tokmağı «tak» ederdi. Kocası Hacı Efendi'nin tek vuruştan ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelen onlar olduğunu hep
anlar, bütün masala susamış çoluk çocuk sevinçle merdivenlere, karşılamaya koşuşurduk. Muhsine Hanım, avluya girince:
— Hacı, pek gecikme.
diye tembih ederek kocasını savdıktan sonra mavi zemin üzerine iki sarı sopalı, ipekleri sağılmış, Şam işi eski çarşafının yukarı kısmını omuzundan aşağıya atarak, eteklerine basa basa, yuvar yuvar yürür, hemen koltuklayıp tâlidir başındaki, sayılan kimselere mahsus yerine oturturduk. Artık bütün gözler büyük bir merak ve bekleyiş içinde onun buruşuk dudaklarına dikilirdi. Masalcı Hanım, kendini ağır satmak için çeşitli nazlanmalardan sonra:
— Bu gece hunnağım var, yutkunamıyorum, halim yok. Bu akşam da siz söyleyin, ben dinleyeyim, nazlarından ve birçok ricadan sonra bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi.
Boza'nm mezesi olan leblebilerini dudaklarının ortasından başlayarak alt-üst çenelerinden ibaret yüz kısmını buruşturarak o değişmez orta nokta çevresinde dolaştıra do-laştıra, yüzünü tuhaf tuhaf buruşturarak biraz göz süzüklü-ğüyle başlardı.
Hikâyenin heyecan verici yerlerinde başıyla beraber kulaklarındaki, enseden pamuk ipliğiyle birbirine iliştirilmiş, iki küçük yaprak arasından sarkmış ufacık armuda benzeyen Mevlevi Sikkeleri biçimindeki gümüş küpeleri heybetli bir şekilde titrerdi.
Onun hikâyeleri içinde en meşhuru, en meraklısı Gul-yabani olayıydı. Bu, bir masal değil, olmuş bir şey, gençliğinde Muhsine Hanım'm uğradığı acayip ve üzücü bir maceraydı. Bunu kendisinden dinlediğim gibi anlatacağım. Ama, anlatanın arı ve duru dili, olayın anlatılan satırlara bütün incelikleriyle geçirilmesine elverişli olmadığı için, lüzum görüldükçe asılda olmayan özel terimleri kullanmak zorunda kalacağımı söylemeye mecburum.
Yani Muhsine Hanım'dan dinlediğimi kendi hikâye dilimle yazacağım. Bazı cümlelerin, hikâyeyi anlatan kadının saf ağzından çıktığına şaşıp kalacak olan okuyucularımın itirazlarına karşı bunu söylemeye lüzum gördüm.
İşte olay:
AĞLATICI BİR YOL
Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı:
— Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabbim saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim, ne göğsümü. Dünyayı, Konya'yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fıkaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes haline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pul-ladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrının günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken, bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanma kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.
Taze dul kaldım. İsteyenler çok oldu. Ama kocadan canım yandı. Şimdiki kocam Hacı'yı buluncaya kadar neler çektim, neler... Bir zaman 'kimseye varmadım. Elde yok, avuçta yok. Neyle geçineyim? Sığındığım el evlerinde insanı kırk yıl isterler mi? Bir kibar konağında hizmetçiliğe gitmeye karar verdim. Öyle bir yer bulundu. Haftasında Beyefendi beni merdiven aralığında sıkıştırdı. Kaçayım diyorum, herif izbandut gibi kuvvetli, kollarının arasından kurtulamıyorum. Bağırsan, çağırsan olmaz. Neyse, helâli hoş olmasın, Beyefendi benden birkaç öpücük aldı. Ertesi günü oradan tası tarağı topladım, kaçtım. Gene öyle, iki elim böğrümde, açıkta kaldım. Bir zaman daha orada burada sürün-
dükten sonra benim küçüklüğümü tanıyan ana dostu bir Ayşe Hanım vardı. Geldi, beni buldu. Yüzümü gözümü ok-şayıp öperek dedi ki:
— Kızım, senin bu yaşta böyle kimsesizliğine, yoksulluğuna yüreğim parçalanıyor. Sana uygun bir yer buldum, gider misin?
— Temiz, namuslu bir yer olduktan sonra niçin gitme-yeyim anacığım?
— A... namuslarına yerden göğe kadar kefilim. Aylık da gayet boldur. Görülecek iş de yok, ama...
— Eeey, aması ne oluyor?
— Sana verecek bazı nasihatlerim var. Bunlardan bir harf dışarıya çıkmayacaksın..
— Eğer istediğim gibi bir kapıysa vereceğin tembihlerden dışarıya çıkmam, inan.
— Bu gideceğin yerde bir gözünü kör, bir kulağını sağır edeceksin. Göreceğin şeylerin aslını öğrenmek merakına kalkışmayacaksın. Elinde olmadan sezdiklerini dışarıya açıklamayacaksın. Onlar parada pulda değil. Gayet emniyetli bir kadın arıyorlar. Dişini sıkar da oturur, kendini onlara beğendirip emniyetlerini kazanabilirsen birkaç yıl içinde oradan zengin olup çıkarsın. Bir ev ^4ıp başçağızmı sokarsın. Bir yurdun olduktan sonra bekâr dikişi diksen geçinip gidersin.
— Ay, korkarım. Orası öyle pek esrarlı bir yer mi?
