19 Ekim 2015 Pazartesi

öykü türü

Öykü


“Hikâye, bir olayın betimlenmesi imiş! Hayır değil... Şimdi hikâye bir olayın betimlenmesi olmaktan çok bir duygu tablosu sayılıyor.” (Halit Ziya Uşaklığil)

Öykünün (hikâye) tanımları:
1. Bir olayın sözlü ya da yazılı olarak anlatılması.
2. Aslı olmayan söz, olay.
3. Ayrıntılarıyla anlatılan olay.
4. Gerçek ya da tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü.
5. Belli bir zamanda ve yerde az sayıda kişinin başından geçen, gerçeğe uygun olaylar anlatılan ya da kişilerin karakteri çizilen roman türünden kısa yapıt.

Bu tanımlardan 5.si hikâye türünün tanımıdır. Hikâye türü 4. ve 1. tanımları da içerir.
Hayatın dar bir bölümünde, olmuş ya da olması mümkün olayları anlatan yazılardır.
Öykü bir gözlemden, izlenim ya da tasarımdan yola çıkarak bir olayın, bir durumun, bir kesitin bir anın anlatımıdır.

Özellikleri:

İnsana ve insanın yaşamına dair her şeyin belli bir zaman, mekân kavramı ekseninde yeniden tasarlanarak anlatımı öykünün baş özelliklerindendir.
Hikâyede şahısların önceki hayatları uzun uzun anlatılmaz, olaylar ayrıntılarıyla anlatılmaz.
Hikâyede de romanda olduğu gibi olay, yer, zaman ve şahıs unsurları vardır.
Öykünün insan yaşamının özüne dair ilk temel bilgilerin, olayların, olguların, durumların, anların vb. aktarımında önemli bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz.

Tarihçesi:

Öykünün yazınsal bir tür olarak seçilişi, insana ve yaşama ait bir şeyleri anlatmada bir araç olarak görülüşünden sonra gelir. Araç olma durumu, denilebilir ki ilk nüvesini oluşturur. Sonrası aşama aşama gelişir. İvmesini de sözlü gelenekten alır. Sözle anlatılanların aktarımıdır bunlar da.
Bütün bu oluşumlar ve gelişmeler, dünya yazınını biçimlerken, bizdeki ve Doğu’daki geleneği de epeyce ötelere, destanlara, Bin Bir Gece Masalları'na, Nasrettin Hoca fıkralarına, Dede Korkut ve meddah hikâyelerine uzanan öykünün daha çok “hikâye anlatma” geleneğinden doğduğunu görürüz. Bu geleneğin tarihi ise eskilere dayanır. Yazıya geçirilmiş hikâyelerin (Battal-name, Letaif-name, Danişmend-name, Anter-name, Tuti-name, Hamza-name, Ebu Müslim ve menkıbeler) buna kaynaklık ettiğini söylemeliyiz.
Öykünün, edebiyatımızda, Emin Nihat'ın Müsameretname'sine (1872) gelinceye kadar, zengin bir geçmişi var. Müsameretname'de yer alan yedi öykü bütünüyle geleneksel anlatım özelliklerini içermekle birlikte, öyküleme, kişi, olay, yer, zaman ögelerinin bir arada vermesi bakımından, yazınımızda, öykünün Batı yazını etkisinde (Decameron Hikâyeleri) yazılmış ilk örneğidir.

