6 Ekim 2015 Salı

ihsan oktay anar - efrasiyab'ın hikkayeleri (alıntı)

İHSAN OKTAY ANAR
Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri
Çok değil, bundan otuz yıl kadar önce, Anadolu'nun orta yerindeki bir kasabada, kestiği
raconla nâm salmış bir kabadayı vardı. İnce beyaz çizgili lacivert takım elbisesinin ceketini,
her an çıkabilecek bir kavgayı dikkate alarak omuzlarına şöyle bir atar, yengeç gibi yampiri
yampiri cadde sokak yürüyüp bela arardı. Her gece devirdiği bir büyük rakının kan çanağına
döndürdüğü gözleriyle gelip geçene dik dik bakan bu bitirime tesadüf edenler, onun göbeğine
kadar açık gömleğini, göğsündeki muskayla iki falçata izini, yeleğindeki saldırmanın ucunu
ve serçe parmağında parıldayan şövalye yüzüğünü gördüklerinde derhal sıvışırlar-dı.
Meyhanede yarenleriyle içtiği rakının ruhuna saldığı melankoli, gam ve coşku, gözlerindeki
kılcal damarları patlattığı için genellikle baygın baygın bakar, sımsıkı kenetli dudaklarının
arasından, içki sohbeti dışında pek bir laf çıkmazdı. Bu sessizliği ve ciddiyeti, fiyakalı efe
görüntüsüne halel getirmemek içindi. Racon kesmek uğruna çalımından böylece fazla taviz
vermediği için, keder ve kıvancını içine akıtır, bu tutumu da onu adamakıllı asabı kılardı.
Hatta öy-
7
le ki, içki sofrasında kendisini pohpohlayan yarenlerinin sözleri, hakkında çıkarılıp ona bir
şekilde aktarılan dedikodular meyhane çıkışında aklına geldikçe, kâh kibirden kâh öfkeden
gözleri yanıp yanıp söner, işte buna rağmen fiyakasını bozmamak için tam bir sokak boyunca
kendini tutardı. Ancak sonunda olan olur, kafasında kura kura bıçak kemiğe artık dayandığı
için, bir köşedeki sokak lambasının altında, "Yi-eeeyt!" diye bir nara koparıverir, ardından da,
belasını arayan var mı diye o baygın gözleriyle sağı solu süzerdi. Böyle biri elbette
çıkmadığından gecenin o vakti sen-deleye sendeleye eve gelir, kapıda bekleyen karısı ve
kuması, kollarına girerek kabadayıyı sedire oturturlardı. Adamın topuklarına bastığı yüksek
ökçeli ve sivri burunlu pabuçlarını, beyaz ve temiz çamaşırlarını çıkarıp çizgili mavi
pijamasını getirirler, dişlerinin arasından nefretle fısıldanan küfürlere aldırmadan, bir tas
içinde ılık suyla ayaklarını yıkarlardı. Sabah oldu mu, pijaması ve atletiyle külhanbeyi
kahvaltı sofrasına oturur, gece içilen büyük rakıdan sonra ba-şağrısı tuttuğu için, zavallılara
iki küfür savurup üstüne bir de tokat çarptığı olurdu. Az buçuk bir şey yedikten sonra eline
tespihini alır, radyoda çalan oyun havası ne kadar neşeli olursa olsun suratmdaki vakur ifadeyi
bozmadan bir cı-gara tellendirirdi. Öğle vakti yine karısı ve kumasının yardımlarıyla giyinir,
tespihini afili bir şekilde şakırdata şakır-data kahveye yollanırdı. O içeri girer girmez, belaya
bulaşmamak için kahve ahalisi saygıyla derhal ayağa kalkar, ocakçı ise az şekerli kahvesini
yanında bir bardak suyla, o söylemeden hemen masasına getirirdi. Muhitinde himayesine
aldığı o kadar çok kişi vardı ki, bu da elbette racon gereğiydi. Himayesindekilere zaman
zaman dayıca nasihatler verir, eğer kendilerine çekidüzen vermez ve bir baltaya sap
olmazlarsa, hatırlı kişilerle konuşup onlara iş miş bulamayacağını söylerdi. Nasıl ağır, afili ve
fiyakalı bir dayı oldu-
8
gunu muhitindekilerden dinlemeyi pek sevdiğinden, etrafında kılbazlar ve yardakçılar da
çoktu. Bu kişiler onun sunî ipek gömleğinin ne kadar görkemli, tespih şaklatışının ne kadar
şaşaalı olduğunu söyler ve rica minnet, çıkardığı hadiseleri anlatmasını istirham ederlerdi.
Kabadayı, feleğin çemberinden defalarca nasıl geçtiğini sayıp dökerken, söylediklerinin bir
kısmının fasarya olduğunu bilir, kendisini sözüm ona hayranlıkla dinleyen ahaliyi bu yüzden
küçümser, onlara fazla değer vermezdi. Derdini ve bağrını açtığı, gerçekten güvendiği yegâne
kişi ise elbette yirmi yıllık kan-kardeşiydi. Bu kişiye o kadar çok güveniyordu ki, rakı
sofrasında yeterince içtiği bir gece gözyaşlarıyla, kuşunun tam beş yıldır ötmediğini bile ona
söylemişti.
İşte bu külhanbeyi günün birinde, rakı almak için bakkala gittiği vakit ölümün soğuk nefesini
ensesinde hissetti. Arkasındaki esrarengiz biri ensesine soğuk soğuk üflüyor-du. Önce geriye
dönüp bu densize haddini bildirmeye yeltendi. Fakat yan gözle şöyle bir baktığında, bu kişinin
adamakıllı cüsseli, boylu poslu olduğunu farketti. Kafası, üfleyen kişinin ancak göğsüne kadar
gelebiliyordu. Adam tıpkı bazı tarikat üyeleri gibi, dizlerine kadar inen kara bir cübbe
giymişti. Kabadayı başını kaldırıp adamın yüzüne bakamadı. İçi ürpererek rakının parasını
ödedi ve dükkândan çıktı. Aksi gibi, ensesinin üflenen yeri hâlâ soğuk soğuktu. Bu his ertesi
sabah da geçmeyince, usturasıyla şöhret salmış Okkalı lakabıyla çağrılan bir fennî sünnetçiye
gidip ensesindeki garipliği anlattı. O güne kadar yüzlerce hastaya iğne vurup binlerce çocuğu
da usturasıyla sünnet ederek âh aldığı için sağlık konusunda tartışılmaz bir tecrübeye vâkıf
olan bu sıhhiyeci, külhanbeyinin ensesini inceleyince şöyle kestirip attı:
- "Ensende, tıpkı ihtiyarların elindekiler gibi tam yedi ölüm lekesi var. Kusura bakma ama,
bunlar benim bilgimi
9
ve görgümü aşıyor. Yine de sana, içkiyi ve cıgarayı azaltmanı, sağa sola çatıp belaya
girmemem tavsiye ederim. Çünkü ensene üfleyen adam her kim ise, tekin birine pek
benzemiyor. Eğer bir de tabiatüstû bir hassası varsa onunla ilim ve irfan yoluyla pek
başedilemez; böyle bil."
Bu sözleri işiten külhanbeyi tam bir hafta evinden dışarı çıkmadı. Gelgeldim, bu süre içinde
rakısı bitmişti. Bir kaçamak yapıp bakkala gittiğinde onun soğuk nefesini ensesinde yine
hissetti. Dönüp baktığında, Ölüm'le karşı karşıya olduğunu anladı: Bu kara cübbeli ve uzun
boylu şahıs, başına, üstelik simsiyah bir namaz takkesi ya da ona benzer bir şey giymişti. Elli
yaşlarında görünüyordu. Uzunca bir siyah sakalı, soğuk, içe işleyen mavi gözleri vardı.
Kısacası Ölüm, kara giysileri ve ifadesiz bakışlarıyla, masallarda anlatıldığı kadar korkunçtu.
Onun kim olduğunu farkeden kabadayı, yüreği hop etmesine rağmen, yılların verdiği bir
alışkanlıkla, bakkalın önünde küçük düşmek istemedi. Vakur bir edâ ve külhani bir üslupla,
"Neden benim peşimde dolaşıyorsun? Benimle bir alıp veremediğin mi var?" diye sordu.
Ölüm, kendisi kadar soğuk, ama davudi bir sesle, "Tahmin ettiğin gibi, ben Ölüm'üm. Vaden
dolduğu için seni almaya geldim. Hazır mısın?" diye karşılık verdi. Kabadayının çenesi
titreyip dişleri birbirine vurmaya başlamıştı. Yine de kendisini toparlayıp, istifini bozmamaya
çalışarak, ama ke-keleye kekeleye şunları söyledi:
- "Ama henüz 43 yaşındayım. Hem, sağlığım da fena sayılmaz. Üstelik yapacak daha çok işim
var. Haydi, diyelim ki bana acımadın ve aldın canımı; karım ve kumam, o iki zavallı kadın ne
yapacaklar bensiz? Ya himayemdeki biçareler ben olmadan nasıl yaşayacaklar bu dünyada?
Ben mühim bir adamım ve birçok kişi benim elime bakıyor. Farze-delim ki bana acımadın, ya
o zavallılara da mı hiç üzülmüyorsun? Ne kadar zalim birisin sen!"
10
Çaresizlikten gözleri buğulanan kabadayı, lafı bitince şöyle bir yutkundu. Çünkü Ölüm'e
adeta yalvarırcasına dil dökmesi, kendilerini çaktırmadan süzen bakkal karşısında fiyakasını
bozar gibi olmuştu. Üstelik, elindeki bir bezle tezgâhı silen bu adamın, sanki hiçbir şey
görmüyor ya da duymuyormuş gibi numara yapması, her şeye tuz biber ekiyordu.
