18 Ekim 2015 Pazar

kemal tahir - kurt kanunu

BİRİNCİ BÖLÜM KANLI TUZAK I İttihatçıların ünlü fedailerinden Abdülkerim Bey soluğunu tutuverdi. «Ne var? Nedir o?..» Bir polis koşuyor... Meçini kalçasına bastırmış... Vapura koşuyor. Abdülkerim Bey sendeledi, omuzu üstünden kapıya baktı. Bir yere tutunmak ister gibi debelenerek dirseğiyle emektar parabellum’unun katığını buldu. Yana kayıp dışardan görünmemeğe çalışarak rıhtımı gözetledi. Polis, kalabalığı yarmaya uğraşıyordu. Yavaşlamıştı. «Savuşmalı... Yakaladılar mı söyletir Ekrem... Söyletir hemen... Ekrem, İstanbul polis müdürü... Askerden geçme... Süt ki... Zehir!» Merdivene yaklaşıyor herif.. «Ötekiler nerede peki? Yok başka kimse... Yalnız mı bu?.. Bir kişi mi göndermişler, Ziya Hurşit’i tutmaya?.. Laz İsmail’den, Gürcü Yusuf’tan haberleri mi yok? Olmaz öyle şey!..» Elini sigara paketine götürdü. «Kaptana haber yetiştiriyor, gemiyi kaldırmaması için...» Gözlerini kırpıştırarak, çaresizlikle tepindi. Bir an, içerdeki Rum çocuğunu Ziya Hurşit’e koşturmayı duşundu, «Vursun polisi... Dayasın kaptanın sırtına tabancayı... Alsın gitsin vapuru... Napacaksa yapsın, yarsın çıksın...» Seslenecekti, tuttu kendini irkilip... «Hay Allah! Olmaz ağızdan haber yollamak. Şüphelenir oğlan, şüphelendi mi temizlemek gerekir!» Polis, vapuru geçip hızlı hızlı uzaklaşınca, sanki bu, akıl almaz bir şeymiş gibi gözlerini şaşkın şaşkın kırpıştırdı. Tere batmıştı. Ürperdi. Esintisiz havanın fırın sıcaklığına rağmen teri buz gibiydi. Yutkundu. Gırtlağı kurumuştu. Gülmeye çalıştı. Suratını buruşturabildi. Farkına varmadan korkusu öfkeye dönüyordu. Saata baktı. «Neden kalkmaz bu batasıca? Ne bekler?» Kibriti hışımla çakıp sigara yaktı. Denize çarpan haziran güneşi gözlerini kamaştırıyordu. Daha on dakka vardı, Gülcemal’in kalkmasına... Budalalık etmişti buraya gelmekle... Küpeşteye birikenlerin arasında Ziya Hurşit’i seçmeye çalıştı. Gemi kalkana kadar kamaralarından çıkmamalarını tembihlemişti oysa... Hava enikonu tütüyor, görmeyi güçleştiriyordu. Canı kahve istedi. Rum oğlana seslenecek yerde, saatına baktı. «Sekiz dakika var... » Bir çan çaldı. Merdivenden telâşla inmeye başladı geçirmeciler... İttihatçıların namlı komitacısı Abdülkerim Bey, sersemletici düdük sesinin ötesinde, Cumhurreisini öldürmek için iki adamıyla İzmir’e giden eski Lâzıstan mebusu Ziya Hurşit’i gördü. Katı hasır şapkasını, her zamanki gibi, sağ kaşına yıkmış, birine meydan okurcasına çenesini yumruğuna dayamıştı. «Hiç söz dinlemez bu herif... Dinlemez...» Sövdü. Duymasından, ya da görüp sırıtarak şapkasını sallamasından çekinerek yanladı. «Söz dinlese, böyle işlere de girmez ya...» Korkmazlığını çok beğendiği halde, başından beri sevememişti bu Lazoğlu’nu... Saygılıydı her zaman kendisine karşı, hiç kimseyi adam yerine koymazken... Yadırgadığı, ikram edilen sigarayı bile, sanki bileği gücüne, haraç gibi almasıydı. Almanya’da okumuştu. Biraz da Fransızca biliyordu. Öyleyken üstünde yontulmamış köylü kabalığı vardı. Mebusken muhalefetin önemli konuşmacılarından olduğu halde, dinleyenler, okuma yazma bilmeyen biriymiş gibi, şaşkınlık duyarlardı. Oysa şık giyinir, ellerini her zaman temiz tutar, tırnaklarına özenirdi. Para kazanmayı hiç sevmiyordu ama hesapsız harcamaya bayılıyordu. Terse düşüp bu kadar tehlikeli işlere girmesi, belki de bundandı. Bütün gerçek kumarcılar gibi, oyunlardan başka her şeye karşı kesinlikle dalgındı. Yüzüne, açıkça imrenerek haphazır bakan dünya güzellerini farketmez, politikanın en kanlı ipinde cambazlığa çıktığı halde, iktidar koltuklarından birine oturmayı aklından geçirmezdi. İyi silahşor, gözüpek kabadayı olması bile kumar masalarında enayi yerine konulmak, horlanmak korkusundan geliyor gibiydi. «Asıl enayilik bu... Hem de...» Merdiven boşalmıştı. Gemiciler çekmek için iplere yapıştıkları zaman bir kadın telâşla inmeye başladı. Lacivert ipekten çarşafının eteklerini serbestçe toplamış... Bacakları harika... Bacakları... Kalçalar... Kıvraklık... Aralanıyor peçesi... «Hadi oğlum rüzgâr! Biraz daha... Biraz dedim...» Kadın rıhtıma atladı incecik bir yay esnekliğiyle... Yiyecek gibi bakan erkekleri kıvrılıp bükülerek yardı, «Dehşet... Adam öldürür... Nasıl kalça sallamak bu böyle?» Bir an tanıyacak gibi oldu. Telâşlandı. Çıkaramadı. «Memleketli... Vallah bîllah yukardan... Yollu hem de... Böyle kalça döndüremez ev piliçleri...» Gözleri bıçak gibi keskin, yarı beline kadar uzanıp köşeyi dönene kadar baktı, «Tanınmaktan korkmasa, katırdı mendil sallamak için... Kırığını geçirmeye geldi sultanım.» Gülcemal burnunu epey açmıştı. Kıçtaki halat burularak geriliyordu. Koptu kopacak... Soluğunu tuttu. Pervane durgun denizi dövüyor Biraz gevşeyen halatı babadan kurtardılar. İlmekli ucu suya şiddetle vurup batınca Abdülkerim Bey soluğunu bıraktı. «Tamam... Ok çıktı yaydan... Atıldı köprüler, gemiler yandı. Oğlum Abdülkerim, ya devlet başa, ya kuzgun leşe...» Farkına varmadan elini hızla salladı: «Yok leşe... Yok leşe... Ne demek leş? İt dişi domuz derisi... Lâzoğlu yerse bu kez Sarı Paşa’yı, dünyayı attık torbaya... Beceremez de yüzüne gözüne bulaştırırsa... Cezasını çeker. Yemin etti cııv... Sıkacak son kurşunu kafasına...» Sigarayı ağzına götürürken elleri titriyordu. Çekti üst üste, dumanı hırsla püskürttü. «Canlı düşerse ellerine, söylemez.. Ele vermez arkadaşlarını. Yiğittir sapına kadar... Ağır ateşte pişirseler döner kebabı gibi, hayır, söylemez!» Gözlerini güvenle kısarak uzaklaşan gemiye baktı. «İyi akıl etti kitaba el bastırmayı bizim avanak Baytar... Sağlam olsun istersen, bir düğümden iki düğüm iyi... İki düğümden üç düğüm.» Gülmesi tutmuştu. Ziya Hurşit Kur’ana el basarken... Çünkü herifin, Allaha da, şeytana da inanmadığını biliyordu. «Olsun! Biz de inanmayız ama, arkadaşları da ele vermeyiz, Allaha şükür!..» Gülcemal uzaklaşmış, rıhtımda kimse kalmamıştı. İnsanlar işlerine güçlerine gitmişlerdi dünyadan habersiz... Dört beş gün sonra, kıyamet kopacağını nereden bilsinler? Birine işittirmekten korkuyor gibi kısa kısa güldü. Küçük Efendi şaşıracaktı en çok... Hiç bir şey sezdirmediğine yüzde yüz emindi. «Şu kadar sezseydi gerilirdi önümüze dağ gibi... (Olmaz) deseydi, hayır, girişemezdik bu işe... Gülcemal, Sarayburnu’nu dolanmak üzereydi. «Gülcemal karı adı... Kim takmış acaba bunu buna? Kodamanlardan biri elbet! Kızının adıysa, eh olağan! Ama, kapatmasının adıysa, kıyak! Aşkolsun!» Gemi kaybolunca her şey başarıyla olup bitmiş gibi ferahladı. Çamlıca’ya, Üsküdar’ın ahşap yığınına, Selimiye kışlasına, Haydarpaşa garına, Mühürdara, Adalara kadar bomboş uzanan durgun denize, dünyanın en büyük, en uzun ömürlü iki imparatorluğuna merkezlik eden Topkapı Sarayı’nın yeşilliğine, bunun ortasında dinç yaşlılığının haklı gururuyle kabarmış Ayasofya’ya, bir zaman, daldı.» Lâzoğlu’nun eli titremezse, bunların bellibaşlı sahiplerinden biri olacaktı. Genç yaşından beri, jandarma subayı olarak çok tehlikeli işlere girip çıkmıştı ama, başa güreşmek fırsatını hiç ele geçirememişti. Şimdi ilk defa, gerçek değerini gösterecekti. Plan basitti, kestirmeden amaca gidiyordu. En yaman yönü, kendisini en ufak tehlikenin bile dışında tutmasıydı. Aylardan beri, en küçük parçaları, yorulmaz bir sabırla hazırlamış; İttihat Terakki’nin ünlü Millî Eğitim Bakanı Şükrü Beyi, bunun aracılığıyle bütün Terakkiperver partiyi, sezdirmeden buraya kadar getirmişti. Ziya Hurşit delisini kurup işte bugün, hayırlısıyla, düşmana saldırtan kendisiydi. Kurşun hedefi bulamazsa, suikasttan başka bir şey konuşmayan Ziya Hurşit tehlikesi ortadan kalkmış olacak, paralı arkadaşlar kabadayı bir kumarcının aralıksız haraç istemelerinden kurtulacaktı. «Herif işi başarırsa... Ki, yüzde yüz eminim, çünkü baskın basanındır. Bugüne kadar, iyi hazırlanmış hiç bir suikastın başarısızlığı görülmemiştir. Aslında suikastçılar, içerden haber vermekle ele geçer. Nasıl yedi, AvusturyaMacaristan Veliahdını, Prençip denilen on dokuz yaşındaki oğlan? Bizim Ziya Hurşit yüz Prençip eder, Lâz İsmail’le Gürcü Yusuf da cabası.. Tamamdır bu iş Abdülkerim oğlum... Gitti gider Sarı Paşa bu kez... Allah babanın top arabasına binse kurtulamaz. Ciğeri, bakır onluk etmez benim paramla...» Yan odada bir gürültü duyup şimşek gibi döndü. Elini beline atmıştı. «Hüsss! Bitiririm!» Rum oğlanı şaşkın bakıyordu. Elini yavaşça indirdi: — Nerde kaldı senin çorbacı? — Bilmem! İçer misiniz kahve? — Kahve... Patronundan mı öğrendin bu oyunları köpoğlusu.. Geleli bir saat oldu.. Nerdeydi aklın? İstemez.» Pencereye döndü, kasıldı. Bir İngiliz şilebi giriyordu limana... Yazısını seçmeye çalıştı, — Sordum ya paşam... «İçmem» dediniz... Oğlana anlamadan baktı. Ellerini göbeğine bağlamıştı. Yılışıyordu. Ürktüğü belli... Kaşlarını çatıp iğrenmiş gibi yüzünü buruşturdu. İnsanların kendisinden korkmalarına, evvel-eski bayılıyordu. İktidarı hırsla istemesi bundandı. Hem de olur olmaz iktidar değil, polisle ilgili... Yakalamakla, içeri atmakla, sopa çekmekle ilgili, ürkütücü, köpekleştirici soydan iktidar... İçişleri’nin çağırdığını duyduğu anda, dizleri kesilmeli herifin... Boğazı kurumalı... Çoluk çocuk, cenaze çıkıyor gibi çığrışmalı... Nolduğu belirsiz çünkü. Bunun ucunda asılmak bile var. En yüreklisi köpekleşmeli önümüzde... Tükrüğünü yutamamalı...» Farkına varmadan kasılıyor, göğsü ileri çıkıp kafası dikiliyordu. «Doldururum halkçıları Mehterhane’ye... (Doldu efendimiz... Doldu balıkistifi... Napalım?) derler. (Doldurun altta kalanlardan birazı geberene kadar) derim. Sürüsüne bereket çünkü... Koşup yazılmışlar, başlarına gelecekten habersiz...» Dişlerini gıcırdattı. «Kızarlar, söverler ama, gizli... Canımızı almak isterler ama yağma yok! Yedirir miyim ben beni, Sarı Paşa gibi kolayca?.. Kesin bilgi ne demek? Kuşkulansam yeter...» Uzun yaşayacaktı Allahın izniyle... «Doksan yıl... Belki de yüz...» Sırtardı. Kırk üçü yeni bitirmişti. Demir gibiydi. Gözleri böyle dalgınlaşıp bakışları kurnaz çevikliklerini yitirmediği zaman çok daha genç gösteriyordu. Yumruklarını omuzları hizasına kaldırıp kaslarını kütürdetti. "Herifleri kapadım mı, ricacı gelir karıları kızları. Hele ki, oynak mantinotaları... Bildiğimiz kınalı keklik curnatasıdır bu... Beğen beğendiğini, çek kucağına... Sarışını esmeri, tombulu incesi, kızoğlan kızı, kaşarlanmışı... Varsın uğraşsın, bizim Küçükefendimiz Kara Kemal Bey, (kabina kuracağım) diye... Bizim kabina çoktan kuruldu da, işlemeye bile başladı şakır şakır... Bu işde bir zarar eden varsa, Semra Hanım... Yüzümüzü göremez olmuş kaç zamandır. Gördüğü de tatsız... Çünkü Sultan Hamit haremine çevirmişiz İçişlerini...» Birden aklı karıştı. «Dur yahu... Gülcemal’den inen karı... Vallah billah Naciye... Laz İsmail’in, Lâz Naciye...» Abdülkerim Bey, çaresizlikle çevresine bakındı. Nasıl olup da tanıyamamıştı memleketi birbirine katan, uğruna bunca kanlar dökülen Ballı Naciye’yi?.. Tüh Allah belânı versin emi? Diyelim kalça döndürmesinden biliş çıkaramadın ya elindeki çantayı neden bilemedin?» Bu çantayı Laz İsmail’le beraber almışlardı. Bir kerecik görmüştü Naciye’yi, Lâz İsmail’le beraber, gene bu iş için, Bursa’ya gidecekleri günün gecesi Ziya Hurşit’in evinde... Görmesiyle de çarpılmıştı, «Tuh yüzüne kansız Abdülkerim, on kulaç toprağın altında olsa, kokusundan tanır adam Naciye’yi... Burcu burcu bal kokar! Bal kaç para! Amber kokar!» Geberiyordu «Ballı Naciye» diyerek o zamandan beri... Lâz İsmail’in, Naciye tutkunluğunda şakaya gelmezliğini bilmese, çoktan dökülüp saçılacaktı önüne... Hafız Burhan’ın şarkısında olduğu gibi, «Dizlerine kapanıp...» razı etmeden bırakmayacaktı. Tanısaydı demincek... Düşeydi ardına... Tam sırası... Kertesi ki, olursa bu kadar olur. «Herif, (Maaşı bilir) diye tutmuş cehennemin yolunu... Dönüşü ya var, ya da yok... Tantuna giderse duyması tehlikesi kalmaz. Başarırsa, (Canına değsin) demekten başka bir halt edemez. İsterse demesin... » Bir düdük sesiyle sıçradı. Derisi, kezzaba düşmüş gibi yanıyor, soluktan ciğerlerine sığmıyordu. Eli ağzında bir zaman düşündü. Birden davranıp şapkasına yetişti, kaptı, dışarı fırladı. Novotni Birahanesinin koyu gölgeli bahçesinde yaprak kımıldamıyordu. Kimsecikler de yoktu. Abdülkerim Beyin iki adım gerisinde yürüyen Rum garson elleri göbeğinde saygıyla tekrarlıyordu: — Hoş gelmişsin Abdülkerim Beyim... Keyfleriniz nasıl? Hoş gelmişsin! Sesindeki derin sevgi, Gümüşhane mutasarrıfıyken İttihat ve Terakki’nin kıyıcı haydut çetelerine karşı, Rumları korumuş olmasından geliyordu. — Bira mı paşam? — Bira. — Soğuk? — Soğuk, Barba Politis... — Şimdi paşam... Belli belirsiz aksayan Politis, hızlı gitmek için, insanüstü çabalıyordu. Bahçede kimsenin bulunmamasına sevinmiş, Politis’i görmek bu sevince, yolda yitirdiği güveni eklemişti. Bu bahçeye öğleden önceleri Alman dadılar çocukları getiriyorlardı. «Kopil şamatası dinleyecek sıramız mı bizim yahu?..» Saatine baktı. On bire çeyrek var... Bu saatte bile, burda, tanıdıklarla karşılaşmak mümkündü. Böyle bir rastlantıya uğramamış olmasını baht açıklığına verdi. Gülcemal’in kalkınmasını penceresinden seyrettiği Rum komisyoncunun yazıhanesinden koşar gibi çıkınca, Naciye’yi bulmanın pek de kolay olamayacağını hiç aklına getirmemiş, İsmail çekip kapatmadan önce çalıştığı gizli evlerden birine başvurmayı yeterli saymıştı. Tünelin sarsıntılı loşluğunda, gittikçe tutku haline gelen bu garip istek önce tedirginliğe, sonra enikonu kuşkuya döndü. «Bunlar Bursa’ya da gittilerdi geçende... Gene suikast için... Yer uygun değil diye, döndülerdi tersyüzü hiç bir halt etmeden » Artık, yer mi gerçekten uygun değildi, paniğe mi kapıldılardı son dakikalarda, kurcalamamıştı. «İster misin, gene tersyüzü dönsünler İzmir’den?..» Tünelden çıkınca, nereye gideceklerini bilmeyenlerin can sıkıntısıyle çevresine bakmıştı bir zaman... «Pezevenk kısmının ağzında bakla ıslanmaz. Başımız büyük bizim... Şurada bir bardak su içsek aylarca lafı edilir memlekette. (Abdülkerim Bey, Naciye’yi aramış duydun mu?), (Hangi Naciye’yi?), (Sorduğuna bak... Ballı’yı), (Neden arıyor? Napacakmış?), (Sen arasan neden ararsın? Naparsın, bakalım?)... Hay Allah kahretsin! Geldiği gün, rıhtımda duyar Lâzoğlu...» Gözünün önüne geldi Lâz İsmail... Orta boyluydu ama domuzuna tıkızdı. Alnı dar, ön dişleriyle elmacık kemikleri fırlak... Esrar içmekten çakır gözleri her zaman, buzlu cam gibi donuk... Milletinin tersine çok az konuşur, susması korku salar yüreğe... Zenaatı adam öldürmek... Tavuk kesmekten kolay gelir namussuza bu iş... yüz elli liraya, elli liraya, hattâ, canı çekiyorsa cebinden üste harcayarak öldürür. Düpedüz hayvan... «Hayır, hayvana kurban olsun... Yılan bu... Engerek yılanı... Kurdun öfkelendiğini anlarsın. Demek insana yakınlığı var. Yılanın öfkesi anlaşılmaz!» Ürperdi. Abdülkerim Bey ancak tek başınayken korkardı. Gene öyle olmuş, aklından geçirdikleriyle boğazı kuruyuvermişti. «Yoksa salt Lâzoğlu değil, Gürcü Yusuf denilen Ezrail de beraber davransınlar tabancalarına, evel Allah!» Rahatça gülümsedi. Boğazının kuruması hatırlatmıştı Novotni’yi... Novotni’yi de hatırladın mı, Camgöz’ü hatırlamamak olmaz!» — Buyurun Paşam... — Sağol, Barba Politis... Birini gönderebilir misin bizim Camgöz’e? — Camgöz? — Dümbük Halil canım... — Tamam... Şimdi. — Beni söyle... Tembeldir. Kaytarmaya kalkar. «Bekliyor» desin, «Çok acele» desin... «Önemli» desin... — Başüstüne... Abdülkerim Bey bozuk para çıkaracaktı. Politis, «Ben veririm» diye savuştu. Bira o kadar soğuktu ki, tadını yitirmişti Bıyıklarındaki köpükleri yumruğuyle sildi. Gerildi, yüksek sesle «İstağfurullah» dedi. Camgöz Halil Dümbüğünü çağırmakla bugün, ikinci defa ok yaydan çıkıyordu. Laz İsmail denilen kuduz canavarla boğuşmayı, pek de ölçüp biçmeden göze almıştı. Dirseğiyle parabellum’u yokladı. «Lâstikleri çekersin ayağına... Bir köşe başına sokulursun arkadan cıııvvv. Tamam!» Tastamam böyle vurmuştu Bahçekapı’da, simitçi fırınının önünde gazeteci Ahmet Samim avanağını... «Hem Cemiyete bunca zaman istihbarat yapacaksın, hem de sonra, karşımıza geçip muhalefete girişeceksin! Yağma mı var?..» Kolaydı o zaman bu işler... Hoplayıp karakola girivermişti, o kadar... Şimdi, zordu biraz ama, öldürülen de muhalif gazeteci değil... «Sabıkalı takımından Laz İsmail denilen köpek...» Suratını asarak derin derin içini çekti. Sanki biraz önce temizlemiş gibi, Lâzoğlu’na bir an gerçekten acımıştı. Şu anda, dünyanın en büyük korkusu içinde debeleniyordu Fukara Lâzoğlu. Gülcemal’in kamarasında... Kendisinden biliyordu, kıyıcı adamın nasıl korktuğunu... «Herifi ateşe sal... Uğruna en korkunç ölümü göze aldığı kapatmasına yüreğini boz! Hayır, adam değiliz biz... Adamlık ne kadar uzak bizden...» Suratını asmak istediği halde, bıyığı altından kurnaz kurnaz gülümsedi. Kendisini eleştirmek tedirginliğini bastırmıştı biraz... «Kabadayı geçiniriz. Kabadayılıkta, tanışların dostlarına iştahlanmak var mı, tüh yüzüne!» Sigarayı paketin üstüne seri sert vurup yaktı. Esaslı hiç bir şey düşünmeden boş masaları saymaya başladı, yarısında usandı. Suratı yavaş yavaş asılıyordu. «Nerde kaldı Camgöz kodoşu?.. » Bira içti. «Bunca önemli işlere girdik çıktık. En çetin yerlerde, en çetin sıralarda valilik ettik. Atamadık üstümüzden kabadayılığı... Külhanbeyliği... Hakkı var Küçük Efendimizin, geçemedik komitacılıktan devlet adamlığına...» Biraz kaşarpeyniri çiğnedi. Tatsız... «Hovardalık mı etmekteyiz yahu... Karıyı vaporda gördük, işimizin ardını kovalıyoruz!» Biri uzanıp baktı kapıdan, hemen çekildi, Abdülkerim Bey dalgın olduğundan seçememişti herifi... Gözleri birden keskinleşti, «Sivil polis miydi sakın?» Aklında kalan görüntüyü zihnindeki kalıplara getirip götürdü. Yok... Atik davranarak kalkıp baksaydı hemen anlardı. «Taharri memuruysa, mutlak saatına gözatar. Çünkü rapor için şart...» Aslında, mutasarrıflık, valilik yapmamış, bütün bu makamlarda düpedüz polislik etmişti. Yaratılışında, hem kolayca adam öldürecek kadar suça yakınlık, hem de, sinirlerini hiç zorlamadan adam kovalamak, hafiyelik, türkçesi fermada, kuyruğunu yarım saat hiç kımıldatmadan av gözleyen kopoyluk vardı. Dirseğini masaya dayayıp çenesini eline alarak, farkında olmadan kasıldı. «Nerde kaldı bu teres? Kulağını kessem haksız mıyım...» Biradan içti, sigaradan çekti. «Ya benzetmeye getirdikse... Naciye kahpesi değilse gördüğümüz yavru?» Saatına baktı. «Yanıldıksa, Naciye Sultan şimdi, sevdalısının koynundadır. Belâlısı basıp gitti. Dakka sektirir mi? Hay Allah... Ulan Camgöz, alacağın olsun!» Aklından geçirdiği gerçekmiş gibi telâşlanmıştı. Bu telâşla, pek ilgilenmedi bahçeye giren karıyla... Karı bakmış, yürümüş, duralayıp bir daha bakmıştı, ikinci bakış, enikonu kışkırtıcı... Hafiften gülümsedi de belli belirsiz, baş bile eğdi. «Oğlum nedir? Bahtımız neden gürledi, bizim bugün? Karı, sarışın... Belli ki Varangel ordusuyle İstanbul’a dökülen haraşolardan... Haraşo ama, ne haraşo!! Düpedüz ilik... » Eğer başında, Naciye belâsı olmasaydı, kapıldı gittiydi. Bunun da kalça yuvarlaması Naciye’den üstün değilse de, büsbütün alçak da hiç değil! «Aman nedir o? » Karı güneşten geçiyordu «İncecik entarisinin altında, şart olsun, hiçbir şey yok... Anadan çıplak bu rezil... E peki... Çıplaksa, bu göğüsler nasıl bir göğüsler? Kaç yaşında ki hiç farımamış? Can mı alacak gündüz ortasında?.. Polis yok mu yahu? Erkek milletine imdat eder sorumlu hiç yok mu? » Haraşo hanım karşıya oturmuş, ayak ayak üstüne atıp her yanını, oyluklarına kadar, ortaya sermişti. «Hayır, dayanmak mümkün değildir ve de, bu durumda dayanmamak da hiç mümkün değildir, arkadaş!..» — Sabahın kalimera Abdülkerim Abimiz, hayrola! — Höst! Ödümü kopardın! Neredesin bunca zaman? — Haberini alınca koptum geldim. Buyur, emrin? — Geç şöyle...