— Bak şimdiden merak etmeye başladın. Nene lâzım senin, âlemin esrarı? . *
— Ah anacığım, merak etmemek insanın elinde mi? İnsan mı öldürüyorlar, hırsızlık mı yapıyorlar? Orası bir batakhane midir? ¦ ¦•
— Çılgın, şimdi ağzına tokadı vururum. Aklına getirdiğin şeylere bak. Ben seni hiç öyle yerlere götürür müyüm? Bunlar gayet zengin, pek terbiyeli, çok kişizade insanlar. Terbiyeli, tedbirli, ağzı sıkı, aklı başında bir hizmetçi arıyorlar.
— O kadar ağzı sıkı olmaya neden lüzum var?
— Bazı kibar konaklarında içerideki şeylerin dışarıya sızdığını istemezler. Çalçene birtakım mahalle karıları hizmetçiyiz diye oraya buraya gidiyorlar. Aldıklarını, bulduk-
larını rasgele yerde söyleyerek lâkırdı tellâllığı ediyorlar, bu dediğim yerde bu türlü eaçaron istemiyorlar. İş bundan ibaret.
— Bu konak nerede?
— Üsküdar'dan biraz ötede.
— A, demek denizaşırı...
— Acemistan'a gidecek değilsin kızım. Üsküdar nerede? Şuracıkta, burnumuzun dibinde.. Sana hem yağlı bir kapı bulmalı, hem de semt mi beğendirmeli? Boğaziçi'ne, Bulgurlu'ya gitmeyiz diyen Arap aşçılar gibi sen de ahmaklık etme. Her hallerine ben kefilim diyorum. Beğenmezsen durmazsın. Seni pençeyle (1)
halayıklığa satmıyorum ya? Yıkan, temizlen, arlan, paklan, en yeni esvabını giy. Şöyle ağırbaşlı, terendez, cilasın gibi hizmetçi haline gir. Vallahi az zamanda orada donanır, tövbe yoksulu olursun. Boğazın yemek, üstün esvap, cebin para görür. Oradan bana bir hizmetçi ısmarladılar. Anan rüyama girdi. Sen aklıma geldin. Sonra bana dua edersin.
Ayşe Hanım'm bu inandırıcı sözleri ve ricaları karşısında teklifini kabul ettim ve ertesi günü gitmek için hazır bulunmaya söz verdim.
Sabah oldu. Erkenden Ayşe Hanım geldi. Bahçekapısı'-na indik. Bir kayığa bindik. Niçin herkesle beraber büyük kayığa binmediğimizi Ayşe Hanım'dan sordum.
— Bu kadar meraklı olma kızım. Her hesabımı sana söylemeye mecbur değilim.
cevabını verdi.
Üsküdar'a çıktık. O tarihte Üsküdar'da şimdiki faytonlar, talikalar yoktu. İki yüksek makas üzerine oturtulmuş ve her tarafı pencereli, karpuz şeklinde yuvarlak arabalar vardı. Ayşe Hanım beni bir kenara çekti:
— Sen burada dur.
dedikten sonra gitti. Bu arabacılardan biriyle pazarlık etti. Arabayı neresi için tuttuğunu işitemedim. Biz, yan yana, yuvarlak, antika bir çekmeceye benzeyen bu arabaya kurulduk.
(1) Pençe: esir satışlarında, satış beratının altına imza yerine bastırılan avuç mühürü.
Çarşıdan geçerken bir bakkal dükkânı önünde durduk. Ekmek, peynir aldık.
— Anneciğim, gideceğimiz konakta yiyecek yok mu? Yahut pek uzak mı gideceğiz?
— Aman, kırk merak karı, sus. Adım başında bana âhi-ret sualleri sorma. Kır havasıyla şimdi acıkırız. Safra bastırmak için aldım.
dedi.
Ben, Üsküdar'ı ömrümde ilk defa görüyordum. Çarşıyı geçtik. Etrafı kırlık, mezarlık, uzun bir yoldan gidiyorduk. Bir çeşmeye rastladık. Zincirli bakır tastan doya doya su içtik. Araba bir yokuşa saldırdı. Git git bitmez, git git bitmez..
Mevsim yaz sonuydu. Biraz sıcak vardı. Ulu bir çınarın altında uyuyan yeşil bir türbenin önünde eğlendik. Ayşe Hanım elini kaldırdı. Mırıl mırıl okudu. «Allah şefaatine kavuştursun» duasıyla ellerini yüzüne sürdü. Ben de Rab-bim kabul etsin, namaz surelerinden bildiklerimi okudum. Gene yola düzüldük. Artık evler seyrele seyrele hemen yok oldu. Tamamıyla bir kırlıktan iniyorduk. Arada bir öküz arabasına, atlı, eşekli adamlara rastlıyorduk. Arabada sal-lana sallana içim bağrım birbirine karıştı:
— Daha çok var mı?
diye sordum. Ayşe Hanım'ın susmasına rağmen arabacı:
— Dur bakalım, daha yola yeni düzüldük. cevabıyla korkumu artırdı. Artık gide gide insana değil, ine, cine bile rastlamaz olduk. Gözlerimizin önünde dağlar, tepeler açıldıkça açılıyordu. Ah alnımın kara yazıları... Bu karı acaba beni nerelere götürüyordu? Benim ona sorduğum suallere cevaba karşılık Ayşe Hanım hafiften:
«Açıl dağlar, açıl., yâri göreyim» nakaratlı bir şarkı tutturdu. O söylüyor, ben göz yaşlarımı kalbime içirerek sessizce ağlıyordum.