Külhanbeyinin afisini çepelleyen bu manzarayı, ada- I mm kahvede yarenlerine
anlatacağı gün gibi açıktı. Bu yüzden kabadayı, omuzlarını geriye çekip boynunu ileri
uzatarak racon kesmeyi uygun gördü. O güne dek içtiği şişelerce rakının kan çanağına
döndürdüğü baygın ve metelik vermeyen gözleriyle Ölüm'e bakıp şöyle dedi:
- "Bak, yanlış anlama: Müşkül durumda olduğum için söylemiyorum ama, yine de delikanlı
birine benziyorsun. s Yeminler olsun samimiyim. Vade gelmiş, ömür bitmiş; can,
; hayat, bütün bunlar fasa fiso. Bak, menfaat için demiyorum. Bir baktım mı, ben adamın
ruhunu beynini okurum.
O yüzden senin kuru gürültüye pabuç bırakmadığını söylüyorum. Mesela kavgadan ve
mücadeleden kaçmazsın, değil mi? Biri sana meydan okudu mu, boynunu büküp gitmezsin
herhalde?"
Bu laflan eden kabadayının kanlı ve baygın gözlerinde hinlik parıltıları yanıp yanıp
sönüyordu. Hatta sözlerinin hedefini bulup rakibini canevinden vurduğunu sandığı \ için,
memnun memnun, bir ara bıyığını bile burdu. Galiba bir filmden ilham alarak şöyle bir
teklifte bulundu:
- "Senin oyuna düşkün olduğunu biliyorum. Mesela şöyle erkek erkeğe, var mısın bir oyuna!
Heyecan katmak için bir şeyine oynasak iyi olur; kazanırsam bana 100 sene vereceksin; nasıl?
iyi mi?"
Ölüm ise, soğuk gözlerini kurbanından ayırmadan şunları söyledi:
- "Hep böyle derler. Şimdiye kadar hemen hiçbir kimse,
11
yaşadığı ömrü yeterli görmedi ve birçoğu beni oyuna davet etti. Ama haklısın; oyuna
düşkünüm. Ayrıca senin dediğin gibi, mücadeleden kaçacak biri değilim. Kabul ediyorum
teklifini. Söyle bakalım, hangi oyunu oynayacağız? Satranca
ne dersin?"
Sanki Ölüm ayıp bir şey söylemiş gibi yüzünü buruşturan kabadayı, "Bırak o fasarya oyunu!"
diye cevapladı, "Aklıyla değil, şansıyla oynayana erkek derler. Yoksa kumarda kaybetmeden
aşkta nasıl kazanırsın başka? Bir kahvehane oyununa ne dersin? Mesela kozlu bir oyuna?"
Bunun üzerine Ölüm, "Doğrusu bu, pek de alışık olduğum bir şey değil. Ama böylesi oyunlar
dört kişiyle oynanır; diğer kişileri nereden bulacaksın?" diye sordu, "Hem, kazanırsan sana
100 sene vereceğim, kabul; ama kaybedersen senden ne alacağım?"
Kabadayı bir süre duraksadı. Sanki gönlü kararmış gibiydi. Fakat çok geçmeden gözleri yine
parıldamaya başjadı. Ölüm'e, "Dört kişi oynayacağız ya! Kaybedersem hem benim, hem de
eşimin canını alırsın. Böylece bir taşla iki kuş
vurursun," dedi.
Bu elbette, Ölüm'ün reddedebileceği bir teklif değildi. Kendisine bir eş bulması için
kabadayıya tam yedi saat, yani gece yarısına kadar süre tanıdı. Önünde uzun sayılabilecek bir
zaman olduğu için, Ölüm mesaisini sürdürebilir, can borcu olanlardan alacağını tahsil
edebilirdi. Nitekim, kara kaplı defterini açıp baktığında, sıradaki zavallının yakında bir yerde
oturduğunu gördü. Bu zât Cezzar Dede adında, yetmişlik bir ihtiyardı. Yaşı bu kadar ilerlemiş
birinin, canını teslim konusunda pek fazla bir müşkül çıkarabileceği kolay kolay
söylenemezdi. Çünkü ihtiyarlar zaten, evlatlarının mürüvvetini görüp Hac farizalarını yerine
getirmiş, ona buna borçlarını ödeyip kefen paralarını biriktirmiş olduklarından, Ölümle
karşılaştıklarında gençler gibi ma-
12
zeret beyan etmezlerdi.
Güneş battıktan hemen sonra, Cezzar Dede'nin kaldığı evin kapısını çaldığı vakit, Öltim'ü bir
velet karşıladı. İhtiyar adamın torunlarından biri olduğu anlaşılan çocuğa Ölüm, "Git, haydi
dedene haber ver. Bir borcu var. Onu almaya geldim," dedi. Misafirin soğuk görüntüsünden
oldukça etkilenmişe benzeyen çocuk, doğruca salona koşturdu ve orada, torunlarına hikâye
anlatmakta olan dedesine heyecanla, "Dede! Dede! Acayip bir adam geldi. Ona borcun
varmış; ama bakkala çakkala hiç benzemiyor!" diye haber verdi. İhtiyar ise, "Bütün
borçlarımı ödedim. Sadece bir can borcum kaldı. Buyur et adamı içeri. Bakalım kimmiş?"
dedi. Çocuk bir koşu yine kapıya giderek misafiri içeri aldı. Ölüm gelip Cezzar Dede'nin
yanında, sedirin üzerine çöküp bir bağdaş kurdu. Yaşları beş ile sekiz arasında görünen tam
on bir torun, garip görünüşlü misafiri büyük bir dikkatle inceliyorlardı. Onların içinde uluorta
konuşmak istemeyen Ölüm, ihtiyarın kulağına kim olduğunu fısıldayınca, zavallı, gayet insanî
bir şekilde, ürpermeden edemedi. Cezzar Dede, insanlık hali gereği bu şekilde renk verince,
gelen misafirin onun kulağına çok heyecanlı bir şey fısıldadığım düşünen torunlar da,
adamakıllı meraklanıp, "Dede! Dede! Adam ne fısıldadı kulağına? Haydi söyle!" diye
üstelemeye başladılar. Gelgeldim bu elbette, çoluk çocuğa dobra dobra söylenecek bir şey
değildi. İhtiyar bu yüzden, "I-ıh! Demedi bir şey! Önemli değil," diye kıvırmaya çalıştıysa da,
torunların hepsi birden dedelerinin ellerine ayaklarına yapışıp, "Yoo! Kandırıyorsun bizi.
Sana önemli bir şey söyledi, sen de heyecanlandın. Baksana, betin benzin attı. Haydi, bize de
söyle!" diye bağırıp tepinmeye giriştiler. Bir yandan döşemede zıplayıp, elleriyle de tempo
tutan torunların hepsi, "Söyle! Söyle! Söyle!" diye bağırıyor-lardı. Hatta içlerinden azgın biri
sedire çıkıp orada zıplama-
13
yi ve ihtiyarın kulağı dibinde, onu iyice rahatsız edecek bir şekilde el çırpmayı bile akıl etti.
Kısacası, çocukların dayatıp tutturması bitecek gibi değildi. İşte belki de bu nedenle, misafir
geldiği sırada çocuklara zaten bir masal anlatmakta olan ihtiyar, muhayyilesinin tesiri altında
kalarak bir palavra sıkmak zorunda kaldı ve torunlarına, "Peki, söyleyeceğim. Bana
Efrâsiyâb'ın hazinesinin yerini fısıldadı! Ondan heyecanlandım," deyiverdi. Bu sözleri duyar
duymaz çocukların aklı başından gitti. Hepsinde ses soluk kesilmişti. Cezzar Dede yaramaz
torunlarını susturabildiğine memnundu. Fakat iş henüz bitmiş gibi görünmüyordu. Nitekim bir
velet, "Efrâsiyâb'ın hazinesi neredeymiş dede?" diye sorunca, ihtiyar, sanki çok yakındaymış
gibi pencereden dışarıda rastgele bir yeri gösterip, "Nah işte! Kaf Dagı'nda bir mağarada
saklıymış meğerse!" diye cevapladı. Ortalık böylece yatıştığına göre, artık Ölüm'le evden
çıkıp ebediyete yolculuk etmesinde bir sakınca kalmamış gibiydi. Bu yüzden, misafire
kalkmalarını işaret etti. Ölüm'le birlikte-salondan çıkıp sokak kapısının önüne geldiğinde
pabuçlarını giyip bağlamaya başladı. Ancak Ölüm sağa sola bakmıyor, çünkü pabuçlarını bir
türlü bulamıyordu. Tam bu sırada torunlardan beş yaşlarında bir kız, nazlı bir edâ ve işveyle,
"Dede! Bizi de götür!" deyince iş anlaşıldı. Misafirin ve dedelerinin, Efrâsiyâb'ın hazinesini
kendileri olmaksızın aramaya gideceklerini düşünen çocuklar, Ölüm'ün pabuçlarım
saklamışlar, ihtiyarın ebediyete intikalini de böylece engellemişlerdi. Cezzar Dede önce
tatlılıkla, sonra da gözdağı vererek misafirin pabuçlarını derhal getirmelerini ne kadar tenbih
ettiyse de, torunlar bildiklerini okumaya devam ediyorlardı. Hatta o âna dek susan bir oğlan,
haksızlığa uğramış gibi gözlerinden yaşlar aktığı halde, "Kandırma bizi dede! Bilmiyor
muyuz sanki! Kalıbımı basarım, adamla şimdi hazineyi aramaya gidiyorsunuz. Bizi de götür!
Yoksa ada-
14
mın pabuçlarını vermeyiz," diye bas bas bağırıyordu. Bunun üzerine ihtiyar, o anda kendisine
şüpheyle kulak kabartan torunlarının duyamayacağı bir şekilde Ölüm'e, "Bana birkaç saat izin
ver. Çocuklar az sonra radyoda masal dinleyip yatar uyurlar. Onlar sızdığında ben çıkar, senin
yanına gelirim," diye fısıldadı. Ardından çocuklara, tekliflerini kabul ettiğini, ertesi sabah
erkenden hep birlikte yola çıkıp hazineyi arayacaklarını söyleyince, ev sevinç çığlıklarıy-la
çınladı. Pabuçlarına kavuşan Ölüm de evden çıkıp, kabadayıyla buluşacağı sabahçı kahvesine
yollandı. Ayrıca, az sonra oynanacak oyunda, dördüncü oyuncu da böylece bulunmuştu.