1900'lü yıllara gelindiğinde, başlangıçta bu alanda pek yol alındığı söylenemez. Otuz yıllık süreçte Ahmet Mithat'ın (1844-1912) Letaif-i Rivayat (1870-95) dizisindeki "kıssadan hisse" öykülerinin yanı sıra, Samipaşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem, Nabizade Nazım, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi yazarların ürünlerine rastlarız.
Değişim süreci kıpırtılarının yaşandığı bir dönemdir. Yazınımızın Batı'ya dönük yüzü, alış verişi yeni kazanımlar getirir. Ama bunun daha da önemlisi, uluslaşma bilincinin eyleme dönüşmesiyle, "yeni edebiyat" anlayışının ortaya çıkışıyla yazınımızda yeni bir boyut açılır. Ömer Seyfettin ve arkadaşlarınca (Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem) başlatılan bu edebi hareket kısa sürede kabul gören düşünce hareketine dönüşür. Bu grupça Selanik'te çıkarılan "Genç Kalemler" dergisiyle, bir anlamda, bu hareketin öncülüğünü yapmaktadırlar.
Ömer Seyfettin, dergide yer alan, bu atılımın manifestosu sayılabilecek "Yeni Lisan" yazısında, "millî ve tabiî bir lisanın kaçınılmazlığını vurgularken, millî edebiyatın da ancak yeni bir lisanla olabileceğini dile getirerek şöyle der: "Şimdi yeni bir hayata, intibah devresine giren Türklere yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları, içindeki lüzumsuz ecnebi kaidelerdir. Evet, şimdi lisanımızda Arabî ve Farsî kaideleriyle yapılan cem'ler, terkib-i izafi, terkib-i tavsifi, vasf-ı terkibiler yaşadıkça saf ve millî addolunamaz. Bu lisanı kimse anlamaz." (1911)
İşte bu düşüncelerle yola çıkılarak başlatılan atılım, öykücülüğümüzün gelişiminde çağdaşlaşmaya dönük ilk örnekleri getirir. Bunu da ilk önce Ömer Seyfettin'in öykülerinde görürüz. Sonra Memduh Şevket Esendal, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, F. Celalettin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Osman Cemal Kaygılı, Selahattin Enis, Kenan Hulusi, bu yönelimde, memleket gerçeklerini dile getiren ürünler verirler. Andığımız yazarlar, bu dönemin, ilk öykücüler kuşağını oluşturmaktadırlar.

Öykü ve Dil

Öykü, bir dil yaratmanın en temel biçimidir. Öykü bir gizdir (muamma); roman ise bir tür bilmece ya da bulmacadır. Düşüncesi; gizin örtük yanının dilde yattığını imler bize. Çünkü öykü, en az sözle çok şeyi yoğunlaştırarak anlatmaktır. Bu bakımdan dil bilincinin başlı başına ortaya çıktığı türdür öykü. Sınırlayıcıdır, dilsel çabanın kaçınılmaz biçimde yaratı evrenini biçimlediği bir türdür öykü. Bu bakımdan, dilin kurallarını en iyi işleyebilen yazınsal tür olarak da nitelendirebiliriz.

Öykünün Teknik Sorunları

Kısa öykü, içinde her zaman bir hikâyeyi barındıran bir terimdir ve iki koşulu yerine getirmesi gerekir: Boyutların indirgenmiş olması ve sonucun vurgulanması. Öykünün klâsik kuralları (giriş, gelişme, sonuç; yer, zaman, olay, kişi) bugün parçalanmıştır. Ama yine de yazarın imlediği yan, birçok öyküde temel biçim olma özelliğini korumaktadır. Kısa öykü, uzan öykü ayrımını belirleyen özelliklerin başında amaç ve kurgu gelmektedir. Neden-sonuç ilişkisi, olay örgüsü, kişiler, öykülüme biçemi en temel öğe ve sorun olmaktan çıkmaktadır. Olay, durum, kesit öyküsü yazabilmenin koşulu; öykünün en temel yazı biçimi olduğunu bilmektir. Bu da, ister istemez, bir öykü yazarını bu temel biçimin özelliklerini bilmeye itmektedir. Bir insanın anlatacağı çok şey olabilir. Neden ve nasıl anlatması gerektiğini bilmesi ise işte bu türün teknik özelliklerini bilmekle başlar. Bunun için de öykü metinlerinin yanı sıra bibliyografyada adlarını andığımız kitapları okumak bu açıdan bir anahtar niteliğindedir.