Hayvan yoruluyor, arada bir dinleniyorduk. Uzaktan denizleri, bayırları gördükçe bütün bütün garipseyerek artık kendimi tutamaz oldum. Ayşe Hanım kızdı:
— Ah bebeciğim, emziğini mi istiyorsun? Koskoca kadın böyle hüngür hüngür ağlamaya sıkılmıyor musun? «Merhametten maraz hasıl olur» derler ya, çok doğru bir lâ-kırdıymış. Artık bir kere yola çıktık. Ağlasan da gideceğiz,
bayılsan da gideceğiz. Ben bu kadar masraf ettim. Geri dönmek olmaz. Bu paraları kimden alacağım? Bari sus da arabacıyı kendine güldürme.
diye beni azarladı. O ıssız yerlerde ağlamak, sızlamak ne para eder? Bir etrafıma bakındım, tamamıyla bu kadının elinde, insafına kalmış olduğumu anladım. Arkamızdan İstanbul, Üsküdar kaybolmuştu. Bir zaman daha gittik. Uzaktan bir köy gölündü. Kendimi hemen arabadan atıp o tarafa kaçmak istedim. Bu telâşımı gören Ayşe Hanım alaylı bir gülüşle:
— Muhsine, deliliği bırak, Sen çağda taze bir kadın, tek başına bu ıssız yerlerde o köye kadar nasıl gider? Kendini hancılara, bağcılara ziyafet mi çekeceksin? O köyü buradan öyle görüp de yakın bir yer sanma. Orası bir saat sürer.
Girişeceğini işin pek delicesine olduğunu anlayarak niyetimden vaz geçtim. Ama üzüntümü gidermeyi bir türlü başaramadım. Ellerimi yüzüme kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Beni satmaya mı, öldürmeye mi, işte her nere-yeyse götüren o kadın bu çarpıntılarımdan biraz insafa geldi. Yüzünü, sesini tatlılaştırarak:
— Benim gibi bir ana dostundan sana hiçbir fenalık gelmez. Korkma, seni boğazlamaya götürmüyorum. Trink trink ay başlarında yüz tane kuruş alması kolay mı? İstanbul'da böyle bir kapı bulmak mümkün mü? Ne yapalım? Tanrı işte sana bunu kısmet etmiş. Kısmetini böyle uzacık yerlerden verecek. Yapacağım iyiliğe beni pişman etme. Çok şükür, işte altımızda araba... geldik. Çok bir yer kalmadı. Beğenip ele oturursan ne âlâ. Hoşlanmazsan gene beraber döneriz. Ben seni zorla orada zincirlere.bağlayıp bırakmayacağım ya...
Bu sözlerden sonra, yüreğime su serpilir gibi oldu. Sustum. Sessizce boyun eğerek etrafıma bakmaya başladım. Gene dere tepe demeyip gidiyorduk.
Ill
«YEDİ ÇOBANLAR» ÇİFTLİĞİ
Bir hayli daha yol aldık. Sonunda Ayşe Hanım elini kaldırıp parmağını bükerek uzun bir düzlükten sonra kabarmış bir tepenin hafif bir duman içindeki yeşil ağaçlarını göstererek:
— Geliyoruz. İşte orası... Yedi Çobanlar Çiftliği... dedi.
O yana baktım. İnce sislere gömülmüş bir ağaçlık. Bu ormancığm koyu yeşil kümeleri arasında dağınık damlar, duvarlar, irili ufaklı binalar, pencereler, bacalar gördüm. Gene yüreğimi derin bir korku sardı. «Yedi Çobanlar Çiftliği».. Bu isim, benim üzüntülü gönlüm için korkulu bir adlandırmaydı. Hemen gözlerimin önüne iri kıyım, haydut bakışlı, silâhlı yedi tane çoban dizildi. Ben bunların arasında o geceyi nasıl geçirecektim? Bunlar benden ne yolda hizmetler isteyeceklerdi? Hemen gene gözlerim sulanarak dedim ki:
— Ayşe Nineciğim, benim gibi çelimsiz bir kadın böyle yedi çobana birden nasıl hizmet edebilir? Yüz kuruşları da onların olsun, hepsi de... Ben şimdi geri dönmekten başka bir şey düşünmüyorum.
—¦ Hey Allahın budalası. Bugün seninle sahiden derde çattım. Ne lâf anlamaz kadmmışsm. Öyle yedi-sekiz çoban filân yok. Çiftliğin kırk yıldan beri adı öyle. Oraya şimdi çiftlik demek de yanlış. Büyük, viran bir yapı çevresinde ufak tefek binalardan başka bir şey kalmamış. Sen orada kendin gibi, belki senden bin kat terbiyeli, ince kadınlar bulacak, onlarla oturacaksın... Çobanın, bahçıvanın seninle ne ilgisi olabilir?
Gene sustum. Ayşe Hanım, bu sefer arabacıya döndü:
__ Haydi ağam, sen de dahdahını biraz sür. Gelin mi
götürüyorsun? Pek nazlı gidiyoruz, dedi.
Arabacı kırbacını hayvanın kıçına yavaşça dokundura-
__ Gelin mi götürüyoruz? Vallahi ben de bilmem. Bir
günlük yol. Bizim pehlivan da yoruldu. Baksana, körük gibi soluyor.
Ayşe Hanım:
__ Ay, bu kurada beygirin adı pehlivan mı?
Arabacı:
— Pehlivan olmasa Yedi Çobanlar Çiftliği'ne, öyle «netameli» yere nasıl gider?