Büyük bir ihtimalle sözünü tutacak olan Cezzar Dede, Ölüm'ün eşi olacaktı.
Geceyarısma doğru gerçekten de, sabahçı kahvesine yanında biriyle gelen kabadayı, oyun
masasında kendisini bekleyen Ölüm'ün karşısında oturan bir ihtiyarı gördü. Kabadayı, oyunda
kendisine eş olarak elbette yirmi yıllık kan-kardeşini seçmişti. Ne var ki bu adama işin aslını
anlatmış değildi. Ölüm'le aynı masada oyun oynayacağından habersiz olan zavallıya, enayinin
birini adam başı birer takım elbisesine oyuna razı ettiği palavrasını sıkmıştı. Yeşil çuha kaplı
masaya, takım elbise sevdasıyla yanıp tutuşan kankar-deşiyle birlikte oturduktan sonra
kabadayı, kahveci çırağından oyun takımlarını istedi. Karılıp dizildikten sonra taşlardan biri
koz olarak seçildi. Ardından bütün oyuncular, Cezzar Dede'nin dağıttığı taşlan tahtalarına
yerleştirdiler. Saatler geceyarısmı vurduğunda oyun başladı. Doğrusunu söylemek gerekirse,
Ölüm'e meydan okuyan kabadayının eli hiç de iç açıcı değildi. Daha da kötüsü, vakit
ilerlemesine rağmen eline uygun taş da gelmiyordu. Ayrıca yüzü bir kı-zarıp bir morarıyor,
yanağı titreyip kaşı gözü seğiriyordu. Çünkü hiçbir şeyden haberi olmayan ve takım elbise
sevdasıyla oyuna oturan kankardeşinin, elini açıp kazanmalarını
15
sağlayacakken bunu yapmadığını, çünkü kozu dışarı koyup iki misli puan almak için tam dört
eldir döndüğünü farket-mişti. Sonunda olan oldu ve Ölüm, soğuk, beyaz elleriyle tahtasını
açıp taşları diğerlerine gösterdi. Bütün serileri tamamlayıp oyunu kazanmıştı. Böylece
kabadayıda şafak attı. Kaşı gözü seğirip dişleri takırdadığı halde, bu vahim durumu
kankardeşine açıklamak için münasip kelimeleri arıyordu. Fakat Ölüm onu bu zahmetten
kurtardı. Kankardeşine yaklaşıp acı gerçeği onun kulafına fısıldar fısıldamaz, o âna kadar
takım elbise için yanıp tutuşan zavallı, beyninden vurulmuşa dönüp hayatının neredeyse bir
hiç uğruna bittiğini idrak ederek tabancasını çekti. Kabadayıya öfkeyle, "Beni de kaderine
ortak ettin Apturrahman Ağbi! Yirmi yıllık kankardeşim bana böyle yamuk yapacak ha! Al!"
diye fer-yad edip tetiğe tam dört kez asıldı. Kanlar içinde yere yuvarlanan kabadayı da silahını
çekip, yine baygın bakışlarla kankardeşine baktıktan sonra, "Anca beraber, kanca bera-ber,
teres seni!" diye haykırarak silahını ateşledi. Sonunda, yerde iki ceset vardı. Kahvedekiler
dehşet içinde, cesetlerin başına toplanmışlardı. Onlarla bir işi kalmadığına göre Ölüm artık
gidebilirdi. Bu yüzden Cezzar Dede'ye başıyla, dışarı çıkabileceklerini işaret etti. Güneşin
doğmasına az
bir zaman kalmıştı.
Cezzar Dede karanlık sokaklarda Ölüm'ün peşi sıra yürürken, o saatte yataklarında hiçbir
şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan torunlarını düşündü. Kim bilir, belki de hepsi rüyalarında
Efrâsiyâb'm hazinesini görüyordu. İhtiyarın aklına, sabah kendisini bulamadıklarında
çocukların ne kadar üzülecekleri geldi. Hayattan çok, onlardan ayrılmak zor gibiydi. Adam
bunları düşünürken, önü sıra giden Ölüm, sanki onun kafasından geçenleri okumuş gibi dönüp
baktı. Bir şey söylemeye hazırlandığı belliydi. Nitekim çok geçmeden, o soğuk ve kararlı
sesiyle, "Oyunda benim eşim oldu-
16
gun için sana borcum var," dedi, "Ayrıca, onlara verdiğim şansı sana da tanımak isterim."
İhtiyar, bu sözlere fazla itibar etmemiş görünüyordu. Belki de kendisini Ölüm'le rekabet
edebilecek biri olarak düşünmekte zorlanmaktaydı. Bu yüzden ona, "Senin oyuna düşkün
olduğunu biliyorum," dedi, "Ama ben, bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç. Oyunun
bana verdiği zevkle yetindim."
Ölüm, cevaptan çok, ihtiyarın böyle düşündüğüne şaşırmış gibiydi. Sessizce bir süre daha
yürüdükten sonra, "Haklısın. Sonuçta her oyunu ben kazanırım," dedi, "Aldıkları zevk de
oyuncuların yanına kâr kalır. Ama bu gerçeği çoğu bilmez. Bu yüzden benimle iddiaya girer
ve kaybederler. Senin anlayacağın, oyundan yanlış bir şey isterler. Her şeye rağmen sana yine
de bir şans vermek istiyorum. Çünkü böylesi daha adil olacak bana kalırsa."
Cezzar Dede bir süre düşündükten sonra, "Peki, hangi oyunu oynayacağız?" diye sorunca,
Ölüm ona şunları söyledi:
- "Seninle, verdiği zevk dışında hiçbir amacı, kuralı ve şartı olmayan bir oyun, yani gerçek
bir oyun oynayacağız. Torunlarına destanlar, masallar ve hikâyeler anlattığını bildiğim için,
senin buna hazır olduğuna inanıyorum. Bir konu seçip, birbirimize hikâyeler anlatacağız.
Kazanma amacıyla değil, sadece anlatmanın zevki uğruna. Her hikâyen için senin bir saat
yaşamana izin vereceğim. Ne dersin?"
İhtiyar ona şöyle cevap verdi:
- "Madem öyle, anlatacağımız ilk iki hikâyenin konusunu ben seçmek isterim. Çünkü,
üzerimde yetkin olduğuna göre bana karşı tartışılmaz bir üstünlüğün var; hem ne yalan
söylemeli, haliyle biraz korkuyorum. Bu nedenle anlatacaklarımızın ilk ikisi birer korku
hikâyesi olsun. Ölüm'le yeni tanışan biri kalkıp aşk hikâyesi anlatacak durumda ol-
17
maz herhalde. Aynca kendimi toparlamak için oyuna semn
başlamam arzu ederim.- ^ doğarken
Olum bu sözlerin hiçbirine nayır u ,,.,._ Anıailan
yüzlerine vurdu. Amk nedense, sank. ^"«*T_ drsinde *edî bir aydmlanmaya yol açnus
g.b, b,r an durak savan Ölüm, oyuna başladı. Anlamg, 5u hikâyenin ad, '«nesH GO-ler id,
¦k *
Cnr::^eX4unbemend,rt^
-^et^da^f^-Isrkrlapah kUçük pencereleri, «««* «^^ duygusu uyandrran âbidevi kap,swU£ ta-
W okuldu. O günlerdeki tabm ile ta,*e'e\-„" Lkelinin
18
n vardı. Ancak bu küçük resimlerdeki şahıslar da nemrutlukta müdürlerden geri kalmıyor,
tokat, cetvel, değnek gibi silahlar aracılığıyla cehaletle yıllardır savaştıklarından olsa gerek,
gözlerinde bir öfke ateşi ışıl ışıl parıldıyordu. Kısacası bu duvarda gülen ya da tebessüm eden,
Allah'ın bir tek kulu bile yoktu. Ayrıca, müdürler ve muavinlerin suratlarından pek farklı
olmayan duvarlar da, yüksek ve yüce, çirkin, kirli bir renkteydi. Çirkinliğe büyüklük
eklendiğinde tiksinme duygusunun korkuya dönüşeceğini bilen devlet, okulların böyle bir
renge boyanmasını uygun görmüştü. Zaten korku, bu binada hüküm süren neredeyse yegâne
hayaletti. Yetmiyormuş gibi, yatılı okulun dış görünüşü de o muhitte yaşayanlara pek itimat
telkin etmez, hava karardıktan sonra binanın çevresinden gelip geçen olmazdı. Hatta soğuk
kış gecelerinde kurtlar ve vahşi köpekler, bu kasvetli binanın ayışığı altındaki siluetine bakar,
gönlü hoş etmeyen şeyler hissettiklerinden midir, sabaha kadar ulurlardı.
Yatılı okuldaki üç yüze yakın erkek talebenin hali ise bir başkaydı. Yaşları on iki ile on altı
arasında değişen bu zavallılar biraz da, sabaha karşı gördükleri kâbusların etkisiyle, kasvetli
bir hayata gözlerini açarlardı. Çünkü okulun nizam ve intizamı oğlanlara hayatı zindan etmek
için kurulmuştu: Bunun için oğlanlar, sanki yangın varmış gibi aceleyle yataklarını
talimatnameye uygun bir şekilde düzelttikten sonra doğruca helalara koşarlardı. Çok ucuz
kumaştan, son derece kötü dikilmiş formalarını giyer giymez üç yüz kişilik dev yemekhaneye
hücum ederler, süt, zeytin, peynir ve ekmekten ibaret kahvaltılarını mideye indirirlerdi.
Nöbetçi muallimin düdüğünden canhıraş bir feryat kopunca kahvaltı biter, bağırış çağırış,
gürültü ve patırtı ile sınıflar istila edilir, muallimlerin geleceğini bildiren elektrik zili
koridorları çın çın çınlattığında ise ses soluk kesilirdi, işte bu, en beter, en lanet an olurdu:
Günün ilk dersi olduğu için
19
sabahın o saatinde uyku sersemi, huysuz ve asabî olan muallim, elinde cetvelle sınıfa girer,
kurbanlık koyun gibi bekleyen zavallılar ise hürmeten paldır küldür ayağa kalkarlardı.