-Politis’e döndü- Bira gelsin... Soğuk... Ünlü pezevenk Camgöz Halil yılıştı: — İznin olursa. Abdülkerim Abicim, biz konyak içelim ki, bütün gün konyak gitsin!.. — Duydun ya, Barba Politis... Haydi çabuk... Camgöz’ün oturmasıyla, kabasına iğne batmış gibi «Aman» diyerek sıçraması bir oldu. — Aman Abdülkerim Abi! Amanı bilir misin? Kırılası camgözüme inanayım mı? Kimdir o? Bakıver oh beyim... Karşıdaki, sakın, dünya güzeli matmazel Nadya olmasın? Bulgurcu’nun milyonunu tüketip herifi hasır üstünde koyan Prenses Nadya hazretleri... Tamam! Kendisi... E peki, ne işi var, sabah sabah bunun burada? Şimdi hiç şüphem kalmadı, Abdülkerim Abi, rahmetli validemiz hanım, seni Kadir gecesi doğurmuş... Prenses Nadya hazretleri, kendisinden söz edildiğini sezmiş, tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı. Abdülkerim Bey, Camgöz’ün, kendisini kabaca yemlemeye getirdiğini anlayıp şakadan somurttu: — Ulan Camgöz... — Aman efendim... Durmaya gelmez, duracak zamanlarda değiliz. Çağıralım gelsin... Namussuzum şıp, kaptırırız birine... Kıyamete kadar yanarız. — Oğlum Camgöz Halil, sen beni birine mi benzettin? — Dur ki tosun abicim... Yahu benim aklım dağılmış... Bu demincek nerden çıktı, bil bakalım? Resmen şehir hamamından çıktı, şerefsizim! Bizimkinden, söylemesi ayıp, hamam takımlarını istediydi, biraz önce... Keselenmiş temizlenmiştir ki, yeme de yanında yat... Şuna bak şuna! Gözleri süzülmüş... Neden süzülmüş? Kokucudur da ondan süzülmüş... Kokucu karı kendin bilmez değilsin ya, beyim, kızgınlıkta on karıya bedeldir. Ayrıca bizimki, hamam tavında... Bizim oralarda, »Hamam kızlığı» denir ki, gerçek kız ehli kız, eline su dökemez. Aman davranalım, hoyratın birine kaptırmayalım. Canım sıkılır benim, değerli karılar, hoyratlara düşerse... Evet, şart olsun, kokaini çekmiş... Hemi de imanına çekmiş... Kendin bilmez değilsin ya, kokocu karının ustası, açlığına denk geldi mi, top çeliğini eritir de, kaynar sütü ossaat dondurup abanoza döndürür. Bakmalara hele bakmalara. Dikkat isterim bu bakmalara... Gözüne kestirdi çünkü... Yiğit olduğundan yiğidi tanıdı şıpınişi... Prensliği essahtır bunun, şeceresini gördüm. Su katılmamış çar yeğeni... Pahasını ister misin? Erkeğin katısına meraklıdır bu... İnişi binişi güçlü Osmanlıya gayet meraklıdır. Bizimkine anlatmış geçende sarhoşluğuna gelip... Demiş ki, «beni bu işe, öz amcam olan prens alıştırdı, daha on yaşımın içindeyken» demiş... «O sebepten bişey söylemez bana körpeler!» demiş... «Görgüsü derin, kanı biraz serin olmalı ki, benim o sıradaki hızıma dayanmalı» demiş... «Acemi öğretmek ödevi de, evet, karı kısmına verilmiştir. Kutsal Meryem anamızın emriyle ama» demiş, «Elliyi aştıktan sonradır» demiş... Bu böylece, şimdi, yirmi iki, yallah yallah yirmi üç...» Başka zaman olsaydı, Abdülkerim Bey sözün burasına kadar sabredemez, söylenenlerin yalan olduğunu da bilse, karıyı bileğinden tutup sürüklerdi. Fakat şimdi, aklı Naciye’ye takılmıştı. Gözü dünyayı görmüyordu. — Çağırayım gelsin mi, Abdülkerim Abi, çakayım mı «gel» işmarını? — Ulan kör şeytan... Boş bulunsak, bu dillerle bizi kündeden attındı köpoğlusu... Höst! Günaha sokma beni sabah sabah... — Vay başıma!.. Ne zamandır günah oldu, cennet yemişleri? Allahımızın özenerek yarattığı huri kızları? — Kes dedim, teres... Camgöz, tek güzünü bir zaman kırpıştırdı. İyi tanıdığı Abdülkerim Beyin hiç heveslenmediğini anlayınca gerçekten şaştı: — Nedir peki?.. Niyetli değildin de neden istedin beni, yel yeperek? Abdülkerim yalandan içini çekti: — Bizim başımızda... «Ateş yanıyor» diyecekti. Hemen değiştirdi:- münasebetsiz bir iş var. Ahbap hatırı... Boş versen olmaz. Yoksa, bunca lafı ettirir miydim, böyle has malın karşısında?.. Camgöz’ün güzel haraşo için dedikleri, Naciye’ye duyduğu isteği kat kat arttırmıştı. Üst üste yutkunuyor, zanaatında çok usta olan rezil Camgöz’ü pirelendirmeden derdini nasıl açacağını hızla araştırıyordu. Birkaç kez dilinin ucuna kadar gelen Naciye adını yutmuştu. Öksürdü; — Yaksana bi cigara... Yak canım... Seni istememizin sebebi... İsmail vardı ya bizim... İsmail... Bildin! Kapalıçarşı’da güpegündüz kuyumcuyu vurup dükkânını soyan... — Bilinmez mi Lâz İsmail Abi... -Camgöz’ün sesi biraz ürkekleşmişti. Çekinerek sordu:- Nolmuş İsmail Abiye? Bir emri mi var? — Emri... -Durakladı:- Bana lâzım İsmail... Nerde onun evi? Sen bilirsin! Camgöz, canlı gözünü Abdülkerim’in yüzüne tabanca namlusu gibi, dikmişti. Hiç kırpmadan bakıyor, kırk tarakta bez dokutan Abdülkerim Beyin kanlı kaatil, itoğlu it Lâz İsmail’le bu sıra, ne işi olabileceğini çıkarmaya çabalıyordu. Ayrıca böyle adres madres vermelerin hiç beklenmez belâlar getirdiğini de bilmez değildi. Duraklayarak konuştu: — Valla Abdülkerim Abi... Çoktandır gördüğüm yok... -Abdülkerim Beyin suratı bîrden karışıp domuzlaşınca kekeledi:- Diyeceğim... Evet, önce oturduğu yeri bilirdim. Senden saklım yoktur, bikaç kez karı marı istedi, götürdük. Sonra, duydun elbet, Feridiye’deki Karnıyarık Foti’nin evinden Naciye’yi çekti, kapattı. Bu Lâz kızı Naciye... Ballı diye bilinir memlekette... Hakçası değerli karıydı. Gene de, paşa kızlarına değişmem. -İçini çekti:- Ne fayda ki, Lâz İsmail’in korkusundan, hovardalar, oturduğu sokağın ağzından bakamaz oldular. Bilmem sonu neye varır bunun? — Nerde bu sokak? Evin numarası kaç? — Valla... — Sokak dedim, dümbük, numara dedim... –Sesi Camgöz’ün kanını donduracak kadar korkunçlaşmıştı: -Hadi... Canımı sıkarsan... Sıkıldı mı bilirsin naparım! — Şart olsun Abdülkerim Abi... -Yardım arar gibi çevresine baktı:- Aslında, şart olsun haberim yok... Bizimki gider gelir. Çok mu lâzım?.. Hemen mi? Yarına kalsa kolaydı. — Daha söylüyor! Fırla... Al gel... Geciktin mi, kulaklarının ikisini de keserim bu kez... Camgöz işin Şakaya gelmeyeceğini sezip sıçradı, «Şimdi... Şipşak» diye, harmanlayarak koştu. Abdülkerim’1e Nadya bakışıp gülüştüler Camgöz hiç abartmamıştı. Mal meydanda... Karı gerçekten değerliydi. «Nolur şununla karşılıklı birer bira içsek?..» Aklından geçenle büyü bozulacakmış, ya da büyülenip erkeklik gücünü yitirecekmiş gibi ürktü. Gözlerini hemen kaçırıp somurttu. Yumruklarını sıkarak beklemeye başladı. Camgöz dümbüğünün eve boşuna gittiğini, ya da hiç gitmeden şurada iki dolanıp geleceğini dini gibi biliyordu. «Niyeti ayak kirasını biraz arttırmak... Gidi rezil!...» Naciye gözünün önüne gelince yüreği ürperdi, derin derin soludu. Korkulu işlerin içindeyken apansız tutuyordu bu kadın açlığı, ne kadar da zorlasa gemleyemiyordu. «Tersine... Basılmaz, böyle kudurur. Allahın hikmeti canım! Töbe töbe!..» Güvertede Ziya Hurşit’in biraz gerisinde Gürcü Yusuf’u görür gibi olmuştu. «Demek İsmail çıkmadı. Neden çıkmadı? Çünkü, giderayak Naciye’nin çöktü iman tahtasına... Çökmüştür yüzde yüz... Nerden mi bildim? Kendimden...» Kapıdan yılışık yılışık sırıtarak giren Camgöz Halil’in yaklaşmasını oturduğu yerde bekleyemedi. Sıçrayıp kalktı. Adresi iki kez tekrarlattı, masaya bir lira atıp «Hesabı gör! Üstü senin» dedi, yürüdü. Ensesi enikonu morarmıştı. Uçuyordu Abdülkerim Bey Abi... Camgöz Halil, zenaattan gelme bir sezgiyle meselenin cici mama üstüne döndüğünü anladı. En büyük insanların bile karı tutkunluğuna düştükleri zaman bu kadar güçsüz olmalarına çok acımış gibi başını sallayarak içini çekti. Barba Politis görününce lirayı saklayıverdi. «Para bırakmayı unuttu» demeye karar vermişti birdenbire... Bu aklı pek beğenerek Nadya’ya göz kırptı. II — Kimdir o? Ne demek, «ben?..» Yoluna git edebinle... Yararım kafanı terliği çekip... Ne dedin, ne dedin? Hangi Abdülkerim? Abdülkerim Abi kim? Yok benim öyle abim... Ziya Hurşit Abinin evindeki mi? Dur bakiim! Açıl biraz... Açıl yüzünü görelim! Vay Abdülkerim Abi... Noldu? Yaramaz bir şey mi? Dur geldim! İttihat ve Terakki’nin ünlü fedaisi Abdülkerim Bey, Naciye kahpesinden, her çeşit «ruspi» numarasını beklemişti de, sokağın ortasında boy hedefi isteyeceğini hatırına getirmemişti. Utançla gülümseyerek, «Gören oldu mu?» diye komşu pencerelere bakıp kapının saçağı altına sığındı. Sokağa sapıp numaraları sayarken içinin derinlerinden sırasız bir pişmanlık başlamıştı. Çoğu zaman, böyle bulaşık işlerde, pişmanlık arkadan gelirdi, ok yaydan çıkınca... «Noldu, peki? Yıldık mı, sakın Lâzoğlu’nun kıyıcılığından... İster misin, korku tutuğu olup... Gebertirim, şart olsun İsmail alçağını... Kalbura çeviririm...» Sinirli sinirli güldü. Kapının açılması gecikiyordu. «İster misin, niyetimizi sezsin de bulaşık suyunu boca etsin başımızdan aşağı... Memlekete türkü oluruz ki, bir vagon tuvalet sabunu paklayamaz!.. — Dur geldim Abi... Kusura bakma... -Kapı, demir gürültüleriyle açıldı. Daha doğrusu bir adam girecek kadar aralandı: -Hayrola!... Şaşırdım sağımı solumu... Yıkanmıştım söylemesi ayıp... -Kanadı örtüp sürgüyü sürdü: -Buyur! Çıkarma papuçlarını... Geç geç... Hacı evi değil ki, namazımız sakatlansın!... Sesi biraz boğuktu ama, doğruca yüreğe vuruyordu. Ağır bal şerbeti gibi bayıltıcı... «Ya da bize öyle geliyor.» Yüzünü seçmeye çalıştı. Taşlık adamakıllı karanlıktı, «Tutup öpsem mi?» İstemeden böyle bir iş yapacakmış gibi irkildi, «Delirmeyelim! Biri varsa evde... Bağırır da yedi mahalleyi başımıza toplarsa... Toplar mı toplar...» Taşlık uzaktan uzağa sabunlu su kokuyordu. Boğazını temizlemek için öksürdü, kısa kısa güldü: — Buyurun! Pek de karanlık burası... — Rahatsız ettim Naciye Hanım... Kusura bakma... Yoktu başka yolu... — Neymiş... Neymiş başka yolu olmayan? — Hele çıkalım yukarı... — Söyle, oh Abdülkerim Abi, çatlarım meraktan ben. — Kolay... Daracık merdivenden, mini mini bir sofaya çıktılar. Oda kapısı açıktı. Abdülkerim, ilk bakışta, şaşılacak kadar yüksek gelen geniş karyolayı gördü. Solukları sıklaştı. — Nasıl buldun burasını Abdülkerim Abi? Hiç geldin miydi, bizimkiyle? — Buldum... Bulurum ben... -Sesi pürüzlüydü:- Ben aradım mı, bulurum! -Pencerelerin kafesli olmasına sevindi: -Bulurum... — Geç otur... Sıcak di mi? Galata’ya gittim geldim, terledim denize düşmüşüm gibi... Baktım, suya girmeden olmayacak... Abdülkerim Beyin bulanık bakışlarından ürkerek sustu. Yıkandıktan sonra, saçlarını taramış, omuzlarına bırakmıştı, yanakları pençe pençe... Mis gibi... Gözlerini hızla kaçırarak sedire oturdu. Tuttuğu soluğu hışırtıyle boşalttı. — Nerden bu geliş Abi, uzaktan mı epeyce?.. Sıcakta yürümek zor... Nedir, hayrola? — Nereye gittin Galata’da sen? — Nereye mi? -Naciye binden tetikleşti:- Hiiiç... Pazara çıktım. — Galatada mı sizin pazarınız? Ne işin vardı Gülcemal vapurunda? — Sen nerdeydin? Görmedim. Geçirmeye mi geldindi? — Ne götürdün çantada... Naciye’nin iri kara gözlerinden korku kırpışması geçti. — Hiiç... Götürmedim bişey... — Naciye Hanım... Sana mı inanayım, gözüme mi? Naciye kaşlarını çatarak edepsizlenmeye hazırlanıyordu. «İsmail’in dediği doğruysa, şirretlendi mi, karnına on beş mermi doldursan, yakanı pençesinden alamazmışsın!» Abdülkerim gözlerini kısarak güldü: — Gel otur... Bak ne diyeceğim... Geç şöyle... — Neymiş? Lâfı ağzında geveleyenleri sevmem. İşim harbi benim. Saklım gizlim yok... Korkum da yok... — Korkmadığını bilirim de, ondan buraya geldim Naciye Sultan! Hele otur. Naciye oturdu. Erkekten sakınmayı çoktan unuttuğu için, ince sabahlığı açılmış, yumuk dizleri görünmüştü. Ayakları da, zevkle öpülecek kadar biçimliydi — Niçin İzmir’e gittiklerini söyledi mi sana İsmail? — Yok... Sormam ki söylesin... Dinlemem ki anlatsa da... Ne vazifem... Erkek işine karışmayacak akıllı karı... Ziya Hurşit Abimle gidiyor. Akıllıdır Ziya Abi... Kötü işe sokmaz arkadaşını... Bana acır çünkü.» Bir an daldı, tatlı bir şey hatırlamış gibi gülümsedi, sonra, içinden geçirdiklerini karşısındakinin sezmesinden korkmuş gibi boynunu büktü. «Vay canına... Geç kalmışız, tadına bakmış bunun Ziya Hurşit nâmerdi.» Birden canı sıkıldı. Karıcı değildi Ziya Hurşit ama, bu Naciye, belli ki hovardanın domuzu. «Canı çektiyse, İsmail’i biyere salıp çullanmıştır bizimkine» Çullanırsa, evet, Yusuf Peygamber dayanamaz bunun baskınına... » — Neye daldın? Bişey mi oldu? Kötü bir işe mi gittiler bunlar? — İşin kötüsü olmaz Naciye Sultan bu bir... İkinciye... Tembihledim rezilleri... «Naciye kızı karıştırmayacaksınız» dedim. «Alamazsınız yakanızı elimden» dedim. Bakma sen, akıllı görünse de, kulak asma Ziya Hurşit’e... Kumar yangınıdır anadan doğma... Çıkarı oldu mu, hiç bakmaz, babasını sürer ateşe... — Aman... İsmail’i sakın?.. — Hey akılsız... Kendini düşüneceğine... — Nolmuş bana? Nolmuş dedim, ölümü öp!.. — Bombalarla tabancaları sana taşıttılar değil mi, yiğitliğine güvenip?.. — Haberim yok... Bomba da neymiş?.. Ömrümde görmedim. Sen bakma, Abdülkerim Abi, memlekette boşuna çıkmıştır benim adım! Tabancayı duvarda görsem bayılırım korkudan... Değil ki, çantada taşımak... — Aferin! Ziya Bey mi öğretti bu akılları?.. Nerde öğretti bakalım? — Kimse öğretmedi, ilgim yok benim Ziya Beyle». — Nerde verdi bu dersi. Yahu siz delirdiniz mi? Dilekçe mi verdiniz, «Bizi mahpusa atın» diye?.. — Ne mahpusuymuş? Başıma gelenler... Yakalandılar mı yoksa, Abdülkerim Abi, bir muhbirleyen mi oldu? — Sen bana güvenip doğrusunu dedin mi ki, soru soruyorsun... Naciye kurnaz bakışlarla yüzünde bir şeyler araştırıyordu. Abdülkerim lafı olmaz yerlerde dolaştırdığı için, kızmaya başlamıştı kendine... Bu konuyu kısa kesmek istedi: — Görüp tanıyan olmadı ya, vapurda seni? — Kim tanıyabilirmiş peçesi örtük karıyı, açılıp saçılmayınca?... — Biz nasıl tanıdık... Uzatma... Soran olursa, vapura mapura gitmedin... Hele, hiçbir şey götürmedin. Gitmedin çünkü, İsmail nereye gittiğini söylemedi sana... Naciye yalancı olduğu pek belli bir telâşla elini yanağına kapattı: — Noldu? Ne var allasen, Abdülkerim Abi?,. — «Kızı bu işe karıştırmayın» dedim, dinletemedim! -Çok canı sıkılmış gibi başını salladı- Neyse olmuşun kötüsü olmaz. Dediğim gibi, polis molis sorarsa, görmedim bilmem... — Başıma gelenler... Aman Abdülkerim Abi... Korkarım ben... Polise götürürlerse ödüm kopar benim... -Birden atılıp ellerine sarıldı:- Verme beni polise, nolur, Abdülkerim Abi... Vermezsin istesen... Ben duydum, ipten adam alırmışsın, gönlün olursa... Yanağını avcuna sürüyordu. Abdülkerim, böyle sırnaşmayı hiç beklemediğinden hem şaşırmış, hem de biraz ürkmüştü. Karının sulusunu, hele bu yoldakilerin cıvığını hiç sevmezdi. Naciye’yi o kadar hırsla istemesi, dostunun yanındayken kabadayı görünmesindendi. «Karının sulusunu tavlamak kolaydır da, deflemek zordur. Dolaşır ardın sıra... Sızlanır, asılır. Kıskandıracağım diye başını belâya sokar.» Bu odada karı, birden İsmail gibi çetin bir haydutla dalaşmaya değmeyecek kadar bayağılaşıvermişti. — Sen korkmazmışsın it köpek takımından... Yolunu kesemezmiş senin değme kopuk... Camgöz dedi ki geçenlerde, «Yeni yetmeler kaç para» dedi, «Turşucu Cemal, Aksaraylı Mükerrem, Arabacı Kör Ömer bile çiğneyemez gölgesini» dedi. Polise vermezsin beni. Vermezsin öyle ya? Abdülkerim, avcundaki yanağı hiç istemeden sıktı: — Neden çıkmadı İsmail güverteye? Kamarada naptınız? — Kamarada mı? -Bacaklarının arasına diz çökmüştü. Aşağıdan yukarıya dikkatle bakıyor, soruyu anlamaya çalışıyordu: -Hangi kamarada? -Gözleri yavaş yavaş baygınlaşıp yüzü pembeleşti:- Kayıptan bilici misin, Abdülkerim Abi, hüddam sahibi arap bakıcı mısın? Nereden bildin kamarada olan işleri?.. — Bilirim ben..- Abdülkerim kasıldı:- Yıktı mı herif seni giderayak Gülcemal’in yatağına?- Birden huylanmıştı. Dizleriyle tombul omuzları sıkıştırırken, kulunç kırar gibi ensesini kuvvetle mıncıklıyordu:- Naptı haa? Naptınız? — Boş ver! Hiç kıymeti yok. — Kıymeti yok mu? Deme... Kalıbının adamı değil mi, sakın? — Hiç... İştahlandığınla kalırsın... — Serçe kuşu cinsi desene. — Serçeyi bilmem... Noluyor, demene kalmaz, bakarsın ki, dönüp uyumuş bile... — Vah vah... Neden kapatır senin gibi karıyı böyle sümsük, haddini bilmez de?.. — Ben İsmail belsizine düşecek karı mıydım? Paranın gözü kör olsun! Erkekten bahtım kapalıdır benim. Bulamadım çapı çapıma uygununu. Beni bu yollara düşüren de zebunun biriydi. Abdülkerim Abi, nasıl güç yetirdi kızlığıma şaşarım, şimdi bile hatırladıkça.. — Kaç yaşındaydın? — Bilmem... On iki, on üç... — Elverir. Senin gibi cins karı, bu geçidi geçerken yardıma koşulur var gücüyle... «Fıkaraya imdat gerek sevaptır» diye zorlatır. Ziya nasıldı. Ziya?.. — Hangi Ziya? -Gözlerini ürkerek kırpıştırdı:- Ziya yok... Gençliğime doymayım, yok... —Yalan mı söyledi bize, demek?.. — Söyledi mi? Yemin ettiydi oysa... — Yemin... Kumarcının yemini mi olurmuş bre Naciye Sultan? Evet, inandım, erkekten yana, bahtın kapalı... Ballı karısın, halbuki, değerli karısın. Naciye yüzünü, Abdülkerim Beyin karnına bastırarak baygın baygın inledi: — Boynumu kopardın... Ohhhh... Ellerin kırılsın... Abdülkerim, kadını saçlarından kavrayıp ayağa kalkmaya zorladı, sabahlığı yavaş yavaş sıyırdı. «Orduyu bırakıp mebusluğu seçen paşalar üniformalarını giymişler... Ayaklarında rugan çizme... Bellerinde kılıç... Göğüslerinde kordon, silme nişan... Hazıroldalar... İttihatçıların ünlü Eğitim Bakanı, şimdinin İzmit Mebusu Şükrü Bey telgraf okuyor. Telgraf İzmir’den... Yıldırım... (İş tamam. Şehre hâkimiz. Asker bizden. Yaşasın İttihat Terakki)- imza: Lâzistan Mebusu Ziya Hurşit, Sarohan Mebusu Abidin... Paşalar bir ağızdan (yaşasın) diye bağırdılar. Abdülkerim, sevincinden ağlıyor. Nerdense Naciye orospusu peydahlandı yanında... (Nasılmış kahpeee... Yalan mıymışım?)... (Doğrusun Abdülkerim Abi.), (Ulan kahpe... Abilik mi kaldı?)... Sokuluyor bunca adamın içinde... Ağzını kuş ağzı gibi açarak kulağının memesini arıyor... (Höoööst! Çarparım! Başlama!), (Nolmuş? Canım çekti. Acıman yok mu bana?.. Dur biraz... Bir dişlemcik aliiim!), (Ulan utanmaz! Bi gören olursa?), (Görsünleeer... İslamın işi açık... Ölümü öp)... Bakıyor karı çıplak... Anadan doğma... Tere batıyor utançtan... Bakıyor kurtuluş yok, çekiyor parabellumu, dolduruyor kurşunları Naciye’nin karnına... (Aferin) diyor paşalar, (Geçti karıların arsızlık çağı... Nurol!) diyor Şükrü Beyin sesi... (Geçin orduların başına, paşalar, sıkı durun!)... Dönüyor kendisine... (Yanına yeterince fedai bul... Bas müdüriyeti... Al polisi eline.» Şehri muhkem zaptet! Unutma, başkentimizdir bundan böyle güzel İstanbul!) Nedir o? Allah Allah! Ömer Naci merhum değil mi, Eğitim müdürlüğünün merdivenlerinde, (Yaşasın Millet! Yaşasın vatan! Yaşasın İttihad-ı Terakki) diye yırtınan?.. Tamam, Babıâli baskını bu... Ama bu kez ak atın üstünde Enver yok, kendisi var!. Atlıyor binek taşına, elinde parabellum... Dalıyor içeri canavar gibi, (Davranma Serasker) diye naralanarak... Dan dan dan... Oooh, mis gibi barut kokusu... Yerlerde leşler... Kan gölcükleri... (Aman efendim, suçum ne?), (Şapka giymek, hınzııır)... (Ya benim?), (Yüzü açık gezmek şırfıntı)... Asılacakların listesini getirmişler... Elinde kırmızı kalem... Gitsin mi, gitmesin mi? Çarpmayı çektikleri darağacına... Kırmızı kalem adların üstünde geziniyor ezrailin tırpanı gibi... Bir sevinç patlıyor yüreğinde, gelip gırtlağında yumrulanıyor. Kaç yıldır hasretti bu güce... (Ot gibi yaşamakta helâvet yok, oğlum Abdülkerim! Zerafet hiç yok... Derya gibi köpürüp çalkanmayınca... Yağlı ilmeğin altında hüner göstermeyince... Ölüme elense çekip doyasıya peşrev atmayınca... Babayiğite yaraşır çetin vartalar atlatıp yırtıp hoplayıp iktidar koltuğunu kapmayınca... (Bunları böyle yazasın tarihçi başı... Gördüğün gibi yazasın Ahmet Refik Bey... Bu seferi önceki sefere benzettin mi, gittin bil ve de bittin bil! Enayi değilim ben... Tarihi kendi okumayan eşşek!) Telefon mu? Bakıver Rasim Can! Bu kadarcık işi bana düşürünce kaça alırım ben senin eşşek baytarlığını... İsmail mi bulunmuş? Hangi İsmail? Lâz (Biz büyük işden gelmekteyiz... Abdülkerim Beye götürün beni) mi diyormuş? Ne güzel! Napacakmış beni? Bak ne dersin... (Peki) desinler, getirirken, bir uygun yerde sıksınlar kurşunları ensesine, yuvarlasınlar leşini... Ne yazmış dedindi. Cemal Paşanın Kurmayı Ali Fuat Bey, bizim Çerkez Ahmet için? (Kenef kâğıdıdır bunlar, kullanıldı mı, yallah kubura) yazmamış mıydı? Koca kurmay albaydan iyisini mi bileceğiz?.. Nedir o? Ne demek, (Her yer karanlık?) Türküsü mü? Kes... Boşver...» Abdülkerim Bey gözlerini zorla açtı. Soluğu ağzına sığmıyordu. Tere batmıştı, Sarsalayan Naciye’ye, tanımadan baktı: — Nedir? Kimsin? — Aaa... Sapıttın... Tanımadın mı beni? Hırıldadın da korktum. Biri öldüydü, vaktiyle koynumda... — Kim? — Kim olur? Müşteri.» — Saat kaç? — Bilmem... Erken daha... Abdülkerim el yordamıyle sigara paketini aradı. Gecenin rakı sofrası, daha ortada duruyordu karmakarışık, fonograf komşuda Hafız Burhan’ın «Her yer karanlığını» çalıyordu. Naciye anadan doğma çıplaktı. — Sırtına bir şey alsana kahpe... — Almicam işte... — Kız sen... Ulan canıma mı kasdettin canavar? Bir saat sonra çıkmak için oturduğu sedirde konyak içerek, sevişerek akşamlamış, iğrenerek gittiği Laz ismail’in karyolasından dört gece üç gündüz çıkmamıştı. Sigaradan çekti. Boğulur gibi öksürdü. Ağzının pasını zorla yutkundu. — Verim mi bi konyak? — Git işine cadı... Naciye komodinin önüne çömeldi, konyak şişesini çıkardı. Masaya gidip kadeh aldı. Anadan doğma olduğu halde, giyinikmiş gibi rahattı. Güneş çizgilerinden geçtikçe, derisinin kar gibi aklığı göz kamaştırıyordu. — Dikiver şunu... — Höst! Öldürmeye kastın mı var beni?... Defol! — Dikiver kuzucum... Nasıl iyi geldi dün sabah... Sen di misin, gece dua eden bırakmadım diye... — Yağma yok... Öldüm imansız... — «Beni bırakma» diyen kim? «Gidecek olsam, tabancayı göbeğine dayasam, bırakma sakın» diye yalvaran, köpek gibi, ayaklarımı öpen?.. — Höst rezil... Serhoşluktur, o... Arabacılık değil... — Dikiver hadi, kolum koptu. Korkma zehir yok... İstersen ben içeyim yarısını... İçti, şeker emer gibi damağını şaklattı. — Bal... Can suyu... Dikiver... Küserim ama... Yapmam istediklerini, valla billa... Yalvartırım sabaha kadar... İç hadi... İç! Ölümü öp... Göğüslerini germişti kalkan gibi... Abdülkerim, kadehi dikti. Günde üç kere gitmeye davranmış, her defasında, bu dayanılmaz «Ölümü öp»lerle gevşeyip kalmıştı. Namlı hovardaydı. Saçının teli kadar karı yazılıydı defterde, her cinsten, her mezhepten... En azgınlarına pes ettirmiş, «Söz yok! At da yaraşır mızrak da yiğitim» diye alnından öptürmüştü. Bu Naciye kudurganı gibisi, hayır, listede yok... Belâ bu... Düpedüz afat ve de erkek yamyamı... Usta hovarda olduğundan bir görüşte karının yamanlığını, yanardağlığını sezmişti. Gülcemal’i uğurlarken, kudurup dellenmesi, kızana gelmiş it gibi hırıldayarak uğraması bundandı. «Kusasıya doydun... On dakika içinde pençesinden çıkmaya bakacaksın. On dakikayı saniye geciktirdin mi, bitti. Kavrar yıkar, çöker iman tahtana... Bir de bakarsın ki, it gibi yaIvarmaktasın...» — Oh yağ bal olsun... İliklerine kuvvet... Karyolaya oturdu. Elini ince örtünün altına soktu. — Nasıl? Yaradı mı? Dur ölümü öp... Dur bakiim.» Kadehi alıp komodinin