Ayşe Hanım:
— Neden oluyormuş netameli? Arabacı:
— Orası cinlerin, perilerin kumkuma yeridir. Geçenlerde oraya giden arabacı Veli'nin beygirini çarptılar. Hayvanın beş dakikada soluğu kesildi. Kurbağa gibi yamyassı oldu. Ezandan sonraya kalmaya gelmez.
Ayşe Hanım:
— Haydi zevzek.. Parayı çok alayım diye ağız yapıyorsun. Köşkün içi adam dolu, onlar nasıl oturuyorlar?
— Nasıl oturduklarını Allah bilir. Oturup da rahat mı ediyorlar? Çiftliğin sahibi Hanımefendi perilere karıştı, çıldırdı. İç bahçedeki havuzun kenarında her akşam cinler toplanırmış. Hanımefendi gidip onlarla oturur, konuşurmuş. Hanım'dan başka gece bahçeye çıkanları periler boğarlar-mış. Oraya giden erkek, kadın hizmetçilerden hiç biri sağ dönmez. Sular karardıktan sonra o yakınlarda kimse dolaşmaz. Kurtları, kuşları bile çarparlar.
— Artık uydur uydur söyle bakalım. Allah kimseyi sizin dilinize düşürmesin. Siz arabacılar, köylüler bir yalana bin katarsınız. Hanımefendi orada mı çıldırdı? İstanbul'daki konağında aklını bozdu. Zengin kadını, tımarhaneye koymadılar, hava değişimi olsun diye buraya, çiftliğine getirip kapadılar.
Korkudan yüreğim hop hop atmaya başladı. Ayşe Ha-nım'a sordu..;:
F. : 2
— Ay, beni hizmetçiliğine götürdüğün Hanımefendi deli mi?
— Hay Rabbim, sen sabırlar ver bana... Öyle ona buna saldıran azgın deli değil... Biraz meraklı, sersemce bir kadın. İşte bu...
Arabacı hayvana birkaç kırbaç daha savurduktan sonra biraz başını bize çevirerek:
— Ya çiftliğin eski mezarlığından çıkan gulyabani? Minare kadar bir şeymiş. Geçenlerde ay ışığında üç atlıyı kovalamış. Zavallılar Bulgurlu'ya zor kaçabilmişler, baygın düşmüşler. İkisinin hayvanı çatlamış.
Ayşe Hanım:
— Artık sus herif... Yanımdaki saf kadını korkutuyorsun. Baksana, beti benzi kül kesildi:
Arabacı:
— O gulyabaninin yemeği, çiftliğin mutfağından verilirmiş. Bir gece vermezlerse oralarını allak bullak edermiş. Ne kümeste tavuk bırakırmış, ne ahırda hayvan, ne de ağılda koyun...
Ayşe Hanım:
— Çenen tutulsun. Yetişir dedim ya... Hiç minare kadar gulyabani mutfak yemeğiyle doyar mı? Böyle şeyleri duyup da inanmak için insan ne kadar ahmak olmalı.
Arabacı:
— Ben işittiğimi söylüyorum, Hanım. Ayşe Hanım:
— İşittiğin sende kalsın...
Bu söylenenleri dinlerken her tarafıma soğuk bir ter yayıldı. Buz kesildim. Baygınlıklar geçiriyordum. Karşı koymaya, konuşmaya halim kalmadı.
Ayşe Hanım, şimdi bana döndü:
— Korkma kızım. Bu sözlerin hepsi masal. İşit de inanma. Bunlardan hiçbirinin aslı olsa ben seni oraya götürür müyüm? Ben senin düşmanın mıyım? Akıl var iz'an var. Artık buraya kadar geldik. Köşkün içindeki insanları bir kere gör. Hoşlandın, ne âlâ... Hoşlanmazsan seni getirdiğim gibi gene götürürüm.
Artık çiftliğe epey yaklaşmıştık. Ağaçlar, binalar daha belli görünmeye başladı. Biraz yokuş indik. Kurumuş dere gibi taşlık bi/yerden geçtik. Bir tepe çıktık. Bir zaman da düzlükten gittikten sonra çiftliğin önüne geldik. Arabayla ağaçlığa girdik.
Arabacıdan işittiğim korkulu sözler yüzünden midir nedir. Burası bana ağaçları sık bir mezarlık gibi pek loş, pek sıkıntılı göründü. Bu gölgelerin arasından geçtikten sonra harman yerine benzer bir meydanlığa geldik.
Yanımızda bileziği taşlarla örülmüş, çapı büyük bir kuyu, çevresinde birkaç ihtiyar selvi gördüm. Gene bir ağaçlığa girdik. Orada burada selâmlık, hizmetçi daireleri, mutfak, ahır, kümes gibi yapılar göründü. Tavuklardan, kazlardan, birkaç keçiden başka tek canlıya rastlamadık. Karşımıza uzun, yüksek ve biraz yıkık bir duvar çıktı. Duvarın yüzünde birbirine hemen otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı. Kapılar eski, boyaları uçmuştu ama, meşe ağacından yapılmıştı.
Ayşe Hanım, sağdaki kapıyı işaret etti. Araba orada durdu. O anda sarı aba poturlu, uzun boylu, dik bakışlı, birkaç haftalık kıranta sakalı uzamış, koca bıyıklı bağcı, yahut bekçi gibi bir adam belirdi. Ayşe Hanım, hemen zoraki denecek bir gülümsemeyle bu adama:
— Bekir ağa, Beyefendi'nin ısmarladığıhizmetçiyi getirdim. Köşkün kapısını aç, dedi.