Hocanın elindeki cetvel metrik taksimatlı olur, ama çoğu zaman üzerinde bir "DÖV BENİ
ADAM OLAYİM" ibaresi göze çarpardı. Talebelerin "Haydar" dediği bu hendese aletiyle
hoca, çoğu zaman onların boyunun ölçüsünü alır, kabahat işlemiş bir oğlana cetveli gösterip
üstündeki yazıyı bağırarak okumasını isterdi. Zavallı ise âkibetini bile bile, "Döv beni adam
olayım!" ibaresini yüksek sesle telaffuz eder, hoca da sanki yanlış işitmiş yahut talebe
kendisinden garip bir şey talep etmiş gibi anlamazlıktan gelerek, "Ha! Ne dedin,
anlayamadım?" derdi. Oğlan ise cetvelin üzerindeki yazıyı tekrar okuyunca, muallim bu ricayı
emir telakki ederek biçarenin arzusunu derhal infaz ederdi.
Hele hele dersin hocası, cebinden kara kaplı not defterini çıkarınca, zavallılarda şafak atardı.
İşin kötüsü hoca, sözlüye kaldıracağı kurbanını hemen seçmez, adeta Kuran okur gibi
sayfaları yavaş yavaş çevirerek işkence faslım uzatırdı. Bu arada talebelerin yüzlerine kan
hücum eder, güm güm atan yürekleri iman tahtalarını zorlardı. Not defterinin sayfaları azar
azar çevrildikçe numarası küçük olanlar huzur bulur gibi olsalar da, hoca ansızın yine ilk
sayfalara döner dönmez biçarelerin yürekleri hop ederdi. Sonunda piyangonun vurduğu
talebe, beti benzi atmış bir halde tahtaya kalkar, havsalasını adamakıllı zorlayıp artık Allah ne
verdiyse şişirerek, hocasının sorularını cevaplamaya bakardı. O ana kadar nefeslerini tutup
kaderlerini bekleyen oğlanlar için teneffüs zili adeta bir kurtuluş müjdesiydi. Zil boş
koridorlarda çınlar çınlamaz gözleri parlar, yanaklarına kan gelir, sanki düğün bayram
ederlerdi. Derhal bahçeye hücum ederler, bazıları ise helalara koşup açılmak için yüzlerini
yıkarlardı. Sözlüden zayıf alanların ise kendilerini teselli et-
20
ye gelen yarenleriyle birlikte, efkâr dağıtmak için erkete zaretinde birer cıgara yakıp
tüttürmeleri görülmedik şeylerden değildi. Gerçekten de tütün, bu yatılı okuldaki en değerli
şeylerden biriydi. Çünkü onu elde etmek için binadan kaçıp civar köylere gitmek gerekiyordu.
Kimse bu işi tek başına yapmaya kalkmaz, muhakkak surette bir suç ortağı arardı. Artık bu,
insan ruhunda tecelli eden nasıl bir hassaysa, mutlak bir yalnızlık içinde aynı cezayı tek
başlarına çekmek talebelere ölüm gibi gelir, suçu ve heyecanı, dolayısıyla muhtemel bir
cezayı paylaşmaları için arkadaşlarına bir yalvarmadıkları kalırdı. Sonuçta, hafta sonu iki
kafadar ilk fırsatta okul duvarını aşar, bir koşu köye varıp cıgara kâğıdı ve en iyisinden tütün
alırlar, yine aynı yoldan okula dönerlerdi. Ne var ki oğlanların tütün alışkanlığı bilindiğinden,
nöbetçi muallimlerden kurulu inzibat ekipleri yatakhanelere ve koğuşlara âni baskınlarla
kâbus gibi girerler, zavallılar da uykularında gördükleri karabasanların bu kez sahicilerine
maruz kalırlardı. Cepler, dolaplar, çekmeceler aranırken, tütün denilen zararlı madde yanısıra,
yarı çıplak ya da anadan doğma kadm fotoğraflarına, iskambil kâğıtları ve oyun zarlarına,
müstehcen kitaplar ve aşk mektuplarına da tesadüf edilir, boş koridorlar, çarpılan tokatların
şaklamaları, aman dileyen feryatlar ve yemin billahlarla inlerdi. İşin kötüsü, geceden
zaptedilen tütün, iskambiller ve fotoğraflar, sabah vakti okul avlusunda yakılırdı. Bunun için
talebeler, sanki askerî birliklermiş gibi sınıf sınıf avluda içtima eder, muzır madde ve
yayınlarla yakalananlar ise, suçları hakkında tutulan zabıtlar göğüslerine idamlıklar gibi
iğneyle asılı bir halde, ibret olsun diye arkadaşlarına teşhir edilirlerdi. Bu suçlu ve günahkâr
oğlanların cezaları daima beden eğitimi hocası tarafından infaz edilir, tokadı çarpmadan önce
adam, boynu incinmesin diye bir eliyle oğlanın kulağını kavrayıp, darbeyi yediği anda kafanın
sav-
21
rulmasım önlerdi. Hele böyle bir anda okul müdürünün oğlanlara diskur geçme fırsatını
kaçırması görülmüş şey değildi. Adam, Romalı bir hatip edasıyla kürsüye çıkar, savaş narası
atar gibi bağırarak verir veriştirir, talebelere duman attırırdı. Bu merasim tütün ve iskambil
yığınlarının ateşe verilmesiyle son bulur, o güzelim tütünle birlikte, elli ikilik desteler, aslar,
papazlar, valeler, kızlar ve sinema artistlerinin resimleri alevler arasında kül olurken, oğlanlar
dumanı koklayıp adeta yasak güzelliklerin kokusunu ve kayıp cennetlerin bulutlarını
ciğerlerine çekerlerdi. Sınıflara girdiklerinde bu yetmiyormuş gibi, bir de din dersi hocasının
nasihat ve gözdağı faslı başlardı. Adam, iskambil destesindeki papazların onları dinden
imandan çıkarıp kafir yapacağını, çıplak kadın fotoğraflarına bakıp çavuşu tokatlamaya
devam ederlerse tez zamanda süngülerinin düşeceğini, tütün içenleri ise, ateşten yaratılan
cinlerin er geç çarpacağmı*an-latırdı. Ön sıralardan bir sivri akıllı, "Hocam, cin nasıl çarpar?"
diye sorduğunda ise, adam tokadını oğlanın suratına şaklatır, "Al işte, böyle çarpar!"
diye cevap verirdi.
Gel zaman git zaman, günün birinde işte bu yatılı okulda bazı garip değişiklikler oldu:
Dışarıdaki cennetin ışığını zaten zor sızdıran küçük pencerelere, kalın, siyah perdeler takıldı.
Bu yetmiyormuş gibi, her sınıfta ikişer tane bulunan kırk mumluk lambalardan biri söküldü,
diğeri ise yirmi beş mumlukla değiştirildi. Söylentiye bakılırsa bu tadilatın sebebi, yeni gelen
müdürün porfiria hastalığından mustarip olması, değil günışığınm, lambaların bile adamın
cildinde esrarengiz bir şekilde derin yaralar açmasıydı. Zaten müdürü ilk gören talebelerin
dudakları uçuklamıştı: Güneşe hiç çıkmaması sonucu adamın beti benzi kül gibiydi ve
herhalde hastalığı nedeniyle dişetleri çekilmişti. Aksi gibi bir de siyah elbiseler giymiş, hatta
ellerini ışıktan korumak için olsa gerek, siyah eldiven bile takmıştı. Bu kılık kıyafeti, oğ-
22
lanlarin ona "Kont" lâkabını yakıştırmalarına yol açacaktı. Yemekhanede yeni müdür, diğer
hocalar gibi oğlanlara çıkan yemekten yemiyor, ahçıbaşına dalak yaptırıyordu. Bu tercihi
galiba, ışığa maruz kalınca cildinde açılan yaralardan akıp giden kanı telafi etmek içindi.
Gerçekten de bir öğle yemeği öncesi, arkadaşının çelme taktığı bir oğlan düşmemek için siyah
perdelerden birine tutununca korniş yerinden söküldü; böylece açılan pencereden içeri
giriveren gü-nışığı Kont'un yüzüne vurur vurmaz adam çığlık atıp yere kapandı. Talebeler
Kont'un yüzünde açılan yaralardan ve çekilen dişetlerinden oluk gibi kan aktığını
gördüklerinde dehşet içinde kaldılar. Adamın kanaması iki gün sürmüştü. 8u nedenle okulun
hekimi ona kan yapıcı gıdalar, yani dalak, kuru üzüm, pekmez, hatta kırmızı şarap tavsiye etti.
Olaya sebebiyet veren oğlanlar da ağır bir cezaya çarptırıldılar. Herhalde bu duruma tekrar
düşmemek için olsa gerek yeni müdür, yatılı okula kendisiyle birlikte gelen ve yakın arkadaşı
olduğu her halinden anlaşılan resim hocasını ışık sorumlusu olarak tayin etti. Bu adam
odalara, sınıflara, yemekhaneye, kısacası her yere Kont'tan önce giriyor, kapılardan ve
pencerelerden ışık sızıp sızmadığını denetliyordu.