Öykü 1900

1879 yılında Ahmet Mithat'ın Kıssadan Hisse’sini, Letaif-i Rivayat’ını, Emin Nihat'ın Müsameretname'sini görmekteyiz, geleneksel hikâye anlayışıyla yazılmış ilk örnekler olarak.
Edebiyatın bu zaman diliminde geçirdiği evrelerin (Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati) öyküyü yeni yüzyıla hazırladığını pek söyleyemeyiz. İlk girişimler, ilk örnekler gelir: Nabizade Nazım, uzun öyküsü Karabibik'te bir ilki gerçekleştirir: Anadolu'yu, kırsal kesim insanının yaşamından kesitleri yansıtır. Samipaşazade Sezai, Küçük Şeyler'le, Batı etkisinde yazılmış ilk öykü örneklerini verir; ardılı dönemde de etkili olur. Halit Ziya Uşaklıgil ise, öykü türünün 20. yüzyıla taşıyan ikinci addır. Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bu muydu?, Hayhat, Nakıl, Küçük Fıkralar kitaplarıyla yüzyılın önünde durur. Yüzyıla ilk adımda, gene bu iki adın kitaplarını görürüz: Rümuz-ül Edep (Samipaşazade Sezai), Bir Yazın Tarihi (Halit Ziya).
Halit Ziya'nın, roman ve öykü türünde kalıcı yapıtlar kazandırma çabasını pekiştiren bir başka yanı da araştırmacılığıdır. 1887-1888 tarihlerinde Hizmet gazetesinde yayımladığı bir dizi eleştiri yazısını, 1892'de Hikâye adıyla kitaplaştırır. Öykünün ve romanın, yeni yüzyıla girerken, Türkçede yazılmış tek karşılaştırmalı eleştirel kitabıdır. Bunun, Halit Ziya'nın edebiyattaki açılımlarını, ufkunun genişliğini gösteren bir yanı vardır.
Halit Ziya, bu kitabıyla, öykü ve roman yazarlarına bir pencere açar. Kaygılarını ise şöyle dile getirir: "Şimdi, üzülmemek nasıl mümkün olur ki, diğer milletlerde bu kadar önemli sayılan, bu kadar seçkin bir yer tutan, insanlara, insanları tanıtma görevini üzerine alan hikayeler bizde masallar ile bir tutuluyor. Evet, nasıl üzülünmez ki Batılıların son derece yücelttikleri bu edebî tür bizde henüz çocuk çağında."
Halit Ziya, romanda olduğu gibi, öyküde de 20. yüzyıla geçişte ilk etkileyici addır. Öykü üzerine düşünceleri kadar, öykülerinde yansıttığı insan gerçekliklerini anlatma biçemiyle de ilgi çekicidir.