— Bekir ağa, Beyefendi'nin ısmarladığı hizmetçiyi ge-ra poturunun yan cebinden ucuna ip bağlı kocaman bir anahtar çıkararak kalın, sert bir sesle:
— Biliyorum:
cevabını verdi. Anahtarı deliğe soktu. Yüzünü buruşturan bir zorlukla, iki eliyle çevirdi. Kapının tek kanadı gacır gacır açıldı.
Arabadan indik. Ayşe Hanım arabacıya: "CT"---^
— Hayvanını çöz, biraz dinlensin, otlasın. İşimiz' uymazsa gene geri döneceğiz...
Arabacı eliyle hayvanın boynundan akan terleri silerek:
— Aman Hanım, sakın geç kalmayınız.
20
— Merak etme.
Arabacı beygirin iki kulağına yapıştı. Şiddetle bir çekti Hawaii koşumlarının altında silkindi. Biz içeriye girdik Bekir Ağa, dışarıdan, aynı gıcırtıyla kapıyı kapadı. Bu-rasi duvar kenarlarında yaseminler, hammellerı, asma çardakları, meyvalı meyvasız ağaçlarla bir ormancık haline gehnis, bakümamış, bozuk bir bahçeydi. Ben
perilerin, ge-SLi evin sahibi hanımla etrafmda toplandıkları havuzu arıyordum. Öyle şey görmedim. Arabacının yalanına hükmettim.
IV AYŞE HANIMIN DUBARASI
Karşımıza iri, yıkılmaya yüz tutmuş, üç katlı bir köşk çıktı. Köşkün önündeki bu bahçe harem ve selâmlığı ayıran yüksek bir duvarla ikiye bölünmüştü. Bahçenin bu kısmında büyük büyük ağaçlar görünüyordu. İçeriye girmezden önce gördüğümüz iki kapıdan birinin, bahçenin öteki kısmına açıldığını anladım. Yürüdük. Evin asıl kapısını çaldık. Bir hayli bekledikten sonra kapı açıldı. Bizi karşılamaya zayıf, uzun boylu, soluk benizli, avurdu avurduna çökmüş hemen ellilik bir halayık çıktı. Ayşe Hanım beni göstererek:
— Çeşm-i Felek Kalfa, işte size bir arkadaş getirdim. Huyuna, yaratılışına, ırzına, namusuna, her şeyine kefilim. Ağzı bir mühürlü sandık gibi kapalıdır. Gördüğü, işittiği şey gene orada kalır.
Sıkıntıdan döktüğüm terlerle yaşmağım yüzüme, gözüme yapışmıştı. Çeşm-i Felek Kalfa beni dikkatle gözden geçirdikten sonra:
— Teşekkür ederim Ayşe Hanım, senin bulduğun kadın elbette fena olmaz. Biz de burada insanoğlunun yüzüne hasret kaldık. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Bu koca evin içinde bir Ruşen Abla bir ben. Birbirimizin yüzüne baka baka bıktık usandık.
Ben kendimi tutamayarak:
— A, buranın hanımı yok mu? deyiverdim.
Benim bu düşüncesiz soruşumun peşinden Ayşe Hanım, kuvvetle eteğimi çekti. Büyük bir pot kırdığımı anladım. Çeşm-i Felek Kalfa beni bir daha süzerek:
— O sana ait bir iş değil efendim...
dedi. Hanımefendi bana ait bir konu değilmiş. Ben acaba kimin işini göreceğim?
İyice silinip süprülmemiş büyük bir mermer taşlığın sonunda, çifte merdiven, bunların arasında aynı taşı tavus kuyruğu gibi yaprak yaprak açılmış büyük kurnalı bir musluk görünüyordu.
Kalfanın işareti üzerine alt kattaki yan odalardan birine girdik. Eski damiska makatlı, boydan boya bir kerevet. Yan tarafta ufak bir erkân minderi. Duvarlarda salkım salkım kabak, mısır, başak kuruları asılı.
Kalfa odanın bir köşesinde duran ufak sarı mangalı erkân şiltesinin yanma çekti. Kahve cezvesini sürdü. Dereden tepeden lâkırdıya girişti. Bu ihtiyar Çeşm-i Felek, fena bir kadına benzemiyordu. Eski bir kibar konağında büyümüş, esaslı bir terbiye görmüş olduğu her halinden belliydi. Âdeta konuşmasını bilen bir hanım gibi ağır ağır söylüyor, her söz ağzından hesaplı, tartılı, düşünceli çıkıyordu. Ben gene bir pot kırmamak için söze karışmıyor, sade dinliyordum.
Aman Yarabbi... Dağ başında, hemen kırk odalıya benzeyen bu koca köşkün içinde yapayalnız bu iki kadın nasıl oturuyorlardı? Evin Hanımefendisinin deli olduğunu işittim. O zavallı kadın bu koca yapının acaba hangi odasında kapalıydı ?
Hanımefendi'ye dair soru sormanın yasak olduğunu anladım. Arabacının söylediği lâkırdıların doğru olup olmadığını anlamak için meraktan çıldırıyordum. Bu koca evin içinde hangi hizmete verileceğimi anlamadan orada kalmak hiç işime gelmiyordu.
Kalfa, kahveleri pişirdi. Nâzik bir tutumla fincanları elimize verdi. Ayşe Hanım, beni Çeşm-i Felek'e o kadar övdü, o kadar övdü ki ben âdeta sıkıldım. Saydığı meziyetlerin bende olduğuna en çok kendim şaştım. Bu kadının beni oraya kapılandırmakta büyük bir faydası vardı ya, ne olduğunu anlamıyordum. Onun Çaçaronluklarına ara verip bütün cesaretimi toplayarak Çeşm-i Felek'e dedim ki:
— Kalfacığım, eksik olmayınız. Sizden pek hoşlandım Ama izin verirseniz bir-iki sualim var.