Onun daha önce görev yaptığı yerden bir talebenin, hayır işlemek maksadıyla bu okuldaki
arkadaşlarına yolladığı mektupta yazılanlar doğruysa, yeni müdürün ahbabı olan resimci eline
ağır biriydi. Lâkabı "Sağır"dı: Bir resim hocası sıfatıyla hassas ruhlu olan bu adam, pek nefret
ettiği için vaktiyle derste çingene pembesi kullanılmasını yasaklamış, gel gör ki isyankâr
oğlanlardan biri bu yasağı çiğnemişti. Talebenin yaptığı resimde bu rengi gören adam, küplere
binerek oğlana bir tokat çarpmış, ancak beriki de altta kalmayarak hocasına el kaldırıp
resimcinin kulağına bir Osmanlı tokadı oturtmuştu. İşte o günden itibaren hocanın sol kulağı
ağır işitir olmuş, nâmı ve lâkabı Sagır'a
23
çıkmıştı. Bu unvan, yatılı okulda derhal yayılıverdi. Koğuşlarda yatan, helalarda cıgara
tellendiren, teneffüslerde konuşan, mutfakta yemek yiyen talebelerin, her fırsatta kendisini
eski unvanıyla yâdettiklerini ve lâkabının bir sabıka kaydı gibi oğlanların gayrı resmî siciline
bir kez işlendiğini hisseden adam gerçekten de vurdu mu oturtan biriydi. Ne var ki zayıf ve
kısa boyluydu; cildi ise soluk ve kırışıktı. Kırklı yaşların bir belirtisi olarak, kaşlarının
altındaki deri porsuyup sarkmış, üst gözkapaklarını örtmüştü. Bakışlarındaki anlam ve
derinlik, gerçekten de sanatçı ruhlu olduğunu, resim sanatının onun için çok şey ifade ettiğini
gösteriyordu. Ancak sanat yoluyla ideal güzelliğe âşinâ olması, sanki çirkinlikleri başka
insanlardan çok daha kolay teşhis etmesine, nasıl söylemeli, adeta sadece onları görmesine
yol açmış gibiydi. Güzellikle oynayacak ve onun zevkini çıkaracak kadar değil, ancak onu
tanıyıp teşhis edebilecek kadar yetenekli olduğu için, çirkinlik ile bunun getirdiği ıstırap,
nefret ve aşağılama, Sağır'm hayatının temeli olmuştu. Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine,
Güzelliği ancak, hayran olduğu dâhi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların,
kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu. Bu haliyle
o, Tanrı'nın insanlara öğrettiği iyiyi tanıyan, fakat iyiliğin tadını çıkarmak yerine başkalarını
kötülükle itham eden bir ahlâkçı gibiydi. Kısacası Güzellik, adamın içine bir türlü girmemişti.
Gerçi Güzelliğe âşıktı, ama vâsıl olamamıştı. Kavuşunca meşk, kavuşamaymca aşk olduğu
galiba doğruydu.
Artistik ve ahlâkî değerlere asırlar boyu bir türlü erişemedikleri için bunlar uğruna bir ömür
harcamayı enayilik olarak gören ve güzelliği üretmek yerine onu para, şiddet ya da
kurnazlıkla elde etmeyi fazilet sayan insanların ülkesindeki okullarda, en az rağbet gören ve
pek ciddîye almma-
24
van bir ders de resimdi. Hakikaten, oğlanların en çok korktukları dersler, matematik, fizik ve
kimyaydı. Bu dersleri veren hocaların kibirden burunları harman yeli savurur, afur
tanırlarından yanlarına varılmazdı. Bu yüzden attıkları tokatlar bile talebeler için bir anlam
taşırdı. Matematik ve fizik gibi dersler, ayakları yere sağlam basan, oturaklı, gerçekçi, yani
hesabını kitabını bilen insanların işiydi. Oysa resim, fuzulî bir meşgale, gergefle nakış işlemek
gibi kadın harcı beyhude bir çaba, hayalperest bir serseri mesleğiydi. İşin doğrusu, Sağır'm o
güne dek gördüğü ve tanıdığı insanların neredeyse tümü, hesap kitap işlerini erkeğe, güzelliği
ve onu üretmeyi de kadına yakıştırır, ikincisini aşağılamak bir yana, üstelik onu kirletmeyi ve
lekelemeyi de marifet sayarlardı. Belki de güç tutkusunun insanı vardıracağı yegâne yer,
erkeklik ve onu kullanmanın en kaba yolu olan şiddetti. Gel gör ki şiddetin en yalın biçimi,
güzel olan, belki de dişil bir şeyi parçalamak ya da kirletmekti; bu da elbette insanda güçlü
olduğu duygusu uyandırırdı. Bütün bunların farkında olan Sağır'ın hiç evlenmemiş olması,
belki Kont'un, yani şu yeni müdürün lehine, bir kadına gerek bırakmayacak şekilde,
erkekliğin aşırı bir tarzına eğilim duymasının bir sonucuydu: Şiddetin yöneldiği yer bu kez,
güzellik değil, çirkinlikti.
Sağır, ümmetine hakikati değil de, haliyle, güzelliği getiren bir peygamber edasıyla sınıfa
girer, hava perspektifi, insan vücudunun oranları, ana renkler ve türevleri hakkında
bildiklerini adeta ahretten sır veriyormuş gibi oğlanlara anlatırdı. Sözgelimi altın kesimi tarif
ederken, coşkusunun zirveye erdiği o kaleme gelmez vecd anlarında kelimeler, ona değil de
sanki bir başka varlığa aitlermiş gibi dudaklarından dökülür, gözbebekleri tarife gelmeyecek
kadar irile-şir, bakışları boşluğa, belki de kendi içinde bir yere dönerdi. Bu esnada oğlanlar
iyice şaşırır, kıkırdayıp dayak yeme-
25
mek için dudaklarını ısırırlar, ancak sinirleri zaten keman teli gibi gerilmiş olan birkaçı
kendini tutamazdı. İlk kıkır-tıyla Sağır gerçek dünyaya döndüğünde, densizlikleri karşısında
kan beynine sıçrayan hocalarının kinden küçülmüş gözbebeklerini gören oğlanlarda bet beniz
atardı. Az önce bir sanat peygamberinin veciz sözlerinin çınladığı sınıfta böylece, çarpılan
tokatlar ve acılı feryatlar duyulurdu. Güzelliğin, inceliğin ve zerafetin gazabı gerçekten de
büyüleyici ve gösterişli olur, tokatlar fiyakalı şaplatılır, tekmeler afili oturtulurdu. Hele hele
Sağır, oğlanların yaptıkları resimlere not verirken daha bir zarif olur, renk armonisi
kuramayan oğlanın bir kulağını mengene gibi kavradıktan sonra, dişlerinin arasından, "sana
'armoniyi' öğreteceğim," diye fısıldardı. Bu sözden sonra, belki de kontrpuan olsun diye
zavallının diğer kulağına da asılır, biçare talebe ise her iki kulağından böylece bir ıstırap
senfonisini dinlerdi. Bu evrensel musiki koda yerine, talebenin kuyruk sokumuna indirilen
esaslı bir diz darbesiyle nihayet bulurdu.
Zerafetten, güzellikten ve sanattan anlamadıkları için Sağır, talebelerden nefret ederdi.
Gelgeldim, yatılı okulda göreve başlamasının daha on günü dolmadan, içlerinden birine
kafayı fena takmıştı: Daha birinci sınıfta olan bu oğlanın resme adamakıllı yeteneği vardı.
Ucuz suluboya fırçasını, üstadlık payesindeki yetmiş yaşında bir Çinli mürekkep ressamı
kadar iyi kullanıyor, kâğıt üzerinde kıvrak ve zarif danslar yaptırıp, harikalar ortaya
çıkarıyordu. Ancak yeteneği matematik veya kimya konusunda olmadığı için asla takdir
edilmiyor, ama sürekli gülümsediğine bakılırsa bundan o da pek şikâyetçi görünmüyordu.
Hakikaten oğlanın gülümsemesi dur durak bilmezdi. Hatta Sağır, derste onu ilk gördüğünde,
"Hayırdır! Ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi!" diye bağırmış, fakat çocuklar, "Hocam o hep
güler; yüzü öyle," diye cevap vermişlerdi. Taş çatlasa on üçündeki
26
bu oğlanın adı Bora Mete'ydi; ama kanlı canlı olması ve kırınızı yanakları nedeniyle
arkadaşları ona Alyanak diye hitap ediyorlardı. Resim yaparken dudaklarındaki tebessüm
sanki daha bir ısınır, yüzü adamakıllı pembeleşir, anlaşılan bu işten büyük keyif alırdı. Oğlanı
günlerce göz hapsine alan Sağır, onun tek eksiğinin, resim sanatını ciddîye almaması
olduğuna hükmetti. Bu sanat ciddiyet isterdi: Çünkü kitaplarda gördüğü bütün dâhi ressamlar,
onların portrelerini her ne kadar daha az yetenekli olanlar yaptılarsa da, asık suratlı ve nemrut
görünüşlülerdi. Nihayet Sağır, kırmızı yanaklı oğlanın ileride kendisi kadar başarılı
olabileceğini düşündü. Ama yamlıyordu işte; sınıfa verdiği manzara ödevlerini toplarken,
oğlanın resmini gördüğünde anlamıştı hatasını. Bu gülümseyen çocuk, nasıl söylemeli,
basbayağı dâhiydi.
Resim hocası aynı akşam Kont'un odasına gitti. İçeride sadece bir mum yanıyordu. Yeni
müdürün odasının duvarlarında, hepsi de Sağır tarafından yapılmış yağlıboya tablolar vardı.
Neredeyse tümü, kulağını kesip bir aşifteye hediye eden şu ünlü ressammkiler gibi güneşli kır
manzaralarıydı. Gerçekten de hepsinde güneş vardı ama, doğrusunu söylemek gerekirse bu
krom sarısı güneşler pek sönük duruyorlardı. Çünkü Sağır, cafcaflı renkleri kullanmayı çocuk
işi sayardı. Renkleri palet üzerinde bir simyacı titizliğiyle ne kadar ince hesaplarsa hesaplasın,
resim tekniğinin bütün nimetlerinden bu şekilde yararlanmasına rağmen eserinin neden güzel
olmadığına zaten kendisi de şaşardı. Bu, çok üzücü bir şeydi: Çünkü asla güneşe çıkmayan
Kont'a, resimlerde de olsa, günışığım armağan etmek için hayatını resme adamıştı. Fakat
Tabiat Ana'nın paletinde herhalde başka renkler de olmalıydı ki, Sağır'ın resimlerindeki güneş
ve onun aydınlattığı buğday tarlaları, balmumu sarısından öteye gidemiyordu. Kısacası bu
ciddî ressam, sadece çıplak27
ken güzel olan Tabiat Ana'ya, rengi sanatın inceliğiyle kirlenmiş bir elbise giydirerek, nü
yerine adeta natür mort yapmıştı. Paletinde ve tuvalinde onun güneşin rengine bir türlü
erişememesi, ağırbaşlı ama zayıf renklere anlamsız sadakatinden kaynaklansa gerekti.
Sonuçta, tutkulu bir sevdayla yanan resim hocasının sönük tabloları Kont'un gözünü pek
okşamıyor, onu ne heyecanlandırıyor ne de sevince boğuyordu. Üstelik Kont, yaraları
nedeniyle iki gündür yataktan çıkmamıştı. Kaybettiği kan o kadar fazlaydı ki, pekmez, kuru
üzüm ve kırmızı şarap gibi kan yapıcılar artık pek fayda vermiyordu. Bu durum elbette, Sağır
için fazlasıyla üzücüydü. Bir gece, Kont'un yatağının başucundaki gramofonu kurup tkarus'un
Yükselişi adlı bir eserin taş plağını yerleştirdi. Sevdiğinin başını okşadıktan sonra, "Üzülme.
Yakında güneşi göreceksin!" diye mırıldandı.
Ertesi sabah talebeler akşam yemeklerini daha bitirmeden, Alyanak'a sınıf mümessili,
müdürün odasından çağrıldığım bildirince arkadaşları irkildiler: Besbelli ki bu, hayırlı bir iş
için değildi. Yüzünde aynı ezelî tebessümle oğlan, istifini bozmadan odaya yollandı. İşin
garibi müdürün masasına Sağır kurulmuştu. Ayakta bekleyen ve neden çağrıldığını bilmeyen
oğlanla uzun süre konuşmadı. Belirsiz bir durum insanda ancak korku uyandıracağından,
elbette bu sessizlik, çocuğa otoritesini hissettirmek içindi. Gel gör ki oğlan, konuşmadığı için
sanki onu hoşgörüyormuş gibi gülümsemeye devam ediyordu. Bu nedenle, afallayan Sağır
oldu. Belki biraz da içindeki karanlık duygulardan, kekeleyerek Alyanak'a, "Resme yetenekli
olduğunu görüyorum," dedi, "Bu yüzden seninle biraz uğraşacağım. Şunu bilmen gerekir: Her
şeyden önce yetenek, sen çalışmadıkça bir hiçtir. İşte bu nedenle artık çok çalışman gerekiyor.
Bak! Bunlar senin." Sağır masanın üzerindeki ahşap kutuyu açtı: Palet, boyalar, gode, bezir
yağı, spatula ve fırçalarla, muhteşem
28
bir yağlıboya takımıydı bu. Alyanak'ın gözleri parladı. Yüzü sanki daha bir güler oldu. Üstelik
Sağır ona bir de portatif şövale veriyordu. Her şey bir yana, adamın kendisinden istediği
yegâne şey, işi gücü bırakıp sadece resim yapmasıydı. İşin en sevindirici yanı ise, güneşli
havalarda derse girme derdinden kurtulacak olmasıydı. Çünkü Sağır, o günlerde yağmurlu
olan hava açar açmaz, şövalesi ve takımlarıyla derhal kırlara çıkmasını ve güneşli manzaralar
yapmasını şart koşmuştu. Zaten bu, oğlanın canına minnetti. Böylece güle oynaya
yatakhaneye koştu ve takımlarını dolabına yerleştirdi. Olanları anlatınca arkadaşları
inanamadılar. Ama o, derse girmeyeceğinden çok resim yapacağına seviniyordu. Gece
arkadaşları uyurken, onun gözüne heyecandan pek uyku girmedi. Allah vere de, bari sabah
hava açsaydı! Ne var ki şafak söktüğünde gökyüzünde koyu yağmur bulutlarını gördü. îçi pek
buruk olarak kahvaltısını yaptı. Derse girmek üzereyken mümessil ona, müdürün odasında
yine beklendiğini haber verdi. Heyecanla müdürün odasına koştu; belki de, hava kapalı
olduğu günlerde ona natür mort falan yaptıracaklardı. Odaya girdiğinde irkildi: Çünkü Sağır'm
yanında, korkunç, bembeyaz yüzü, çekilmiş dişetleri ile Kont oturuyordu. Fakat
konuşan yine Sağır oldu: "Seni bu kez resim yapman için çağırmadım" dedi, "Biliyorsun ki
müdürümüz hasta. Kana ihtiyacı var. Sen de pek gürbüz, kanlı canlı bir çocuksun. Yaptığımız
iyiliğe karşılık, sen de bize kan verirsin herhalde."
Sanki oğlanın bu işe razı olmaması için hiçbir sebep yokmuş gibi Sağır, oldu bitti yaparak
çenesiyle kanapeyi işaret etti. Hayatta gördüğü çirkinliğin içinde doğurduğu nefreti hayat
kadar doğal karşıladığı için, kötülüğü ve merhametsizliği yine temel ilkeler olarak gören
adam, sanki haklı bir intikam alıyormuş gibi hiç duraksamadan oğlanın kolunu sıvadı. Dolabı
açıp, ağzına ince bir hortum bağlı bir şişe çı-
29
kardı. Zavallının koluna lastik bağlayıp sıktıktan sonra, beliren damarlardan birine hortumun
ucundaki iğneyi sapladı. Şişe atardamardan akan kanla doluyordu. Kendi kanını görünce
oğlanın gönlü daraldı. Şişeyi elinde tutup dolmasını bekleyen hocasının kararlılığı ve
doğallığı onu şaşırtıyordu. Zaten bu da, adamın yanlış ve kötü bir iş yapmadığının açık bir
delili sayılmalıydı. Şişe dolunca Sağır iğneyi çekti. Dinlenmesine izin vermeye bile gerek
duymadan, oğlana artık gidebileceğini söyledi. Çocuğun başı dönüyordu. Derste ise kulakları
uğuldamaya başlamıştı. Öğle yemeğine oturduklarında, hocaların masasının tam ortasında
Kont'u gördü. Sağır, kırmızı şarap şişesini uzatmış, Kont'un bardağını dolduruyordu. Kırmızı
yanaklı oğlan, içinden, "Benim kanımı içiyor," diye geçirdi. Adam, kristal kadehinden biraz
alıp dilini şaklatarak yudumu ağzında gezdiriyor, damağında tadını aldıktan sonra nefasetini
ve kokusunu genzinde adamakıllı hissetmek için de nefesini burnundan veriyordu. Herhalde
zihni ağzındaki lezzette yoğunlaşmıştı ki, gözleri boşlukta sabitleşmiş, bakışları içe dönmüştü.
Aksi gibi hava ertesi gün de açmadı; üstelik tam bir hafta sürecek sağanak da o gün
başlamıştı. Bunda şaşacak bir şey olduğu söylenemezdi; çünkü kış başlamak üzereydi. Yatılı
okulun bahçesindeki yaprakları dökülmüş ağaçların çıplak dalları, mezarlarında rahat
edemeyen ölülerin kemikli elleri gibi kara bulutlarla kaplı kasvetli gökyüzüne yükseliyordu.
Yağmurla birlikte başlayan sert rüzgâr okulun tahta pancur-larını gıcırdatıp çarparken,
gecenin bir vakti çakan şimşek, yatakhanede yatan zavallıların korkulu çehrelerini
aydınlatmaktaydı. Buluğ çağındaki talebelerin gerçeklik duyguları henüz tam anlamıyla
oturmadığı için, bu dehşetli tabiat olayları biçarelerin akıllarını başlarından alıyor, gök gürleyip
boş koridorlar muazzam bir velveleyle inlediğinde yataklarında hepsi tekbir ve salavat
getiriyor, battaniyelerine
30
daha bir sarılıp sabahı iple çekiyorlardı. Kısacası yağmuru, fırtınası, şimşeği, uğultusu, gök
gürültüsüyle tabiatın bütün kuvvetleri, sanki elbirliği etmişlercesine, karanlıktan ucubeler ve
umacılar yontan düşgücünün mayasının kolayca tutabileceği, gam, kasvet, hafakan ve dehşet
dolu kapkara, yapışkan bir sisi her yana üflüyorlardı. O esnada yataklarında olan talebelerin
aklına, dededen nineden dinlenen, hortlaktı, cinli perili hikâyeler geliyor; her ne kadar
battaniyeye iyice sarsalar da, bu hayaletlerden biri maazallah ayaklarına dokunacak diye
biçarelerin ödü kopuyordu. Yatak nispeten emniyetli bir yerdi. Ama gecenin o vakti karanlık
koridorları geçip helaya gitmek adeta ölümdü. Bu ihtiyacı hissedip kıvranan zavallılar, ana
baba sözü dinlemeyip geceden fazla çay içtikleri için pişman olurlardı. O gökgürültülü,
şimşekli ve dehşetli havada, saatler tam da geceyarısını vurduğu anda, artık kendini
zaptedemeyen kısmetsiz bir talebe ise Allah'a emanet sayılırdı: Ranzasından iner ve o âna
kadar kalın battaniyesinin sağladığı emniyetten artık mahrum biri olarak karanlıkta el
yordamıyla önce masayı bulmaya çalışırdı. Masadaki kibrite erişip mumu yakmayı
başardığında, elbette en azından iki duayı bitirmiş olurdu. Derken koridora çıkar, mumun
titreyen alevi duvardaki heybetli müdür resimlerini aydınlattığında, bu felekzedenin yüreği
ağzına gelir, beti benzi atardı. Bedbaht talebe, maceralı ve tüyler ürpertici bu hela
yolculuğunda sık sık, arkasında biri olduğu vehmine kapılır, gelgeldim eğer dönüp bakarsa
dehşetengiz bir manzara göreceğinden korktuğu için bunu yapmaya çekinirdi. En büyük
felaket ise mumun sönmesiydi: Mumu tekrar yakmaya çalışırken aksi gibi o karanlıkta çakan
bir şimşek koridoru ve içindekileri çok kısa bir süre aydınlattığı an, talebede daima birini
gördüğü hissi uyanır; yetmiyormuş gibi, gök gürler gürlemez zavallının dudağı
uçuklayıverirdi. Helaya eriştiğinde uçkurunu çözer, işini
31
süren yağmurun izlerim taşıyan ıslak yeryüzüne bu kez, sessiz bir çağlayandan akan gümüş
rengi bir ırmak gibi, ayın soğuk ışığı dökülmeye başladı. Önceki fırtınanın uğultusu yerini,
ağaç dallarından damlayan suyun şıpırtısma, uzaklardaki bir çakalın vadide yankılanan
çığlığına ve gece kuşlarının kanat seslerine bırakmıştı. Sabaha karşı gök, doğuda kızıl bir renk
aldığında, yuvalarında uyanan kuşlar bir ağızdan ötmeye başladılar. Bütün bunlar elbette,
günler süren kâbuslu bir uykudan uyanan tabiatın doğudan gelen kralı, yani güneşi, karşılama
hazırlığıydı. Bu karanlık ve kasvetli dünya, nihayet doğu ufkunda gülümsedi: Yüzen, uçan ve
yürüyen, acı çeken, sevinen ve ölümü bekleyen her mahlûkun beklediği Mesih artık gelmiş,
hayat veren ışınlarıyla dokunduğu tabiatı uyandırıyor, hüznü ve yeisi kovup sevinç ve coşku
saçıyor, körlerin gözünü açarak hastaları iyileştiriyordu. İşığın ve mutluluğun saltanatı
böylece başlayınca, şarkılarında bu mesihin görkem ve ihtişamını anlatsınlar diye, Tabiat Ana
bütün kuşlarını gökyüzüne saldı. Daha bir gün önce yeryüzüne karabasan gibi çöken devasa
kara bulutların surat astığı gökyüzünde, artık sadece mavilik değil, üstelik kuşlar da vardı.
Böylece kutsanan güneş yükseldikçe yükseldi ve nihayet, göğün tam tepesine, Dün-ya'nm
şanı ve görkeminin mührünü vurdu: Ölümün ve karanlığın son parçaları olan gölgelerin, ışığın
saltanatıyla kü-çülüp sonunda yok olduğu bu an, belki de geçici bir ölümsüzlüğün yaşandığı
bir andı. Evet, bir pagan cennetiydi bu. Güneşin açtığı her gün, dünyada gerçeği değil
güzelliği arayanların bayramıydı. Bu bayram üç gün devam etti. Üç güneşli günün sonunda
bir akşamüstü, yine bardaktan boşa-nırcasma bir yağmur başladı.
Sabah olduğunda arkadaşları kırmızı yanaklı çocuğu boş yere uyandırmaya çalıştılar. On
gündür her gece kanı emil-diği için ölmüştü. Yüzü bembeyazdı ama hâlâ gülümsüyor-
34
Hu Nöbetçi muallimler ve müdür muavini gelip zabıt tuttular. Elbette hiç kimse zavallının
boynundaki iğne izi üzerinde durmadı. Ölüm nedeni sözüm ona, iştahsızlığın ve mızmızlığın
yol açtığı anemiydi. Olayı duyar duymaz yatakhaneye heyecanla gelen Sağır, çocuğun
dolabına baktığında aradığını buldu: Hava açtığı zaman kırlara yolladığı çocuğun üç güneşli
günde yaptığı resim oradaydı. Sağır büyülenmiş gibiydi. Kendisinin asla sahip olmadığı ve
olamayacağı bir yeteneğin ürününe bakıyordu: Bu, tekniğin değil, güzelliği görebilme
becerisinin bir eseriydi. Canavarın her gece kendisini ziyaretinden sonra çocuk, yatağından
kalkıp kırlara giderek güneşin doğuşunu izlemiş olmalıydı. Çünkü tuvalde bir gündogumu
manzarası vardı: Güneşin ve ışığın resmini görmeye can atan Kont'u hayal kırıklığına
uğratacak şekilde, güneş resmedilmemişti. Bu şafak manzarasında, güneşin henüz doğmadığı,
ama onun ilk ışıklarının göründüğü ufukların gerisindeki yeşilimsi sarı gökyüzü ve bu ışığın
aydınlattığı tabiat yanısıra, çocuk kendisini de çizmişti: Ağaçların hemen yanında, elinde
palet, şövalesinin başında resim yapan, kırmızı, kısa pantolonlu bir oğlan da vardı. Sanki
güneşin doğmasını ve kâbusun bitmesini bekliyordu. Resimde bu kadar az ışık ve bu kadar
çok güzellik olması şaşırtıcıydı. Belki de Kont, çocuğun kanını değil, bu resimdeki ışığı
emmişti. Evet, resmi on bir yaşında bir dâhi yapmıştı. Şu anda ölü bedeninde bir damla kan
yoktu belki; ama o kana değil, ışığa ve hayata susamıştı. Bu yüzden hayatı her gece şah
damarından emildikten sonra, kim bilir, gözünden yaş akıtarak, doğruca kıra, belki de doğan
güneşi, yani hayatı karşılamaya gitmişti. Ama resimde de görüldüğü gibi, güneş doğmamıştı.
Sağır resmi Kont'un odasına götürdü. Öfkeli olmaktan Çok sanki umutsuz gibiydi. Resmi
Kont'a uzatırken şunları söyledi: ;
35
- "Sana güneşi ve ışığı vaat etmiştim. Üzgünüm, kanı ışığa tercih eden sen oldun. Böylece
hayat senin için ışık değil, kanın ta kendisi oldu. Şüphe yok, ölümün de ışık olacak. Al bu
resmi! Ölümün ufkun ardında olduğu için dua
et."
Kont resmi aldı; daha iyi görmek için şifonyerin üzerine
koydu. Hayatı boyunca asla görmediği güneş yine doğmamıştı. Kendisine güneşi vaat eden
dostuna baktı. Yüzündeki anlamı biliyordu: Sağır, şifonyerin çekmecesini açıp revolveri aldı
ve Kont'un arkasındaki yatağa çöktü. Gramofonda îkarus'un Yükselişi çalıyordu. Kont,
dostunun ne yaptığından emindi. Revolver horozunun tıkırtısını duyduğunda, sesini
çıkarmadı. Silah patladığında da istifini bozmuş değildi. Loş odada müzik, kreşendo ile
sürüyordu. Kont resme baktı ve orada, güneşin doğmasını bekleyen, kısa, kırmızı pantolonlu
çocuğu gördü: Güneş doğuyordu. Günün ilk ışıkları dağlara, ağaçlara ve bütün tabiata v^ırup
aydınlattı. Canavar hayatında ilk kez güneşi ve ışığı, yani ölümünü gördü. Emdiği hayat,
açılan yaralarından boşalmaya
başlamıştı.
Kısa pantolonlu çocuk, tuvaline güneşi de çizdikten sonra, paletini de bırakıp ışığın ülkesine
doğru yürümeye başladı. Resim artık bitmişti. Hayata yürüyen çocuk dağların ardında
kaybolunca, resimde bir daha görünmedi.
Zaten bu resim, sonradan okulun yemekhanesine asıldı. Talebelerden biri çerçevenin altına,
"Güneşli Günler" yazmayı akıl etmişti. Resim, en karanlık, en yağmurlu, sözlülerin en yoğun
ve derslerin en ağır olduğu kasvetli günlerde bile, ona bakmayı aklına getirenlerin içlerini
ferahlatıyordu. Öyle ki, yemekten sonra gireceği yazılıyı düşünen bir alt sınıf talebesinin, o
tatsız tuzsuz şehriye çorbasını içerken gözü bu güneşli manzaraya takıldı mı, artık nedendir
bilinmez, yüzüne bir tebessüm yayılıveriyordu. İnsanın içindeki
36
jgı söndürmeye and içmiş zalim müdürlerin yönettiği ya-tlb okulun, yaşça büyük
talebelerinden muhayyilesi kuvvetli olanlar, işte bu resmin hikâyesini, kırmızı yanaklı oğlanı,
gaddar resimciyi ve kan içen zalim müdürü gelene geçene anlatır, onların akıllarını
başlarından alırlardı. Bu okuldan mezun olup şimdi yaşı elliyi bulanlar, o karanlık okuldaki
tek ışığın, "Güneşli Günler" olduğunu daima hatırlayacaklardı.
* -k *
Ölüm, hikâyesini bitirdiğinde kasabanın Selam Mahalle-si'ne gelmişlerdi. Kasabanın çarşısı
da zaten buradaydı. Ortalık iyice aydınlanmış, dükkânlarını çoktan açan çarşı esnafı, ilk
müşterileri kollamaya başlamışlardı. Ölüm'ün, aradığını söylediği Uzun İhsan, hesaba göre
buralarda bir yerde olmalıydı. Sıra kendisinde olduğu için az sonra anlatacağı hikâye üzerinde
kafa yoran Cezzar Dede, bu haleti ruhiye ile sağa sola pek dikkat etmese de, aslında çarşı,
satışa arzedilen mal ve eşya itibariyle son derece zengin ve göz alıcıydı. Çarşının kapalı
bölümüne girip bir süre yürüdükten sonra, kalabalık adamakıllı arttı. Kara kaplı defterini açıp
adrese bir kez daha göz atan Ölüm'ün dediğine bakılırsa, Uzun Ihsan'ın çok yakınlarda bir
dükkânda olması gerekiyordu. Ancak bu dükkâna erişmek, bir mertebeden sonra neredeyse
imkânsız gözükmeye başladı. Çünkü, artık hangi akla hizmetse, ahali buraya birikip yığılmış,
bütün yolu kapatmıştı. Öyle ki, kalabalık arasına sıkışıp kalan Ölüm ve ihtiyar, değil
ilerlemek, sağa sola ya da geriye bile dönemez hale gelmişlerdi. Gariptir, görkemli ve pahalı
malların satıldığı bu çarşıda toplanan cehennemi kalabalığın üyeleri, her nedense fakir fukara,
üstü başı perişan, pasaklı şahıslardı. Ayrıca hoyrat el kol hareketleri ile birbirlerini itip
kakmala-
37
rı, bir menfaat ya da avanta uğruna burada toplanıp izdiham doğurduklarını akla getiriyordu.
Gerçekten de, ceplerinde para olduğu söylenemese de ellerinde sürgülü hesap cetvelleri ve
abaküslerle kalabalıktan bazı insanların birtakım yatırım hesapları yaptıkları, gözlerindeki
ışıltıdan seziliyordu. Sonunda, onca bağırış çağırış, mırıltı ve fısıltıdan, bunca insanın buraya,
malını mülkünü zebuna zelile dağıtmaya karar veren hayırsever bir tüccar dolayısıyla biriktiği
anlaşıldı. İşin kötüsü, dağıtım geciktiğinden midir, kalabalık homurdanmaya başlamıştı.
Gelgelelim, hayırsever tüccar ortada gözükür gözükmez homurtu kesiliverdi ve bu kez
fısıltılar başladı. İşte tam bu sırada Ölüm, avını gören bir avcı gibi irkiliverdi; çünkü aradığı
Uzun İhsan, tüccarın hemen arkasında, kalabalığı seyrediyordu. Adamakıllı heyecanlanmışa
benzeyen Ölüm, parmağıyla onu işaret ederek, "İşte! İşte! Orada!" diye bağırıyor, bir yandan
da â"haliyi kâh eliyle dürtüp kâh koluyla yararak, arkasında Cezzar Dede olduğu halde,
hedefine yaklaşmaya çalışıyordu. Onu bu kez elinden kaçırmamak istediği apaçıktı. Ne var ki
adam, onları farketmiş değildi; kim bilir, belki de görmezlikten ve duymazlıktan geliyordu.
Kısmen haklı olarak böyle bir şeye zaten ihtimal veren Ölüm de, adamın vurdumduymazlığı
karşısında enikonu öfkelenmişti. Uzun İhsan böylece, hiç istifini bozmadan hayırsever
tüccarın yanından ayrılıp kalabalığa karıştı ve çok geçmeden gözden kayboldu. Onu elinden
kaçırdığı için Ölüm, kendisinden hiç beklenmeyecek bir şekilde, öfkesinden kızarıp
bozarmıştı; vazifesini ifadaki başarısızlığının sebebi de belki bu duygusal taşkınlıktı. Fakat
sağma soluna bakmdığma göre umudunun henüz tam anlamıyla kırılmadığı belliydi. Nitekim
bir an, Uzun Ihsan'la gözgöze geliverdi. Bununla birlikte, adam artık çok uzaktaydı ve bu
bakışma ânından sonra yüzünü hemen çeviriverdi. Evet, onun görmezlikten geldiği kesin-
38
di. Alabildiğine köpüren Ölüm, arkasından, "Uzun İhsan!" diye bağırdı. Gel gör ki, başını alıp
giden adamın aldırdığı yoktu. Kısacası hem görmezlikten hem duymazlıktan geliyordu.
Aradıkları kişinin gözler önünde elini kolunu sallayarak çekip gitmesi yetmiyormuş gibi
Ölüm ve Cezzar Dede kalabalık içinde kısılıp kalmışlardı. Bileğe kuvvet onu itip bunu
kakarak kendilerine yol açıp kaldırıma nihayet vâsıl olduklarında rahat bir nefes aldılar. Kara
kaplı defterini açıp baktıktan sonra Ölüm, ihtiyara şunları söyledi:
- "Şimdi elimizden kaçtı, ama onun Aden Mahallesi'ne gittiğini biliyorum. Orası buraya
oldukça uzak. Fakat oyunumuza devam edeceğimize göre herhalde yol boyunca canımız
sıkılmayacak. Doğrusu, bu kez senin anlatacağın korku hikâyesini pek merak ediyorum. İsmi
ne?"
Cezzar Dede, "Bidaz'ın Laneti" diye cevap verdi ve hikâyesini anlatmaya başladı:
* ± *
Anadolu köylerinde gecelerin, özellikle çocuklar için çok uzun, çok zevkli ve biraz "ürpertici"
geçmesinin sebeplerinden biri de, dedelerin ve ninelerin anlattığı şu cinli perili masallardı.
Sinilerde yemek yendikten sonra torun tosun, doğruca ninenin yanına gelir, o sırada kahvesini
içen kadından masal anlatmasını istirham ederlerdi. Rahmetli kocasıyla didişmeleri, konu
komşuyla yaptığı dedikodular, çekiştirmeler ve çektiği zılgıtlar sonucu, kelimelerin insan
üzerindeki güçlü etkisi konusunda adeta bir mütehassıs kesilmiş olan kadın da zavallıların
ricasını kırmaz, bir gece öncekinden çok daha korkunç bir hikâye anlatırdı. Böylece çoluk
çocuk, sabi sübyan hep birlikte, ana baba sözüne kulak asmayıp dereye yıkanmaya giden kırk
yaramaz veledin Şöhretli dev Isfendiyar tarafından bir bir enselenerek tan-
39
dırda kebab edildikten sonra nasıl mideye indirildiğini ses soluk etmeden, bet beniz atmış bir
halde dinlerlerdi. Masal anlatırken, torunlarının muhayyilesi üzerindeki saltanatı neredeyse
sınırsız olan kadın, zavallıları daha da çok ürpertmek için neyin anlatılıp neyin gizleneceğini
gayet iyi bilir, lafının arasında durarak, "Ormandaki umacının nerede saklandığını size değil,
Selahattin'ime anlatacağım; siz gidin hele!" derdi. Bu tahdit üzerine çocuklar hüsrana uğrayıp
önce yalvar yakar olurlar, ancak ninelerinin kararlılığı üzerine istemeye istemeye
uzaklaşırlardı. Ardından kadın, Selahattin adlı gözde torununun kulağına, diğerlerinden
esirgediği sırrı fısıldar, köşede heyecandan kıvrım kıvrım kıvranan çocuklara da, bu sırada
nispetkâr bir bakış fırlatmayı ihmal etmezdi. Masaldaki gerilim bu sayede had safhaya ulaşır,
hem erişilmesinin zorluğu, hem de aralarından biri tarafından bilinmesi, sırrın değerini kat be
kat arttırır, çocuklar Selahatün'in peşini bırakmayıp kâh yalvarma kâh tehditle, umacının
saklandığı yeri öğrenmeye çalışırlardı. Masal bitince çocuklardan kimi, pencereden dışarıdaki
esrarengiz karanlığı süzer, ürpertici düşüncelere garkolması sonucu alt dudağı sarkardı. Nine
ise bir cıgara yakar, tütünü tellendirirken köpüklü kahvesini keyifle içip, kendisinin
çocukluğunda yaşadığı korkuların yeni nesle de sirayet etmesiyle, belki adaletin yerini
bulduğunu düşünürdü.
tşte böyle gecelerde torunlara bazan define masalları da anlatılırdı: Silahir adlı bir şehzadeye
gelin giderken Ferah-nur adlı perinin, korkunç Binnaz tarafından çalınan bir çömlek dolusu
pembe inciden ibaret çeyizi; Zekeriya, lsfen-diyar ve Efrâsiyâb adlı devlerin dişlerinden
tırnaklarından artırarak biriktirdikleri bir mağara dolusu altın; cimriliğiyle meşhur zalim
büyücü Üzeyir'in bodrumundaki elmaslar; Hıdır, Cemşit, İshak, Âdem, Lokman, İmam ve
Osman adlı cücelerden Aptülvahap adlı bir hırsız tarafından çalman bir
40
küo altın tozu; İşvenaz Sultan'ın pırlantaları; yankesici Vey-el'in tam bir kese dolusu gümüşü,
paraya pula değer verip sağlam toprağa bassınlar diye çoluk çocuğa anlatılır dururdu Öyle ki,
belki bu sayede çocuklar hayalperestçe işlere kalkışmaz, ileride sefil süfela olmazlardı.
Nineler bir yana, bazı dedeler ise hatta, ata yadigârı define hikâyelerini sanki kendi
başlarından geçmiş gibi anlatarak torunlarının akıllarını durdururlardı: Hikâyeyi hayatındaki
bazı gerçek teferruatla süsleyen dede, torunlarına her bayram verdiği harçlığı, yeraltında
yaşayan Şuayip adlı bir devin hazinesinden gençliğinde kuyu kazarak çaldığını, eğer
biriktirmeyip israf ederlerse, canavarın er ya da geç onların yakasına yapışacağını söylerdi.
Dedeler elbette, cinli perili masallarla torunlarını korkuttukları sürece dikkate alınıp sözlerinin
dinleneceğini bilirlerdi. Çocukları korku yoluyla yönetmenin zevkini artık bir kez tattıkları
için, bazan onları toplayıp kıra dağa götürür, asırlar önceki putperestlik devirlerinde
Rumlardan kalan mermer lahitleri, bir bayırın ortasındaki âbideyi ve üzerindeki garip,
anlaşılmaz, efsunlu yazıları gösterir, bu kalıntıların altındaki defineyi çıkarmanın sihir
nedeniyle imkânsız olduğunu anlatırlardı: Göklerden inen bir rahmet sonucu, Hazreti
Peygamber'in doğumu ile artık hiçbir sihir tutmaz olmuştu; fakat ondan önceki sihirlerin
tesirleri sürmekteydi. Dede, bu sebepten, içinde ve altında çömlek çömlek altınlar olmasına
rağmen, sihirle korunan putperest mezarlarını kurcalamanın her babayiğidin harcı olmadığını,
bu heves uğruna çarpılan, ağzı burnu yamulan bir nice talihsizin tövbeler edip üfürükçülerin
nefesine ya da yatır ziyaretlerine bel bağladığını söylerdi. Hele hele ihtiyar, ayağıyla toprakta
bir yere vurup, "İşte tam buradaki defineyi kazıp çıkarsaydınız, aha, şu dağ kadar bir şeker
satın alırdınız!" dediğinde, torunlarda ses soluk kesilirdi. Böylesi define masalları dinleye
dinleye büyüdükleri için,
41
dırda kebab edildikten sonra nasıl mideye indirildiğini ses soluk etmeden, bet beniz atmış bir
balde dinlerlerdi. Masal anlatırken, torunlarının muhayyilesi üzerindeki saltanatı neredeyse
sınırsız olan kadın, zavallıları daha da çok ürpertmek için neyin anlatılıp neyin gizleneceğini
gayet iyi bilir, lafının arasında durarak, "Ormandaki umacının nerede saklandığını size değil,
Selahattin'ime anlatacağım; siz gidin hele!" derdi. Bu tahdit üzerine çocuklar hüsrana uğrayıp
önce yalvar yakar olurlar, ancak ninelerinin kararlılığı üzerine istemeye istemeye
uzaklaşırlardı.