Edebiyatımızda Öykü Yüzyılı

Öyküde Ömer Seyfettin, Memduh Şevket Esendal, F. Celâlettin, Refik Halit Karay, yerli edebiyat ve yerli öykünün öncüleridirler. Nasıl ki; önceki yüzyılda Ahmet Mithat Efendi, Emin Nihat, Samipaşazade Sezai, Halit Ziya Uşaklıgil kuruluş döneminin öncüleriydiler, öyküye yeni açılımlar getiriyorlardı; bu yüzyılın başlangıcında da belirleyici adların bunlar olduğunu söyleyebiliriz. Bir bakıma da, çağdaşlaşma yolundaki ilk adımlar bu süreçte (1911-1930) gelir. Toplumun yeniden kuruluş dönemine tanıklık, öyküyü daha işlevsel kılmıştır. Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Osman Cemal Kaygılı, Selâhattin Enis, Kenan Hulusi Koray, Sadri Ertem, Bekir Sıtkı Kunt öyküde böylesi bir amacı güderler. Geçiş sürecine tanıklık.
Toplumu tanıma, anlama, tanımlama, bu süreç sonrası öykücüleriyle gerçekleşir diyebiliriz. Öykünün topluma, insana dönük yüzünün giderek etkin olduğu; öykü estetiğinin sürekli gözetildiği bir dönemdir 1930’lu ve 1950'li yıllar. Öykü, türsel olarak da, gerçek kimliğine kavuşur. Kuşkusuz, bunda, çeviriler döneminin, aydınlanma düşüncesinin etkinliğinin payı var.
Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, türün yüzyıldaki önemli iki adı olarak öne çıkarlar. Yerli hikâyenin yeni yüzyılda tanımını yapabileceğimiz örnekleri verirler. Öyle ki; bu yüzyıla taşan kalıtın başlı başına iki adı, öykü coğrafyamızdaki iki farklı yönelimin ustası. Onların yanı başında ise Oktay Akbal, Orhan Kemal, Haldun Taner, Aziz Nesin'i görmekteyiz. Kısa öykünün tür olarak yaygınlığı, etkinliği; işledikleri konu ve temalarla bu türü zenginleştirici kılmaları göz ardı edilemez elbette.
1950 kuşağı öykücülüğünün yüzyıla damgasını vurduğunu söylemek hiç de abartı sayılmamalı. Öykü, tür olarak, eğer yeni yüzyıla taşınacak ise bu kuşakla olacaktır o da. Bilge Karasu öyküsü 21. yüzyılda anlaşılacaktır. Vüs'at O. Bener de bu yüzyıla uyarılar getirdi, ironisi, kara mizahıyla. Öyküye yeni bir biçem verdiler. Tahsin Yücel, Nezihe Meriç, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Demir Özlü, Onat Kutlar, Erdal Öz, Ferit Edgü, Demirtaş Ceyhun, Feyyaz Kayacan, Leyla Erbil bir kıyıda; Necati Cumalı, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Muzaffer Buyrukçu, Tarık Dursun K., Erhan Bener, Zeyyat Selimoğlu öte kıyıda imlediğimiz zenginliği bu yüzyılda var ettiler.

Öykünün Altın Çağı

Öykü, altın çağını 1960’lı ve 1970'li yıllarda yaşadı. Toplumsal yapıdaki değişme, zaman ve hızın buradaki belirleyici dinamikleri öykünün önünü açmıştır. Çevirilerin, dünyaya açılmanın, dünyayı tanıma ve yorumlamanın öykücülüğümüzün zenginleştirici ve geliştirici boyutları olmuştur. Füruzan, Bekir Yıldız, Sevgi Soysal, Necati Tosuner, Tomris Uyar, Selim İleri, Hulki Aktunç, Nedim Gürsel, Adalet Ağaoğlu, Selçuk Baran, Ümit Kaftancıoğlu, Osman Şahin, Necati Güngör, Ayşe Kilimci, Nazlı Eray, İnci Aral yeni hikâyenin yeni yüzleri olmuşlardır.
Ayla Kutlu, Nursel Duruel, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, Sulhi Dölek, Feride Çiçekoğlu, Mahir Öztaş, Cemil Kavukçu, Ahmet Yurdakul, Ülkü Ayvaz, Ahmet Önel, Buket Uzuner, Mario Levi, Jale Sancak, Ayfer Tunç, Ali Balkız, Mehmet Güreli, Murathan Mungan'ın öykünün, yeni kuşaklar adına, yeni yüzyıla taşıyıcısı olabileceklerini düşünüyorum.

1999'da Öykü

Bilge Karasu: Lağımlaranası ya da Beyoğlu, Öteki Metinler.
Komşular: Tahsin Yücel. Beş öykünün yer aldığı kitap... Toplumdaki çözülme, yozlaşma, değişim ve yabancılaşmanın bireylerin dünyalarına yansıları. Bunların da ironik biçimde anlatımı. Öyküsünün ana damarını hiçbir zaman bırakmadan, kente dönüş, bakış...
Ferit Edgü: İşte Deniz, Maria
Muzaffer Buyrukçu: Dumanı Tüten Çay Gibi
Peride Celal: Melâhat Hanım'ın Düzenli Yaşamı. Değişenle çözülenen, yozlaşmayla gelenlerin tarumar ettiği hayatlar...
Attila İlhan: Yengecin Kıskacı. Dört uzun öyküsünde... Öykülemeden uzaklaşarak, görselliğin ağır bastığı bir tipleme, olaylama ve kurgulama tekneğini yeğlemek...
Muzaffer İzgü: Herkese Bir Yastık'la bildik gülmece çizgisini sürdürüyor. Gülmecenin çağına tanıklık işlevini sergileyen öyküler yazıyor, İzgü. Açık, anlaşılır, kolay okunabilen öyküler her biri.
Hüzün ve Tesadüf: Mustafa Kutlu'nun sır yüklü yeni öykülerini getiriyor. Hayata, insanın yaşadığı burukluklara bir simyacı gibi yaklaşıyor. Ayrıntıların var ettiği bütünlüğün arka planlarındaki çözülmüşlüklere, dostluklara, sevgi kıpırtılarına, değişimlerle gelen hüzün ve sevgilerin yüzümüzün aylasında ışıyan anlamlarına yolculuğa çıkarıyor. Usta işi öyküler yazıyor, Kutlu. Olabildiğince yerli, olabildiğince insancıl bir bakışla taçlandırıyor anlatısını. Kısa öykünün yoğunluğunu dilde yalınlaştırıyor, damıtılmış sözcüklerle sırlı bir dünya sunuyor bizlere. .
Füruzan: Sevda Dolu Bir Yaz ile öyküsünün yeni kapılarını açıyordu. 1950'li yılların İstanbul'una götürüyordu. Yaşama kültüründeki zenginliklerin pastoral renklerini sunuyordu. Ait olunan yerin anlamı, yaşamı sarmalayan değerlerin var ettiği insan ilişkilerinin güzelliği buruk, içli bir biçimde kitabın üç öyküsünde yer ediyordu. Bugünde yaşayan geçmişin kapıları açıyordu okura. “Bu hayatlar şunları, şuralarda yaşadı” dercesine bir duygu atmosferi kuruyor. Değişenin ne olduğunu, neden olduklarını gösteriyor, Füruzan. Öyküsünün sıcaklığı, içten anlatımı her dem yanı başınızda.
Burhan Günel: Çiçekler Korunağı'nda toplumdaki çalkantıların insan ilişkilerine yansıları duyarlı biçimde işliyordu.
Murathan Mungan, Üç Aynalı Kırk Oda: Altıncı öykü kitabı. Üç uzun öykünün yer aldığı...
Cemil Kavukçu, Dört Duvar Beş Pencere: Ait olduğu dil coğrafyasının kapılarını sonuna değin açıyor. Yerin anlamı, kişilerin gerçeklikleri öylesine renkli, öylesine canlı ki...
Jale Sancak, Hayatın Bu Yakası: Beşinci öykü kitabı. Sancak, bu kez de hayatın kanayan yanlarına uzanıyor. İncinen, buruk yaşayan, savrulan insanların öyküsünü kuruyor. Geçip gidenin ardında bıraktıkları; insan ilişkilerindeki açmaz, yalnızlık, yabancılık. Savrulmaların, tükenişlerin öyküsü. Bir bakıma, Sancak, hayatta bunların karşılıklarını arıyor.
Ali Balkız, Dil Bağı: Yedinci öykü kitabı... Topluma, insan ilişkilerine tanıklığı önceliyor. Ama ayrıntıların yaşamı besleyen yanlarını yalın biçimde anlatıyor. Üstelik yepyeni bir dil yakalamak çabasıyla yapıyor bunu da.