Kalfa, beni gene ağır ağır gözden geçirerek:
— Buyurunuz, dedi
— Ben buraya kapılanacağım. Ama işimin ne olduğunu önceden bilmek isterim. Altından kalkamıyacağım bir işse boşuna burada kalmayayım.
— Göreceğin iş için merak etme. Ağır bir işimiz yoktur kızım. Bana el ulağı olacaksın. Tahta, çamaşır, ortalık sü-pürmek gibi ev işleri. Bu koca evin her tarafı silinip süprül-mez. Birçok yerleri kapalı durur. Derleyip toplayacağımız, kullandığımız bu iki odadan ibaret. Dışarıda kâhya, bekçi, bahçıvan gibi birkaç erkek var. Onlar kendi işlerini kendileri görürler. Biz, sabah akşam, yalnız iki tabla yemek veririz. Yemeği de Ruşen Abla pişirir. İhtiyarladım. Halsiz kaldım. Ne kadar güç olmasa da artık hepsine yetişemiyoum. Sen bize can yoldaşı olacaksın. Merak etme, bütün işi sana bırakmam. Gene yarıdan fazlasını kendim yaparım...
— Benden önce buraya hizmetçi aldınız mı?
—: Evet. Bir-iki tane geldi, gitti. Pek terbiyesiz kadınlardı. Biz insandan pek o kadar iş istemeyiz. Bu evin bir âdeti vardır. Her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeli.
Birkaç kere yutkunduktan sonra dedim ki:
— Peki kalfacığım ama, bizi buraya getiren arabacı yolda birtakım korkunç şeyler söyledi. Periler, cinler, gul-yabaniler...
— Evet, bu köşkün öyle adı çıkmıştır, ben yalan sevmem. Doğrusu bu.
— Köşkün perili olduğu hakkındaki bu sözlerin aslı var mıdır?
— Sana şimdi bu köşke gelen adam pek o kadar meraklı olmamalı, her şeyi anlamaya uğraşmamalı demedim mi?
— A, ben cinden, periden pek korkarım. Doğrusu bunda meraklıyım, yapamam. Mademki siz sözü doğru söylüyor-muşsunuz, ne olduğunu bir parça anlatınız.
— Bazı geceler ufak tefek patırtılar, çıtırtılar olur, ama kimseye bir ziyanları yoktur. Biz kırk senedir buradayız. Çok şükür, hiç birimize bir şey olmadı. İşte bak, ben seni aldatmıyorum. Ama bu evde kaldıktan sonra bu yolda uzun
suallere kalkışırsan ne benden, ne başkasından bir cevap alamazsın. İşin gerçeği bu.
Beni bir düşünme aldı. Kalfa o kadar tatlı ve doğru söylüyordu ki, sözlerinde bir yalan kokusu alamadım.
0 aralık içeriye Ruşen kadın girdi. Şişman bir Arap... Bir tarafında bir fino köpeği. Öte yanında kuzgunî siyah, iri bir kedi vardı. Bu iki arkadaşiyle yürüdü, kerevetin kenarında oturdu. O sırada Ayşe Hanım:
— Gidip bir abdest tazeleyeyim.
diyerek dışarıya çıktı. Fino beni görünce kuyruğunu kıvırıp düşmanca havlaya havlaya beyaz dişlerini gösterdi. Ruşen
kadın:
— Sus, Şeytan. O yabancı değil.
Bu azardan sonra, köpek kerevete yaklaşıp iki ayağı üstüne oturdu. Bana dikkatle bakmaya başladı. Kedi, yalana yalana gitti. Küçük bir yer minderinin üzerine çöreklendi
yattı.
Ruşen kadın, Çeşm-i Felek kalfaya bir baş işareti verdi. Kalfa, kendine önemli bir iş verilmiş gibi hemen odadan çıktı. Aşçı kadınla yalnız kaldık. Arap, iltifatlı bir yüzle:
— Safalar, uğurlar getirdiniz. İstanbul'da ne var, ne yok bakalım?
— İyilik, Ablacığım.
— Ah, cümlemiz iyi olalım... Nasıl, köşkümüzü beğendin mi, bizden hoşlandın mı?
— Beğendim. Hepsi pek âlâ.
— Eh, neye öyle durgun duruyorsun?
— Bu köşk için cinli, perili dediler de korkuyorum.
— Aman, düşündüğün şeye bak. Bu dünyada hiç peri-siz yer olur mu? İki gözüm, onlar iyi saatte olsunlar. Nerede yoklar ki burada olmasınlar? Onlar zarar etmeyene hiç fenalık yapmazlar.
— Arabacı söyledi. Burada bir-iki hizmetçi boğmuşlar...
— Elbette boğarlar. Destur demeden pencereden aşağı, onların başına tükürülür mü? Hiç gece bahçeye faraşla süp-rüntü dökülür mü? Hizmetçiler onları saymadı. Ötekiler de onları boğdular.
Ruşen'in bu safça açıklaması üzerine:
— Ben burada durmam. Gideceğim, Ayşe Hanım nerede?
diye bağırarak hemen taşlığa fırladım. Arap arkamdan ye-1 tişerek:
— Ayşe Hanım nerede? O çoktaan arabaya bindi gitti. Şimdiye kadar Yalnız Selvi'yi buldu.