üstüne koydu. Dilini sivriltip dudaklarını yalayarak hazırlanırken kapı çalındı. — Aldırma Tosunum, koca karıdır. Baktı açılmıyor, gider biraz dolaşır gelir! Keyfimize bakalım biz! Kapı zorlu çalınıyor, kocakarı çalmasına da benzemiyordu. Abdülkerim, «İsmail geldi» diyerek can havliyle davrandı, karıyı üstünden hışımla itip yastığın altından tabancayı çekti, güven tetiğini hınçla boşalttı. Giyinmeleri imkânsız olduğu için vuruşmaktan başka çare yoktu. Naciye tabancayı görünce belâlısını hatırlamış, külçe gibi yere çökmüştü: — Eyvah İsmail... Öldürür bizi... — Suss... Bi halt edemez. Ayaklarının ucuna basarak pencereye gitti. — Naciye Hanım... Abdülkerim Bey... Öldünüz mü be? — İsmail değil... Hay Allah belânı versin emi Baytar! Abdülkerim, Baytar Miralayı Rasim’i sesinden tanıyınca hem çok kızmış, hem çok sevinmişti. Cama vurup bağırdı: — Dur patlama... Baytarların yüz karası... Baytar albaylığından emekli Rasim Beyin suratı asıktı. Bunu Abdülkerim, kapıyı geç açmalarına verdi, gönlünü almaya çalıştı: — Kusura bakma Baytar, uyuya kalmışız. — Kuyuya düştün sandım -karmakarışık içki masasına bakıp yüzünü buruşturdu: -Tamam! - Naciye’yi tepeden tırnağa süzdü. Hatırlamaya çalıştı:- O kadar derin mi bunu indirdiğin kuyu, çıkamadı bitürlü? Baytar Rasim Bey Teşkilâtı Mahsusa’nın bellibaşlı şeflerinden olduğu halde, gençliğinden beri giyime kuşama hiç önem vermezdi. Abdülkerim’in gösterdiği saygıyı daha farketmediği için, Naciye bu kılıksız herifin somurtkanlığını da, kocaman bir Abdülkerim Beye akran muamelesi ederek çıkışmasını da yadırgamıştı. Tam edepsizleşecekken Abdülkerim atılıp önledi: — Rasim abimizdir bu... Canımız ciğerimizdir. Yiğitlikte pirimizdir. Konyağı hemen yetiştirmedin mi, heyvahtır hâlimiz! Naciye kadehi gönülsüz doldurdu, sırıtarak uzattı; — Buyurun! naneşekeri verim mi? — Neymiş naneşekeri?.. -Utangaç utangaç gülümseyen Abdülkerim’i çenesiyle gösterdi: - Şekerle mi alıştırdın bu yavruyu? -Elini salladı: -İstemez! -Dikti: -Berbat... Uzun boylu, sıskaydı. Boynu çöp gibiydi. Yıpranmış ceketi üstünden dökülüyordu. Kravatı lekeli, gevşek... Pantolon yapıldı yapılalı ütü görmemiş... Abdülkerim’in uzattığı sigarayı, çiftlik bağışlar gibi kasılarak aldı. Ateş bekledi: — Dünden beri aramadığım yer kalmadı, İstanbul kazan, ben kepçe... bereket, memleketin bütün pezevenkleri tanıyor da seni... — Camgöz dümbüğü mü söyledi? — Camgöz dümbüğü... Tembihledin miydi? Halt mı etti söylemekle? — Yoook... — Kim bu hanım? Eskilerden mi? Görmedim değil mi? şimdiye kadar? — Görmedin... Geç otur. Bi şeyler uydurur Naciye Sultan bize... İki çekeriz. — İstanbul kazan biz kepçe dedim. Nedir diye sormadın. — Sahi nedir? Hayrola? Albay emeklisi Baytar Rasim Beyin suratı büsbütün asıldı, «lahavle» anlamına başını salladı: — Haydi giyin de çıkalım... — Yemeği burada yesek... — Saçmalama... -Kadehi Naciye’ye uzattı:- Doldur şunu kızım... Aklı kuyuda kalmış bunun... Abdülkerim elini yüzünden geçirdi. Tıraşı üç günlüktü. Duraklayarak sordu: — Ustura mustura var mı, Naciye, bi tıraş oluversem... Baytar Rasim konyak kadehini içmeden indirdi: — Tıraş da neymiş? Gerdeğe girmedinse üç gündür, demek senden geçmiş bu işler... Hadi uzatma... -Kadına enikonu çıkıştı:- Nerde bunun ceketi meketi... Şapkası... Çabuk... Abdülkerim o zamana kadar İsmail korkusunun sersemliğini savuşturmaya çabalıyordu. Naciye’nin fırtınasında, belâlı suikast işini tamamıyle unutmuş, daha doğrusu unutmaya çalışmıştı. Birden yüreği cız etti. Birine duyurmamak istiyormuş gibi ürkek fısıldadı: — Noldu Rasim? Ne var? — Uzattın ama... Tadını kaçırdın... -Konyağı dikti:- Davran... Canımı sıkıyorsun! Abdülkerim acele hazırlandı. Rasim çoktan çıktığı için, Naciye karanlık taşlıkta boynuna sarıldı. Gövdesinin içinde, ne var ne yok, sömürüp alacakmış gibi, kıyıcı bir hırsla öpüp sesi istekle titreyerek yalvardı: — Geç kalma emi, sakın... Ölürüm. Gelirken kara havyar getir... Balık yumurtası.. Bulursan İstakoz... Tez gelmezsen bak. Ölümü öp... Abdülkerim sabah güneşinin çiğ ışığına çıkınca, derin derin soludu. Gözleri kamaşmış, hafifçe başı dönmüştü. Akşamı bekleyemeyeceğini anlıyordu. Avanak Baytarın derdi neyse şurda dinleyip kurtulmaya, Naciye’nin istediklerini alıp hemen dönmeye karar verdi. «İsmail gelmiş olsaydı, şimdi belki de ölmüş bulunacaktı. Naciye’nin koynunda yaşamanın nasıl bir mutluluk olduğunu ancak ölüm tehlikesinden sonra anlamıştı. İştahla yalandı. «Hadisene» diye el sallayan Baytar Rasim’e doğru hızlandı. — Lâz İsmail’in aftosu değil mi, bu kaltak? — Evet... — Tanır mıydın daha önce? — Yok... — Yok da?.. Nasıl iş? Herifi sür ateşe... Yeni mi bu icatlar? Cumhuriyet töresi mi? — Gördüm ama... Senin kadar... — Yüreği fesat, görmedin... Bir kapı yarım saat sonra açılırsa... İçerde aynalı bir karıyla bir sulu herif varsa... Rakı sofrası ortada, konyak şişesi karyolanın başucundaysa... Yatak acemi hayvanların manej yerine dönmüşse... — Bombalarla tabancaları buna taşıtmışlar aptal herifler... «Karıştırmayın şu karıyı» diye o kadar tembihledik. — Nerden bildin karıya taşıttıklarını? — Vapura girerken gördüm. Çantası nerdeyse patlayacaktı. Anladım ossaat... — Herifler ayın onunda bindiler vapura... Bugün ayın on dördü... Üç gün sonra mı saldın da, soruşturmaya gittin? — Hemen gittim. — Gitmişken... Salıvermedi. «Yiğit karı, herifinin yatağını boş komaz» diye eğlenir bizim köylümüz... Doğru demek... Bırak... Hiç bi halt edemeyiz bu rezillikle biz... — Cer hocası kesilme başıma... Süte sokulmamış ak kaşığı baştan çıkarmadık. Biri dolduracaktı İsmail rezilinin yerini, nasıl olsa... Suç, yabana gitmemesi mi? Bırak şimdi... Noldu, ne var? — Nerdendir dostlukları, bizim Ziya’nın, İstiklâl mahkemesi başkanıyla? — Anlamadım? Hangi Ziya’nın? — Ziya Hurşit’in? — Bilmem... -Durup biraz tedirgin baktı:- Yok... Sanmam... Yoktur dostlukları... Kim dedi? — Diyeni bırak... Dost değiller de, neden gidip üç bin lira istemiş Ziya, kel heriften? Daha kötüsü... Kel neden çıkarıp vermiş... — Şakalaşıyorsun! Olmaz öyle şey... Benim bildiğim, ne Ziya Hurşit ister, ne de domuz Kel üç bin lira değil, üç metelik verir. Veremez, çünkü... Sarı Paşa’dan, Sağır’dan korkar... Dahası... İstiklâl Mahkemesi’nin, örtülü ödeneği yoktur, benim bildiğim... Yalan... Yalan olduğu bundan belli... — Ziya Hurşit kumarcıdır. Kumarcı kısmı, yangına düştü mü, karısını basar kumara... Aklı kesti mi, söktüreceğine... Kel’den değil, şeytandan bile hiç utanmaz, ister. Veren olursa, hiç bakmaz alır. Nitekim, gitmiş istemiş, vermişler almış! — Ankara’ya gitmedi son günlerde... Nerde istemiş, Ankara İstiklâl Mahkemesi reisinden? — Ankara’da istemiyor. Geçenlerde bunlar dinlenmeye gelmediler miydi buraya... Tokatlıyan da kalmadılar mıydı? Gitmiş Kılıç Ali’ye başvurmuş... «Sıkıntıdayım. Biraz para verin» demiş... Vermişler. Aslında bizim Kel veriyor. — Olmaz öyle şey... Gözümle görsem inanmam. — Ben de gözümle görsem inanmam ama, söyleyene gözüm kapalı inanırım. Çünkü parayı eliyle vermiş... — Allah Allah... Hiç aklım ermedi. Hayır. İnanılır şey değil! — Bırak şimdi boş lâfı... Sana, ya da Şükrü’ye böyle bir işten söz etti mi Ziya Hurşit? — Yok... — Öyleyse arkadaş... Bu mesele önemli... Bi bit yeniği var bu işde... Aldıysa... Almasının doğru olmadığını biliyor ki, ölüm yoluna çıktığı arkadaşlarından saklıyor. — Yok canım... Amma yaptın haa... Artık ne hacet, kendimizden de şüphelenelim. — Neden şaştın? Ölüme giden bir arkadaşın dostuyla yatmak daha mı kolay?.. — Halt ettin ki, şimdi Deli Baytar, boyunca... Orta malı bir karı... Kuyruk sallamış... Ben mecburum herifleri kollamaya... «Karıyı karıştırmayın» demişim. Kuşkulanmışım. Aramayacak mıyız ardını? — Böyle işlerin ardı yatakta aranmaz arkadaş? Komitacılıkta karıya imrenmek var mı? Bırak... Çürüdük hepimiz... Çürüdüğümüzün farkına varmadan çürüdük! Bırak dedim.. Midem bulandı benim, bu üç bin liradan... Ne demek üç bin lira?.. Ziya Hurşit gibilerinden yüz serserinin kan pahası... Neden çıkarır verirler? Delirdiler mi? Bu herif bir yıldır «suikast» diye bağırarak geziyor. Bursa’daki Sağır Sultan duydu. Ankara’daki Sağır Paşa duymaz mı? — Dur yahu... esip gürleme... Kendimden şüphelenirim. Ziya Hurşit’ten şüphelenmem. Aldı diyorsun. «Aldı» diyelim. Hiç bî şeyi ispatlamaz. Şu anda, davamız uğruna başını ortaya koymuştur. Debelenmektedir. Kötüsü gelse, suçu yüklenecek, arkadaşlarının adını vermeden ölecektir. Hiç olmazsa, buna kalıbını basarsın ya... — Üç bin lira meselesini duydum duyalı, hiç bir şeye kalıbımı basmam Abdülkerim? Dün gece sabaha kadar düşündüm. Uyku tutmadı. — Şuna «korktum,» desene, yüreksiz Baytar!- -Abdülkerim, bu sözü söylediğine hemen pişman oldu. Kekeledi:-Şaka ettim. Bağışla Rasimcim... — Korktum evet... Ben evvel-eski kahpeliğin küçüğünden de, büyüğümden de korkarım, arkadaş... Gerçekten cesur olduğumdan korkarım. Çünkü, kahpelik silâhı, dünya kurulalı beri gerçek yiğitlere işlemiştir. Kahpelik, kancık ittir. Hiçbir zaman erkek itlere boğulmaz. Sabaha kadar düşündüm. Bir de imza işi var! — Ne imzası? — Şükrü bir mektup yazmış Sarı Efe Edib’e... Ziya tanımıyormuş Sarı Efeyi. — Yahu siz delirttiniz mi? Hayriye tüccarı mısınız ki mektup yazıp... Ne hacet... Fatura da keseydiniz bari... — Hayriye’yi, Fahriye’yi bilmem ama, bizim mektupta bir tütün işi vardı. Şükrü’nün serhoş aklınca, bu tütün parolaymış... — Ne parolası... Kimle kimin arasında? — Sarı Efe’yle Şükrü Bey arasında... «Tütün» demek, «Suikast» demekmiş... — Hay Allah... Delirdi mi bunlar? Yüz kere tembihledim... On kere kitaba et bastırdım. «Bundan böyle... Mektuplaşmak... Pusla göndermek... Defterlere anılar döktürmek, kitap kıyılarına akıl sıralamak, gazetelerden şunu bunu kesip saklamak... Tüzük, bildiri, program istif etmek yasak» dedim. — Hay Allah kahretsin. Haklısın yerden gök’e... -Biraz düşündü:- Hadi diyelim, biri deli, biri gece gündüz içen sarhoş... Ya bana noluyor? — Sana mı? Sen ne halt ettin? — Mektubu verdi Şükrü... Ziya okudu dikkatle... Sonra bana döndü: «Sen de imzala ki, Sarı Efe’nin bi diyeceği kalmasın» dedi. «Olmaz öyle şey, bi imza yeter» dedim. Tutturdu. En umulmaz arkadaşlar ödlek olmuşlar Böyle bir işe girmekten değil, akşam alacasında, karılarına gözletmeden memişhaneye gidemiyorlarmış... Kaçını denemişmiş,. Bir diyeceği kalmasın için, ben de imzalamalıymışım... «Olmaz» dedim suratımı astım. Bu kere Şükrü sarhoşu cıvıklaştı. Bunlar o kadar uzattılar ki, canımdan usandım... — İmzaladın mı sakın, Deli Baytar... — «Ölümse ölüm» deyip imzaladım. Sonra... Bu üç bin lira meselesini duyar duymaz, Abdülkerim, ne yalan söyleyeyim, midem bulandı. — Haklısın arkadaş... Ulan... Deli bunlar... Vallah billâh deli. Hayır bir deliyle bir sarhoşa uyup imzalamayacaktın, Biraz düşündü:- Anladım... «Korktun» demeye getirince, senin iflahın kesildi. Çetindir «Korktun» lafı... Dayanmak zordur. — Bırak şimdi gevezeliği... Mektubu geri atmanın, ya da hemen yırttırmanın yoluna bakalım. Biz buradan çifte imzalı mektup yollarsak onlar da orada, dosyaya koyarlar. — Evet... Napıp yapıp almalı... Ya da yırttırmalı... Meraklanma. Hemen bir telgraf çekerim... Abidin görür bu işi? — Kim bu? Hangi Abidin... — Bizim Sarohan Mebusu Abidin... — İzmir’de miydi? Ne zamandan beri? — Ben yolladım. Gerekli paranın hepsini vermedim Ziya Hurşit’e... Gemide kumara mumara oturur... «Yutuldum» diye telgraf çeker. Hiç utanmaz. — Ee peki... Abidin İzmir’deyse, neden Sarı Efe’ye mektup yazdırdı Ziya Hurşit? Hele bana imza ettirmek için neden o kadar zorladı? — Sahi! — Gördün mü? Var bu işin içinde bir bit yeniği... — Meraklanma... Şimdi çekeriz telgrafı... Mektubu alır Abidin... Baytar Rasim dinlemiyordu. Dalmıştı, Abdülkerim bir zaman susup arkadaşının yüzüne baktı. Sonra çekinerek sordu: — Nedir? Ne geldi aklına? Mektuptan daha önemli bir şey mi? — Bırak mektubu... Bu işde iki balkabağı varsa, biri sen, biri ben.. Yahu biz eskiden de bu kadar alık mıydık?.. — Noldu yahu? — Hadi biz, düşüne taşına ölçe biçe girdik bu belâya... Zavallı Kara Kemal Beyin günahı ne? — Nerden geldi aklına? -Abdülkerim irkilmişti:- İlintisi? — Bi de sorarsın... Bu rezillere cesaret vermek için, «Küçük Efendi de bu işin içinde... Şuna şöyle dedi, buna böyle dedi... Şurdan girmeli, burdan çıkmalı» dedi diyerek yalanlar uydurmadık mı, boyumuzca? — Eee? — E’si... Kötüsü gelirse, bu herifler çözülüp her şeyi söylerse... — Aman deme... -Abdülkerim ellerini dizlerine vurarak çırpındı:- Aman Rasim Can.. Ölmeli daha iyi... — Ölmekle pislik temizlense... Rezilliktir ki hiç örneği görülmemiş... Sen mahkeme olsan, inanır mısın, Abdülkerim’le Baytar Rasim rezilinin, ödleklere cesaret vermek için, Kara Kemal Bey’in adını yalandan söylediklerine... İşin içinde olmayan herifi, yalandan bulaştırdıklarına?.. — Dur yahu!.. Karıştırma aklımı... Boşuna evhamlanmayalım. Kırılmış dökülmüş bir şey yok Allahıma şükür. Yarın bunlar, görürsün, herifi temizler. Küçük Efendimiz bu yalanın faydasını görür. Hem de nasıl görür, memleketi cebe indirmecesine... — Orasını bilmem. Biz kötüsünü düşünmeye mecburuz arkadaş... — Düşüneceğiz de napacağız? — Hemen gideceksin... Dakka geçirmeden. Küçük Efendi’mizi bulacaksın... Yarın akşama kadar, şeytanın bilemeyeceği bir yere saklayacaksın... Mesele, en geç, yarın öğlene doğru anlaşılır. Saçımız ak mı, kara mı önümüze düşer. O zamana kadar Kara Kemal Bey, mutlaka tehlikenin dışında bulunmalı arkadaş... — Haklısın ama... Hiç bi şeyden haberi olmayan adama, -Hadi kaç, saklan biraz» nasıl denir? Suikastın sözünü şaka olarak ettirmeyen adama «Haberin yokken seni de bulaştırdık» sözü... — Orasını bilmem. Bunca yıllık yakınısın!. Huyunu bilirsin. İster söyle, ister söyleme bir başka şey uydur. — Şurda bir yere oturalım da... — Yok öyle şey... Gidene kadar bir şey uyduramazsan, anla ki, yalanın sökeceği yer değil... Yüzünü kızdırır doğrusunu söylersin. Bir kez adamcağızı tehlikenin dışına atalım... Sonra... Buluşur kendi derdimize derman ararız. Ben seni Novonti’de bekliyorum. Hadi... yel gibi git, fırtına gibi gel... Abdülkerim, bir şey söyleyecekti. Baytar Rasim. dinlemedi. Dönüp yürüdü. Arkadan görünüşü, nedense, dünyanın en gaddar tefecisine benziyordu. Abdülkerim, bu benzerliğin nerden geldiğini bulmaya çalıştı. Bulamadı, «Allah Allah! Şaşılacak şey!» deyip Boğazkesen’e inen yangın yerine saptı. III Taksinin bıçkın sürücüsü yanıp yakılıyordu: — İşler kötü ki hiç sormayacaksın Abdülkerim Abi.. İşler bombok... «Ekmek aslanın ağzında... Kıyamet belirtisi» derler ya... Boşver! Ekmeği yalamış yutmuş, nasıl aslansa, bu kenef aslan... Daldırıyorum kolumu omuz başıma kadar, işkembesine... Aaah... «Ekmek tavşan biz tazı» derler ya... Kurban oluyum tavşana... Pardon! Alevilik yok ya? — Yok? — Bu külüstürü alırken dediydi ama bizim moruk.. «Etme oğlum, belâya girmeyim diyen, dede zanaatını boşlamayacak» dediydi. Bizim dede zanaatı... Faytonculuk... Sürdüm pazara günlerden bi gün, anasını sattığım, paytonla beygirleri... Bilirsin moruk meraklıydı. Alnı akmalı doruyu eşlemek için, üşenmedi, Gönen panayırına kadar gittiydi. Sağ yanına, cenabet damla vurmasaydı, sattırır mıydı? Yok canım... Ağladı fıkara, çocuk gibi... «Etme Kopuk, altından yel geçen araç ekmek vermez» diye yalvardı bizaman... «Yahu baba, senin paytonun altından yel geçmez miydi?» dedim. «Geçerdi ya, biz üç hayvan çabalardık. Allah birimizden birinin yüzüne bakardı, kurban olduğum, rızkımızı verirdi. Sen bi hayvanlığınla katiyen ekmek getiremezsin bu eve» dediydi. Şaştım, Abdülkerim Abi, kendin bilmez değilsin ya... Bulaşık herifti bizim moruk... Atlamadık çember bırakmadıydı. Peki, nereden çıktı son nefesine doğru, bu keramet?.. -İçini çekti:- Düşünüyorum, bulamıyorum... Ulaaan... Gelmişiz Aksaray’a şipşak... Sağa mı, sola mı? Dur bildim. Kara Kemal babamıza gitmektesin sen... Cerrahpaşa’ya sapacağız... — Yok yahu... Nerden çıkardın Cerrahpaşa’yı? Kara Kemal Beyle aramız açık bugünlerde... Sağa sap... Guraba’ya doğru... -Abdülkerim Bey sırıtmaya çalıştı. Yan gözle şoförü gözetleyip duraklayarak konuştu:- Bak bana Tosun! Biri sorar morarsa... Boş atıp dolu tutmaya kalkma... Ben buralara hiç gelmedim. «Gören olmuş» derlerse, Eyüp Sultan’a götürdün beni... Karının dümbük kocası gayet işkilli... Buluttan nem kapan olur ama bu kadar mı olur! Kara Kemal Babayı çok sayan, Abdülkerim Abinin de kabadayılığına meftun uçarı şoförün asılan suratı güldü: — Aybettin Abdülkerim Abi... Bize boş atıp dolu tutacak anasından doğmadı. Helâl bu yollar sana... Moruk derdi ki, bizim moruk... «Hovardanın zorlusu mahalleye öğleüstü girer ki, komşu karılar mutfakta debelenirken atlasın içeri» Hele boynuzluya... Demek işkilli... Ya napsın ablam? Ölsün mü? Şapka giydik, diyerek gâvur mu olduk? — Tamam! Burada yürürüm artık... -Lirayı verdi, üstünü almadı:- Dediğim gibi... — Helâl olsun bu yollar sana Beyabi... Ağzının tadını bilen avrada kurban oluyum! Ahret var! İki elimiz yanımıza gelecek... Ne yüzle çıkarız hesap günü, terazinin önüne... Oynak karıların duasını almayınca... Abdülkerim, Kara Kemal Beyin Mesadet hanındaki yazıhanesinden çıkar çıkmaz bu tanıdık şoföre rastlayınca sevinmişti ama, kopuğun Aksaray’la Kara Kemal Beyin Cerrahpaşa’da ki evini hemen biri birine bağlamasını hiç beğenmemişti. Somurttu: «En ummadığın keşfeder... Tüh... Napacağız yahu... En aptalı fetvaz olmuş bu kopukların»... Şapkasını burnuna çekmişti. Dükkânların, hele kahvelerin önünden geçerken, dişi ağrıyormuş gibi mendilini ağzına tutarak yüzünü göstermemeye çalışıyordu. Bütün İstanbul’da, Kara Kemal Babayı tanımayan esnaf yok gibiydi. Esnaf birliklerini kendisi kurduğu, her zorluklara hiç üşenmeden koştuğu için... «Hele semtte, yediden yetmişe, kadın erkek, çoluk çocuk tanır. Yüz kere görmüşlerdir bizi bir arada... » Bir köşeyi dönüp kendini, ıssız bir sokakta bulunca duraladı. Sağ yanda, kafesli tahta evler, sol yanda yüksek bir bahçe duvarı, uzanıp gidiyordu. Ürkekliğini ayıplayarak mendili cebine soktu. Dişlerinin arasından sövdü. Saklanacak hiç bişey yoktu Allaha şükür... Kara Kemal Beyin bunca yıllık sadık odacısı... Buluttan nem değil, esintisiz havadan hiyle sezen... Kurnaz... Çarıklı Kurmay... Hasip Ağayı, sezdirmeden sıkılamış, üç kez, «Yok bişey... Nolsun. İyilik sağlık sayesinde... Soğuklamış az biraz... Baktım öksürüp tıksırmakta... (Yarın gelme) dedim, dayattım» demeye mecbur etmişti. «Şoför olacak, itoğlu itin açıkgözlüğü kuşkulandırdı bizi... Hiç yoktan ürktük, oynak karılar gibi...» Sıcak bastırmıştı. Terliyordu. Eve yaklaştıkça sıkıntısı artmakta, işin zorluğu yüreğine çökmekteydi. Yakından tanımayanlar sezemezlerdi ama, tilki kadar kurnazdı, sağolsun, Kara Kemal Bey... Yüz kişinin var dikkatleriyle bakıp bir şey çıkaramadıkları yerde, pirelenir, her zaman da, gizliyi sezip anlardı. «Tilki kurnazı kaç para... Dört yüz dirhem insan kurnazı... Ne dediydi bir gün boş bulunup rahmetli Ziya Gökalp?. (Bunca yıl işin içindeyim, bizi Talât mı idare ediyor, Kara Kemal Bey mi, anlayamadım) dediydi. Doğru!..» Yavaşlayıp ayaklarını sürümeye başlamıştı. Baytar Rasim’den çekinmese, dönecekti, «İki ateş arasında kaldık yahu» diyerek gülmeye çalıştı. Baytar Rasim de, yaman sezgililerdendi. «Şeytana külahı ters giydirir, Sivas kurnazı ki, perende atılmaz önünde...» Cerrahpaşa caddesi görününce, hemen mendilini çıkarıp yüzüne tutmaya hazırlandı. «Korkudan değil oğlum... Gevezelerden kurtulmak için...» Terini siler gibi yaparak caddeyi karşıya geçti. Ürkeklik gelmişti üstüne enikonu... Sınava girmek üzereymiş gibi... «Sınav ne demek! Cana kıymaktan zor!» Evin kapısında sütçüyü görünce, hiç ilgisi yokken, işi kolaylaşmış gibi sevindi. Hızlandı. Oda, orta büyüklükteydi. Sık kafeslere rağmen ferahtı, şirindi. Abdülkerim Bey buraya her gelişinde, duyduğu yürek rahatlığına, derin iyimserliğe hep şaşıyordu. Neydi özelliği?.. Bir gün Baytar Rasim’e sormuştu bunu «Baytar, alt yanı baytardır Hem de eli tabancalı baytardır ama, filozoftur. Göstermez. (Şuncacık şeyi anlayamadın mı, yuf senin külhanbeyliğine Abdülkerim) dediydi, (Arslan yatağından bilinir. Baksana, ne alaturkadır burası, ne de alafranga. Su katılmamış Osmanlı döşemesi... Hiç unutma, gerçek Osmanlılıkta ferahlık vardır!) Herif baytar maytar ama burada haklı... Konsol koymamış Küçük Efendi... Konsol koymayınca, karpuz lâmbalar da koyamazsın!» Sedirlerin yüksekliği bir karıştı. Kırmızı atlastan ağır örtüler, yumuşak minderler... Eski ama, tertemiz hepsi... Şurda burda ceviz çekmeceler... Duvardaki lâmbalıklarda, oymalı raflarda çeşit çeşit nargile... Evet, bütün süsü, debdebesi nargile bu odanın... Görülmedik, bilinmedik nargileler... Hint’ten, Çin’den, Sumatra’dan, Cava’dan, Belh’ten, Buhara’dan, Afgan’dan, Acem’den, Mekke’den, Medine’den, Mısır’dan, Sudan’dan ve de kara Afrika’nın göbeğinden gelmiş nargileler... Kimi metelik etmez, kimi beşyüz altın... Gümüşten, hindistancevizi kabuğundan, en pahalı sırçayla, en ucuz camdan... Marpuçlar da çeşit çeşit... Lüleler boy boy... biçim biçim... «Bazı bakar bunlara keyflenir de, (Bu dünyada, nargile rüşvetine dayanamadım) der, bizim Küçük Efendi» Abdülkerim, ilk defa «Küçük Efendi» sözü üstünde durdu, tanıdığından beri, yirmi yıldır, ilk defa... «Neden kabullenmiş ‘Küçük’ Lafını Kara Kemal Bey? Talât’a ‘Büyük Efendi’ denildiğinden mi? değiiil! Kara Kemal Beyin üstünde