7 Ekim 2015 Çarşamba

hüseyin rahmi gürpınar - efsuncu baba


HÜSEYİN RAHMİ VE ESERLERİ
Hüseyin Rahmi Gürpınar 1864 yılında istanbul'da doğdu. Babası, Sait Paşa adında
bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti,
öğrenimini, Mülkiye Mektebi'nde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) tamamladı. Kısa bir
zaman memurluk yaptı. 1908'den sonra gazetecilikle ve romanlarının geliriyle
geçindi.
ilk romanını on iti yaşındayken yazdı, ilk yazısı «istanbul'da Bir Frenk» adını
taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayınlanmıştı. Ahmet Mithat
Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı «Şık» Tercüman-ı Hakikat gazetesinde
tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
ömrünün sonuna kadar romanları ve hikayeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya
sevdiren Hüseyin Rahmi'nin kişiliğinde açık bazı noktalar vardır: istanbul'un
konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün
romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak, gerçekçi çığırda yürümüştür.
Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca
özelliğidir. Duyguludur. Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir
yana bırakarak, felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında
Ortaoyunu ve Karagöz'ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında
istanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada'daki köşkünde
ölmüş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
Atlas Kitabevi, büyük romancının 100. doğum yıldönümünde bütün eserlerini seri
halinde basarak, Türk milletine sunmaya karar vermiş bulunuyor. Büyük halk
romancısının eserlerin¬
deki konular ve kişiler her zaman canlı ve taptaze kalmıştır. Ancak, aradan geçen
uzun yıllar içinde, dil bakımından, bugünkü kuşakların kolayca anlayamayacağı
duruma gelmişti. Sayısı elliyi aşan bu romanları seri halinde yeniden yayınlamayı
kararlaştırdığımız zaman, bu eserleri, yetkili kalem sahiplerine bugünün diline
aktartmayı da öngördük. Bu sadeleştirme işinde «Kendisi sağ olsaydı, bugün nasıl
yazardı?» düşüncesi, ölçü olarak kullanılmıştır. Mustafa Nihat özön, Ta-hir Nejat
Gencan ve Zahir Güvemli'den meydana gelen bir kurul bu işi üzerine almış
bulunuyor.
EFSUNCU BABA ilk defa 1924 yalında yayımlanmıştı. Tahir Nejat Gencan eliyle
bugünün diline aktarılmıştır.
I
ADINA «Devr-i dilâra»1 diyip de bugüne değin hiç bir güler yüzünü
görmediğimiz zamandan önce Pazlıpaşa'daki Binbirdirek'te kazazlar ipek, iplik
eğilirlerdi.
Bin bir direk! sayan yok ya... Bu sayıda pek mübalâğa olsa gerek... Gerçeği anlamak
için bu sütunları saymak, saydırmak niyetinde değiliz. Merak edenlerin keyiflerine de
www.cizgiliforum.com Sayfa 1
karışmayız... Bu rutubetli tarihî mahzenin loş serinliği içine iki Ermeni delikanlısı
elemgelerini2 kurmuşlar, iplik eğiliyorlar. Dünyadan çok ahret ortamına giren, yarı
karanlık bu geniş çukurların içindeki tekdüzen işlerinin usancını dağıtmak için
boğazlarını yırta yırta şarkı söylüyorlar. Fakat ne bestede usul var, ne güftede
anlam...
Agop, Kirkor'a karşı üstünlük taslamaktadır. Kirkor durmadan:
Zo bana n'oldu ben bilemem Eski halime hiç göremem.
1) Devr-i dilâra: Gönlü süsleyen, hoşlandıran çağ (II. Abdül'hamit'in zamanını
övmek için kullanılırdı.)
2) Elemge: Çile halindeki ipliği yumak yapmak veya masuraya sarmak için,
üzerine geçirdikleri kafes dolap şeklinde hafif aygıt, ki dik bir eksene geçirilmiş
olduğundan iplik elen-üikçe döner.
(Türkçe Sözlük)
gibi meyhane bayatı bayağı şeyler okur. Agop, Dede Efendi, Nikoğos Ağa gibi
ustaların ağır şarkılarını ırla-mak merakındadır. Agop'un Artin Ağa adında bîr
«hanende» komşusu vardır. Bu merak kendisine oradan geliyor. Her akşam,
pencereden komşusunu dinler. İşsiz-gecelerini Artin'in meclisinde geçirir.
Usulünden, düm tekinden, ara sıra da mezesinden, birkaç tekinden yararlanırdı.
Hanende Artin'in dersinden dönüşünde arkadaşı Kirkor'a taze taze parçalar geçtiği de
olurdu.
O sabah iki arkadaş yüzlerce yıllık tonozların altında elemgelerini çevirirlerken her
günkü ahenklerine giriştiler. Hayli bağrışıp çağrıştıktan sonra Kirkor:
— Ahbar, ağır usta işi kıyak bir şarkın yoktur?
— He vardır.
— Senin içinde olan bir şeyden ben ne zevk duyarım M. Bırak dışarı çıksm...
Keyflenelim.. Haydi oku...
Bu öneri karşısında Agop'un göğsü kabardı. Elinde-artık parmaklarını yakacak kadar
küçülmüş cıgarasım yutacak gibi son bir iştahla sıkı sıkıya birkaç kez daha çektikten
sonra:
— Okuyacağım, lâkin badava olmaz...
— Bu akşam Şandıkburnu'nda altık bir tek düz ikram ederim...
— Kulakların da ikramın kadar büyük olsun...
— Zo, haydi biçimsizlenme... Zırlayacaksan zırla,.
— Sen babanı zırlat Ahbar...
— İrahmet olsun canına... Babam senin kadar mu-ziki bilmez idi ki...
— Hangi baban? Uzun kulaklı... semerli...
— Be haydi oku... Bütün geçmişine okurum şimdi...
— Dün akşam bulamaç yedin? Ne yedin? Ağzın çoktatlılaşmış...
— Ağzının tadını veririm şimdi...
EFSÜNCU BABA
— He ağzından bal, şeker akor...
www.cizgiliforum.com Sayfa 2
— Dün akşam benim nerede olduğumu bile idin neden bu kadar ballandığımı hıp
deyi ağnar idin...
— Nerede idin? Dün gece yine dostuna gittin?
— He... Lafı işte tastamam üstüne vurdun.
— Bir Ermeni'nin bir Rum karısına bu kadar kıyak alâka koyması iyi mana değildir.
Çakarsın Agop?..
— He bulursam çakarım...
— Boş laf etme... Bu iş için sana bin öğüt vermişim. Bu koca kellen keme sıçanının
kafasına benzeyor. Oraya hiç bir laf girmeyor...
— Yine nazik bir söz ettin. Keme sıçanmınki dünyadaki kafaların en sertidir
sanırsın?
— Şimdi serti yumuşağı bırak... Okuyacaksın?
— Altık gönlüm oldu... Okuyacağım...
— Haydi oku, köpek boku...
Agop, dilinin ucuyle dişlerinin arasından tükrüğü-nü fıskiye gibi karşıya fırlatır.
Sesini açmak için birkaç kez öksürür. Sonra ağır bir makamla başlar:
Meyhane mi bu? Bezm-i kerhane-i Acem mi? Tulum peyniri mi? Yoksa eski kaşer
mi? Satılmış Libada'da bostanı CemaPın Eşek çimenistanda hiç hıyar yer mi?
Kirkor bütün alaycılığıyle:
— Çüş oğlum Agop, karşımda durmuşsun, ne biçim laflar ediorsun? Hiç böyle ağır
şarkının içinde eşeğin, hıyarın yeri olur? Bunlar edepten dışarı lâflardır.
Ustan Artin Ağa sana bu şarkıyı böyle merkep ile, hıyar ile geçti?
Agop birden kızarak:
— He ne söylesen hakkın var. Ben de durmuşum da
senin gibi yavan, hışır bir herife ince makamdan beyit
okordum.
— Patlıcan tavası gibi birden parlama öyle... Ayıp değil, ağnamadım... Tulum
peyniri, kaşer peyniri, hıyar... Karnın acıktı? Ne oldu? Kerhane, meyhane... işin
içinde yalnız tarator eksik... Onu da ben koyayım tam
olsun...
— Senin taratorun girmedikten sonram zaten lafın tadı gelmez... Bilirim: Baban eski
piyazcıdır...
— Beni meraka koydun... Artin Ağa sana bu şarkıyı bu okuduğun biçimde... Tıpkı bu
tonada geçti?
— Yok tıpkı böyle değil...
— Meyhaneyi, kerhaneyi, hıyarı, eşeği sen uydurdun?
— He canım dur... Biraz dinle ki ağnadayım...
— İşte durdum. Lafını bekleyorum...
— Artin, bu şarkıyı bir Türk (hanende) sinden almış, kendi mecmuasına Ermenice
harflerle yazmış... O ki mecmuasını açıp da bana bu şarkıyı okudıysa bunun (köfte)
sinden ne ben bir şey ağnadım, ne de Artin kendisi ağnadı... Kendimizi çok
zorladık. Mana çıkma-yor. Düpedüz mefhumsuz bir şeydir... Sonra bu (köfte) yi ben
de defterime geçtim. Eve geldim. Sabahacak uğraştım. "Beyitleri ancak be ancak bu
www.cizgiliforum.com Sayfa 3
kadar gustosuna koyabildim... İşte nihayet şimdi bir şey ağnaşılıyor. Şu-aralık1
kazazlığa benzemez. Pek zorluklu ince bir iştir. Şöyle edersin lafın nafiyesi
bozulur. Böyle edersin söz teraziden düşer. Sağa kaçarsın olmaz. Sola gidersin
uymaz. Elmas işleyen bir kuyumcu dikkatiyle her lafı tartarak, kantarlayarak
tastamam yerine çivi gibi mıh-lamalı. Şimdi bu şarkının aslında meyhane vardır.
Ker-
1) Şairlik.
hane vardır. Eşek, bostan, hıyar, peynir, çimenistan hepsi mevcut... Fakat bu işi ilk
eden hımbıl şuara hiç bir lafı yerine koymayı bilememiş. Bütün mefhumsuz sözler,
çardağından sarkan tohumluk asma kabağı gibi biçimsiz biçimsiz tepe aşağı sallanor.
Yaraşığıyle cümlesinin makamını bularak birer birer yerlerine oturttum. Şarkıda eşek
vardır. Ahur yoktur. Gel babana selâm söyle... Zo bu hayvanı ben nereye sokayım?
Bostana koydum. Beyit gustosundan düştü. Araya bir de koca bir hıyar yerleştirmiş.
Bunu kim yiyecek? Nihayet naçar kaldım. Uydu uymadı hıyarı merkebe yedirdim.
Laf teraziden düştü. Düşmedi işte bu işi böyle ettim.
— Pek güzel etmişsin...
— Hıyara yer bulduk. Şimdi meydanda koca bir eşek kaldı. Bu meret hayvanı
zırlatmadan nereye koysak acep? Meyhaneye götürsem olur?
— Çüş ol Agop... Eşek meyhanede ne yapacak? Gazel bağıracak? Bırak ki orada
eşekten beter zırlayanlar vardır. Fakat sözüm ona sanki onlar işte insandır. Eşekle bir
ağaz olmak istemezler... Kişizadelikleri bozulur... Sen bu hayvana şimdi münasip bir
yer bul...
— Zo buldum. Bu eşek beni zor ile şuara yaptı. Onu çimenistana koydum.
— Gustosunda bir iş ettim sanorsun? Bu hayvan bülbüldür? Yahut öten ve şarkı
bağıran bir kuş cinsin-dendir ki çimene koydun?
— Koyunca alacak değilim ya ahbar? Elbette bir tarafa sığdıracağım... Ben onu
çayıra saldım. Nazik nazik öterek otlasın... Şimdi bakalım şarkıda vezneye, tartıya
sığmayan başka aygırı laflar var?
— Tulum peyniri, kaşar peyniri, bunları kilere, yoksa dolaba koyacağız?
12
EPSUNCU BABA
— Onlar kolay, hiç bir yer bulamasam karnıma kordum. Biraz da ekmek olursa
hıyar ile iyi kaçar...
— Agop, zevzekliği bırak. Bu şarkıda koca eşek mide bozor. Bu hayvanı ondan
bütün bütün çıkarsak olmaz?
— Şarkının kadrosundan dışarı edeceğiz?
— He...
— Bu olamaz ahbar. Biz bu işi Artin Ağa ile çok düşündük. Artin'e merkebi laftan
dışarı edelim dedi isem bilirsin bana ne cevap etti?
— Söyle ki bileyim...
— Eski Osmanlı şuarasının merakıdır. Her şarkıya bir eşek bağlarlar... Bunun da
birçok meselasmı getirdi. Okuyayım da dinle!
www.cizgiliforum.com Sayfa 4
(Eşek) çeşmim hazretinle bıngır bıngır ağlayor., Langa'nın bostan dolabı, matem ile
çağlayor
Sonra efendim:
ve
(Eşek) elemi çekme gönül nafile şeydir Hep ah edip zırlarsın gönül eşeğim durmaz.
Ve daha böyle eşekli beyitler bin tane vardır. Hepsini bir araya toplasan koca bir
kervan olur. Ahurlar almaz... Zo bu ne meraktır? Ne gustodur. Artin Ağa ile çok
düşündük. Şuara lafına hiç akıl erer ahbar? Herif anzorotu yutmuş. Kafayı tutmuş,
fikrine ne ki geldiyse laftır deyi meydana koymuş. Sen ben söylesek kimse kulak
asmaz. Lafımıza on para veren olmaz. Agop'u, Kirkor'u kim alır? Kim satar? Dinle
beni ki biraz edep olasın.
EFSUNCU BABA
13
— İşte dinleyorum. Sen de lafa bir başladın mı kafa patlatırsın. Ne ise devam ol...
Dinleyorum...
— Artin Ağanm defterini başından dibinecek muta-lea ettik. Eski derin Osmanlı
şuarasının gustolarını aradık. Evelki zamanın beyitleri hep «divane âşık» «aşüfte
karı» «kambur felek» ve içkilerden arak, bade, şarap; hayvanlardan eşek, bülbül, ahu,
ceylan, yılan; çiçeklerden gül, sümbül, yasemin, lâle ile doludur. Öyle şimdikiler
gibi şampanya, gazoz, körasu, şartröz, -viski, konyak, bira ve kokulardan kamelya,
leylak, çayırko-kusu, atkenson, lüben falan bilmeyorlar...
— Her zamanın şair şuarası lafım vaktin gidişine uydurur. İşte asıl kurnazlık da
bundadır.
— Şimdiki zamanede öyle dipsiz, kıyak derin şuara var imiş ki seksen kulaç aşağı
insen lafın dibi bulunmaz imiş...
— Bu yenilerden fikrine hiç bir şey smdıramadm?
— Bunların dediklerini kendilerinden başka kimse ağnamaz imiş...
— Artin Ağa ile siz bunları deftere çekip gustoya koysanız olmaz?
— He biraz uğraştık. Lâkin bizim hesaba, bizim kantara gelmeyor. Bunların köfteleri
bizim havalardan makam tutmayor... Akordaya uymayor. Yalnız alafranka tonaya
gelor. Bu yeni şair şuaranm içine öyle cakalı söz doğuranlar var imiş ki Frenklerin
meşhur şuarası Kö-se'dir? Müse'dir? Gugo'dur, Hügo'dur? Nedir İşte bu kıyak
herifler mekabirlerinden1 kalkup da bu beyitleri okuyacak olsalar haryan kalup
şaşarlar imiş ki acep bu lafları eden biziz yoksa Türklerdir? ayırt edemezler
1) Mezarlarından.
14
EFSUNCU BABA
imiş., lar...
O kadar engine, derine varmışlar, dibe ofcurmuş-
— Boş laf etme Agop... Bilirsin maymundan büyük ayı vardır... Dünyadır bu, her
aygından daha aygırı, her dipsizden daha dipsiz bulunur... Engine çıkıp, derine
varıp da ne yapacaklar ki? Torik avlayacaklar?
www.cizgiliforum.com Sayfa 5
— Ahbar bu nazik işin içine bir de torik sokar isen eh altık laflar tuzlu lakerdaya
döner.
— Toriğe beğenmedin ne nev balık istersin?
— Biçimsizlenme zo... Böyle yüksek laf ederken toriğin, palamutun ne sırası vardır?
Söyle bakayım, Artin Ağadan geçtiğin bu meyhane şarkısı hangi makamattan-dır?
— Uşak...
— Uşağa beğenmem. Aşağı havadır...
— He ben de bilirim. Mekamatın etbaı takımından-dır. Bayağı şeydir. Fakat eşekli
şarkıya da uşak makamı uyar. öyle değil?
— Ağır aksar daha yaraşıklı düşmez?
— Sen her eşeği ağır aksar sanırsın? Mısır merkebi vardır ki beygiri ardında bırakır.
— Zo divane olma. Mısır'ın eşeği Mısır'da gider. Sıcak hava ister. Çünktim setresi
beyazdır. Buraya gelirse kulakları önüne düşer... Türkçe bilmez; Arapça, İngilizce
ağnar...
II
DİVANE dedin de fikrime geldi. Hani buraya gelen ufacık herif üç gündür
gözükmeyor... Ne oldu acep?
— Meraka kalma... «Kuyruğunu fikrine getiren, tilkiyi görür.» derler. Nerede ise
bugün yarın zıp deyi karşımıza çıkar.
— Be ahbar o herif ne biçim budaladır? Ağnaya-madım. Pek akıllı bir adam çalımı
satmak ister...
— Zaten her budala böyledir. En en budalalar akıllı kurumu satarlar... görünor ki bu
herifin beyni üç yüz dirhem eksiktir...
— Herifin kafasını kantara urdun ki dirhemile İHf edorsun?
— Zo o, sözün pelesengidir. Bir adama beş paralık aklı yok derlerse bu fiyatı
daryenin estimatoru koydu sanırsın?
— Eh uzatma be kardaş, biz yine divanemize gelelim.
— He he laf yine oraya gelecek a... Bu divane şu oturduğumuz mağara
merdiveninin üst başından görünür. Ayağını birinci basamağa indirmezden evvel
uzun uzun düşünür. Sağını atsın? Yoksa solunu? Buna bir türlü karar veremez.
Düşünür düşünür. Nihayet cebinden bir kitap çıkarır. Sanki o günü merdivenden
hangi ayağını evvel atmak daha uğurlu olduğunu o kitapta ya-zor zannedersin.
Efendim en nihayet büyük bir cesaretle adımım atar. Beş altı basamak iner. Yine
durur.
EFSÜNCÜ BABA
etrafına bakınır. Dinler., dinler., sanki sanırsın ki boşluk içinden ona laf söyleyen
hayaletler vardır. Arpa içine dalmış kumru gibi düşünür... Mır mır eder. Haydi
babam, bakarsın ki indiği basamaklardan telâşe ile tekrar yukarı çıkar. Yanlış bir iş
etmiş olduğunu o zaman ağnarım. İşte böyle iner çıkar. Sabahlayın gelmiş ise
müezzin hoca. minarede öğleni bağırır. Seninki nihayet aşağı inebilir. Yine çakır
keyf sarfcş gibi yalpalanarak etrafına tuhaf tuhaf dikiz gelir. Yine görünmez
adamlarla konuşur. Ne dediğini işitmem. Yalnız dudakları oynadığını görürüm.
Sonram bu mahzenin duvarlarında bir şeyler okur... Direkleri birer birer sayar.
www.cizgiliforum.com Sayfa 6
Ağnamak ister ki cümle-i âlemin dediği gibi bin bir tanedir? Yoksa eksiği vardır.
Kıyafetlerine bakılırsa akıllı sanılır bazı efendiler de bu heasbı benden sordular.
Dediler ki:
«— Usta kazaz, bu direklerin hiç hesabına oturdun? Bin birdir?» Doğrusunu
söyleyim. Hiç saymadım. Anam "bana dedi ki: «— Agop sen Binbirdirek'te yer
altında çalışorsun. Sakın aklına uyup da direkleri saymayasın. Uğur değildir. Kırk
yılda bir kocakarı sözü dinlemek lazımdır, derlerse işte ben de dinledim. Saymadım.
Zo ben bu direklerin çetelecisiyim? Gelen geçen sayısını benden sorar.. İşte görünor
ki üç yüz dane bilem yoktur. Yedi yüz biri nerede? Tevarihte öyle yazor imiş. Ağna--
dım ki tevarih denilen düzme kitapta çok boş laflar vardır. Gözlerimizin önündeki bu
direklere «Binbir» deyi bir iddia kor ise gözlerimizin önünde olmayanlar için ne
kantinler atmaz... Bazan buraya Yahudi tercümanlarla beraber seyyah Frenkler
gelirler... Hepsi de önlerine birer kitap açarlar. Bu direklerin diplerini karıştırırlar.
Ortalarını okşarlar. Tepelerine bakarlar... Sonra kitabı okurlar. Tercümana sorarlar.
Yahudi onlara öyle martavallar atar ki hoşlarına gelirse avuçla bahşiş toka
EFSUNCU BABA
17
«derler. Bu bizim kazazcılık da bir zanaattır sankim? Vaktiyle neye Frenkçe örgenip
de tercüman olmadık?
— O Yahudilerden hiç sordun? Evvelden burası ne imiş acep?
— He sordum. Burası Ceneviz padişahlarının şarap mahzeni imiş...
— Vay köpoğlu herifler vaktiyle ama da şarap içmişler ahbar?...
— Bunda içleri şarap dolu birkaç fuçu bırakmış olaydılar...
— Ahbar kaç bin senelik şarap... Yudumunu alan ah aman aman bağırıp devrilir idi.
— Kirkor, işin şurasını iyice fikrinde sakla ki buraya bir Frenk gelüp de direkleri
sayar ise bu hesabı boşuna yapmaz. Mutlak bundan bir avanta çıkarır.
— Ahbar lafıma kanarsın? Bizim o divane dediğimiz herif de bu direkleri boşuna
saymayor. Günün birinde bundan koskocaman bir iş çıkaracaktır. Divane o değil...
Biziz...
— öyle ağnayorsun?
— He...
Kirkor sesini indirerek dört yana gizli bakışlarla:
— Antika para? yani eski (meskûrat?)' mücevherat elmas? Ne çıkaracak acep?
— Zo ben bilirim?
— Bilmeyor isek bilmeye urgaşalım. Bu herif divane değildir de kendini âleme
keenne2 o tarzda yut-"turmak ister olmasm?
1) Doğrusu (meskukât): sikkeler, maden paralar.
2) Güya, sanki, imiş gibi...
F: 2
18
EFSUNCU BABA
— Düpedüz divanedir? Yoksain böyle gösteriş edor..
Kefşedemedim...
www.cizgiliforum.com Sayfa 7
— Bakalım yeri kazacak? Duvarı oyacak? Nereden* mal çıkaracak? Biz de kurnaz
olalım. İşin dikkatinde olmayor gibi duralım...
— Şimdilik bir yeri kazdığı yok. Yalnız direklere okuyup, okuyup püf edor...
— Eh bundan ne çıkar?
— Ne çıkacağını göreceğiz ahbar. Aman Yahudi'ler duymasın... Onlar kurnaz
millettir. Efsunu bu herif okur. Defineyi Çıfıtlar çıkarırlar. Sonram bize karşıdan
parmak yalamak kalır...
— He Yahudi'lerin kurnazlıklarını bilirim. Ben cahil kaldım. Fakat büyük babam
Bedros Ağa ulema bir adam idi. O, pek tevarih okumuş. Bize ağnadır idi ki
Çemberlitaş evvelden birinci boğumundan ta tepesine kıdar yekpare altun imiş...
— Sahi diyorsun Agop?
— Zo büyük babam yalan söyler hiç?
— Ben şimdiyecek işte bunu hiç duymamıştım.
— Senin ne duyduğun var ki hımbıl...
— Benim bildiğim Çemberlitaş dibinden tepesine-kıdar mor kırmızı bir kayadır...
Bunun altunu nereye gitmiş? Yahudi'ler aşırmış?
— Patlama, sabır ol, ağnatacağım...
— Aman çabuk et...
— Ta yeniçeriler zamanında Yahudi'ler bir gece herkes uyuduktan sonram
Balat'tan kalkmışlar... Çem-berlitaş'a gelmişler. Altunlan erisin deyi Çemberli'nin
altına kıyak ateş yakmışlar...
— Vay babasının canına be... Sonram?
— Sonram efendim bir tılsım varmış. Onu bozamamışlar. Ateşin hararetinden altun
taşa dönmüş... Çem-
EPSUNCU BABA
19
berli'ye dikkat edersen şimdi yukarıdan aşağı kıdar kahfe tavası gibi is içindedir.
— Bu işi eski Yahudi'ler etmişler?
— He.. Şimdikilerin büyük babalarının dedelerinin dedeleri...
— Yeni Yahudi'ler Çemberlitaş'ın altına bir ateş daha yaksalar taşı yine altuna
döndürebilirler acep?
— Yeni Yahudiler tılsım işiyle uğraşmorlar. Onlar maliyeye piyaçaya sokuldular.
Altunun asıl madenini buldular.
— Agop, bu direklerin dibinde kaç altun vardır dersin?
— Kim bilir?
— Frenklerin kitaplarında buna dayir ne yazılmış ki?
— Ben ne çakarım ki...
— Buna dayir olan asıl bilgiler divanenin kitabında olmalı...
— Benim fikrime de böyle gelor...
— Ah ah., dur... Geçen günü burada ben yalnız idim. Bu divane herif yine geldise ta
şuraya, dibe karanlığa gitti. Duvara bir şeyler yazdı.
— Hangi dilden yazdı?
— Hangi dil niyetine okur isen o çıkor!..
www.cizgiliforum.com Sayfa 8
— Öyle şey olur hiç?
— He lafıma inan. Biraz Osmanlıcaya benzior. Bir parça Ermeniceyi andıror.
Rumcaya kaçıor. Çünküm ben her dilden birkaç hurufat tanırım.
— Bu lafların pek acayibime gelor. Simdik sen bu yazılara okuyabilirsin?
— Ne kaim kafasın be... He dedik a...
— Ağnat bana... Ne yazor?
— Kaf asaki pösteki gibi şeyler.
20
EFSUNCU BABA
— Pöstekiden ne çıkacak sankim.
— Türk'ler için pösteki büyük bir şeydir. Ne çıkarsa ondan çıkar. Pöstekiye çok
ihtibar ederler. Sokaklarda «ya Dost» bağıran saçaklı derviş babalar yoktur? İşte
onlar pöstekiyi sırtlarında taşırlar. Padişahlar, şeyhler hep ona otururlar...
— Ahbar o saçaklı, pöstekili babalar «ya Dost» deyi kimi çağırırlar?
— Ellerine kim bir mangır verir ise onların dostu
işte odur.
Agop telâşla başını kaldırıp bir daha önüne bakarak yavaşça:
— Aman Kirkor!
— Zo ne var?
— Gelor...
— Kim?
— İşte o divane...
Kirkor gözünün ucuyle merdivene bakarak:
— He gördüm...
— Kendisine baktığımızı hiç çaktırmayalım. Bakalım yine ne iş edecek...
— Gözümün bir ucunu ona diktim, öbür ucunu da
yere verdim...
— Kurnaz ol... Tınmaz gibi dur...
— Tınmaz kurnaz olayım?
— Her işten ol, şimdi sus pus ol...
— Laf eder gibi yapalım ki bizim kendisinin dikkatinde olduğumuzu çakmasın...
III
GERÇEKTEN de merdivenin üst başında koca fesi kubbeli bir sahan kapağı gibi
kulaklarına kadar suratının yansını örtmüş, kır sakalı göğsüne inmiş, cüb-beye benzer
uzun, geniş paltosu topuklarını döven ve iri, yuvarlak puhukuşu gözlü bir insan
karaltısı peyda olur.
Ortaoyununda büyücü güldürüsüne çıkar gibi sır dolu davranışlar, sinsi sinsi
bakışlarla Binbirdirek'in koyu loşluklarını süzerek Ermenileri kurnazca incelemeye
başlar...
Kirkor pek yavaş:
— Agop...
— He...
— Dikkatli dikkatli bize dikiz edor...
www.cizgiliforum.com Sayfa 9
— He görürüm...
— Ne edelim ki bizim onu gözedir olduğumuzun farkına varmasın...
— Şarkı bağıralım...
Bu iki delikanlı yüzlerini aykırı yana çevirir gibi yaparlar. Hızlı hızlı elemgelerini
çevirerek ikisi birden ba-so, primo bir ahenkle türküye girişirler:
Aman aman bızdık Aman aman bızdık Topumuz da sızdık
22
EFSUNCU BABA
Topumuz da sızdık Ceviz içi badem de Şam fıstık....
Ermenilerin kendi deyimlerince Tınmaz görünmelerinden emniyete gelmiş gibi bu
esrarlı adam ağır ağır beş altı basamak iner. Durur. Göze görünmeleri görü yor,
onlarla selâmlaşıyor gibi tavırlar alır. Kâh ince gülümsemelerle gözleri süzülür, kâh
küçük bir kızgınlıkla kaşları çatılır. Açıklama, açıklanmasını isteme davranışlarında
bulunur. Bakanları meraka düşürmekten başka bir anlam çıkanlamayan bir
pandomima oynar...
Agop daha alçak bir sesle:
— Bu herif zır divanedir? Yoksam bize kandırmak içün böyle edor?
— Ben bilirim ahbar ki ne halt edor?
— O kurnaz ise biz ondan daha atık olalım. Çaktırmayalım.
Ermeniler yine ezgili makamdan şarkıya girişirler:
Zo ben dolma yemem Afiye hiç gelemem Ben o lafı diyemem Edeptir söyleyemem
Kız kozu kırdık tncir ile fındık Ceviz içi badem de Şam fıstık...
Sakallı yine dört yanı efsunlamaya benzer süzgünlükler, püflerden sonra birdenbire
bir şeyden ürkmüş gibi merdivenin indiği basamaklarım ters yüzü çıkmaya başlar...
Kirkor:
EPSUNCU BABA
23
— Vay geçmişine be herif ürktü... Senden mi? Benden mi?
Agop:
— Zo sus ol...
Sakallı, ufak bir duraksamadan sonra ağır ağır, oynamakla yürümek arasında kaçıkça
bir yürüyüşle yine inmeğe başlar...
Kirkor:
— Yine inor...
— Dur bakalım inecek yoksam yine birdenbire pişman olacak?
Ermeniler yine başlarını ters yöne döndürürler. [Şarkı tuttururlar:
Ben şakaya gelemem Edeptir söyleyemem Lambayı lastik Ateş gibi kızdık Kız kozu
kırdık Boğaz içi gerdan da Top fıstık...
Ziyaretçi, kazazların kendisiyle uğraşmadıklarına 'kanmış gibi merdiveni iner.
Direklerin arasından bu yer altının doğu yönüne doğru yürür. Yere, havaya, önüne,
arkasına sağma, soluna, yavaş yavaş göz gezdirerek dolaşır. Kirkor:
— Zo bu ne arayor böyle?
— Hava...
www.cizgiliforum.com Sayfa 10
— Bu koca dünyanın üstünde hava. bulamadı da Adibinde arayor?
— Divane, bal kabağından olur sanırsın? Ziyaretçi birdenbire durur. Ermeni'lere
doğru gizli
24
EFSUNCU BABA
bir bakış fırlattıktan sonra şapşal paltosunun yan cebinden bir kitap çıkarır. Bir
müddet sessizce okur. Direklerin aralarını adımlamaya başlar. Sağa sola zikzakladıktan
sonra duvarla yerin birleştiği çizgiyi karışlar... Agop:
— Görorsun yere parmak parmak karış edor.
— Polise haber etsek acep?
— Ne deyi?
— Acyayip tertip herifin biri Binbirdirek'in dibini"
parmaklayor deyi...
— Avallanma ahbar. Şu divane herif edepten dışarı böyle bir iş edorsa bundan
Binbirdirek'in lamusuna bir keder gelir sanırsın?
— Bırak ki Binbirdirek de ardından kötü laf söylenmemiş hayırlı bir şey değildir...
— Zo neden?
— Burası parasız hovardaların sevda yeridir. Ellerine ne geçerse buraya aşınrlar...
Üstünden yağmur sızmaz. Altından çamur tutmaz...
— Hiç yerin dibinde hindim olur?
— İki gönül birlik olduktan sonram samanlığın seyranlık olduğunu bilmezsin?..
Bu aralık ziyaretçi, duvara yaklaşır. Kurşun kalemle bir şeyler yazmaya başlar.
Agop:
— Ahbar zevzekliğin lüzumu yok. Herif adım hesabını etti. Kitaba baktı. Yerleri
karışına urdu. Şimdi fikrini duvara yazor. Hep bunları boş iştir sanırsın?
— Ey bundan ne çıkacak?
— Cinvizlerin bunda gizledikleri bir define olmalı...
— Zo böyle bir define var ise havaya bakıp da yere karış etmekle bulunur?
— O kitapta ne yazor bilirsin? Herif bu işleri kendi" fikrinden etmeyor. Kitabın
tarifine, raconuna gidor.
EFSUNCU BABA
25
— Bu herif paralan aşırmadan gidelim hükümete haber edelim...
— Sus ol hımbıl... Senin ceza daryesinde (mustan-tik) dedikleri o gözlüklü adamın
karşısına hiç çıktığın vardır?
— Çocukluğumda Vılanka bostanından hıyar aşırdığım zaman beni karakola
götürdüler. Hıyar yerine onda iki zorlu tokat yedim. Gözlerimden Çingene körüğü
gibi alev çıktı. Hırsızlığa tövbe ettim. Bundan gayri hükümetle bir alış verişim
olmadı...
— Bu iş çocuk iken hıyar yemeğe benzemez. Mos-tantik insana lafı o kıdar ince
pamuk ipliğine ayırt ederek sorar ki karşısında cevaba duramazsın. Şeytanı,
tarafından abukat tutsan işin içinden çıkamazsın. Bu işi hükümete ihbarlar isen
sonram ne olur bilirsin? «Üçünüz ortak oldunuz. Binbirdirek'in dibini açup paralan
www.cizgiliforum.com Sayfa 11
çıkardınız. Üç paya ayırarak yuttunuz» derler. Altık sen işin yoğise: «Zo efendim bu
herif yerden para çıkarmadı. Havaya baktı. Ortalık yeri karış etti.» deyi aman Allah
çağır dur...
Kazazlar bu çekişmede iken o acayip ziyaretçi besbelli o günkü incelemelerini
bitirerek kitabı cebine kor. Bir gözü yerde, öteki havada, adımını atmak için ayağını
her kaldırışında basacağı noktayı güçlükle bulur gibi duraksamalar içinde dandini
terelelli tuhaf bir yürüyüşle çıkar gider...
İki kazaz, bu ecinli bozması sakallının, Binbirdi-rek'i böyle merak verici suretteki
ziyaretinin nedeni hakkında derin derin soruşturucu gözlerle bakıştıktan sonra Kirkor
der ki:
— Ben herife bir lağap koyayım?
— He de bakalım...
— Binbirdirek teatorosunun kavuklusu...
26
EFSUNCU BABA
— Biz de orkestrası... Öyle değil?..
— Bu salak ihtiyar kıyak bir oyun edecek ama ba- ne vakit?
İki delikanlı merdivene gözlerini dikerler. Herifin çekildiğine kanaat getirdikten
sonra onun dolaştığı yerleri adım adım araştırmaya, incelemeye başlarlar. Yeri
adımlarlar. Duvar diplerini karışlarlar. Fakat merak ve şüphelerini çözmeye yetecek
bir belirticik bulamazlar. Nihayet duvarlan özenle gözden geçire geçire ziyaretçinin
yazılarını bulurlar. Fakat bu çizgilerden bir anlam çıkarmak bu bilgisiz kazazların işi
değildi. Bundan «Hiyeroglif», çivi yazısı gibi eski yazıların çözümüyle okunmasıyle
uğraşan uzman bilginlerin bile bir anlam çıkarabilmeleri olağan görünmüyordu.
Bu yazılar vefk1, ya da tılsım, yadırganan zor bir cebrin bilinmez işaretlerine benzer
beşpençe, kaz ayağı, anahtar dili, tarak, dibi havaya kurulmuş çadır, birçok eğri,
kırık, enine boyuna çizgiler arasında boru kef'ler, he'ler, vavlar2, kargacıklar,
burgacıklar, İbranî harflerine, mühr-i Süleyman'a, akrebe, yengece, ahtapota "benzer
tuhaf şeylerden meydana gelmişti.
En okunaklı yazıları okumayı başaramayan bu iki kazaz çırağı —gözleri önündeki bu
güç harflerin çözümü— kendilerine doğaüstü «manevî» bir kuvvet yardı-mıyle
içlerine doğacak ve açılıverecek imiş gibi boş bir umut ile uzun süre hecelemeğe
uğraştıktan sonra Agop:
— Zo bir şey çakabildin?
— Bu pek derin bir işe benzor ahbar. Bundan ne Cinci Hoca bir şey ağnar, ne
papas, ne de haham...
— Vay?..
1) Dua yazılı, çizgi şekilli muska.
2) Eski alfabenin k, h, v harfleri.
EPSUNCU BABA
27
le...
— Vay ya... Ne sandın?.. Sen bir şey çaktmsa söywww.
cizgiliforum.com Sayfa 12
— Avalim sustu... Buna işmamame derler.
— Ne ki işmar edorsa ağnat bakayım...
— O kaz ayaklarını görorsun?
— He...
— İşte onlar yavaş yavaş geloruz demektir...
— Zo Agop fikrine haryan oldum. Daha ne deor?
— Şu yengeci gördün? Yılanın kuyruğunu ısırmaya gidorsa... Yılan da hırslanarak
dönmüş ona dikiz edor...
— He, fakat bundan ne çıkar?
— Zo bu işaret: «ensemden gelirseniz size sokarım... » demektir...
— Ahbar kıyak zarafetsin... Şu kaplumbağadan ne marifetli laf çıkaracaksın?
— Bundaki definenin tılsımı kaplumbağadır. «Buraya bu hayvanın kanını akıtır
iseniz tılsımın uçkuru çözülür» demektir...
— Bu define bir don içinde duror ki uçkuru çözülsün?
— En kıyak defineler don içinde saklıdır.
— Boş laf etme ahbar, şimdi don modası geçti. Bütün mallar meydandadır.
İki kazaz bu bilinmez işaretlerin önünde garip iddialarla akşamı ederler...
IV
EBÜLFAZIL Enverî, «kimya-yı batıl» 1 düşkünlerinden ölü Nasrullah Efendinin
oğludur. Hobyar semtinde, geniş bahçe ortasında, mahzenli, bostan kuyulu, dehlizli,
musandıralı bir konakta büyüdü. Anlatırlar. Eski zamanın «ulemazadeleri» varmış.
Lâzımlıkta otururlarken kendi gövdelerinden fışkıran bir gürültüden korkarak:
— Anneciğim... Dadıcığım... Oturak bana bum dedi...
çığrışıyle kaçarlarmış. Enverî işte bu kuşağın parlak örneklerindendir. Koskoca oğlan
iken uçkuru göğsünün üstünde düğümlenmiş bir don, başında kulaklarının yarısını
örten bir pamuklu takke, elinde değnek, gün bo vunca harem sofalarında topaç
çevirir, selâmlığa tor konuk geldiğini görse mabeyn kapısından dilini çıkarıp: Ö! der
kaçar... On altı yaşında ancak (Vezzariya-tü)2 ye çıkar? Yirmi beş otuzunda hâlâ
adına çocuk denir. Dadısız ayakyoluna, lalasız sokağa gidemez. Gitse de iki mahalle
aşırı bir yerde kaybolur. Kendinin nerde olduğunu kestiremez. Adını sorsanız cevap
vermeğe utanır. Gövdesindeki kimi organların adlarını bilmez. Gerdeğe girdiği gece,
yenge kadının verdiği bilgileri ders gibi harfi harfine ezberler, tki kelimesini unutsa
nasıl
1) Alşimi.
2) Kur'an'ın sondan üçüncü cüzü.
EPSUNCü BABA
29
davranacağını şaşırır. Ellerinde kılavuz kitapla rıyle geziye çıkan turistler gibi gerdek
âleminin en yürek çarptıran sırlarına, yabancı bir elin yol göstericiliğiyle erer. Kadına
ilk sarılınca babasından öğrendiği duayı o'cur.
Cumartesiler uğursuzdur. Salı günü işe başlamaz. Ayın son çarşambasını sayar.
Muharremin onuna dek az su içer... Kurban bayramlarında kesilen hayvanların
www.cizgiliforum.com Sayfa 13
kanlarına parmağını batırır. Damga gibi alnının ortasına basar. Cinlerden, perilerden,
şeytanlardan ödü kopar. Çarşamba karılarından, karakoncoloslardan titrer.
Babası Nasrullah Efendinin konağında kimyaha-nesi ve gece gündüz işler
kimyagerleri vardı. Nasıl hazırlandıkları ve bileşimleri büyük sırlardan sayılan öz'-ler
eritilir, karışımlar yapılır, potalara dökülürdü.
Nasrullah Efendi, altın bileşimiyle, her derde deva olan ve insan ömrünü sonsuz
uzatan «şemşirek» taşını ya da ulu iksiri bulmaya uğraşıyordu. Sırların saklanması
için yeraltı mahzenlerinde çalışan kimyagerlerin sakalları ağarıyor. Yıllardan beri
ocaklar yanıyor, potalar kaynıyor. Efendinin bu sırdaşları durmayıp çalışıyorlar.
Fakat ne altın yapabiliyor, ne de her derdi iyi eden ulu iksir bulunuyordu.
Kimyacılar, pek uzun yıllar süren bu başarısızlıklarından bezmeyerek ve araştırma
usullerini değiştirmeyerek aynı yoldaki uğraşmalarını sürdürüyorlar. Hintli bir
dervişin kerametli ağzından işitilen tertipler, eski kitaplarda, görülmüş bilmecelere
benzer bileşim temelleri üzerine gidiliyor.
Doğudan, batıdan, güneyden sırtları pöstekili, elleri teberli, lüle lüle kirli saçlı
gezginler gelerek Nasrullah Efendinin evinde konaklıyorlar. Dağarcıklarından,
keşküllerinden çıkardıkları bitki kurularını, iksirleri,
EFSUNCU BABA
öz'leri, tozlan, hediyeleri altından pahalı değiş tokuş-larla ev sahibine güya armağan
ediyorlar... Potalar al-tm'dan değerli kimyasal şeylerle doluyor. Fakat ne yapılırsa
yapılsın altın bileşiminin sırrına enlemiyordu.
Nasrullah Efendinin hemen hemen umutsuzluğa düşeceği sıralar oluyor. Lâkin yine
dünyanın bir ucundan omuzlan ceylân derili, cezbeli salkım saçak keramet ve sır
sahibi bir derviş çıkageliyor; yeni bir istek ve çaba ile işe başlayacak yeni bilgiler
açığa vuruluyor.
Bu kimya türüyle uğraşanlarca madenler ikiye ayrılıyor: Cevher maden, ham maden.
Cevher maden ısı ile temel özelliklerini yitirmeyenler; ham maden ya da madenimsi,
ısı ile özellikleri değişenlerdir. Ham maden, cevher madenle değinince yetkmleşir.
Bu iki tür madenin, madenlerin en soylusu olan altm'dan —onların düşüncelerince—
kapsadığı kükürt ile civanın az çok kabalıklarına göre uzaklaşır. Her
değişme, kükürtle civanın üzerine edilen işlemden ileri gelir.
İkinci usul de madenleri katışıksız bir yolla altın'a boyamaktır. İşte böylece altın tozu
bulunduktan sonra yüce iksir bulunmuş olacaktır. Derviş Cebelî'nin dediğine göre
yetmiş bin türlü bitkinin içinde yalnız bir çeşit ot vardır. Aslında hepsi birdir. Bu ot
topraktan altın özünü süzüp emerek yetişir. Sıcak ve ılık bölgelerde bulunur. Fakat
asıl yetişme yatağı (Bezm-i Elest) dağında Hüthüt yaylasıdır. Türlü renk ve biçimde
yetiştiğinden ancak kerametle bulunur. Fakat bu (Bezm-i Elest) dağı Asya'nın
neresindedir? Dervişin bu coğrafya açıklaması pek karışıktır. İçinden çıkılmaz. Bu
(altın otu) nun hıdrellez gecesi gün doğmadan sabaha karşı koparılanları beğenirlir.
Bu ottan yiyen hayvanların etleri, yağlan, kemikleri altın gibi sararır. Kimi kez kasap
dükkânlannda böyle altın rengi almış koyunlar, sı-
EFSUNCU BABA
31
www.cizgiliforum.com Sayfa 14
ğırlar görülür. Bu otlar yedi türlü hastalığa ilâçtır. Demir, kalay, civa, kükürt hep bir
arada eritilip bu ottan, tam yeter ölçüde eklenirse altın külçeleri meydana gelir.
Bu bitkinin dirhemi altın'dan pahalıdır. Fakat her eritişte bir aptessiz elin
dokunmasından ya da yapıcıların gönüllerine kötülükler gelmesinden işe Şeytan
karışır, bileşim bozulur. Potadaki alaşımda altından iz kalmaz.
Ebülfazıl Enverî, böyle bir evde ve bu anlayışta bir babanın eğitimi altında yetişmişti.
Rahmetli Nasrullah efendi, altm'ın bileşimini bulmak için bütün altınlarını
harcamakla birlikte yine oğluna geçinecek bir miras bıraktı. Ne var ki zavallı Enverî,
bu küçük servetle birlikte babasının deliliğinden büyük bir kısmına da kalıtçı oldu.
Rahmetliden kalan kitaplıkta akılları zıvanalarından çıkararak okuyanları gülünç
deliliklere itecek ne ciltler vardı.
(İlm-ül-Kehane) (İlm-ül-Havas) (İlm-ür-Rakıy) (İlm-ül-Azaim) (İlm-ül-tstihzar)
(İlm-i Davet-ül-Keva-kip) (İlm-ül-Galaktıyrat) (İlm-ül-İhfa) (İlm-üI-İhtiye-rat) (İlmül-
Kur'a) (Kitab-ı Tecarüb-ül-Arap) (Müsel-lesat-ı İbni Mahfuf) (kitab-ı Zenanî)
(İlm-üt-Tayretü ve'z-Zecr) vb. Enverî'nin bilgi ve kültür dolabı yüzyıl-lann tozları
altında uyuyan bu kitaplarla dolu idi.
Ebülfazıl Enverî için bu dünyada olup biten her hareketin uğurlu, uğursuz olmak
üzere iki anlamı vardır. Rüzgârın uğultusu, ağaçları kımıldatması, bir kuşun ötüşü,
kapı gıcırtısı, köpek havlaması ve bütün bu çeşit sesler, kımıldanışlar hayır, ya da
serden haber veren birer faldır. İnsan uğursuzluklardan kaçıp rahat yaşayabilmek için
doğa'nın bu uyarmalarını anlayarak
32
EFSUNCU BABA
her işini ve davranışını uğur çerçevesine uydurmaya çalışmalıdır. Yoksa perişan
olur...
y Enverî, yatakta gözlerini açınca sabaha özgü duayı okur. Sağ tarafından kalkar.
Önce sağ adımını atar... Her eşyanın herhangi bir yere konulusunda gözetilecek
uğurlar, uğursuzluklar vardır. Kulplu, köşeli şeyler hep Kıbleye çevrilecek, Maşa hiç
bir vakit dikliğine konmayacak;' tencereler, leğenler yüz üstü kapatılmayacak;
odalarda, mutfakta eşyanın yerleştirilmesi öyle özel bir düzen ve kanuna bağlıdır ki
her ne zaman buna aykırı davranılsa evin efendisi, bunu hoşgörenin başına
kıyametler koparır... Her işin dakika ve saniye-siyle günü, saati gözetilir. Kimi kez
en gerekli işler —uğurlu saate rastlamamasından dolayı— haftalarca, aylarca
ertelenir V
\ Enverî, sabahleyin merdivenin sağ yanından ve her adımım (İlm-üt/Tayretü ve'-z-
Zecr)in kurallarına uydurarak iner. Sokak kapısından çıkarken (Taleb-i yü-mün)1
duasını okur. Sağına, soluna üfler... İlk bakışta köre, topala, çolağa, sözün kısası
sakat bir yaratığa rastlarsa uğursuz sayarak titrer. O günü en ivedi işlerini bırakır.. \y
Enverî, ölmüş babasından birkaç derece daha aptal olduğu için uzun bir sebatla ve
kimya ile uğraşmayı gerektiren altın yapma yönüne merak sardırmadı. O tılsımlara
kapıldı.Vkimi şeylerin uğursuzluklarının birtakım büyülerle ve tılsımlarla
giderilebildiklerini kitaplarda okudu. Muskaların, taşların, toprakların, otların, bütün
www.cizgiliforum.com Sayfa 15
eşyanın tılsım özelliklerim inceledi. Bütün dertleri, felâketleri, belâları kovup gideren
ve hayırlar, uğurlar, mutluluklar getiren tılsımlar buldu. Kolera,
1) Uğur dileyiş.
EFSUNCU BABA
33
veba, kuduz gibi korkunç salgmlanyle bilim ve fen âlemini sarsan en büyük
felâketlerden, bir kâğıt parçasının üzerine (Âşık yolunu şaşırdı) (endişe) (ahtapot)
(beşpençe) gibi gülünç şekillerle birkaç kargacık burgacık çizmek ve bu tılsımı
üzerinde taşımakla korunmanın elde edileceği inancına kapıldı. Ve bu inancını pek
ileri götürdü, örneğin her işte başarıya ermek, düşmanına üstün gelmek, hırsızların
saldırısından korunmak, sokakta kazaya uğramamak, denizde boğulmamak,
yangında yanmamak, zehirlere karşı muafiyet kazanmak için üzerinde taşınacak
birer tılsım vardı. Bu tılsımları elde ettikten sonra hekime, ilâca, sigortaya ve
düşünülebilecek tehlikelerin hiç birine karşı tedbir almak gereksiz oluyordu. Çünkü
resim çizmek fenninde pek acemi sersem bir kafanın akıl almaz verilerine benzeyen
o şekillerdeki doğru, kırık, eğri çizgilerin, noktaların, dairelerin her biri; burçlarla,
yıldızlarla uzayın akla sığmaz sırlanyle ilgilidir. //
Tılsım ve efsun biliminde bu enginleşmesi sırasında, Enverî'nin eline
Kostantaniye'deki bütün tılsımlı defineleri haber veren bir kitap geçti. Bu pek önemli
eser, eski Rumcadan Arapçaya ve sonra Türkçeye tercüme edilmişti.
Enverî, bu kitabın her sayfasını belleğine yerleştirerek, okuya okuya o zavallıcık
yarım aklını da bütün bütün yitirdi.
Keşifleri güç yerlerde gömülü bu hazinelerin meleklerden, cinlerden, şeytanlardan
bekçileri vardı.
«Tılsımname»nin ibareleri, gizli işaretler, istiareler ve remizlerle çözümü pek güç bir
şifre biçiminde yazılmış olduğundan anlaşılması esinlenmeye ve kerame-
F: 3
34
EFSUNCU BABA
te muhtaç satırlarda zavallı Enverî çok zorluk çekiyor; bir anlam yaraştırıp
uygulayıncaya dek beyni ve kanı gövdesinden sızarcasına terliyordu...
Bu kitap, on iki burca uygulanarak on iki bölüm? üzerine düzenlenmişti. Kutsal
meşalelerinden yararlanmak için derin şeyhlere baş vurdu. Kimileri yine simgelerle
cevap verdiler. Ve kimileri kitabın bildirişlerine uyarak iş yapmaktan çekindiklerini
bildirdiler. Çünkü kimi tılsımların kavrayışından defineyi kurtarmak için insan
kurban etmek gerekiyordu.
En sonunda Enverî, kendi kendine, güçlükleri çözmek için uğraşmaya karar
verdi.[Birçok «istihare» 1 lere-yattı. Yarı düşte, yarı uyanıkken yedinci bölümün bir
kısmını —kendi sanısınca— aydınlatmayı başardı.
Hazine Edirnekapısı'yle Topkapı arasında gömülü;; fakat anahtarı Binbirdirek'te
bulunuyordu.
1) Bir inanışa göre, girişilecek bir işin hayırlı olup olmadığını rüyadan anlamak için
aptes alıp dua okuyarak uykuya: varmaktan ibaret bir usul.
www.cizgiliforum.com Sayfa 16
EBÜLPAZIL Enverî, inceleme ve araştırmalarını tamamlamak için Binbirdirek'e
gidip gelmeye başlar. Sağdan üçüncü sıra sütunun doğu yönündeki bitiminde,
kemerin duvarla bitiştiği yerin hizasında güneyden kuzeye doğru, yedi karış
saydıktan sonra dikey bir doğrultuda üç adam boyu yükselince duvara gömülü bir
haça rast gelinir. İlk bakışta bu haç iyice gö-rünmezse duvarın o noktadaki yüzü
keser gibi bir araçla kazınınca her halde meydana çıkar. Haçın kesişme noktası
merkez sayılarak yine yedi karış çapında bir daire çizilmelidir. Bu daire içinde Yunan
harfleri ve özel işaretlerle definenin anahtarı görülür. Gereğince işlem yapıla...
Definenin on dördüncü hicrî yüzyılın başlarında bir Müslümanin eline geçeceği
muştulanmıştır... deniliyordu. Ve daha garip açıklamalar vardı:
Bu tılsımın çevresinde daima iki melekle iki şeytan dolaşır... Şeytanlar meleklerin
dalgın bulundukları bir zamanı gözetleyerek tılsıma kavuşmak yolunu elde etmek
isterler. Fakat melekler her an uyanıktırlar. Definenin gerçek sahibi olacak
Müslümanm ortaya çıkışma dek şeytanlarla çarpışarak hazineyi asıl sahibine teslime
yardım edeceklerdir.
Lahur ve Mahur admdaki bu iki melek, âdemoğlu şeklinde ve insanlara Özgü bir işle
uğraşır görünürler. Şeytanlar Kekre ile Mekre adlarında olup insan, hayvan gibi türlü
biçimlere girerler...
36
EPSUNCU BABA
Binbirdirek'teki şifre çözülüp, Edirne ve Topkapı-ları arasındaki yere gidilince işaret
olunan yerde uzunluğu bir arşından aşağı olmayan bir yılan, yeşil, san, siyah renkte
üç akrep, bir kaplumbağa, bir kurbağa öldürülerek defineyi tutan tusun bozulacak...
*
Yine bir gün Agop ile Kirkor o büyük Bizans su sarnıcının direkleri arasında kalın
kemerlerde yankılar yaparak neşe içinde türkü söyleye söyleye elemgelerini
çevirmekte iken yarenliğe giriştiler... Agop:
— Anamız babamız bizi vaktiyle okula verdiler, okumadık. Böyle cahil cühela
kaldık. Koca karı sepetime yemek, ekmek kor idi. Moruk da elime gündeliğimi
verirdi. Ben sokak kapısından çıkıp köşeyi dönünceye kadar da ensemden bakarlar
idi... Ben okuldan önce viraneliğe giderdim. Orada birkaç haylaz ile daha birleşir,
çukura fındık atar idik. Ne tatlı oyun idi.
— He Viranedeki çukur oyunları çok tatlı olur idi..
— Ahbar geçmiş zaman... Lafı pek derine götürme... Viraneliği, çukuru geç...
Çocukluğumuzu, gizli oyunları aklıma getirme...
— Korkma... Korkma, seni utandıracak laf etmem. Ben sözün söylenir, söylenmez
yanlanın bilirim...
— Bu kaim kafam okulda okunan şeylerin hiç birini içine almazdı. Bize ders deyi
birtakım martavallar ağnatırlardı...
— He he bilirsin bir gün coğrafi derisinde hoca ne
dedi?
www.cizgiliforum.com Sayfa 17
— Ben dinlemez idim ki ne dediğini bileyim. O dırlanırken ben sıranın altında
sinek avlanır idim.
— Bu dünyaya fen kelâmmcas, kerata-i arz derler...
EPSUNCU BABA
37
Koskocaman, yusyuvarlak mefret bir yumurtadır. To-umuz da işte bu yumurtadan
doğmuşuzdur.
— Ahbar ağızını topla... Biz çapgın, bıçgın, cenabet şeyler isek de içimizde aziz
insanlar da vardır. Hepimizin bir keratadan doğmuş olmamız lamusa dokamr bir
laftır...
— Eh haydi canım, her lafta lamusla ırza parmak atma... Hoca demezden önce
topumuzun da yumurtadan çıkmış olduğumuzu bilmiyordum sanırsın?
Kirkor, Ebülfazıl Enverî'nin duvara çizmiş olduğu kargacık, burgacıklara,
kaplumbağalara bakarak:
— Agop!...
— Hanime...
— Kaplumbağa da yumurtadan çıkar?..
— Her şey ondan çıkar dedik a...
— Sen kaplumbağanın (istvar)ını bilirsin?
— İşitmemişim...
— Ben büyük anamdan dinledim...
— De ki ben de işiteyim...
— Kaplumbağa evelden insan imiş...
— Laf deyi durmuş karşımda, ne martavallar zırla-yorsun?
— Zo dinle... Hem insan,, hem de zanaat sahibisi imiş.
— He söyle köpoğlusu ne iş tutmuş?
— Hamurkâr imiş... Büyük bir günah işlemiş, As-fas hamur teknesini sırtına
yükleterek onu kaplumbağaya çevirmiş. Çayıra salıvermiş...
— Ya Rabbim, günahı ne imiş acep? Okkalığa eksik hamur koymuş?
— İşte öyle bir iş etmiş...
— Haksızlık edenleri Asfas böyle birer birer çarpmadıktan sonram bu dünya
düzelmez...
EFSUNCU BABA
— Fakat çok defa olan kıyak haksızlıklara hiç tın-mayor...
— He ama onun sebebi var...
— Nedir ki?
— Cenab-ı Mevlâm bizi Hamit istibradmdan kurtarıp da cümlemize mecnuniyet
ihsan buyurduysa altık aranızda kanun koyarak idare olununuz... dedi. Kendi
karışmadı.
— O ki kanşmadıysa işte böyle olduk...
— Ne olduk ahbar? Belkim bir işiten olur. Hamit gittiyse onun yerine idare-i öfliye1
geldi.
www.cizgiliforum.com Sayfa 18
— He ağnaşılıyor ki bu da pek zorlu bir merettir. Lâkin nerede oturur? Daha suratına
görmemişim...
— Bahtlısın ki görmemişsin... Görenlerin akıllan artlarına kaçor...
— Çüş, senin akim, dediğin yerdedir? Söyle, kendi kendine oraya kaçtı yoksam
kendi elinle koydun...
— Şimdicik bu laflan bırak... Kaplumbağamıza gelelim.
— He fakat sen lafı uzattın. Kaplumbağa evvelden hamurkâr imiş. Zo neme gerek?
Sana zanaatını soran vardır? Çocuk iken bu masalı koca nenen fikrine koymuş ise
sen de hâlâ onu oradan çıkartmamışsın...
O sırada merdivenin üst başından mahzenin loşluğu içine dökülen aydınlığın
ortasında bir gölge sallanır. Birkaç saniye sonra Ebülfazıl Enverî uzun sakalı, narin
endamıyle boylu boyunca görünür... Adımlarını, biraz hoplar gibi ata ata her
basamakta sağma soluna eğilip dinlenerek deve yürüyüşüle inerken Agop:
— Kirkor... geior...
— He görmişim tınma...
1) fdare-l örfiye = Sıkıyönetim.
EFSUNCU BABA
39
Güya gelenin hiç farkında değillermiş gibi elem-jgelerini çevirerek türküye
başlarlar:
Biz panayıra gittik Ah ne iştir ki ettik Mumu şamdana diktik Zo bayıldık da bittik
Keflenelim gülelim Bu yaza evlenelim Gel çıkalım yokuşu Hıyardan olur turşu
Kuryuk sallayan kuşu Deniz deryaya karşu öt ki keflenelim Bu yaza evlenelim
Enverî o acayip, garip salıntılı yürüyüşüyle dalgın 'dalgın Ermeni'lerin yanından
geçerken:
Ayın ü mim ü dal kim çeşm ü dehan ü zülfüdür Dil havass-ı aşka bu üç harf ile eyler
amel
Tılsımlı kemere doğru yürür... Agop:
— Üstümüze küfür etti. Babamıza söğdü? Anamıza :hıyızlandı. Ne etti? Ağnadm?
— Ayın, mim, dal okudu...
— Sonram?
— Çeşmeye gitti...
— Daha sonram?
— Harflerin üzerine amel etti...
— Kıyafeti efendiye benzer ama ağzı bozuk terbiyesizin biridir.
Enverî, işaret parmağıyle birer birer direkleri saymaya başlayarak:
40
EFSUNCU BABA
— Büyük araştırıcılara göre tarihlerde yazılı olan?:, sayı iki yüz yirmi dörttür.
Fakat gel gelelim ben sayıyorum, sayıyorum iki yüz yirmi yedi zuhur ediyor.. Üçfazla...
Ben miyim yanılan tarih mi? Çift sayının teke çevrilmesinde daima
uğursuzluk vardır...
Kirkor:
www.cizgiliforum.com Sayfa 19
— Vay babasının canına be... Bu herifin önüne bir pösteki koysan kıllarını sayacak...
— Ulemalar hep böyledir. Bir incir yerlerse çekirdeklerini hesap ederler...
— Zo şu kadar vakittir ki bunun burasında iplik bükeriz... Hiç bu direkleri saymak,
bunlar ile tek mi?' Çift mi? Oynamak fikrimize geldi?
— Ben bu herif ile laf edeceğem...
— Zo divanelik bulaşır deyi korkmazsın?
— Bulaşırsa bulaşsın be... Bu karanlıkta oturupj iplik kıvırmaktansa Toptaşı'na
gider... divane kardaş-lanmızla hep beraber opera bağırırız... Şimdicik bu kederli
dünyanın sefası yalnız tımarhanelerde kaldı .
Agop, Enverî'ye yaklaşarak:
— Efendi Baba...
Enverî, derin bir dikkat, süzgün bir gülümseme,, ağır bir söyleyişle:
— Vay evlât...
— Siz bu direklere sayorsunuz?
— Evet... evet... Lâkin tarihte yazılı olan adet 22* iken Ben her sayışta 227
buluyorum... Hesabı düzeltmek için şimdi bu üç fazla direği nereye koyacağız?
Agop'un şaşkınlıktan gözleri büyüyerek:
— Efendim, bırakınız yine yerlerinde dursunlar. Buı koca direkler nereye konur ki?
Ebülfazıl Enverî kabararak:
EFSUNCU BABA
41
— Olmaz... Ya tarihi düzeltmeli veya direklerin sayısını indirmeli.
— Efendim vaktında hocam bana tevarih denilen kitaplarda çok yanlışlıklar
olduğunu söylemişti. Bu yanlışlıklar kitaptan kitaba geçior imiş... Bundaki
direklerin 224 olduğunu yazan tarihçi buraya gelip de direkleri sayarak yazmamış,
başka bir tarihte gördüğünü kendi kitabına geçirmiştir...
Kirkor:
— Durunuz ki ben de diyeyim... Bu işs dayir kıyak malûmatım vardır... Benim
irahmetli büjöik babam Pisamatya mektebinde (istorya) hocasıydı. Mahrum bu
direklerin sayısını tevarihte iki yüz otuz görmüş olduğunu beyan eder idi...
Enverî:
— Hah evlât sahih haber sende... İşte bu doğru... Çünkü rekz-i sütun1 ve mimarî
tenazurda2 tek adet olmaz...
— Ben mimarı tenavül etmedim3. Bilmem... Büyük babam yetmiş beşinde
geberdi. O yaşa çak kimse onun ağzından bir yalan işitmedi.
— Şimdi bu altı direk buradan nereye kayboldu? Kirkor:
— Efendi, hırsızlar çoğaldı. Çalmışlardır. Camilerden birer birer halıları,
seccadeleri, çinileri aşırıorlar. Böyle giderse bir gün bakacaksınız ki, Ayasofya'nm
yerinde temelden başka bir şey görülmeyecek, Rum'lar da dertten kurtulacak, siz de...
Enverî, bir süre sözü keser. Gözlerini baygın bay-
1} Direk dikmede.
2) Bakışım, simetri.
www.cizgiliforum.com Sayfa 20
3) Yemedim.
42
EPSÜNCU BABA
gm loşluklara diker. Belirsiz bir anıyı davet eder gibi alnını okşayarak tılsımlı duvara
doğru yürür.
Agop, şaşkın şaşkın arkadaşına bakarak:
— Bu herif zır deli... Yine aklına ne geldi?
— O bizimle laf ederken derinlere bakor... Gözlerine başka şeyler gözükor...
— Zo bu Binbirdirek'in dibinde şimdicik bizden t>aşka kim var?
— Ahbar, ötekiler sana bana görünmezler. Yalnız divanelere işmar ederler...
— Ne ise biz bu herifin kafasına göre gidelim. Bize her ne ki söyler ise (he) diyelim.
Belkim beş on kuruş öne bakar...
Enverî, üçüncü sıra sütunun doğu sonundan ve kemerin duvarla birleştiği hizadan,
güneyden kuzeye doğru karışlamaya başlar. Sonra ayaklarının ucuyle yükselerek
yukarıda bir şeyler görmeğe uğraşır... Duvara tırmanmak ister gibi bu hareketleri
tekrar edip dururken:
Agop:
— Bu herif onda ne edor ki?
— Kedi ciğere bakar gibi tavanda bir şeye atılmak isteor...
— Tavanda ne var ki.
— Hiç canım... Belkim birkaç örümcek, börtü böcek...
— Yardıma gitsek hoşlanır acep?
— He bir deneyelim bakalım. Bizi kovacak? Yok-sam gittiğimize hoşlanacak?..
İki Ermeni delikanlısı tuhaf birer yüz buruşukluğu ve'yampiri bir utançla Enverî'ye
yaklaşarak sahibine karşı küçük ve kısık sesini çıkaran köpek yaltaklanma-sıyle:
EPSUNCU BABA
43
— Efendi Baba, hizmetimize kabul ederseniz yardıma geldik...
Enverî, birkaç adım geriler. Loşluk içinde baykuş gözleri gibi parlayan iri yuvarlak
gözlüklerinin altından bakarak Arapça birkaç cümlelik dua okuduktan sonra:
— Yardımıma mı geldiniz? Ruhunuzu bana teslim ediniz...
Ermeni'ler şaşırarak:
— Ruhumuzu sana teslim edelim. Sonram biz ge-berelim?
— Şeytan mısınız? Melek misiniz? Söyleyiniz.
— Ne şeytanız, ne melâikeyiz...
— Ya nesiniz?
— İki bacaklı, iki kollu, bir kafalı insan oğlu insanız... Görmorsun?
— Çâkha kez dest-i tşkaş der gariban-ı menest Her taraf rahest ger canan su-yi canı
menest1.
— Efendi baba, biz böyle Elenika dilden bir şey çakmayız. Bize ya Türkçe ya
Ermenice söyle...
Enverî, cebinden bir takvim çıkarır, saatma bakarak:
— Teslis-i Şems be-Zuhal, Tahvil-i Zühre be-Kavs, İstikamet-i Utarit2...
www.cizgiliforum.com Sayfa 21
Agop:
— Dua dedi... Amin!..
1) Yakamdaki yırtıklar aşk elindendir.
Eğer sevgili benim canma yönelirse har taraf yoldur.
2) Astroloji dilinde.
«Güneş'in Zühal (Satürn) ile üçlemesi, «Zühre (Venüs) nin Kavs (Yay) la değişmesi,
«Utarit doğrultusu... » demektir.
44
EFSUNCU BABA
Kirkor:
— Amin, Allahım amin!.. Enverî:
— Susunuz eşref-i saate1 üç dakika var... Sonra konuşalım.
Kirkor:
— Ne dedi? Ne dedi? Agop:
— Üç dakkeden Eşref Bey gelecektir. Sonram konuşalım, dedi...
Ermeni'ler şaşkın, Enverî boynu bükük dalgın... Üç dakika sustuktan sonra:
Tılsımnanıe'yi okuyarak:
— Kekre ile Mekre bu iki şeytan aleyhillâne mekr2 ederler. Biz meleğiz derler...
Söyleyiniz nesiniz?
Agop:
— Efendi Baba, insan olduğumuza daha inanmadın? Şeytan uzun kuyruklu olur.
Bak biz tıpkı sana benzeriz...
— Adınız? Sanınız?
— Agop ile Kirkor...
— Elif, harflerin en ulusudur. Onu ben sana veremem... Elifi lâm'a tahvil et...
Meddi yerine getir... Lâgop olur...
Agop:
— Al lafı otur aşağı... Bu adam yavaş yavaş beni lphna. kereviz ya-pacak...
Enverî:
— Şeytan değilsiniz de niçin yerin altında oturu-. yorsunuz?
1) En uygun ve uğurlu zaman.
2) Hile, dek.
EFSUNCU BABA
45
Agop:
— Efendim, burası geniş ve serindir. Kirası yoktur. Biz bunda iplik bükeriz...
Zanaatımız budur...
Enverî:
— İplik bükmek bahane... Siz burada başka iş için oturuyorsunuz...
Kirkor:
— Yok efendim, biz lamuslu çocuklarız. Fikrinize kötü şeyler getirmeyiniz. Bunda
gizli bir işimiz yoktur...
Enverî:
www.cizgiliforum.com Sayfa 22
— Siz burada bir şey bekliyorsunuz... Agop:
— Burası tonoz ile taş direk ve kupkuru topraktır. Bunda beklenecek ne var ki?..
Enverî:
— Tılsım...
Agop güler ve parmağıyle duvarı göstererek:
— Tılsımı işte ondaki yılan ile kaplumbağa bekle-yor.
Enverî, birdenbire Agop'un bileklerinden yakalar. Derinden derine bir sorgu ile
gözlerinin içine bakarak:
— Heh işte yakaladım... Siz mutlak be-mutlak ya meleksiniz, ya şeytan... Ya idlâle
geldiniz? Ya imdada geldiniz...
Kirkor:
— Biz iğlâle gelmedik, İmdada geldik. Enverî:
— Söyleyiniz melek misiniz? Agop:
— İnsan olduğumuza inanmayor sunuz... Bizi şeytan bellemedense melek
çağırmanız daha hoş olur.
Enverî:
— Meleklerin kuyruk sokumları olmazmış...
EPSUNCU BABA
Kirkor:
— Bu işten hiç malûmatımız yoktur. Şimdiye cek yoklamamışım. Tercübesine
varmamışım.
Enverî, Agop'un gerisine elini saldırarak:
— Müsaade edersen bakayım... Ermeni genci iki adım geriye sekerek:
— Çek elini ondan be adam, fikri bozuk bir insansın, nesin? Dibime bakup da melek
olduğumu ağnaya-caksm? Hiç insanın lamusu deliğine dokanılır? Kur-yuğum
neremdedir? Şimdiye cek hiç merak edip de aramamışım...
VI
BÜLFAZIL Enverî, zihninden i'lâl ve idgam1 yaparak:
— Agop, Lâgop, lâhup, lâhur... Agop:
— He görorsua? Bir Agop'tan ne kıdar laf çıkardı? Enverî devamla:
— Hüseynî, Lâhurî:
Tu der sühan şüdiy ü lezzet ez şeker güm şüd Tu leb güşudiy ü sirabi ez giiher güm
şüd2
Agop — Amin...
Kirkor — Amin... Amin...
Enverî — Arife tarif istemez. Anladım, siz Lâhur ile Mahur'sunuz... Agop —
Bunlar da kim?
Enverî — Tılsımnamede açıklanan İki melek...
Kirkor — Evet... evet melâikiz... Fakat size öyle demeğe otanoruz... Siz arifli ve
zarafetlisiniz3; ne olduğumuzu ağnayorsunuz...
1) Arap dilbilgisine göre:
Sözcüklerdeki harfleri değiştirmek; îkiz harfleri birleştirmek.
2) Sen konuşmaya başlayınca şekerin tadı kayboldu,
www.cizgiliforum.com Sayfa 23
3) «Kültürlü, ince düşüncelisiniz» demek istiyor.
E P S U N C U BABA
Enverî — Lâhur ile Mahur bana yardıma geldiniz...
Agop — Ks evet...
Enverî — Hoş geldiniz, sefa geldiniz.
Kirkor — Hoş bulduk, sefalar bulduk.
Enverî — Ne iş için yardıma geldiğinizi elbette bilirsiniz.
Kirkor, Agop'un kulağına:
— İşi boklatmayalım. Acaba ne desek?
Agop — Tılsımlı işi için geldik...
Enverî — Tılsımname'de her ne yazıyorsa doğruluğuna şehadet eder misiniz?
Kirkor — Şahitlik ederiz, hepsi dorgudur.
Enverî — Melekler, siz göğün kaçıncı katından indiniz?
Kirkor — Biz göğün en üstünde (paradi) de otu-Toruz. Gayet havadar. Bütün dünya
ayak altında tabak gibi gorünor...
Enverî — Şimdi kâfirler göklere ve Tanrı'ya ait sırları keşif için tayyarelerle ta
oralara çıkıyorlar.
Agop — He evet, geçenlerde bir İngiliz tayyaresi ta yanıma cak geldi. İçinde iki zabit
oturordu. Benden Cennet'in yolunu sordular. Bilirsin söylemek için bizde izin yoktur.
Bir tekme vurdıysam denizin dibine cek gittiler...
Enverî — Neuzü billah.. neuzü billah... Şimdi biz definemize bakalım...
Agop — Bu aradığınız define çok paradır? Tılsım kitabında ne yazıor?
Enverî — Hesapsız... Bir altun buzağı, içi tim tıkız fıstık gibi antika sikkeler, yakut,
zümrüt, elmas, firuze dolu...
Agop — Bundan bize de pay var?
EFSUNCU BABA
49
— Enverî — Ben o kadar dünyalığı ne yapacağım. Bana ayrdım edin. Yarısı sizin...
Kirkor — Altın buzak... Bunu kime satacağız. Hükümet bize yakalamaz sonram?
Enverî — Ben kimyagerim... Buzağıyı parçalar, | sonra tavaya kor eritirim...
Kirkor — Vay babasının canına be... Bu, çocukluğumda dinlediğim masallar gibi bir
şeydir... Ya batarız. Ya çıkarız. Söyle bakalım. Biz sana ne biçim yardım edeceğiz?
Enverî duvarı göstererek:
— İşte şurada, üç adam boyu yüksekte duvara gömülü, mozaik bir haç var. Onun
etrafını kazıyacağız. Meydana birtakım yazılar çıkacak. Tılsımın tarifesi orada...
Ermeni'ler başlarını gösterilen yere dikerek:
— Peki ama oraya nasıl yetişeceğiz?.. Bunda merdiven yoktur... Getirirsek şüpheye
varırlar. Bunun burası babamızın evi değildir.
Enverî — Siz meleksiniz. Elbette buna bir akıl düşünürsünüz. Göklere inip çıkan
mahlûkat bu kadarcık yere yükselemez mi?
Agop — Melâik pasaportumuz üzerimizde yoktur. Şimdiye cek bunda birer insan
yaşayoruz. Hem kimsenin gözü önünde uçamayız. Buna izin yoktur. Siz hiç melâik
uçarken gördünüz?
www.cizgiliforum.com Sayfa 24
Enverî — Hayır...
Kirkor — Biz size insan gibi yardım etmeğe geldik. "Siz bizden insanlık kuvvetinin
üstüne çıkan hizmetler istemeyiniz...
Enverî — Öyle ise zeki bir insan gibi düşünüp ba-
F: 4
I
50
EPSÜNCU BABA
na söyleyiniz. İstenen noktaya kadar nasıl yükselelim?*
Agop — Haçın bulunduğu yer üç adam boyu yüksekliğinde diorsunuz...
Enverî — Evet...
Agop — Birbirimizin üzerine çıksak oraya cak yükselebiliriz acep?
Enverî — Aferin Lâhur, iyi dedin...
Kirkor — Kim kimin üstüne çıkacak?
Enverî — Ben altta ezilirim. Çok ağırlık kaldıramam...
Agop — Öyle ise sen üste çık...
Enverî — Çok yüksekte duramam; başım döner.
Kirkor — Öyle ise ne biçim iş göreceğiz? Baba, y&> bize bineceksiniz... Ya biz sana
bineceğiz. Bunun başka türlü olur?
Agop — Baba, orta kata çıksın, olmaz?
Enverî — Hah bak işte bu olabilir...
Agop, duvarın istenen hizası önünde durarak En-verî'ye:
— Baba, haydi gel omuzuma çık...
Enverî — Ben maymun değilim. Omzuna nasıl çıkayım? Sen yere otur. Ben omzuna
çıkayım. Sonra kalk...
Agop — Ben deve değilim ki yüklendikten sonram kalkayım...
Kirkor, tuhaf bir gülümseyiş ve itaat emreden bir işaretle Agop'a:
— Lahur, sen biraz eğil. Ben Babayı senin üzerine yükleyeyim. Sonram sen belini
düzelt... Yavaş yavaş ben ikinizin üstüne çıkayım. Bakalım Babanın dediği yerde
istavroz vardır? Yoktur ağnayalım?..
Agop, eğilir. Kirkor epeyce bir uğraşma ile Enverî'
ÜFSÜNCÜ BABA
ayakta
yi arkadaşının iki omuzu üzerine bastırarak durdurur... Ve sonra sorar:
— Baba, nasılsın? Kendini iyi kantarla ki, ben de senin üstüne çıkacağım.
Enverî, küçük bir dua okuyup bitirdikten sonra hafif yalpa vurarak:
— İnsan inasnm üzerine çıkınca ne kadar yükse-liyormuş... Yükseklik biraz
saframa dokunuyor ama zararı yok. Dengemi kaybetmemeğe uğraşırım. Mahur,
haydi sen de çık...
Mahur adına cevap veren Kirkor bir cambaz çevik-le Enverî'nin omuzları üstüne
kadar tırmanır. Aya- ğa kalkar...
Enverî — Mahur, melek olmana rağmen amma da ağır imişsin ha... Omuzlarımı
çökerttin...
www.cizgiliforum.com Sayfa 25
Kirkor — Baba, biri gelip bunda bizi böyle görürse, üst üste neden bindiğimiz için
elbette sebep sorar... İşimizi çabuk görelim. Söyle şimdi ne yapacağız?
Enverî — Sağ yandan kemerin duvarla bitiştiği noktadan sola doğru karışla... Tam
yedinci karışta, ha- çı ara...
Ermeni:
— Mek, argu...
diye birkaç kez yediye kadar karışladıktan sonra:
— Baba, bunda dediğin istavroz yoktur... Enverî, cübbeye benzeyen geniş
paltosunun
cebinden bir çekiç çıkarıp Mahur'a uzatarak:
— Al bununla duvarın o noktasını kazı. Haç mutlaka meydana çıkacaktır. Ben
buradan duasını okuyorum.
Mahur, duvarı birkaç dakika çekiçledikten sonra:
— Baba, sen aşağıdan ne kadar efsunlasan para etmez.. Bu duvar taş kesilmiş; buna
kurşun gülle bilem
yan
52
EFSUNCU BABA
işlemez. Bu fındık çekiciyle burası kazınır hiç?..
Bu sırada Binbirdirek'in merdiveninden pat pat inen adım sesleri duyulur.
Sekiz - dokuz yaşında çocuğunun elinden tutmuş sakallı bir efendi, direklerin
arasından içeri yürür...
Çocuk — Efendi Baba, burası neresi?
Efendi — Eski zamanda su sarnıcı imiş...
Çocuk — Haniya su nerede?
Efendi — Suyu kalmamış oğlum...
Çocuk, direklerin arasından birdenbire duvar kenarındaki insan sütununu görerek:
— Efendi Baba bak., bak burada cambaz oynuyor... Enverî — Bunlar kim?
Mahur yavaşça:
— Bunlar parasız seyirci... Buraya girmek için (antre) yoktur. Cahil, ulema,
herkes gelirler, bu tür lü laf ederler giderler. Kimi sarnıç der... Kimi hapishane der...
Kimi yer altı kerhanesi der... Eh burası da hep bu kesim lafları kaldırır sankim...
Birbirini okşamak için karanlık köşelere sinenler de olur. Biz görürüz, lâkin sanki
görmemiş gibi yaparız. Çünküm her gördüğümüz ile derde girsek, akşama çak kavga
etmeli. . Zo bu dünyanın zamparaları, orospulanyle başa çıkılır hiç?
Birdenbire Enverî'nin dizlerine şiddetli bir titreme gelir.
Mahur — Baba, sallanma... Ne oluyorsun? Şimdi yangın yerinde kalmış sakat baca
gibi hep yere devrileceğiz. ..
Enverî eliyle, gelen çocuklu efendiyi göstererek:
— Ah efsun kesildi... Tılsım cılk oldu. Mavi göz... mavi göz., uğursuzdur. İşimizi
bozdu...
Enverî yıkılır... Kirkor onun üstüne, Agop en altta
EFSUNCU BABA
www.cizgiliforum.com Sayfa 26
53
www.cizgiliforum.com Sayfa 27
debelenir... Üçü birer külçe halinde toprağa serilirler...
Kirkor — Gel de şimdi babasının şarap çanağına etine... Bilmez idim. Mavi göz
sahiden uğursuz imiş... Kemiklerim açılır kapanır sandalya gibi birbirinin içine girdi,
çıktı. Neremden sakatlandım daha farkında değilim...
Agop — Ben üste geldim. Biraz aşığım oynadı. Fakat yine yerini buldu...
Kirkor — Sen pamuk şilte gibi üzerimize yattın. Altta kalanın canı çıksın, derler...
Canım çıktı. Babam onu kavice perçinlemiş... Fakat turşuluk toriğe döndüm. Baba,
sen nasılsın? Aşığın, küreğin, diş kapağın yerindedir?
Enverî, bir dua mırıldayarak el, baş işaretleriyle cevap verir...
Agop — Okuyor? Yoksam can çekişiyor?
Kirkor — Baba kendine gel... İstavroz üzerine şaka olmaz. İnsan böyle çarpılır. Belin
kıvrık, hâlâm yan yatorsun? Kuyruk sokumun dibine girdi? Ne oldu?
Çocuk, babasının kolundan çekerek:
— Efendi Baba, bak cambazlar düştü...
Kirkor — Haydi işinize... İşte görorsunuz. Sizin uğursuz mavi gözlerinizin derdine
uğradık... Çocuğun babası bir darılma çatkmlığıyle:
— Mavi göz uğursuz mu olurmuş?
Kirkor — Bilirim ben? Baba Efendi böyle dedi ve dediği de doğru çıktı. Sanorsunuz
ki sabahleyin sizi kef-lendirmek için biz burada cambazlık edoruz?
Efendi — Ya ne arıyorsunuz üç adam boyu yükseklikte? Birbirinizin üstüne niçin
çıktınız?
Kirkor, Agop'a dönerek:
— Söylesen e niçin çıktık biribirimizin üstüne? Agop — Efendi Baba söyledi. Biz
çıktık...
54
EFSUNCU BABA
Çocuğun babası:
— Ulan o, meşhur budalalardandır... Kirkor, Enverî'ye dönerek:
— Bak ne deor? Senin budala olduğunun aslı vardır? Yoktur? Ağnat...
Enverî — Daima humeka urefaya dahleder1. Kirkor, çocuğun babasına:
— İşte bak ipince bir laf etti. Hiç budala böyle Ele-nika laf diyebilir? Sen daha akıllı
isen ağna bakalım ne dedi?
Enverî — Mahur, sokak adamlanyle çene yarıştırma ...Biri sana! «budala» derse:
«Eyvallah» de, geç... Bırak ki o adam kendini senden daha akıllı sanarak övünsün...
Mavi gözlülerle konuşmak insanı tehlikeye uğratır...
Çocuğun babası:
— Üç adam boyundaki tonozu çekiçle neye kazıyordunuz? Ne var orada? Şimdi ben
gidip belediyeye haber vereyim de siz kara gözü, mavi gözü görürsünüz...
Kirkor — O kazdığımız yerde bir istavroz vardır... Şimdi burası Türklerin olmuştur.
Haçın orada durması günahtır. Baba Efendi söyledi. Onu sökmeye çıktık. (Enverî'nin
kulağına eğilerek) Nasıl? Uydurduğum yalana beğendin? Sakın bu işin dibinde
define vardır de-meyesin. Sonram hepimizi deliğe korlar...
Çocuğun babası:
— Sen Öyle haçlan, putlan babanı kandır... Siz oradan antika, pek değerli bir şey
söküyordunuz. Mozaik mi? Çini mi? Altım mu? Kim bilir? Hükümete haber
vereceğim...
1) Ahmaklar anlayışlılara, kültürlülere sataşır.
EPSUNCU BABA
55
Efendi, çocuğun kolundan çekerek yürür. Onlar merdiveni çıkarken Agop:
— On paralık bir avanta yüzü görmeden derde gir-*dik. Gerçekten mavi gözlüler
belâlı oluyorlarmış...
Enverî — Yalnız mavi gözlü değil... Görmediniz mi? Bebeklerinin ortasında kedi
gözü gibi sarı bir (elif) vardı. İşte uğursuzluk onlardadır. Yoksa her mavi gözlü insan
uğursuz olmaz...
Kirkor — Elifini okumadım ama görünor ki o herifin suratında bir cenabettik, bir
sakarlık varciır. Ef-suncu Baba, altık ben senin her sözüne inanacağım... Dediğin
çıkor... Bize bir göz ettise yıldırıma uğramış minare gibi yere düştük...
Agop — Şimdicik boş laflan bırak. Herif arkasında iki belediye çavuşuyle gelirse
bizi reis begin karşısına istinkada çıkarırlar... Bilirsin? Babanın adından,
ananmkinden başlar. Öyle ince tertip şeyler sorar ki akim başka tarafına kaçar. Ham
hum edersin. Cevap bulamazsın diyecek... Seni hırsız oğlu hırsız sanırlar... Şurada
ipliğimizi bükerken bak ne dertlere uğradık... Haydi elemgeleri, iplikleri toplayıp
buradan sıvışalım... Birkaç ay da bu semtin civarından geçmeyelim.
Enverî — Beni burada bırakıp bir yere gidemezsiniz. Bir adım atacak halde değilim...
Kirkor — Ah ah bu da kıyak laf... Ne isteyorsun Baba? Seni sırtımıza bindirip
gidelim? Bak bize ne büyük zarar ettin. İşimizden olduk. Bir daha da bu taraflara
gelemeyeceğiz?.. İşte bu işten beş on para alıyorduk.
Enverî, Kirkor'un arkasını okşayarak:
— Mahur, sen kederlenme. Cenabı Hak sizi bana. gönderdi. Rızkınızı da üzerime
farz etti. Ben sîzin kazancınızı iki katlı olarak öderim.
56
EFSUNCU BABA
Agop — Baba, paran vardır? Yoksam defineyi çıkardıktan sonram uçlanacaksın?
Enverî, cebinden şişkin bir cüzdan çıkarıp göstererek:
— Saye-i Resul-i Kibriya'da ceplerim, çekmecelerim doludur.
İki Ermeni birbirini dürterler. Her ikisi de büyük bir hırsla gözlerini cüzdana dikerek:
— Şaka değil be... Onda birkaç yüz lira var... Sonra Enverî'ye:
— Baba Efendi, kabul edersen biz senin hizmetinde-kalırız...
Enverî — Keyfiyet benim kabulümde, sizin rızanızda değildir... Almyazısı kendi
kendine olur...
Kirkor — Sırtımıza bineceksin? Ne yapacaksın? O herifler gelmeden haydi bundan
gidelim...
Enverî — Merak etmeyiniz. Gelseler de önemi yok... Ben bir efsun okurum. O herif
merdivenden inerken: düşer, bacağı kırılır...
www.cizgiliforum.com Sayfa 28
Agop — Efsunu şimdiden oku da bacağı kırılmadan-sa buraya gelmesinler daha iyi
olur...
Enverî sinirlenerek:
— Lâhur, alınyazısmı bozmak kimsenin haddi değildir.. Onun için gelsinler,
gitsinler, olsun olmasın, deme... Kime emrediyorsun? Amir-i hâdisat- nasıl *
isterse öyle olur...
Agop — Bu dediğin lafların çoğunu ağnamamışım... Lâkin gelsin, gitsin, olsun,
olmasın, demeyeyim de ya-, ne diyeyim?
1) Ulu Peygamberin sayesinde.
2) Olayların buyurganı, âmiri, yani Tanrı.
EFSUNCU BABA
57
Enverî — Belki gelir, belki gider, belki olur, belki oJmaz, de...
Kirkor — Efsuncu Baba, peki söylediğin gibi diyelim. Lâkin burada, çok
durmayalım. Belkim o mavi gözlü herif yanında iki komisyon çavuşuyle birlikte
şimdi gelir... Belkim senin okuduğun efsun tutmaz. Herifin bacağı kırılmaz... Belkim
bizi reisin karşısına götürürler... Belkim...
Enverî — Yetişir... Haydi biriniz beni sırtına alsın, öteki gitsin b;r kira arabası
çağırsın... Semte doğru çekelim...
Agop — Haydi Kirkor, al Baba'yı sırtına. Ben gideyim araba çağırayım...
Kirkor — Baba'yı sen alsan da arabaya ben gitsem olmaz?..
Agop — Sen alsan daha lâyıklı bir iş olur. Kirkor — Ben şimdiye cek sırtıma insan
bindirmemişim. ..
Agop — Ben bindirmişim dersin? Beni kira beygiri sanorsun?
Kirkor — Bu iş senin benim dememizle olmaz. Ba-ba'ya soralım... Hangimize isterse
ona binsin... Baba, hangimize binmek istersin?
Enverî — O benim isteğimle olmaz. Kısmet hanginize ise ona binerim...
Agop — Kirkor, haydi ver sırtını... İster isen üzerine bir de semer koyayım...
Kirkor — Semeri babana koy ahbar... Mavi gözlü herifin belâsından korkmaya idim,
ben Baba Efendi'yi sana bindirirdim, ama çabuk ol, bundan kaçmak lâzımdır.
Kirkor, Enverî'nin önünde eğilerek:
— Baba, kısmet bana imiş, haydi bin bakalım...
58
EFSÜNCU BABA
Enverî, cebinden takvimle saati çıkarıp bakarak:
— Sekiz dakika bekle... Hayvana binmek uğursuz. ..
— Ben hayvanım ki bu lafı edorsun?
— Güneş, Cedi burcuna, yani keçi oğlağına biniyor!..
Kirkor şaşkınlıkla:
— Güneş, keçi yavrusuna binor?
— Evet... O binsin... Ben sana bineceğim... Agop — Ben gidorum, bir araba
çağırayım... Kirkor'un kulağına:
www.cizgiliforum.com Sayfa 29
— Güneş, keçi yavrusuna binor, Baba da sana. binecek. Fakat dikkatinde ol,
boğazını sıkmasın. Bu herif sandığımızdan daha çok divanedir.
VII
HAYVANLARIN alınlarının üçgenleri, kuyrukları, yeleleri yoklanıp
uğursuzluktan gri oldukları belirdikten ve araba önünde yine beş on dakika eşref-i
saat beklendikten sonra binerler...
Hobyar'daki evin önünde dururlar... Çat çat kapı... Yine Ermeni'nin biri Baba'yı
yüklenir. İçeri girerler Taşlıktan birkaç kadın sesi birden kopar:
— A a a Efendi'yi arkada getiriyorlar... A zavallı adam, ne oldun? Her adımda eşref i
saat beklerken yine bir uğursuzluğa mı uğradın?.. Lahur, Mahur, Efendi' yi odasına
çıkarınız.
Agop, büyük bir şaşma ile Kirkor'un kulağına:
— Zo şaşırdım. Bu karı adımızı nereden bilor? Kadın — Ben sizini adınızı
bilirim... Siz buraya
gelmezden önce Efendi, sizi fal kitabında buldu. Akşama birlikte eve getireceğim
söyledi. Biriniz Lahur'sunuz, biriniz Mahur... İnsan şekline girmiş melekler...
Evimize uğurlar, iyilikler getirdiniz... Krkor, yavaşça Agop'a:
— Ya bunların evcek topu da divanedir, veyahut kim biz delirdik... Bu Baba tekin
bir adam değildir. Bize melâik diorlar... İçime şüphe gelor ki acaba öyleyiz deyi?..
Hiç haberimiz yok iken biz fal kitabına nereden girmişiz? Ne köpoğlu iştir? Dur
bakalım sonu ne çıka-c?k?
60
EFSUNCU BABA
Baba'yı odasında bir sedirin üzerine uzatırlar... Kısa boylu, üzüm gözlü, yuvarlak,
kanı sıcak otuz beşlik bir hanım başörtüsüyle ortada dolaşır...
Hanım — Lahur, Mahur karnınız aç mı? Söyleyiniz?... Sıkılmayınız. Burası yabancı
yer değildir...
Mahur — Hanımefendi, açlıktan bağırsaklarımız mâni bağırıor. Efendi Baba'yı
Binbirdirek'in ta dibinden ta dünya yüzüne kıdar sırtımda çıkardım. Hayvana
binerken bir dua okunurmuş... İşte onu okudu. Sırtıma çıktı...
Hanım — Altın buzağı definesi ne oldu? Lahur — İstavrozu bulmak için birbirimizin
üzerine çıktık. Çocuğuyle birlikte mavi gözlü bir herif geldi.. Hanım —
Gözbebeğinin ortasında kedi gözü gibi sarı elif vardı...
Mahur — Hanımefendi, sen de bizile beraber idin? Ne bilorsun?
Hanım — Ben bilirim... Artık o altın buzağı definesi cılk oldu... Şimdi başkasına
bakalım... Siz artık Efendi'nin yanına kapılandınız. Burada kamınız doyar,
ceplerinize para dolar. Daima Efendi ile birlikte bulunur, ne derse onu yaparsınız...
Bu adam büyük bir ef-suncudur. En sonunda yerden büyük bir define çıkaracağına
iyice inanınız. Onun yanında siz de ihya olursunuz. ..
Mahur — Büyük anam üryasmda görmüş idi. Benim pek zengin bir adam olacağımı
söylerdi... İplik bükmekten ekmeğimizi pek çıkaramoruz... İşte bize de böyle bir
yağlı kapı lâzımdır...
www.cizgiliforum.com Sayfa 30
Ermeni delikanlıları Efsuncu'ya kapılandılar... Karınları pek güzel doyuyordu.
Cepleri, söylendiği gibi pek para ile dolmuyordu ama büsbütün harçlıksız da
EFSÜNCU BABA
61
kalmıyorlardı. Lâkin evin içinde bazı sırların döndüğünü Ermeni'ler sezinlediler...
Zeynep Hanım, Enverî'nin ikinci karısıydı. Birincinin ölümünde bir kız kalmış:
Mevlüde... Şimdi on dokuz, yirmisine basmış... Üvey ana, üvey kız aralarından su
sızmaz bir sevgi ile bağlaşmışlar. Şeytan kulağına kurşun, pek iyi geçiniyorlar...
Efsuncu Baba, bir budala, bir meczup, pek derbeder kafalı bir yaratık olabilir. Fakat
Zeynep'le Mevlüde, Şeytana benziyorlardı. Bu delinin inandığı olmaz şeylere onların
da gerçekten inanmaları akıldan geçemezdi. Lâkin neden inanır görünerek
adamcağızı bütün o deliliklerinde kışkırtmaya yüreklendirmeye uğraşıyorlardı?
Ermeni delikanlılarının zihinleri bu yönden gıcıklanmaya başladı.
Bir gün Mahur, arkadaşına:
— Bizi buraya gökten inme birer melâik deyi kabul ettiler...
— He...
— O kanlar bilmezler mi ki biz melâik olmaktan çok uzak, çapkın, cenabet,
günahkâr haytalarınız...
— Neme gerek. Melâik deyi bizi bunda ikrama ko-yuldularsa, hayır, biz şeytanız
diyecek değiliz a.. Hiç ağır bir iş yoktur... Yer, içer, bunda otururuz...
— Fakat bu evde bir esrar döner... Define mefine der iken bu işin dibinden bir gün
bir kıyamet patlayacak... İnanırsın ki bu herif en sonunda yerden bir define çıkarsın...
— Kim bilir? Ne yok diyebilirim, ne he diyebilirim. Bakalım kısmetimize ne
çıkacak?
Lahur ile Mahur'a evin selâmlığında bir oda vermişlerdi. Orada yatıp kalkıyorlardı
62
EFSUNCU BABA
Enverî, kitaplığında geceliyor, hangi saatlerde uyuduğunu kimse bilmiyor. Kimi
akşamlar zangoç gibi sa -banlara dek sofalarda dolaşıyor. Karısının, kızının vakitli
vakitsiz oda kapılarını vurarak onlardan yerli yersiz şeyler soruyordu...
Bir gece Efsuncu, fare kaçırmış kedi gibi evin sofalarında koşup merdivenlerden inip
çıktıktan sonra, bitik bir halde Lahur ile Mahur'un kapısını vurdu. Delikanlılar
gözlerini uğuşturarak derin uykudan kalktılar.
Ermeni'leri kollarından dışarı çekerek:
— Lahur, Mahur bana yardıma geliniz...
— Ne var ki?
— Hayalât kaçırdım...
— Nereye kaçırdın? Donuna kaçırdın?
— Ben bazı mesele sormak için hayalât davet ederim... Bilirsiniz ya hayalât cism-i
latif olur... Onlar rüzgâr gibi yürürler. Bu âdeta pat pat koştu. Kaçarken
merdivende ayağı sendeledi... Küt düştü. Yine kendini toparladı. Arkasından koştum.
Bir gölge alt kat penceresinden bahçeye atladı.
— Hırsız olmasın?
www.cizgiliforum.com Sayfa 31
— Hayır, evin her yanı efsunlu, tılsımlıdır. Buraya hırsız giremez... Bazı insanlar
(ilm-ül-ihfa) ile cismani-yetten ruhaniyete intikal ederler... Gözlere görünmez
olurlar. Onlar seni görürler, sen onları göremezsin... Bu ilmin sırrına ben de
vâkıfım... İstesem şimdi gözlerinizin önünden kaybolurum. Beni göremezsiniz.
Fakat ben sizi görür, işitirim. Kimi geceler haberiniz yokken odanıza girerim. Bütün
söylediklerinizi dinlerim. Siz kendinizi yalnız sanırsınız. Hiç bir şeyden haberiniz
olmaz...
Kirkor, büyük bir telâş ve ürkmüş gözlerle:
EFSUNCU BABA
63
— İhtiyar, hep bu lafları sahi söyleyorsun? Bizim odamıza gece geldin? Ne edip ne
konuşor isek görüp dinledin?
— Dinlemedim, çünkü siz melekten gövdeleşmiş ruhlarsınız. Sizde kötülük,
çirkinlik bulunmaz. Şimdi siz beni dinleyiniz. (İlm-ül-ihfa) da bir dua vardır. Onun
bir noktasını yanlış okuyan ruhaniyette iken vakitsiz gövdeleşiverir... Sanırım ki bu
kaçırdığım hayal o çeşittendir. Bana ruh olarak kavuştu. Konuşurken elinde olmadan
gövdeleşti. Sonra kendini bildirmemek için önümden kaçtı. Aman arayalım. Şimdi
bahçede olsa gerek. Bahçe efsunludur bir yere kaçamaz.
Mahur — Efendi Baba, Gövdeden ruha girmek, ruhtan bir daha kalıba oturmak, göze
görünmemek, şeytan olmak, insan olmak böyle laflardan biz hiç ağnamayız... İnsan
dayıma göze görünür... Geberirse gömülür... Bir de ruh vardır deorlarsa insan mefat
olunca bu da mezarda oturur? Nereye gider? Bilmeyoruz. Fakat lafı uzatmayalım.
Bahçede tutulacak bir adam varsa haydi yakalayalım...
Bir el feneriyle üçü bahçeye çıkarlar. Köşeyi, bucağı, ahırı, kümesi, ağaçların altını
üstünü hep ararlsr. Bir şey bulamazlar...
En sonra bahçeden sokağa açılan üç kapının yoklanması sırasında bunlardan birinin
sürgüsü ve kol da-miri açılmış olduğunu görürler... O aralık evin pencerelerinden de
bir mırıltı duyarlar...
Ermeni'ler, kapıyı göstererek:
— Baba, işte ispatı üzerinde, senin ruh dediğin meret bu kapıdan çıkmış, gitmiş...
Besbelli buraya efsunlamayı unutmuş olmalısın...
64
EPSUNCU BABA
Enverî, cebinden bir tebeşir çıkarır. Kapının üzerinde bir remil atar... Düşünür.
Söylenir.
Lahur — He Baba, o yaptığın saka tebeşiri hesabında ne deor?
Baba — Hayal-i mütecessidin' buradan çıktığında şek2 vardır...
Mahur — Eşek vardır, katır vardır, bize inan ol ki o köpoğlu hayalat bundan
çıkmıştır...
Eve girerler. Enverî hareme çekilir. İki Ermeni odalarında:
— Ey Mahur, bu işe ne dersin?
— Ben çoktan çocuğun adını koydum.
— Ne koydun?
www.cizgiliforum.com Sayfa 32
— Bu eve giren ne hayalattır? Ne ruhtur? Ne de hırsız...
Bir idare lambasının isli, kasvetli kör aydınlığına gömülü odanın bir köşesinden
Efsuncu Baba'mn sesi:
— Ruh değil, hayal değil de yâ nedir? Lahur, nefesini yutamaz bir çarpıntı ile:
— Oh mega, Baba, sen bundasın?
Köşeden bir perde kımıldadı. Efsuncu koca saka-lıyle ortaya çıkarak:
— Buradayım... Ben gelip sizi dinlerim. Dememiş miydim? (İlm-ül-ihfa) ile
gözlerden sırroldum. İşte şimdi görünüyorum...
Mahur şaşkınlıklar içinde titreyerek:
— Ah Baba, sen erenlerin ereni imişsin biz ağna-yamadık âf et...
— Bu eve gelen hayalât değil de ya nedir? Lahur, köpekçe bir yaltaklanma ile:
1) Gövdeleşmiş hayalin.
2) Şüphe.
EFSUNCU BABA
65
— İşte ben de ona düşünüordum...
— Ne olabilir?
— Baba Efendimiz, elbette siz bizden iyi bilirsiniz? :Ne haddimize ki biz bu işi
kefşe oturalım...
— Her sınıf mahlûkat1 birbirine düşmandır. Ben gövdeden uzaklaştığım vakit
benim onların içinde düşmanlarım vardır... Fesat karıştırmaya evime geliyorlar...
Ermeni'lerin ikisi birden:
— He evet... evet, hiç şüphesiz ki dediğiniz gibi «olacak...
— Kalbinizi (Amentü) den ayırmayınız...."
— Baş üstüne... Hiç meraka kalmayınız...
— Geceniz hayırlar olsun... | Efsuncu Baba, ağır ağır yürüdü. Oda
kapısından
«çıktı... |'|>-
Ermeniler, bilinmez bir kuvvet karşısında sinmiş
•suçlu iki çocuk gibi garip yüz buruşturmalatiyle afal
•afal birbirine bakakaldılar. Agop, en alçak sesiyle:
— Zo bu ne iştir?
— Küçük dilimi yuttum...
— Ben büyüğünü dolma gibi ısırdım...
— Bu herif istediği vakit insan olor... İstediğinde ırüzgâr olor...
— Sus ol... Belkim yine bunda yanımızdadır. Bizi dinleyor...
— Keramet keramet derler idi de boş laf deyi ben inanmaz idim...
— Ey şimdi inandın?
1) Yaratıklar.
F: 5
66
EFSUNCU BABA
— Zo sen inanmadın?
www.cizgiliforum.com Sayfa 33
— Fikrim dibime kaçtı...
— Görmorsun? İşte herif evliyadır...
— Evliya ola idi bizi melâik sanır idi hiç?
Bir süre derin derin düşünürler... Yükün içini, perde aralarını, kapı arkasını, odanın
her tarafını gözden-geçirirler... Bir şey anlayamazlar...
Agop — Kirkor, bu işin içinde bir orostopoğluluk: vardır.
Kirkor, şaşkın şaşkın dört yanına bakarak:
— Zo Baba'nın evliya olduğuna inanmayorsun?
— Kaç defa söyleyeyim? Zo eğer kim evliya olaydı inanır idi ki biz melâikiniz?
— Bizi bu evin kanları da öyle sanorlar... Onlar da budaladırlar dersin?
— Sanmorlar, öyle sanor görünorlar...
— Ne içün?
— Ne içün? Bilirim ben?
— Bu işin kokusu sonram dert yapacak... Melâik deyi bize bir kazık atacaklar ucu
burnumuzdan çıkacak...
Yine düşünürler. Agop, ilk şaşkınlığından ayılmaya uğraşarak:
— Çocuk olma Kirkor, etten kemikten çatılmış bir insan, püfff deyi göz önünden
kaybolur hiç?
— Nasıl kaybolduğunu deminden görmedin?
— Gördüm, fakat budala sandığımız adam bize menşur bir hokkabazlık oynadı...
— Nasıl?
— Sanorum ki, biz odaya girmezden önce o, girip-perde arkasına saklanmıştı.
Çünkü Hacivat gibi perdeden çıktı.
— Böyledir demeye cesaret edorsun?
EFSUNCU BABA
67
Agop gidip oda kapısını sürmeleyerek:
— Edorum... Evliya ise bir daha çıksın göreyim... Yük kapısı tarafından ufak bir
gıcırtı olur. îkisi
de yürek çarpıntısıyle susarlar. Gözleri büyüyerek, göğüsleri ine çıka beklerler.
Gıcırtı kesilir. Hiç bir ses duyulmaz. Hiç bir hareket görülmez. Ne var ki gecenin
anlaşılmaz bir korku veren karanlık sessizliği yine şüphelerini gıcıklar...
Agop, titrek bir sesle:
— Kirkor, o, yine bundadır. Bize dinleyor... Bakalım kendisinin üzerine fena bir laf
edeceğiz? Etmeyeceğiz? Ona bekleyor...
Uzun süre gecenin sessizliğini dinlerler. Baba'nm ruhu gövdeleşmez. Efsuncu ortaya
çıkmaz. Fakat O'nun bu kerametini tasdik edip etmemekte tereddüt içinde kalırlar.
Belki işitir korkusuyle acı, alaycı bir söz söylemekten çekinerek şüpheler içinde
döşeklerine uzanırlar..
VIII
ERTESİ sabah bu iki Ermeni delikanlısı arasında, Efsuncu Baba - evliyadır. Değildir
— biçiminde bir çekişmedir başlar... Gerçeğin kesinlikle belirmesi içia yeni bir
keramet, olayının beklenmesini uygun görürler...
www.cizgiliforum.com Sayfa 34
O geceden sonra Efsuncu Baba, birkaç gün hiç ortalarda görünmez. Ermeni'lere
yemek, tütün parası, beş on kuruş harçlık verirler. Buna karşılık da onlardan hiç bir
hizmet istemezler...
Oturmaktan canlan sıkılan Lahur ile Mahur bir gün haremden:
— Efendi Baba nerededir? Diye sormaya cesaret ederler ve:
— ttikâfa1 girdi...
Cevabını alırlar. Bu kelime onlara bilmeceye benzer bir sözden başka bir anlam
vermez...
Büyük bir merakla birbirinden sorarlar:
— Zo (iti kâf) neresidir acep?
— Hamamdır? Kilerdir? Yoksam bir ayıplık yerdir? Ne bilirim ben... Şimdiye cek
hiç duymadığım bir laftır...
Sokağa çıkmak için Hanım'dan izin isterler. Bu izin, akşama her halde yine oraya
dönmek koşuluyle esirgenmez...
1) itikâf: Dünya işlerinden elini eteğini çekip ibadet için bir köşeye çekilme.
EFSUNCU BABA
69
Çıkıp gezerler. Akşamlan yine gelirler... O aralık Ebülfazıl Enverî ailesi önemli bir
sorundan dolayı büyük bir üzüntü geçiriyordu.
Mevlüde'yi, Nurullah Hasip adında bir genç, taşkın bir ateşle seviyor; kız da aynı
taşkın sevgiyi gösteriyor, fakat Efsuncu Baba, bu evlenmeye razı olmuyordu. Çünkü
ilk olarak istiharesi uygun görülmemiş, ikincisi Baba'mn «şahısname» dediği kitabın
tanımlarına göre Nurullah Hasip'in yüzü, gövde biçimleri hiç bir uğur
anlatmıyormuş. Üçüncüsü evlenme isteği felekiyatın aşırılıkla uğursuz zamanına
rastlarken oluvermiş imiş...
Nurullah Hasip, serbest kafalı, açık düşünceli bir zaman genci olduğundan bu boş, bu
gülünç özürler karşısında yılmıyordu. Efsuncu'nun taassubunu kırmak, ya da onu
aldatarak isteğine ermek için her türlü uğraşmaya karar vermişti.
Dötr beş gün sonra Efsuncu Baba, elinde yeni bir tılsımname ile itikâftan çıkar. Bu
kutlu kitap ne Bizans devrinden söz açıyor, ne de okuyucuyu Hint'e, Çin'e
gönderiyor. Define, tılsım hep istanbul'da... En-verî'nin dedesinden kalma, sayfalarım
güveler yemiş kitaplara göre; bundaki bilgiler hemen dumanı üstünde denecek kadar
taze... Hemen hemen yirmi otuz yıllık bir şey... Çıkacak define ne altın buzağı, ne de
ortaçağ sikkeleri... Sultan Hamit'in padişahlığının ilk günlerine değgin bizim san
liralanmız...
Fakat şaşılacak şey! Nasıl olmuş da Enverî, böyle değerli bir eserin kitaplığmdaki
varlığından habersiz kalmış. Öyle sanılır ki mucizeli bir el, o günlerde bu kutlu
tılsımnameyi getirmiş, Baba'mn el uzatacağı bir rafa koymuş... Şüphe yok bunda
olağanüstü bir işaret, bir keramet var.
70
ÜAÜA
Kitap, Nesih kırması bir yazı ile ve parlak kırmızı ile yazılmış. Sayfalar çok değil,
anlatış sade... Yalnız şaşılacak yön, bunda da Lahur ile Mahur adlı ikj. melekten söz
www.cizgiliforum.com Sayfa 35
edilmesidir. Okunacak tanımlara iyice uyulursa, fennin ve insan aklının kabul
etmeyeceği birtakım olağanüstü şeylerin gösterileceği vaat olunuyor...
Bu tılsımname küçük bir roman sanki:
İşte içindekilerin özeti şu:
«Abdullah Kanunî adında Şamlı bir tüccar istanbul'a geliyor. Brikaç önemli ticaret
evi açıyor. İşleri o denli yolunda gidiyor ki büyük bir servet yapıyor. Gerçekten
Karun'a dönüyor, istanbul'da kendi yaşına uygun düşmeyen bir kadın seviyor.
Dostlarının sert eleştirmelerine karşılık onunla evleniyor.
«Abdullah Karunî'nin ölmüş ilk karısından bir de yetişkin oğlu var. Mehmet Karunî
pek yakışıklı, dört kaşlı bir genç... Üvey ana ile oğul arasında olagelen
geçimsizliklerin tersine bu ikisi pek iyi kaynaşıyorlar. Bi-ribirlerinin sözünden
çıkmıyorlar, sevişiyorlar... Bu aşırı sevgi babanın biraz yüreğini bulandırıyor. Fırsat
düşürüp düşürüp gözetlemeye başlıyor. Günün birinde ikisini çirkin bir kucaklaşma
halinde yakalıyor... Ne var ki, bu baskının dosta, düşmana karşı yayılmasından
çekindiği için, bu rezilliği yutmak zorunda kalıyor... Fakat bu acıya uzun süre
dayanamıyor, hastalanıyor. Ali Hacip adında çok güvenilir uşağını döşeğinin basma
çağırıyor. Onu İbn-ül-Mahşur adında «huddam»1 lı bir Mağribî'yi bulmaya
gönderiyor. Hacip, hastadan aldığı buyruk gereğince giderek birkaç hafta sonra
huddamlı-yı döşeğin önüne getiriyor...
1) Cinci hocaların güya kendilerine hizmet ettirdikleri cinler.
EFSUNCD BABA
71
Abdullah Karunî, İbn-ül-Mahşur'a diyor ki:
— Bütün varımı yoğumu paraya çevirerek tılsımla-yıp gömeceksin... Eşimle oğluma
bir şeycik bırakmayacaksın.
Derviş soruyor:
— Bu paralar sonsuzluğa değin gömülü mü kalacak?
— Hayır, yirmi beş, otuz yıl sonra bir hayır sahi-Tainin eline geçmek üzere
tılsımlayacaksm...
Mağribî, hastanın isteğini yerine getirir... Tılsımname yedi kat muşambaya sarılmış
bir kitap biçiminde Hacip'e teslim olunur... İbn-ül-Mahşur, güvenilen hizmetçiye şu
talimatı verir:
— ölümün yaklaştığını sezdiğin vakit sen de bu kitabı bir anlayışlı kişiye bırakarak
ona bu talimatı vereceksin. .. Yani o da bunu ölümünden önce, inanılır bir başka
kimseye teslim edecek... Ve hiç biriniz tılsımı bozarak defineyi çıkarmağa
kalkışmayacaksınız... Kitabı yalnız emanet olarak saklayacaksınız... Bir gün
"kitap, onu taşıyan kimsenin üzerinden kendi kendine kaybolacak... Ve gidip
defineyi çıkarmaya hak kazanmış kimsenin kitaplığına girecek...
Hasta ölür. Derviş seyahate çıkar. Hacip, muşambalara sanlı tılsımnameyi hamaylı
gibi boynuna asar...
Ölü Abdullah Karunî'nin eşiyle oğlu bu işte büyük bir hile sezerek, Hacip'i
yakalarlar. Davalara kalkarlar. Mahkeme mahkeme süründürürler. Lâkin bu sırrın
www.cizgiliforum.com Sayfa 36
içyüzüne ermeği başaramayınca çirkin bir cinayet iftira-sıyle efendisine içten bağlı
hizmetkârı yedi yıl hapse mahkûm ettirirler...
İnançlarına bağlı Hacip, başına eğlen bu felâketi oluruna bırakır. Kimse ile
görüşmez. Hamayılı boynundan ayırmaz. Beş vakit namazına beş daha katar.
72
EFSUNCU BABA
Kendisinin önemli bir buyruğu yerine getirmekle görevli olduğunu duyar. Gece
düşlerinde kendisine bazı sırlar açılmış olur...
Hapsedildiğinin üçüncü yılında hastalanır... Boynundaki hamayılı hapis
arkadaşlarından hangisine teslim edeceğini bilemez, şaşırır. En sonunda istihareye
yatar. Düşünde ak sakallı bir pir görünür. Kendisine şu öğütte bulunur:
— Üç gün içinde hapishaneye hafif hüküm giymiş. Beşir Amberi adında bir hükümlü
gelecektir. Hamayıln ona teslim et...
Gerçekten, düşte söylenen şey üç "gün sonra oluverir. Hacip, Tılsımnameyi Beşir
Amberî'ye teslim eder.
Kendi de Tanrısına kavuşur...
* **
Bu açıklama, Tılsımnamenin altına yazılmış. Kimin eliyle. Belli değil... Ve bu kitap,
nasıl Ebülfazıl En-verî'nin kitaplığında ortaya çıkıyor? Burası da karanlık... Fakat
Efsuncu. Baba, Derviş Mağribî İbn-ül-Mah-şur'un defineyi elde etmeye öngördüğü
kimsenin işte kendisi olduğunu ve bunun için kitabın «manevî» bir el ile getirilip
kitaplığına bırakıldığını ileri sürüyor.
Asıl Tılsımname metni şudur:
«Ve dahi malûm ola ki Arabi aylardan birinin cumartesiye rastlamayan yedinci
gecesinde, insan suretinde görünen Lahur ile Mahur adlı melekler refa-katiyle
muttaki, musalli bir zat yola revan olalar... Beraberlerine on kulaç uzunluğunda kalın,
kavi bir urgan, bir küçük fener, bir buhurdan, bolca ödağacı, kursl ve bir dolu
gülabdan3 alalar.
1) Din törenlerinde kıymak kıymık yakıldıkça güzel koku-veren bir ağaç.
2) Havayı güzel kokutmak için ateşe atılan nesneler.
3) Gül suyu kabı.
EPSUNCU BABA
73
Yolda rastlayacakları tanıdıklarla selâm ve kelâm etmeksizin Topkapı'dan sur dışına
çıkalar... Gidiş yönlerini Takyeci mahallesine çevirip (Tekke) civarına
yaklaştıklarında kalın bir yağlık ile kendi gözlerini sıkıca bağlayup hıribirinin
ellerinden tuta-rak bekleyeler...
Tanrı adamı bir zat ğelüp en öndekinin elinden tutarak bu üç gözü bağluyu yarım saat
süren bir makama dek yedecek ve orada «azat» kelimesini söyleyerek çekilüp
gidecek... Yedekte gidildiği sırada sakın yağlığı sıyırup yeden zatı görmek merakına
kalkışılmaya. Zira (Neuzü billah) kalkışanın hemen gözlerinin kör olacağı
muhakkaktır.
www.cizgiliforum.com Sayfa 37
Bu üç kişi ol makamda fenerlerin yakup batıya yönelerek yürüyeler. Üç ihtiyar incir
ağacı göreler. Bu ağaçların arasında bir tahta sanduk vardır. Kapağın açup içinde
hapis bulunan üç kaplumbağayı dışarıya sahverüp azat edeler. Biraz daha yürüdükten
sonra bir dut ağacına rast gelürler. Bu ağacın altında uzun bir yılan yatur. Yılan
ölüdür, korkmayalar. Bu yılan ölüsün yedi pare eyleyüp beraber alalar.
Bu kez şimal yönüne yürüyeler. Yedi bin adım yol aldıktan sonra geniş çevrimli ve
derin bir kuyuya rast geleler. Ve ol makamda fenerlerin söndürüp kuyunun ağzında
işbu duayı okuyalar:
Eyyüha'r-ravdii a'tini tarikan ene üridü'l-mürure beyn-el esedi v'n nemri ve ene
eyyetühe'1 -hayvanat-il-mübareke sadikan lekün. Felâ takatta'neni ireben ireba
74
EPSUNCU BABA
ve beyyin lî keyfe ezhebü ilâ köşk-iz-zehebi feinneni se-ehîzü't-talseme min eğak-ühamamat-
il-biyd-ül-lâti fi kafes-il-elmas1.
Ve sonra urganın bir ucunu Mahur'un beline sıkıca bağlayup öbür ucunu oradaki
incir ağacına sararak ve yavaş yavaş dua-yı şerifi okuyarak anı kuyunun dibine
indireler ve üzerine yedi parça yılanı birer birer atalar.
Kuyunun ağzında buhurdanda ödağacı ve kurslar yakalar ve durmadan içeriye
gülâptan güzel kokular serpeler...
Mahur, dilinden dua-yı şerifi hiç bırakmaya. Orada en büyük dünya makamına ere...
Şöyle ki:
Kendisini aydın, güneşli, ferah, sonsuz bir çayırlıkta bulacak ve ileruye bakınca pek
heybetli bir ars-lan ile bir kaplan görecektir. Korkmasun duayı okuyarak bu iki
mübarek hayvanın ortasından geçsin...
Arslan ile kaplan, Mahur'a bir yön işaret edeceklerdir. Ol yöne yürüsün yürüsün
önüne bir altun köşk çıkar. Köşkün açılmış zümrüt kapısının iki kanadı yanında iki
eşsiz güzel durur. Analara selâm verüp
1) Bu uydurma duanın anlamı, aşağı yukarı, şöyledir: «Ey güzel çayırlık, bana yol
ver. Arslan'la kaplanın arasından geçmek istiyorum. Ve ey mübarek hayvanlar, ben
sizin dostunuzum. Beni parçalamayınız ve Altın Köşk'e nasıl gideceğimi gösteriniz.
Çünkü ben Elmas Kafesteki beyaz güvercinlerin boyunlarında asılı olan tılsımı
alacağım.»
EFSUNCU BABA
75
yürüye. Bu altun köşkün pek süslü murassa damlarında asılı elmas kafesin içinde
beyaz güvercinler vardır. Tılsımname onların boyunlarında asılıdır... Duayı okuyarak
tılsımları alup geriye döne. Definenin nasıl bulunup çıkarılacağı bu Tılsımnamede
açıklanmıştır.
İşbu talimat gereğince iş yapıla. Asla gönüle şek ve şüphe getürülmeye... »
Ebülfazıl Enverî, Binbir Gece Masallarını hayallerde sönük bırakan bu satırları
okuyunca kalbine hiç şek ve şüphe getirmedi. Olağanüstü önemi dolayısıyle meseleyi
elden geldiğince ev halkından gizli tuttu. Fakat tılsımın açılmasına anahtar görevinde
bulunacak olan Lahur ile Mahur'a açılmak zorunda idi. Bu Ermeni meleklere, manevî
www.cizgiliforum.com Sayfa 38
bir elin kitaplığına bırakmış olduğu Tıl-sımnamenin kapsadıklarını satır satır
açıklayıp da bu işe sıvanmak gerektiğini söyleyince, delikanlılar, Efsun-cu Baba'yı
bütün bütün çıldırdı sanarak karşısından kaçmak istediler. Ne var ki bu aptal adamda,
kimi kez, en akıllıları kendine bağlayacak bir büyü gücü baş gösterirdi.
Gözlerini süze süze uzun sakalını sıvazlayarak: — Çocuklar, dedi, siz kendi
mübarekliğinizi bilmiyorsunuz. Böyle işlere durmadan şeytan karışır. İşte lânetlik
İblis gönlünüze «vesvese» koydu. Bu aldatıcı şeytanı atınız içinizden... Bu hazineyi
aramızda bölüşeceğiz. Size helâlinden binlerle, binlerle altın pay düşecek. Bu altmış
yıllık kafam ve bu apak sakalımla, Tanrı esirgesin, ben sizi zararlı bir yola iter
miyim?.. Yeryüzünde öyle kutsal kuyular vardır ki bunların içiı> den Cennete,
Cehenneme yol bulunur. Erenlerden bazı kimseler bu yollarla Ahret'e gidip
gelmişlerdir.
76
EFSUNCU BABA
Enverî, bu dediklerim ispat için birçok kitap adı sayıp olağanüstü olaylar anlattıktan
sonra sözlerine şunları ekledi:
— Biriniz işte böyle mübarek bir kuyuya inecek... İkimiz elimizde ip ile kuyunun
ağzında bekleyeceğiz...' Bunda korkacak bir şey yok... Şeytan, sizin melek
gözlerinizin önüne perde geriyor... Yırtınız perdeyi, kovunuz melunu...
Bilgisiz Ermeni'ler bu kandırıcı bilgilere bütün bütün kapılmasalar da. yavaş yavaş
kendilerinde bu sözleri büsbütün reddedecek gücü de kaybediyorlardı. Anaları,
babaları, papazlar onlara küçüklüklerinden beri buna benzer birçok olağanüstü şeyler
anlatmamışlar mıydı? Onun için bu masalın yüzde beş doğru çıkması olanağı yok
muydu? Beline ip bağlayıp gen's ve kuru bir kuyuya inmek o denli korkulacak
tehlikeli bir iş de değildi. Geçim sıkmtısıyle şimdiye değin bundan yüz kat belâlı
şeylere girişmişlerdi. Define çıkmasa bile bu emek ve özverilerine karşılık Baba'dan
beş on lira koparacaklarına da şüphe etmiyorlardı. Onun için Tıi-sımname gereğince
harekete karar verdiler.
IX
BİR Arabî ayının sonunda idiler. Girecek Arabî ayının yedisi cumartesine
rastlamayacağını hesapladıktan sonra, on kulaç uzunluğundaki kalın ipi, küçük
feneri, buhurdanlığı, gülapdanlığı, kursları, ödağaçları-nı hazırladılar. Belirtilen vakti
beklediler.
Ayın yedisi bir cuma gecesine rast geldi. Bu güzel rastlayışı büyük bir uğur saydı...
Yatsıdan sonra insan suretinde görünen iki melek ile dinine bağlı, namazlarını
geçirmeyen zat Hobyar semtinden, Topkapı'ya doğru yola düzüldüler. Kime
rastlasalar başlarını öbür yana çevirdiler. Kendilerine bir şey söyleyenlere cevap
vermediler. Takyeci mahallesi yolunu tuttular. Tekkeye yaklaşınca, körebe oynamak
zamanı gelip gelmediğini birbirinden sordular... Küçük bir danışmadan sonra
ceplerinden bu iş için hazırlanmış kocaman kaim yağlıkları çıkardılar. Herkes kendi
gözünü kendi bağladı. Kendilerini yedip götürecek eren kişinin teşrifini beklemek
için mezarlık duvarının önüne sıralandılar.
Mahur, kendi anadiliyle melek kardeşine şöyle fısıldıyordu:
www.cizgiliforum.com Sayfa 39
— Zo bu deliye uyduk. Gözlerimizi kendi elimizle bağladık. Kurbanlık koyun gibi
bunda bekleyoruz. Bizi götürüp kuyuya atacaklar? Ne yapacaklar? Gelecek herif
belkim bundan daha delidir.
78
EFSUNCU BABA
Ebülfazıl Enverî, melekleri kollarından dürterek:
— Burada dünya kelâmı caiz değildir. Biribiriniz ile söylemeden konuşunuz.
Lahur — Zo söylemeden konuşulur hiç?
Enverî — Kalb lisaniyle söyleşiniz...
Mahur — Kalp lisan... Bu da hangisidir?
O sırada Enverî'nin eline bir el yapıştı. O da Lahur' un elinden tuttu. Lahur da
Mahur'unkinden... Huygoy-goculuğa çıkan torbalı körler gibi birinin ayağına bir taş
rastlayınca çarpma yüzünden üçü birden sarsıla sarsı-la yürüyorlardı.
Gittiler... Bu körebe adımlanyle hayli yol aldılar. Yedekçileri eren'in de mi gözleri
görmüyordu? Tümseklere çatıyorlar, çukurlara girip çıkıyorlar; gövde gövdeye, kafa
kafaya karambol yapıyorlardı.
Mahur'un içini kurt yemeğe başladı. Kendilerini çekip götüren eren ne biçimde bir
yaratıktır. Onu görmek için yüreğinden kabaran merakı yenemeyecek bir duruma
geldi... Gözlerindeki kalın mendili biraz sıyırıp bakabilirdi. Lâkin bakmağa
yeltenenin hemen kör olacağı söylenmişti. Bu dehşetli korkutmayı bir yana iten
Ermeni, mendili azıcık gevşetmek için el kadıraca-ğı sırada parmaklarının üzerine
sessiz; fakat bir çekiç gibi katı, sanki derisinin üzerine kan oturtan bir yumruk yedi.
Mini ti biçiminde Ermenice bir küfür ile elini çekti. O zaman anladı ki kendilerini
yeden ermiş bir kişi değildir ve hepsi de pehlivan gücünde kimselerdir.
Mahur'un yüreğini ciddî bir korku titretmeğe başladığı sırada oldukça düzlük bir
yerde durdular... Uzakça bir yerden kulaklarına:
— Azat!..
Sözü geldi... Bağlarını çözdüler... Hafif bir ayışığı
EFSUNCU BABA
79
altında belli belirsiz bir kırlık görüntüsü içinde bulunduklarını gördüler. Çevrelerinde
kendilerinden başka kimse yoktu.
Önlerini iyi seçiyorlardı. Fakat Tılsımnamede anlatılanlara uymak için Enverî küçük
feneri yaktı. Batıya yönelerek yürüdüler.
Gerçekten çok sürmedi, üç yaşlı incir ağacı gördüler... Ağaçlarm düğümlü, yamrı
yumru ve kalın gövdeleri, gecenin esrarlı yeri üzerinde epeyce korkung şekiller
alıyordu.
Bunların aralarını aradılar. Tahta sandığı buldular. Kapağını açtılar. İçinde takır takır
üç kaplumbağa geziyordu. Bu hapisleri sandıktan çıkardılar, kıra salıverdiler.
Tıpkı masallarda olduğu gibi, tılsımlı kuyuya gidinceye dek kitabın verdiği şeylere
eksiksiz rast geliyorlardı. Bir hayli daha yürüdüler, önlerine bir ağaç çıktı.
Tılsımnamede işaret edilen dut ağacı olacak... Etrafı araştırırlarken Mahur bir
haykırış kopardı:
www.cizgiliforum.com Sayfa 40
— Ah aman mega... Yılan işte bundadır. Ama da ne uzun merettir ölüsü boklu.
Belkim de daha tastamam ölmemiştir. Yılan kısmışının kırk canı vardır. Otuz
dokuzu çıkıp da biri içeride kalsa yine yeniden dirilir kalkar.
Ermeniler ayaklarının ucuyle yılana vurup kaçarak:
— Zo diridir. Depreşti...
Enverî, zembilde bu iş için getirmiş olduğu iri bir bıçağı çıkararak en kuvvetli itiraz
sesiyle:
— Trlsımname yalan yazmaz, ölüdür o... Muayeso
EFSUNCU BABA
neye lüzum yok... Alınız şu bıçağı yılanı yedi parçaya ayırınız...
Lahur, sahteliği seçilen bir yiğitlikle bıçağı eline alıp:
— Tava için kesilen torik gibi şöyle dilim dilim edeyim?..
Mahur — He he öyle et... Sonram da saza geçirelim... Bakalım tava ederiz? Yoksam
ızgara veya pilâki?
Lahur, yılana ilk dokunşunda iki adım geri sekerek:
— Zo diridir, titredi...
Mahur — Titreyen o değil... Senin elin... Zo ölüsünden bile korkorsun; dirisini
göreydin ne yapacaktın?
Lahur — Ben dirisini çok görmüşüm...
Mahur — Bilirim canım haydi... Şunu yedi parça et görelim...
Enverî, bıçağı Lahur'un elinden çekip alır. Uzun bir besmele çektikten sonra yılanı
mumbar gibi yedi parçaya ayırır... Parçaları zembile doldurur. Bu kez kuzey yönüne
dönerek yürürler...
Baba'nm bu cesaretinden iki melek epeyce utanırlar.
Şimdi kuzeye ilerlerken adımlar sayılacak, tam yedi bin adımlık bir yol alındıktan
sonra büyük çevrimli bir kuyu görecekler...
Yürüyorlar. Yine dünya kelâmı yasak. Hiç ağız açmadan gönül diliyle konuşulacak.
Daha doğrusu içten adımları saymakla uğraşılacak.
Ermeni'ler derin bir düşünceye vardılar. Tılsımna-me'de yazılı şeyler birer birer ve
hemen dendiği gibi çıkıyordu. Gözler bağlandıktan sonra yedilme işi, incir ağaçları
altındaki tahta sandıktan salıverilen kaplumba-
EFSÜNCÜ BABA
81
ğalar, sonra yılan ölüsü... Artık şimdi de büyük çevrimli bir kuyuya rast
geleceklerinden şüphe etmiyorlardı.
Fakat hep bu garip şeyler ne demekti? Bunları düzenleyen somut, ya da soyut eller
bulunduğu inkâr edilemezdi... Şimdi serüvenin en önemli yanına, kuyuya
yaklaşıyorlardı. O saate değin gördükleri anlaşılmaz şeyler, herhangi bir insan
tarafından düzenlenmiş ve uydurulmuş olabilirdi. Fakat bir kuyu dibinden sonsuz
çayırlıklar, cennet bahçeleri, altın köşkler, feriştehler, periler, elmas kafesler
göstermek!.. Bu, ancak Peygamberlere özgü akıl almaz mucizelerdendir. Hep bu
www.cizgiliforum.com Sayfa 41
garip şeyler, gerçekler alanında ve dünya gözleri önünde nasıl cilvelenecekti.
Enverî'nin ve Tılsımname'nin foyaları meydana çıkmaya çok bir zaman kalmamıştı.
Agop'la Kirkor, iki melek adı alan bu Ermeni gençleri her halde doğala, akıl ve
muhakemeye uymayan karanlık bir serüvene doğru gittiklerini sezerek daha yedi
bine pek çok sayı var iken adım hesaplarını şaşırdılar. Lahur yedi yüz beşte. Mahur
dokuz yüz yirmi ikide kalmışlardı. Fakat sayının ucunu kaçırdıklarını belli etmeyerek
Enverî'nin adımları üzerine dalgın dalgın yürüyorlardı.
Bu işin güç olduğu ölçüde tuhaf yönü, Ermeni'lere Arapça duayı öğretebilmekte
görüldü. Onlara hiç bir anlam söylemeyen ve şivesi söyleyişlerine uymayan bu
Arapça sözleri ezberleyinceye kadar zavallılar çok erüç-lük çektiler...
Belleklerine ?enen duaya —Eeer söylenmesi doğru sayılırsa— asim bir karikatürü
denebilir. Başlarını yararak, gözlerini cıkerarak pek acayip bir şeyler söylüyorlar,
fakat bunları herhangi bir dile bağlamak kimsenin elinden gelmiyordu.
F: 6
82
EFSUNCU BABA
İçinde ip falan bulunan zembili melekler taşıyor, Ef-suncu Baba, önde fener
çekiyordu. Fenerin kuvvetsiz ışığı, batmaya yaklaşmış yedi günlük ayın hafif
aydınlığına karışıyor, ay ufka indikçe gölgeleri uzuyor, rüzgârsız bir gecenin içe
dokunan sessizliği içinde dört yanı dinleyerek ilerliyorlardı.
Enverî, yedi bin adımı bitirdi. Ne var ki önlerine büyük küçük hiç bir kuyu çıkmadı.
Yanlışlık Tılsım-namede miydi? Efsuncu'da mı?.. Hâşâ, Mahşurî gibi bir dervişin adı
kansan bir kitapta yanlışlık olamazdı. Yanılan ancak kendisi olduğuna kesinlikle
hükmetti. Ya çokça sağa, ya da sola kaçmış veyahut adımlarını gereğinden kısa, uzun
atmış olabilirdi.
Doğrultudan sağa saparak yüz elli adım kadar daha yürüdü. Bu kez kutsal kuyu
önlerine çıktı. Kitabın öğüdüne uyarak Enverî, hemen feneri söndürdü.
Enverî önde, iki melek arkada «Eyyüha'r-ravdu a'ti-ni tarikan... » duasını okuyarak
kuyunun çevresinde dolap beygiri gibi dönmeğe başladılar. Bu «tavaf» bu dua yedi
kez tekrar edilinceye dek sürüp durdu.
Enverî, ağzından dünya sözü çıkmadan işaretle Ma-hur'u çağırdı. Zembilden urganı
çıkardılar. Bir ucunu Ermeni'nin beline üç kez doladıktan sonra sıkı sıkıya biribiri
üzerine birkaç düğüm vurdular, öbür ucunu yakında bir incir ağacına doladılar.
Zavalı Mahur'un renginin ne denli attığını kimse seçemiyordu. Kuyuya inmeğe önce
söz vermiş olduğu için ses çıkaramıyor; fakat yüreği üç buçuk atıyordu. Eğer bu işi
başarırlarsa milyonlar kazanacaklardı. Mahur, her şeyden önce, Efsuncu Baba'nm
gerçekten bir «mucize» adamı olup olmadığım anlamak merakiyle çatlıyordu. Şimdi
birkaç dakika sonra bu gerçeğe erecekti. ..
EFSUNCU BABA
83
Kuyunun ağzında buhurdanı yaktılar...
Ödağaçları, kurslar buram buram tütmeye başladı. Efsuncu Baba, bu kocaman
çukurun kara ağzına gül suları serpiyordu.
www.cizgiliforum.com Sayfa 42
Mahur, ineceği bu korkunç, bu ne olduğu bilinmez karanlığa eğildi. Dibini görmeğe
uğraştı. Göz, geceleri gündüz berraklığında bırakan katran gibi siyah bir uçuruma
kaymaktan başka bir şey seçemiyordu. Bu tüten buhurdanlar, serpilen gül suları
zavallının sinirlerine dokandı. Yapılan bu tuhaf töreni Ermeni genci, asılacak
insanların son saatlerindeki hazırlıklara benzeterek titriyordu.
X
EYYÜHA'R-RAVDU» duasının üç ağızdan birden söylenmesiyle, kulpuna ip bağlı
bir kova gibi, Ma-hur'u kuyuya indirmeğe başladılar. Arkasından gül suyu
serpmekle birlikte yılan parçalarını birer birer atıyorlardı. ..
Bu korkunç hayvanın soğuk gövdesi kimi kez Ma-hur'un başına çarptıkça
haykırmaktan kendini alamıyor; gittikçe sesi derinleşerek işitiliyordu.
On kulaç ipin aşağı yukarı sekizi kullanıldıktan sonra Mahur'un dibi bulduğu
anlaşıldı. Sekiz on dakika beklediler. Aşağıdan hiç bir ses gelmedi.
Efsuncu Baba, duayı dilinden bırakmayarak buhurdanın ödağaçlarını tazeliyor,
gülapdana kokulu sular dolduruyordu.
Lahur, arkadaşı Mahur'un bu karanlık konağında başına neler geldiğini anlamak
merakını yenemeyerek kuyuya Ermenice bir iki söz bağırdı. Aşağıdan önce
anlaşılmaz mırıltılar duyuldu. Fakat sonra söyleyiş düze-lerek apaçık şu azar işitildi:
— Bu kutsal kuyuda Arapça ile Türkçeden başka dil konuşulmaz... Cezası büyüktür.
însan çarpılır.
Böyle düzgün şive ile karşılık veren Mahur muydu? Ses tanınamadı. Lahur, azardan
ürktü. Kuyu dibindeki arkadaşını çarpılmaktan korumak için sustu. Yine beş on
dakika sessizlikle geçti. Kuyunun ağzmdakiler
EFSUNCU BABA
85
aşağıdan emir bekliyorlar gibiydi. Sonra bu emir geldi:
— Duayı kesmeyiniz... Gönlünüzü Tanrı'ya bağlayarak yal varınız...
Efsuncu ile Lahur, mektep çocukları ilâhi okur gibi biribirine kaynamaz iki sesle
tütsü kokularıyle birlikte dualarını yükselttiler...
Zifir gibi karanlıktan başka bir şey seçilmeyen kuyunun içinden artık hiç bir ses
gelmiyordu. Yukarıdakiler gittikçe artan bir merakla dua ederek bekliyorlardı.
Sonunda karanlıktan şu ses yükseldi:
— Elhamdülillah dualarınız kabul olundu. Dil ile anlatılamaz, ucu bucağı
görünmez bir bahçedeyim... Burada ilkbahardır; güller açmış, bülbüller ötor.
Lahur — Zo divane olma. Kuyunun dibinde güller açar, bülbüller öter hiç?
Mahur — Vallah.. billah Lahur... Gülhane parkı bunun yanında çöplük kalır...
Lahur, Efsuncu'ya:
— Baba, bu duyduğun laflara inanorsun?
— Niçin inanmayayım? Mübarek Tılsımname yalan mı yazar? İşte hep müjdeler,
Tanrı tarafından, kendini gösteriyor.
— Tılsımname yalan demese de bizim Kirkor söyleyebilir. Çünküm o eski
kofticidir.
Efsuncu kızarak:
www.cizgiliforum.com Sayfa 43
— İstiğfar eti... Ağzından kaçan küfre tövbe et... İçine şek2 getirme... .
Agop, telâşlı bir şaşkınlıkla:
— Töbe edeyim? İçime eşek bırakmayayım? Fakat efendim, Kirkor, korkudan aklını
kaçırmış olabilir...
1) Estağfurullah de, Tanrıdan af dile.
2) Şüphe.
86
EFSUNCU BABA
Ben, aklım üzerimde iken kuyunun dibinde güllü, bül-büllü bir park olduğuna
inanabilirim hiç? Aşağıdan Mahur:
— Lahur, laflarıma inan ol. Ne üzerine istersen sana yemin edeyim ki, dünya
yüzünde görmediğim eşsiz bir bakçadayım... înanmayorsan ipi sana göndereyim,
în aşğı gözlerinle gör...
Agop, şimdi tereddütle biraz düşündükten sonra:
— İnandım, inandım. Aşağı inmeden burada inanmayı daha kârlı bulorum...
Ebülfazıl Enverî, kuvvetli inancını anlatmak için elini göğsüne koyarak:
— Asıl iman, görmeden inanmaktır...
— Görmeden her şeye inanırsan insanı çok kandırırlar. ..
Aşağıdan Mahur:
— Dua okuyunz, dünya lafı etmeyiniz... Efsuncu Baba ile Lahur, yukarıdan kör
dilenciler
gibi akortsuz bir beraberlikle okumaya başlarlar... Aşağıdan:
— Uçsuz bucaksız bir çayırlık... Güneşler, ay aydm içinde... İşte mef ret bir arslan
ile kaplan, sus pus içinde oturorlar. Karınları açtır acep? Beni hap ederler? (Duayı
okuyarak) Eyyüha'r-ravdu a'tini tarikan ene ürid-ül-mürure beyn el esedi v'n-nemir...
Mahur devam eder:
— Mübarek hayvanatlar... Ortalık yerinizden geçeceğim... Size yalvar yakar
olorum... Al tun Köşk nerededir? Bana işmar ediniz. Ah mega arslan, kaplana baktı...
İkisi de sırıtarak sağ tarafı Ismarladılar. Teşekkür ederim hayvanatlar. Ah ne
görorum. İşte ta karşımda altun köşk parladı...
Efsuncu, duayı okuyarak:
EFSUNCU BABA
87
— ... Ve beyyin lî keyfe ezhebü ilâ Köşk-üz-zeheb... Aşağıdan Mahur:
— Altun Köşkün zümrüt kanatlan açık... İşte onda iki dişi melek oturmuş... Sırma
saçlarını at kuyruğu gibi iki yandan aşağı bırakmışlar... Bilirsin? Ne latif kanlar...
Fakat bunda yüreğine fenalık getirilmez. Ve boş laf edilmez. İşte bu matmazellere
selâm verdim selâm ettiler. Vay babasının canına, köşkün tavanı sade pırlantı...
Elmas kafesin içinde beyaz güvercinler dudu gibi çalımla oturorlar... (Duayı
okuyarak): «Fein-neni seehizü't-talsemi min ağak-il-hamamt-il beyd-ül-lâti fi kafes
il-elmas...
Mahur devam eder:
www.cizgiliforum.com Sayfa 44
— Matmazeller, musadeniz olur ki güvercinlerin boyunlarından tılsımlan alayım?
Eğerleyim yerin dibinden liralan çıkarır isek bu güzel boyunlannıza birer pırlantı
gerdanlık hediye etmek borcumuz olsun...
Kuyunun dibinde ses kesilir. Efsuncu ile Lahur «Eyyüha'r-ravdu» duasını
tekrarlayarak beklerler... Yirmi dakika, yarım saat geçer. Mahur'un zevzekliği artık
duyulmaz olur...
Lahur düşüncelerini açıkça söylemeye cesaret, edemeyerek içinden şunlan geçirir:
— Kirkorun sesi kısıldı. Kuyunun dibinde boğuldu? Cartayı çekti? Ne oldu? Yerin
altında altun köşk, zümrüt kapı, elmas kafes, sırma saçlı matmazeller olur hiç? Bu
oğlan delirdi? Ne oldu? Yoksam Efsuncu Baba ona esrar yutturdu? Şimdicik Kirkor
bundan sağ çıkmaz ise ben anasına ne haber edeyim? Bu divanenin lafına kandık.
Olmaz martavallara kulak verdik... Başımıza her ne ki belâ gelse yeridir.
Ermeni, kuyuya eğilerek arkadaşına seslenmek is-
EPSUNCU BABA
ter. Fakat Enverî, onun yapmak istediklerine engel* olarak:
— Çekil... Sus...
— O, dipte sustu. Ben de bunda sus olayım?
— Sus... Çünkü aşağıda iş oluyor...
— Aşağıda iş olor? Ne işi?
— Mahur, tılsımları güvercinlerin boyunlarından' çözüyor...
— Ben bunda hiç bir şey görmorum. Sen bunları nereden ağnayorsun?
— İhtirak-ı Müşteri, kamer ma'az-zenep...
— Ne diyorsun, Baba?
— Müşteri yandı... Kamer'e kuyruk takıldı. Arz ba-dîd*den geçiyor... Bunlardan
anladım ki tılsımlar çözülüyor. ..
— Baba, büsbütün divane olma. Bunda ne satıcı vardır, ne müşteri... Kamer'e
kuyruğu kim taktı? Göğün üstünde karnaval vardır? Nedir? Hep bunlar boş laflardır.
İşin doğrusu kuyunun dibinde Kirkor nalları dikti... İşte bu... (Ağlayarak) Biçare
oğlu biçarenin bir sakat anası vardır... damı kırık pencerenin önünde bekler ki
akşama oğlu bir okka ekmek getirsin deyi... Bızdık zamanımızdan beri çişimizi ayrı
etmez kardaş büyüdük. Öldüğüne ağlayım? Keşkem ben de aşağıya, inip de beraber
gebere idim.
— Kem şuur olma,, zihnine fütur getirme... Şimdi görürsün Kavs-i Âlâda Süreyya2
var... Gözlerimiz aydın Tılsımnameler geliyor...
1) Eski çağ «yıldızlar bilimi» nde Ay'ın, Güneş'in ve gezegenlerin Dünya'ya en
yakın bulundukları nokta.
2) Üst Yay burcunda Ülker yıldızı var.
EFSUNCU BABA
89
Gerçekten, çok sürmez. Aşağıdan Mahur'un sesi duyulur:
— Tılsımnameleri aidim, gelorum. İpi çekiniz. Lahur, birdenbire şaşırarak:
— Baba, şimdi kerametine inandım. Boş adam değilsin. Cahillik bizde.
Aşağıdan:
www.cizgiliforum.com Sayfa 45
— «Eyyüha'r-ravdu» duasını okuyarak ipi çekiniz. Şimdi yukarıdakiler aşk ile şevk
ile duaya başlayarak ipe sarılırlar...
Agop, ağzıyle dua okur gibi yaper, fakat içinden büyük şaşkınlığını şöyle taşırır:
— Vay babasının canına, vay amcasının, dayısının, halasının, teyzesinin canlarına!..
Zo bu ne iştir?.. Kuyunun dibinde hocaların, papazların tarif ettikleri cennet...
Bizim Kirkor sağ iken oraya girdi, çıktı. Bu bir oyundur? Gerçektir? Hayalettir?
Şimdi... şimdi beş dakkeden ağnaşılacak...
Yine buhurdan tütsüleri arasında Mahur, dünya yüzüne çıkar. Lahur büyük bir
merrkla karışık sevinçle bir kibrit çakıp arkadaşının yüzüne bakar. Onu pek |
kızarmış ve terlemiş görerek:
— Zo ağnaşılor ki kuyu dibindeki cennetin havası bu dünya yüzünden çok sıcaktır.
Suratın domatese dönmüş... Havuza düşmüş köpek gibi de sırsıklam terlemişsin...
(kulağına yaklaşarak) Zo söyle... Bize bağırdıkların hep sabidir?
Mahur — Yalan diyorum sanorsun? Hâlâm içine iman gelmedi?
Lahur ne düşüneceğini şaşırmış bir dajgmlıkla, karanlıkta, arkadaşının yüzünden
gerçeği seçmeye uğraşırken Mahur, çevresine sırma çevrilmiş yeşil atlas bir kese
içinde Tılsımnameyi Efsuncu'ya uzatarak:
.90
EFSÜNCU BABA
— Baba Efendi, emanetinizi alınız. Melek matmazellerin çok çok selâmlan vardır.
Bu Tılsımnamenin içinde her ne ki yazorsa tıpkısı tıpkısına icra olunmasını size
söylememi tembih ettiler...
Enverî, keseyi alır. Öpüp başına koyduktan sonra feneri yakar. Uzağa çekilerek
Tılsımnamede yazılanları okumaya uğraşırken, bir yanda şaşkınlıktan ağzı açık kalan
Agop yavaşça arkadaşına:
— Zo söyle bu ne iştir? Hep bu bağırdığın cennet teatrosu kuyunun dibinde
oynayor?.. Bu yeşil keseyi :sana kim verdi?
Kirkor ağzını Agop'un kulağına yapıştırarak:
— Aman Agop, ayağının dibini öpeyim... Şimdicik bana böyle şey sorma... Bir
kerek şuradan sağ ve canlı kurtulalım... Sonram sana hepsini ağnadayım...
— Ne deorsun? Tehlikedeyiz?...
— Çok büyük...
— Beni evvelkinden daha berbat bir meraka koydun. ..
— Sus ol... Sus ol... Her ne ki işittin ise inanmış görün... Kontro laf etme.
Mahur, Efsuncu'ya seslenerek:
— Efendi Baba, aşağıdan emir verdiler ki burada çok durmayalım. Hemen eve
gidelim deyi...
Efsuncu, emre aykırı davranmaktan korkarak henüz okuyup bitiremediği
Tılsımname'yi elleri titreye titreye. ta kalbinin üzerine koydu.
Urganı, buhurdanı, falanı zembile yerleştirerek yola düzüldüler...
**
Baba Efendi pek dalgın önden gidiyor, iki Ermeni her adımda aradaki mesafeyi
açarak onu izliyorlardı.
www.cizgiliforum.com Sayfa 46
EFSUNCU BABA
91
— Agop, kulağı dibinde Kirkor'a yalvararak:
— Mahur, karnıma öyle bir merak koydun ki, gittikçesi büyüyor. Vakti
tamamlanmış bir gebe karı gibiyim... Zo söylemezsen çatlayacağım... Bu dediğin te¬
atro bütün o dekoruyle maan beraber kuyunun dibinde oynandı?
Kirkor, büyük bir ürküntü ile dört yanına bakarak:
— Sus ol ahbar... Zo sen gebermekten korkmayor-san ben korkarım... Daha
canımdan bıkmamışım...
— Ne var ki? Bizim bu laflarımıza simdik onlar işitiorlar ki?...
— He işitiorlar...
— Zo gittikçesi merakıma puf edip şişiriorsun... Yoksam sen de divaneleştin?
— He divaneleştim. Sonram tekrar fikrimi kafama koymaya orgaştım...
— Görorum ki daha fikrin kafana tamamıyle gelmemiş...
— Gelmemişse kabahat bende değildir. Sus ol... Canımıza kurtardığımıza teşekkür
olalım... Sağ olalım da biraz divane kalalım. Zararı yoktur...
Dökülmüş kaplamaları arasından pek acıklı bir manzara ile kaburgaları görünen
kulübemsi harap evlerin; alçak, harçsız duvarları yer yer yıkılarak küme küme olmuş
bahçelerin; mezarlıktan ayırt edilemeyen sessiz, ışıksız, düşkün mahallelerin içinden
Efsuncu'yu izleyerek iki Ermni delikanlısı konuşa konuşa giderlerken arkalarından
bir revolver gümledi.
Kirkor, tepesinden tırnağına dek titreme kesilerek arkadaşının kulağına en yavaş ve
çekingen sesiyle:
— Sesini kes altık... İşte bu güm eden ilrevver lafı bitirelim deyi bize işarettir.
Ayrıca ağna ki eğerleyim laf dinlemez isen bunun ikincisi kafamızda patlayacak-
I
92
EPSUNCU BABA
tır... Ne sorsan altık benden cevap alamazsın... İşte elhap edorum...
Enverî önden haykırır:
— Çocuklar, nerede kaldınız? Ervah-ı habisei ayakta... Silâh atıyorlar. Yanımdan
ayrılmayınız...
Mahur — Hapisler, yoksam polisler, işte bilmem kimler silâh patlatorlar...
Enverî — Yanımdan ayrılmayınız... koynumdaki tılsım (paratoner) gibi beni de sizi
de Tanrının izniyle kazadan saklar...
Şimdi üçü de topluca ve hızlıca yürürler.
Hopyar'ı bulurlar. Eve girerler. Enverî, hayırlı geceler dileğiyle hareme çekilir.
Lahur'la Mahur da odalarına girerler.
Lahur, hemen kapıyı sürmeledikten sonra:
— Altık söyle, şimdicik bunda selâmetteyiz. Mahur, hâlâ titreyerek:
— Hayır değiliz...
— Zo ne vakit karnımdan bu kocaman merakı çıkartacaksın?
Mahur, cebinden kapalı bir zarf göstererek:
www.cizgiliforum.com Sayfa 47
— Yarın sabah ortalık daha iyice aydın olmadan bu mektubu bunda şu masanın
üzerine bırakup fertiği çekeceğiz... O zaman bütün esrarları diyeceğim... Merakını
boşatacaksın.
— Bu mektupta ne yazor ki?
— Neme gerek ne yazarsa yazsın... Bizim canlarımız kurtulsun da...
— Ya bizim için bir fenalık yazorsa?.. Mektubu
1) Kötü ruhlar.
EFSUNCU BABA
93
bunda bırakmayup da beraber götürsek, sonram birine okutsak olmaz?..
— Ne alık şaşkın adamsın be? Bu işe darı tanesi kadar hile girmez... Sonram onu
canın ile ödersin...
Agop'la Kirkor, döşeklerine girdiler. Çarpıntılı, alaca bir uyku ile zaten çok zaman
kalmamış olan sabahı ettiler. Tan yeri ağarmak üzere iken zarfı masanın üzerine
bırakarak bahçe kapısından sessizce sokağa fırladılar.
Mahur, arkasından sekiz atlı jandarma kovalayan bir hapishane kaçağı gibi
koşuyordu. Lahur, arkadaşına yetişebilmekte güçlük çekerek bağırıyordu:
— Zo Mahur, dibine neft yağı sürdüler? Ne kaçor-sun?
Kirkor — Zo babanın canına sövdürme beni. Bana Mahur deme altık... O, belâlı
şeydir. Babamın koyduğu adımı çağır...
— Kirkor, yangın södürmeğe gidoruz?..
— Laf etme ahbar. Tabanları yağlı... Kudurmuş it gibi koş ki şu belâdan kurtulalım.
— Zo senin gibi koşayım?
Kirkor cevap vermez... Artan bir hızla koşar... Agop söve saya arkadaşının ardından
koşar. Böyle dört nala semti bulurlar. Çat kapı eve girerler.
O geceyi oğlunun hovardalıkta geçirdiğini sanan ko çakarının azarlarına hiç kulak
vermeden biricik odaya girip kapıyı sürmelerler.
Kocakarı dışarıdan haykırır:
— A Kirkor'um... Kapıya ne içün sürme koydun? Kirkor — Sen lafımızı işitmeyesin
deyi...
94
EPSUNCU BABA
Kocakarı — Anandan gizli fenalık bir iş ettin?
— He...
— Söylemezsen ben meraktan mefat olurum...
— Bir şey olmazsın... Bilirim canın kavidir.
Kacakarının dırıltısına hiç önem vermeden iki delikanlı, dokuma örtüsü yamalı kırık
sedirin üzerine karşı karşıya otururlar.
Kirkor, dört yanma ürkek bakışlar gezdirerek:
— Bugün gidip doktora muayene olunacağım.
— Nen var ki?
Sanorum ki, içimde yüreğim sakatlandı. Korkudan bir damarım patladı...
www.cizgiliforum.com Sayfa 48
— Zo ne oldun? Kuyudan bağırdığın şeyleri sahiden hep gördün?
— Divanesin ahbar... Yerin dibinde çayırlıklar, al-,tun köşkler, elmas kafesler, sarı
saçlı melâik olur hiç?
— Ya ne içün gördüm deyi yemin edordun?
— Benim yerimde sen ola idin etmeyecektin acep?
— Halam bilmecenin (b) sini ortaya koymadın...
— Sabır ol, patlama...
Kirkor, geçirdiği serüvenin korkunçluğunu hatırlayınca suya düşüp çıkan bir kedi
gibi silkindikten sonra:
— Ahbar, siz beni iple kuyunun dibine ağır ağır bırakır iken, gittikçe etrafım daha
çok kararor, karnıma korku dolordu. Kuyu gayetle genişti, kenara çarpmayayım
deyi ellerimle taşları tutordum. En sonunda dibi buldum. İçeride su yoktu. Daha
ayaklarımı yere değdirir değdirmez kuvvetli bir kol bana. sımsıkı sarıldı.
Kollarımı çembere aldı. Kabili mümkün değildi ki ellerimi oynatayım. Bağırmak
istedi sem kaim bir ses kulağıma: «sus» deyi mır etti... Yine o zamanda
şakaklarıma demir parçasına benzer iki soğuk şey do-kandı... Yavaşça:
EPSUNCU BABA
95
«— Bunlar nedir?
«Deyi sordısam yine o ses cevap etti:
«— Revvelver... Eğerleyim sözlerimizden bir nokta aykırıya gidersen ikisi de
beyninde patlayacaktır... »
Analarına, babalarına bütün soylarma içimden okkalıyı çektim. Çektim ama, ben
altık kapanda bir sıçan idim... Dediklerine gitmekten başka bir çarem yoktu... «Biz ne
dersek sen de onu tıpkısı tıpkısına tekrarlayacaksın» emrini verdiler. Onlar ne
dedilerse, mektepte hocanın önüne yeni oturmuş bir çocuk gibi ben de onu
bağırdım... Onlar onda birkaç kişi idiler. Yüzlerine asla tanımadığım bu efendiler:
«— Uçsuz bucaksız bir çayırlık... Güneşler, ay aydın içinde ne ferahlık yer... İşte
mefret bir arslanla kaplan, ah mübarek hayvanatlar, altun köşk, sarı saçlı melâik... »
Palan falan deyi bana boyuna martaval okuyorlarsa «bütün bu lafların aslı yoktur,
hepsi de dipsiz kof-tidir.» Doğruluğuyle nasıl onlara kontro gideyim? Hep bunları
görorum deyi korkudan sıcak sıcak yemin edor ve: «Eyyüha'r-ravdu a'tini tarikan» ı
gürül gürül okor-dum. Bana bu korkuyu buz gibi içirtip yüreğimi bangır bangır
titrettikten sonram sımsıkıya tembih verdiler. Dediler ki: «Eğerleyim bizi bunda
gördüğünü ve hep o laflan papağan gibi talimatla söylediğini Efsuncu'ya haber
edersen seni ve arkadaşın Agop Lahur'u gebertiriz. Biz Efsuncu'nun akrabasmdanız
ve ondan ot* k?t efsuncuyuz. Her nereye kaçsanız elimizden kurtulamazsınız. Her
nerede ve her ne türlü gizli laf konuşsanız biz işitiriz. Bu mektubu al. Yattığınız
odadaki masanın üzerine bırak. Ve sabah karanlığı ikiniz de Baba'nın evinden kaçınız
ve bir daha o taraflarda görünmeyi-niz... »
96
EPSUNCÜ BABA
Mahur Kirkor, cebinden yirmi beş liralık bir kâğıt çıkararak:
www.cizgiliforum.com Sayfa 49
— İşte bunu da emeklerimize karşılık olarak hediye ettiler. Allah bereket versin...
Sankim yirmi beş liraya kuyunun dibine inmiş oldum.
— O Daranın yarısı benimdir zo... Aşağıya inme-dimse de kuyunun ağzında.
«Eyyüha'r-ravdu» duasını okumaktan dilim kabardı.
— Acele etme ahbar. Fikrimde fenalık olsaydı bu parayı sana gösterirdim hic?
Bu iki Ermeni, meleklikten insanlığın en çingene kertesine inerek havli çekiştikten
sonra virmi bes lirayı aralannda pay ederler. Birkaç gün çektikleri korku ile yiyip
içtikleri de yanlarına kâr kalır...
Efsuncu, o gece saba,ha karşı evine dönüsünde odasına kapanır. Yeraltı has
bahçesindeki a-ltm köşkün elmas kafesinde tüneven güvercinlerin bovunlarından
alınmış Tılsımnameyi çözmekle uğraşır. Özetle şu anlamı bulur:
«Ey Ebülfazıl Enverî, tılsımın açılmasını başarman su şarta haZhdn: Kırın
MAvh'irfe'vi Nnrullah Hasin'le evlendirmelisin. Bu evlilik iki taraf için gayetle uûurhı
ve mutlu olacaktır. Bu şartın hükmünü verine Getirdikten sonra defineye varman için
gereken sırlara ereceksin... »
Efsuncu Baba, bu önemli mesele ile ilgili görüşmelerde bulunmak için iki melek
yardımcısının, odalarına iner... Fakat Lahur ile Mahur'u orada bulamaz. Masanın
üzerinde bir zarf görür. Açar okur:
EPSUNCU BABA
97
«Baba Efendi,
«Biz gökten geldik. Görevimiz sona erdi. Yine oraya çekildik. Şimdi pek çok önemli
bir ödevimiz kaldı. O da kızın Mevlüde'yi Nurullah Hasip'e vermeni hatırlatmaktır.
Bize emir böyledir. Bu evlenme seni defineye sahip ettikten başka evini bolluk ve
mutlulukla dolduracaktır. Dünyanın en mutlu adamı olacaksın... »
*
O hafta Ebülfazıl Enverî'nin evinde bütün mumlar, lambalar yandı. Şerbetler ezildi,
gürül gürül dualar okundu. Nurullah Hasip'in Mevlüde ile gerdeği yapılıyordu.
*
Bu önemli şartın yerine getirilmesinden sonra En verî define sırlarının açılmış olması
için bir, iki ay ve daha çok bekledi. Lâkin hiç bir beljrti baş göstermedi. O, inancı
tam bir adamdı. Umudunu kesmedi. Bekliyordu ve süresiz bekleyecekti.
Asıl amaç, Nurullah Hasip'le Mevlüde'nin evlenmelerinde idi. Bu istekleri yerini
buldu. İki genç muratlarına erdiler... Hemen her yerde ve hele bilgi ve kültürün zayıf
bulunduğu memleketlerde hile ve aldatma ile daha çok iş görülür.
F: 7
98
EPSUNCU BABA
Güya bütün insanlık yalanı, dolanı ortadan kovarak adalti ve gerçeği en üstün yerine
yükseltmek için uğraşıyor. Tanrı esirgesin, böyle bir felâket olunca hep siyasetler,
ticaretler, işlemler durur. Bütün dünya alt üst olur... En akıllılarımız her gün
aldanıyorlar... En akılsızlarımız her gün aldatıyorlar... Hepimiz daima al-danıyoruz;
www.cizgiliforum.com Sayfa 50
fakat fırsat düştükçe aldatıyoruz. Bu suretle geçim dengesini biraz düzeltebiliyoruz...
Aldanıp da aldatamayanlar.. îşte aç kalan sürü bu zavallılardır.
Gerçeğin büyüklüğünü tanıyıp da onunla dost olamayanlar... O kılığa girmiş
yalanlarla oyalanırlar. Bu komedya sahnesinin en arka perdesini kaldırıp
yüzyıllardan, yüzyıllardan beri insanlardan saklanan gugukları apaçık insanlığa
göstermek her ülkede kanunla yasaklanmıştır. ..
Ahlâk, göreneklerimiz, geleneklerimiz hayallere o denli geniş bir alan ayırmıştır ki,
«gerçek» —ona en çok muhtaç olanların gözlerinde bile— daima hor ve değersiz
kalır... Bundan dolayı bilgi ve kültür çoraklığı içinde kavrulan ülkelerde değil; fen ve
bilide en ileri giden uluslar arasında bile bugün bakıcılık, büyücülük, efsunculuk
pozitif bilimlerden çok geçerliktedir. Bugün —sözgelişi— bir mliyon insan arasmda
ürkmeden gerçeği gören ve cesaretle onu bağırabilen kaç düşünür vardır? îşte bu
sayı, söylenmesinden sıkılacağımız derecede azın azıdır. Bu ufacık varlık, bu koca
kitleyi nasıl uyandıracak?
Savaş, ahlâkı bozdu. Bütün insanlığı felsefe ve kültürce birçok yıllar geriletti,
örneğin Fransa sdbi bir ülkede yazarlarına ödüller verilmedi tereken eserlerin
yayımlarının yasaklandıklarını görüyoruz.
Voltaire'lerin, Diderot'ların ve daha geçen yüzyıldaki Zola'ların, Maupassant'ların
hazırladıkları akılcılıklar ne oldu. Şimdiki filozofların, ediplerin, şairlerin etrafa
savurdukları düşünceleri, günlük kokularıyle tıka basa dolmuş birer kilise va'zı
biçiminde ve kavrayışımızı uyutacak bir ağırlıkta buluyoruz. Bütün romancılar ise
halka bir hurafe çağı açtılar. Eski zaman masallarına yeniden geçerlik kazandırmaya
uğraşıyorlar .. Düşünce bakımından, bütün dünyaca, o denli bir tehlike çağındayız ki
esmayı üstüme sıçratmamak için konuyu derinleştirmekten kaçıyorum.
Son zamanlarda yeni kuramlarıyle ün alan İsrail soylu bir filozof, bağlı bulunmadığı
dinlere saygısızlığından dolayı çeşitli ülkelerden bilmem kaçar ay hapse mahkûm
oldu. Her vicdanlı insan bu mahkûmiyetleri yerden göğe kadar haklı buldu. Çünkü
dinleri eleştirmeye kalkışacaksa, çıfıt filozofun Yahudilikten başlaması gerekirdi.
(Ayniştayn)m Yahudi kalarak filosof olduğu görülüyor. Zamanında (Voltaire) hiç
böyle yapmadı. O, alaylarını, yaman kaleminin eleştiri darbelerini —bütün (dogm)
ve geleneklerini bir papaz kadar tanıdığı— Hıristiyanlığa yöneltmişti.
Kim diyor ki İsrail oğulları bugün yeryüzünde egemen ulus değildir.
Eski ve yeni dünyada en geçerli ve güçlü sözlerin hangi fabrikalarda işlendiğini
anlayanlar, gerçeği sezmiş olurlar...
Ebülfazıl Enverî gibi bu yüzyılda mucizeler arayan bir kaba 'sofuyu inandırmak için
ona kuyu dibinde bir cennet bahçesi göstermekten başka yol yoktur. Nurul-lah Hasip,
böyle davrandı. Mevlüde ile evlenmeyi başardı...
Her bireyi, hatta her toplumu hoşlandığı yem ile avlarlar. İş, böyle oltalara
tutulmayacak kadar insanlığımızı eğitebilmektedir.
Bilir misiniz, etrafımızda Enverî tipine benzeyen ne kadar çok insan vardır. Ve
bunlar berikinden daha tehlikelidirler. Çünkü Enverî, budalalığıyle tanınmıştı.
Ötekiler huyca ona benzeyip de akıllı görünenlerdir. Üzerlerindeki yaldızı kazıyınca,
alttan eksiksiz birer Ebülfazıl Enverî çıkar. İşte hep bizim, bütün insanların,
www.cizgiliforum.com Sayfa 51
felâketimizin temeli budur. Eğer gerçek böyle olmasa dünyada ne bir Napolyon
çıkabilirdi; ne de kendini Türklüğü ve İslâmlığı kurtarmaya görevli bilen Enver
Paşa... Kurtarmaya uğraştığı Türklüğü büsbütün yıktı. Bu zafersiz kahramanın,
kefenlendirmeden gömdürdüğü insanların hesabını eğer Tanrı ondan soracaksa aman
ya Rabbi!.. Sormayacaksa şöyle böyle günahları işlemekten hiç korkmayalım.
Enver, son nefesine ,dej|in? kendini" pek büyük bir işle müjdelenmiş bildi" ,Art arda
gelen korkunç başarısızlıkları onun nAfsihfe*'olan güvenini'kırdıramadı. Siyasî ve
askerî maljâretıruiT sön iflâsı felaketinde istanbul'dan bayağı suçları işleyenler gibi
jıah kuyruk kaçtı. Hamiyeti onu başka bir tslâm ülkesine koşturdu.
Hiç bir ulusun ve hükümdarın beğenci olmayarak kendi kendine elde ettiği rütbelerin
şereflerini doymaz ruhu için hiç bir vakit yeter göremedi. Talihinin yar-dımıyle ve öz
gücüyle çıkmadığı bu son makama bir bolşevik kurşunu onu uçurdu.
Rahmetli, sandı ki cihanı yenmek, Abdülhamit'i korkutmak kadar kolaydır.
* * *
Henüz çoğumuz, varlığın içyüzünü anlamayarak havada mutluluk, kuyu dibinde
cennet arayan, biribirimiz-den keramet bekleyen, dipsiz boş şeylere kapılan, vaatlere
aldanan saf kimseleriz.
Bu dünya, henüz büyük komik (Molyer) çağından üç adım ileri gitmedi. Daima
üstadın değişmez komedyaları tekrarlanıp duruyor... Yalnız sahnenin dekorları
değişti, biçimleri başkalaştı. İnsanın mayası hep o maya... Kötüler daha kurnazlaştı.
Biribirini zarara sokmalar ilerledi... Fenalık büyüdü.
BİTTİ
www.cizgiliforum.com Sayfa 52