— Yok, bir dakika durmam. Ben de gideceğim.
— Buraya gelen ayağıyla gelir, ama kendi isteğiyle gidemez. Biz insanı salıvermeyiz. Seni buraya kim teslim ettiyse gene gelir, o alır. Başka türlü gidemezsin.
KORKULU BİR AKŞAM YEMEĞİ
Taşlığın kapısına doğru koştum. Sımsıkı kilitli buldum. Alt katta her tarafın pencereleri kaim, sık demir parmaklıklarla örtülüydü. Kaçmanın imkânı olmadığını gördüm.
Aman Yarabbi... Ben bir tuzağa tutulmuştum ama, bu nasıl bir tuzaktı? O gece başıma neler gelecekti? Bir zaman ağladım, sızladım, dövündüm. Ruşen kadın:
— Yemek kotaracağım.
diye savuştu gitti. O tatlı dilli kalfa da meydanda yoktu. Orada bir başıma kaldım. Çaresiz bir belâya uğramıştım. Çırpınmanın para etmeyeceğini anladım. Ecelime boyun eğmekten başka bir kurtuluş yolu göremiyordum. Göz yaşlarımı sildim. Kerevetin bir kenarına oturdum.
Artık akşam oluyordu. Dört duvarla çevrili bahçeye baktım. Rüzgârla oynayan ağaçların gölgeleri bile esrarlı birer hayalet gibi bana korku veriyordu. Oda loşlaştıkça etrafımı çeviren bütün eşyalardan, her şeyden, minder üzerinde yatan kara kediden bile korkuyordum.
Acaba o zayıf kalfa, bu şişman Arap, insan şekline girmiş birer peri miydiler? Böyle esrar dolu bir evde her şey olabilirdi. Yaradanıma sığındım ve bildiğim duaları okumağa başladım.
Artık sular kararıyordu. Hâlâ gelen giden yoktu.
Bir köşeye büzüldüm. Titriyordum. Nihayet merdivende bir patırtı oldu. Aman Yarabbi, kim geliyordu? Çeşm-i Felek kalfa elinde bir fiske şamdaniyle göründü. Tepeden tırnağa beyazlar giyinmişti. Saçlarının örgülerini çözmüş, omuzlarından aşağıya salıvermişti. Gözleri gündüzki haliyle ölçülemiyecek bir şekilde parlıyordu.
Kapının eşiğinde durdu. Okur gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra ağır bir söyleyişle:
— Haydi kızım, gidelim. Ruşen'e yardım edelim. Yemek zamanı geldi. Arkamdan yürü. Kapı eşiği atladıkça destur de.
diye hatırlattı. Kalktık. Ben kapı eşiği atladıkça değil, onlardan birine basarım korkusuyla her adımda destur diyordum. Periler civciv gibi bu evin her tarafına, ayak altlarına dağılmışlar mıydı?
Taşlığı geçtik. Karşı tarafta büsbütün karanlık uzun bir yola girdik. Bu destur kelimesini birbiri ardınca tespih gibi çekiyor, taşları incitmeyeyim tasasıyla parmaklarımın ucuna basıyordum. İki tarafımızda eşya gibi yığın yığın karaltılar vardı. Bunların ne olduğuna ben dikkatle bakamıyor dum.
Biraz daha yürüdük. Bacaklarıma doğru yumuşak yumuşak bir şey dokunmaya başladı. Korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Bir-iki destur daha dedim, durdum. Çarpıntıdan bayılacaktım.
Kalfa:
— Kızım neye yürümüyorsun?
— Ben uğradım galiba.
— Ne var?
— Ayaklarımı okşuyorlar. Kalfa, özel bir makamla:
Göklerin mâhı Diyarların padişahı çekil! dedi.
İki çenem birbirine vurmaya başladı. Sonra kalfa:
Eyle kerem Destur-u mükerrem kafiyesiyle mumu ayaklarıma doğru tuttu:
— A... kediymiş. Korkma kızım.
dedi. Eğildim, baktım. Gerçekten de o gündüzki iri kara kedinin ayaklarımın arasında dolaştığını gördüm.
Gene yürüdük. Hayalden doğma bir müziğin ağır temposuna ayak uydurur gibi acayip bir çeşit kadansla gidiyorduk. Kedinin bacaklarıma her sürünüşünde tüylerim ürpe-
riyordu. Nihayet geniş bir kapıya geldik.. İçeriye baktım. Gayet büyük bir mutfak. Köprü temeli gibi büyük bir ocağın önünde Ruşen kalfa finoyla karşı karşıya oturmuş. Ocakta bir tencere kaynıyor. Arap da saçlarını çözmüş, siyah, yün gibi dağıtmış. Beyazlar giymiş. Bu acayip tuvaletin akşamdan sonra perilere karşı gözetilen bir çeşit etiket olduğunu anladım. Sahanlığın üstünde bir kör kandil yanıyordu. Abla'mn arkası bize dönüktü. Geldiğimizi görmedi. Ama hâlâ bana alışamayan köpek hırlamaya başladı. Arap, başını bize döndürdü:
— Destur, tü tü tü... Ay, siz misiniz? Ötekileri sandım da korktum. Çünkü Şeytan onların geldiklerini sezince hırlar.
dedi. Nalınları giyip içeriye girdik. Çeşm-i Felek kalfa ocağın başına yaklaşıp:
— Dadıcığım, bu akşam yemek geç kalmış... Arap üzüntüyle başını sallayarak:
— İyi saatte olsunlar.. Bugün onları gücendirdim mi ne yaptım? Bir türlü pilâv kaynamıyor...