hiç bir zaman ‘Küçük’ olmaz bu laf... Tersine, havsalanın alamayacağı kadar büyür!» Kara Kemal Beyin kısık öksürüğünü duyunca irkilip davrandı. Üstüste yutkundu. Her zaman sevinç verirdi oysa, Küçük Efendi’yle karşılaşmak... Yanından da güçlenmiş ayrılırdı, en kötü durumda insan... «Halt ettik, gizli işler çevirmeye kalkıp... Halt ettik ki, boyumuzdan büyük...» Kara Kemal Beyin kimseye çıkıştığını, duyurabilmek zorunluğundan başka yerde, sesini yükselttiğini hiç hatırlamıyordu. Pısırık, yapışkan yumuşaklardan da hiç değildi. İnsanlara, suçlarını yakalamak için baktığına, ciğerini sökecek gibi araştırdığına da hiç rastlamamıştı. İri gözleri, çekme burnu, etli dudaklarını örten pos bıyıklarıyla yakışıklıydı. İlk kelimelerde karşısındakinin düzencilik ettiğini hemen anlardı ama, sezinlediğini katiyen belli etmezdi. «Bizim adam sarraflığımızda keramet yok Abdülkerim» demişti bir gün, «bizim mihenk taşımız: Temizlik... Bakarım, eli yüzü, kulaklarının içi, dişleri pis mi, yaramaz. Ağzından cevahir dökse, her parmağında kırk hüner olsa, yaramaz!» Abdülkerim, ürküntüyle ellerine baktı. Temiz olduklarını görünce gülümsedi. Burada yüreğine güven gelmişti. Sözü nasıl açacağını daha bulamadığı halde rahattı. — Otur otur!.. Görüşemedik çoktan! İyi ettin de geldin! İttihatçıların Küçük Efendi’si, ünü dünyayı tutmuş İaşe Nazırı, Abdülhamit Mabeyninin eski telgrafçılarından Kara Kemal Bey, her zamanki gibi, gecelik entarisiyle içeri girmişti. Elinde yanan nargile... Bıyığının altında, yumuşak, bağışlayan gülümsemesi... Köşesine gitti. Nargileyi dikkatle yere koydu. Sol ayağını altına alıp sağ dizini dikerek oturdu. Etekler gibi selâm verip gerileyen Abdülkerim’e yer gösterdi: — Geç şöyle... Dün İsmail Canbulat Beyle oturuyorduk yazıhanede... Ali İhsan geldi. Seni sordum, «Görmedim epeydir» dedi. Bir de göz kırptı. Ne demektir o? — Günahımı alırlar, bilmez değilsiniz ya... Ayasofya’nın cuma namazından çıksam, «Hovardalıktan geliyor» derler. — Oysa geçti değil mi? Çoktan, unu eledin eleğini duvara astın... Ahret tedarikine yöneldin. - Öksürdü: -Soğuklatmışım, üstünüze şifalar! Terliyor insan, kendini koruyamıyor. Farkında değilim. Hasip Ağa, sağolsun, üsteledi de çıkmadım. -İçini çekti: -Bir de sıkışık ki bu sıra şirketlerin işleri... Neyse, toparladık az biraz... Sezdirmemeye çabalıyorum ama, kötüye gidiyor hepsi... Bakamadık yıllardır. Naptın sen? Buldun mu bi yazıhane? Yenişehirli Haydar ne dedi, celeplik işine? — Görüşemedik efendim, Keşan’a gitmiş... — Görüş! Sağlam arkadaştır. — Kalacakmış oralarda bikaç gün... Dedim ki... «Bir araba bulsak... Baskın versek...» dedim «Hava değişikliği olur. Dinlenirsiniz biraz...» diye düşündüm. Bunu düşündüm de geldim! — Ben mi? — Kuzu çevirtir bize Yenişehirli... Belki birkaç mandıra görmek istersiniz. Peynircilere uğrarız, dönüşte, Silivri’ye... Yoğurtçulara... — Sahi... -Küçük Efendi’nin bakışlarındaki keskin dikkat, yumuşadı: -Çok iyi olurdu ama mümkün değil... Bidakka ayrılamam. Şirketleri toparladık iyi kötü... Şimdi bankayı alacağız ele... Fazıl Ahmet Bey haber yollamış, «Kınalı’ya gelsin, dinlenir birkaç gün» demiş... Nerdeeee!. — Tamam! Bu daha iyi... Ben de çok istiyordum... Hadi, bi gayret... Atlayalım bir motora... Baskın... -«Verelim» diyecekti. Birden sustu. Gözlerini Kemal Beyin araştıran bakışlarından hemen kaçırıp kekeledi: -Baskın verelim, diyecektim ama, bu mevsim, Kınalıada çekilmez. Hadi, binelim bir arabaya, sürüp inelim Eyüp Sultan’a... Kaymak yeriz... Ordan da çıkarız, Gurbet Hala’nın bostana... Salatalıklar olmuştur... Yapsın cacığı... Salsın kuyuya... Bir iki tek atarız... Ne soğuk algınlığı kalır ne bişey... Kara Kemal, bu kez bir başka türlü bakıyordu. «Olmaz» dedi mi, sevmezdi hiç, üstelensin... Garibi, biraz direnilse razı olacakmış gibi söylerdi bu «Olmaz»ı... Abdülkerim bunu bilecek kadar yakınıydı. «Kuşkulandırdıksa, yandık» diye geçirdi aklından, telâşlandı. — Meraklanma, cacık yaparlar sana... Yemeyi burda yersin. Birer kadeh içeriz. Bakalım iyi gelir mi? Nargileyi tokurdattı bir zaman... Bir sigara yaktı Abdülkerim... Bugün evden çıkaramayacağını kesinlikle anlamıştı, «Tuh, Baytarı da getirmek varmış... Napar yapar... » — Nerde bizim Baytar Beyimiz? Gördüğün var mı? Uğramıyor çoktandır yazıhaneye... Söğüp sayıyor mu, gene, rakı gücüyle, hükümete... –İçini çekti: -Şükrü kışkırtıyor bunları... Söz anlatamıyorum. -Kederle gülümsedi: -Söz anlayan bırakıp gider, işe yaramaz! Söz anlamayansa hiç bir işe yaramaz. Şirketleri derleyip toplarken bunu bir daha gördüm. İyi niyetliler, doğrular iş beceremiyor. Çoğu beceriklilerin de elleri uzun biraz... Abdülkerim dinlemiyor. Küçük Efendi’yi nasıl edip de evden çıkaracağını düşünüyordu. Sabahtan beri gitgide artan, bu odada en yüksek derecesini bulan pişmanlık, yavaş yavaş usanmaya dönmekteydi. «Ne diyor bu gecelik entarili yumuşak adam, fısıl fısıl... Alt dudağına yapışık marpucun ötesinden?..» Neden ürkütüyor kendisini bu kadar? Nolmuş yani adını kullanmışsa? Kötü mü etmiş?,. Kendi çıkarı için mi? Kim geçecek iktidara, kurduğu iş başarıyle sonuçlanırsa? «On para mı umdum? Ölüm yok ya bunun ucunda?.. Oldu bir iş...» Usancı öfkeye doğru değişmekteydi. «Bıraksam nolur yüzüstü? Nerden incelirse ordan kopsun! Ortada fol yok, yumurta yok... Pirelidir Baytar Rasim avanağı, oldum olası...» Yüreğini birden iyimserlik kavradı. Solukları sıklaştı: «Ulan kötü Baytar, yarın kurdu alsın da Ziya Hurşit bir it olalı, ben sana sorarım. Alır almaz. Hiç aman vermez. Kıyıcılıksa, kan dökme tutkunudur herif... Adam eti yemeden açlığı basılmaz kudurganlardandır... Lâz İsmail dersen, Gürcü Yusuf dersen, Azrailin sakalına yapışacak yiğitler. Bilekleri de, yürekleri de depremez besmelesiz bunla...» Farkına varmadan kasılıyordu. «Kaçın kurrasıyım ben... Bilmez miyim nasıl kavrar, erbabını adam öldürmek hırsı?.. Bikez de kapıldı mı, nasıl yapışır tabancanın kabzasına? Nasıl sıkar kurşunları?.. Gebertmeyince nasıl savulmaz gırtlağındaki düğüm?.. Kendini öldürmektir aslında, adam vurmak... Dellenip kudurmaktır!...» — «Neden kızıyorsun bu kadar?» dedim... — Bana mı? — Ne sanası... Abdülkerim toparlanmaya çalıştı. Kara Kemal daldığını anladı ama yüzlemedi: — Şükrü’ye diyordum. Kızıyor Ankara’dakilere... Neden? Hakkını yediler sanıyor. Hangi hakkı? Eminim üstünde hiç durmamıştır, «Her hal, Maarif Nazırlığını ölene kadar baba çiftliği saymıyorsun!» demiyor muyum, dağlara çıkıyor. Bitürlü kabullenmek istemiyor, 1908’den hemen sonra, Manastırdaki İngiliz cuntasının karşısına Selânik’in Alaman cuntası olarak çıktığımız anda yenik düştüğümüzü... Bugün de bu yenilginin sürüp gittiğini... Çok içiyor Şükrü... Ayrıca... «Ne demek Manastır cuntası... Selanik cuntası?., Hepsi İttihat Terakki değil miydi bunların?.. Şükrü evet, çokça içiyor, biraz da cıvıtıyor ama, yüreği eski yürek... Size kalsa... (Bunları Malta Adası yıldırdı) diyor bizim Şükrü... Avanak Baytar da yılgın... Ziya Hurşit gibi babayiğitten kuşkulanır mı adam?.. Para almış... Kandırmış da almıştır enayileri... Bana sorarsan, korkutup resmen, haraç almıştır. Canına değsin! Ziya Hurşit arslanına da güvenemedin mi, götür kendini denize at! Diyelim biçimine getirip temizleyemedi herifi... Diyelim, enselendi iş üstünde... Ele verir mi hiç, arkadaşlarını Ziya Hurşit?... Bilmez mi asacaklarını? İpi kırdı diyelim, ya bizim pençemizden nasıl kurtarır gırtlağını? Yedi kat çelik sandığa koyup saklasalar bulup ulaşıp bitirmez miyiz? Bunca paşanın, bunca mebusun, hepsinden zorlusu, bizim Küçük Efendi’nin adı karışmış bu işe... Bir Ziya Hurşit’in suçlamasıyle nolmak ihtimali var! Fazladan suçüstü yakalanmış.. Hayır, boşuna telâşlandırdı bizi kötü Baytar... Hadi o Baytar... Ya bize noluyor? Sen eşek misin ki, bir Sivas’lı baytarın lafıyle... Eşeksin evet... Hem de halis marsuvan...» Sofra götürülmüş, Efendi’nin nargilesi getirilmişti ki, kapı çalındı. Kara Kemal Bey Abdülkerim’in belli belirsiz irkilip kulak vermesine aldırmadan anlatıyordu: — Hepimiz, kooperatif işlerine sıvanmalıyız... «Bilmem, aklım ermez» yok... Bilinmeyecek bişey değil... Kasada oturacaksınız. Önce, evet, kazancınız az olur. Çünkü bu sistemde, herkes kendi kazancını artırır... -Kapı tıklatıldı: -Gelin! -Odacısı Hasip Ağayı görünce sordu: -Hayrola! Ne müjdesi getirdin böyle koşarak?.. — Koşmadım... -Abdülkerim’e çekinerek baktı: -Önemsiz... Hiç önemsiz... — Belli belli... Söyle gelsin! — Efendim... -Çenesiyle Abdülkerim’i gösterdi: -Abdülkerim Bey uğradıktan, kırk beş elli dakika sonra... Hana iki polis gelmiş... — Polis mi? Nasıl polis? Kara Kemal Bey elini kaldırıp bu soruyu telâşla soran Abdülkerim’i susturdu: — Resmî? — Yok... Abdülkerim gene atıldı: — Resmî değilse ne bildin polis olduklarını? Hademe Hasip Ağa, «Bu da nasıl soru?» anlamına bakıp sanki sözü hiç kesilmemiş gibi efendisine anlattı: — Seni sormuşlar kapıcıya... «Nedir?» demiş... «Yok bişey! Sorduğumuz duyulmasın!» deyip gitmişler. Kollamış. Gözetlemeye durmamışlar, gitmişler düpedüz... Yarım saat sonra iki daha gelmiş... Komisermiş bunlardan biri: «Siyasî kısımdan» dedi kapıcı... «Nerde bulabiliriz?» demişler. Öncekilerden sonra tembihlemiştim. «Hasta yoklamaya gitti, Boğaziçi’ne» demiş... Sıkı tembihlemişler bize duyurmasın, diye... Gittim, muhallebiciden çırağı yolladım müdüriyete, bizim mukayyidi çağırdım. «Çok önemli» dedi. Ankara’danmış emir... gayet gizli... «Şimdilik yakalama yok... Sıkı göz hapsi... Katiyen sezdirilmeyecek...» dedi, savuştu. — Bir bize miymiş bu emir? — Bir bize olur mu? Bütün büyük paşalar... Mebuslar... — Ne demek paşalar, mebuslar?.. Adı yok mu bunların? — Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer Tayyar Paşa... Mersinli Cemal Paşa... Rüştü Paşa... Mebuslardan Şükrü Bey, Çanbulat Bey, Sabit Bey... Daha da varmış ya, tutamamış aklında kaltaban! Kara Kemal Bey, marpucu alt dudağına sürerek bir an düşündü: — Ne dersin buna sen Abdülkerim Ağa? — Kaçalım derim Kemâl Abi... Savuşup bi yere gizlenelim, derim. — Neden? Elle gelen düğün bayram... Terakkiperver partinin kodamanlarını kolluyorlar. Olur. Haklı adamlar. İsyan çıktı Doğu’da... Bastırıldıysa da örfi idareler duruyor. İstiklâl Mahkemeleri çalışıyor. Biri curnal vermiştir, işgüzarlık edip... — Olmaz oh efendim... Yiğitliğin dokuzu kaçmak... — Bir iş mi var benim bilmediğim? — Yok hayır... Vallah billâh yok... Demek istediğim, yiğitliğin dokuzu.. — Her yerde uygulanmaz o... Çiğ yemedik ki karnımız ağrısın! Kaçmayı gerektiren bir suçumuz yoksa, çok tehlikelidir kaçmak... Sen, bilirim, pire zıplasa kaybolursun ama, değildir her zaman... -Biraz daldı, sonra odacısına döndü: -Hadi mutfağa git... Yemek versinler sana... Biraz düşüneyim, söylerim napacağını... -Hasip Ağa çıkınca Abdülkerim’i dikkatle süzdü: -Yok bişey değil mi, Abdülkerim, benden habersiz, girmedin bir işe? —Yok vallah billâh... —Yok da neyin nesi bu... İki sözde bir, karı gibi yemin etmek... — Gel savuşalım Kemal Abi, kırk yılda bir dinle beni... — Bi şey varsa söyle, düşünelim, karar verelim. Yoksa... Gerekmez kaçmak, hiç gerekmez. Sözü kestirip atmış olduğunu anlatmak istediği zamanlar yaptığı gibi nargilesine döndü. Bir zaman ateşi, düzeltti. Çekti tokurdattı. Duman gelmeyince nargileyi alıp kalktı. Yalnızlık, pusudan atılan bir düşman gibi, Abdülkerim’in gırtlağına sarılmıştı. Derin derin soludu korkuyla kapıya bakarak kravatını gevşetti. «Nedir bu sıkı takip işi? Nerden çıktı? Hay Allah kahretsin!.» önce, Efendi’yi saklanmaya yatıracağını düşünerek biraz umutlanıp sevinmişti. Şimdi, bu yeni durumda, «Senin adını karıştırdık, en tehlikeli bir işe» diyemeyeceğini anlıyor, kötü bir çıkmaza doğru sürüklendiğini seziyordu. Duvarda kemeriyle asılı küçük tabancaya istemeden gözü kaydı ikinci defa... En korkulu sıralarda bile Küçük Efendi’nin bunu taşıdığını görmemişti. Talât’ın yadigârı olduğunu biliyordu. Beş atımlıydı, kırma Golt’tu. Az kalsın dolu olup olmadığını anlamak için kalkıp bakacaktı. Parabellumunu yokladı. Ayak sesi duyunca elini hemen çekti. — Efe’yi gördün mü son günlerde? — Efe’yi mi? -Abdülkerim göğsüne vurmuşlar gibi hıhlayarak irkildi: -Hangi Efe? — Sarı Efe Edip... Şu, sizin İzmir’deki herif... — Yok hayır. Vallah billâh... Yok! Nolmuş Efe’ye? — Kötü alıştırmışsın yemine ağzını... Abdülkerim duymadı bu sözü... Küçük Efendi’nin Sarı Efe Edip’i niçin hatırladığına dalmıştı. — Ya bizim Abidin’i? -Biraz bekledi Kara Kemal Bey, karşısındakinin ağzını bir karış açıp apıştığını görünce ekledi: -Sarohan Mebusu Abidin?.. Rastlamadın mı? — Nerede rastlayayım... Benim duyduğum... İzmir’deydi... — Dün Gülcemal’le gelmiş İzmir’den... Yanında Sarı Efe Edip de varmış... Beyoğlu’ndaymışlar. Bristol otelinde... — Kim dedi? Yok benim haberim. — Demin unutmuş Hasip... Polis mukayyidi söylemiş... Göz hapsine alınmış onlar da... Abdülkerim, dudaklarını yalayarak kekeledi: — Allah Allah... Kara Kemal Bey, bir zaman nargilesini tokurdattı, birkaç kere Abdülkerim’e kaçamak baktı: — Naciye Hanım adında birini tanıyor musun? — Naciye mi? Hangi... Yok öyle şey... Hangi Naciye, nerden çıktı? -Birden dehşete kapılmıştı: - Aman Efendim... Çok önemli bu... Nerden?.. Hasip Ağa mı duymuş? Nerden duymuş... Çok önemlidir. Önemlidir ki, hiç şakası yoktur. — Foyan meydana çıktı. Oysa bu işlerde karda yürüyüp... — Kurban olayım Kemal Abi! Çok önemli... Polis mi sormuş bunu da? Neymiş?. — Hasip Ağaya sormuş bizim mukayyit... «Efendi’nin Naciye adında bir kadınla ilintisi var mı?» demiş? Hasip Ağa böyle bir ilinti olmadığını bildiği halde, «Hangi Naciye bu? Necidir?» diye sormuş... Herif sıkılmış biraz... «Serbest hanımlardan... Kötüce» demiş... Bu hanım da, her kimse Cumhuriyet hükümetimizi kuşkulandıranlardan olmalı ki, sıkı göz hapsine alınıyor. Şifreli emirle... Bir hükümet böyle nazik zanaat erbabıyle de yakından ilgilendi mi, görevine sıkı yapıştı bil... Bil ki... Kara Kemal Bey konuşurken, Abdülkerim kararını çoktan vermişti. Birden atıldı, yıllardır hiç kimsenin göze alamadığı bir el sallayışla İttihatçıların yaman Küçük Efendi’sinin sözünü kesti: — Durmanın zamanı geçti Kemal Abi... Davran ayaklarını öpeyim... Hemen giyin savuşalım... — Savuşalım mı? — Hemen... — Naciye Hanımı polis gözlüyor diye mi, savuşacağız?.. — Şakanın sırası değil Kemal Abi... Dakka geçirmeye gelmez. İşin içinde senin bilmediğin işler var. Saklanmak şart! Aman kalkalım! Durmayalım... En azından yarın akşama kadar mutlaka, gizleneceğiz. Kara Kemal Bey ilk defa pirelendi. Kaşlarını çatarak gözlerini Abdülkerim’e dikti: — Neden yarın akşama kadar?.. Yarın nolacak ki... — Yarın... Aman Efendim, lafın sırası değil... Yarın... -Abdülkerim «Aman Allah! Aman Allah!» diye inleyerek yolunur gibi tırnaklarını yanaklarından geçirdi: -İş işten geçti! Ayaklarını öpeyim Kemal Abi... Köpeğin olayım kalk giyin... Allah lillâh aşkına savuşalım... Savuşmazsak yandık! — «Savuşmak olmaz» demedim mi? Hele işin içyüzünü bilmeden... Ne bekliyorsunuz? Nolacak yarın? — Yarın... Ziya Hurşit, Sarı Paşa’yı vuracak İzmir’de, Kemal Abi! — Ne diyorsun? — Vuracak... Yarın akşama kadar... — Sus bakayım!.. — Akşama kadar... — Sus dedim, canımı sıkıyorsun! Sen de katıldın mı, böyle bir işe sakın? Katıldın mı, benden habersiz... — Yok... Hiç girer miyim... Senden habersiz, girilir mi? Kara Kemal Bey bunca yıldır tanıdığı Abdülkerim’i hiç bu kadar perişan görmemişti. İnanmadı: — Yoksun da, bu telâş neyin nesi? Eğer işin içindeysen Aptal Kerim oğlum... -Kederle gülümsedi: -Görüyorsun ki, gerçeği benden gizlemenin zamanı geçti. Çünkü, polisin her şeyi bildiği anlaşılıyor. Gel doğruyu söyle de, çıkarını düşünelim... Abdülkerim son gayretle bir kez daha inkâr etti: — Ben yokum... Hiç olur muyum? «Benden habersiz hiç bir işe girmeyeceksin» demedin mi? —Şükrü mü düzenledi bu rezilliği? — Şükrü, evet... -Birden davrandı: -Savuşalım oh efendim. Canı selâmete atalım da orda konuşalım... Anlatırım bir bir... Kara Kemal Bey, bir an gözlerini kapattı. Sonra kederle gülümseyerek başını iki yana salladı: — Yok... Önce haberim olsaydı... Belki sınır dışına çıkardım. Şimdi geçti, Abdülkerim, bu durumda kaçmak, saklanmak, suçu kabullenmektir. Katiyen olmaz. Abdülkerim «Olmaz» sözünün kesinliğiyle yerinden zıpladı kalktı. Kapıya doğru birkaç adım yürüdü. Hızla dönüp, dünyanın en rahat bağdaşında oturan, dünyada gerçekten sevip saydığı biricik adama dehşetle baktı, yumruklarını umutsuzlukla kalçalarına vurdu: — Asıl saklanmamak olmaz... Naciye kimin nesi? Naciye Lâz İsmail’in dostu... — Lâz İsmail... Bilemedim. — Kapalıçarşı’daki kuyumcuyu öldürüp soyan... Ziya Hurşit’le beraber gitti İzmir’e... — Anladım. Değiştirmez durumu... Ziya’yı tanıyoruz nasıl olsa... — Naciye bilindi mi, suikasttan haberi var demek hükümetin... Haberi varsa... -Umutsuzlukla yumruklarını göğsüne vurdu: -Kaçmalı... Kaçmalı hemen... -Kolundan tutup kaldıracakmış gibi hızla yaklaştı, önünde durup ellerini çaresizlikle uğuşturdu: -Kalk savuşalım Abi... Bildiğin gibi değil, bu iş!.. Senin de... bu işe... karıştırdılar adını... — Kim? -Kara Kemal irkildi; -Ne gibi, nasıl? — Karıştırdılar.- «Küçük Efendi de var» dediler. — Kim? Ne cesaretle... Kim yapabilir böyle bir alçaklığı? Alçaklık bu... Kim diyorum? Şükrü mü? Abdülkerim, yutkundu: — Şükrü... Baytar... Bizim Baytar Rasim... — Neden? — Sen işin içinde olmayınca, yanaşmadı. Sarı Paşa’yı vurmaya Ziya Hurşit... — Ne zaman duydun bunu sen? Bana niçin haber vermedin? — Duymadım... Dün duydum... Töbe... Bu sabah duydum. Rasim söyledi. Baytar Rasim... Namussuzum ki... yoktu haberim... — Bunca zaman saklamış da, bu sabah neden söylemiş? — Çünkü dün gece... Birinden duymuş... Ziya Hurşit’in İstiklal Mahkemesi reisinden üç bin lira aldığını... — Üç bin lira mı? Acayip!.. Ne parasıymış? Hayır, sanmam. Olur mu hiç? Yok ilintisi... Yalandır. İftira... — Ben de öyle dedim. İftira olmadığına emin, bizim Baytar... Ayrıca başka bir şeyden de pirelenmiş — Nedir o? — Şükrü mektup veriyormuş Ziya’ya... Sarı Efe Edip’e yazmış... Şifreli mektup... — Şifresiz de yapamaz, alık... Ne yazıyor? — Yazdığının önemi yok... Ziya diretmiş, Baytar Rasim’e de imzalatmışlar... İstiklal Mahkemesinden para alma meselesini duyunca, mektup imzalatmadaki üstelemeyi beğenmemiş... Beni buldu. «Meraklanma... Sarohan Mebusu Abidin İzmir’de, yazarız bir telgraf, alır mektubu yırtar» dedim. Abidin’in İzmir’de bulunduğunu öğrenince aklı başından gitti bizimkinin... Çünkü, Abidin de bu işin içindeymiş... «Abidin İzmir’deyse, Şükrü neden mektup yazdı, bana neden imzalattı. Abidin götürüp Edip’le tanıştırırdı ya Ziya’yı...» dedi. Kızdı. Senin adını karıştırdıklarını kaçırdı ağzından... duyar duymaz, koştum... — En önemlisini gizleyerek «Savuşalım» demeye kalktın. Hiç düşünmedin mi, hükümet haber aldıysa, duyulacak bugün yarın... Haberim olacak, ama, biz bizden... Abdülkerim, Kara Kemal’in hiç beklemediği bir şey yaptı, dizleri kılıçla biçilmiş gibi önüne çöküp ellerine sarıldı: — Vakit geçirmeyelim oh Kemal Abi... Ayaklarını öpeyim kalk giyin. Savuşalım... Saklanalım yarına kadar... -Ağlamaya başlamıştı: -Hadi davran efendim, davran köpeğin olayım!.. Kara Kemal, Abdülkerim’in böyle sululukları hem sevmediğini, hem de beceremediğini biliyordu. Şaşırmıştı. Kendini toplayınca çöktüğü yerden kaldırmaya çalıştı: — Noldu sana. Aptal oğlum... Nedir bu panik... Geç kalmadıksa başımızın çaresine bakacağız elbette... Ayıp! Ağlar mı adam çocuk gibi... Toplan! Salt ölümün çaresi yoktur bu dünyada... Madem ki daha ölmedik, çabalayacağız. Kalk otur. -El çırptı, bekledi. Kapı fıkırdayınca emretti: -Soğuk su verin bize... Elbiselerimi getirin. Hasip gelsin! Kendisini hiç zorlamadan sakindi. Marpucu nargileye telâşsız sararken elleri katiyen titremiyordu. Odacısına, istekle hazırladığı bir ziyafet için emirler verir gibi, gülümseyerek, bir bir anlattı. — Evdeki parayı al, bir çantaya koy... Sonra git, Aksaray’da bir güvenilir şoför bul, yanına atla... Caminin önünde durdurun arabayı... Motorun kapağını açsın şoför... Motorla uğraşıyor gibi yapıp beklesin... Buraya gelmen gerekmez senin... -Kapı vuruldu; -Alıver şu elbiseleri... Temiz mendil versinler birkaç tane... Soran olursa, Boğaziçi’ne hasta bakmaya gittim. Arabayı bırakıp yazıhaneye gitme, bizimle geleceksin... Hasip Ağa, şaşırmamış, telaşlanmamıştı. Aklında tutma gücü gibi, soğukkanlılığı da olağanüstüydü. Kapı aralığından aldığı elbiseyi sedire özenerek koydu. Hemen çıktı. Abdülkerim pantolonu kapıp uzatmıştı. Kara Kemal Bey pantolonu giydi, sonra gömleğini aldı. İçeri girip duvarın dibine küçük bir çanta bırakan Hasip Ağayı durdurttu: — Şoför duymasın... Gurbet Hala’nın bostana bırakacağız seni... Onda da epey para vardır. Ordan akşama doğru çıkar, Beşiktaş’ta, Niyazi’yi bulursun, kaatil Niyazi’yi... Abdülkerim birden ürktü: — Eski komiserlerden Niyazi mi? — Evet... İtilâfçıların fedaîlerinden... Neye şaştın? — Aman Efendim... Güvenilmez... Hele bu günlerde, hiç güvenilmez. — Öyle mi Hasip Ağa? Bak ne diyor senin Abdülkerim Bey? Hasip Ağa hiç duraklamadan kestirip attı: — Sağlamdır Niyazi Bey... Güvenlidir. — Aklım ermedi. Can düşmanlarımızdan... — Dostlarımızı göreceğiz yakında Abdülkerim oğlum. Evet, bulursun Niyazi’yi, dersin ki: «Gurbet Hala seni görecek, gerektikçe... Efendiye söyleyeceklerini onunla bildirirsin» diyeceksin... Hadi çabuk... Hasip Ağa, nargileyi alıp çıktı. Kara Kemal Bey, bu dikkati beğenmişti. Gülümseyerek saatına baktı: — Hani hikâye vardır. «Bizim uşak, şimdi pabuçları giydi... Şimdi kapıdan çıktı... şimdi limana indi... Şimdi...» Abdülkerim çok önemli bir şey hatırlamış gibi elini kaldırarak atıldı... — Aman Kemal Abi... Seslenelim, Hasip Ağa’ya... Seslenelim çabuk... — Neden? — Olmaz bizimle gelmesi... Yazıhaneye koşsun... kâğıt mağıt varsa.. — Ne kâğıdı? — Zararlı... Sizi suçlu düşürecek... Mektup filan... Burdakilere de bakıverelim... — Sen beni Şükrü’yle Baytar Rasim mi sandın ki, zararlı kâğıtlar bulunsun şuramda buramda... Ferah ol! Şimdiye kadar zararlı hiç bir şey yakalatmadım ben... Allah ömür verir de yaşarsam, bundan sonra da, yakalatmam. -Saatına baktı: -Ne diyorduk... Kısası... Hasip Ağa on dakika sonra, caminin önündedir. Biz yedi dakika sonra çıkarız. — Bulamazsa şoförün uygununu? — Bulur o... Bulur çünkü, bütün şoförlere güveniriz Allaha şükür... Hiç biri söylemez, çok bunalmadıkça... Bunaldı mı, baban da söyler. Ya da sen hesabını söyler diye tutacaksın. Söylemezse bahtına... Kara Kemal Bey, kravatını özenerek bağladı, ceketini giyip önünü ilikledi. Mendillerini alıp çevresine baktı: — Bir şey unutmadık ya... Abdülkerim gelişigüzel söylenmiş olan bu sözü fırsat saydı: — Unutuyorduk az kalsın! -Çenesiyle duvarda asılı tabancayı gösterdi: -Alın üstünüze... — Neyi? -Kara Kemal bir an şaşırdı: -Silâhı mı? Niçin? — Nolur nolmaz. İyidir. — Vazgeçmediniz gitti şu tabanca oyunlarından... Muhalefette düşürmediniz elinizden. İktidarda hiç bırakmadınız. Anlatamadım Merhuma... Tabancayla devlet idare edilemeyeceğini... Anlatamadım dedimse... -Öldü öleli Talât Paşa’ya hiç şaşırmadan «Merhum» diyor, her anışta böyle kederleniyordu: -Bilirdi elbette hepimizden iyisini... Ama sıkıştı mı, kendisi de çekerdi çekmeceyi... «Hodri meydan» diyerek yapışırdı tabancasına... -Acıyla gülümsedi: -Tabancalık iş değil bu bizim içine düştüğümüz belâ, tüfekle topla bile üstesinden gelinecek iş değil- -Saatına baktı: -Unutturma, sigara alalım bolca... Lazım olacağa benzer. — Nargilenizi? — Bakalım düşüneceğiz. Nereye gideceğimizi bulalım. –Çantayı gösterdi: -Hadi alıver şunu, çıkalım yavaş yavaş... Arkadan dolaşmak daha doğru... -Abdülkerim çantayı alıp saygıyla yol verince Kara Kemal Bey kapıda durup gördüklerini unutmamak istiyormuş gibi odaya baktı: -Tamam... Unutmadık bir şey... Hadi... — Kemal Abi... Alıverelim şunu, rica ederim... Büyük Efendi’nin yadigârı değil miydi? Kalmasın it köpek elinde... Gelin dinleyin beni, alıp gidelim. İttihatçıların İaşe Nâzırı Kara Kemal Bey çıkacaktı. Durakladı. Döndü. Bir an silâha bakarak düşündü. Abdülkerim soluğunu kesmişti. Silâhı alsa, içine düştükleri tehlike sanki çok azalacaktı. — Peki Abdal Kerim oğlum... Kırk yılda bir sözünü dinleyeceğim!.. Abdülkerim sevinçle koştu, silâhı kemerden sıyırıp uzattı. Kara Kemal Bey küçük Goltu ceketinin iç cebine, cüzdanını koyar gibi alışık, alıvermiş, bu yatkınlık Abdülkerim’i, hiç hazır olmadığı halde çok sevindirmişti. İçinde debelendiği bunaltıyla bağdaştıramadığından yadırgadığı bu aşırı sevincin iki sebebi vardı. Döğüşe girdiği halde, döğüşün yasalarını kabul etmeyen bir yoldaşın yükünden kurtuluyordu. Kötüsü gelirse, dünyada gerçekten sevip saydığı biricik insanı, düşmana canlı vermemek için, kendi eliyle vurmak zorunda kalmayacaktı. Külüstür taksi, bir zaman, hırıldayıp silkelendikten sonra yürüyebilmiş, içeriyi keskin benzin kokusu sarmıştı. Gitgide artan hız, arabaya can atınca, duydukları güveni sağlamlaştırıyordu. Arka sokaklardan dolaşırken, rastladıkları çeşmelerde, su içer gibi yaparak, köşeleri kollamışlar, izlenmediklerine kesinlikle inanmışlardı. İlk defa düşmüyorlardı KOVALANAN ADAM durumuna... Bu SAKLAMBACI, uzun yıllar Abdülhamit hafiyeleriyle oynamışlar, sonra Büyük Kabine zamanı epeyce tedirgin olup haftalarca yer değiştirmişlerdi. Mütarekede şartlar gerçekten tehlikeliydi. Tutulup asılmak, türkçesi «Tantuna gitmek», ya da bir köşeyi dönerken Ermeni kurşunuyla yere serilmek her sabah hatırlanan, bütün gün beklenen şeylerdendi. Büsbütün başka bir mesele olduğu halde, Kara Kemal Bey, 31 Mart patırtısında da saklanmıştı. Gözlerini kısarak hesapladı: «Yaş kırk yedi... Çıkar on yedisini, kalır otuz... Otuz yılda beş defa saklanmak zorunda kaldık. Altı yılda bir... Üçü, en güçlü iktidardan darağacına tekerlenmekti bunların... En acemisi de bu seferki galiba... Sıkı gözaltı ne demek? Çıkar yakalama emrini, bastır apansız... Sıkı gözaltı nasıl olsa, sezilir, sezilirse elbet kaçma düşünülür. Bu derme çatma, acemi çaylak kadro, gözhapsini nasıl sezdirmez, kaçmaları nasıl önler?» Araba arnavut kaldırımlarında sersem edecek kadar sarsılıyor, soluk tıkayacak kadar benzin kokuyordu. — Benzinimiz var mı acaba yeterince?.. — Hasip Ağa düşünür böyle şeyleri... Hiç savsaklamaz. — Var mı kararlaştırdığımız bi yer? — Bizi... -Kara Kemal Bey, «Saklamak için mi?» diyecekti. Kelimeyi nedense değiştirdi: - misafir etmek için mi? — Evet. — Düşünmedim daha... Buluruz. Memleketin bellibaşlı varlıkları, bugünkü durumlarına, şu ya da bu yoldan eski İaşe Nazırı Kara Kemal Beyin yardımıyla gelmişlerdi. Ayrıca bütün esnaf dernekleri, Halk Partisi’nin aralıksız gayretine rağmen hâlâ avucunun içindeydi «Öl» dediği yerde ölür, bütün esnaf kâhyaları, birlik başkanları, gedik değnekçileri... Devlet kadrolarındaki, sadık adamlarının çoğu daha yerlerinde... Abdülkerim’in de, azınlıklar arasında güvenilecek dostları, şehrin ayaktakımları içinde, gözünü budaktan sakınmaz, her çeşit kanundışı davranışa gönüllü tayfası vardı. Kara Kemal Bey düşüncesinin burasında suratını buruşturdu. Serseri takımına başvurmak zorunda kalırsa, onuru kırılacaktı. Adının suikast işine karıştırılması düpedüz edepsizlikti. Abdülkerim’e belli etmek istememişti ama çok kızmıştı. Hâlâ da öfkesi yatışmış değildi: _ Neden girdi Şükrü, böyle dipsiz, bir işe, hayvan gibi?.. Abdülkerim, sesteki suçlayıcılıktan ürktü. Sonra, doğrudan doğruya «Neden girdin?» diye sorulmuş da savunma zorunda kalmış gibi kelimeleri araştırarak duraklaya duraklaya karşılık verdi: — Bana kalırsa... Çok içiyordu son zamanlarda... — Baytar Rasim’le Abidin, çok içmezler. — Bunlar, değersiz buluyorlardı yeni idarecileri... Lâyık görmüyorlardı çıktıkları yerlere... Kızıyorlardı. Kimi bilgide, tecrübelilikte üstün görüyordu kendini, kimi kabadayılıkta... — Ne ilgisi var kabadayılıkla devlet idaresinin? — Kabadayılar, Cumhuriyetçi olan eski komitacılara kızıyorlar. İstiklâl mahkemeleri başkanlıklarına... Sorgusuz morgusuz, keyiflerince adam asabilmelerine imreniyorlar. -İçten gelmeyen gönülsüz bir sesle güldü: -Bilmez misiniz, herkes kendisine denk saydığını kıskanır. — Delildiler mi bunlar? Böyle saçmasapan kıskançlıklarla iktidar kavgası mı yapılır? — Vatan-millet lafı edenler var. Mübadil mallarını bölüşüyorlarmış kodamanlar... Musul parayla satılmış... Olmaz diyen Lâzistan mebusu Şükrü Bey, Topal Osman gibi bir rezile boğdurulmuş... Hiyle katılmış son seçimlere... Bununla yetinmeyip Terakkiperver Parti kapatılmış. Şeyh Sait ayaklanmasını bahane edip söz hürriyetini, yazı hürriyetini ortadan kaldıran Takrir-i Sükûn kanunu çıkarılmış... Gazeteciler İstiklâl Mahkemesi’ne verilmiş kanunsuz. Niyetleri terör yoluyla diktatörlükmüş... Yaşanmaz hale gelmiş memleket... Oysa, cephelerde İttihatçı subayların gayretiyle, cephe gerisinde İttihatçı memurların, İttihatçı eşrafın gücüyle kazanılmış zafer... Hanedanla Halifeliğin kaldırılması İngiliz’lerin işine geliyormuş aslında... Bunu böyle düşünenler vatan haini sayılmış... — Suikastla mı düzelirmiş bunlar? Adam öldürmek miymiş çıkar yol? — Muhalif paşalara güveniyorlardı, sanırım. Orduyu onların aracılığıyla ele geçireceklerini umuyorlardı. «Mebusların çoğunluğu da bizden yana» diyordu, ikide bir Şükrü Bey... Çekindiklerinden belli etmiyorlarmış... — Durum gerçekten böyleyse suikast neden zorunlu oluyor? Ziya Hurşit maskarasıyle girilir mi böyle bir işe?,. Herkesin önünde, kısacık kilotuyla dolaşmaya utanmayan herif değil mi bu? Kadınlar gibi tırnaklarını cilalayan... Kumarbaz... Ödememek şartıyla borçlandığı için düpedüz dolandırıcı... Punduna getirdi mi, şantaj yapmaktan hiç çekinmeyen sefil... Abdülkerim, bu suçlamaların doğru olduğunu biliyordu ama. Ziya Hurşit’i, şimdilik daha gözden çıkaramıyordu. Kara Kemal Bey, karşılık bekler gibi sustuğu halde, «Eh... Orası öyle...» dememek için dişlerini sıktı. — Ya Sarı Efe Edip denilen it... Eşkıya tutmaya gittiği yerlerde yangın gibi yakıp kavurmadı mıydı köyleri? Ne rezildir o... Korkak, utanmaz. Ortaoyunu efesi... Çirkef... Irz düşmanı... Daha geçenlerde, kan kardeşi, Hacı Sami’nin gizlice memlekete geleceği dedikodusu çıkınca, Ankara’ya koşup, «Bu dünyada bir bana güvenir, şu kadar para verin, pusuya düşürüp temizleyim» diyerek çöpçatan bahşişi kadar az bir paraya kahpelik teklif eden ancak az istediği için verileceğini kestirdiği bu parayı sırıtarak alan herif değil mi bu Sarı Efe? Şevki de var mı, aralarında bunların? Giritli Şevki nâmerdi? -Abdülkerim boş bulunup «Evet» deyince, Kara Kemal Bey, umutsuzlukla başını salladı: - Nasıl bildim? Hayır kurtulamazlar ağır cezalardan bu pis işe girenler... Yahu, İzmir Valisine özel hafiyelik ettiğini bilmeyen kaldı mı, Şevki’nin... Memetçe’den habersiz sigara yakamaz Şevki... Kaçakçılıkla geçinen, uzun zaman yakalanmayan herifin hafiye olduğunu bu memlekette, ancak bizim ünlü Maarif Nazırımız Şükrü bilmez! -İçini çekti: -Anlaşılıyor neden batırabildik koca imparatorluğu on yıla vardırmadan... Bu kafayla becerilirdi bu iş, Abdal Kerim oğlum... Becerdik. Yazık bunca emeklerime... Kaç kez söyledim. «Bizim memleketimizde, suikastçılığa yatkın serserilerle iş yapmaya kalkmak kuduz kaplana binmektir. Sürsen ipe götürür, ineyim dersen paralar. Paralaması, şantaj... Haddini bilmez, kasıldıkça kasılır, seni korkaklıkla suçlar. Kötü karı gibi cilvelenip hiç yoktan dargınlıklar çıkarır. Yürüyen doğru işleri bozar aralıksız... Elinden hiçbir iş gelmez serserileri kışkırtır!.. Yüz kere söyledim bunları Şükrü’ye, Rasim’e, Abidin’e... Hele Abidin kaltabanı. Önce sıvan, yumurta kapıya gelince, al yanına Sarı köpeği, savuş İstanbul’a... Bekle ki, Ziya Hurşit rezili, çıkarsın ocaktan senin kestaneleri... Akılları sıra, sırtı da gelse, karnı da gelse kazanmış olacaklar. Ya Sarı Paşa’dan kurtulup devlete konacaklar, ya da durmadan para sızdıran, suikasttan başka söz etmeyen belâyı başlarından atacaklar. «İt dişi, domuz derisi» deyip kaytarmak... Ziya Hurşit’e gerçekten güveniyorlarsa neden İzmir’e birlikte gitmediler Şükrü’yle Rasim? Güvenmiyorlarsa, güvenmedikleri adam, gözden uzak bir iş becerebilir mi? Sen korkacaksın, kaytaracaksın da, namussuzluktan diplomalı haydutlar mertlik edecek... -Biraz düşündü: -Şevki’nin ne mal olduğunu bilmez mi, Şükrü, neden karıştırdı bu işe bilerekten? Çünkü, imkânsız da olsa kaçamak ister Ziya Hurşit gibi ödlekler... İdealist olmayanların işi değildir silâha sarılmak... Kelleyi gerçekten ortaya koymuş erkek ister bu iş... Doğru eğri, bir şeye gerçekten inanmış adam, birini öldürmeye karar verdi mi hiç bir tedbir geçemez önüne... Oysa, yüzde doksan sekiz başarısızlıkla sonuçlanmıştır tarihte suikastlar... Neden? Çünkü kendi kendini yıldırır, çoğunlukla aylıklı öldürücüler... Yakalanma korkusuyla, son dakikada dehşete kapılır bunların çoğu... Ya kendini yakalatır sersemleyip... Ya da cezadan kurtulmak için ele verir arkadaşlarını... Bu işlere, akıllı olan, ya hiç girmez, ya da, yüzde yüz sıvanır. Cıvık heriflere öldürttüğün leşi atlayıp nereye gidebilirsin? Suikastla ele geçirdiğini, suikastla geri alırlar senden... Arada, işlemek zorunda kalacağın en rezil suçlar da cabası... Kara Kemal, bir zaman dışarıya baktı. Güneş bulutlara girmiş, bulanık yaz ikindisinin sıcağı büsbütün dayanılmaz olmuştu. Apansız dönüp yavaşça, bilmece söyler gibi sordu: — Arnavutköy taşocaklarında denediler değil mi bunlar da silâhlarını? — Evet... Nerden bildiniz? -Abdülkerim toparlanmaya çabaladı: -Baytar Rasim söyledi, orda sınamışlar! — Nerden mi bildim? Mahmut Şevket Paşa’yı öldürenler de, orada sınamışlardı. İki saat sonra haber almıştık... Tabancaların markalarını... Kaçar mermi yaktıklarını... Abdülkerim birden dehşete kapıldı. Bu dehşette kendini kaldırıp tepe üstü içine attığı ölüm tehlikesinin mi, yoksa, Kara Kemal Beye karşı duyduğu vicdan azabının mı daha ağır bastığını kestiremedi bir zaman... Küçük Efendi’nin söyledikleri yüzde yüz doğruydu. Bilmediği hiç bir şey de yoktu içlerinde?. Niçin düşünmemişti peki, daha önce?.. «Hiç mi gelmedi aklımıza, geldi de kendimizi zorlayıp durmadık mı üstünde?.. » Gövdesini, buz gibi ecel teri kaplamış, başına duman çökmüştü. Düşünmeye çabalıyor, geçtikleri yeri bilip çıkaramıyordu. «Neredeyiz? Hangi cami bu?..» Edirnekapısı’nı manda arabaları tıkamıştı. Otomobilin durduğunu, bu durmanın uzadığını fark edince dehşeti birkaç misli arttı. «Sür! Sürelim! Aman Efendim, durmanın sırası değil!» diye yalvarmamak için dişlerini sıkıyor, geçirdiği buhranı sezip sezmediğini araştırarak yan gözle Kemal Beyin yüzüne bakıyordu. Adam sakindi. Daha beteri enikonu rahattı. Bu akıl almaz rahatlığa önce şaştı, sonra kızdı. Sanki Küçük Efendi, birden tehlikenin dışına sıçrayıp kurtulmuş, kendisini darağacının altında bırakmıştı. «Olur mu böyle?.. Hani yiğitlik?..» Birinin içeriye baktığını görünce, hemen elini yüzüne kapattı. Tanımaya çalışıyordu herif... «Polis... Vallah billâh polis...» Az kalsın, şoförün omuzuna vurup «Geri bas... Sür başka yola» diyerek var gücüyle bağıracaktı. Dişlerini sıktı. Bir de «Şurda burda, it kopuk, seni birbirlerine gösterdikleri zaman (Ünüm dünyayı tuttu) diye kasılırdın değil mi, kaltaban... Al bakalım!.» Herif geçip gitmişti ama, sanki araştırıcı bakışlarını camda bırakmıştı. «Şu namussuz kapıdan» çıkınca «Sürelim, sınırı tutalım. Burda saklanmak elvermez artık» demeye karar verdi. Ucunda ölüm olsa, diyecekti bunu! Salt kendisi için mi, hayır. Küçük Efendi’nin kurtuluşu da buna bağlıydı. «Meydanda bişey... Gerçeği saklamak eşeklik... Ne eşekliği, düpedüz namussuzluk... Saklayacağı kaldı mı? (İçindeyim başından beri, ben bu işin) demeli... (Adını ben karıştırdım senin) demeli... Dediklerin doğru, sınıra yetişmekten başka yolu kalmadı, sürelim), demeli... — Aman Beyim... — Ne var? Araba yürümeye başlamıştı. Dar kapıdan yavaş yavaş çıkıyordu. — Yok bişey... Aklıma geldi de... — Evet... — Yok... Günlerce gövdesi iriliğinde taşları dağ başlarına taşımış gibi dayanılmaz bir yorgunlukla arkasına dayandı. Kemikleri sanki yumuşamış, kasları sanki kopup her şeyi birbirinden ayrılmıştı. Gözlerini kapattı. Tehlikeyi ensesinde duymaya başlayalı daha yarım gün olmadığı halde, yılgınlık başlıyordu. Bu korkulu rüyadan uyanmalı, yıkanıp temiz bir yatağa girmeli... Tek başına... Yüzde yüz güveneceği... Yakalanmayacağına yüzde bin emin olduğu bir yerde... «Neresi var böyle?..» Sanki şimdiki durumda bir işe yararmış gibi, ciddiyetle düşündü. Vaktiyle kanlı işlere girip çıktıktan sonra, yalnız Teşkilat-ı Mahsusa’nın merkezindeki koğuşta deliksiz uyuyabiliyordu. Oradaki açılır kapanır karyolaları derin bir hasretle özledi. Otomobil, bozuk yolda yalpalayarak Edirnekapı Mezarlığının içine vurmuştu Uzaktan uzağa bir korkunç anı, beyninin derinliklerinde kımıldıyor, bulanıklıktan aydınlığa çıkıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın merkezinde bir küçük oda... Bir masa... Karşılıklı iki sandalye... Birinde, Başkan Süleyman Askerî... Ötekinde, arkası kapıya dönük Silâhçı Tahsin oturuyor. Önlerinde birtakım planlar, haritalar Tahsin «Silâh» adında bir şirret gazete çıkardıydı Hürriyetten sonra... Önüne gelene en rezil saldırıları yaptıydı, en iğrenç çamurları artıydı. «Silâhçı» lâkabı burdan... Önce faydalıyken giderek zararlı olmaya başladı. Makedonya’ya gönderildi. Galiba, harcanması için, Balkan Savaşı’ndan sonra... Gitmesiyle gelmesi bir oldu. Oysa, Teşkilât-ı Mahsusa’nın yasasında, gittiği yerden izinsiz gelmenin cezası ağır... Neden dönmek zorunda kaldığını anlatıyor Silâhçı... Biraz da şımarıyor şefine... Çünkü bunca yıllık arkadaşı... Kan kardeşliği de var aralarında... Bir kahve geldi, Silâhçı Tahsin’e... İş üstü kahve, büyük saygı, derin sevgi belirtisidir. Teşkilâtta... Tahsin bir yandan içiyor, bir yandan anlatıyor. Aslında meseleyi pek umursamadığı belli... Boş veriyor. -Ben duvara dayanmış bakıyorum - Birkaç yudumdan sonra, «Bu kahve nerenin be?..» dedi Silâhçı, biraz canı sıkkın... «Amma yaptın haa Tahsincim, halis Yemen» dedi, bizim şef, Süleyman Askerî... Bişeyler sordu. Kahve yeni bitmişti ki, sersemlik başladı bizim fıkara Tahsin’de... Başı önüne düşüyor, zorlayıp kaldırıyor. Tam kıvama geldiğini anlayınca zile bastı Süleyman Askeri... Kapıda Eşref göründü bizim, Kuşçubaşı, elinde yağlı kement... Ayaklarının ucuna basarak yaklaştı, attı arkadan, ilk sıkışta, davranmak istedi Silâhçı, tabancalarına. Yetmedi gücü. Eşref sırtından itip iskemleyle beraber masaya bastırdı. Süleyman Askerî de beriden dayanıyor. Afyon şerbetinin de etkisiyle çok uğraştırmadı Eşrefi Silâhçı Tahsin, iki debelendi, boyladı boylayacağı yeri... «Çuval» diye bağırdı bizim Eşref... Bir arkadaş koşturdu. Üstünde ne var ne yok aldılar. Der-top edip çuvala sokacaklar, girmez bizim Tahsin... Güldü Süleyman Askeri... «Ulan ölüsü bile ters bu herifin» diye güldü. Eşref baktı olmuyor, seslendi bana... «Bakarsın koca öküzün boyunduruğa baktığı gibi... Yardım edeyim demezsin...» Zor güç, çuvalladık oğlanı... Attık paytona... Buralarda bir yere getirttik... Geçmiş gün... Buralarda... Parmaklık çevrili bir mezarın ardına bıraktık. Nerden geldi aklıma?.. Birden soluğunu tuttu. Nasıl olmuştu da, bu işten sonra da deliksiz uyuyabilmişti, Teşkilâtı. Mahsusa’nın merkezinde... Koğuştaki sahipsiz karyolalardan birine sırtüstü yatıp... «Demek ki, güvenmemiz, bulunduğumuz yerin gerçekten güvenli olmasından değil, kendi aptallığımızdan geliyor!...» Büyük bir umutsuzluğa kapıldı. Yüzünden iki kez geçirdi elini... Aklını, yüreğini, tepeden tırnağa gövdesini yorgunluğa benzeyen bu derin umutsuzluğa bıraktı. Neden sonra, otomobilin şiddetli sarsıntısıyle kendisini toplayınca, duyduğu garip rahatlığı ölüme teslim oluşa benzeterek ürperdi. Kara Kemal Bey arabayı Gurbet Hala’nın bostanından epey ilerde durdurmuştu. Bir kâğıda birkaç adres yazıp verdi. Gerekirse saklanmak için bunlarla görüşecekti. Hasip Ağa, efendisinin yüzüne son defa görüyormuş gibi kederle baktı. Elini öpüp doğrulduğu zaman, gözlerinden iri yaşlar akıyordu. İçi para dolu çantayı, çok değersiz bir şeymiş gibi aldı. Bunu kendisine veren Abdülkerim’i selâmlamadan dönüp yürüdü. Yazıhaneye dolup sabahtan akşama kadar bağıra çağıra gevezelik eden bu aylak heriflerin, efendisine, eninde sonunda zarar vereceklerinden hep kuşkulanmış, işte korktuğuna da uğramıştı. Araba Kâğıthane’ye doğru tozu dumana katarak giderken, Abdülkerim, Hasip Ağa’nın davranışından kalan suçluluğu sindirmeye çalışıyordu. Burda, Haliç’in bitiminde, hamam halvetlerinin yapışkan sıcağı vardı. Deniz, denizlikten, dere derelikten çıkmış, yalınkat çukurları dolduran bulanık yağmur birikintilerine benzemişti. »Nerden sezdi bu hayvan herif, efendisinin başını belaya soktuğumuzu?.. Adını karıştırmasaydık, yakasını bırakırlar mıydı?» — Keşke tembihleyeydik Kemal Abi, kâğıdı yırtmasını... — Hasip’e mi?.. Gerekmez. Yırtar mutlaka... — Dalarsa... — Dalmaz. Yirmi yıldır bikez bile dalmadı. Dalmaz, unutmaz, boş vermez. Sadık değildir, sadakatin kendisidir. Hem de, akıllı bir sadakat... Otomobil çıplak tepelerin arasından kıvrılarak yükselirken, biraz önce yanından geçtikleri kel çayır değişiyor ortasından temiz bir dere akan yeşil bir boğaza benziyordu. «Yakından bilmeyince aldanırsın... Aldanmak istersen, bildiğini bilmezden gelirsin!» Abdülkerim, nedense Ziya Hurşit’i hatırladı. Görünüşünde, Kara Kemal Beyin kötülemelerine hak verdirecek hiç bir şey yoktu. Yiğitti, yakışıklıydı. Gözlerinin içiyle güler, yürekten gülüşüyle, en kuşkulu adamlara güven verirdi. Bilekliydi, cesurdu. Bütün aşırı içki, kadın, kumar tutkunları gibi, arada bir kendine acındıran, böylece de verdiği güveni arttıran adamlardandı. Şu anda nerdeydi? Napıyordu? Yüreğine keskin bir acı saplandı. İnleyince ürkerek döndü. Kara Kemal Bey dalmış, kendini gevşek bıraktığı için, yüzü sanki evden çıktığından bu yana on yıl yaşlanmıştı. «İçine düşürdüğümüz batağı, bu hızlı yaşlanışla sökmeye gücü yetmeyecek, kanına girdik adamın!» Abdülkerim biraz önce. Ziya Hurşit’e duyduğu acımanın yüz kat ağırını Küçük Efendisi için duydu. Gerektiği yerde hiç duraklamadan, önüne gerilip uğruna canını vermeye yemin etti. Suikast başarıyla sonuçlanıp Kara Kemal Bey iktidara da gelse, kendisinden habersiz, adını bu kadar tehlikeli bir meseleye karıştırdığını açıklayamayacaktı. Bunu şimdi kesinlikle anlıyordu. Suçunun bağışlanmasını istemeye imkân olmadığına göre canı pahasına yapılan bütün fedakârlıkların nedeni de bilinemeyecekti. Umutsuzluğun bundan insafsızı belki hiç kimsenin başına gelmemişti. Bir şey yapmış olmak için acele sigara çıkardı. Küçük Efendisine, saygıyla uzattı: — Yakmaz mısınız? — Yakalım ya... Ateş tuttu. Sigara almasına sevinmişti. — Tasarladınız mı biyer?,. «Beraber mi kalacağız?» diye ekleyecekti. Kendisini tuttu. — Yok. Düşünüyorum, Güvenecek dostların çokluğu karar vermeyi zorlaştırıyor. Doğruymuş meğerse, çokluğun, biyerde yokluğa kavuştuğu... -Kısa kısa, sıkıntılı güldü: -Daha kimse bişey bilmiyor. Misafir gibi, hangisine olsa gideriz. Sevinirler, ağırlamak için ellerinden geleni yaparlar. İstemiyorum, bilgisizliklerinden yararlanmayalım. Güveni kötüye kullanmak olur. Çoğu, kendilerine büyük iyiliğim dokundu sanmakta... Bana borçlu bilirler bugünkü rahat durumlarını... Tehlikeliyse bu işin sonu, vaktiyle yaptığımız iyiliklere dayanarak güvenlerini kötüye kullanmış oluruz. Duyulunca, «Ya bizde tutulsaydı, mahvolurduk» diye düşünürler. Bence, iyilik edilenden çok, iyilik eden taşımalı yaptığı iyiliğin minnetini... — Anlamadım. — İyilik gördün, borçlu sayıyorsun kendini... İyilik ediyorsun! Çok olağandır bu... «Yaptığın iyiliğe borçlu kalmak, daha güzel!» demek istedim. Sen nereleri tasarladın bakalım? — Hiç... Hiç ama... Gözü kapalı güveneceklerim... Eh... Epeycedir. — Benimkiler kadar çoksa, yoka varmasın!.. — Sanmam! Benimkiler hükümetin tartaklamasına alışıktır. Söylenmezler kötüsü gelince... Katlanırlar. Sakıncası... Çocuk bolluğu... Yer darlığı... -Biraz düşündü: -En iyisi, evet.. Doğruca Semra Hanıma gidelim... — Kimdir? — Şefik Paşa’nın Hanımı... — Şefik Paşa? — Tanımazsınız. Bizim rahmetli Enver’in orduyu temizlerken ilk emekliye ayırdığı paşalardan... Bu yüzden kimsenin aklına gelmez. — Güvenilir mi? Rahatsız etmeyelim! — Sevindiririz. — Öyle mi? Kaç yaşında bu hanımefendi? Sağ mı Paşası? — Paşa çoktan sizlere ömür. Evlendikleri zaman aralarında otuz yaş fark varmış... Kırkında ama hiç göstermez. — Nerden dostluk? — Paşadan kalma bir çiftlik işi vardı. Bitürlü çıkaramamış avukatlar... Arkadaşlara söyledim, kolaylaştırdılar. — İyilik ettin. Yükleneceğiz, Bizim dostlardan farkı? — Vardır Kemal Abi... Göreceksin... — Dur bakayım... Anladım. Ödeşmişiniz... Yamansın Abdülkerim... — «Minnet borcu kalmasın» dedik. Kalmasın ki, rahatça gidilip gelinebilsin... — Nerde oturuyor? Apartmanda mı? — Hayır... Fındıklı’nın üstünde... Saray gibi konak... Şehzadelerden birininmiş... Satın almış, dayalı döşeli... Bir bahçesi var, Gülhane Parkı kadar değilse de ona yakın... Hamam... Arabalık. Kış bahçesi... Havuzlar... — Kalabalık mı? — Hayır... Bir kalfa... Bir uşak... hem bahçıvan... hem arabacı... İkisi de çok bağlı hanımlarına... Sizin Hasip Ağa gibi... — Ne diyeceksin benim için? Tanır mı, resimlerden filan? — Sanmam! Deriz bişey... Hiç bişey demesek de, sormaz. — Anadolu’dan sana misafir gelmiş olurum. Emekli valilerden Şefik... Bu adı seçelim ki, unutulup karıştırılmasın... Arabadan Sıraselviler’de indiler. Kara Kemal Bey, şapkasını gözlerine çekerek yürüdü. Abdülkerim para verdi, biran, «Soran olursa bizi buraya getirdiğini sakın söyleme» demeyi geçirdi aklından... Tuttu kendini, sanki bu sözler ağzından isteği dışında çıkabilirmiş gibi hızla döndü. — Bir emrin var mı Abi?.. Yarın marın? Abdülkerim dalmıştı. Anlamaya çalışarak baktı. — Ver adresi... Söyle saati... Gerekirse beklerim... «Beklerim» sözüyle, Abdülkerim, kendisini Novotni’de bekleyen Baytar Rasim’i hatırlayıp telâşlandı. «Haber ulaştırmalı Rasim’e. Ulaştırmamak olmaz...» Şoförü araştıran bakışlarla süzüyor göndereceği haberi derleyip toparlamaya çabalıyordu. «Durum kötü... Savuş... », «İşler karışık... Saklan birkaç gün...» Bir an, Kara Kemal Beyi götürüp konağa bırakmak, sonra otomobile atlayıp Novotni’ye koşmak geçti aklından... Novotni’de görünmeyi göze alamadı, «Gelmediğimi görünce... İşkillidir. Sezinler. Savuşur...» — Bi emrin mi var Abi?.. Sigara migara?.. — Yok. Sağol! Çaresizlikle debeleniyordu. Motor hırıldamaya, araba sarsılmaya başlamıştı. Yürüdü mü, bitti. — Hadisene... Bir otomobile, bir seslenen Kara Kemal Beye baktı. Araba kalktı kalkacak... Yürüyor, yürüdü. Uzaklaşıyor. Sapacak, haber yollamak, koşup gitmek imkânı kalmayacaktı. — Hadisene canım... Noldu? Ne var? — Yok bişey... -Hızlandı: -Yok... — Durmak doğru değil sokak ortasında... Abdülkerim, dinlemiyordu. Sabah sabah koşup gelen, leş gibi yatarken, daha beteri, hayvan gibi çiftleşirken, tartaklayıp tehlikeyi haber veren arkadaşını yüzüstü bırakmıştı. Alçaklıktı bu... Kancıklığın görülmemişi, korkaklığın en reziliydi. «Sen git desem... Adresi verip...» — Bişey geldi senin aklına... Önemli mi çok? Nedir? Abdülkerim, nedense, Baytar Rasim’e haber ulaştırmak için artık iş işten geçtiğine birden inanmıştı. Gülmeye çalıştı. — Boşuna telâşlanmaktayız gibime geliyor Kemal Abi... — Nasıl boşuna? — Dediğin kadar kötü değildir bizim Ziya Hurşit... Bakma kumarcılığına... -Bunları kendisi değil, sanki, omuzbaşından fısıl fısıl bir başkası söylüyordu; -Yüreklidir. Kaç kez denedim. En çetin yerde sınadım. — Nerden çıkardın şimdi bunu?. Bana mı öğreteceksin palavracıyı... Hiç o kadar geveze suikastçı görülmüş mü? Yazık size... Bunca tehlikeli silâh oyunlarına girip çıktınız. Nerde denedin sen bu rezili? İktidara çalışırken denedin. Babam da yiğittir arkasını iktidara verdi mi? Aslına bakarsan, biz önce kendimizi, sonra birbirimizi aldattık komitacılıkta... Aldanmanın, aldatmanın en korkuncu, başarılarımızı kendi gücümüzün sonucu saymamızdır... — Ya? — Bana öyle geliyor ki, Abdülkerim oğlum, ne yaptıksa, iyi kötü, hep Almanların isteğiyle, onların desteği sayesinde, onların çıkarına yaptık. Bugün başımıza bir felâket gelirse, artık bu desteğin, memlekette işlemez olmasından gelecektir. — Aklım ermedi, Ordu, Devlet... Hükümet... Parti... — Boş ver... İktidarı hak etmemiştik. İmparatorluk bu yüzden battı. Son umudu Ziya Hurşit serserisine bağlamakla bulduk hak ettiğimizi... Hak ettiğimiz... Rezillikti çünkü... Böyle serseriler direnemez, sıkıyı görünce... — Sanmam, Kemal Abi... Vermez arkadaşlarını Ziya Hurşit... Bişey yapamasa bile, kimseyi vermez ele... — Neden düştü bu kadar üstüne suikastın? Kolay geldi adam öldürmek... Zihninde uzun süre adam öldürme fikrini taşıyan, çabuk çözülür. — Hayır... Ele vermez kimseyi benim bildiğim Ziya Hurşit... Göreceksiniz. — İnşallah... Evet, olabilir de... Çünkü, birini öldürmeye karar vermek, bir anlamda kendini öldürmeye de karar vermektir. Eğer senin Ziya Hurşit, bunu böyle düşünmüşse... Kendisini yakabilir kabadayılık uğruna... -Biraz düşündü: -Hayır, bana böyle gelmedi bu herif hiç bir zaman... Deli bile değildir Ziya Hurşit... Düpedüz edepsizdir. Akşam oluyordu. Bir zaman konuşmadan yürüdüler. Bir köşeyi kıvrılınca, Abdülkerim, açık bir sevinçle fısıldadı: — Geldik... Kara Kemal Bey anlattığını tamamlıyormuş gibi konuştu: — Ya bu sıkı gözhapsi... Nerden çıktı bu emir sipsivri? — Sipsivri mi? –Abdülkerim, soruyu pek anlamadan karşılık verdi: -Bilmez misiniz, acemi bunlar, hükümet işlerinde... Bir yerde takılıp kalmış bir eski emirdir. Körlemeden bir emir... Biri göze girmek için vermiştir bir curnal... İşleme girdi... Döndü dolaştı... Hayır... Haberleri olamaz. Eminim buna, dinim gibi... Kara Kemal Beyin gülmesi tuttu. Abdülkerim’in dinsel inançlarda adamakıllı gevşek olduğunu biliyordu. Kadın işlerinde de yaşlıyı körpeyi, güzeli çirkini, toplum basamaklarında alçağı yükseği pek ayırt etmezdi. Bir güvenilecek yanı, bu işlerde sululuğu, zorlamayı, onursuzluğu hiç sevmemesi, gittiği yerde mutlaka saygı görmeyi sağlamasıydı. — Nah şu beyaz konak... Kara Kemal Bey az kalsın uzun bir beğeni ıslığı örtülecekti. Konağın yapımına, hiç abartmasız, koca bir orman harcanmıştı. Yaptıran şehzadenin aşırı meraklı olduğu, kulelerden, cumbalardan, şehnişinlerden belliydi Mermer merdivenlerden çıktılar. Abdülkerim zili güvenle üst üste çaldı. Kapı açılınca, «Buyurun» diye yol verdi, kendi evine gelmiş kazak erkeklerin rahatlığıyla girip kanadı örttü. İKİNCİ BÖLÜM SÜREK AVI I Kara Kemal Bey, yatacağı odanın kapısı çekilince gözlerini yumup kendisini bir an yalnızlığın rahatlığına bırakmıştı. Son zamanlarda, birkaç anlayışlı dostun sohbeti dışında yalnızlığı seviyor, yaşlanma belirtisi olduğunu bildiğe halde, alışkanlıklarını bozmak istemiyordu. Sofrada, aralıksız, canı nargile istemiş, sedirdeki köşesini özlemişti. Elindeki gazeteleri karyolaya bırakırken gecelik entarisini gördü. Çocuk gibi sevindi. Yerini artık daha az yadırgayacaktı. Acele soyundu, hiç ummadığı kadar rahatladı. Bir türlü hatırlayamadığı Şefik Paşanın, dul karısı Semra hanım, zannettiği gibi, alık saraylılardan değildi. Zekâ gösterisine yeltenmemiş, çok bilmişlik taslamamıştı. Ne alıkça kasıntılı, ne de şımarıkça suluydu. Abdülkerim’le ilintisini, yalancı karı-kocalığın sırnaşıklığına dökmediği gibi, arada cinsel bir alış-veriş bulunduğunu saklamaya çabalayarak karşısındakini budala yerine de koymamıştı. İnceydi, duyguluydu. Birçok benzerlerinin tersine, pratik yaşamayı derin tanımamasının güçsüzlüğünü, güçlülük haline getiren ender saraylılardandı. Sofrasından, bakışlarla, tek kelimelerle kusursuz servisten, yakın çevresine, saygı, sevgi, bağlılık verdiği belliydi. Abdülkerim’in ricasını ikiletmeden, gerçek bir samimiyetle ut çalıp şarkılar söylemiş, bunları, hatta, misafirlerini eğlendirmek için bile değil, sanki yalnızmış da, canı gerçekten istemiş gibi, rahat, içten, yapmıştı. Mızrabı sağlam, musiki zevki yüksekti. Sesinde kederli bir tatlılık vardı. Hep Mahur’dan seçtiği şarkılardan sonra, peşrevi, rahmetli Cemil Beyi imrendirecek özel bir anlamla gerçekten yüceltmişti. Kara Kemal Bey, böyle bir kadının, genellikle kaba saba davranan Abdülkerim’le neden ilgilendiğini bulmaya çalıştı. Bütün gerçek kadın tutkunu erkeklerde olduğu gibi, Abdülkerim’de de, duyduğu aşırı isteği karşı cinse kolayca aşılayıp onları enikonu baskına uğratmak, sersemletip sürüklemek gücü vardı. Çoğu zayıf iradeli olan böyle erkeklerin tersine, Abdülkerim iradeliydi, daha ilk bakışta güven vericiydi, verdiği güven de yalancı değildi. Ayrıca, bu konağın kapısından içeri girdi gireli, hiç zorlamadan gerçekten kibar bir İstanbul efendisi gibi davranmayı da başarmıştı. Kara Kemal Bey, insanları bütün özellikleriyle tanımanın ne kadar zor olduğunu düşünerek bir sigara yaktı. Şehzadenin yatak odası zevksiz döşenmişti. Zevksizlik, batıya özenerek seçilmiş, yaldızları bol «saray eşyası»ndan geliyordu. Semra Hanımefendi, bitişikte kitaplık bulunduğunu söylemişti. Adamın neler okuduğunu merak etti. Şehzadenin kitaplığı, birer buçuk metre uzunluğunda dörder raflı, iki camlı dolaptan ibaretti. Bütün kitaplar kırmızı marokenle ciltlenmiş, bütün yazılar sarı yaldızla yazdırılmıştı. Hepsinin üstünde, tahta çıkma ihtimalinin bulunmadığı bilindiği halde, bazı Avrupa krallarının tahta çıkarken giydiklerine benzeyen birer taç, yazarın adı yerine de Şehzadenin adı vardı. Kitap isimlerini, yüzünü buruşturarak okudu: Kırmızı Değirmen Cinayeti, Monte Kristo, On Üç Numaralı Araba, Ekmekçi Kadın, İki Yetime, Josef Balsamo, Kadınlar Muharebesi. Bütün Jül Vern’ler, bütün Ahmet Mithat Efendi’ler... Ne Halit Ziya, ne Hamit, tabii ne de Namık Kemal... Köşede dünyanın en zevksiz eşyası olan bir Amerikan yazıhanesi, bunun önünde bir döner koltuk... Şehzadenin yüzünü gözünün önüne getiremedi ama, bütün ötekiler gibi, tepesi dar fesini sağ başına külhanice yıkmış, gözleri biraz baygın, suratı rötuşla sonuna kadar boşatılmış delikanlılardan biri olduğu kitaplığından belliydi. Birini gözetlemiş de, duyurmadan çekiliyormuş gibi çıkıp kapıyı yavaşça örttü. Soyunurken yatağın üstüne bıraktığı tabancayı görünce ağzının ucundaki küçümser gülümseme silindi. Hemen gidip silâhı yastığının altına soktu. Gazeteleri alıp koltuğa oturdu. Kaç gündür gazetelerin yalnız başlıklarına şöyle bir göz atmış, havadislerin hiç biriyle ilgilenmemişti. Çoklardır doğrudan doğruya politikayla uğraşmıyor, hiç bir durumun kendisini buna zorlayabileceğini sanmıyordu. Daha bu sabah, biri gelip saklanmak zorunda kalacağını söylese, «Olmaz öyle şey» diye, bire bin bahse tutuşmaktan çekinmezdi. Son haftalarda yalnız, Karadeniz vapurunda düzenlenip bütün Avrupa limanlarını dolaşacak olan Gezgin Sergiyle ilgilenmiş, tüccarların, yapımcıların Türk ürünlerini eksiksiz sergilemeleri için didinmişti. Ne kadar yanıldığını şimdi anlıyordu. Kendi durumunda bir adam, ne kadar çabalasa, politikanın dışına kesinlikle çıkamazdı. Çıkmak mümkünse bile, bunun gereklerini yerine getirmek, kişiliğindeki özelliklerin harcı değildi. Tarafsızlığın bile aralıksız çabalama istediğini unutmakla kendisine karşı suç işlemişti. Adını, düşmanları kadar dostlarının, kötülüğünü isteyenler kadar iyiliğini de isteyenlerin kullanabileceklerini düşünmeliydi. Haftanın olaylarını, içine düştüğü yeni durumun açısından değerlendirmek için eski gazeteleri istemiş, yalnız dünkünü bulabilmişti. Evinde olmamanın, kaçıp saklanmak zorunda kalmanın zorlukları başlıyordu. Sinirli sinirli gülümseyerek 13 Haziran 1926 tarihli Vakit gazetesini açtı. Başyazı, Gezgin Serginin ilgi görmemesinden yakınıyordu. «Bursa’da dinlenen Gazi Hazretleri, bugün Gezgin Sergiyle Bandırma’yı şereflendirecekler», «Fethiyeliler Gazi’yi davet için İzmir’e dokuz kişilik bir heyet gönderdi», «Millî Eğitim Bakanı Mudanya’ya, Dışişleri Bakanı İzmir’e gidiyor», «Millet Meclisi Reisi Kazım Paşa bugün hanımıyle beraber İstanbul’da olacak», «Halk Partisi kongresi gelecek yıl toplanıyor», «Gezgin, Sergiyi taşıyan Karadeniz vapuru, bu sabah saat dörtte İstanbul’dan kalkıp Mudanya’ya gidecek, Gazi Paşa’yı alıp Bandırma’ya götürecektir. Sergi yönetmenliğine göre, vapurdaki bütün memurlar Türklüğe yaraşır vakar ve onurlulukla davranmazlarsa, ilk limanda çıkarılıp geri yollanacaklardır. Sergiyle Ticaret Odası yayın müdürü Galip Bahtiyar Bey, Pertev Paşa, Maden uzmanı Kenan Bey, Tarım Müzesi müdürü Nihat Bey, Tarım Okulu içişleri müdürü Zihni bey, İş Bankası’ndan Muvaffak Bey, Amerikan Kız Koleji öğretmenlerinden Seniha Fuat Hanım, Erenköy Kız Lisesi öğretmenlerinden -diğer- Seniha Hanım, Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nden Mebrure Hanım, öğretmen Hatçe Hanım, Amerikan Kız Koleji son sınıftan Fehime Hanım, heykeltıraş Nermin Farukî Hanım...» Dalıp gitmesine canı sıkılarak bir sigara yaktı. Gazetede, kuşkulandıracak hiç bir haber yok gibiydi. Tersine, Halk Partisi mebuslarının çıkardığı bu gazetede, Mustafa Kemal’in muhalifi Halide Edib’in «Zeynonun oğlu» adında «Şaheser» romanıyla birlikte, yazarın «Sihirkâr kalemiyle» yazılıp, Amerika’da İngilizce basılan anılarının da yayınlanacağı müjdeleniyordu. «Bir masal değildir-Bir milyon Türk lirasına bir beygir satılıyor.» Beygirle alıcının fotoğrafları... «İngiliz lirası 920, Dolar 188 kuruş...» İkinci sayfada, Ankara İstiklâl Mahkemene ait bir haberde suçsuzluğu anlaşılan Muğlalı İsmail oğlu Mustafa Efendi’nin koyuverildiği bildiriliyordu. Dördüncü sayfada «Gelenler-gidenler»i buldu. «Muş mebusu İlyas Sami, Antep mebusu Ali Cenani, Trabzon mebusu Rahmi, Ordu mebusu Hamdi, Giresun mebusu Tahir, Ergani mebusu İhsan, Sivas mebusu Halis Turgut, Antep mebusu Ferit, Kütahya mebusu Nuri, Denizli mebusu Yusuf, Diyarbekir mebusu Fevzi Beylerin dün Ankara’dan İstanbul’a geldikleri, Hicaz Kongresi mümessilimiz Edip Servet Bey’in de Hicaz’a gittiği... » Bir savaş subayından çok, diplomat yaradılışlı olan Edip Servet geçen gün yazıhaneye uğramıştı. Sıkıntıyla anlattıklarını hatırlayarak gülümsedi. Gazi Paşa sıkı emir vermiş. «Hicaz’da kesinlikle şapkanı çıkarmayacaksın» diye... Şapkayla Mekke’ye girmek, ölüm cezasına çarptırılmayı gerektiriyormuş... Napacağını sormuştu, bahtsız temsilciye... «Düşünüyorum, diye boynunu bükmüştü Edip Servet, karar veremiyorum, yardan mı geçeyim, serden mi?», «Ne yardan ne serden... Şapkadan geç!», «Fotoğraf icad edilmeseydi, müzevirler de böyle bir fırsat kollamasaydılar, olacağı oydu...» Beşinci sayfadaki küçük nöbetlerde, İstanbul Valisi Süleyman Sami Bey’in Eskişehir’e gitmesi yüzünden vilayet meclisinin toplanamadığı haber veriliyordu. «Konya’nın yaptırmakta olduğu heykel: Gazi Paşa’nın Kripel tarafından Konya için yaptığı heykel Mareşal üniformasıyla omuzunda pelerin ve ayakta olup en sona kalan baş kısmı dökülmüş... Kripel İstanbul heykelinin uğradığı eleştirmeleri gözönüne alarak Konya heykelini ilk bakışta, çekici bir durumda yapmıştır...» «Bir savaş serüveni. Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas cephesinde 9’ncu Kolordu Komutanı iken Ruslara esir düşen ve oradan firar ile Sibirya, Çin, Japonya, Amerika yoluyla İstanbul’a gelmeyi başaran sayın İstanbul Mebusu İhsan Paşa hazretlerinin çok heyecanlı ve ibret alınacak bu anıları, son günlerde kitap olarak yayınlanmış, kazancı İzmir Kızılayına bağışlanmıştır. Fiyatı 1 liradır» Son sayfaya geçti. İhsan Paşa’ya dalmıştı. İlânlarda şirketlerinin çalıştığı maddeleri arayıp ilgiyle okuduğunu fark edince gazeteyi yere attı. Bugünkü Vakit’in başyazısını gene Mehmet Asım yazmış, gene ekonomi konularına değinmişti. Başlığı «Boş kalan cephemiz» olmasaydı ilgilenmeyecekti. Hemen aradığı habere geçti: «Cumhurreisimiz İzmir’e hareket etti. Gazi Hazretleri Mudanya’dan saat 11.10’da Söğütlü yatına binmiş, yatla gezgin serginin bulunduğu Karadeniz vapuruna gitmiştir. Gazi Hazretleri sergiyi gezmiş, açıklamaları dinlemiş, sergiyi beğenmiştir. Karadeniz vapuru Bandırma’ya doğru yola çıkmış, yolda Balıkesirli karşılayıcılar tarafından kiralanmış Gülnihal vapuruna rastlanmış, içindekiler coşkun gösteriler yapmışlardır. İki taraftan mendiller sallanıyor, düdükler ötüyordu. Mızıka çalıyordu. Gazi Hazretleri kaptan köşküne çıkarak Gülnihal vapurundan yükselen alkışlara ve «Yaşa» seslerine mendillerini sallamak suretiyle karşılık buyurdular. Yolda, istek üzerine dans da yapıldı ve önce Gazi Hazretleri Rauf Bey’in hanımıyla dansa başladı. Pertev ve Ali Sait Paşalar da dans ettiler. Saat 17’de Bandırma’ya varıldı.» Kara Kemal Bey el yordamıyla sigara paketini arayarak hesapladı: «Saat 17’de Bandırma’ya çıktığına göre... Akşam yemeğini orada yemiş... Trene binmiş... Ayın 13’ünde oluyor bunlar. Bir gece Balıkesir’de kalacakmış... Demek yarın İzmir’de...» Ürperdi, gözetlendiğinden kuşkulanmış gibi irkilerek kapılara baktı. Bu gezi haberlerinde Bandırma karşılayıcılarından yaşlı kadın ve erkeklerin el –daha korkuncu- AYAK öptükleri yazılıydı. Bunun gerçekten alçaltıcı ayıbını yüreğinde duyarak kaşlarını çattı. Millet Meclisi Reisi Kâzım Paşa Ankara’dan yola çıkarken bir askeri birlik tarafından selâmlanmıştı. Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin bir azılı katili ölüme mahkûm ettiği bildiriliyordu. Birden dikkat kesildi. Dünkü yayın reklâmı kısalmıştı nedense... Halide Edip’in İngilizce basılan anıları yok olmuş... Yazar hakkında bütün övgüler de gitmiş. «Yeni romanımız –ZEYNO’NUN OĞLU- Yazarı: Halide Edip. -Pek yakında tefrika sütunlarımızda yayınlanacaktır.» Hepsi bu... Düşünüp dururken, son alt köşede, çerçeve içinde, İngiliz lirasının 916 kuruştan 927 kuruşa fırlamış olduğunu gördü. Bıyıklarını çekiştirerek bir zaman düşündü. İkinci sayfada küçük bir haber, Vekiller heyetinin toplandığını, vekilliklerce yeniden hazırlanan yönetmelikleri gözden geçirdiğini bildirmekteydi. Oysa en önemli vekiller Ankara’da bulunmuyordu. Aklı başka yerde olduğu için ne dediğini pek de anlamadan, «LAZ YOKTUR» başlığına takılarak yazıyı okumaya başlamıştı: «Türkiye’de yalnız Türk vardır-Trabzon Türkocağı, bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride özetle şöyle denilmektedir: Trabzon ve dolayları, tıpkı, Sivas, Kastamonu, Bursa ve İzmir gibi Türk kültürü altında yüz yıllardan beri yoğurulmuş, dil, gelenek, ülkü ve zevk bakımından bir Türk memleketidir. Buralarda ne ayrı bir dil, âdet, ne de başka fizyonomi vardır. Anadolumuzun çeşitli yerlerine yayılmış olan aziz milletimizin kaynak membaları Türk aşiretlerinden buralarda da çok eski zamanlardan beri yerleşmiş, tahtacı Türkler, çepniler vardır. Bu halk, tarihen Türk’tür ve şimdiye kadar bir defa olsun bu havalide, ayrı bir milliyet endişesi görülmemiştir, Türk bünyesine bu derece kaynamış bizzat o bünyeyi teşkil etmiş olan bu öz Türklere Laz diye hitap edenlere sorarız ki, bu fikrinizi hangi bilim temeline dayatıyorsunuz? Karadeniz dolaylarına dair etnoğrafik araştırmalarınız nelerdir? Ve o gafillere sorarız ki, Türkiye sınırları içinde Türk’ten başka bir unsur olmadığını ve büyük milletin milli vicdanını temsil eden büyük Meclisin bu hususta bir de kanun yapmış olduğunu işitmediniz mi? Sizin bilgisizliğiniz, umursamazlığınız geniş bir çevre halkının onurunu kırıyor. Anlamayarak kullandığınız (LAZ) kelimesinin söylenmesinden sakınınız...» Kara Kemal Bey, «Herhalde Laz Türkçesi olacak Trabzon Türkocağı bildirisinin bu dili» diye kederle gülümsedi. Gelip gidenler sütununda, tanıdıklardan, Muş Mebusu İlyas Sami, Kayseri Mebusu Sabit, İstanbul Mebusu Refet Paşa vardı. Birden, sofadaki saat vurdu. Soluğunu keserek bekledi. Arkası gelmeyince «Bir» dedi. Yorgunluktan sırtı ağrıyordu, Narıyordu bu gazetelerde? Gayet iyi biliyordu ki, gazeteler ancak olanı olduktan sonra yazar... Çaresizlik içinde debelendiğini anlayarak utandı. Gazeteyi yavaşça yere bırakıp çevresine biraz şaşkın baktı. Ne işi vardı bu yabancı evde? Bunca deneylerine, bunca gücüne rağmen, demek bu kadar çürük müydü, yaşayışı için sağladığı güven?.. En küçük bir esintiyle darmadağın nu oluverecekti, hemencecik?.. Büyük bir utanç duyduğu halde, son yılın önemli olaylarını, ardarda aklından geçirmeye başladı. İlk önemli dedikodu, savaş sırasında halktan mal olarak toplanan olağanüstü vergiler yüzünden çıkmış, bunlar makbuz karşılığı, zaferden sonra parayla ödenmek şartı ile alınmıştı. «Ödenmeyecek. Ödense bile zamanı belirsiz» fısıltısı yayıldığı, bunun getirdiği güvensizlik ortamında bazı iktidar kodamanlarıyle ortaklarının, makbuzları yok pahasına topladıkları söyleniyordu. Arkadan, Yunanistan’daki Türklerle yer değiştiren Rumların bıraktıkları gayrimenkul malların gene iktidar kodamanlarınca türlü yollardan haksız olarak bölüşüldüğü gürültüsü koptu. 1924 yılı başlarında, zaferden ancak bir yıl sonra bu mesele muhalifler tarafından Büyük Millet Meclisi’ne getirildi, gazetelerin manşetlerine çıktı. Derken savaş sonunda memleketi bırakıp kaçmış Ermeni zenginlerinden büyük rüşvetler alınarak, mallarını satabilmek için bunların gizlice geri gelmelerinin sağlandığı ileri sürüldü. Zonguldak Mebusu Halil Bey’le Erzurum Mebusu Rüştü Paşa bir takrir verip soruşturma açılmasını istediler. İçişleri Bakanı Ferit Bey’i suçladılar. Söylentilere göre yalnız bir tek işde kırk beş bin lira rüşvet alınmıştı. Rezilliğin ucu aynı zamanda mebus olan avukat Necmeddin Molla’ya dayanıyor, onu da aşarak eski başvekillerden Fethi Bey’e bulaşıyordu. Gazetelerin yazdıklarına göre iktidar gücünü kullanarak çıkar sağlayanlar yalnız bunlardan ibaret değildi. Antep Mebusu Kılıç Ali Bey’le Rize Mebusu Rauf Bey’in ilişiğinden de söz edilmeye başlanmıştı. (Kılıç Ali Bey’in İstiklâl Mahkemesi üyesi olması söylentilere çok kötü anlamlar veriyordu). Ferit Bey İçişlerinden çekildi. Kılıç Ali Bey, Rauf Bey’le birlikte, kendileri gibi mebus olan İleri gazetesi sahibi, başyazarı Celâli Nuri Bey’i gündüz ortası tabanca kabzasıyla gazete idarehanesinde bayıltana kadar dövdüler, orada bulunan birkaç başka mebus önünde, kafasını birkaç yerden yardılar. 1925 yılının 13 şubatında Doğuda Şeyh Sait ayaklanması patladı. Bundan 12 gün sonra Başvekil Fethi Bey ana muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ne Şükrü Kaya Bey’i yollayarak partiyi kapatmalarını, yoksa kan döküleceğini bildirdiyse de, 6 gün sonra yerini İsmet Paşa’ya bırakarak çekilmek zorunda kaldı. Hemen «TAKRİRİ SÜKÛN» adlı bir kanun çıkarılıp gazetelerin kapatılmasına girişildi. Biri başkaldırma mıntıkasında olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kuruldu. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin İstanbul şubeleri basıldı Şeyh Sait isyanı 62 gün sürerek 15 nisan 1925’de bastırılmıştı. Bundan bir buçuk ay sonra, muhalif partinin basılan şubelerinin kapatılmasına Ankara İstiklal Mahkemesi karar verdi, bu karar Vekiller Heyetince onaylandı. Büyük gazetelerin başyazarları bu arada Elaziz’deki İstiklal Mahkemesi’ne gönderilmiş, gazeteleri geçici olarak kapatılmıştı. Ötekiler vartayı bu kadarla atlattılar ama Hüseyin Cahit beş yıl sürgün cezasına çarptırılıp Çorum’a gönderildi. Daha sonra, iktidar gazetelerinin «BÜYÜK İNKILAPLAR» adını taktıkları değişmeler sökün etti. Kastamonu’ya giden Gazi Paşa «Buna şapka derler» diyerek kafasına hasır şapkayı geçirdi. Yedi gün sonra «Memurlar şapka giyecek» emri çıktı. Bir ay sonra İstanbul’un ikinci seçmenleri, o zamana kadar «Vatan kurtaran Arslan» olarak tanıtılan Kâzım Karabekir, Rafet Paşalarla eski başbakanlardan Hamidiye kahramanı Rauf ve eski bakanlardan Adnan Beylerin mebusluktan çekilmelerini isteyen bir bildiri yayınladılar. Tam bir ay sonra, 30 kasım 1925’te tekkelerle zaviyelerin kapatılması kararı çıktı. Aynı yılın Noel yortusuna rastlayan 26 aralıkta eski tarihin yerine İsa’nın doğumuyla başlayan frenk tarihi kabul edildi. Bundan sonra kısa aralıklarla İsviçre Medenî Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu yürürlüğe girdi. Böylece, 1826 yılında yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla gerçekten başlamış olan Batılılaşma gidişi olağan sonucuna ulaşmış oldu. Kara Kemal Bey düşüncesinin burasında, hep öyle biraz kederli, gülümserken, önce kaşlarını çattı, sonra, yerinden kalkacakmış gibi davrandı. Asıl en önemlisini unutmuştu. Bundan yirmi altı gün önce, 18 mayısta Şeyh Sait isyanı yüzünden kurulan İstiklâl Mahkemelerinin çalışma süresi 7 mart 1927’ye kadar uzatılmış, bu karar, başkaldırmanın bastırılmasından tam on üç ay üç gün sonra alınmıştı. Daha önemlisi, kurulurken idam yetkisi tanınmamış olan Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne bu yetkinin verilmesiydi. Artık bu mahkeme, sekiz ay yedi gün sürece avukatsız adam yargılayacak, yargıtaysız margıtaysız adam asabilecekti. 27 günden beri bu kadar ürkütücü bir değişikliğin üstünde, nasıl bir gafletle durmadığına şaşakaldı. Bekçi, sopasının kalın demiriyle taşları öttürerek yaklaşıyordu. Beklediği bir haber bu sopa vuruşlarıyla geliyormuş gibi kulak kesilmişti. «Arkadaşlar iyi mi ettiler, dersin, adımızı bu işe karıştırmakla... Sakın büsbütün uykuda mı avlanacaktık?..» Aklından geçirdiklerinin tersliğinden kurtulmak, gerçek anlama ulaşmak için kendisini zorladı. Bekçi sopası sanki beyninin içinde vuruyordu. «Uykuda mı bastıracaklardı apansız?.. Gaflet uykusunda...» Bekçi, taşları sopalayarak Fındıklı’ya doğru yavaş yavaş indi gitti. Sanki sıcak her dakika artıyor, bunaltıcı bir hal alıyordu. Elektriği söndürdü. Örtüyü açmadan karyolaya sırtüstü uzandı. Yarın meseleye gerektiği önemde sarılacak, bütün gücünü, bu belâyı ucuz savuşturmak için çalıştırmaya başlayacaktı. İlk işin, sınır dışına çıkmak olduğu anlaşılıyordu. Yarın Gurbet Hala’yı Niyazi’ye göndermeli... Bir taka bulmalı... Duraladı. Semra Hanım’a sığınmak hesapta olmadığı için Gurbet Hala’yı gidip bulmak lâzımdı. Nereye saklanacaklarını Bostana gitmeden önce kararlaştırmamakla düpedüz hayvanlık etmişti. «Geçti mi, bizden bu işler?.. Kalpazanlaştık mı büsbütün... Telefon edip Hasip’i bir yere çağırmalı... Daha geniş konuşmalı...» Uzaktan bir horoz öttü. Bu ötüşle beraber uzaktan uzağa bir umut kımıldadı. «Yarın bir şey yapabilirler mi körlemeden bu serseriler? Olmaz olmaz denilmiştir. İster misin, akıllı, geçit arayana kadar deli, suyu geçsin...» Düşündüklerinden ürkerek soluğunu tuttu. Horozlar aralık aralık ötüyor, 15 Haziran 1926 Salı günü karanlığın içinde, hamarat tiktaklarla duygusuz ve akılsız, ilerliyordu. Kara Kemal Bey sıçrayarak uyandı, tıklatılan kapıya anlamaya çalışarak baktı. — Evet... Kanat aralanmış, Abdülkerim görünmüştü. — Uyandırdım mı? — Yok canım... — Kahvaltı hazır... Buraya mı göndereyim? — Kalkıyorum. Saat kaç? — Dokuz! — Gazete geldi mi? — Evet... — Ne zaman varacakmış İzmir’e? — Bilmem! Bu konuda yok hiç bir şey... — Yok mu? Ne demek yok? -Birden davrandı: -Kap gel şunu... Çabuk... Kara Kemal Bey gazeteyi, Abdülkerim’i ürküten bir telâşla yırtar gibi açmıştı. 15 Haziran 1926 tarihli Vakit gazetesinde. Gazi Paşa’nın İzmir gezisi hakkında tek kelime yoktu. Ne Balıkesir’e vardığı, ne de oradan yola çıktığı... Sanki Bandırma’yla İzmir arasında göğe çekilmişti adam... Kara Kemal Bey gözleri gazetede, sınava çeker gibi sordu: — Bu işe ne dersin, Abdülkerim Ağa? — Hangi? — Baksana, kelime yok, senin Sarı Paşa’nın İzmir gezisinden... — Ben de fark ettim. Düşündüm sonra... — Önemsiz mi dedin? — Yok... Gece fazla... oturmuştur. Uykuda kalmıştır. Uyandırmamışlardır. — Ya da telgrafhanelerde bir bozukluk oldu, haber ulaşamadı gazetelere? — Mümkündür. — Demek sence önemsiz? Yorucu bir sevişme gecesinden sonra, Abdülkerim’in sinirleri anlaşılan adamakıllı yumuşamıştı. Neden sonra, Küçük Efendisinin bakışlarından, sesindeki gariplikten kuşkulanıp toparlanmaya çalıştı: — Siz ne diyorsunuz? — Benim ne dediğimi bırak! İzmir’e giden kabadayılar ne diyor acaba? — Kabadayılar?., — Onların yerine koy kendini... Gazeteyi alıp baktılar bu sabah bizim gibi... Bir şey görmedilerse pirelendiler. Koştular Sarı Efe Edip abilerine. Kaltabanı koydunsa bul. Koştular Abidin Bey abilerine... Arslanı koydunsa bul... Hele vapura binip İstanbul’a savuştuklarını öğrendilerse... Adam da gelmiyor. Neden gelmediği bilinmiyor. Sen olsan, «Birimizden biri, kelleyi kurtarmak için, haber verdi» ya da «zaten hükümetin hafiyesiydi» demez misin? Abdülkerim’in bakışlarındaki umursamazlık birden kuşkuya döndü, yutkundu, gülmeye çabaladı: — Narasın onlarda sizdeki akıl efendim... Uyanıp bakmışlardır, görmüşlerdir ki, haber yok, uyumuşlardır öte yana dönüp... Yanlarındaymışım gibi... Kara Kemal Bey suratını asınca sözü yanda bıraktı. —Şüphelenmedi mi bir şeyden Semra Hanım? Abdülkerim telâşlandı: — Yok hayır... Neden şüphelensin? Oysa, Kara Kemal Bey’i resimlerden gözü ısırmış, yatakta biraz üsteleyip Abdülkerim’den bu oturaklı vali emeklisinin gerçek kimliğini öğrenmişti. Adını saklayarak burada birkaç gün misafir olması, Almanlarla yapacağı büyük bir anlaşmayı geciktirmek içindi. — Ne diyecek evden çıkmayışımıza?.. — Ben çıkacağım. — Olmaz. Doğru değil... Mademki geldik, dişimizi sıkacağız, bugün yarın... — Hayır Kemal Abi... Yanlış yaptık, Hasip Ağa’ya söylemedik nerede olduğumuzu... Gerekirse nasıl bulurlar bizi, olup bitenleri bize nasıl haber verirler? — Aferin! Telefon et Hasip’e... Yalnızsa konuşur, yanında çekinecek biri varsa, (efendi yok) diye kapatır. Yarım saat sonra, vereceğim ikinci numarada bulur konuşursun. Lütfen bana bir orta şekerli... — Kahvaltı hazır... — Sağol! İstemiyor canım... Gazeteye dalgın baktı. Kurban bayramının 21 Haziran pazartesiye rastladığını yazıyordu. Bu rastlantıyı hiç beğenmedi. Öğle yemeğinden sonra. Kara Kemal Bey’in bütün direnmelerine rağmen, dışarı çıkan Abdülkerim, ortalık kararırken çok somurtkan dönmüş, çok kötü haberler getirmişti Kara Kemal Bey’in Mesadet hanındaki yazıhane, telefona karşılık vermiyordu. Aradıklarının hiç birini yerinde bulamamış, bir iki gazeteye telefon edip Gazi Paşa’nın gezisini sorduğunda, «Kimsiniz? Neden ilgileniyorsunuz? Nereden konuşuyorsunuz?» gibi garip karşılıklar almıştı. Baytar Rasim ortada yoktu. — Bir saat sonra gene arasaydın bizim yazıhaneyi... — Aradım. Çaldı çaldı, açılmadı. — İki eli kanda olsa, Hasip bu durumda bir saat kapalı bırakmaz orasını... Herhalde, başına bir iş geldi. Belki sorguya çağırılmıştır. — Öyle sanırım. Bizim ev de sıkı göz hapsinde... — Nasıl öğrendin? — Bir otomobile bindim, çevreyi dolaştım. Böyle durumlarda tembihlidirler. Balkona yorgan asarlar. Sorup gittilerse, sadece bir pantolon koyulur. Kara Kemal Bey, Abdülkerim’in bütün öğrendiklerini söylemediğinden şüphelendi. Üstünde bir tutukluk vardı. — Başka? — Yok bişey... Önemli değil... — Biz de bilelim, neymiş önemli olmayan... — Kızacaksın belki... «Nolursa olsun» dedim. Telefon ettim. Bristol oteline... — Niçin? Haa şu mesele! Kurcalamazdım, senin yerinde olsam!... — Bakayım dedim bir... Güvenli yerden ettim telefonu... –Biraz daldı: -Pirelendim iyice, Kemal Abi, çok pirelendim. — Orda mıymış Edip’le Abidin? Ne dediler? — Başkası çıktı. Otel kâtibi Rumdur oysa... Baktım iyi Türkçe konuşuyor. Boş atıp dolu tutayım dedim, komseri sordum «Kimsiniz?» dedi, «Vilayetten arıyorum. Çok acele» dedim. «Komiserim, vilâyet istiyor» diye seslendi. — Sakın kapatmayaydın. — Kapatır mıyım? Komser, «Buyrun! Kiminle görüşüyorum?» diye sordu. «İyi baktınız mı, her yana?» dedim, ardından hemen ekledim, «İhbar aldık. Baktınız mı, o katın helâsına?..» Aklı başından gitti herifin... «Baktık efendim... Bakıyoruz... Şimdi efendim...» diye kekeledi «Çabuk... Sallanmayın, doğru müdüriyete gelin!» dedim, kapattım. — Yakalandılar mı dersin? — Hiç şüphem kalmadı. — Adamın İzmir’e gitmediği yüzde yüzse... — Biri ispiyonladı... — Yakalandılar, söylediler bülbül gibi... — Söyledilerse... Boş bulunup «yandık» diyecekken, bereket, Semra Hanım kapıyı vurup karşılık beklemeden girdi: — Napıyorsunuz burda, fısıl fısıl? — Yok bişey... Dertleşiyoruz. — Haklısınız. Bütün memlekette bütün erkeklerin ağzını bıçak açmıyormuş... Telaşla irkilip gözlerini kırpıştırdılar. — Şimdi anladım, neden o kadar kolay yenildiğini Şefik Beyefendinin... –Abdülkerim’e güldü: -Yendim bezikte misafirimizi haberin yok... Biraz dalgındılar... «Neden?» diyordum. Gazeteyi görünce anladım. Abdülkerim pürüzlü bir sesle sordu: — Ne var? Ne yazıyor? — Evlenmeler üstüne yeni yönetmelik çıktı. Medenî Kanuna göre bizi başınızdan savamayacaksınız artık, «Boşadım», «Boş ol» diyerek... Kara Kemal Bey gülümsedi; — Yönetmelik çıkmadan önce de siz bu şartın dışındaydınız efendim. — Öyle mi? Teşekkürler... Abdülkerim Bey sizin gibi düşünmüyor, olmalı... Bakın, yüzü asık... Ayrıca kadınlar da, canları istediği zaman beylerini boşayabileceklermiş... Yaşasın Cumhuriyet... Üzülmeyin efendim, etme bulma dünyasıdır... Hadi sofraya... Semra Hanım’ın gayretine, Kara Kemal Bey’le Abdülkerim’in de kendilerini zorlamalarına rağmen, sofra bir türlü neşelenemedi. 16 Haziran 1926 çarşamba günkü gazetelerde de, Cumhurreisinin İzmir gezisine dair gene bir tek kelime yoktu. Yalnız Samsun’dan bir heyetin geldiği. Gazi Paşa’nın 1919’da Samsun’da kaldığı evin tapusuyla altından yapılmış anahtarını sunmak için İzmir’e gideceği, ancak ilçe heyetlerini bekleyeceğinden bir hafta sonra yola çıkacağı bildiriliyordu. Abdülkerim öğleden sonra haber alabilmek için biraz dolaşmak istediyse de, bu kez Kara Kemal Bey, sinirli arkadaşını koyuvermedi. 17 Haziran perşembe günü, gazeteler Gazi Paşa’nın dün akşam saat on sekizde İzmir’e vardığını, Karşıyaka’da Belediye Başkanının çiçek sunduğunu, öğrencilerle halkın candan gösterilerde bulunduğunu; gece, denizde ve karada örneği görülmemiş, fener alayları tertiplendiğini yazıyorlardı. Bundan başka, vekiller heyeti toplanmıştı. Gece çok sıkıntılı geçti. Sıcak sanki, birkaç kat artmıştı. Hava durgundu. Alev gibi ciğerleri kavuruyordu. Burasını hiç kimse bilmediği için, hiçbir yerden en küçük bir haber alınması mümkün değildi. Ertesi sabah erkenden, bir bahane uydurup kalfayı yollayarak Gurbet Hala’yı getirtmeye karar verdiler. Kalfa dikkati çekmemek için, Eyüp’e vapurla gidecek, Hala’yı, sandalla Kasımpaşa’ya geçirecekti. «Resmî bildiri-Gazimize karşı tertiplenen bir suikast meydana çıkarılmış ve tertipçiler yakalanmıştır. –Ankara, 18- Cumhurreisi Hazretleri’nin gezileri sırasında İzmir’de yapılmak üzere bir suikast tertiplendiği meydana çıkarılarak tertipçiler silâhları ve bombalarıyla ve hazırlıklarıyla Cumhurreisi Hazretleri’nin İzmir’e varmalarından bir gün önce yakalanmışlardır. Yakalananlar suikast yapacaklarını itiraf etmişlerdir. Olay, İstiklâl Mahkemesi’ne verilmiş ve mahkeme heyeti, davayı yerinde inceleyip sonuçlandırmak üzere, İzmir’e doğru yola çıkmıştır.» Resmî bildiriyi, Abdülkerim, odanın ortasında durup bir solukta okumuştu. Kara Kemal Bey karyolasındaydı. Gazi Paşa’nın gezisi hakkında gazeteler hiç bir şey yazmaz oldukları günden beri bu sonucu bekliyordu. — Bitti bu iş Abdülkerim... Allah vere de çoğa patlamasa... — Havsalam almıyor Kemal Abi... Hayır, Ziya Hurşit hiç bişey söylememiştir. İnsanları, evet, sizin kadar tanıyamazsam da.. Olmaz. Suçu yüklenir. Bunlar boş atıp dolu tutmak niyetinde... Hayır efendim, kestiremez mi bu yoldan kurtulamayacağını?.. — Çoğu, bu durumda, bir başına gitmeyi göze alamaz. Uzaktan uzağa bişeyler de umar. «Ne kadar çok kodaman katarsam, ceza o kadar bölünür, hepimizi asamazlar» diye düşünür. Yılgın serserinin ne halt edeceği, hiç belli olmaz. «Söyle bildiklerini, seni kurtaracağız» demişlerdir. — İnanır mı adam böyle kandırmacalara? — Yeri bilir. Büsbütün yıkıldıysa, daha saçmasına da inanır. — Kolay yılmaz benim bildiğim Ziya Hurşit... Ağır işkence yaptılarsa belki... — İşkence hiç gerekli değil... Çünkü böyle işlerde adam gibi korkmak söz konusu olmuyor. Hatırlasana Topal Tevfik’i... Ölümden hiç korkmadığı halde, nasıl söyledi her şeyi... Bütün arkadaşlarını nasıl ele verdi. — Haklısın Kemal Abi... Hiç vakit kaybetmeden, sınır dışını tutmaya bakalım. — Eğer fırsat büsbütün kaçmadıysa... Gönderdin mi kalfayı Gurbet Hala’ya? — Bi saat oluyor. Kara Kemal Bey kapıya bakarak sesini alçalttı: — Korkmasın Semra Hanım... Bizim yüzümüzden üzülsün istemem, Yarın öbür gün nasıl olsa, anlayacak işi... Resmimizi basacak gazeteler... Hemen başka bir yer bulacağımızı söyle ki, «süründürürler beni» diye telâşlanmasın! — Yok, sanmam! Osmanlıdır. Ama... söylerim gerekirse... Kara Kemal Bey, sigara yakarken apansız sordu: — Bombayı nerden buldu Ziya Hurşit? — Bilmem... Uydurmadır. Uydururlar bunlar. Söylemeyecekleri yalan... — Edip’te, Şevki’de, Çopur’da bomba bulunur. Onlar verdiyse... -İçini çekti: -«Yazık» derim, «yazık nazırlığı zamanındaki eğitimimize Şükrü Beyimizin...» Kara Kemal Bey arkadaşının daldığını görünce susmuştu. Bıyıklarını çekiştiriyordu. Abdülkerim, tanıdı tanıyalı hiç bir durumda güçsüz görmediği Küçük Efendiye, ilk defa derin bir acıma duydu. Güvendiği bir dünya yıkılıyordu. Ağır bir vicdan azabıyla sarsıldı. Hayvanlık etmiş, kalleşlik etmiş, hepsinden beteri düpedüz ödleklik etmişti. Küçük Efendi’sinin geçende söylediği gibi, girdiği işin yasalarına uymalıydı. Heriflerle birlikte İzmir’e gitseydi, itleri gözünün önünden bir saniye ayırmasaydı. Gütseydi öküzler gibi aralıksız, yılıp durakladıkları yerde, destek olsaydı, gerekirse önlerine geçip naralanarak ilk kurşunu kendi sıksaydı... Ömründe ilk defa güdülen değil, güden olmayı hırsla istemiş, kendini bu amansız çukura düşürmüştü. Bütün ömründe kaba bir alet olarak kullanıldığını şimdi onur kırıcı bir kesinlikle anlıyor, bundan kurtulmak için bu işe böyle vargücüyle sarıldığını ancak şimdi kestiriyordu. «İş işten geçti dedi Kemal Abi... Geçti mi gerçekten? Geçmiştir. Bilir bizim Küçük Efendimiz. Hiç yanılmaz!» Gırtlağının derisini acıtacak kadar çekiştirdiğini farkederek elini hızla indirdi. Küçük Efendi, merakla bakıyor, acıyarak gülümsüyordu. II Gurbet Hala, Çorumluydu. Ufak tefekti ama, tıkızdı. Korkusu arttıkça cesurlaşır, en şaşırtıcı olaylar karşısında, en akıllı, en soğukkanlı erkekleri imrendirecek kadar sarsılmadan direnirdi. Bineğine dilediğini yaptıran, başta meşe sopası olmak üzere her çeşit kesici, delici, ateşli silahlara gerçekten hakkını veren Osmanlı karılardandı. Şişkin göl kapakları Tatarımsı suratına her zaman uykulu bu görünüş verirse de, yakından tanıyanlar, korkunç dikkatinin aralıksız uyanık olduğunu bilirlerdi. Yüreği, bileğine kadar güçlüyse, dili de o kadar kesin, açık, yerine göre, çok acı, yerine göre çok alaycıydı. Konağa, Kalfadan beş dakika sonra, omuzundaki bohçayşa, doğma büyüme bir bohçacı kadın gibi girmişti. Semra Hanım’a dostça gülümsedi, Kara Kemal Bey’e suçlayan bakışlarla bir zaman bakıp suratını buruşturdu: — Hayrola? — Yok bişey Halacım... Seni çok özlemiş de ondan çağırtmış Abdülkerim Bey... Abdülkerim Gurbet Hala’nın eline vardı. Kara Kemal Bey’e bile yüzvermeyen geçimsiz Hala’nın, hiç zorlanmadan gözüne girmeyi tanıştıkları gün becermiş, her durumda şımarmak hakkını nasılsa kazanmıştı: — Baktım sana kalsa bizi arayıp soracağın yok, rica ettim kalfamıza... Kırmadı çok yaşasın... – Bohçayı aldı: -Çıkar çarşafını... Buyur!. Geç şöyle... Soluklan... Kahveni elimle yapacağım. Gurbet Hala, Semra Hanım’a bakıp gülümsedi: — Ayıplamayın kılığımı... Değişemedim. Kalfa Hanım «Acele» deyince, alıverdim çarşafı üstüme... Yukarda erkeklerle yalnız kaldığı zaman, kapıyı kollayıp sesini alçaltarak sordu: — Ne var gene? Noldu? Neyi alıp verememekte bunlar sizden? — Önemli değil... Bu sefer hiç önemli değil... -Kara Kemal Bey de kapıya bakarak fısıldadı: - Ödüm koptu aşağıda «Kara Kemal» diyeceksin diye... — Üstüme iyilik sağlık, neden? — Beni Vali Şefik Bey sanıyorlar burda... Unutma Şefik Bey... — Kim demiş? Vali bey sanıyorlar da, kalfa neden, «Nazır paşa istiyor sizi» dedi? Kara Kemal, Abdülkerim’e döndü. Abdülkerim gözlerini kaçırdı: — Allah Allah... Sezinleyemedim hiç... Belli etmediler tanıdıklarını, katiyen... — Uyuyun bakalım! Noldu? İskelede, gazeteci oğlanlar, «Gazi Paşa’ya suikastı yazıyor» diye kıyameti koparıyorlardı. Bununla mı ilgili, bu saklambaç? — Hayır... Ne münasebet! Abdülkerim oğlunu bilmez misin? Pire zıplasa, birkaç gün görünmez ortada... — Ne demek, «Pire zıplasa?» Hasip bostana geleli dört gün oldu. Bu Abdülkerim, keramet sahibi mi, dört gün sonra nolacağını bilmiş de, «Savuşalım» demiş?.. Avanak Hasip’in halini hiç beğenmedim bukez... Kurt dalamış keçi gibi tıksırmaktaydı ki hökür hökür ağlaması eksikti. Geçen yıl Sarı Paşa’yı öldürecek diye yakalamadılar mıydı bunlar bizim mavnacılar kâhyası Osman Ağa’yı?. Evet aklım kesti, bunlar size, dur durak vermeyecek... -Kara Kemal Bey’e dönüp gözlerini belertti: -Kaç kez dedim, ben buna... «Bir yolu bulunsun da, bu paşalar zagonu bitsin artık» dedim. «Biraz da ferman başıbozuğun eline geçsin, elverir» dedim. Bunca adamsınız, bir yolunu bulamadınız. Tüh sizin erkekliğinize... -Gözlerini yumarak biraz düşündü: -Nolacak peki, şimdicik? Bişey bulaştırabilirler mi, size, Allah esirgesin?.. Burası kimin evi? Sağlam yer mi? Kalfanın ağzını yokladım. Yeni tanışmış Abdülkerim’le hanımı... Kala ki bir dul karıya mı kaldınız? — Yok canım!.. Davetliydik önceden... Geldik. Unumuşuz sana Hasip’le adres vermeyi... bekledik. — Anladım. Umdunuz, belki belâ savuşur. Baktınız savuşmadı... — Eh... Öyle gibi... -Kara Kemal Bey, elini kaldırıp Gurbet Hala’yı susturdu: -Dinle beni... -Sesi gibi, yüzü de hemen değişmiş, İttihatçıların ürkütücü Küçük Efendi’si oluvermişti: -Aklında mı Hasip’in söylediği adresler?.. Tamam! Hemen gidip Niyazi’yi bulacaksın! Evet, Katil Niyazi’yi... Oturur beklersin, gider dolaşır, sorduklarının karşılığını getirir. Baksın, bir motor uydurabilir mi? Başka haberler var mı, bu iş üstüne? Kimler yakalanmış... Polisin durumu nasıl? Yazılı kâğıt istemez. Aklında tutarsın. Buraya, akşam kararırken dön! Gidip gelirken kolla sağını solunu... En küçük bişeyden kuşkulanırsan, dön git bostana... Mutlaka izini kaybettir. Niyazi’ye giderken kuşkulanırsan, oraya da uğrama... Para getirdin mi? — Getirdim biraz... — İstemezdi. Neyse bırakırsın burda... Giderken götürürsün. Gurbet Hala, bir zaman söylendi, sebep olanlara beddualar yağdırdı. Peygamber postunda oturan koca Âlosman Padişahını koğmuşlar, hoplayıp tahtına kurulmuşlardı. Ne istiyorlardı bunlar, Allahtan belâlarını mı? Gurbet Hala, konağa beklendiğinden çok daha geç döndüğü halde durumu aydınlatacak hiç bir önemli haber getirememişti. — Niyazi’nin dediği doğruysa, ortalık çok karışıkmış... «Her kafadan bir ses çıkıyor, her biri de ötekini tutmuyor» dedi Niyazi... Gittiği adreslerden ikisini bulamamış, üçüncü de yalnız kalamadığı için konuşamamış... «Mavnacılar Kâhyası Osman’dan umut yok» dedi. Yarın başkalarıyla görüşecek... Kimi, «Kırk kişi yakalandı» diyormuş, kimi «Yetmiş kişi...» İçlerinde mebuslar, paşalar da varmış... Niyazi dedi ki, «Bu işi, benim gördüğüm, Terakki Perver Cumhuriyet Partisi’nin sırtına yükleyecekler» dedi, «Böyle derseniz, Küçük Efendimiz anlar, gerisini de bizden iyi bilir» dedi. Gerçek mi? Bilebilir misin, burda otururken Anka’da, İzmir’de olup bitenleri? 19 haziran 1926 cumartesi gazetelerinde İstiklâl Mahkemesi’nin bildirisi vardı. Bu bildiride eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit’le birkaç haydut, Sarı Efe’yle birkaç adamı, bir de İzmit mebusu eski Maarif Nazırlarından Şükrü, suçlanıyor, adları belli kişilerle toplantılar yapıldığından, suikastı, kış aylarında, Ankara’da tasarladıklarından, niyetlerinin hükümeti devirmek olduğundan söz ediliyordu. Gazetelerde Abdülkerim’le Kara Kemal Bey’in adları hiç görülmediği halde, Gurbet Hala’nın Niyazi’den getirdiği haberler inanılmaz olduğu kadar da umut kırıcıydı. — Yakalanan mebusların sayısı yirmiyi bulmuş... Şükrü Bey’le Abidin Bey başta... Canbolat Bey, Halis Turgut Bey, Münür Hüsrev Bey, Arif Bey... "Buna «Ayıcı» derlermiş... «Ayıcı dersin, bilir Küçük Efendimiz» dedi Niyazi... Kara Vasıf Bey’i de tutmuşlar. Kazım Karabekir Paşa’yı da tutmuşlar. Dedi ki Niyazi... «Duyduğum doğruysa, dedi. Başvekil İsmet Paşa, Kâzım Karabekir’i bıraktırmış... Vay sen misin bıraktıran... İstiklâl Mahkemesi, duymasıyla, Başvekilin de tutuklanmasına karar vermiş... — Saçmalama... Olmaz öyle şey!.. — Artık bilmem... Niyazi’nin yalancısıyım ben... Polis müdürünün ağzından işitmiş... — Peki, mahpus muymuş Başvekil şimdi? — Yok... İzmir’e bildirmişler. Gazi Paşa, «Hele buraya gelin de bakarız» demiş... Arkadan İsmet Paşa’ya, «Aman İzmir’e yetişmeye bak» diye haber uçurmuş... — Polis müdürü mü söylemiş bunları hep? — Orasını bilmem. İnanmadım çünkü... Neden mi? Bu Abdülkerim’in de yakalandığını duymuş Niyazi... — Söylemedin miydi beraber olduğumuzu? — Söyle dedin mi? Demedin. — Sağ ol Gurbet Hala... Gitmiş mi verdiğin adreslere? Ne haber? Gurbet Hala, suratını astı. Zaman kazanmak istiyor gibi, başörtüsünü çözüp doladı: — Ak koyun kara koyun nerde belli? Geçitte... Hangi geçitte? Korkulu geçitte... Korkulu geçit nere? Mert ile namerdin ayrıldığı boğaz... Ne denilmiştir. «Mert dayanır, namert kaçar» denilmiştir. — Uzatma! «Olmaz» mı demiş herifler! — Bunlar ne çeşit rezil olmalı ki, yüzbeyüz «Olmaz» desin. «Kendisi bilir, yoluna canım kurban... Ne fayda ki bizim ev kalabalık... Mahdum köleleri küçük... Gizliliği, korkarım, sağlayamayız! Bir hal oldu mu, yanarım kıyamete kadar...» demiş kimi... «Aman ellerini ayaklarını öpeyim» demiş bi başkası... Demiş ki... «Efendimiz bilir. Canımı istesin alsın, (olmaz) dersem namerdim» demiş... Bak bunu beğendim, hiç olmazsa namertliğini saklamamış, merdane söylemiş... Ardından demiş ki, «Kendileri bilirler, yeni damadım, millicinin domuzu» demiş, «Kaç gündür elinde tabanca, vuracak suikastçı aramakta» demiş... «Yeterince para vereyim, para gücüyle bir ver uyduralım» demiş... Niyazi kızmış içinden... «Hele bakalım, gönlünden ne kopacak şu rezilin» demiş, «İyi olur, doğrusu budur. Belayı para gücüyle savuşturmak ne güzel» demiş... Herif sıçramış gitmiş... Gelmez... On dakika, on beş dakika... Niyazi kuşkulanmış, «Para yerine polis-zaptiye mi getirecek?» diye... Yirmi dakika dolarken gelmiş alçak... Hırıl hırıl soluyarak gelmiş... Dedi ki Niyazi, «Ossaat anladım, dedi, herhal para karıdaydı. Vermezlendi. Berikinin de arayıp bulamadığı...» dedi. Uzatmayalım. Elinde bir kitapla gelmiş itoğlu it, «Önce şuna bi el bas ki, Müslüman zagonunca... Ne ben verdim, ne sen aldın... Ne sen beni gördün, ne ben seni» demiş... Sonra, çıkarıp ne verse iyi? Hadi bil bakalım! Hayır bilemezsin, çünkü yüzelli kayma... — Yok canım!..-Kara Kemal Bey gözlerini utançla kırpıştırarak gülümsedi: -Şakalaşıyorsun! — Sen öyle bil... Fazladan kitabı öpmekteymiş ki şapır şupur... — Neden? — Hazırda fazlası olmadığına... Son zamanlar işi kötüye gitmekteymiş gayet... Batmamışsa da batmasına çok bi şey kalmamışmış... — Almış mı Niyazi? — Alır mı? «Madem durum vaziyetiniz bu kadar sıkışık, kalsın. O kadarını biz de buluruz!» demiş. «Bunu unutma sakın» bu bir, demiş... Bi de «Gelene güvenemedim de vermedim» dediğini duyarsam, seni gündüz ortası Galata köprüsünün üstünde yatırır keserim domuz niyetine... Kesmezsem bana da «katil Niyazi demesinler» demiş... — Daha sonraki? — Bak buna sözüm yok. Kara Kemal Bey, bu düpedüz, «Ben korkarım, saklayamam» diyor!.. «Ben alçağım» diye ağlamış da az biraz... «Aferin Hacıağa, uzatmadın, merdane söyledin. Hiç kıymeti yok... Bizde yer kıyamet gibi... Sağol, var ol» demiş, bizim Niyazi... «Bi sevinsin» dedi, «El yıkamak bahanesiyle odadan çıkıp gözetledim» dedi. — Napmış? Kalkmış oynamış mı, «Atlattım teresi» diyerek? -Oynamadıysa da, ellerini uğuşturmuş ki, çürük malı sokup milyon kazansa öyle sevinmez... — Maskaradır inanırım. — En güvendiklerimiz bunlar... Var gerisini hesapla... — Nolacak şimdi? — Bakacak Niyazi... «Meraklanmasın Küçük Efendimiz!» dedi. Bir iki güne kadar bulacak birkaç yer... –İçini çekti: -Aman ayıplamaya gelmez yavrularım. Bu fırtınaya değme yürek dayanmaz. Durumlar korkulu gayet! Dedi ki Niyazi... «Dehşet elverdi millete, bilmiş olsun Küçük Efendimiz» dedi, «Giden gitmekte izi belirsiz... Say ki göke çekilmekte» dedi, «Suçluya suçsuza bakan hiç yok, bunu böyle bilsin» dedi, «Bu 1926 kurban bayramını başka bayramlara benzetmesin! Benim gördüğüm, bu kez koç yerine adam kurban edilse gerek ve de pek çok adam kurban edilse gerek» dedi. — Yok canım... Halt etmiş... Çığ yemeyince... — Hele şuna... Çiğine pişmişine bakan mı var? Nice vezir konakları, paşa evleri, tüccar ardiyeleri basılmaktaymış, hey yavrum! Samatya’daki Sünbüli dergâhı basılmış kurban olduğum... Unkapanı’ndaki Sazlı dergâhı basılmış... Şehremini’nin Salı tekkesini basmışlar, dinsiz farmasonlar, hiç günah dememişler. Gitmişler bizim Bindede dergâhını basmışlar, kötü karı evi basarcasına... Üsküdar’ın Özbekler’i basılmış, ayrıca Şeyhi Ata Efendi hazretlerinin evi aranmış dipten doruğa... Molla Gürani tekkesinde, fazladan, aklı yok bir dervişi ileri geri söylendi diyerek sopalamışlar ki, Allah yarattı dememişler. Ayrıca, Halvetiyeler basılmış, Şabaniyeler basılmış, ermişler sultanı Nakşibendi efendimizin nakşiyeleri bile basılmış delidamları gibi... — Bizim şirketler de basılmıştır öyleyse... Allah vere defterleri, kâğıtları berbat etmeselerdi. — Şirketlere bişey demedi Niyazi... Dur hele... bunlar gâvur desem... Hayır... Fukara gâvurlar da kurtulamamakta bu firavunların pençesinden... — Hangi gâvurlar? — Tüm tekkelerimizi basmakla kudurganlıkları basılmamış, bunların... Gitmişler, Beyoğlu’nun Fransız hastanesini, İngiliz hastanesini de basmışlar. Ayrıca Rum hastanesi, Bulgar hastanesi de basılıyor. Aklım ermedi, neyin nesi?.. — Bizim Hasip’ten haber? — Demedim mi? Başta akıl mı kaldı? Polis Müdüriyetindeymiş... «Meraklanmasın... Çok sıkıştırmadılar» dedi Niyazi... Polis müdürü olacak, diyesiymiş ki, «Ezmeyin boş yere... Benim bildiğim Kara Kemal’in sağ eli, sol elinin ne halt ettiğini bilmez diyesiymiş... Her ne demekse... Boyu posu devrile... 20 haziran tarihli gazeteler, beklenmez bir müjde getirdiler. Mahkemenin üç güne kadar başlayacağı bildiriliyordu. Yakalananlar, Ziya Hurşit de sayılırsa, on beş mebusla beraber yirmi üç kişiydi. Bunların arasında Kara Kemal Bey’in de bulunduğu ileri sürüldüğüne göre, listeye «Yüzde yüz doğru» denemezdi. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi şeflerinden büyük paşalara, hele Kâzım Karabekir Paşa’ya dair iyi-kötü hiç bir haber verilmiyor, «İstiklâl Mahkemesi az kalsın Başvekil İsmet Paşa’yı tevkif edecekmiş» sözünün inanılmaz bir dedikodu olduğu anlaşılıyordu. Muhalefetin büyük paşaları-Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar- gibi, İttihadı Terakki kodamanları -Cavit, Doktor Nâzım, Küçük Talât, Hüseyinzade Kör Ali Bey detutuklanmamışsa. Kara Kemal Bey’in, korktuğu büyük temizliğe şimdilik girişilmiyor, demekti. Durum böyleyse, bu belâyı da savuşturmak umudu büsbütün, aptal iyimserlik sayılmayabilirdi. Mahkemenin başlamasıyla, savanın iddianamesinden, nelerin, nereye kadar meydana çıktığı, kimlerin neyle suçlandığı öğrenilecekti. Bunun sonunda, gidip teslim olmak, suçsuzluğunu ispatlayıp temize çıkmak bile mümkündü. Vakit gazetesi yazarının, suikastı haber veren Giritli Şevki’yle yaptığı uzun konuşmayı, Kara Kemal Bey, bu açıdan dikkatle okudu. Şevki şöyle diyordu: «14 haziran pazar günü. Sarı Efe Edip, bir adamını yollayarak görüşmek istediğini bildirdi. Kuvayı Milliye sırasında Salihli’de Sarı Efe’nin çetesindeyken Çerkez Etem’in adamlarından dönme İbrahim’i vurmuştum. Etem, beni öldürecekti. Sarı Efe kurtardı. Hayatımı kendisine borçlu olduğum için bana güvenirdi. O akşam, Sarı Efe Edip, eve yalnız geldi, memleketin gidişatından yanıp yakıldı. Haklarımızın yenildiğinden söz etti. Oysa hükümet buna, Kuvayı Milliye’deki hizmetlerine karşılık Gâvurköyü’nde çok kıymetli bir çiftlik vermiş, 1150 lira da aylık bağlamıştı. (150 lira olacak diye düşündü, Kara Kemal Bey...) Ayrıca liman işletmesinde de dolgun bir ücretle çalışıyordu. Edip, düzeni değiştirmek gerektiğini, bunun için çok güçlü bir örgüt kurduklarını, Ankara’dan bir eski mebusun geldiğini söyledi, «Bize katılırsan yarın akşam toplanalım» dedi. «Peki» dedim. Ertesi gün, bir bahçede Ziya Hurşit, Edip’in çiftlik kâhyası yedek teğmenlikten emekli Çopur Hilmi’yle buluştuk. Hemen anlaştık. Suikast için uygun yerler gözden geçirildi. Başoturaktaki dar dönemeç seçildi. Suikastta tabancalar ve bombalar kullanılacaktı. Ziya Hurşit bu iş için Laz İsmail, Gürcü Yusuf adında iki adamını İstanbul’dan beraber getirmişti. Ertesi gün, Gazi Paşa’nın gelmeyeceğini öğrenince gidip siyasî polise suikastı haber verdim. Çopur Hilmi beni o gece, İdris’in bahçesine çağırmıştı. Bizim evde buluşmayı ileri sürdüm. Çünkü polisle böyle kararlaştırmıştık. Bu toplantıda, İstanbul’a savuştuğu için Sarı Efe Edip bulunmadı. Buradan çıkan suikastçılar gece yarısı otellerde, evlerde, brovningleri, mermileri, bombalarıyla yakalandılar.» Bu yazıdan Şevki’nin çok şey bilmediği, haber vermekten başka bir hüner göstermediği sonucu çıkarılabilirdi. Yakalandıktan sonra ötekilerin, hele eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit’in sorgularına dair açık bir haber yoktu. «Suikast soruşturması gelişiyor» başlıklı bir yazıda şunlar bildiriliyordu: «Bir ucu İzmir’de meydana çıkarılmış olan suikast teşebbüsü dün, biraz daha gelişmiştir. İzmir’de suç araçları ile beraber yakalanan eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, ikinci sorgusunda suikast teşebbüsünü itiraf etmiş, bu hususta örgüte dair İstiklâl Mahkemesi Savcılığı’na bilgi vermiştir. Bu suretle mahkeme için suçlular hakkında kovuşturma yapmak kolaylaşmıştır.» Günlerdir, kimi gazetelerin çok çekingen değindikleri mebusların dokunulmazlığı meselesi bugün ilk defa söz konusu ediliyordu. Birkaç gün önce hem kardeşini görmek, hem dinlenmek için İstanbul’a gelen Meclis Reisi Kazım Karabekir Paşa, gazetecilerle görüşmüş, Anayasanın 17. maddesindeki dokunulmazlığın cinayet işlerinde, suçüstü varsa kendiliğinden kalktığını, bu sebeple Meclisin olağanüstü toplanmasını gerektiren bir durumun bulunmadığını söylemişti. Abdülkerim, Baylar Rasim üstünde hiç durulmamasına Kara Kemal Bey’in dikkatini çekti, bundan iyimser sonuçlar çıkarmaya çalıştı. Eskisi gibi kalıbını basamıyordu ama, suçu kabullense bile, Ziya Hurşit’in, bütün arkadaşları ele verecek kadar kahpelik edemeyeceğine hala inanıyordu. Kaçaklar için, pek küçük de olsa, umutlu başlayan arefe gününün akşam!, Gurbet Hala, Niyazi’den kötü haberler getirdi. Motor bulmak, deniz yolundan yararlanmak sanıldığından çok daha zordu, hattâ şimdilik enikonu imkânsızdı. En gözüpek, en güvenilir reislerin söylediklerine göre Boğazlar gece gündüz gözetleniyor, küçük büyük bütün tekneler direklerinden sintinelerine kadar santim santim yoklanıyordu. Karadeniz kıyıları gibi, Ege, hatta Akdeniz kıyıları da tutulmuştu. Deniz kıyılarında şüpheli görülenler karakollara götürüldüğü gibi, polise kaçakların kayıkta görüldüğüne dair ihbarlar yağıyordu. Niyazi, Abdülkerim’in, İzmir dolaylarında. Yunan adalarından birine geçmek isterken yakalandığını bile duymuştu. Daha önemlisi, en sağlam İttihatçı sayıldıkları halde çoktandır polise ispiyonluk edenler, rastladıklarına «Küçük Efendi’yi saklıyoruz. Sana selam söyledi. Gerekirse, birkaç gün gizleyeceksin!», ya da, «Küçük Efendi selâm etti, kaçacak, biraz para lazım» diye ağız arıyorlardı. Eski çete reislerinden Erenköylü Şaban bu yüzden yakalanmıştı. Ayrıca, Kara Kemal Bey’in kurduğu, bugüne kadar yürüttüğü Milli Ticaret Türk Anonim Şirketi, Milli İthalâtKantariye Türk Anonim Şirketi, Milli Mahsulât Türk Anonim Şirketi, Zeytinyağı Türk Ticaret Şirketi, Milli Mensucat Şirketi, Milli Ekmekçiler Şirketi, Millî İktisat Bankası müdürlerinin, idare meclisleri önemli üyelerinin, memurlardan Küçük Efendi’ye eskiden beri bağlı bulunan ittihatçıların, tutuklandıkları, çok sıkı sorguya çekilmekte oldukları kesindi. Böylece birkaç gün öncesine kadar para ve insan bakımından sınırsız güce sahip görünen Kara Kemal Bey’in temel dayanaklarından yoksun bırakılmak istendiği anlaşılıyordu. Şimdilik gerçekten güvenilebilecek, minnet duyulacak tek dayanak, Semra Hanım’ın şaşırtıcı korkmazlığı, hiç sarsılmamasıydı. Suikast haberi çıktı çıkalı gazetelerin ağırlaştırarak yaydıkları terörden kılı kıpırdamamış, misafirlerine karşı davranışı zerre kadar bozulmamıştı. Eskisinden daha rahat, daha güler yüzlüydü. Kara Kemal Bey, adının gazetelerde çıktığı günden beri Abdülkerim’in, Semra Hanım’la konuşmasını istiyor, buraya gelirken, böyle bir işe karıştırılacağını kesinlikle bilmediğini, gene de kendisini çok suçlu saydığını, yarın şartlar nolursa olsun çıkıp gideceğini, şimdiye dek gördüğü konukseverliği de ölene kadar minnetle hatırlayacağını hemen bildirmesini söylemişti. Oysa durum böyle bir kabadayılığa katiyen uygun değildi. Doğrusu, olan oldu deyip yer bulana kadar, barınmaya çalışmak, ev sahibinin duyacağı dehşeti anlamazdan gelmekti. Çünkü, Gurbet Hala’nın bostanından başka sığınacak hiç bir yerleri yoktu. Halayı yakalatmaksa, kurtulmayı kesinlikle imkânsız kılmak demekti. Abdülkerim bunu kestirdiğinden Küçük Efendi’nin isteğim günlerdir savsaklıyordu. Kara Kemal Bey biraz önce bunları söylemesini kesinlikle istemişti. Dalgın bekliyordu. Semra Hanım girdi, karşısında yiğitlik, dostluk, hatta analık heykeli gibi şefkatle gülümseyerek durdu: — Abdülkerim... Beyi benimle konuşmaya zorluyormuşsunuz, Kemal Beyefendi... –Asıl adını günlerden beri bildiği halde, yüzüne karşı ilk defa söylüyordu. –Yeni tanışmasak bundan hakaret anlamı çıkarırdım. — Teşekkür ederim... –Hemen kendini toplayıp ayağa kalktı: -Minnettarınızım... Bu tadına doyulmaz borcu ölene kadar taşıyacağım. Yiğitlik ettiniz... — Bırakın şimdi bunları... Burda kalacaksınız... Durum aydınlanana kadar... — Mümkün değil... Rica ederim... Yer çok... Hiçbir tehlike de yoktur, emin olun! — Üstelerseniz, bize güvenmiyorsunuz, diyeceğim. — Aman —hanımefendi... — Çok üzüleceğim... En az sizin duyduğunuzu söylediğiniz minnet borcu kadar... Kara Kemal Bey, bu kez minnetle hiçbir ilgisi olmayan kibar bir eğilişle Semra Hanım’ın elini öptü: — Sağolun efendim. Yaşama gücü verdiniz Çabalama gücü verdiniz bana... * 1926 yılı Kurban Bayramının ilk günü çıkan gazetelerde suikastla ilgili hiç bir aydınlatıcı haber yoktu. İzmir’de, İstanbul’da açık hava toplantıları yapılmış, suikastçılar lanetlenmişti. Çoluk çocuklarıyla beraber bayramlaşmaya gelenlerin sabahtan akşama kadar ardı alınmadığı gibi, bunların içinde yatanlar da bulunduğundan, kaçaklar, dört gün bayramı, Şehzadenin kitap odasında kilitli geçirdiler. Yüksek sesle konuşmayı, öksürüp gülmeyi, kendilerine yasaklamakla bu dört gün gerçek mahpusluğa benzemişti ama, gazetelerin şaşırtıcı haberlerinden kurtulup olayları ölçüp biçmek, değerlendirmek bakımından Kara Kemal Bey’in işine çok yaramıştı. Bu zaman içinde aklından geçirdiklerini Abdülkerim’e hemen hemen hiç açmadı. Eskiden beri, çok konuşmak, düşünmek âdeti değildi. Bu sebeple yakından tanıyanlar, uzun susmalarına alışıktılar. Küçük Efendi’nin başını derde soktuğu için vicdan azabıyla arada bir bunalan Abdülkerim’in kötümserliklerine karşı umutlu açıklamalar yapmış, iyimser görüşlerine hemen katılarak güçlenmesine çalışmıştı. Gurbet Hala da bayramı bostanında geçirmek zorunda olduğundan Kemal Bey’in deyimiyle «Niyazi Gazetesi» de üç gün çıkmıyordu. Eğer bayram öncesi yazıldığı gibi, mahkeme başlamışsa, hiç değilse ölüm tehlikesi atlatılmış demekti. Böyle durumlarda esas olan da buydu. Gerisinin hakkından gelinirdi nasıl olsa... Evet, umut kesilmemişti büsbütün... Bu sebeple hafiften demlenerek, bol bol kurban kavurması yediler, Şehzadenin kötü romanlarını okuyarak uydurma dramlarla enikonu avundular. Bayramdan sonra, -25 haziran tarihli gazetelerle- her şey son boğumuna kadar aydınlanmış, davanın hangi amaca yöneldiği, bu arada kendilerinin gerçek durumu, artık hiç bir iyimserliğe imkân vermeyecek kesinlikle meydana çıkmıştı. Başvekil için Niyazi’nin verdiği inanılmaz haber gazetedeki bildirisiyle aşağı-yukarı doğrulanıyordu. İsmet Paşa’nın bir ara İstiklâl Mahkemesi’yle çatıştığı, temelsiz suçlamalardan çekindiği belliydi. Hemen İzmir’e koşmuş, mebusun sorgusunda bulunmuş, suçlamaların temelsiz olmadığını görmüştü. Resmi bildiri, büyük paşalarla beraber eski Maliye Bakanlarından Cavit Bey’in de tutuklandığım gösteriyordu. Baytar Rasim de yakalananların arasındaydı. Belli ki, itiraflar panik halinde biribirini kovalamış, en babayiğit sanılanlar, bunca yıllık dostlarını ipe gönderecek suçlamaları, yüzleştirmelerle bile değiştiremeyecek kadar çökmüşlerdi. Böylece, araştırılacak hiç bir şey kalmamış olduğundan yargının, 27 haziran pazar günü İzmir’in Elhamra Sineması salonunda açık olarak başlayacağına inanmamak için sebep kalmıyordu. Abdülkerim, bir insanın uğrayabileceği hayal kırıklığının en dehşetlisine tutulmuştu. Böyle bir çözüntüyü bu kadar güvendiği arkadaşlarına yaraştıramıyor, havsalasına aldıramadığını gösterir bir kıvranışla, «Nasıl yıldılar böyle... Nasıl bittiler?» diye dolanıyordu. Debelenmesinin asıl nedeni, tertipçilerin başında bulunduğunun kesinlikle anlaşılmış olmasındandı. Ortalık kararırken Gurbet Hala’nın Niyazi’den getirdiği birkaç haber, Kara Kemal Bey için artık, bu işde merak edebilecek hiçbir nokta bırakmadı. Niyazi’ye göre, Ankara Valisi, bu suikasttan aylardan beri haberli olduklarını, Ziya Hurşit’in adım adım izlendiğini, elde birçok belge bulunduğunu söylemiş, ayrıca Konya mebusu Refik Bey de, böyle bir suikast hazırlandığını hükümete çok önceden bildirmişti. Gazi Paşa’nın Ziya Hurşit’i yanına istediği de gerçekti. İlk görüşmede iftiraya uğradığını söyleyen Ziya mahpusanede ne düşünmüşse düşünmüş, ikinci görüşmede Cumhurreisine, arkadaşlarından hiç birini korumaya lüzum görmeksizin her şeyi olduğu gibi anlatmıştı. Şimdilik suç ortakları tarafından yüzlerine karşı, madde madde suçlandıkları halde, inkârda sonuna kadar direnenler İzmit mebusu Şükrü Bey’le Saruhan mebusu Abidin Bey’di. Her zaman olduğu gibi, gene gıravatlılar dayanmış, dinden silâhı, dilinden adam vurmayı düşürmeyen kabadayılar hiç utanmadan köpeklemişti. Buraya geldiklerinden beri ilk defa, akşam yemeğinde, dalgınlığa kapılmamak için kendilerini zorlamadılar, birkaç lokmadan sonra Selma Hanım’dan özür dileyip kalktılar. Şehzadenin kitap odasında, ikindi üstü açtıkları Yunan konyağı şişesi olduğu gibi duruyordu. Abdülkerim kapıyı kapatıp doğru gitti, kadehleri doldururken ağlamaklı bir sesle tekrarladı: — Aklım almıyor Kemal Abi... Deli olmak işten değil... Arslanları ağızlarında getirir kabadayılardı bunlar...