— Şerbetlerini, şekerlerini vermedin mi?
— İncirin köküne bol bol döktüm... Şah nerede? Onun kaybolması iyi mâna değildir, bilirsin ya? Şah onlardandır. Onların küçüğüdür.
— Bizimle beraber geldi. İşte burada...
Bu büyük adın kediye verilmiş olduğunu anladım. Biraz bekledik, Ruşen kadın Şah'la Şeytan'm ayrı ayrı kaplara yiyeceklerini verdi. Nihayet pilâv pişti. Önceden kotardığı yemek sahanlarını dizerek iki tabla
düzenledi. Mutfağın bahçeye açılan kapısı önüne gitti. Oradan kordon gibi sarkan, ucuna tahta parçası bağlı bir ipi seksen besmele ve desturla birkaç defa çekti. Sonra bize dönerek:
— Ötekiler çıngırağı pek seviyorlar. Geçen akşam gene böyle çekerken hep buraya üşüştüler.
dedi. Biz kendimize ayrılan tablayı aldık. Mutfağın yanındaki yemek odasına girdik. Sofrayı kurduk. Ekmekleri siniye dizdik. Bol etli silkme, patlıcan kızartması, pilâv, bir de koca kâse kaymak gibi yoğurttan ibaret olan yemeğimizi yedik. Hepsi pek nefis pişirilmişti.
Yemekten sonra, gene o uzun yoldan desturla yürüyerek gündüz oturduğumuz odaya geldik. Cezveler sürüldü. Kahveler içildi. Bu iki beyaz esvaplı, çözük saçlının arasında ben kıyafetimle, her halimle, pek yabancı kalıyordum. Dışarıdan gelen en ufak bir tıkırtıya ikisi de dikkatle kulak kabartıyorlardı. Dereden tepeden konuşuyorduk. O geçtiğimiz uzun yolda bir gürültü oldu. Şeytan başını kapıya uzattı, havlamaya başladı. Ruşen kadın iki yanma sallana sallana:
Özüm doğru
Sözüm doğru
Korkutma bizi
Gözüm nuru. kafiyelerini makamla sıraladıktan sonra bana dedi ki:
— Rabbim hayırlar versin. Bu akşam gene bir kızgınlıkları var.
Bu iki acayip kadının perilerle insanlar arasında gizlilik dolu birer yaratık olduğuna iyice karar verdim. Dışarıdaki cinlerden olduğu kadar bunlardan da korkmaya başladım.
Şamdan tepsisi üzerinde bir yağ mumu yanıyor, koca odaya, bu ışıksızlık, bir türbe korkunçluğu veriyordu. Hanımefendi bu cinli evin acaba hangi hücresinde, hangi köşesinde oturuyordu? Yoksa perilerin elebaşısı o muydu?
Dadı ile kalfa arasında bazı işaretler, karşılıklı yüz buruşturmaları geçtiğini sezer gibi oldum. Ama ışığın kuvvetsizliğinden bunlara açık bir mâna veremedim. Biraz daha oturduk. Çeşm-i Felek kalktı. El şamdanını yaktı. Ruşen'e bakarak:
— Sen bu kadına gereken şeyleri öğret. Ben gidiyorum. Geç kalmaya gelmez, dedi.
Odadan çıktı. Biz, şimdi, Ruşen, ben, Şeytan, Şah, dört can karşı karşıya kaldık. Bu hayvanlar bile perilere karışmıştılar. Hele Şah, onların çengisi, köçeğiymiş. Acaba bu hayvan bana bu gece ne oyunlar oynayacaktı?
Bu akşam Ruşen'den ders alacakmışım. Bana öğretecekleri şeyleri yapmak kolay mı? Beceremezsem çarpılacak mıyım?
Aşçı kadın, Şah'ı uzun uzadıya öpüp kokladıktan sonra
bana döndü:
— Ben de gidip yatacağım, kızım. Çok uyanık durursan hoşlanmazlar. Gündüz bizim, gece onların. Rahat bırakalım. İstedikleri gibi gezsinler...
Ağlayarak Arabm ayaklarına kapanıp:
— Aman ablacığım, kurban olayım. Her tarafım zangır zangır titriyor. Ben bu evde yalnız başıma bir odada ya-tamam. Nereye gideceksen beni de beraber götür.
Kaşlarını çattı:
— Olmaz, olmaz. Benim virdim, evradım var. Geceleri tespih çeker gibi söylerim. Yanıma kimseyi alamam.
— Allahaşkma...
— Nafile yalvarma, olmaz. Hiç korkma. Onlar, gece insan olan odaya girmezler. Ben şerbetledim. Şimdi senin boynuna bir muska takacağım. Bir şeycik yapamazlar. Hem evde en emin oda burasıdır.
Eliyle duvarı göstererek:
— Bak, orada bir levha var, içinde «El-cinn-ül-ecinn» yazılı. Onun semtine uğrayamazlar.
dedi. Korka korka duvara baktım. Bir çerçeve asılıydı. Okuma bilmem ki ne olduğunu anlayayım?
— Aman kadıncığım. Perilerin başı için beni beraber götür.. Öleceksem senin yanında öleyim. Belki ağzıma bir
yudum su verirsin.
Bir pıtırdı duyarak Şeytan gene havladı. Ruşen, kapıya doğru, görünmeyen birine söyleyerek:
— Biraz müsaade edin efendim. îşte artık yatıyoruz.
Konak sizin.
Bana dönerek sert bir tavırla: