17 Ekim 2015 Cumartesi

homeros destanı - 1

HOMEROS ODYSSEİA Çeviren: AHMET CEVAT EMRE Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve A. C. Emre'nin birer önsözü ile ÜÇÜNCÜ BASILIŞ VARLIK YAYINEVİ Ankara Caddesi, İstanbul BÜYÜK ESERLER KİTAPLIĞI: 6 Varlık Yayınları, sayı: 1609 Bu kitabın ilk baskısı ekim 1957 de, ikinci baskısı ekim 1963’de yapılmıştır. İstanbul'da Gül Matbaasında dizilmiş, Dilek Matbaasında basılmıştır. Haziran, 1971 ePub düzenleme: Meritokrasi Birinci Sürüm: 2014 BÜYÜK ESERLER KİTAPLIĞI İliada'dan sonra size eski Yunan kültürünün ve insanlık tarihinin en büyük eserlerinden birini daha, Homeros'un ölümsüz destanı Odysseia'yı sunuyoruz. İliada'nın devamı sayılabilecek olan ve İlion'u, yani Troia'yı fethe giden Akhaiların başkanlarından Odysseus'un dönüş yolunda ve yurduna dönüşünde başına gelenleri anlatan bu destan da Ahmet Cevat Emre'nin kalemiyle aslından dilimize çevrilmiştir. Böylece Homeros'un bütün eserini güvenilir bir çevirisinden okumak imkânını sağladığımız için sevinç duyuyoruz. İçindekiler ÖNSÖZ HOMEROS VE DESTANLARI ŞAN: I Dua - Tanrılar Derneğinde - Athena'nın Öğütleri - Yavukluların Cümbüşünde ŞAN : II Telemakhos Gurbette İthakalıların Derneğinde ŞAN : III Pylos'ta ŞAN: IV Lakedaimon'da - Telemakhos'un Dönüşü - Yavukluların Pususu ŞAN : V Kalypso'nun Mağarası - Odysseus'un Salı Şan ŞAN : VI Odysseus'un Phaiakeli'ne Ulaşması ŞAN : VII Odysseus'un Alkinoos Katına Girişi ŞAN : VIII Phaiakların kabul toplantısı - Ares ile Aphrodite'nin Sevişmeleri ŞAN: IX Kikon'lar Katında - Kyklopeli'nde ŞAN: X Aioli ve Laistrygonlar Ahvali - Kirke Katında - Ölüler Ülkesinde ŞAN : XI Ölülerin Ahvali ŞAN : XII Sirenler, Kharybdis, Skylla - Güneş'in Sığırları Ahvali ŞAN : XIII Odysseus'un Phaiakeli'nden Ayrılışı - Odysseus'un İthaka'ya Ulaşması ŞAN : XIV Odysseus'un Eumaios ile Görüşmesi ŞAN : XV Telemakhos'un Seferden Dönüşü - Kırlıkta ŞAN : XVI Telemakhos'un Odysseus'u Tanıması ŞAN : XVII Şehirde Olup Bitenler Şan ŞAN : XVIII Odysseus ile İros'un Yumruk Döğüşü ŞAN : XIX Odysseus'un Penelopeia ile Görüşmesi - Eurykleia'nın Odysseus'u Tanıması ŞAN: XX Fodul Yavuklular Tepelenmeden Önce - Son Cümbüş ŞAN : XXI Yay Sınaşması ŞAN : XXII Yavukluların Tepelenmesi ŞAN : XXIII Penelopeia'nın Odysseus'u Tanıması ŞAN : XXIV Ölüler Diyarına İkinci Sefer - Leartes Katında 6/431 ÖNSÖZ Ondokuzuncu asrın sonlarına kadar hemen bütün garp edebiyatçılarının, şairlerinin, âlimlerinin ve sanatkârlarının yüreğindeki Greko-Lâtin medeniyeti aşkı, âdeta dinî bir vecd mahiyetini haizdi. Bunlar için, medeniyetin doğup inkişaf ettiği yerlerin ziyareti, tam mânasiyle bir hac ve tavaf şeklini alırdı ve bir eski Yunan mermerini okşamak veya bir eski Lâtin metninin sahifelerini gözden geçirmek bir sevap telâkki edilirdi. Masasının üstünde ya bir Tanrıça ayağının kırıntısına veya yıpranmış bir papirüs parçasına malik olmıyan herhangi bir entellektüel kendini dünyanın en bedbaht adamı sanırdı. Büyük İngiliz şairi Byron'un Yunan İstiklâl Harbine nasıl yeni bir Kızıl Salip seferine katılır gibi iştirak ettiğini ve o devirde herhangi bir kötü Makedonya köyünden farkı olmıyan Atina'da ne derin bir saadet ve hayranlık içinde vakit geçirdiğini biliriz. Kilise kaçkını râhip Renan'ın da, hıristiyanlıktan irtidadına rağmen sevmekte devam ettiği Meryem'in oğlunu, hem de bir Kudüs dönüşünde uğrayıp murakabeye daldığı Akropol mabedinin yıkıntıları arasında, son defa olarak Pallas Athena'ya nasıl kurban ettiğini pek iyi hatırlarız. Bütün hakikatleri ve bütün dinleri vâhî bulan bu adam, o zaman, «Akropol'de Dua» diye yazdığı en güzel nesrinde, Atina'nın bu akıl ve zekâ tanrıçasına şu sözlerle hitap etmişti: «Yegâne doğru, yegâne hakîm, yegâne bâki olan sensin!» Fransa'nın en son klâsik tezhipli sembolist şairlerinden biri de Roma'ya ilk seyahatini şu mısralarla anlatmağa başlar: «Bu akşam, size ebedî şehirden yazıyorum... Tabanlarım onun kahraman tozlarına değiniştir, hey, Roma! — Bu kelimeyi yazarken elimdeki kalem titriyor.» Tıpkı bunun gibi, ben de, Homeros'un güzel dilimize bu ilk tercümesi için şu satırları yazarken kalemim elimde titremektedir. Kendimi «Güzellik» denilen yegâne hakikatin, yegâne hikmetin tâ ilk kaynağı başında hissediyorum ve bu tanrısal pınarın bütün tazeliği, bütün serinliği vücudümü kaplamışçasına ürpermeler içinde kalıyorum. Gerçi, Homeros'un mucizesi —yunancadan başka bir dille —bana ilk defa ayan olmuş değildir. İliada ile Odise'nin muhtelif fransızca tercümelerini gaşyolarak okuduğum ve hattâ bunları türkçemize çevirmeğe kalkıştığım devirleri, —takvim ölçüsünde çok uzak olmakla beraber— yâd ve tahattur bakımından hâlâ yaşamaktayım. Fakat, hemen itiraf edeyim ki, Odise'nin Türkçe müsveddelerini gözden geçirirken bu eski Homeros hayranlığı bende yalnız yeni bir inkişafa mazhar olmadı, fakat Homeros'u anlayış ve duyuş tarzım da adetâ bir nevi imtihana, bir nevi revision'a uğradı. Ana dilimin kanalından bu pınarın suları benim ruhuma daha süzülü, daha özlü akmağa başladı. Neden? Bunun sebebini izah benim için epeyce güç olacaktır. Bu hususta, belki bir sürü filolojik kıyaslar, etnik araştırmalar yapmak ve bir takım tarihî etütlere girişmek lâzım gelecektir. Buna ise, ne böyle kısa bir mukaddimenin çerçevesi, ne ihtisasım, ne de bilgim müsaittir. Yalnız, kendimi, yapmaktan alamıyacağım bir müşahede var ki, o da, Arap ve Fars kültürüne mukaddem olan eski türkçenin veya bu kültürün dışında kalmış destan ve masal lehçemizin homerik beyan tarzına hemen diğer bütün yabancı dillerken çok daha yakın, çok daha uygun ve akraba oluşudur. Nitekim, bundan yirmi beş yıl evvel Odise'yi Leconte de Lisle'in tercümesinden dilimize çevirmeğe teşebbüs ettiğim esnada, ben de, âdeta insiyaki diyebileceğim bir saikle, hep bu arkaik türkçeden istiane etmek ihtiyacını duymuştum. O vakit, tamamlamağa bir türlü muvaffak olamadığım bu tercüme teşebbüsünü, şimdi derin bir memnuniyetle görüyorum ki Ahmet Cevat Emre, büyük bir muvaffakiyetle ve daha ilmî bir metotla başarmış bulunuyor. Zira, Ahmet Cevat Emre, yalnız Leconte de Lisle veya Victor Berard gibi belli başlı bir iki mutavassıt mütercimin metinleriyle iktifa etmeyip bunlardan daha eski birtakım kaynaklara 8/431 başvurarak ve hattâ doğrudan doğruya Yunanca metnin ruhunu ve şekillerini tetkik ederek meydana getirmiştir. Bununla beraber, iddia edilemez ki, bu ilk türkçe Odise tercümesi tamam bir mükemmeliyettedir ve yahut şimdiye kadar başka dillere yapılmış olan tercümelerin en sadakatlisidir. Ahmet Cevat Emre eserinin başına koyduğu uzun, sarih ve samimî bir mukaddemede antik dillerden modern dillere çevirme keyfiyetinin ne kadar güç ve nankör bir iş olduğunu, ezcümle Homeros'un bir strofundaki mazmunun üç Fransız mütercimi tarafından nasıl birbirini tutmaz şekillerde örselendiğini bize gayet bâriz misallerle göstermek suretiyle, ispat etmiştir. Bu misalleri ele alarak o üç Fransız müterciminin eski yunancadaki bilgisizliklerine veya fransızcadaki edebî kabiliyetsizliklerine hükmetmiyelim. Dil denilen şey, canlı ve binaenaleyh daima değişen, daima tekâmül veya inhitat halinde olan organizma'dır, ve bunun kendi devri, kendi muhiti, kendi mensup olduğu tabiî ve sosyal iklim ile derin bir münasebeti vardır. Şu halde bir mütercimin çevirmek istediği herhangi bir yabancı dili, yalnız lügat, nahiv ve sarf bakımından bilmesi kifayet etmeyip aynı zamanda o dilin yaşadığı devre, muhite ve iklime âşinâ olması da lâzım gelir. Bu ise, uzun, çetin ve sabırlı bir initation'a mütevakkıftır. Dini, kültürü, örf ve âdetleri bize tamamiyle yabancı bir milletin yaşama, hissetme ve düşünme şartlarını benimsemek, bunları kendimize mal etmek kolay bir iş değildir ve bu iş, Homeros gibi bizden iki bin küsur sene evvel yaşamış olduğu rivayet edilen âdetâ mitik bir şairin sözlerini bize sadakatle nakletmek keyfiyetine dayanınca büsbütün çetinleşir. Kaldı ki, bu şair kendi dehasının damgasını taşıyan her iki destanı, İliada ile Odise'yi doğrudan doğruya kendisi telif etmiş değil, halk dilinde dolaşan destan ve masallardan meydana getirmiştir. O, —meselâ— bize «Ak kollu Hera», «Gökgözlü Athena», «Gülparmaklı Şafak» veya «Hasatsız Deniz» derken bilelim 9/431 ki şahsî karihasından bir teşbih ve istiare yaratmıyor, halk lehçesinde, kendisinden çok evvel, klişeleşmiş tabirleri tekrar ediyor. İmdi, prehomerik Yunan halkının bu sanat ve tabirlerden ne kastettiğini, bu metaphor'larla ne söylemek istediğini, yalnız kelimelerin lügat manasiyle keşfedebilmemize hemen hemen imkân yoktur. Zira, Yunan mitolojisini ne kadar yakından tetkik etmiş olursak olalım, bunun mistiğini ve cezbesini bir eski Paiyen gibi tâ içimizde duyup anlamadıkça şuur ve idrakimize mal etmeğe muvaffak olamayız. Bunun içindir ki, antik metinlerin gerek doğrudan doğruya, gerek bilvasıta tercümesi cehtinde bize rehberlik ve mürşitlik edecek şey, ilim kadar ve belki ilimden ziyade «aşk» olmalıdır. Bir Yunan şairinin veya bir Lâtin müellifinin atmosferine ancak böyle bir aşkın verdiği intuition'la hulûl edebiliriz. Onların derunî ahengini, tavır ve edalarmdaki hususiyetleri ancak bu sayede sezip anlamamız kabil olur. Bu mertebeye erdikten sonra, kendimizi artık yapmak istediğimiz tercümenin en mühim kısmında muvaffak olmuş sayabiliriz. Zira, o şair veya müellifi tâ ruhundan kavramış, sesinin bestesini zaptetmişizdir. Eski Yunan ve Lâtin şairlerinin Fransız mütercimleri arasında, yalnız Leconte de Lisle'dir ki bu intuitif ve evocateur tercüme usulünü kullanmıştır. Daha doğrusu bu usulü ilk ve son defa tatbik edenlerden biri olmuştur. Leconte de Lisle'in bu cüretli hareketi devrinin bir çok grekçe ve lâtince âlimleri tarafından şiddetle tenkit ve takbih edilmiş olduğunu bilmekle beraber, hemen itiraf edeyim ki, grekçe ve lâtincenin lügat ve nahiv bilgisi bakımından en âlimane tercümelerinden ziyade, bana, tâ Homeros'tan Horatius'a kadar bütün antik güzelliklerin zevkini ve çeşnisini veren Leconte de Lisle'in şairane tercümeleri olmuştur. Leconte de Lisle bu tercümelerinde muasırlarının hiddet ve tezyifini en ziyade kendi dilinin gramer ve lügat kaidelerine karşı gösterdiği mübalâtsızlıklarla celbetmişti. Filvaki kendi dilinde en kusursuz ve en düzgün mısraları yazmış olmakla maruf bu parnasyen şair 10/431 Yunan ve Lâtin şairlerinin eserlerini fransızcaya en egzotik, en indî bir nesirle çevirmiştir. Lâkin, o, bunu bilerek ve isteyerek böyle yapmıştır. Zira, şair-mütercimin bu tercümelerde takip ettiği gaye, yunanca ve lâtinceyi fransızcalaştırmak değil, bilâkis, fransızcayı yunancalaştırıp lâtinceleştirmekti, yani bu dillerin sentaksını kendi dilinin sentaksına hâkim kılarak, Fransız kariine bunların edasını ve fonetiğini mümkün mertebe bulandırmadan tattırmaktı. Gene bu endişe iledir ki, Lecont de Lisle, ilk defa olarak Fransız mütercimlerinin kötü bir an'anesini kırıp Tanrılara, kişilere veya yerlere alem olan öz adları Fransız fonetiğine göre değiştirmekten vazgeçerek, onların asıllarındaki şekil ve âhenklere sadık kalmıştır. Meselâ Olympos yerine Olympe, Zeus yerine Jüpiter; Akhilleus yerine Achille, Telemakhos yerine Telemaque dememiştir. Bu cümleden olarak, gerek destan, gerek tragediya kahramanlarını Fransızların salon terbiyesine göre konuşturmak, «hatun!» veya «kadın!» hitaplarını «Madame!»a çevirmek ve bütün sen'leri, siz yapmak gülünçlüğüne düşmemiştir. Herkesçe malûm olduğu üzere, eskilerin, tabiata çok yakın bir yaşayışları vardı. Sadelik, basitlik ve yarı çıplaklık o zamanki hayat ve muaşeret üslûbunun belli başlı bir vasfı idi. Kaldı ki, Homeros'un bize tasvir ettiği Grek âlemi, cemiyet strüktürü itibariyle, patriyarkal kabilelerden müteşekkil bulunuyordu. Odysseia'da adı geçen krallar bu kabilelerin reislerinden başka birşey değildirler ve bunların ikamet ettikleri büyük evlerin birer feodal kaleden farkı yoktu. Tarihî kültür noksanları yüzünden eski Grek dünyasının bu sosyal hususiyetlerini anlamamış bulunan XVI'ncı, XVII'nci asırların garplı mütercimleri bu konakları kendi yaşadıkları devrin sarayları ve bu kabile reislerini kendi gördükleri krallarla karıştırarak onları Greklerin hiç bilmedikleri bir sürü erkân, merasim, tekellüf ve şatafat yükü altında tanılmaz bir hale sokmuşlardır ve ne yazık ki, ilmî, tarihî araştırmalar metodunun evvel zamana dair bir çok hakikatleri meydana koymuş 11/431 olmasına rağmen muasır tercümecilerin ekserisi bu acayip adaptation çığırından bir türlü yakalarını sıyıramıyorlar. Ahmet Cevat Emre'nin kendini bu ananeye «yani antik eserleri modern zevke, modern hayat şartlarına adapte etmek usulüne» kaptırmamış olmasını da ayrı bir muvaffakiyet saymalıyız. Ahmet Cevat Emre'nin bu güzel ve hayırlı teşebbüsünü yalnız bir noktada eksik buluyorum. Muhterem mütercim, Türk okurlarına Odise'yi Iliada'dan evvel tanıtmağa kalkışmıştır. Fakat herkesçe bilindiği gibi Odise, Iliada'nın bir zeylidir ve bu iki eserin birincisini okumadan ikincisini anlamak epeyce müşkül olacağı mülâhazasındayım. Odise'de sık sık adları geçen birçok kahramanları ancak Iliada'da tanıyabileceğimiz gibi Odysseus'un temsilî şahsiyetinin en bâriz tecellisi de gene bize bu destanda ayan olacak ve onun neden bir türlü memleketine dönemediğini, ne sebeple Tanrıların gazabına uğradığını ve onu niçin yalnız Athena'nın koruduğunu ancak Iliada'nın son rapsodilerinden öğrenecektik. Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU 12/431 HOMEROS VE DESTANLARI 1. Tarihçilerin piri sayılmakta olan Herodot: «Homeros benden ancak dört yüz yıl evvel yaşamaktaydı» diyor (V. 53). Herodot'un eserleri için kabul olunan tarih, İsa'dan önce (İ. Ö.) 450 olduğuna göre, Homeros destanlarının en aşağı yirmi yedi asırlık bir eskilikte olduğu anlaşılıyor. Homeros'un varlığı, yani gerçekten yaşamış ve epos namı verilen meşhur destanları yaratmış olduğu eski klâsik Atina'da ve şanlı rakibi İsparta'da hiç bir zaman şüphe altında kalmış değildir. Yalnız vatanı münakaşa edilmiş, bir çok şehirler beşiği veya mezarı olmak şerefi için birbirleriyle rekabete girişmişti. En yaygın olarak İzmir (Smyrne) Homeros'un vatanı olarak kabul olunmuştur; bu şehrin yanından akan Melez suyunu tanrılaştırıp Homeros'un babası olduğuna ve genel olarak esrar içinde doğduğuna inanırlardı {1} . Sakız (Khios), Milet ve diğer İonia şehirleriyle adaları en çok gezip dolaştığı yerlerdi. İonia bilgeleri (les sages), klâsik Helada filozofları ve yasakuranları (vazı-ı kanunları), İskenderiye ve Bergama filologları, eski Roma'nın büyükleri, hep, Homeros'tan bahsederler, ve ona poietes «münşi» derlerdi. Antik medeniyetin en büyük coğrafya âlimi Amasyalı Strabon (İ. Ö. 58-İ.S. 25) poietes'in (Homeros'un) yanılmaz bir üstat, her şeyi bilen bir bilge (hakim: sage) olduğunu eserinin hemen her sayfasında söyler{2} . 2. Homeros'un en meşhur destanları ikidir: İlias (İliade: İlyada) ile Odysseia (Odissee: Odise). Bunlara genel olarak epos namı verilmektedir. Epos'un lügat mânası söz'dür. Türkçe'de de, eskiden «söz» mefhumunu anlatan bir kaç kelime vardır ki, epos gibi hususî mânalarda kullanılmıştır. Meselâ eski yazıtlarımızda Bilge Han Türk beglerine ve budununa hitap ederek sabimin esldin «sözümü dinleyin» dediği zaman atalarının ve geçmiş Türk nesillerinin destanını kastediyor: bunlardan kiminin yüksek (edgü «âlâ», tüz «âdil») kiminin aşağı (Yablak «korkak, fena» tüzsüz «adaletsiz») olduğunu söyleyip savaşlarını uzun uzun hikâye ediyor. Bu bakımdan Bilge hanın bu anıttaki monoloğu (sab'ı) en eski tarihsel Türk epos'udur. Daha yeni bir tarihe ait olan Dede Korkut kitabı da Oğuzlardan bir oymağın bir kaç episod'unu (menkabesini) hikâye eden bir epos'tur; bunda da soy «söz» kelimesi «destan» mefhumunu anlatmak üzre kullanılmıştır. 3. Homeros'a az yukarda gördüğümüz gibi, bütün antik medeniyetin büyükleri «o» poietes «le poete», sanatine poiesis «poesie» ve eserlerine poiema «poeme» derlerdi. Eski grekçeleri karşılıyan ve gene onlardan çıkmış olan fransızcalara bakarak bu deyimlerin mânalarını anlamak istersek yanılırız; eski grekçe poietes kelimesinden fransızca poete'den anladığımız şair mânası çıkmazdı; bu kelimenin lügat mânası yapan'dır ve epos'a tatbik edildiği zaman, ondan, yüksek bir sanatla epos'ları yaratmış olan anlaşılırdı; poiesis de o yüksek söz yaratmak sanatı idi. Bu kelimeleri, lügat mânalariyle, bizim eskiden arapça beyan'dan aldığımız inşa ve münşi terimleri karşılar. Fransızcada bu mefhumlar creation, composition, auteur... gibi kelimelerle anlatılabilir. Eski klâsik Atina'da Homeros eposlarının saygı ve terbiye mevkii çok büyüktü: Panathenai (panathenees) bayramlarında Homeros'un iki epos'undan başka destan okunmazdı. Bizde hatm indirmek için halkavari dizilmiş hafızlar, birinin bıraktığı yerden sonra gelen başlamak üzre, aşır aşır Kur'an okudukları gibi, eski Atina'nın panathenai bayramlarında rapsot denilen sanatkâr okuyucular, İliada ve Odysseia'yı ezber okuyarak hatmederlerdi. Atina oratorlarından Lykurgos (İ.Ö. takr. 390-325), en eski olarak homerik epos'un bu yüksek saygı ve terbiye mevkiini haber vermiştir; Strabon zamanında da 14/431 bu ehemmiyete hiç bir halel gelmemişti; bu meşhur âlim dahi homerik epos'un bir ahlâk mecellesi olarak Helen gençliğine okutulduğunu ve ezberletildiğini söyler. Bu eski kaynaklardan anlaşıldığına göre Atina çocukları için homerik epos aynı zamanda kıraat kitabı, ilmihal kitabı, fen ve tarih kitabı, hikmet ve ahlâk kitabıydı; bütün klâsik Helada'nın ise, Victor Berard'ın dediği gibi, hem Bibl'i (Tevrat ile İncil'i) hem ansiklopediciydi. 4. Homeros eposları Helenlerin ilk tarihsel ataları olan Akhai ve Argos (Danaos) hanlarının destanlarıdır; bu destan mecmuası eskiden İlios (veya İlion) adını da taşıyan Troia (Troie) iline karşı Akhai'ların açtığı seferin ve bu seferden dönüşün menkabelerini (episodes) anlatan parçalardan vücut bulmaktadır. Troia seferine atfedilen tarih İ.Ö. takr. 1200 dür ki, Akhai'ların Avrupa cihetinden gelip bütün Peloponez'e ve adalara tamamiyle hâkim oldukları ve küçük Asya'ya tecavüze başladıkları devirdir: Bir asır sonra gene Avrupa'dan, Tesalya'dan, Dorlar (Doriens) gelerek Akhai'ların hâkimiyet sahasını hayli sıkıştırıyorlar, ve bu tazyik altında Akhai'lar Küçük Asya'nın batı kısmına daha ziyade yayılarak İonia'yı yaratıyorlar (İ.Ö. 1080-1050). Bundan iki asır sonra, Homeros başta olmak üzere, halk şairleri bu şanlı ataların yüksek işlerini, savaş ve talânlarını anlatan epik eseri yaratıyor; sıra ile İonia'ya, klâsik Atina'ya, rakibi İsparta'ya ve bütün Grekeli'ne (Grece) en kıymetli bir kültür armağanı olarak bırakıyor. Dorların yarattığı İsparta dahi homerik eposları mukaddes sayar ve bu saygıda da Atina ile yarışırdı: Isparta'nın tradisyonuna göre büyük yasa-kuran (Legislateur) Lykurgos'un kendisi (İ.Ö. IX. asır) Sakız (Khios) tan, bizzat Homeros'tan veya Homeros'un tilmizi Kreophylos'tan epos'u tamam olarak alıp, İsparta'ya getirmiştir. (Pont'lu Heraklide: Pol. 2.). 15/431 Atina'ya da homerik metinlerin büyük yasa-kuran Solon (İ.Ö. 640-558) veya bunun çağdaşı tyrannos (tyran) Peisistratos veya bunun oğulları tarafından getirildiği rivayet edilmektedir. Homerik kültürün bütün Grekeli'nde İ. Ö. üçüncü asırda dahi devam ettiği anlaşılıyor: Platon'a atfedilen Hipparkhos ismindeki eserde İ. Ö. dördüncü ve üçüncü asırlarda, panathenai bayramları zamanında olduğu gibi, ezber okunup hatmedildiği yakılmıştır. «Atina'da: Hükümet, edebiyatçılar, naşirler (editeurs), Solon ile Pisistrat'tan Aristo'ya kadar, homerik metinleri çoğaltıp yayıyorlardı. Helen'lerin en çok saygı gösterdikdikleri bu eserlerdi. Atina'dan çıkan nüshalar bütün Akdeniz'de satılırdı... (Vic. Berard. L'Odyssee d'Homere, s. 37-38). (Peisistratos ve oğullarının homerik metinlerde oynamış oldukları rol büyük münakaşalara sebep olmuştur; az aşağıda bundan bahsedilecektir.) EPOS'UN MENŞEİ 5. Akhai hanlarının yüksek savaşlarını, erdemli işlerini anlatan epos'un menşei kesin olarak bilinmiş değildir. Bir kere, Akhai'lar, Balkanların güneyine, Tesalya ile Makedonya'ya geldikleri zaman epos kültürünü, yani kitara (kopuz) çalan ozanlar (aoides: aedes) tarafından destan okunup kahramanları (ve tanrıları) övmek âdetini beraber getirmişler miydi? Bu suale verilebilecek cevabın en mühim unsuru, homerik eposların kendilerinde bulunuyor: Bu eserler anlattıkları hanların konaklarında ozanların destan okuması âdetini tamamiyle yerleşmiş gösteriyorlar; hattâ şöhret kazanmış yerli ozanların isimleri bile onlarda anılıyor: Odysseus'un konağında, yavukluların cümbüşlerinde Phemios, Phaiak hanı Alkinoos'un konağında, Phaiak hanlarının ve 16/431 danışmanlarının önünde Demodokos, «ahenkli» kopuzları ile, destan okuyup Akhai hanlarının Troia menkabelerini terennüm ediyorlar. Menelaos'un, Agamemnon' un da konaklarında tanrısal kör ozanların kopuz çalıp destan okumasına şahit oluyoruz. Yirmi yedi asırlık bir eskiliği olana homerik eposlarda, dört, beş asır evvelki Akhai atalarının derebeylik hayatında, ozan-destan kültürünün müesses tasvir edilmesi epos'un her halde, Grekeli'ne Akhai'lar (ve belki de Dorlar) ile gelmiş olduğunu kuvvetle ihtimal dairesine getirmektedir. Homerik eposların inşa'sında çok yüksek, çok ilerlemiş kaideleri tamamiyle teessüs etmiş edebî (litteraire) bir sanat müşahede olunmaktadır; Homeros'un sanatı o derece inkişaf etmiş bir safhadaydı ki, onda bazı yıpranma, eskime (usure) alâmetleri bile farkedilmektedir. Bu da, Balkanlardan sonra İonia'ya yayılıp antik medeniyetin ilk sitelerini kuran Akhai'ların yüksek 'derecelere çıkmış bir kültürle tarihe karıştıklarını ispat eder. 6. Helenlerin ilk tarihsel ataları olan Akhai'larla Dor'ları, en evvel, Balkanlarda yerleşmiş buluyoruz; lâkin mitolojilerinde Küçük Asya ile de nisbetleri görülmektedir; ilk hanedanları olan Pelopideler (Pelops oğulları) Lidya'dan{3} gelmişlerdi. (Vic Berard Intr. III. s. 443; Larousse Universal, kel. Pelops). Bilindiği üzre Sümer'de destan vardı; en meşhuru Gılgamış epos'udur ki, Kalde (Keldan), Asur, Hitit, Mısır edebiyatına da geçmişti. Bu epos Ereh hanı Gılgamış'ın yüksek işlerini anlatır. İ.Ö. 2000 yıllarında var olduğuna şüphe olmıyan bu destanın hakiki menşe tarihi malûm değildir. On iki tablet üzerinde yazılmış olan bu destanın on birinci tabletinde ölümsüzlüğe mazhar olmuş Uta-Napiştim torunu Gılgamış'a Tufan'ı anlatıyor. Üslûp bakımından bununla Homeros destanları arasında benzeyişler vardır. Mısır'da ise, İ.Ö. 3000 17/431 yıllarında, çok yaygın olarak, epos ve masal edebiyatının mevcut olduğu Maspero'nun neşriyatından anlaşılmaktadır. (Contes populaires de l'Egypte ancienne. G. Maspero). Odysseia'da Mısır ve Fenike kültürünün izleri çoktur. Telemakhos gurbette kısmında Mısır ahvali tam bir bilgi ile anlatılmaktadır. Victor Berard diyor ki: «Bu kısmın müellifi, her kim idiyse, Firavunlar zamanındaki Mısır'ın yalnız coğrafyasını ve ahalisini değil, törelerini ve edebiyatını da doğru ve tam olarak biliyordu. Thebai şehrinin zenginlikleri üzerine söyledikleri, her noktadan doğrudur: Hiyeroglifik cetveller ve yazıtlar bu servetleri tafsilâtiyle gösterir. Firavunların payitahtı Thebai gerçekten altın şehri idi... » Odysseia'da (IV. rapsodi, mıs. 125-135). Atreus oğlu Menelaos, kendisi ile karısının Thebai'li bir zenginden almış olduğu hediyeleri anlatıyor: «...Sonra Filo bir gümüş sepet getirdi; bunu, ona (Helene'ye) Polybos'un karısı Alkandre vermişti. Mısır'ın Thebai şehri ahalisinden idi; orada evler mallarla dopdoludur. (Polybos) Menelaos'a iki gümüş hamam teknesi, iki altın üçayaklı ve on talant (batman?) altın vermişti, ayrı olarak karısı da Helene'ye gayet güzel armağanlar bağışlamıştı: Bir altın örekeye alttan tekerlekli, ağzı (üst kenarı) altından bir gümüş sepet katmıştı.» Telemakhos Gurbette kısmını telif edenin Mısır ahvalini çok iyi bildiğini gösteren parçalardan biri de şudur (IV. rapsodi, mıs. 219-232): «O zaman Zeus kızı Helene'nin aklına geldi ve hemen içinden şarap içtikleri sebuya bir ilâç attı; bu avutucu, yatıştırıcı ve bütün kaygıları unutturucu idi. Katıldığı sebudan her kim içse bütün gün artık 18/431 yanaklarından yaş akmazdı: Anası babası ölmüş, önünde kardeşi veya sevgili oğlu tunç (kılıç)'la parçalanmış ve gözleriyle görmüş olsa bile. Zeus kızına bu erdemli, nefis ilâcı Mısırlı Ton'un karısı Polydamna hediye etmişti; orada (Mısır'da) bitkisel toprak pek çok otlar yetiştirir, kimi faydalı, kimi zararlı. Orada herkes bütün öbür insanlardan daha bilge birer otacı (hekim); hepsi Paieon'un kanından.» İşte gerek homerik eposların incelenmesinden, gerek zamanımızdaki arkeolojik ve epigrafik araştırmaların verimlerinden, Greklerde görülen «epos» kültürü ile Önasya'nın ve Mısır'ın eski edebi (litteraire) kültürü arasında derin bağlar bulunduğuna kuvvetli bir ihtimal hâsıl olmaktadır. 7. İlk Ege (Mykeen-Krete: Girit) medeniyetini geliştirenlere arka arkaya karışan Akhai'lar (Acheens) ve Dorlar (Doriens) Türklerin ilkel tarihine derinden ilgisi olan etnik unsurlardır. Akhai'lar ve Dorlar isimleri, dilsel kök ve şekilleriyle, ne kadar Türkçedir. Türkün menşei ve en eski kültürü üzerine ilmin dikkatini çevirmiş ve belki en ziyade yarınki nesillere hitap etmiş olan ölümsüz başkan Atatürk, ilk olarak, Akhai'larda ve Dorlarda [Aka (y), Tor sözlerinde] Türklük damgasını keşfetmişti! Homeros'un dili ile Türk dili arasında bulmakta olduğumuz büyük münasebetler, bir gün, tarihin bu büyük bilmecesini çözmeğe hizmet edecektir, ümidindeyiz. OZANLAR, RAPSOTLAR 8. Odysseia'nın başındaki duada Zeus kızı tanrıça Musa'dan ilham isteyen şair yakarışını «...olup biten (yüksek iş) leri anlat bize de» sözleriyle bitiriyor. Bu de bölücüğünün ifade ettiği cem ve ilhak mânasından homerik eposlar devrinde Homeros'tan başka şairlerin (poietes'lerin) bulunduğu anlaşılmaktadır. 19/431 Homeros'un eserlerine akademik ömrünün kırk yıldan fazlasını vermiş olan Victor Berard, İlias (İliade: İliada) ve Odysseia (Odysee: Odise) hakkında şu hükmü veriyor: «Dillerinin sabitliği ve vezinlerinin kaideliliği konuşma dilinin içinden yeni çıkan bir edebiyat çağının başlangıç mahsulü olmaları ihtimalini uzaklaştırır; onlarda yazılı ve ilerlemiş bir edebiyatın vasıflarını görmek müsaadesini verir.» (Introd. I. 81). Paros mermeri denilen İ.Ö. 265 te dikilen anıttaki yazıta göre, Fenikeli Kadmos Grekeli'ne yazıyı Î.Ö. 1500 de getirmişti; bu bilgiye göre, Grekeli için, Homeros'tan evvel geçen altı yedi asırlık bir yazı tarihi kabul etmek lâzım gelir; ancak bu uzun tarihin yazılı eserlerini ispat edecek epigrafik ve arkeolojik vesikalar yoktur. İlerlemiş, sabit gramer ve vezin kaidelerini geliştirmiş bir dille vücuda gelmiş olan epos'ların asırlarca yayılıp yaşaması aoidos (aede: ozan) denilen saz şairleri vasıtasiyle olmuştur. Victor Berard'ın tarifine aiodos, İonia ozanı (Musa)'nın gözden mahrum bıraktığı, buna bedel güzel ses bağışladığı sanatkârdır. Homeros da, masallaşarak, böyle kör bir ozan olarak marûf olmuştur. Bu kör ozanlar, ellerinde kitara (kopuz), İonia ve Eolia içinde şehir şehir, köy köy dolaşarak, hanların, beylerin evlerinde destan okurlardı. Az yukarıda gördüğümüz gibi, homerik eposlar da bu tradisyonun varlığını tasvib etmektedir. İşte bu ozanların, ezberlemiş oldukları destanlar üzerinde muhtelif sebeplerle değişiklikler yaptıkları, kendilerinin de bazı parçalar kattıkları, hattâ yeni destanlar yarattıkları anlaşılıyor. Öbür yandan kör ozan sınıfından olmıyan poietes (münşi-şair) lerin de yetişmiş olduğuna kuvvetli ihtimal verilebilir. Homeros'un ikinci vatanı sayılan Khios'ta rapsot (rhapsodos) denilen başka bir ozan tipi yetişmiş ve Grekeli'ne yayılmıştı. Bunlar Homeros'un soyundan olduklarını iddia ederlerdi ve homerik 20/431 eposların bir nevi monopolünü kurmuşlardı. Bunların başında Kreophylos adında biri anılmaktadır. Yasakuran Lykurgos'un en eski Khios rapsotlarından homerik eposları alıp İsparta'ya götürdüğü de nakledilmiştir (Plutarkhos). 9. Homeros'tan sonra adı anılmış şairler (münşiler), az olmakla beraber, vardır. En eskisi Miletli Arktinos'tur. Homeros'un talebesi gibi gösterilmektedir. Hayatına ve eserine gösterilen tarih, dördüncü Olympiad'dır. (İ.Ö. 764). İliada'ya zeyl sayılan bir destan yazmıştır; Aitiopis adını taşıyan bu eser beş kısımdır, her kısımda bir menkabe hikâye edilmektedir. Troia'nın zaptı (İliu persis) adında iki kısımdan, başka bir destanı daha vardır. Bunlardan başka, muhtelif münşilere atfedilen Küçük İliada, (İ. Ö. 706), Kypria{4} , Dönüşler{5} , Telegoni isimleriyle anılan dört destan daha vardı: Cümlesi Homeros'un İlias (İliada) ve Odysseia'sı ile beraber, Destan deyresi (Cycle epique) adı altında toplanıyordu; hepsinin konulan Troia seferine ve Troia'dan dönüşe ait menkabelerdi. Homeros'un eposlarından başkaları kâmilen ortadan kalkmış, onlardan küçük birkaç parçadan gayrı bir şey kalmamıştır. HOMERİK METİNLERİN TESPİTİ 10. Destan deyresinden (Cycle epique) yalnız İlias (İliada) ile Odysseia (Odise) nin kalıp, diğerlerinin tamamiyle ölmüş olması, hiç şüphesiz, en çok beğenilenleri olmalarından ileri gelmiştir. Konuları aynı —Troia seferi kahramanlarının menkabeleri— olduğundan cümlesi birbirinin naziresi mahiyetinde idiler; bunların arasında en büyük şöhreti kazananlar yayılıyor, öbürleri dar sahalar içinde mahdut bir ömür sürmeğe mahkûm kalıyor, İonia eposlanndan bu iki büyük eserin, çok eskiden, büyük bir şöhret kazanmış olması yasa-kuranlar ve devlet reisleri tarafından Grekeli'nin iki rakip başkentine, İsparta 21/431 ile Atina'ya, ve asıl bu sonuncuya getirilip resmi ve kutsal nüshaları tespitle gelecek nesillere emanet edilmesine sebep olmuştur. Az yukarıda söylediğimiz gibi, Lykurgos'un da homerik eposları İlionia'dan İsparta'ya getirdiği Roma ve Bizans betiklerinde (= litterature) raslanmaktadır (Elien vb.); lâkin Pausanias homerik eposlan toplamak ve telfik etmek işini Atina tyrannos'u Peisistratos'a, verir. Atina'nın meşhur Antolojisine böyle geçmiş, Atinalılar tarafından tyrannos'a (tyran) bir heykel dikilip altına iki mısra ile bu hizmeti anılmıştı. 11. Atina tyrannos'u Peisistratos ve oğullarının homerik metinleri tespitte oynamış olduğu rol, Ondokuzuncu asırda, büyük münakaşalara yer vermiştir. Daha Onsekizinci asırda Fransız düşünücüleri (Diderot, J.-J. Rousseau, d'Aubignac) epik şiirin ilkel kavimlerde folklor genişliğinde inkişaf ettiği nazariyesini ileri sürüyorlar. Almanlar da Ondokuzuncu asırda bu nazariyeyi inkişaf ettirmişlerdi. Bu nazariyeye göre, ruhları henüz genç kavimlerde kahramanlık menkabelerini nazım ile anlatmak insiyakı doğar ve bu popüler şuurdan epos (destan) çıkar. Onsekizinci asırda böyle bir nazariyenin meydan almasına İskoçyalı J. Macpherson'un taklit edip eski İskoçya ozanı (III. asır) Ossian'a atfederek neşretmiş olduğu eposlar (1760) büyük âmil olmuştu. Bu hareket esnasında (Ocak, 1761) Fransız filozofu Diderot'nun Journal etranger' de bu nazariyeyi izah ve müdafaa ettiğini V. Berard söylüyor (L'Odyssee d'Homere, P. 20). Ondokuzuncu asırda Almanlar böyle bir nazariyeyi tazeliyerek eski greklerde epos'un bir halk insiyakı ile doğduğunu, Homeros'un hakiki ve tarihsel bir şahsiyet olmadığını ispata çalışan bir filoloji okulu vücuda getirdiler; bu okula göre, Atina tyrannos'u Peisistratos zamanında, o vakte kadar halk ozanları ve rapsotları tarafından yayılagelmiş olan destanlar toplatılmış, bir komisyon vasıtasiyle tanzim, telfik ve ikmal edilmiş oluyordu: Halk ozanları tarafından asırlardanberi binbir episod'un 22/431 nazmedilmesiyle meydana gelmiş olan destanlar alabildiğine çoğalıp karışıyor, her ozanın fantezisi ile değişip bozuluyordu; eposların ulusal kültürde tutmuş olduğu mühim ve genel mevkii kuvvetlendirmek isteyen Peisistratos (veya oğullan), ücretle, bütün eposları, bütün varyantları ile, toplatmış, 72 üyelik bir şairler ve edipler komisyonu teşkil ederek toplanan metinleri onlara tevdi etmiş; bu komisyon muhtelif episodlar arasında en güzellerini seçmiş, birbirlerine bağlamak için lü- zum gördüğü gibi ilâveler de yapmış, İlias (İlyada) ile Odysseia (Odise) namları altında o zamandan beri intikal edegelmekte olan eposlan tespit etmiştir. İşte bu resmî ve millî metinler muhafaza olunmuştur. Buna karşı birçok itirazlar yükselmiştir. En ziyade, telfik komisyonunun oynamış olduğu rol, münakaşa olunmuştur. Alman filoloğu Fr. Aug. wolf bu komisyon azalarına Kataskevastes denildiğini ve bunların eposları telfik ve ikmal ettiklerini iddia ediyordu. Wolf okuluna karşı yükselen itirazların en kuvvetlisi Kataskevastes kelimesinin yanlış anlaşılmış olduğu üzerine olan itirazdır. F. A. Wolf, bu tâbiri Villoison'un o sırada bulup tanıtmış olduğu meşhur Venetüs A. nüshasının haşiyelerinde (Scholies) ilk defa olarak görmüş, bu tâbir üzerine İliada ile Odysseia' nın tarihini uydurmuştu. Halbuki, yalnız Venetüs A. haşiyelerinde değil, daha birçok haşiyelerde bu kataskeve ve kataskevastes tâbirleri görülmüştü ve hemen hatâ gösterilerek bu kelimelerin mânası «metin içine yabancı mısralar katmak ve katan» demek olduğu anlatılmağa çalışılmıştı. 12. Öbür yandan ise, Peisistratos'un metinleri tespitte nasıl bir rol oynadığı ayrıca uzun uzun münakaşa edildi. Peisistratos zamanında Atinalılar hâlâ homerik devrin mitolojisine tamamiyle inanıyorlardı; öyle ki, bu tyrannos, Atina'ya davet olunduğu zaman, kendisini halka bizzat tanrıça Athena'nın himayesi ve kılavuzluğu altında göstermeğe ve inandırmağa muvaffak olmuştu: 23/431 «Boyu dört arşından üç parmak eksik, Fye isminde güzel bir kadını bir savaş arabasına bindirmişler, şehre göndermişlerdi; bunun önünde çavuşlar gidip halka şöyle diyorlardı: Peisistratos'u dost olarak karşılayın, onu Athena, bizzat kılavuzlayıp Akropol'a götürmektedir.» Nahiyeler arasında Athena'nın Peisistratos'a kılavuzluk ettiği haberi yayılmış ve mucizeye inanılmıştı! (Herod. I. 60). Peisistratos'un homerik metinleri toplatmış ve bir komisyona tanzim ettirmiş olmasından ilk bahseden Cicero imiş; halbuki Cicero'nun mehazı aranıp bulunamıyordu: Cicero'dan evvel, ne Herodot ne Tykydides, ne de İskenderiye Kritikleri (Alexandrins), Peisistratos zamanında homerik metinlerin böyle bir «tanzim ve telfik» ameliyesi gördüklerinden bahsetmezler. Herodot tyrannos'un tarihini yazmış (İ. S. 59-64), Onomakrit'ten bahsetmiş (VII. 6), fakat homerik metinlerin toplatılıp telfik, tanzim veya ikmal edildiğini ve bu işte Onomakrit'in de çalıştığını yazmamıştır. İ. Ö. üçüncü asırda yazılmış olan ve Platon'a yanlış olarak isnat edilen Hipparkhos ismindeki eserde Peisistratos'un oğlu Hipparkhos tarafından homerik eposların Atina şehrine getirilmiş olduğu yazılmıştır; fakat burada da metinlerin «tanzim ve telfik» edildiğinden bahis yoktur. 13. Roma ve Bizans filolojisinde, bilâkis, Cicero'dan başlıyarak, Peisistratosun homerik metinleri üzerinde bir «cem ve telfik» işini yaptırmış olduğuna inanılırdı. M. Croiset (Histoire de la litterature grecque p.412) bu meseleye ait bütün etüd ve münakaşaları şöylece hülâsa ediyor. «...Peisistratos'un maksadı Atina'ya homerik metinlerin doğru bir nüshasını vermek idi: bu metin, rapsotlar için mecburi olacaktı; 24/431 esasen bu metnin tanzimi o derece büyük bir selâhiyetle vücuda getirilecekti ki, kimsenin diyeceği olmıyacaktı. «Bu metinlerin tanzimini Peisistratos bir komisyona havale etmiş; bu komisyonda en büyük şahsiyet Atina'lı Onomakrites idi... » HOMERİK METİNLERİN UĞRADIĞI DEĞİŞMELER İSKENDERİYE KRİTİKLERİ 14. Atina'nın metinlere sabit ve ulusal bir şekil vermek için gösterdiği büyük itina asırlar arasında oldukça sabit şekilde saklanabilmelerine hizmet etmiştir; fakat aynı şekilde kalmaları mümkün olmamıştır. Atina'da ulusal bir nüshanın tespit edilmiş olmasının başka büyük bir faydası olmuştur: Sonraki asırlarda, İskenderiye Kritiklerinin katma ve doldurma kısımları ayırt edebilmelerine kendi tabirlerini kullanalım, diorthosis (düzeltme) lerine ancak bu sayede imkân bulunmuştur. İskenderiye kütüphanelerinde toplanan homerik metinler arasında Atina'nın resmî nüshasına tesadüf edilmemişti; o nüsha çoktan kaybolmuş, yerine türlü türlü nüshalar meydana gelmişti; fakat hepsinin, orijinal nüshaya uygun gelmesi ve ondan ayrılmış olması lâzım gelen kısımları mukayese ile takdir ve tayine yol bulunuyordu. Şimdi bir an durup Atina'da tespit edilmiş olan homerik metinlerin ne gibi değişmelere hangi sebeplerle uğramış olduğunu araştıralım. 15. Homerik eposlar Atina'dan İskenderiye'ye İ. Ö. IV'üncü asır sonlarında intikal etti. Mısır'da, Büyük İskender'in generallerinden Ptolemaios namına nispet edilen bir Grek devleti kurulmuştu. Bizde, bu devletin, Araplaştırılmış olarak, Batlamyos'lar diye meşhur olan hükümdarları zamanında İskenderiye zengin bir kültür merkezi olmuştu. Kütüphanesi büyük bir şöhret kazanmıştı. Bu kütüphanenin 25/431 en çok himmet sarfettiği kültür konularından biri homerik eposların nüshalarını toplayıp tenkitli ve bilimsel edisyonlarını yapmaktı. Bu işle meşgul olmuş üç büyük filolog kütüphanenin de müdürleriydi; bunlara Kritik ler ismi verilmiştir ki muhakeme edenler (hâkimler, kadılar) demektir. Edebiyat münekkitlerine zamanımızda verilen kritik ismi işte bunlardan kalmıştır. Homerik metinler üzerine kontrolleri bir buçuk asır süren bu İskenderiye Kritikleri Zenodotos (vefatı İ.Ö. 260), Bizanslı Aristophanes (İ.Ö. 250 senelerinde yaşıyordu) ve Aristarkhos (İ.Ö. 215 te doğmuş) isimleriyle tarihe geçmişlerdir. Bunlar zamanlarının allameleri ve edipleri sayılırdı, şiirle de ülfetleri vardı. İskenderiye Kritiklerinin muhakeme ve mukayesesinden geçen nüshalar arasında bazı şehirlere nispet edilenler dikkate lâyıktır: Muhtelif hanedanlar rapsotlara atalarının isimlerini zikreden mısralar ilâve ettirmiş görünüyor. En büyük farkları gösteren nüshalar ise Kritiklerin «vülger» namını verdikleridir ki, ticarî sebeplerden dolayı birbirlerinden mısra sayısınca büyük fazlalıklar gösterirler: En çok mısraı havi olan nüsha en mükemmel sayılıp değeri arttığı için yayıncılar boyuna katma mısralar ilâve etmişlerdi. Kritikler, topladıkları bütün nüshaları büyük bir ihtimam ile muhakeme ve mukayeseden geçirerek iki türlü tenkide lâyık mısralar ayırmışlardır: 1) fazlalar «superflus» ki, gerçekten homerik olmakla beraber lüzumsuz olarak ve yerinde olmıyarak epos'un başka bir yerinden alınıp tekrarlanmışlardır; 2) piçler «bâtards» ki, rapsotların veya yayıncıların katmalarıdır. Birçok parçaların, episotların uydurulup karıştırılmış olduğu daha o zaman anlaşılmıştır. İskenderiye kritikleri gerek fazla, gerek piç mısra veya parçaları metinden çıkarıp atmazlardı, fakat onları birer kınama işareti ile 26/431 damgalarlardı: Obel'e (şişe) geçirirlerdi; fazlaların obeli (şişi) yıldızlı (asterisque) olurdu. 27/431 Yalnız yıldız (asterisque) ise mükerrer olan mısralardan yerinde olanları göstermek için kullanılırdı. Kritikler fazla ve katmaları böylece şişledikten başka şerhlerinde (Memoires et Commentaires) bunları bertaraf etmeği tavsiye ederlerdi: Bu cezaya athetese denilirdi. Şişleme işinde Zenodotos çok sert, Aristarkhos ise hükümlerinde mutedil davranırdı; daha sonra, homerosçular, batard yerine interpole tabirini kullanmağa başlamışlardı: Bunu dolma veya katma kelimesi ile naklediyoruz. 16. Zamanla eski Grek âleminde, bütün âdetler, zevkler, töreler değişmişti; bu değişiklikler de homerik eposlar yeni yeni katmalar getirmişti. Klâsik çağın Helenleri oyunlardan özlükle boksa büyük bir rağbet göstermişlerdi. Bu iptilânın homerik çağda o derece yaygın olmadığına hükmediliyor, ve bu hükme göre, (XVIII) rapsodide, iki serseri arasında tasvir olunan boks yarışı baştan başa bir katma sayılmaktadır. Bu parçada, homerik eserin sağlam kısımlarına nispetle, hayretle karşılanacak birçok kelimeler, uygunsuz gramer ve nazım şekilleri bulunduğu gibi homerik çağın ahlâk ve âdetlerine, eğlence ve zevklerine uymıyan cihetler de pek çoktur. Divanhanenin ortasındaki ocakta kebaplar kızartmak, keçi işkembelerinden kan ve içyağı ile doldurulmuş sucuklar yapmak... Homeros'un destanlarını yarattığı Akhai hanlarına yakışır şeyler değildi. Bütün bu aykırılıklardan da dolma kısımlar seçilip ayrılabilmektedir. Homerik eposlar klâsik Helenler için sanatla nazmedilmiş destanlardan ibaret değildi. Yukarda da yazdığımız gibi, Helen çocuklarının okumağı üzerlerinde öğrendikleri bu eserler, gençlik için ve bütün Helen dünyası için, ilim, fen, hikmet, ahlâk ve fazilet kitapları idi. Homeros zamanında kardeşler arasında evlenmelerin, özlükle han sülâleleri içinde, ahlâka dokunur hiç bir şeyler yoktu; fakat klâsik Atina çağında artık bu gibi hâdiseler fisk ve fücur sayılıyordu; kanun bu birleşmeleri menetmişti. Bunun için eposlarda eski kardeş izdivaçlarını hikâye eden yerler zamanla değiştirilmiş, yeni ahlâka uygun şekillere sokulmuştu. Buna bir misal olarak, yedinci rapsodide, Alkinoos hanla karısı Arete hatunun kardeş olduğunu tevil için katılan yirmi mısralık dolma gösterilir (VII, 56-75). Gitgide genişliyen bir kültür âlemi içinde dinlenen ve okunan, daima ve her yerde beğenilen edebi bir sanat eserinin metni ne derece donup kalmış da olsa, öyle donmuş bir halde saklanılmasına ne derece gayret gösterilmiş de olsa, mütemadiyen değişegelen dinleyici heyetlerinin zevki tesirinden büsbütün masun kalamazdı; çünkü yaşamak için bu eserlerin beğenilmesi lâzımdı: Beğenen kütlelerin kültürü gibi zevki de değişince metin de elbet değişmeğe mahkûm olur. 17. İskenderiye Kritiklerinin eline geçinceye kadar homerik eposlar, anlatmış olduğumuz gibi, ozanlar ve rapsotlar tarafından temsil ediledurmuştur. Bu artistlerin beğenilmek için ne gibi değiştirmelere cüret gösterdiklerini düşünmeğe mahal vardır. Victor Berard bu mühim psikolojik meselenin tahkiki için biricik mehaz olarak lon adını taşıyan sokratik muhavere kitabını bulabilmiştir. Şu satırları V. Berard'dan naklediyorum: «lon memleket içinde turneler yapan bir aktördür, Epidaure müsabakasmdan mükâfatı kazanmış, Panathenai (Panathenees) müsabakasında da kazanmak niyetindedir. Bilindiği gibi; tyrannos Peisistratos'tan beri (İ.Ö. VI. asrın ikinci yarısı), Atina kanunu bu büyük bayramda homerik eposların baştan başa rapsotlar tarafından ezber okunmasını emrediyordu. Lâkin bu yirmi yedi, yirmi sekiz bin mısralık ezber kıraatin nasıl ve nerede organize edildiği eskilerden hiç bir müellif tarafından anlatılmış değildir. «Son derece kendini beğenmiş olan İon: — Gel de beni dinle, Sokrates! Homeros'u nasıl başardığımı görürsün, diyor, ve yüksek marifetlerini itirafta asla teredüt etmiyor. Epos'u kimsenin 29/431 kendisinden daha iyi anlamadığına kanidir: «Acıklı kısımlarda gözlerim yaşla dolar; korkunç yerlerde ise başımda saçlarım diken diken olur, yüreğime çarpıntı gelir.» «Sokrates İon'dan soruyor: Epos'u inşat ederken, Odysseus'un eşikten içeri atlayıp yavukluların önüne çıkageldiğini ve ayaklarına okları saçtığını anlatırken veya Akhilleus'un Hektor üzerine atıldığını, yahut Andromakhos'un, Hekybös'un, Priamos'un ümitsizliğini söylerken, söyle bana, kendine tamamiyle hâkim misin?... yoksa kendini kaybedip ruhunun heyecanı içinde, naklettiğin hâdiselere kendini karıştırıp İthaka, Troia veya başka bir epik şehir ahalisinden mi sanırsın?... «— İyi bildiğim şu ki, bulunduğum sahneden beni dinliyenlere bakarım: Göz yaşları, hayran bakışları, hattâ korkudan ürperdikleri görünmeli, benim söylediklerimi karşılamalıdır. Onların üstünden bir an bile gözlerimi ayırmağa gelmez: Onları ağlatırsam sonunda paralarını alıp gülecek ben olurum; kendime güldürürsem bir mangırlarını alamayıp ağlamak benim nasibim olur.» Burada V. Berard, dolgun bir parça ele geçirmek kaygısını itiraf eden aktörün sadâkat namusundan şüpheye düşüyor ve «rapsodun kalbi, hususiyle bir grek kalbi olunca, metne sadakat veya parsadan feragat arasında uzun boylu tereddüt etmezse mazurdur» diyor. Ondan sonra, Berlioz'un bir yazısından mülhem olarak, homerizanların dikkatini nadirlerin, daima şaheserleri ıslâh dâvasiyle bozmağa cüretleri üzerine çeviriyor. 18. Vatanseverlik (patriotisme) gayretiyle vücuda gelmiş dolma parçalar da mühim bir yer tutar. Vatanseverlik sahtekârlıkları zaman uygunsuzluğu (anachronisme) delâletiyle meydana konulabilmektedir. Bunların bazılarını daha İskenderiye Kritikleri farketmişlerdir. Ellerinde bulunan nüshalardan birine Giritli nüsha (la Cretoise) diyorlardı; 30/431 Girit şehirlerinden birinin veya Girit federasyonunun kendi okulları ve müsabakaları için tespit ettirdiği sanılan bu nüshada Girit şerefine yapılmış katmalar vardır. XIX rapsodide Girit şöyle tasvir ediliyor: «Şarap rengi engin deniz ortasında bir kara vardır, güzel olduğu kadar zengin; burası Girit diyarıdır: Sayısız ahalisi ile, doksan şehri ile [burada diller karışmıştır: Akhailar, Kydonlar, cesur Eteokretler, üç boya ayrılan Dorlar ve tanrısal Pelasylar yan yana yaşarlar]; bu şehirler arasında Knossos, Minös hanın başkenti vardır; her dokuz yılda bir ulu Zeus, bu hükümdarı danışman olarak yanına çağırırdı.» Platon bu parçayı almış iken köşeli kavisler arasına alınan üç mısraı (175-177) zikretmiyor. Girit üzerinde, hemorik çağda, burada sayılan kavimlerin toplanıp karışmış olmasına imkân verilmiyor. Bu etnografik tablo klâsik Grek çağını aksettirir; yoksa Minos'un ve İdomene'nin Girit'i Dorların istilâsından evveldi... Bu dolma'yı ispat edecek bir de gramer delâleti vardır: Bu üç mısradan sonra gelen mısraın başında bunlar arasmda demek olan (tesi d'eni) sözleri gelir ki, buradaki zamirin üç mısra evvel sayılan kavimlere (şehirlere) raci olmasına gramer kaidesi müsait değildir. (Vic. Ber. L'Odyssee d'Homere, s. 150-151). 19. İskenderiye kritikleri Kıbrıslı (la Chypriote) dedikleri başka bir nüshada Kıbrıs şerefine de ilâve edilmiş bir parça bulmuşlardır (XVII Raps.). Fakat vatanseverlik dolmalarının en meşhuru Odysseus'un yayına menşe gösterilen Messenia'ya ait olan parçadır: 13-41 inci mısralar (XXI Raps.): «Lakedaimon'da yolculuk ederken, bir gün, Odysseus bu armağanı Evrytos oğullarından tanrılara benzer İphi'os'tan almıştı. «İkisi, Messenia'da, uslu akıllı Orsilakhos'un yanında birbirine rastgelmişlerdi: Odysseus bu budunun kendi kavmine olan bir 31/431 borcunu istemeğe gelmişti: Messenialılar İthaka'dan, çobanlariyle birlikte, üç yüz koyun gasbedip kürekli gemileriyle götürmüşlerdi. Odysseus, çok genç olmakla beraber, elçi olarak bu uzak seferi yapmıştı; onu babası ve öbür ulular seçip yollamışlardı. İphitos ise kaybolan kısraklarını arıyordu: On iki kısraktı, altlarında çalışacak çağa gelmiş katır tayları da vardı. Bunlar helakine sebep olmuştu, yazık! Büyük işler başarıcısı, Zeus oğlu Herakles'in yanına gittiği gün! Öz evinde, tanrılardan korkmadan, konukluk sofrası hakkına saygı göstermeden, bu konuğu ağırlarken, akılsız Herakles tepeleyip sert duynaklı kısrakları almıştı. «İphitos Messenia'da Odysseus'a rastgeldiği zaman bu kısrakları istemeğe gelmişti: Büyük Evrytos'un vaktiyle kullanmış ve ölünce yüksek tavanlı evinde oğluna bırakmış olduğu yayı Odysseus'a hediye etmiş, ve ondan, karşılık olarak, ucu hançerli sağlam bir mızrak almıştı. O gün ikisi birbiriyle en dost iki konuk hukuku ile bağlanmışlardı. Aralarında sofra töreni olmamıştı, çünkü buna vakit bulmadan evvel Zeus oğlu (Herakles), Evrytos'un tanrılara benziyen oğlunu, İphitos'u, öldürmüştü. Bunun için Odysseus hiç bir zaman, kara tekneler üzerinde sefere çıkarken İphitos'un hediyesi olan yayı yanına almazdı: Hep konağında saklar, yalnız kendi adasında taşırdı.» Victor Berard diyor ki, bu yirmi dokuz mısrada anakronisma (zaman uygunsuzluğu) teşkil etmiyen tek kelime yoktur: 1) Messenia Lakedaimon şehri olarak gösterilmiş; o halde, bu parça Messenia İspartalılara geçtikten, yani Homeros'tan en aşağı 150 yıl sonra yazılmıştır. 2) Messene hanı Orsilakhos'un oğlu, Telemakhos ile Nestor oğlu Peisistratos'u konuklamıştı (III ve XV Raps.); lâkin bu mevsuk parçada bahsedilen şehir Alpha suyu kenarındaki Pheres'tir, Messenia'daki Pheres değildir. 32/431 3) Messenialılar Dorlardandır; homerik eposlarda bu kabileler hiç anılmaz; bunların yanına Odysseus elçi gönderiliyor ki, bu da, Atina'nın demokrat çağına yakışır. Bu episodun menşeini anlamak için ise, İliada'da Nestor'un Elide'deki baba borcunu anlatışını okumak kâfidir. 4) Odysseus'un Messenia'da rastgeldiği İphitos, Herakles'in elinde ölüyor; böylece Odysseus ile Herakles aynı çağda yaşamış insanlar oluyor! Halbuki Herakles Pylos'u kuşatmağa ve bozmağa gittiği zaman ihtiyar Nestor meme emen bir çocuktu! Bundan başka, bu katma, bütün mısraları Homerik eposun şurasından burasından alınarak düzülmüş bir kenton, bir (pastiş)'tir.» EPOSLARIN BÖLÜMLERE AYRILMASI 20. Asırlardan beri okunagelmekte olan İliada (İlias) ile Odise (Odysseia) yirmi dörder bölüme ayrılmıştır; bu bölümler, alfa'dan omega'ya kadar, grek alfabesinin harfleriyle sayılmakta, harflerin majüskül şekilleri İlyada'nın, minüskülleri ise Odise'nin bölümlerine verilmektedir. Alfabe harflerine dayanan bu bölümleme İ.Ö. 400 senelerinden daha eski olamaz, çünkü grek alfabesinin harfleri, en eski çağda 20 iken daha sonra 22'ye çıkarılmış ve ancak Atina arhont'u Euklides zamanında (İ.Ö. 403) resmileşen İonia alfabesinin harfleri tamamlanarak 24'e baliğ olmuştur. Buna göre, Eposların metni, yasakuran Solon veya Tyrannos Peisistratos zamanında (İ.Ö. VI. asır) tespit edilirken harflere dayanan taksimi görmemişti; Sokrates (İ. Ö. V. asır) ve Perikles (İ.Ö. 499-429) devirlerinde de bu taksim yoktu. Bu bölümlemeyi İskenderiye Kritiklerine, Aristarkhos okuluna atfederler; ve bu okulun Eposlar üzerinde yaptığı en devamlı tadil ve tesir de bu olmuştur. Roma'ya ve onun vasıtasiyle Avrupa'ya eposlar bu bölümleme ile geçmiştir; yalnız Helenler bölümlere harf isimleri verdikleri veya birinci, ikinci, üçüncü... rapsodi dedikleri halde lâtinler kitap 33/431 (libri) adını vermişler; Fransızlar ve başka Avrupa milletleri ise bunlara chant (yır) demişlerdir. Eposların alfabe harflerine taksimi her cihetten karanlıkta kalmıştır. Mısra sayısı bakımından bir yeknesaklık göstermekten uzak oldukları gibi başlam ve bitimlerinde de konu ile organik bir münasebet pek görülmemektedir. Meselâ Odysseia'nın altıncı (z, zeta) rapsodisinde ancak 331 mısra var iken, dördüncü (d, delta) rapsodisinde 847 mısra vardır, yani bu rapsodi berikinin üç katına yakın büyüklüktedir. Öte yandan ise, sekizinci (the, theta) rapsodisi Alkinoos'un bir sualiyle kesiliyor, ve dokuzuncu (ı, iota) rapsodisi Odysseus'un bu suale verdiği cevapla başlıyor. On ikinci ile on üçüncü rapsodilerde de böyle, rastgele, bir kesiliş ve başlayış görülmektedir. Böyle olmakla beraber, gerek 24 kısma bölümleme sisteminde ve gerek bir bölümü sualle kesip öbürünü cevapla başlamada Lâtinler bir sanat eseri görmüşlerdir: Vergilius, Eneid'inde tam homerik eposların inşa usullerini ve bölümleme özlüklerini taklit etmiştir; ancak kendi eserini, 24 yerine, 12 libri'ye (kitaba) ayırmıştır. 21. Homerik eposların harf isimleriyle bölümlere taksiminde en birinci sebep olarak, Victor Berard, bir naşirlik kolaylığı görmektedir: iskenderiye kitap sarayı homerik eposların en büyük naşiri idi; bu kurumun müdürlüğünü de yapan kritikler metinleri tomar tomar ayırmada ve bunlara bir sıra numarası makamında bir harf ismi vermede büyük bir tanzim sühuleti buluyorlardı. Haşiyelerinde de hükümlerini not etmeğe bu bölümleme pek müsaitti; şimdi, hâlâ, delta 260 gibi bir nottan derhal ve yanılmaksızın, Odysseia'nın dördüncü rapsodisinin 260 ıncı mısraından bahsedildiğini anlarız. işte, iki epostan her birinin 24 tomara ayrılıp bunlara alfabe harflerinin sıra numarası olarak verilmesinden pratik bu gibi faydalar ele geçmekteydi. 34/431 22. Bununla beraber, eposlarda menkabe'lere (episot' lara) dayanan eski bir bölümleme de vardı. iskenderiye okulundan çok evvel, Atina'da, homerik eserlerin birçok başlıklar altında episotlara ayrıldığı biliniyordu. Herodot'ta (II. 116), Platon'da (Republ. X 614), Kratylos (428), Hippias Minör (364, 539), Aristo'da (Poet. 16 ve 24) bu menkabelerden bahsedilmektedir. Haşiyelerden, Elien ve Eustatos'tan Victor Berard bu menkabeleri rapsodi başlıklarında gösteren listeyi tamamlayıp neşrediyor. 23. Menkabe başlıklarının alfabe harfleri taksiminden önce olduğu tahkik edilmiştir; Victor Berard bu ciheti pek güzel meydana koyuyor: Herodot'ta Diomed'in erdemlik işleri menkabesinden olmak üzere alınmış görülen mısralar (iliada V. rapsodi) bugünkü metinlerde Hektor ile Andromakhos muhaveresi (İliada VI. rapsodi) başlığı altında bulunmaktadır. Başka bir yandan ise alfabe harfleri taksiminde menkabe başlığındaki ilk kelimenin esas tutulduğu görülmektedir. Meselâ Aiolos katında başlığı altındaki rapsodi (Odysseia X: k) Aiolien d'es neson aphikometha entha d'enaien. «Aioliye adasına ulaştık; orada otururdu... » mısraı ile başlar; bu da gösteriyor ki, eskiden beri mevcut olan Ailos katında başlığı için, kısımlara ayıranlar, metni parçalamada bu başlığın ilk kelimesinden başka esas aramamışlardır. Hakikatte ise bu menkabenin başı altı mısra evvel gelir: Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez... Odysseia'da bir günün maceraları anlatılırken hep bu mısra tekrarlanır veya buna benzer bir iki formül kullanılır. İskenderiye filologları alfabe harfleri taksiminde bu münasebetleri gözetmemişlerdi; bu yüzden metnin parçalanmasında büyük münasebetsizlikler göze 35/431 çarpar. Meselâ Odysseus'un Fayakeli'nden ayrılışı rapsodisi (Odysseia XVIII: «n»)... «Böyle dedi... » sözleriyle başlar. Victor Berard, haklı olarak, soruyor: «Nakleden, on ikinci rapsodinin sonunda, hikâyesini kesip (Böyle dedi... ) diye yeni bir hikâyeye başlamış olsa, konuya nasıl intikal edebilir?. Bütün bu sakat tertipler meydana koyuyor ki, eposlarda en eski olarak bir episot (menkabe) bölümlenmesi vardı, fakat her episot ayrı ayrı yazılıp tespit edilmiş değildi; bu yüzden, İskenderiye kritikleri harf bölümlenmesini yaparken episotların başlam ve bitimlerini ayırdedlp belirtmeğe dikkat etmemişlerdi. 24. Episotların, konu bakımından, birbirine yakın ve bağlı olanlarla birbirlerinden uzak ve aykırı düşenleri ayrıca dikkati çekmiştir. Bir yandan da episotların uzunluğuna, onları hikâye etmek için kullanılmış olan mısraların sayısına bakılmış, ve konu bakımından birbirlerine bağlı görünenler arasında uzunluk tenasübü de bulunmuştur. Bu tetkikler neticesinde daha ondokuzuncu asır münekkitleri Odysseia'yı üç eserden, üç dramdan terkip edilmiş sayıyorlardı. Victor Berard da bu görüşe iştirak ediyor. Odysseia'yı terkip eden üç esere: 1) Telemakhos gurbette, 2) Odysseus'un Alkinoos katında anlattıkları, 3) Odysseus'un intikamı isimleri verilmektedir. Birinci isim eskiden beri malûm olan Telemakhos apodemia başlığından çıkmıştır; bunu fransızcaya Le Depart de Telemaque diye tercüme etmişler iken beğenilmiyerek Le voyage de Telemaque şekli daha münasip görülmüştür. Lâkin gr. apodemia kelimesinden anlaşılan mâna ne fr. depart «gidiş» ne de voyage «yolculuk, seyahat» tir. Bizde vatan mefhumu ile karşılanan bir gurbet kelimesi, vardır ki, apodemia'yı tastamam karşılar. Eskiden, türkçede, vatanından cüdâ düşenleri anlatmak için elkin kelimesi vardı: Esef olunur ki, bu güzel türkçe kelime arapça garip kelimesine yerini 36/431 bırakarak çekilmiştir; yoksa (Telemakhos'un elkinliği) tastamam telemahu apodemia'nın tercümesi olurdu... Ondokuzuncu asır münekkitlerinin kullanmış olduğu Telemachie kelimesi ise, bizim eski edebiyatımızdaki name'li şekilde bir terkip ile tercüme edilebilir: İskendername, Kabusname, Hamzaname gibi Telemakhosname denilebilir; Odysseia da Odysseusname ile tercüme edilebilir. 25. «Telemakhos gurbette» piyesi, yalnız dönüş episodunu havi olsaydı, gene dünya edebiyatının anıtlarından biri olurdu: Şark ve özlükle Mısır betiklerinin grek kültürü üzerinde, doğrudan doğruya, homerik çağlardan başlıyarak derin bir nüfuz yürütmüş olduğunun söz götürmez ispatını burada buluyoruz.» (L'Odyssee d'Homere, s. 249-261). Telemakhos gurbette veya Telemakhosname dramında, isterseniz piyesinde, ilk «münşi» nin bulundurduğu sahnelerin şu episot'lardan teşekkül ettiğine hükmedilmektedir: 1) İthaka'lıların derneği (İkinci rapsodi), 2) Pylos'ta (Üçüncü rapsodi), 3) Lakedaimon'da (Dördüncü rapsodi), 4) Telemakhos'un dönüşü (XV 1-67, IV 312-619, XV 75300). Bu kısımların mısraları birer birer tetkik ve tenkit edildikten sonra her birinin 400 kadar sağlam, mevsuk mısradan yaratılmış olduğu anlaşılmıştır ve bu kıraatlar bir ozanın yorulmadan en çok okuyabileceği uzunlukta sayılmıştır. Victor Berard bu parçanın, herhalde, büyük «münşi» den, Homeros'tan başka biri tarafından vücuda getirilmiş olduğuna hükmediyor. Bu parçanın da anlatışında, muhaverelerinde, tasvirlerinde hoş, akıcı bir kolaylık ve aydınlık vardır; fakat Alkinoos katında Odysseus'un anlattıkları kuvvetinde, ve usta vecizliğinde bir eser 37/431 değildir; hattâ bazı yerlerde gevezelik denilecek derecede bir lâf bolluğu da gösterir. Bu parçanın en mühim kısmı Telemakhos'un dönüşü rapsodisidir. 26. İkinci piyes Alkinoos katında Odysseus'un anlattıkları başlığı altına girebilen rapsodilerden teşkil edilmektedir; Odysseia'nın her bakımdan en mühim kısmı budur. Bu kısma giren episotların tenkitten geçmiş sağlam mısraları 250 ile 280 arasındadır ki, bir ozanın ferah ferah bir nöbette okuyabileceği uzunlukta sayılmaktadır. Bu episotlar şunlardır: 1) Kalypso'nun Mağarası, 2) Odysseus'un Sah, 3) Odysseus'un Faiakeli'ne Ulaşması, 4) Odysseus'un Alkinoos Katına Girmesi, 5) Kikonlar ve Lotophagoslar, 6) Kyklop, 7) Aiolos ve Laistrygonlar, 8) Kirke, 9) Ölüleri Davet, 10) Sirenler, Kharybdis ve Skylla, 11) Güneşin Sığırları. Atina'nın Panathenai bayramlarında okunan metinlerde iki episot daha vardı ki, sonradan katılmış doldurmalardan sayılmaktadır; bu iki rapsodi de bize kadar intikal eden eserin metnine geçmiştir: Phaiaklarda bayram, Tamuya (Cehenneme) iniş. Odysseia'nın en nefis, en kusursuz kısmı budur. Homeros'un öz eseri de bu olsa gerek. Victor Berard bu kısım için: «Odysseus'un anlattıkları kısmını teşkil eden bu onbir episot, ister ayrı ayrı alınsın, ister hepsi arka arkaya konulsun, Grek dehasının, ihtimal, en kusursuz eserleridir. Nokta nokta, tel tel, muayene edebilirsiniz: Bu edebî dokumanın ne argacında ne atkısında en küçük bir sakatlığı, bir zayıf yeri bulamazsınız; her tarafından malzemenin aynı yüksek cinsi, sanatın aynı ustalıkla kullanılmış en incesi ve en kuvvetlisi.» dedikten ve ona, fransızcada, ancak Rasin'in en 38/431 mükemmel tragedilerini yaklaştırmak mümkün olacağını söyledikten sonra şu hükümleri ilâve ediyor: «Plân ve inşa, bütün ve cüzüler, esas ve şekil, lisan ve nazım, kelimeler ve cümleler, muhavereler ve tasvirler, hasılı her şey, bu kuvvet ve sihir, sadelik ve asillik, heyecan ve belâgat, tedehhüş ve tebessüm eserinde her şey, kemale hizmet etmekte; her asrın insanı bunda kendini arar ve bulur.» 27. Üçüncü dram Odysseus'un intikamı'dır ki, vasati 370-380 mısralık on episot'tan oluşmuştur; bunların dokuzu mevsuk, Yumruk döğüşü (391 mıs.) dolma sayılmaktadır. Uzunluk bakımından bu episotlar Telemakhosname' nin sahneleriyle bir yakınlık gösterir; ve sanat bakımından da ancak o ayardadır. Alkinoos katındaki hikâyeler ile intikam sahneleri arasında aralıksız bir bağlanış vardır, fakat kritikler intikamı ayrı, herhalde çok eski bir münşinin eseri saymaktadır. İhtimal bu eseri telif eden münşi Homeros'un en yakın tilmizlerindendi. Her üç Epos'un eski şöhreti o derece birdi ki, Atina nüshasında birbirinden ayırt edilmemekte, birbirine sıkı sıkıya bağlanmaktaydı. Küçük bir analizini verdiğimiz üç dram, eserin 24 rapsodisini dolduramamaktadır. Birinci rapsodi bir prolog, bir açılış: Peşrev (ouverture) niteliğinde olduğu gibi sondan bir buçuk rapsodi de bitiş (final) gibi düzenlenerek eklenmiştir. Katma ve dolmaların en kabaları ve en biçimsizleri de bu iki parçadadır. Açılışın başındaki dua (Müz'e yakarış) ile Tanrılar derneği (87 mısra) halis homerik kuvvettedir. Bunun Alkinoos katındaki hikâyelere bir açılış olarak yazılmış olduğuna hükmediliyor. Duayı teşkil eden on mısra başlanan eserin bütün programını içine almaktadır: 39/431 «Söyle bana, Musa, o çok görgülü eri ki, Troya'nın kutsal kalesini alıp talan ettikten sonra, bunca zamanlar dolaşmış durmuş, bunca insanların illerini görüp törelerinin ruhunu anlamış; engin deniz üzerinde, kendi canı ve yarenlerinin sılası için, candan gönülden çabalayıp, bunca mihnetler çekmiş; ama bu kadar emeği boşa gitmiş, tayfalarını kurtaramamışti; onlar kendi taşkınlıkları yüzünden helâk oldular: Akılsızlar Hyperionoğlu Güneş tanrının sığırlarını yiyip bitirdiler, bunun üzerine o da onları sıla gününden mahrum etti. Zeus kızı tanrıça, bu olup bitenlerden anlat bize de.» Bu duada anılan işler Odysseus'un, Troia kalesinin tahrip ve talanından sonra, engin deniz üzerinde dolaşırken başına gelen maceraları tahdit etmektedir; son episot ta Güneş tanrının sığırlârına akılsız ve serkeş tayfanın ettiği tecavüz ve bu yüzden helâk olup sılaya kavuşamamalarıdır. Duayı takip eden Tanrılar derneği de homerik bir ustalıkla başlıyor. 87'nci mısraa kadar devam eden bu kısım menşede, Kalypso'nun mağarasına götürürdü. Ancak, başka bir münşinin eseri olan Telemakhosname'yi Epos deyresine sokmak için, birinci rapsodinin 87'nci mısradan sonra gelen kısımları uydurulmuştur. Katma ve dolma olduğu en sathi bir kritikle anlaşılmaktadır. Telemakhosname'nin İonia'da hüküm sürmüş olan Neleus hanedanına cemile olmak üzere yaratılmış olduğuna hükmedilmektedir. Bunca Neleitlerin ulu atası Pylos hanı ihtiyar Nestor ile oğlu Peisistratos terennüm edilmekte, Nestor hanların en âdili ve en bahtiyarı tasvir olunmaktadır: «Eşinden yana mutlu, evlâtlarından yana mutlu!» Helena gibi gönlü hafif bir kadının kocası olan ve kendisine meşru bir oğul bile kısmet olmayan bedbaht Menelaos, derinden gıpta ederek, Nestor'u böyle övmektedir. Telemakhosname'nin, sanat ve sahne uzunlukları bakımından, az yukarda verdiğimiz vasıflarından 40/431 başka şu mülahazalar da itibare alınırsa bu dramın Homeros elinden çıkmadığı bir kere daha teeyyüt eder. Hele bu açılış kısmını teşkil eden birinci rapsodi Telemakhosname'nin en fena kısmıdır. «İskenderiye kritikleri için Odysseia XXIII'üncü rapsodinin 246'ncı mısraında biterdi. Haşiyeler (Scholies) Bizanslı Ariştophanes ile Aristarkhos'un bu mısrada Odysseia'yı kestiklerini bildirmektedir. Bir Viyana yazması, bu mahalde, dört yuvarlak nokta ve Odysseia'nın sonu sözlerini taşımaktadır.» (Vic. Ber. L'Odyssee d'Homere, s. 341). Yirmi üçüncü rapsodinin kalan kısmı (76 mısra) tamamiyle lü- zumsuz, fena düzenlenmiş bir hülâsayı ihtiva eder ki, Aristarkhos bile onu kınama şişi (obel) ile karalardı. Yirmi dördüncü rapsodi ise Ölüler diyarında episodunun en kötü taklidi bir pastişten ibarettir. 28. Bergama gramercileri. — Büyük İskender'in bir generali, Ptolemaios (Batlamyos), Mısır'da İskenderiye Kitap sarayını kurduğu gibi başka bir generali Attalos (Attale) de Bergama kütüphane ve üniversitesini kurmuş, bu Küçük Asya şehrini sanatlar merkezi haline getirmiştir. İskenderiye'nin parlak devrinden sonra Bergama'da en şaşaalı bir çağ başlayıp üç asır (İ. Ö. II. İ. S. I. asır) kadar sürmüştür. Bergama üniversitesi bütün küçük Asya'ya, Roma'ya ve bütün Batı memleketlerine gramerciler ve belâgatçiler yetiştirirdi. Bu okulun homerosçuları kendilerini hakikî Helenlerden sayarlar, İskenderiye'nin Helenleşmişlerinden ayırırlardı. Bunların en meşhuru Malloslu Krates'tir. Bergama gramercileri, başta Krates olmak üzere, İskenderiye kritiklerinin bütün tenkitlerine itiraz ettiler. İonia'dan, Atina'dan ve bütün Grekeli'nden gelen nüshaların hemen bütün dolma ve katmalarını sakladılar ve mevsuk kısımlardan farksız saydılar Vulgate denilen tradisiyonel metin bu Bergama okulundan Roma'ya ve buradan bütün Avrupa'ya intikal etmiştir. Strabon İskenderiye kritiklerine İhtiyarlar, Bergama gramercilerine Gençler diyor; Garpta 41/431 homerik eposların bütün fazla ve piç kısımlariyle yayılıp beğenilmesine Bergama okulu sebep olmuştur. 29. Roma asırlarca Atina'nın, İskenderiye ve Bergamanın kültürel nüfuzu altında kalmış, lâtince gitgide grekçenin seviyesine yükselmişti. Homerik metinler Roma'ya, İskenderiye'nin 24 harf taksimiyle, Bergama'dan geçmişti. Artık burada fazla veya piç mısralar, katma veya dolma parçalar yoktu; hepsi homerik tanılırdı. Ancak İskenderiye'den beri homerik eposların esaslı vasıfları ihmal olunmaya başlamıştı: kulak için yaratılmış ve asırlarca İonia'da ve büyük Grekeli'nde hep inşat edilegelmiş olan eposlar göz için yazılmış okuma kitapları olmuştu. Vergilius Bergama'dan, Krates'ten aldığı Homeros'u taklit etmişti. İona'nın hakikî Homerosunu tanımamıştı; ve bütün Batı onu anlamaktan uzak kalmıştı. O derece ki, Vergilius epopesi (Eneide) homerik eposların küçük kardeşi sayılırdı, ve bu toy şair ağabeysini unutturabiliyordu. Bizans hristiyanlığı payen eposların pek de rağbet göreceği bir muhit değildi; fakat homerik metinler yüksek edebiyat konuları arasına girerdi. Bizans'ta yetişen en meşhur homerosçu simalar: (İ. S.) Dokuzuncu ve onuncu asırda patrik Photius (Bibliotheque de Photius), Suidas (Lexique: Lügatçe), onikinci asırda J. Tzetzes (Exegese: tefsir) ve meşhur bir haşiye bırakan Selanik episkoposu Eustathes'tir; bunların etkisiyle Bizans'ta homerik eposlar gençliğin terbiye ve tahsilinde yüksek bir yer kazanabilmişti. Fakat Bizans haşiyecilerinde tenkit ruhu ve büyük bir edebi zevk yoktu; eskilerin teorilerini hülâsa ve bol bol haşiyelerini kopya etmekten başka bir şey yapamamışlardı; Bergama gramercilerini körü körüne takip ediyorlardı. İtalyan renaissance'ına (İ. S. ondördüncü asra) kadar Avrupa'da homerik eposlar rağbetten düşmüştü. Petrarca (1304-1374) ve Poggio (1380-1451) gibi büyük hümanistler İtalya'da Homeros'un 42/431 mütalâasına mühim bir yer temin ettiler; bu hareketin merkezi Floransa idi; daha sonra Venedik ikinci bir hümanizm merkezi oldu; fakat bu hareketlerde hakikî Homeros'a nüfuz edilemiyor, İskenderiye kritiklerinin kılavuzluğundan bile uzak kalınıyordu: hâlâ Vergilius ile Homeros münakaşası devam ediyor; bunlardan hangisinin daha büyük şair olduğu kestirilemiyordu! İtalya renaissance'ının en nafiz filologu Skaliger (1484-1558) olmuştur; eposların menşeini ve telif seyrini bu âlim Avrupa'da ilk olarak araştırmaya başlamıştır. 30. Avrupa'da yeni düşünüş ve filozofi metodları İngiliz Bacon (1561-1625) ve Fransız Descartes (1596-1650) ile başlar. Teknik (kritik) ruhu ile Homeros'un mütalâası da bu devirde zuhura gelir. «Yüksek homerik kritiğin kurucusu» namını alan Fransız rahip Fr. Hedelin'in İliada üzerine akademik oranlamalar veya muhakemeli tenkit (Conjectures academiques ou Dissertation sur l'İliade) namiyle yazdığı eser İliada ile Odysseia'nın, her biri ayrı olarak inşat edilmek üzere, bir arada derlenmiş birkaç kısımdan (cantiques) oluşmuş olduğunu ve Vergilius'un Eneid'i gibi tek konulu yekpare epopeler olmadığını öğretiyordu. İngiliz filologu R. Bentley (1661-1742) Remarks on the Discourse of Free-Thinking (Serbest düşünüş üzerine mülâhazalar) ismindeki eseri ile (1713'te) homerik metinlerin harf tenkidini kurup eski Atina'da bile mevcudiyeti unutulmuş olan digamma harfinin eski varlığını meydana koyuyor: bu harf lâtin alfabesinin F harfini karşılamak üzere eski grek alfabesinde mevcuttu. Bentley'in bu keşfi bir deha eseridir ve İskenderiye kritiklerine bile müyesser olmıyan bir nüfuz ile homerik metinlerin mütalâasına meydan açmıştır. Onsekizinci asırda Avrupa baştan başa tecrübe, müşahede, araştırma metodlarına atılıp çalışmaktadır. Ortaçağın medrese haşiyeciliğine (skolastiğine) harp ilân edilerek (bilim) yeniden 43/431 kurulmaktadır. Her eski bilgiye karşı şüphe esas oluyor. Artık homerik eposların da Bergama'dan Roma yoliyle yayılmış olan Vulgate (anane nüshası) zihinleri tatmin etmiyor, başka başka yazma nüshalar araştırılıp bulunuyor, metinlerin tenkidine girişiliyor, yeni Avrupa kritikleri zuhur ediyor, yeni basımlar vücuda getiriliyor. Onsekizinci asırda ilk olarak tarih prensiplerini tenkit üzerine kurup felsefesini yapan İtalyan Jean Baptiste Vico'dur (1668-1744). Homeros'un yaşayıp İliada ile Odysseia'yı yazmış olduğundan en önce şüphe eden ve şüphesini Avrupa'ya kabul ettiren de Vico'dur. Fransız düşünürü Jean-Jacques Rousseau az sonra (1750) Tabiatın esaslı iyilik ve güzelliğini prensip olarak alan meşhur optimist nazariyesini yaymaya başlamıştı. İlk keşif ve tetkik seyahatleri, fransız Bougainville ve ingiliz Cook tarafından yapılıyor ve bu seyahatlerden ilkel kavimler (özlükle Tahiti ahalisi) üzerine toplanan bilgiler Rousseau'yu, Diderot'yu tabiatçi optimizmlerinde cesaretlendiriyordu İnsanların ilkel bir şiir çağı (age poetique) geçirdiği tarihsel bir prensip haline konuyordu. İskoçyalı Macpherson da bu sırada (1760) İskoçya'nın üçüncü asır ozanı Ossian'a atfen epik şiirler neşretmiş, ilkel kavimlerin şiir çağı nazariyesine, sahte de olsa, Bougainville seyahatinin neticeleriyle kuvvetlenen bir tanıklık getirmiş bulunuyordu. Homeros'un varlığı yeni bir yazma nüshasının keşfi üzerine halli büsbütün çatallaşan bir mesele halini aldı: Bu nüshayı Fransız filologu Villoison (G. d'Ansse de Villoison) Venedik kütüphanesinde bulmuştu (1778-1779); bu nüsha Venetüs A. namiyle şöhret bulmuştur; kenarlarında İskenderiye kritiklerinin tenkit işaretleri ve bu işaretleri izah eden haşiyeler (scholies) vardır. Villoison «bu Homer bütün antik çağın Homeros Variorum'udur» diye yazmıştı. Venetus A. nüshasından çıkarılan hüküm şu olmuştur: «Vulgate denilen anane 44/431 nüshası nice nesillerin üst üste yığdığı epos alüviyonlarından, her tariften ve her menşeden gelme parçalardan oluşmuştur; bu eserde şahsî müellif yoktur.» İşte bu yanlış hüküm bütün ondokuzuncu as- ırda hükmünü sürmüştür. 31. Ondokuzuncu asırda Alman filologu Fr. Auguste Wolf'un Prolegomena ad Homerum (1795) ismindeki eseri okul yapmıştır: İliada ile Odysseia'nın muhtelif tarih ve menşeden derlenme parçalardan oluştuğu ve Homeros'un yaşamamış olduğu fikirleri Almanya'da ve bütün Avrupa'da yayılmıştır; fakat bu kritik okula mukabil Homeros'a inanan ve onu eposların biricik şairi sayan bir estetik okulu da vardı. Kritikler 1890 tarihine kadar galip mevkide kalmışlardır: Bu tarihten sonra bir çok papiros yazmaları (papyri) ele geçip tetkik ediliyor; başka bir yandan da Alman Schliemann Troia harabelerini (Çanakkale-Hisarlık mevkiinde) keşfediyor. Mycqnes ve Tyrinthe de kazılar yaparak eski Akhai hanlarının konaklarını meydana koyuyor; İngiliz Evans da Girit'te, Kandya yakınında Knossos harabelerini keşfederek Minos sarayını olduğu gibi yerin içinden çıkarıyordu. Bu yeni filolojik ve arkeolojik keşifler Homeros meselesini hemen bütün gerçekliğiyle halle hizmet etti. Victor Berard diyor ki: «1890'da J. van Leeuwenn'in Homerei Wolf Ortodoksluğu (taassubu!) okulunun ilmihali gibiydi: kritiklerin kilisesi bu dine salik olanlardan Homeros'u inkâr ve iki eposun kardeşliğini ve her birinin vahdetini reddetmesini istiyordu... 1920'de aynı J. Van Leeuwenn'in Homere'i yeni estetik okulunun mecellesi gibi olmuştu: artık ispat olunup inanılıyordu ki, Homeros yaşamış ve yazmıştır; İlias ile Odysseia adlariyle bize kadar intikal eden eposları, bugün tespit edilebilen sanat kaideleriyle inşa etmiştir; hepsi onun değildir, lâkin, o olmasaydı bu eserler bugünkü heyetleriyle mevcut olmıyacaktı. 45/431 «Şüphe ve inkâr 1890'da homerosçunun ilk vazifesiydi; iman ve sevgi, 1920'de, bizi Münşi'ye götürecek biricik yol olmuştur.» TERCÜMELER VE BİZİM TERCÜME Homerik eposlar, eski yeni, bütün dillere çevrilmiştir. Victor Berard'a kadar bu tercümelerde Vulgate denilen anane nüshası esas tutulmuştur ki, Bergama gramercilerinden gelen bu nüshada bütün dolma ve katma parçalar olduğu gibi saklanmıştır. Yalnız V. Berard İskenderiye Kritiklerinin şerh ve haşiyelerine ve ondokuzuncu asırda keşfolunan papyri yazmalarına dayanan temyiz ve tenkitlere göre çalışarak, İskenderiye kritiklerinin fazla superflus ve piç bâtards dediği dolma ve katma kısımları ayırarak göstermiştir. Katmaları kroşeler arasına almış, fazlaları da sayfaların altına atmıştır. Victor Berard orijinal eposların kulak için yaratılmış sahne eserleri olduğunu meydana koyarak tecrümesini bu nitelikte bir dramlar derneği haline koymuştur. Kendisini, dolma ve katma kısımları kroşeler arasına almak veya metinden çıkarmak usulünde takip ettim; ancak dramların başlam ve bitimlerini tayinde, ananeyi bozmamak için, ondan ayrılarak Vulgate nüshasının sırasından ayrılmadım. Asıl tercümeye gelince, bir çok bakımdan, elimizdeki tercümelerin hepsinden ayrılmak ihtiyacını hissettim. Bunun sebeplerini vermek için bir misal ile meseleyi aydınlatayım. Gelişi güzel kitabı açıyorum: sekizinci rapsodi çıktı: Phaiaklarda kabul toplantısı episodu. Bu rapsodiye Mme Dacier şöyle başlar: «L'Aurora avait â peine annonce le jour, que le roi Alcinoüs se leva. Ulysse ne fut pas moins diligent.» Bu üç mısralık metnin tercümesi Leconte de Lisle'de şöyledir: 46/431 «Quand Eos aux doigts roses, nee au matin, apparut, la Force sacree d'Alkinoos se leva de son lit, et le devastateur de citadelles, le divin et subtil Odysseus, se leva aussi.» Victor Berard ise aynı üç mısraı şöyle tercüme etmiş: «Dans son berceau de brume, aussitot qu'apparut l'Aurore aux doigts de roses, Sa Force et Saintete le roi Alkinoos s'elança de son lit, et le pilleur de Troie, le rejeton des dieux, Ulysse se leva... » Odysseia'nın fransızca tercümeleri pek çoktur, fakat en meşhurları olmak üzere, bu üçünden misal almak, tercüme meselesini aydınlatmaya kâfidir, sanırım. Benim elimde bunlardan başka aynı eposun yeni grekçeye Konstantinides tarafından tercümesi de vardır; lâkin okuyucuların çoğu için grekçe tercümeden istifade tasavvur etmediğimden ondan nümune getirmeye lüzum görmüyorum. En son olarak, T. Dil Kurumunun gramer kolunda, Kurum hesabına Bay Pavlaki'nin yapmış olduğu analitik tercüme fişleri vardır; bunlardan da, aynı üç mısraın Türkçe tercümesini alıyorum: «Gül parmaklı şafak kızı Sabahat da doğunca, birdenbire, dinç ve kuvvetli Alkinoos yataktan fırladı, derhal, şar fatihi asil Odisya da kalkıverdi.» Bu dört tercümeye bakılınca, evvelâ kendi aralarında bir alay farklar görülür, ve bundan hiç birinin aslına tastamam uygun olmadığı anlaşılır; bizim için en ziyade önemli olan nokta, aslın başka bir dile, özlükle Türkçeye en yakın olarak nasıl çevrilebileceğini bulmaktır. Bu bakımdan farkları birer birer gözden geçirelim: 1. Asıldaki eos kelimesini Lc. de Lisle aynen aldığı halde Madame Dacier ve V. Berard frz. l'Aurore ile tercüme etmişler ve cümlesi mitolojik niteliğini büyük A ve E harfiyle işaretlemişlerdir. Bizim 47/431 Pavlaki ise hem mânayı, hem mitolojik niteliği anlatmak üzere, S büyük harfiyle Sabahat ismini icat etmiştir. Ben bu birinci tercüme meselesinde şu hükmü verdim: hem mânayı hem mitolojik niteliği anlatacak bir kelime kullanılmalı, fakat ananede olmayan bir lâfzı icat etmemelidir; iki Fransız mütercimin l'Aurore derken yaptığı gibi, biz de büyük Ş ile Şafak dersek asıldaki eos'u en yakın olarak Türkçeye çevirmiş oluruz. 2. Asılda eos'a iki sıfat verilmiş: erigeneia ve rhododaktylos Mme. Dacier bu iki sıfatı tamamiyle ihmal etmiş! Leconte de Lisle ile V. Berard, birinci sıfatın tercümesinde birbirinden çok ayrılmış, ikinciyi ise biri (Lec.) aux doigts roses öbürü (V. Ber.) aux doigts de roses sözleriyle oldukça birbirine yakın iki şekilde dillerine çevirmişlerdir. Birinci sıfatın tercümesinde iki büyük mütercimin takibettiği yol ayrıdır ve dikkate lâyıktır: Leconte de Lisle sıfatların yerini takdim ve tehir ederek başa aldığı aux doigts roses'den sonra nee au matin sıfatını getiriyor; V. Berard ise, birinci sıfatı başa alıyor, fakat doğuş mefhumunu beşik mefhumu ile değiştirerek dans son berceau de brume grupu ile anladığı mânayı okuyucularına vermeye çalışıyor. İki büyük Fransız mütercim arasında bu sıfatın tercümesinde büyük bir fark daha vardır: V. Berard bu bileşik sıfatın ilk kısmını teşkil eden eri- sözünü brume, Leconte de Lisle ise matin ile çevirmişlerdir. Bizim Pavlaki her iki sı- fatı tercüme ederek gül parmaklı şafak kızı demiştir. Bu ihtilâflar arasmda benim verdiğim hüküm şudur: Türkçe gül parmaklı asıldaki rhododaktylos'u, frz. aux doigts de roses veya aux doigts roses'den çok daha iyi karşılar. İkinci sıfata gelince, Victor Berard'ın dans son berceau de brume grubu ile tasvir ettiği hayalde orijinalin aksi çok güzel seziliyor. Türkçe'ye sabah sisi içinde doğan grupu ile bu hayali nakledebiliyorum; fakat gr. erigenia bileşik 48/431 sıfatındaki iki kısımdan birincisi eri- ve diğer şekli olan ear: 1) sabah, 2) bahar anlatır ve Türkçe er/ir «erte: sabah» ile yaz «bahar» kelimeleriyle tam bir etimolojik uygunluk gösterir. Ondördüncü asırda bir Türk edibi aslından tercüme etmiş olsa idi, bu sıfatı muhakkak ertekızı suretinde dilimize çevirirdi. Fakat bugün erte'den anlaşılan mâna sabah değil ferda olduğundan, sabah sisi içinde doğan şeklinde dilimize çevirmeyi tercih ettim. 3. Aslında birinci mısraında eos «Şafak» süjesi emos bağlacı ile... fane «göründü» mazisine ve ikinci mısrada ornyto «kalktı, fırladı» mazisi ara bağlacı ile süjesine ulaştırılmaktadır. Bu cümle teşkili de ayrı ayrı suretlerle tercüme edilmiştir: Mme Dacier â peine... que morfemleriyle iki cümleyi bağlamış; Leconde de Lisle quand bağlacını başa alarak cümlesini teşkil etmiş; V. Berard ise bu zamanca yakınlık münasebetini aussitot que bağlacı ile temin etmiş. Bizim Pavlaki, emos'tan sonra gelen de morfemini ihmal etmek istemiyerek... ta ...unca birden bire şekilleriyle zaman yakınlığını tercüme etmiştir. Öbür yandan, bu cümle teşkili sistemine, misalde, bağlı olan fane fiilinin de tercümesinde ihtilâf çıkmış: Mme Dacier avait annonce, Leconte de Lisle ile V. Berard apparut, Pavlaki ise doğ(unca) fiillerini kullanmışlardır. Burada zaman yakınlığı münasebeti ile asliyeye bağlanmış bir tabia vardır; fiili görün- olan bu tabia görünür görünmez (veya görününce) şekillerinden biriyle teşkil edilebilir; içinde bulunduğumuz dil safhasında, bu zaman yakınlığı münasebetini görünür görünmez şekli daha iyi anlatır, sanırız. Pavlaki'nin tercih ettiği -unca birden bire şeklinde faydasız bir haşiv aşikârdır. 4. Bu birinci cümlede asliyenin süjesi, asılda, hieron menos Alkinoio'dur. Tercümeleri şunlardır: 49/431 Mme Dacier'de: le roi Alcinoüs... Leconte de Lisle'de: la Force sacree d'Alcinoos... Victor Berard'da: Sa Force et Saintete le roi Alcinoos... Pavlaki'de: Dinç ve kuvvetli Alkinoos... Görülüyor ki, Mme Dacier, elkabın mânalarını çevirmekle meşgul bile olmamış, elkaptan unvana intikal ederek onların yerine sadece kral ismini getirmiş; Leconte de Liste elkabı, aslında olduğu gibi, vasıf grupu olarak Alkinoos'a izafe etmiş, V. Berard ise Fransızcanın hükümdar elkabında kullandığı kaide üzere üçüncü şahsa izafeti Sa ile temin etmiş; bizim Pavlaki bunun bir hükümdar unvanı olduğunu bile fark etmeden yanyana iki sıfat gibi tercüme etmiş; halbuki, asıldaki kelimeler, kral unvanı oldukları düşünülmese bile, Alkinoos'un mukaddes kuvveti (kudreti, haşmeti, şehameti) gibi bir grupla tercüme edilmelidir; çünkü Alkinooio izafet şeklindedir. Victor Berard Alkinoos'un hükümdarlığını anlatmak için Sa Force et Saintete elkabı ile yetinmiyerek, metinde lâfzı yokken, bir de le roi ismini katmıştır. Bu elkabın Türkçeye en iyi tercümesi ne olabilir? Eski Osmanlı dilinde kullanılan Hazret-i gibi bir deyim Alkinoos'a izafet edilen menos'u karşılayabilir. Bir de menos'a verilmiş olan hieron sıfatı vardır, bu da birlikte olmak üzere Hazret-i Akdes ile ifade edilebilir. Biz ise, son zamanlarda, Farsçadan alınmış olan bu terkipleri bıraktık, hattâ Haşmetmeap gibi bileşik Farsça sıfatlar kullanmamak için frz. Majeste ismini kullanılışa soktuk. Bütün bu mülâhazalardan sonra, benim en uygun olarak bulduğum tercüme «Kutsal Şehamet Alkinooos»tur ve bununla Alkinoos'un cismani ve ruhanî hükümdarlığını frz. Sa Force et Saintete le roi Alkinoos kadar kuvvetle anlatmış oluruz. Bu tercümeyi yaparken, Homeros'un bu büyük krallık ve 50/431 başrahiplik unvanını küçük bir adanın on üç hanından en ileri gelenine hafif bir istihza tebessümü ile vermiş olduğunu da göz önüne getiriyorum. Bir mısra sonra ismi tekrarlanan Alkinoos'a aynı şatafatlı unvanın verilmesinden de münşinin tebessümü daha ziyade göze çarpar: Kutsal Şehamet Alkinoos Han! 5. ikinci asliyenin süjesi olan Odysseus'a da iki sıfat veriliyor: diogenes ptoliporthos. Gözden geçirmekte olduğumuz tercümelerde bunlara verilen karşılıklar şunlardır: Mme Dacier'de: Her ikisi ihmal edilmiş! Leconte de Lisle'de. le devastateur de citadelles, le divin et subtil (Odysseus). Victor Berard'da: le pilleur de Troie, le rejeton des dieux (Ulysse). Pavlaki'de: Şar fatihi, asil (Odisya). Mme Dacier, Alkinoos'un unvanında olduğu gibi, burada da yadırgadığı vasıfları ihmal edip geçiyor. Diğer mütercimler her iki sı- fatı dillerine çevirmişler ve ptoliporthos sıfatını, anlaşılan daha konkret olduğu için, başa alıyorlar. Biri (Leconte) Kaleler tahrip edicisi, ikincisi (Berard) Troia yağmacısı, Pavlaki ise Şar fatihi diyor. Asıldaki ptoliporthos sıfatının birinci kısmı ptoli (s) müstahkem şehir, kale, ve genel olarak şehir demektir; böyle bir mevkide, çoğul (şehirler veya kaleler) şeklinde tercümeye geçirilmesi lüzumunda ben de Leconte de Lisle ile beraberim. Bu bileşik sıfatın ikinci kısmına gelince bunun yağmacı talancı mânasını tahrip edici veya fatih mânasına tercih ederim; çünkü, o devirde yağma, talan harbin en büyük sebebiydi; sırf tahrip için harbedilmezdi. Fatihlik ise islâmm dinî gayelerine 51/431 uygun bir vasıftır: Şehirler talancısı gr. ptoliporthos'u iyi karşılar, sanırım. Mütercimlerin sonraya bıraktığı diogenes sıfatını Leconte de Lisle le divin et subtil, V. Berard le rejeton des dieux, Pavlaki ise asıl kelimeleriyle karşılıyorlar. Aslına en yakın olarak tercüme eden V. Berard'dır; fakat buradaki dio-elemanı genel tanrılık mefhumundan ziyade, Zeus'a şamil görülmektedir. Bunun için Zeus soyundan olan veya Zeus dölü... karşılığını tercih ettim. Asil kelimesi tanrısal menşei ifade etmez. Not. Odysseus ismini Fransızlar Ulysse diye dillerine çevirmektedir. Yalnız Leconte de Lisle Odysseus suretinde transkripsiyonunu yapıyor. Pavlaki'nin Odisya transkripsiyonu sağlam hiç bir esasa dayanmaz. Bütün bu mülâhazalardan sonra, sekizinci rapsodinin ilk üç mısraını şöyle tercüme ediyoruz: «Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez kutsal Şehamet Alkinoos Han yatağından fırladı; gene bu ara, Zeus soyu, şehirler talancısı Odysseus da kalktı... » İkinci misâl: 6. Bu üç mısraı takip eden dördüncü ve beşinci mısraların tercümeleri şöyledir: Mme Dacier'de: Le roi le mena au lieu ou il avait convoque l'assamblee pour le conseil et c'etait sur le port, devant les vaisseaux. Leconte de Lisle'de: et la Force sacree d'Alkinoos le conduisit a l'agora des Phaiakiens, aupres des nefs. Victor Berard'da: Sa Force et Saintete leur montra le chemin pour gagner l'agore voisine des vaisseaux. 52/431 Pavlaki'de: Sonra da, dinç kuvvetli Alkinoos götürdü Feyakların toplantı yerine ki, orası gemilerinin yanında idi. Aslına en yakın düşen tercüme Victor Berard'ınkidir; fakat o da aslın tam mânasını verememiştir. Mme Dacier le (mena), Leconte de Lisle le (conduisit), V. Berard leur (montra le chemin pour gagner...) diyor. Asılda toisin d'egemonev denilmiştir; toisin zamiri onlara demektir, ki, mercii mukadderdir. Bu zamirden anlaşılıyor ki, dernek meydanına gidenler yalnız Alkinoos ve Odysseus değildi. Türkçede meçhul (passif) şekilde (gidildi) fiili kullanılırsa hep birlikte gidildiği ve daha başkalarının beraber bulunduğu ifade edilmiş olur. Bu mânayı Berard'ın tercümesi de temin edememektedir. 7. Alkinoos'un herkesi dernek meydanına götürdüğünü anlatmak için asılda kullanılan egemonev fiilinin tercümesinde hiç bir mütercim tam isabetli bir karşılık bulamamıştır. Bu fiilden anlaşılan mâna Alkinoos'un başa (öne) geçip yürüdüğüdür: Phaiakların hanına yakışan budur. Bu iki mısraı biz şöyle tercüme ediyoruz: «Kutsal Şehamet Alkinoos başa geçerek (veya önden yürüyerek) Phaiakların, gemilerine çok yakın olan dernek meydanına gidildi.» Bu iki kısa misal, homerik eposların tercümesine sarfettiğim emekler üzerine bir fikir verebilir, sanırım. Homerik eposların tercümesinde, her tercümede olduğu gibi, ancak asla nüfuz kuvvetiyle başarı temin edilebilir. Doğruca aslından yapılmış dört tercümeden, gelişi güzel, biri üç, öbürü iki mısralık iki kısa misal alıp karşılaştırdık; benim gibi okuyucu da kanaat getirmiştir ki, en iyi başaran mütercim asla en iyi nüfuz edendir. Bu dört mütercimin hepsinin homerik grekçeyi bildiğine kimse şüphe edemez, fakat hepsi aynı kuvvette homerik eposa nüfuz edememiştir. Bu 53/431 nüfuzun alanı geniştir: En önce tarihsel devreye nüfuz lâzımdır: Homerik eposlarda menkabeleri hikâye edilen Ahayların, Danaosluların, Argosluların tarihsel devresine, kültürel seviyesine, o seviyeye uygun hayatlarına nüfuz etmelidir. Bu nüfuz da homerik devri, Homeros'un öz deyimiyle akılda ve gönülde, en ziyade âşinâsı olduğumuz başka bir tarihsel devre yaklaştırmakla mümkündür; bunun için de filolojik ve arkeolojik etüdler yapmış olmak lâzımdır. Dramlarda geçen şahısların sosyal ve psikolojik tiplerine nüfuz etmenin gerekliği üzerinde durmağı ise fazla görürüm. Son ve gerekli bir şart da tercüme dilinin bütün edebî çeşnilerini tatmış olmaktır. Mütercimde bulunması lâzımgelen bu şartlar bakımından yukarda verdiğimiz dört misalin kritiğini yapacak olursak şu neticeleri çıkarırız: Mme Dacier, homerik eposları bir eski masal zevkiyle tatmış ve Paris'in salon Fransızcasına Fransız romanı üslûbiyle çevirmiş. İki büyük Fransız müterciminden Leconte de Lisle'in filolojik erüdisyon'u ve arkeolojik bilgileri Victor Berard'a nispetle azdır. Victor Berard, Leconte de Lisle kadar büyük bir şair değilse de, her iki dilin edebî çeşnilerini, aklıyla ve gönlüyle tatmış ve sindirmiştir. Bizim Pavlaki'nin Homerik dile âşinâ olduğuna, başka hiç bir tercümeye bakmadan Türkçeye çevirebildiğine hiç şüphe yoktur. Fakat akliyle ve gönlüyle her iki dilin edebî çeşnilerini tatmada, zaikası son derece kamaşıktır; Türkçenin zengin nahiv şekillerine de vukufu yoktur. Homerik eposları en önce ben Mme Dacier'nin salon Fransızcasından okumuştum. Fakat altı, yedi senemi Homeros'un dilini tahsile, filolojik, historik ve arkeolojik etüdlere sarfetmeden, Victor Berard'ın yayınlarını mütalâa etmeden; öbür yandan da Gök Türklerin yazıtlarından, Uygur anıtlarından Ön Asya ve Küçük Asya 54/431 fatihleri Oğuz Türklerinin onüçüncü ve ondördüncü asır betiklerine ve Dede Korkut kitabı gibi ulusal eposlarına nüfuz etmeden homerik eposların çeşnisine erişmek mümkün olmamıştır. Kullandığım üslûptaki arkaik renklerin sebebi iki devrin yaklaştırılmasıdır: Otuz bu kadar asır evvel Balkanlara, Tesalya ve Makedonya'ya, Peleponez'e, Ege Denizi sahil ve adalarına, İonya'ya, akınlar edip yerleşen Akhai, Danaos ve nihayet Dor hanlarının homerik eposlarda tasvir edilen devrini, oniki asır evvel Ön Asya ve Küçük Asya'ya akınlar edip oralarda yerleşen Oğuz hanlarının, onüçüncü ve ondördüncü asır betiklerinden ve Dede Korkut eposlarından anlaşılan devrine aklımla ve gönlümle yaklaştırdım; bununla beraber, zamanımızın, tabir caizse, potansiyel dil çeşnisinden de aklımı ve gönlümü uzaklaştırmamağa çalıştım; işte bu tercüme, bu emeklerin bir verimidir. Sayın Türk okuyucularına sunduğum bu tercümenin kusurlu olduğunu herkesten evvel kendim bilirim. Hiç bir tercümenin bir şiiri, hele homerik eposlar gibi jenial bir şaheseri, orijinali ile aynı kuvvette, herhangi bir dile çeviremiyeceği şüphesizdir. Başkalarının da bu çetin sınamaya girişerek Türkçeye bu güzel eserleri kazandırmalarını candan, gönülden dilerim. Bu Odysseia tercümesinde, hiç olmazsa Fransızca versiyonlarının en başarılı olanlarından geri kalmamak için, sarfettiğim emeğin takdir buyurulacağını Türk okuyucusunun değerbilirliğinden beklerim. Büyük edibimiz Sayın dostum Yakup Kadri Karaosmanoğlu, görüşümü ve çalışmamı kendi görüşlerine ve ötedenberi homerik eposların Türkçeye çevrilmesinde beslediği ülküye uygun buldu. Bütün tercümeyi gözden geçirmek ve ilhamlarını esirgememek ve okuyucuları bir Önsöz'le aydınlatmak lûtfunda bulundu. Kendisine minnettarlıkla teşekkür ederken gönlümde bir sevinç duymaktayım. 55/431 1941 A. Cevat EMRE 56/431 ODYSSEİA ŞAN: I DUA Söyle bana, Musa, o çok tedbirli eri ki, Troia'nın kutsal kalesini alıp talan ettikten sonra, bunca zamanlar dolaşmış durmuş, bunca insanların illerini görüp törelerinin ruhunu anlamış; engin deniz üzerinde, kendi başı ve yarenlerinin sılası için, candan gönülden çabalayıp bunca mihnetler çekmiş; ama o kadar emeği boşa gitmiş, tayfalarını kurtaramamıştı. Onlar kendi taşkınlıkları yüzünden helak oldular! Akılsızlar Hyperionoğlu Güneş tanrının sığırlarını yiyip bitirdiler, o da onları sıla gününden mahrum etti. Zeus kızı tanrıça, bu olup bitenlerden anlat bize de. TANRILAR DERNEĞİNDE Helak uçurumundan sıyrılan bütün ötekiler, kavgadan ve denizden kurtulup yurda kavuşmuş iken, yalnız o sılasına ve karısına hasret kalmıştı; onu güçlü nymphe tanrıçaların en tanrısalı Kalypso, kocası olsun diye yanıp tutuşarak, oyulmuş mağaralarında tutuyordu. Zaman çarhı dönüp, İthaka'daki evine dönmesi için tanrıların eğirdiği vade geldikten, kendi ve sevdiklerinin arasına ulaştıktan sonra bile cefaları sona ermiyecekti. Bütün tanrılar ona acıyorlardı, yalnız biri, Poseidon, tanrıya benzer Odysseus'a öz yerine dönünceye kadar sürecek bir kin bağlamıştı. Bu tanrı uzakta yaşayan Yanıkyüzlüler'in1 katına varmıştı, o Yanıkyüzlüler ki, insanlığın öbür ucunda, ikiye ayrılırlar, bir kısımları Hyperion'un batısına, bir kısımları doğusuna doğru: Poseidon bunların boğalardan ve toklulardan ettikleri yüzlü kurban törenine gitmiş, neşe içinde, oturup şölenlerinden pay alıyordu. Öbür tanrılar ise, bu ara, Olympos'ta Zeus'un sarayında dernek kurmuşlardı; önlerinde insanların ve tanrıların babası söze başladı: düşündüğü şanlı Aigisthos'tu: bunu Agamemnon'un adı yayılmış oğlu Orestes öldürmüştü. Bu hatıra altında olan Zeus ölümsüzlere şöyle diyordu: — Ne günlere kaldık! insanlar tanrıları suçlu tutmaktan çekinmiyorlar artık: kötülükler onlara bizden gidermiş! asıl kendileri, azgınlıklarıyla, kaderde olmıyan belâlara uğruyorlar. İşte şu Aigisthos da öyle: kaderde yokken, Atreus oğlunun karısını almak istedi ve kendisini sılaya kavuşur kavuşmaz öldürdü; kendisi için de helâktan kurtuluş olmıyacağını bile bile; çünkü biz vazgeçirmek için akışıklı bekçimiz Hermes'i ona göndermiştik, hanın ne karısına göz diksin ne de kendisini öldürmeğe kalkışsın, diye, yoksa Orestes, gençlik çağına erişip yerini ele geçirmek arzusunu duyunca, elbette ki babasının öcünü alacaktı. Hermeias bütün bunları Aigisthos'a anlattı, ama iyi öğütleri onu niyetinden vazgeçiremedi: işte şimdi, birden, hepsini ödedi! Buna karşı Gökgözlü tanrıça Athena şöyle dedi: — Kronosoğlu, hanlar hanı, babamız, o elbette hakettiği cezayı buldu, kim onun yaptığını yapmaya kalkarsa yok olsun! Ancak benim yüreğim aydın gönüllü Odysseus için parçalanıyor; bu talihsiz, sevdiklerinden uzak, iki yanı su bir adanın üzerinde, kaygılanadurmakta. Denizlerin göbeği olan bu ormanlık adada bir tanrıça, kem gözlü Atlas'ın kızı oturuyor, bütün denizlerin derinliklerini bilen, ve göğü yerden ayıran yüksek direklere kendi başına bakan bu tanrının kızı inlemekte olan talihsizi esir tutuyor. Ara vermeden, yumuşak, sevgi dolu sözlerle avutarak ona İthaka'yı unutturmağa çalışıyor, ancak Odysseus, bir gün memleketinin yükselen dumanlarını görmekten başka emel beslemiyerek ölümü bekliyor. Olympos'un sahibi, senin kalbin hiç yumuşamak bilmez mi? Bir zamanlar Odysseus Argosluların 59/431 gemileri yanında, Troia ovasında kurbanlar sunarak sana da sevgili olmamış mıydı? Şimdi aynı adama, bu derece öfke neden ey ulu tanrı? Ona karşı bulut devşiren Zeus cevap verdi : — Kızım, bu nasıl söz dişlerinin arasından kaçan öyle? Ben tanrısal Odysseus'u nasıl unuturum ki, bütün ölümlülerden, gerek akılca gerek geniş göklerin sahipleri tanrılara sunduğu kurbanlarca, üstün gelmiştir? Ancak yerin sahibi Poseidon, tanrıya benzer kyklop Polyphemos'un öcünü almak için, öfkesinde direnmekte; bütün kykloplar üzerine buyruğu geçen bu kyklopun gözünü Odysseus oyup kör etmişti; onu doğuran nymphe hasatsız denizin hanlarından Phorkus'un kızı Thosa'dır ki, oyulmuş mağaralarında Poseidon'a kendini vermişti; ondan beri, Yeri sarsan Poseidon, Odysseus'u ne öldürür ne ondurup vatanına ulaştırır... Ama, haydin, hepimiz, konuşup dönüşüne karar verelim, yolunu araştıralım. Poseidon da öfkesini gevşetir elbet, çünkü kendi başına bütün ölümsüzlere kafa tutup dileklerine karşı gelemez. Buna karşı Athena, Gökgözlü tanrıça, cevap verdi: — Kronosoğlu, hanlar hanı, babamız, eğer şimdi mutlu tanrıların dileği bu ise ki, çok akıllı Odysseus evine dönsün, vakit geçirmeden, akışıklı haberci Hermes'i Ogygia adasına gönderelim, ta ki, en tezden, güzel belikli Nymphe'ye cesur gönüllü Odysseus'un dönüşü için olan değişmez buyruğu eriştirsin ve nasıl döneceğini söylesin. Kendim de İthaka'ya varıp oğlunu bulayım, yüreğine cesaret vereyim, uzun saçlı Akhaiları dernek meydanına davet etsin de her gün sürü sürü koyunlarını ve paytak yürüyüşlü boynuzlu sığırlarını kesen yavuklulara bir iki söz söylesin, sonra onu, Isparta'ya ve kumluk Pylos'a göndereyim, hem babasının dönüşü üzerine ne mümkünse soruştursun, hem de insanlar gözünde iyi bir nam kazansın. 60/431 Tanrıça böyle deyip ayaklarının altına en güzel sandallarını bağladı ve Olympos'un tepelerinden dalarak, varıp İthaka'da Odysseus'un saray kapısı altında yere indi. Avlunun eşiğinde, tunç mızrak elde, bir yolcu gibi duruyordu: Tophosluların hanı Mentes'i andırıyordu. Taşkın yavukluları orada buldu: bunlar peçiç oynıyarak gönül eğlendirirken, kapıların önünde, kendi elleriyle boğazlanmış boğaların postları üzerinde oturmuşlardı; bu sırada çavuşlar ve koşucu kullukçular sebular içinde onlar için şarabı su ile karıyorlar veya çok delikli süngerle sildikleri birer kişilik masaların üzerinde bol etler parçalıyorlardı. Tanrıçayı herkesten çok önce gören tanrı yüzlü Telemakhos oldu; yavuklular arasında yüreği üzgün oturmakta iken, gönülden tosun babasını düşünüyordu: onu yurda dönmüş, işinin başına geçmiş, konağında hükmünü yürütmeğe başlamış görüyordu! İşte Telemakhos, yavuklular arasında bunları düşünmekte iken Athena'yı farketti, ve seğirtip doğru sarayın dış dehlizine gitti; kapısında bir garibin ayakta bekletilmesine canı sıkılmıştı. Yanına gidip sağ elini tuttu, elinden tunç mızrağını aldı, ve ona seslenerek kanatlı sözler söyledi: — Selâm sana, konuğum, bize hoş geldin; şimdi, önce övününü alırsın, sonra her ne dileğin varsa bize anlatırsın. Böyle deyip tyol göstermek üzere öne geçti. Pallas Athenn arkadan yürüyordu. Yüksek binanın içinde bulundukları zaman elindeki mızrağı büyük direğin yanına getirip nakışlı silâhlığa dikti; orada ulu gönüllü Odysseus'un birçok mızrakları daha dikilmiş duruyordu. Gene kılavuzluk ederek konuğu üstünü keten bezle örttüğü bir koltuğa oturttu, kendine ancak alaca boyalı bir iskemle aldı; şu 61/431 yavuklulardan uzaktılar, gürültülü arsızlıkları konuğu ziyafetten tiksindirebilirdi. El yıkamağa oda hizmetçilerinden bir kız güzel bir altın ibrik getirmişti, gümüş leğen içinde ellerine su döküyor, sonra önlerine cilalanmış bir masa çekiyordu. Sayın kâhya kadın ekmeği getirip yanlarına bıraktı; ve baş sofracı yüksekten götürdüğü türlü türlü etlerle dolu tepsileri sundu, önlerine altın sağraklar koydu; bir çavuş da sık sık gidip gelerek sağraklarına şarap dolduruyordu. 0 aralık taşkın yavuklular içeri girdiler: sıralı iskemlelerle koltuklara geçip oturuyorlardı. Çavuşlar ellerine su döküyor, halayıklar sepetlerle bol bol ekmek getiriyor, onlar da önlerinde hazırlanmış seçkin yiyeceklere ellerini uzatıyordu. 1 Aitiops Aitiopes denilmiş ki yanıkyüzlü ler demektir: Habeşîler ve zenciler kastedilmektedir. ATHENA'NIN ÖĞÜTLERİ Yiyip içip keyifler yerine gelince, yavukluların canı şarkıdan ve danstan, ziyafetin bu ziynetlerinden başka bir şey istemiyordu. Bir çavuş kopuzların en güzelini Phemiosun ellerine vermişti, o da onların önünde isteksiz isteksiz destan okuyordu. Bir peşrevden sonra, ozan güzel sesle okumağa başlamıştı ki, Telemakhos, başkaları işitmesin diye başını gökgözlü Athena'ya yaklaştırarak şöyle dedi: — Aziz konuğum söyliyeceklerim gücüne gider mi? Bak şunlara: düşündükleri bir saz, bir söz! keyifleri yerinde! pervasız yedikleri içtikleri başkasının, öyle bir erin ki ağarmış kemikleri kim bilir nerede çürüyüp duruyor: yağmur altında bir sahilde, veya denizin dalgaları arasında? Ah, İthaka'ya onun bir döndüğünü göreydiler: daha çevik ayakları olmak için en ağır hazinelerini, altınlarını ve kumaşlarını 62/431 verirlerdi! Lâkin işte alnının kara yazısı böyle yok olmakmış: Artık hiç bir umudum kalmamıştır, dünyada onun dönüşünü haber vermek için yanıma kim gelirse gelsin!... Onun için artık sıla günü yoktur! Lâkin şimdi sen, cevap ver bana, hiç bir şey gizlemeksizin, birer birer söyle: adın ne, kimlerdensin, nerelisin, kavmin kabilen hangisidir? Bize ilk defa mı geliyorsun, yoksa babamla konukluk hukuku olanlardan biri misin? Çünkü bizim eve gelip gidenler pek çokmuş, kendi de insanların ziyaretine gitmeyi çok severmiş. Buna karşı Athena, Gökgözlü tanrıça, cevap verdi: — Hay hay, sana bütün bunları açıkça söyliyeceğim! Adım Mentes'tir, aydın gönüllü Akhialos'un oğlu olmakla övünürüm; bizim Taphos'un iyi kürekçi olan ahalisine başkanlık ederim. Şimdi buraya gemimle ve yarenlerimle geldim; şarap yüzlü denizin üzerinde, yabancı dil konuşanlar iline, Temese'ye sefer ediyorum: tunçla değiş tokuş etmek üzere parlak demir götürüyorum. Gemim şehirden uzak, kırlarda, bağlanmış: Reithros limanında, Neios dağının koruluğu altında. Çok eskiden beri, övünç ile söylüyorum, birbirimizle aile dostlarıyız. Sor istersen, ilk seferinde, ihtiyar kahraman Laertes'e. O artık şehre hiç inmiyormuş dediler: tarlalara çekilmiş, yas içinde, münzevi bir hayat yaşıyormuş; yanındaki ihtiyar halayık yemeğini yedirir, suyunu içirirmiş: ne zaman bağ yamaçlarında uzun uzun dolaşıp bacaklarının takati kesilirse... Şimdi ben buraya geldim, çünkü bana babanın dönmüş olduğunu söylediler. Fakat görüyorum ki tanrılar yolunu bağlıyorlar; çünkü o, tanrısal Odysseus, yeryüzünde ölmüş değildir; o hâlâ, bir tarafta, sağ esen yaşamaktadır, ancak tutsak; denizlerin ötesinde her yanı su bir adanın üzerinde, kaba ve vahşi insanlar onu zorla tutuyorlardır. işte ben sana haber veriyorum: tanrıların gönlüme bildirdikleri gibi; ve bunun ger- çekleşeceğine inanıyorum. Ben ne falcıyım, ne alâmetleri açıkça 63/431 anlıyan bilgeyim; fakat, çok geçmeden Odysseus dönüp atalarının yurdunu görecektir; demir zincir bağlı olsa dahi o dönüş yolunu araştırıp bulacaktır, çünkü o çok hünerlidir... Şimdi sen de bana, açık açık ve birer birer cevap ver: sen gerçekten Odysseus'un oğlu musun? Bu kadar büyük bir oğul ha: fakat aşikâr: baş onun başı, gözler onun güzel gözleri! Biz birbirimize sık sık gelir giderdik, o Troia seferine çıkmadan önce; başka Argos uluları da onunla beraber kocaman karınlı gemilerine binip gitmişlerdi. O zamandan beri ne ben Odysseus'u bir daha gördüm, ne de o beni. Buna karşı akıllı Telemakhos cevap verdi: — Hay hay, konuğum, sana bunları dosdoğru söyliyeceğim. Onun oğlu olduğumu bana annem söylüyor: ben de başka bir şey bilmiyorum; çünkü kimse babasının kim olduğunu başka türlü bilemez... Keşke talihli bir adamın oğlu olaydım, malları içinde kocayıp giden birinin! fakat dediklerine göre, ölümlü insanların en talihsizi imiş benim babam; soruyorsun madem, anla işte. Athena, Gökgözlü tanrıça, ona karşı şöyle dedi: — Tanrılar senin soyunu atsız sansız koyup bırakmış değildir, madem ki Penelopeia işte senin gibi bir evlât doğurmuş... Şimdi, haydi sen de söyle bana, açık açık, birer birer: Bu ziyafet niye? Bu cemiyet ne için? Bunlar sana ne gerekti? Bu bir şölen mi ya bir düğün mü? Çünkü bunun arfana ile olmadığı aşikâr. Bence bu adamların, senin evinde, toplanıp cümbüş kurması her haddi aşan bir küstahlıktır. Böyle bir rezaleti görüp de kanı kaynamıyacak az iz'anlı bir adam yoktur. Buna karşı akıllı Telemakhos cevap verdi: — Madem soruyorsun, konuğum, ve anlamak istiyorsun söyliyeyim: bu yurtta bir zamanlar bolluk da vardı şeref ve intizam da; kahraman kendi ilinde iken. Bugün ise, kemlik dileyen tanrıların 64/431 varlığı ile hal değişmiş; çünkü onu bütün insanların arasından yok etmişler; ölümü bile bana o kadar yas vermiyecekti, eğer Troialıların memleketinde, yarenleriyle birlikte ölseydi. O zaman Panakhaylar kabrini yapacaklardı, ve bundan oğluna büyük bir şan kalacaktı. Şimdi ise Hrpyia'lar onu şansız ve şerefsiz kaldırıp yok ettiler. Gitti, görülmez işitilmez oldu, bana da ancak acılar, hıçkırıklar bıraktı. Ama şimdi böyle inlerken yalnız onun talihi için ağlamıyorum: tanrılar bana başka kaygılar verdiler. Bütün adalarımızda: Dulihios'ta, Same'de, ormanlık Zakyntos'ta ne kadar buyruğu geçer, bizim İthaka'nın dağında bayırında ne kadar zorbalığı yürür varsa, hepsi anama yavuklu çıkmış, benim de evimi barkımı sömürüp bitiriyorlar. Anam ise ne iğrenç bulduğu evlenmeyi reddediyor, ne de bir karar ile bu hale bir son verebiliyor. Malımı sömürüp ocağımı söndürenler yakında kendimi de paralıyacaklar. Pallas Athena kanı kaynıyarak şöyle dedi: — Vay başına gelenler! Odysseus'un yokluğu burada gerçek çok duyuluyor! Ancak onun kolları şu sıkılmazları sindirebilirdi! Onu şimdi, eve giderken, birinci eşiğe gelmiş, ayakta, miğferi alnına eğilmiş, kalkanı ve iki mızrağı elinde görüyorum: tıpkı ilk defa olarak bizim evde, oturup neşe içinde yiyip içerken gördüğüm gibi. Ephyre'den Mermeroğlu İlos'un yanından dönüyordu; Odysseus oraya tez yürüyüşlü gemisiyle oklarının tunç temrenlerine sürmek için insan öldüren zehir istemeğe gitmişti: Mermeroğlu daima var olan tanrılardan korktuğunu söyliyerek zehiri vermemişti; babam ise, büyük dostuna istediğini vermişti... İşte kendisini o zaman gördüğüm gibi şimdi, Odysseus içeri bir giriverse, şu yavuklulara dönüp bir iki lâkırdı söylese! Hepsinin eceli tez gelir, düğünleri yasa dönerdi. Fakat kendi dönüp şu konağın içinde cezalarını verecek mi, yoksa dönmiyecek mi, bunu tanrılara bırakalım. Şimdi sana öğüdüm; 65/431 şu yavukluları evinden defetmenin yolunu kendin aramalısın. Beni iyi dinle, söylediklerimi iyi anla: yarından geçi yok, Akhai erlerini dernek meydanına davet edip meclis kur; hepsine olanı biteni anlat, tanrılar da tanık olsun, yavuklulara ne istediğini bildir: evli evine köylü köyüne çekilsinler. Anan da canı evlenmek istiyorsa, çok kudretli olan babasının konağına gitsin. Bir çok düşünüp verdiğim şu öğüdü de sen iyi dinle: yirmi kürekli, en iyi bir geminin hazırlığını gör, tayfasını düz, bunca zamandan beri gurbette kalan babanın izini aramağa çık; insanlardan soruştur, veya Zeus'un dünyayı dolduran ünlerinden birini işitmeğe çalış. En önce Pylos'a gidip tanrısal Nestor'a sor, sonra Isparta'da Sarı Menelaos'un yanına var; tunç cebeli Akhailardan yurda en son döneni odur. Orada babanın sağ olduğunu ve döneceğini işitirsen, ne derece gezmiş, usanmış da olsan bir yıl daha bekle. Eğer öldüğünü, artık var olmadığını işitirsen hemen sevgili baba yurduna dön, ona bütün gereken törenle ve kurbanlarla kabrini yap, ananı da kocaya ver. Bu borçlar ödenip bittikten sonra, aklınla ve gönlünle başbaşa vererek, hile ile mi olur, kuvvet ile mi, konağındaki şu yavukluları nasıl temizliyeceğini düşün. Çocukluk etmenin lüzumu yok, çünkü artık o yaşta değilsin. Kulağına değmedi mi tanrısal Orestes'in cihana yayılan adı ki, şanlı babasını öldüren hilekâr Aigisthos'u tepeledi? Sen de, dostum, görüyorum: yakışıklı bir yiğit olup yetişmişsin, cesur ol ki bir gün torunlardan biri senin de şanını ansın. artık varıp gemime ulaşmalıyım; tayfa bekliyor ve şüphesiz homurdanıyor: sen iyi düşün, söylediklerime kulak ver. Buna karşı akıllı Teiemakhos cevap verdi. — Görüyorum, konuğum, bütün söylediklerin dost düşünceleri, bir babanın oğluna öğütleridir; hiç birini unutmıyacağım. Fakat yolculuk işin ne kadar acele de olsa az daha kal. Hamama gir, sonra biraz da gönlünü eğlendir; bir de, elden geldiği kadar, değerlice bir armağan 66/431 kabul et, için açılsın da gemine öyle dönesin: bu benden sana, sevişen konuklar arasında verilmesi gereken bir andaç olsun. Buna karşı Athena, gökgözlü tanrıça, cevap verdi: — Beni fazla alıkoma, yola çıkmak arzusu ile içim içime sığmıyor. Bana vermek için gönlünden kopan armağanı ben döner, alıp evime götürürüm; seçeceğin o güzel andacın karşılığını da sen benden görürsün. Bu sözler üzerine gökgözlü Athena, bir deniz kuşu gibi uçup uzaklaşarak gözden kayboldu. Telemakhos'un yüreğinde kuvvet ve cesaret uyandırmıştı: babasının hatırasını canlandırarak, içten anlamıştı; gönlü hayret içinde kalarak gelenin bir tanrı olduğu kendisine malûm olmuştu. YAVUKLULARIN CÜMBÜŞÜNDE Ve hemen tanrıların eşi yiğit, yavukluların yanına döndü. Önlerinde ozanların en ünlüsü destan okuyordu: onlar da sessizce oturmuş, dinliyorlardı. Ozan Akhaiaların hazin Troia dönüşünü ve Pallas Athena'nın üzerlerine saçtığı musibetleri okuyordu. Bu ara, İkarios kızı yüce gönüllü Penelopeia, üst katta, tanrılardan gelen destanı işitiyordu. Odasından çıkıp yüksek merdivenlerden aşağı indi; yalnız değildi: iki oda hizmetçisi kız arkasından geliyordu. Yavukluların yanına gelince tanrısal kadın durdu, geniş merdiven başının üstünde, yaşmaklarını yanakları üzerine getirdi; sadık odacı kızlar iki yanında, gözleri yaşararak tanrısal ozana şöyle dedi: — Phemios, dinliyenlerin gönlünü açacak başka birçok destanlar, tanrıların ve erlerin işlerini anmak için ozanların okuyageldiği destanlar bilirsin; işte bunlardan birini seçerek onlara oku, onlar da sessizce şaraplarını içerek dinlesinler: tek şu hazin destanı kes ki ne zaman işitsem göğsümün içinde yüreğim parçalanır: Katlanılmaz yas 67/431 bana çok dokunuyor. Ben kimin başı için ağlıyorum. Adı bütün Hellas{6} ve Argos içinde yayılmış olan erin bir an bile aklımdan çıkmıyor. Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi: — Anne, sadık ozanı bizi gönlünün istediği gibi eğlendirmekten niçin menediyorsun? Bunda ozanların suçu ne? Sebep herşeye gücü yeten Zeus'tur ki miskin insanlara dilediğini kısmet eder, her birine ayrı ayrı. Danaosluların hazin talihini okuduğu için Phemios'a gü- cenmemeli; yeni destan daima işitenlerce en çok beğenilir. Sen de yüreğini sıkı tut da bunları dinle. Sıla günü elinden alınmış yalnız Odysseus değildir; daha birçokları bu Troia seferinde yok olmuştur. Penelopeia, şaşarak, dairesine döndü: çocuğunun uslu akıllı sözleri gönlünü dolduruyordu; oda hizmetçileri kadınlarla birlikte üst kata çıktıkları zaman aziz eşi Odysseus için hâlâ ağlıyordu, ta Gökgözlü tanrıça Athena göz kapaklarına tatlı uyku ekinceye kadar. Yavuklular gölgeli divanhanede gürültü patırdı ediyorlardı; hepsinin tek bir arzusu vardı; onun yanında yatmak. Akıllı Telemakhos, onlara dönerek söz söylemeğe koyuldu — Anamın aşırı cüret gösteren yavukluları, şimdi eğlencemize bakalım; bağırtılar kesilsin; en iyisi şu ozanı dinlemektir; sesi onu ölümsüzler mertebesine yükseltiyor; yarın da, tanlayın, hepimiz dernek meydanında toplanıp meclis kuralım; size açıkça söyliyecek bir çift sözüm var: divanhanemi boşaltmalısınız, artık birbirinizle anlaşın, gidip eğlentilerinizi başka yerde yapın: kendi evlerinizde, birbirinizi konuklayarak kendi mallarınızı yiyerek! yok hepiniz üşüşüp cezasız tek bir adamın malını yiyip bitirmek daha kolayınıza geliyorsa, ben artık sesimi yükseltip daima var olan tanrılara şikâyet edeceğim; 68/431 işlediklerinizin cezasını Zeus versin; hepiniz şu konağın içinde helak olasınız, ve öcünüzü alacak kimse bulunmasın. Böyle deyip kesti. Hepsi, dişlerini dudaklarına bastırarak, Telemakhos'un böyle yüksekten söylemesine sağıyorlardı. Bunun üzerine, Eupeithes oğlu Antinoos şöyle dedi: — Ya, Telemakhos, artık tanrılar, bir meydan hatibi gibi böyle cesaretle, gururla söz söylemeyi demek sana öğretiyorlar. Ama şu iki yanı deniz İthaka üzerine hüküm sürmeği, atalarından kalma bir hak da olsa, Kronos oğlu Zeus kısmet etmesin sana. Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi: — Antinoos, söyliyeceğim gücüne gitmesin: ama buranın hanlığını, Zeus bana lâyık görüp vermiş olsa, kabul etmeğe hazırım. Sana göre hanlık etmek insan için en fena talih mi oluyor? Bana inan, bu hiç de fena bir şey değildir; han olanın evi malla donanır, kendisinin de değeri artar, fakat hanlardan yana bizim iki yanı deniz İthaka zengindir: yiğitleri var, kocaları var; bu Akhailardan biri seçilsin, tanrısal Odysseus gerçekten ölmüşse. Ben de hiç olmazsa kendi evimin beyi olayım. Tanrısal Odysseus'un bana bıraktığı kullara karavaşlara hükmüm geçsin. Buna karşı Polibos oğlu Eurymakhos şöyle dedi: — Telemakhos, bu işler, şüphesiz, tanrıların dizleri üzerindedir; iki yanı deniz İthaka üzerine kim han olacak, o da onların bileceği şeydir. Malın mülkün senin olsun, sarayında da sen kendin hüküm sür: İthaka'da ahali var oldukça, mallarını, dileğin olmadan, gücüyle, senin elinden kim gelip alabilir? Yalnız, azizim, ben senden şu gelen yabancıyı sorup anlamak istiyorum: nereden geliyor sana bu adam? hangi yerden olmakla övünüyor? Bir tarafta soyu sopu, yeri yurdu var mıdır? Babanın dönüşünü müjdelemeğe mi gelmiş? Yoksa yalnız bir 69/431 alacağını istemek için mi? Ne de çabuk çekilip gitti, kendisini tanımağa bile vakit bırakmadı, çehreden yana hiç de kötü kişiye benzemiyordu. Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi: — Eurymakhos, biliyorum, babamın dönmesine ümit kalmamıştır; müjdeci kim ve nereden olursa olsun, ben inanmıyorum artık; kâhinliklere de, anam bir falcı çağırıp sorduğu zaman kulak asmıyorum. Bana gelen konuk ise Mentes adında Taphoslu bir baba dostu imiş; aydın gönüllü Ankhilaos'un oğlu olmakla övünüyor; Taphos hanı imiş ve Taphos'un iyi kürekçi olan ahalisi üzerine hükmü geçermiş. Telemakhos böyle söyledi, lâkin gelenin ölümsüz tanrılardan biri olduğu gönlüne malûm olmuştu. Öbürleri gene dansa ve neşeli çalgıya kendilerini koyvererek akşamı bekliyorlardı! onlar böyle eğlenirken akşam karanlığı basmıştı; o zaman yatıp dinlenmek üzere evli evine dağıldılar. Telemakhos'un yattığı yer en güzel avlunun içinde yapılmış çok yüksek, dört yanı açık bir odaydı. Orada yatağına girdiği zaman zihninde düşünceler kaynaşıyordu. Elinde tutuşmuş çıralar tutan sadık dadı Eurykleia, Peisenor oğlu Ops'un kızı, önden yürüyordu; bunu çok genç iken Laertes kendi malından yirmi sığır pahasına almıştı; sarayında sadık eşiyle bir değerde tutardı, ancak karısını gü- cendirmekten çekinerek yatağına almamıştı. Telemakhos'un önünde yürüyerek tutuşmuş çıralar taşıyan dadı onu bütün halayıklardan çok severdi; daha emzikte iken ona dadılık etmeğe başlamıştı. Sağlam duvarlı odanın iki kanadını açınca Telemakhos yatağına oturdu; yumuşak kaftanını çıkarıp sağlam öğütlü ihtiyar kadının kolları üstüne attı; o da kaftanı dikkatle devşirip oymalı sedirin yanındaki çengele 70/431 astı. Odadan dışarı çıkarak gümüş tokmağından kapıyı çekti, kayışı gererek çubuğu mandalı taktı. Burada, Telemakhos koyun yapağısı ile örtülmüş olarak, bütün gece Athena'nın söylediği yolculuğu düşünde gördü. 71/431 ŞAN : II TELEMAKHOS GURBETTE İTHAKALILARIN DERNEĞİNDE Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez Odysseus'un sevgili oğlu yatağından kalkarak elbisesini giyiyor, sivri kılıcını omuzundan asıyor, tombul ayaklarına güzel sandallarını bağlıyordu; yürüyüp odasından çıkarken tanrıların bir eşi sanılacak gibiydi. Hemen gür sesli çavuşlara emir verdi, uzun saçlı Akhaiları dernek meydanına çağırsınlar diye. Çavuşlar ünledikçe halk da üşüşüp toplanıyordu. Her yandan gelinerek dernek tamam olunca, Telemakhos dernek meydanına doğru yürüdü; elinde tunçtan bir mızrak tutuyordu. Yalnız değildi: iki tazısı arkasından gidiyordu. Athena onun üstüne tanrısal bir güzellik saçıyordu. Yaklaştıkça bütün halkın gözleri ona çevriliyordu, ihtiyarlar yer vererek babasının makamına oturttular. En önce halk arasında söz söylemeğe başlayan kahraman Aigyptios oldu: ihtiyarlıktan beli bükülmüştü, ve bin bir şey görmüş geçirmişti. Sevgili oğlu okçu Antiphos, tanrı eşi Odysseus taylar yetiştiren İlion'a sefere çıkarken, onunla birlikte kocaman karınlı gemilere binip gitmişti; onu, vahşi Kyklop, oyulmuş mağarasının içinde öldürmüş, son akşam övününü ondan yapmıştı. Üç oğlu daha vardı: biri Evrynomos, yavukluların yanında kalıyordu; ikisi ise babalarının işlerine bakıyordu: fakat dert içinde inleyip duran ihtiyar babaya öteki oğlunun yasını hiç bir şey unutturamıyordu. Gene onun için yaşlar dökerek şu sözleri söyledi: — Kulak verin İthakalılar, şimdi söyliyeceklerime: tanrısal Odysseus kocaman karınlı gemilere binip gittiğinden beri aramızda dernek olduğu yoktu. Şimdi bizi böyle toplıyan kimdir? Buna neye hacet görüldü? Genç erlerden veya yaşlılardan biri midir? Dönmekte olan ordudan herkesten önce almış olduğu emin bir haberi mi muştuluyacak? Yoksa halkın iyiliği için başka bir iş üzerine mi konuşup danışacak? Maksadı hayırlı görünüyor bana; aklından geçirdiklerini Zeus rast getirsin. Böyle dedi ve bu dilek Odysseus'un sevgili oğlunu sevindirdi; artık daha fazla yerinde oturmayıp söz söylemek üzere ayağa kalktı, meydanın ortasına ilerledi; akıllı öğütçü Peisenor çavuş ise eline bir âsâ verdi, ilkin ihtiyara dönerek şöyle dedi: — Koca kişi, sorduğun adam uzakta değildir, halkı toplıyanın kim olduğunu şimdi görüp anlarsın; bu davetime sebep yüreğimdeki büyük kaygılardır. Dönmekte olan ordudan bir haberim yok, halkın iyiliği üzerine başka bir iş için de konuşup danışmıyacağım; ancak kendi hacetimi, evimi basan çifte musibeti söyliyeceğim: tosun babamı, burada toplanan sizler üzerine de en yumuşak bir baba gibi hanlık etmiş olan babamı kaybetmem yetişmemiş, ondan da beteri başıma geldi, o yüzden evim harap oluyor, ocağım sönüyor: Anama, kendi hiç istemezken, bir takım yavuklular peyda oldu, onu usandırıp duruyorlar; bunlar dernekte hazır gördüğüm en ileri gelenlerin sevgili oğullarıdır; babası İkarios'un yanına gitmekten, konağında işi konuşup bitirmekten korkuyor bunlar; yoksa, o da elbet kızını çeyizleyip beğeneceği ve kendi seçeceği ere verirdi. Halbuki onlar babamın evine postu sermişler, geceli gündüzlü, sığırlarımı, koyunlarımı, semiz keçilerimi kesip kesip yiyorlar, cümbüş kurup yağız yüzlü şarabımı içiyorlar; böyle, pervasız, malımı bitiriyorlar; ve burada Odysseus değerinde bir er yok ki evinden zulmü uzaklaştırsın. Biz ise henüz kendimiz savaşıp belâyı defedecek halde değiliz; ama hep böyle görgüsüz, tecrübesiz kalacak değiliz elbet,. Elimde gerekli vasıtalar bulunsaydı şimdi bile savaşmaktan geri kalmazdım; çünkü katlanılmaz şeyler oluyor, şerefsizlik içinde evim yıkılıyor. Sizin de artık bu hal 73/431 gücünüze gitsin; dört yandan komşularımız olan erlerden bir az sıkılın; gazaba gelen tanrılardan korkun, ta ki bu yaman işlerin cezasını başınıza çevirmesinler. Size yalvarırım. Olympos'un sahibi Zeus namına, insanların derneklerini toplıyan ve dağıtan tanrıça Themis namına, yalvarırım: Yeter artık, ey dostlar! beni yalnız bırakırı acıklı yasımla! Yoksa, vaktiyle, tosun babam Odysseus güzel knemisli{7} Akhailara kemlik dileyip zulüm yapmış olmasın, onlar da şimdi ceza olarak bu adamları üstüme saldırıp öç almağa kalkışmış olmasınlar. Benim için daha elverişli olurdu, mallarımı ve sürülerimi yiyenler hepiniz birden siz olaydınız; çünkü siz yemiş olsanız belki de bir gün ödetmek mümkün olurdu: il içinde dolaşıp dâvamı anlatır, mallarımın değerini arardım, ve hakkımı elde edinceye kadar yakanızı koyvermezdim. Halbuki şimdi yüreğimi onulmaz kaygılarla dolduruyorsunuz! Böyle dedi ve kanı kaynıyarak asayı yere attı. Gözlerinden yaşlar fışkırıyordu. Halk baştan başa acıma içinde kalmış, susuyordu. Yavuklulardan kimse Telemakhos'a sert sözlerle cevap vermeğe cesaret etmiyordu, yalnız Antinoos yanına gelerek şöyle dedi: — Meydan hatibi, başı kızmış Telemakhos! Bize hakaret ederek neler söyledin? Şerefimize bir leke de sürmek istiyorsun. Kaygılarının sebebi yavuklular mıdır, yoksa, hilekârlıkta eşi olmıyan anan mıdır? Üç yıl çoktan geçti, yakında dört olacak, Akhaiların kalbiyle oynayıp duruyor: hepsini ümitlendirerek, herkese ayrı ayrı haberler gönderip söz vererek; içinde ise büsbütün başka niyetler besliyor. Hele şu büyük hileye bakın: konakta büyük bez tezgâhını kurdurmuş, güya uzun bir bez dokumağa başlamıştı; bize de, yanımızdan her geçtikçe, şöyle derdi: «Yavuklularım delikanlılar, bilirim, tanrısal Odysseus ölmüştür, siz de benimle evlenmeğe sabırsızlanıyorsunuz; ama bekleyin, şu başlanmış bez atkısını bitireyim, hazırlanmış iplikler boşa gitmesin. Bu, kahraman Laertes'in kefeni olacak; yaman Ecel gelip onu helak 74/431 döşeğine sereceği zaman, Akhai kadınları beni kınamaz mı, bunca varlıklı kahraman Laertes kefensiz kalırsa? O böyle derdi, ve bizim taşkın gönlümüz onun sözüne kanardı. O uzun bezi gündüzleri dokuyup dururdu, geceleri ise meşalelerle gelerek sökerdi. Bu hile ile üç yıl geçti, üç yıl Akhailar hilesine kandı. Dördüncü yıl girince, bu geçen ilkbaharda, halayıklardan hilesini görüp bilen biri bize haber verdi; biz de onu güzel bezeli sökerken yakaladık! Ancak böylece, ister istemez, bitirmek zorunda kaldı. Sen de şimdi yavukluların cevabını dinle, iyi anlayıp için rahat olsun, bütün Akhailar da işi iyice anlasınlar: Buradan ananı baba yurduna yolla ve ona babasının seçeceği ve kendi beğeneceği erkeğe varmasını öğütle. Yoksa böyle uzun zamanlar daha Akhai oğullarını avutayım, Athena'nın kendisine bol bol verdiği erdemlerin hepsini göstereyim derse; eski zaman masallarında bile güzel belikli Akhai kadınlarında: Alkmene'lerde, Tiro'larda, güzel taçlı Mykene'lerde misli görülmemiş düzenlerinden vazgeçmezse... İşin şuracığını gereğince anlamamış demektir: senin malın, erzakın yenip gidecek, anan, tanrıların kafasına soktukları hilelerden vazgeçmedikçe. Bundan da şu çıkacak; onun için büyük bir şöhret, senin için malının büsbütün mahvolması! Çünkü biz şuradan şuraya gidip başka işlere bakmıyacağız, anan Akhailardan birini beğenip onunla evlenmedikçe. Akıllı Telemakhos, ona cevap vererek şöyle dedi: — Antinoos beni doğurup büyüten kadını, rızası yokken, evimden nasıl kovayım? Babam da yad ellerde; sağ mı, ölmüş mü belli değil. Bir de İkarios'a tazminat vermek benim için başka bir büyük felâket olacak, anamı kendi başıma onun evine gönderirsem. Babasından gelecek bu kaygılardan gayrı, tanrılardan gelecek olanlar da var; çünkü kovulacak olan anam evin eşiğinde korkunç Eriny'lere dönüp, bana beddua edecek; tanrılarınsa gazabı sert olur! Fakat siz, yüreğinizde hâlâ tanrı korkusu varsa, haydin, divanhanemden çıkın 75/431 gidin, eğlentilerinizi başka yerlerde yapın: kendi evlerinizde, birbirinizi konaklayıp kendi mallarınızı yiyin! Yok hepiniz üşüşüp, cezasız, tek bir adamın malını yiyip bitirmek daha işinize geliyorsa, ben artık sesimi yükseltip daima var olan tanrılara şikâyet edeceğim; işlediklerinizin cezasını Zeus versin: hepiniz şu konağın içinde helak olasınız ve öcünüzü alacak kimse bulunmasın! Telemakhos böyle söylüyordu. O ara uzağı gören Zeus'un gönderdiği iki kartal dağın zirvesinden dalıp geliyordu. Önce rüzgârın esinine uyarak, yan yana gergin kanatlarla uçup yükseliyorlardı, fakat gürültülü derneğin ortasına gelince oldukları yerde, gür kanatlarını çırparak döndüler, ve bütün halkın başları üzerine çevrilen gözleri ölüm saçıyor gibiydi; sonra pençeleriyle yüzlerini ve boyunlarını tırmalayıp aşağı, evlerin ve yüksek şehrin üstünden uçup gittiler. Hepsi gözleriyle gördükleri bu kuşlara şaşakaldılar; gönüllerinin içinden bunun neye alâmet olacağını soruyorlardı. O anda ayağa, ihtiyar kahraman Mastor oğlu Haliterses kalkarak söze başladı. Yaşıtları arasında kuşlardan daha iyi anlıyacak, kaderi ondan üstün haber verecek kimse yoktu. Hepsine iyilik dileyerek söze başladı. — Kulak verin İthakalılar, söyliyeceklerime; özlükle yavuklulara dönerek söylüyorum, çünkü onların başları üzerinde felâket kasırgası dönüyor. Artık daha uzun zaman Odysseus sevdiklerinden uzak kalacak değildir; o pek yakın bir yerdedir, onların hepsinin arasına ecel ve ölüm saçıyor; şu meydan ortasındaki İthaka'da yaşıyanlar arasından da bir çok kişinin başına nice belâlar gelecek. Henüz vakit varken düşünelim, onları azgınlıktan uzaklaştıralım, veya kendileri el çeksinler: menfaatlarma da en elverişli budur. Kâhinlikte acemi değilim, çoktan ve iyi görerek söylüyorum... nasıl ki onun da başına ne gelecek idiyse, haber vermiştim. Argoslular İlion seferine çıkarken ve onlarla 76/431 birlikte çok tedbirli Odysseus giderken. O zaman ona haber vermiştim ki başına çok belâlar gelecek, bütün yarenlerini kaybedecek ve ancak yirminci yılda, herkesçe unutulmuş olarak evine dönecek; bütün bunlar bugün gerçekleşiyor. Buna karşı Polybos oğlu Evrymakhos şöyle dedi: — İhtiyar, kalk evine git, kendi çocukların arasında kâhinliğini et, ve bak, ileride başlarına bir felâket gelmesin; çünkü kâhinlikten yana ben senden yüz defa daha ustayım. Kuşlara gelince, güneşin ışıkları içinde bütün kuşlar uçar ama hepsinden kehanet çıkarılmaz. Odysseus'u bırak sen! o buradan çok uzaklarda ölmüştür; keşke sen de beraber öleydin; hiç olmazsa şom ağzın bu kehanetleri savurmazdı ve bize karşı zaten kızgın olan Telemakhos'u kışkırtmazdın. Sen ondan kendine bir ihsan koparır mıyım diye bakıyorsun. Ben de sana haber vereyim ve dediğimin gerçekleştiğini de göreceksin: yaşlandıkça öğrendiğin düzenbazlıklarla eğer genç adamın öfkesini kurcalamakta devam edersen, bunun ziyanı en önce ona dokunacak! canı isterse işini başarmak için varsın şu kuşlara güvensin! Sana da, ihtiyar, para cezası keseriz, canını yakarız: bunun acısı yaman olur! «Şimdi de Telemakhos'a, herkesin önünde, iyi bir öğüt vereceğim: anasını kandırıp baba yurduna göndersin. Ben öylelerini bilirim ki, düğün masraflarını ödemeğe, babasına da sevgili kızını almak için, gereken armağanları vermeğe hazır. Ondan evvel, inan bana, Akhai oğulları o usandırıcı takipten vazgeçmiyecekler; çünkü şüphesiz kimseden pervamız yok. ne uzun söylevli Telemakhos'tan, ne de, ihtiyarcık, senin hiç inanmadığımız kehanetlerinden: sen çolpa çolpa saçmaladıkça daha iğrenç oluyorsun! Telemakhos'un varı yoğu hep böyle yenip gidecek ve kendisine hiç bir şey tazmin edilmiyecek, ta ki anası bu evlenme oyunu ile Akhaiları avutmaktan vazgeçe! Biz sırf 77/431 onun şerefi için, aldana aldana, aramızda yarışıp gidiyoruz, ve her birimize yakışan başkalarıyla evlenmeği bile düşünemiyoruz. Buna karşı akıllı Telemakhos cevap verdi: — Evrymakhos, ve öteki ünlü yavuklular, bunun üzerine artık size ne bir ricada bulunacağım, ne de fazla bir şey söyliyeceğim; olanları bitenleri tanrılar bildiği gibi, Akhailar da öğrendi. Ama haydin, bana tez yürüyüşlü bir gemi ile tayfa verin, beni deniz üzerinde dolaştırsınlar: İsparta'ya ve kumluk Pylos'a gidip, bunca zamandan beri gurbette kalan babamın izini soruşturayım; belki insanlardan bir şey öğrenirim veya Zeus'un cihanı dolduran seslerinden birini işitirim. Orada babamın sağ olduğunu ve döneceğini öğrenirsem, bezmiş usanmış da olsam bir yıl daha bekliyeceğim; yok eğer öldüğünü, artık var olmadığını işitirsem, hemen sevgili baba yurduna dönüp ona törenle, gereken kurbanlarla mezar dikeceğim, sonra anamı ere vereceğim. Bunları söyleyip oturdu. Mentor ayağa kalktı; Mentor şanlı Odysseus'un arkadaşıydı, gemilere binip gittiği gün bütün evine bakmak işlerini ona havale etmişti. Mentor cümlenin iyiliği için söz alarak dedi ki: — Kulak verin İthakalılar, bütün söyliyeceklerime : Artık hangi asa sahibi kral bundan böyle uslu akıllı, güler yüzlü, yumuşak huylu olur, gönlünde yalnız doğruluk düşünür? Belki elinden geldiği kadar zalim olur, haksızlıklar eder! Çünkü işte tanrısal Odysseus'u, şu üstlerinde yumuşak bir baba gibi hanlık ettiği halkın içinden, bugün hatırına getiren tek bir kişi çıkmıyor. Fakat benim taşkın yavuklulara bir diyeceğim yok; ettikleri zulümlere, düşündükleri fenalıklara kızmıyorum; çünkü onlar, Odysseus'un evini talan edip yemekle, ve onun bir daha dönmiyeceğini sanmakla başlarıyla oynuyorlar. Ben şimdi halkın kalan kısmına, hepinize kızıyorum ki, çoğunluk sizde iken susup 78/431 duruyorsunuz ve sözle olsun bir avuç yavukluyu kınayıp yola getiremiyorsunuz. Buna karşı Evenor oğlu Leiokritos şöyle dedi: — Mentor, aklı sapık fesatçı! nedir o söylediklerin? Halkı kışkırtıp bizi yola getirmek sana mı kalmış? Masa başında yiyip içenlerle savaşmak çokluk için de zor olur. Bilki, İthaka hanı Odysseus bizzat gelse, ve evinde cümbüş kurmuş olan tosun yavukluları konaktan dışarı atmağı aklından geçirmiş olsa, bundan, dönüşüne bu kadar hasret çeken karısını sevindirecek bir netice çıkmıyacak! Öyle bir sınama sonunda o, ancak utanç içinde eceline kavuşur, arkasından bütün halk gelse bile! Sen akıllı bir adam gibi konuşmuyorsun. Fakat haydin, dağılın, işli işine evli evine! Telemakhos da sefere çıkmak istiyorsa işte Mentor, işte Haliterses, ve bunlar gibi babasının eski dostları var. Ama sanırım ki, soruşturmak istediği işlerin haberini İthaka'da oturup bekliyecek ve bu yolculuk hiç olmıyacak. Böyle söyledi ve hemen derneğe son verdi, halk da evli evine dağıldı. Yavuklular Odysseus'un konağına giderken Telemakhos herkesten ayrılarak, deniz kıyısına doğru yürüyordu. Ellerini köpüklü deniz suyu ile yıkıyarak Athena'ya dua etti: — Dinle beni, ey dün evimize gelen Tanrıça, bana pusarık deniz üzerinde gemi ile sefer edip çoktan beri gurbette kalan babamın dönüşü üzerine salık soruşturmamı söylemiştin; lâkin Akhailar önüme geçiyorlar, özlükle kem gönüllü yavuklular. Dua ederek böyle söylerken yanına Athena geldi : Mentor'un boyunu bosunu takınmış, sesini almıştı. Konuşmaya başlıyarak kanatlı sözler söyledi: — Telemakhos, sen bundan böyle korkak da tedbirsiz de olamazsın: babanın cesur yüreği sende olursa! O her şeyi ne güzel başarırdı 79/431 söz ile ve iş ile! Herhalde bu yolculuk geri kalmamalı, başa çıkarılmalıdır! Onun ve Penelopeia'nın oğlu olmasaydın düşündüklerini başaracağından ümidimi keserdim. Babalarına benziyen evlâtlar kaç tanedir? Çoğu onlardan aşağı kalır, pek azı üstün gelir. Fakat sen bundan böyle korkak da tedbirsiz de olmayacaksın: sen Odysseus'un aklından ve gönlünden hiç de mahrum değilsin, ümit olunur ki, bu işleri başarasın. Şimdi sen bırak, yavuklular istedikleri ve düşündükleri gibi devam etsinler; çünkü o çılgınlar dinlemezler ne doğru ne haklı olanı; ölümün, kara ecelin kendilerine yaklaştığını görmüyorlar! Bir günde hepsi helak olacak, ama gafiller bilmiyorlar! Düşündüğün yolculuk asla geri kalmayacak. Benim, babanın nasıl bir dostu olduğumu bilirsin : sana tayfasıyla, tez yürüyüşlü bir gemi hazırlıyacağım, kendim de beraber geleceğim. Şimdi eve git, yavuklulara görün, bir yandan da yollukları hazırlat; hepsini münasip kaplara koydurt: şarabı iki kulplu destilere, insanlara ilik olan unu da sağlam tulumlara. Kendim de halk arasına varıp gönüllü tayfa toplıyacağım. İki yanı deniz İthaka'da eski yeni çok gemi var; onları gözden geçirerek en iyisini seçeceğim; onu donatıp hemen açık denize açılırız. Zeus kızı Athena böyle dedi; Telemakhos çok beklemiyerek bu tanrı sesine boyun eğdi; gönlü üzgün, konağa döndü, taşkın yavukluları avluda buldu; domuzları ütülüyor, keçileri yüzüyorlardı. Antinoos hemen gülerek Telemakhos'un yanına geldi, elini sıkarak ve adıyla çağırarak şöyle dedi: — Telemakhos, meydan hatibi, kafası kızmış genç! artık içinde hiç kötülük kalmasın: ne söyle ne işle! Eskiden olduğu gibi beraber yiyelim, içelim. Akhailar istediklerini yaparlar: sana gemi de verirler seçkin kürekçiler de; binesin ve en tezden mübarek Pylos'a yetişesin, şanlı babandan haber alasın. Akıllı Telemakhos, ona karşı cevap verdi: 80/431 — Antinoos, artık sizlerle bir sofrada oturup eğlenmem, taşkınlıklarınıza susup durmam imkânsız. Şimdiye kadar, ben çocukken, varımı yoğumu yiyip savurduğunuz yetmez mi, yavuklular? Ben büyüdüm artık; ötede beride işittiklerim gözümü açıyor, yüreğimin cesaretini yükseltiyor. Bundan böyle her şeyi deneyeceğim, ölüm tanrıçalarını üstünüze kışkırtacağım, ister Pylos'a gideyim ister burada, İthaka'da kalayım. Her halde yolculuğum geri kalmıyacak, göreceksiniz bunu nasıl başaracağım: madem öz teknem ve kürekçilerim yok, navlonla gemi tutarım; siz de bunları esirgemekle kalın. Böyle dedi ve elini Antinoos'un elinden çekti kurtardı: Öbürleri alaya başladılar, kıracak sözler söylediler: Bu şımarık gençlerden biri şöyle söylenip duruyordu: — Bakındı, Telemaknos'a! Bizi öldürmeyi kuruyor! Yardakçılar bulmak için kumlu Pylos'a gidecek, belki de İsparta'ya sefere çıkmak arzusu ile içi içine sığmıyor; canı isterse toprağı yağlı Ephire'ye kadar uzansın, oradan bağır kemirici zehirler getirsin; sebulara katsın, hepimizin işini bitirsin! Başka bir şımarık da şöyle söylüyordu: — Adam siz de!... gitsin varsın, o da kocaman karınlı gemiyle; bildiklerinden uzak, tıpkı Odysseus gibi, helak olsun... emeğimizi biraz arttırmağa sebep olacak; o zaman bütün mallarını paylaşırız; konağı da anasına veririz, kiminle evlenirse beraber otursunlar. Böyle diyorlardı. O ise babasının yüksek tavanlı geniş hazine odasına inmişti bile. Burada külçe altın, bakır serilmiş yatıyordu; sandık sandık kumaşlar vardı; mis kokulu zeytin yağlarının yanında eski tatlı şarap küpleri duvara dayanmış dizili duruyordu; içlerindeki su katılmamış, tanrılara lâyık içki bekliyordu ki, bir gün, tanrısal Odysseus, bunca cefalardan sonra, evine dönsün! Sağlam ağaçtan 81/431 yapılmış kapılar çifte mandalla bağlanmıştı; gece gündüz, kahya kadın, Peisenor oğlu Ops kızı Eurykleia, orada, gözü tetikte, hepsini bekliyordu. Telemakhos onu yanına çağırarak şöyle dedi: — Dadı, şimdi bana sen şarabın en tatlısından, en iyisinden, iki kulplu destilere doldurup vereceksin: hani «O» nun için, zavallı belki bir gün döner diye sakladığından; on iki desti olsun, hepsinin de ağızları iyice kapansın; bana bir de güzelce dikilmiş sağlam tulumlara un dolduracaksın; iyi öğütülmüş undan yirmi ölçek olsun, en incesinden ha! Bunu senden başka kimse bilmesin; haydi hemen, her şeyi hazırla. Akşama gelip alacağım, ne zaman annem, yatmak için, üst kata çıkarsa. Ben, çünkü, İsparta'ya ve kumluk Pylos'a gidiyorum, sevgili babamın dönüşü üzerine belki bir salık alırım diye. Böyle deyince Eurykleia dadı bir çığlık kopardı; hıçkırıkları arasında kanatlı sözler söyledi: — Niçin, sevgili çocuğum, niçin kafana böyle bir fikir koydun? Yeryüzünün nerelerine gitmek istiyorsun, sevgilimiz bir sen kalmışken? Öbürü, Tanrı soyu Odysseus da böyle baba yurdundan uzak, yad ellere gidip helak oldu!.. Sen gider gitmez onlar, arkandan kemlik dileyip mahvın için ne dolaplar çevirecekler! bütün bunları aralarında paylaşacaklar. Mallarının başından ayrılma; hasatsız denizlerde dolaşıp cefalar çekmene ne hacet? Akıllı Telemakhos ona karşı şöyle dedi: — Dadıcığım, sen hiç korkma; tanrının dileği olmasa bana bu fikir gelmezdi; yalnız yemin et, sevgili anneme, on bir on iki gün geçmeden söylemiyeceğine... meğer ki kendi sorsun ve gitmiş olduğumu öğrensin... Yazık olur, ağlar da güler yüzü solarsa. 82/431 Telemakhos böyle deyince ihtiyar kadın tanrıların büyük yemini ile and içti; andı töresince kılıp tamamladıktan sonra, şarabı destilere aktarmağa ve unu sağlam tulumlara doldurmağa gitti; Telemakhos ise divanhaneye dönerek yavuklulara ulaştı. Bu ara Athena, gökgözlü tanrıça düşündüğünü yerine getirmek üzere, hep Mentor'un suretinde olarak şehri dolaşıyor, birer birer kürekçilere yanaşarak akşama tez yürüyüşlü geminin yanında toplanmak için hepsine parola veriyordu. Phronios oğlu ünlü Noemon'dan, tez yürüyüşlü gemisini istemiş, o da seve seve kabul etmişti. Güneş batıyordu, bütün yolları gölge basarken Athena gelip tez yürüyüşlü gemiyi denize çekti; güverteli gemilerin beraber götürmesi gereken pusatları da hep yükletti, ve gemiyi limanın ağzına götürüp demir attı. Orada bütün yiğit tayfalar toplanmıştı. Tanrıça her birine ayrı ayrı cesaret verdi; tanrısal Odysseus'un konağına gelerek orada yavukluların gözlerine tatlı uykuyu ekti; bu içkililer uyuşan ellerinden sağrağı bıraktılar; daha ziyade duramayıp, şehirde yatmağa gitmek üzere, ayağa, kalktılar, çünkü göz kapaklarından uyku akıyordu. Gökgözlü Athena Telemakhos'u çağırdı, iyi yapılı büyük konaktan dışarı çıkardı; Mentor'un suretine girmiş ve sesini almış olarak, şöyle dedi: — Telemakhos, vakittir! güzel knemisli yarenlerin, kürekleri başında, emrini bekliyorlar. Haydi gidelim, hareketi daha ziyade geciktirmiyelim. Böyle söyliyerek, Athena onu hızlı adımlarla götürüyordu; Telemakhos tanrıçanın arkasından, izleri üzerinden yürüyordu. Kumsalda uzun saçlı yarenleri buldular. Tanrısal Telemakhos onlara şöyle dedi: 83/431 — Haydin, arkadaşlar, gidelim, kumanyayı getirelim; her şey hazır, konakta yığılmış duruyor; anamın hiç bir şeyden haberi yok, halayıkların da, meseleyi yalnız biri biliyor. Böyle diyerek öne geçti, ötekiler arkasından yürüyorlardı. Her şeyi taşıyarak getirdiler, gemide sıraların altına yerleştirdiler, Odysseus'un sevgili oğlu nasıl emrettiyse. Telemakhos gemiye bindi. Athena kılavuzluk etmek üzere geminin pupasına geçti, yanına da Telemakhos oturdu; palamarları çözdüler, adamları hep bindiler, kürekçi sıralarına oturdular. Gökgözlü tanrıça Athena onlara şarap yüklü deniz üzerinde öten rüzgârı, uygun Zaphyros'u gönderdi. Telemakhos yarenlerini gayrete getirerek manevraya kumanda etti; onlar da itaat ederek emrini yerine getirdiler; çam direği kaldırdılar, tam yuvasına diktiler, çarmık ipleriyle padavralara berkittiler; beyaz yelkenleri iyi kıvrılmış kayışlarla çektiler. Rüzgâr yelkenleri tam ortadan şişiriyordu; iki yandan karinaya uğultu ile çarpan dalgalar arasında gemi kalktı; şimdi, itile kakıla uçuyor, yol alıyordu. Tez yürüyüşlü kara tekneye boylu boyunca halatları bağladıktan sonra, ağza kadar şarapla dolu sağrakları diktiler, ölümsüz bengi tanrıları, özlükle gökgözlü Zeus kızını anarak saçı kıldılar. Bütün gece, tan ağardıktan sonra bile, gemi yol aldı. 84/431 ŞAN : III PYLOS'TA Güneş güzel gölün üstünden baştan başa tunç rengi kesilen gökte ölümsüzlere ve buğday yetiştiren yer yüzündeki insanlara ışık vermek için doğarken Pylos'a Neleus'un sağlam hisarlı kalesine yetiştiler. Deniz kıyısında Pyloslular kapkara buzağıları kurban kesip yeri sarsan lâcivert saçlı tanrı ya sunuyorlardı. Oturacak yerler dokuz, sıraydı, her birinde beş yüz kişi oturmuştu ve her sıra önünde dokuz boğa boğazlanmış; kendileri içirikleri yemekte, tanrı için butları yakmakta iken İthakalıların gemisi sahile doğru ilerliyordu; tayfalar yelkenleri topladılar, denk yapılı gemiyi küreklerle yanaştırdılar ve kendileri karaya çıktılar. Telemakhos da gemiden indi, Athena yolu göstermek üzere önden yürüdü; gökgözlü tanrıça söze başlayıp ona dedi ki: — Telemakhos, şimdi artık sıkılganlığın hiç lüzumu yoktur; bu deniz seferine çıkman ancak babanın nerelerde kaldığını, kaderin hükmü ile başına neler geldiğini öğrenmek içindir. Haydi şimdi, doğru at terbiyecisi Nestor'un yanına git, göğsünde sakladığı düşünceyi bilelim. Akıllı Telemakhos, ona karşı cevap verdi: — Mentor, yanına nasıl varayım, kendisini nasıl selâmlayayım? Düzgün lâkırdı söylemeğe alışkınlığım yok, ve benim gibi bir genç yaşlılardan bir şey sorarken sıkılıp yüzü kızarır, elbet Athena, gökgözlü tanrıça, cevap verdi: — Telemakhos, söyliyeceklerinin bir kısmını kendin içten düşünüp bulursun bir kısmını da tanrılardan biri ilham eder çünkü sanmam ki tanrıların rızası olmadan doğmuş ve büyümüş olasın. Böyle diyerek Pallas Athena öne geçti; hızlı adımlarla yürüyordu, o da tanrıçanın arkasından, izleri üzerinden gidiyordu; Pylos erlerinin kutsal derneğine doğru yürüyüp Nestor'un oğullarıyla birlikte oturduğu sıralara kadar ilerlediler. Nestor'un adamları her yanda şöleni hazırlıyor, kimi etleri kızartıyor, kimi şişlere geçiriyordu. Yabancıları görür görmez, hepsi birden önlerine koştular, ellerini uzatarak onları yanlarında oturmağa davet ettiler. İlkin Nestor oğlu Peisistratos yakın gelerek her ikisinin elini tuttu; onları sofranın önünde, babasıyla kardeşi Trasymedes arasında, kum üzerine serilmiş yumuşak postlara oturttu; içiriklerden onlara pay ayırdı, bir altın sağrak içine şarap doldurdu; bunu fırtına koparan Zeus kızı Pallas Athena'ya sunarak şöyle dedi: — Konuk, önce Poseidon hana dua et; çünkü işte her ikiniz onun şöleni üzerine buraya gelip çattınız; Tanrıya şarapla saçı kıl, âdet nasılsa öyle dua et, sonra arkadaşına da sağrağı ver, o da şu bal gibi tatlı şarapla saçı kılsın; ölümsüzlere o da dua eder sanırım, çünkü bütün insanlar hacetlerini tanrılara arzederler. Ancak o daha genç, ben yaşta göründüğü için altın sağrağı önce sana veriyorum. Böyle dedi ve eline tatlı şarap sağrağım verdi; Athena doğruluğu gözeten bu akıllı erden hoşlanarak, hemen Poseidon hana uzun uzun dua etti. — Duamı kabul et, ey yerin sahibi Poseidon, ve senden yalvardığımız işleri başarmamıza inayetini esirgeme. En önce Nestor'a ve oğullarına şan ve şeref ver! Sonra bütün öbür Pyloslulara, ünlü yüzlük kurbanları için, iyi bir karşılık ihsan et. Telemakhos ile bana da inayet 86/431 eyle: bizi tez yürüyüşlü kara gemi içinde buraya getiren haceti başarıp selâmetle dönelim. Böyle dedi, sonra duasını gene kendi onadı; Telemakhos'a güzel iki kulplu sağrağı uzattı, Odysseus'un sevgili oğlu da onun gibi dua etti. Sonra Pyloslular, üst etleri kebap edip ateşten çıkardılar; paylara ayırıp kendilerine çektikleri nefis ziyafeti kutladılar. Yiyip içip iştahlar yatışınca, ihtiyar at terbiyecisi Nestor onlara dönerek söze başladı: — Konuklardan kimler olduklarını sorup anlamağa en iyi zaman, tam şimdiki gibi, yiyip içip keyifleri yerine geldikten sonradır. Konuklarım, kimlersiniz? Deniz yoluyla gelişiniz nereden? Bir ticaret peşinde mi yoksa deniz üzerinde, canlarını tehlikeye atarak başkalarının sahillerini talan etmeğe giden korsanlar gibi hedefsiz mi dolaşıyorsunuz? Akıllı Telemakhos ona dönerek cesaretle dedi ki: Yüreğine bu cesareti Athena vermişti, ta ki gurbette kalan babasından salık soruştursun ve insanlar gözünde nam kazansın. — Neleus oğlu Nestor. Akhai'ların yüz suyu, nereli olduğumuzu soruyorsun, ben de her yanıyla anlatacağım. Biz Neion dağının eteğindeki İthakadan geliyoruz, öz işim üzerine danışmağa geldim, budunun bir işi için değil. Bir tarafta babamın yaygın ününden bir yankı işidir miyim diye dolaşıyorum: ulu yürekli Odysseus'tan bir haber; o, seninle birlikte Troialıların kalesini almak için savaşmış diyorlar. Troialılara karşı bütün savaş edenlerden her birinin nerede hazin ölümle helak olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz; yalnız onun kaderini Kronos oğlu gizli tutmuştur; kimse onun nerede öldüğünü açıkça söylemiyor: karada düşmanları eliyle mi, yoksa denizde Amphitrite'nin dalgaları arasında mı? Bunun için dizlerine kapanmağa geldim, bana o hazin 87/431 ölümden söz açabilir misin? Kendi gözlerinle görmüş müsün?... Veya yad ellerde dolaşan başka birisinden bir şey işitmiş misin? Anaların doğurduğu evlâtların en talihsizi imiş benim babam. Hiç çekinmeden, gerçeği yumuşatmağa çalışmadan, bana açıkça anlat, gözlerinle nasıl görmüş isen. Bunun üzerine ihtiyar at terbiyecisi Nestor dedi ki : — Ey dost, şu anda bende ne hâtıralar uyanıyor! O illerde bütün çektiğimiz cefalar, bizim ele avuca sığmaz Akhai oğullarının dik kafalılığı yüzünden; o pusarık denizlerde gemilerle ettiğimiz seferler, Akhilleus nereye emretse talan için verilen baskınlar, Priamos hanın başkentini çevirmek için bunca uzun savaşlar! Orada en seçkinlerimiz helak oldu: Aias, o ikinci Ares, orada yatıyor! Akhilleus! orada düştü! danışmanlıkta Tanrıların eşi Patroklos orada kaldı! benim de sevgili oğlum, koşucuların ve savaşçıların başkanı, yiğit cesur Antilokhos'um oradadır! Bu musibetler ve daha birçokları başımıza geldi. Bütün bunları hikâye etmeğe ölümlü insanlardan kimin ömrü vefa eder? «Beş yıl, altı yıl burada kalıp tanrısal Akhaiların orada çektiklerini sen sorup ben naklededursam hepsini öğrenmeden bıkıp usanıp ata yurduna dönerdin. Tam dokuz yıl onlara sıkı sıkıya pusular kurduk, her türlü hileler ördük, taki Kronos oğlu bize işleri rasgetire! O zaman kimse babanla, akılda tedbirde, boy ölçüşemezdi; sonsuz hileleriyle herkesten üstün tanrısal Odysseus, senin baban! Sahiden de onun oğlu musun? Fakat yüzüne bakınca beni hayret alıyor! Sözlerin, konuşusun tıpkı onunkine benziyor. Bu genç yaşta bu kadar benzeyiş inanılmaz şey!... Benimle tanrısal Odysseus arasında asla ayrılık gayrılık olmazdı: derneklerde meclislerde, Argoslular toplanıp işleri danışırken, gönlümüz bir, düşündüğümüz, dilediğimiz bir olurdu: ve bizim verdiğimiz öğütler cümlenin menfaatına en uygun olurdu. 88/431 Nihayet Priamos'un sarp kalesini alıp talan ettik; işte o zaman Zeus bizim için uğursuz bir dönüş tasarladı bizim Argoslular arasında akıllı ve doğru olanlar çok değildi; bu sebepten niceleri gökgözlü tanrıçanın gazabına uğrayarak üstlerine musibetler çekmişlerdi; ulu tanrı kızı iki Atreus oğlu arasına nifak soktu; bunlar bütün Akhaiları, gereksiz ve usulsüz, güneş batarken dernek kurmağa çağırdılar; Akhai oğulları da içkili olarak geldiler. O zaman halkı ne için topladıklarını anlattılar: bir yandan Menelaos bütün Akhaiları hemen engin deniz sırtında sefere çıkmak hazırlığını düşünmeğe davet ediyordu. Öbür yandan Agamemnon bu fikri hiç beğenmiyerek, halkı tutup kutsal yüzlük kurbanlar sunmağa lüzum görüyordu. Athena'nın korkunç gazabını yumuşatmak için. Ne çocukluk! anlamıyordu ki böyle bir şeye kanmamalıydı: hiç kolay kolay tanrıların kararı değişir mi? iki han, ayakta, birbirini sert sözlerle kırdılar, ve güzel knemisli Akhailar korkunç naralar kopararak kalktılar, iki ayrı kararla birbirlerinden ayrıldılar. O geceyi karşılıklı kemlik düşünerek sabahladık: çünkü Zeus bize yaman belâlar hazırlıyordu! Şafak sökerken gemileri, tanrısal denize çekip içlerine mallarımızı ve bol kuşaklı kadınları bindirdik; halkın yarısı budunlar çobanı Atreusoğlu Agamemnon'un yanında kalmak için direniyordu; öbür yarımız gemilere binip açıldık: hızla ilerliyorduk; bir tanrı derin uçurumlu denizin dalgalarını yatıştırdı. Tenedos'a geldik. Orada sılaya kavuşmak dileğiyle kurbanlar kesip tanrılara sunduk; ama kızgın Zeus henüz dönüşümüzü aklına getirmiyordu: aramızda, gene ikinci ve korkunç bir nifak tutuşturdu, iki yandan kürekli veya iki güverteli gemilerin bir kısmı yolunu değiştirdi; aydın gönüllü, bin bir tedbirli Odysseus hanın reisliği altında, Atreus oğlu Agamemnon'a yaranmak üzere ayrılıp gittiler; ben ise bütün arkamdan gelen gemilerle kaçtım, çünkü tanrının bize kemlik düşündüğünü anlamıştım. Tydeus oğlu, bu 89/431 ikinci Ares de yarenlerini birlikte götürerek kaçtı; Sarı Menelaos da daha sonra bize Lesbos'ta ulaştı. Uzun seferin yolunu düşünmekte idik: Khios'un kayalarını sola alarak, onların üstünden gidip Psara adasını mı dolaşmalıydık, yoksa Khios'un altından Mimas'ın rüzgârlı kıyılarına mı yaklaşmalıydık? Tanrıdan bir alâmet göstermesini diliyorduk. Bize apaşikâr işaret edildi ki, açık denizin ortasında Erebos üzerine dümen kıralım, ta ki en tezden tehlikeden kaçınalım. Uygun ve serin bir rüzgâr da kalkıp esmekte idi, gemilerimiz balığı çok deniz üzerinde hızlı hızlı yol alarak geceleyin Geraistos'a geldik. Burada Poseidon'a ulu denizi aşabildiğimiz için sayısız boğa butları yakıp sunduk. Dördüncü gün Argos sahillerindeydik, burada Tydeus oğlu, at terbiyecisi Diomedes ve yarenleri denk yapılı gemilerini karaya çektiler; ben Pylos'a kadar ilerledim, ve bir tanrının yola çıkışımızdan beri estirdiği rüzgâr yolculuğun sonuna kadar kesilmedi. İşte, sevgili çocuk, böylece memlekete geldim; başka bir şey görmedim: öbür Akhailardan hangileri kurtuldu, hangileri helak oldu, bilmiyorum. Ancak kendi konağımızda yerleşip oturmakta iken; her ne haber almış isem, hakkındır, hepsini öğreneceksin, hiç bir şey senden gizlemiyeceğim. Usta mızrakçı Myrmidonlar sağ esen dönmüş, diyorlar; bunların başkanı büyük Akhilleus'un şanlı oğlu idi. Paian'ın ünlü oğlu Philoktedes de sağ esen döndü. İdomeneus dahi kavgadan kurtulan yarenlerini Girit'e ulaştırdı: deniz onlardan kimseyi kapmadı. Atreus oğlu Agamemnon'un, gerçi uzak bulunuyorsunuz, fakat herhalde bizim gibi siz de, döndüğünü ve Aigisthos'un ona hazin bir ölüm hazırladığını işitmiş olacaksınız. Fakat o da acı acı cezasını buldu; arkasında bir oğul bırakana ne mutlu. Oğlu Orestes ünlü babasının kan öcünü alarak hilekâr kaatili Aigisthos'u öldürdü. Sen de, dostum, görüyorum ki yakışıklı bir yiğit olup yetişmişsin; cesur ol ki bir gün, torunlarından biri senin de adını hayırla ansın!» Akıllı Telemakhos ona karşı dedi ki: 90/431 — Ey Neleus oğlu Nestor, Akhaiların yüzsuyu, gerçek o babasının tamamıyla öcünü aldı, adı sanı Akhailar arasında yayılacak ve geleceklere duyulacaktır. Keşke bana da tanrılar böyle bir kuvvet vermiş olaydı! Taşkın yavuklulara zulümlerinin, kurdukları fenalıkların cezasını verirdim; ama tanrılar bana ve babama böyle bir mutluluk kısmet etmediler; ve şimdi hepsine katlanmaktan başka çarem kalmadı, Buna ihtiyar at terbiyecisi Nestor cevap verdi: —Ey dost, kendin söz açıp bunları andığın için... söylüyorum: diyorlar ki anana birçok fodul yavuklu çıkmış, konağım sömürüp, senin de mahvını kuruyorlarmış, söyle bana, bunlara istiyerek mi katlanıyorsun, yoksa memlekette halk, bir tanrının sesine uyarak, sana düşmanlık mı gösteriyor? Kimbilir belki bir gün, baban kendi başına veya bütün Akhaiların yardımıyla yetişecek, ve hepsine taşkınlıklarının cezasını verecektir: Keşke gökgözlü Athena seni de seveydi, mutlu babanı sevdiği ve ona içten ilgilendiği gibi, Troialılar ilinde, biz Akhailar cefalar, mihnetler, çekmekte iken! Hayır, ölümlü insanlardan birine tanrıların o kadar muhabbet gösterdiklerini asla görmüş değilim, senin babana açıktan açığa Pallas Athena'nın gösterdiği muhabbet kadar... Eğer sana da böyle yürekten, kopan bir ilgi göstermek isteseydi, onların bir çoğu aklından düğünü derneği çıkarırdı. Akıllı Telemakhos ona karşı şöyle dedi: — Sayın ihtiyar, bu söylediğinin gerçekleşeceğine inanamıyorum; öyle büyük sözler söyledin ki, beni hayret ve dehşet alıyor: Böyle bir mutluluk bir türlü ümidimin içine sığmıyor, tanrılar böyle istese bile! Buna karşı Athena, Gökgözlü tanrıça, atıldı: 91/431 — Telemakhos, bu nasıl söz, dişlerinin arasından kaçan öyle? Bir tanrı isteyince uzaktan bile sevdiği adamı kurtarabilir. Benim gözümde, her türlü cefaları çektikten sonra, sıla gününe erişip yurda dönmek yeğdir, seferden dönüp yurda gelir gelmez, Aigisthos'un ve karısının pususuna düşen Agamennon gibi, helak olmaktansa. Gerçek şu da var ki, tanrılar bile sevdikleri adamdan hepimizin payı olan ölümü uzaklaştıramazlar, öldürücü Ecel Moira gelip onu helak döşeğine serdikten sonra. Akıllı Telemakhos ona karşı dedi ki: — Mentor, bundan artık bahsetmiyelim: Kaygılarımız yüreğimizden taşıyor. Babam için artık sıla yoktur, ölümsüzlerin onun için verdikleri hüküm ancak ölümdür, kara Ecel'dir. Şimdi başka bir söz açıp Nestor'dan sormak isterim: Çünkü o doğrulukta ve düşünüşte herkesten üstündür üç nesil üzerine hüküm sürmüş diyorlar, öyle ki gözüme bir tanrı gibi görünüyor. Ey Neleus oğlu Nestor, bana hakikati söyle; Atreus oğlu ulu hakan Agamemnon nasıl helak oldu? Menelaos nerede idi? Nasıl olmuş da hilekâr Aigisthos ona ölümü hazırlıyabilmiş? Kendisinden kat kat üstün bir eri öldürmeğe nasıl yol bulmuş? Yoksa Menelaos Akhaieli'nde, Argos'ta, değil miydi? Başka illerde mi dolaşıyordu? Öbürü bundan mı cesaret alarak cinayeti işledi? Ona ihtiyar at terbiyecisi Nestor cevap verdi: — Hay hay, çocuğum, sana bütün hakikati, her şeyi olduğu gibi söyliyeceğim: Ama görüyorsun ki, kendin de anlıyorsun; ne olacaktı, eğer Menelaos dönüşünde Aigisthos'u konağında sağ olarak ele geçirseydi! Leşine kara toprak içinde bile bir mezar vermiyecekti; kırlarda, sur dışında, onu köpekler ve yırtıcı kuşlar paralıyacaktı, ve hiç bir Akhai kadını onun için ağlamıyacaktı; işlediği cinayet bu derece 92/431 büyüktü!... Biz orada, Troia'da, savaş üstüne savaşla uğraşırken, o rahat rahat Argos'un at yetiştiren çayırları ortasında, Agamemnon'un karısını yumuşak sözlerle baştan çıkarıyordu. Tanrısal Klytaimnestra, başta bu alçakça işi reddediyordu; içinde yalnız iyi duygular vardı; fakat yanında bir ozan bulunuyordu ki, Atreus oğlu Troia seferine çıkarken evinde bırakmış ve karısına bakmağı ona havale etmişti; lâkin vadesi gelip kısmet ona kıskıvrak bağlayınca Aigisthos ozanı aldı, ıssız bir adaya sürdü, orada kuşlara yem olmak üzere bıraktı. O zaman erkeğin isteğine kadın da razı oldu: Aigisthos onu kaldırıp evine götürdü. Mutlu tanrıların sunaklarında nice butlar yaktı, adak olarak nice bezekler, işlemeli kumaşlar, altınlar astı; yüreğinde asla ümidini beslememiş olduğu büyük başarı için. Troia'dan dönerken, ben ve Atreus oğlu Menelaos, beraber sefer ediyorduk, hep birbirimizle dost olarak, Suniona, Atina'nın kutsal burnuna eriştiğimiz sıradaydı ki, Phoibos Apollon, en yumuşak oklarıyla, Menelaos'un kılavuzu Onetor oğlu Frontis'e hücum ederek öldürdü; o anda bütün hızı ile giden geminin dümeni elleri arasındaydı; kasırgalar içinde dümen kullanmada bütün insanlar arasında eşi yoktu. Menelaos, yola devama bu kadar acelesi varken, orada tekrar mola verip adamını gereken cenaze töreniyle gömdü; ondan sonra oymalı gemilere binip şarap yüzlü deniz üzerinde sefere çıktı; sarp Male burnuna ulaştıkları zaman uzağı gören Zeus, onları uğursuz yola atmağa karar vererek sırtlarına pusank ve ıslıklı kasırgaları püskürdü: Dev dalgalar dağlar kadar şişip yükseliyordu. Birbirinden ayrılan gemilerin bir çoğu Krete Girit cihetine, İardanus'un iki kıyısında oturan Kydonların iline sürüklendi. Gortyna'nın ucunda, denizin sisleri içinde, sarp ve yalçın bir kaya dalgalar üzerine sarkmaktadır; burada Notos yeli ulu dalgaları bu kayanın böğürlerine, Phaistos'tan yana, kakar durur; ve o küçük kaya kocaman dalgalara kafa tutar! İşte burda 93/431 karaya yanaştılar; adamlar güçlükle ölümden kurtuldu, fakat çarpışan dalgalarla kayalar arasında tekneler parçalandı; rüzgârlara ve sulara kapılan beş lâcivert pruvalı gemi Aigyptos'a = Mısır'a ulaştı ve Menelaos, çok altın ve mal biriktirmek için, yabancı dil konuşan illerde gemilerle sefer edip dururken, Aigisthos kendi yurdunda ona yas hazırlıyordu: Sılasına kavuşan Atreus oğlunu öldürdü, halk da boyun eğerek arkasından yürüdü. Tam yedi yıl altını çok Mykenai'de hanlık sürdü; sekizinci yılda, ona baş belâsı olarak, tanrısal Orestes yetişti; ve tepelediği iğrenç anayı ve alçak Aigisthos'u gömerek Argos'lulara cenaze ziyafetini verdi. Aynı günde gür sesli Menelaos geldi: Gemileri alabildiği kadar çok mallar getirmişti... Şimdi sana Menelaos'a kadar gitmeni öğütlerim: Çünkü herkesten en son dönen odur; hem de öyle yerlerden ki, rüzgârlar bir kere gemilerin yolunu o tarafa saptırdılar mı, artık geri dönmeğe ümit kalmaz; deniz içinde, o kadar uzak ki, kuşlar bile, gidişgeliş bir seferi bir yılda yapamaz; öyle engin, öyle korkunç bir deniz! Sen Menelaos'un katına gitmelisin; gemini, yarenlerini beraber götür... Karadan gitmek istersen arabam, atlarım sana hazır; oğullarım da var ki, seni tanrısal İsparta'da Sarı Menelaos katına iletebilirler. Kendin görüp rica edersin, sana her şeyi açıkça söylesin; korkma, yalan hiç söylemez, çünkü akıllı, bilge kişidir. Nestor böyle anlatırken güneş battı, alaca karanlık bastı. O zaman Athena, Gökgözlü tanrıça dedi ki: — İhtiyar, her şeyi gereğince anlattın. Şimdi, haydin kurbanlardan dilleri koparın, şarabı karıp Poseidon'a ve öbür ölümsüzlere saçı kılalım; sonra yatağı düşünelim; çünkü vakit geldi: Işık ufuk altında gizlendi bile; tanrıların şöleninde de olsa daha çok zaman durmak gerekmez artık çekilmeliyiz. Zeus'un kızı böyle dedi, ve herkes hemen dediğine itaat etti. Çavuşlar ellerine su döküyor, genç delikanlılar şarap karıp sebuları 94/431 ağızlarına kadar dolduruyordu; herkese, baştan başa, dopdolu sağraklarla sundular; dilleri ateşe koydular ve ayağa kalkarak tanrılara saçı kıldılar; ondan sonra kendileri de canları istediği kadar içtiler. O ara, Athena ve tanrı yüzlü Telemakhos kocaman karınlı gemiye dönmekten söz açınca, Nestor ağırlayıcı sözlerle onları alıkoydu: — Zeus ve öbür ölümsüz tanrılar esirgesin! Yanımdan ayrılıp tez yürüyüşlü gemiye gitmek ha! Beni büsbütün yoksul, evinde örtünecek ve konuklarını rahat ettirecek çarşafı yorganı yok mu sandınız? Katımda çarşaflar da, güzel yorganlar da bulunur, ve ben sağ oldukça kahraman Odysseus'un oğlu buradan çıkıp geminin güvertesinde yatmağa gidemez; ve benden sonra, konağımda oğullarımdan biri bulundukça, çatımıza gelen yabancılar konuklanacaktır. Athena, Gökgözlü tanrıça, dedi ki: — İyi söylüyorsun, ihtiyar dost! Telemakhos sözünü dinlemelidir, en iyisi böyledir; şimdi, kendi seninle gidip konağında gecelemelidir, ben ise kara gemiye gidip yarenlerin her biriyle konuşarak gönüllerini almalıyım; onların arasında en yaşlısı olmakla övünürüm; ve bu genç tayfalar sırf bir dostluk olsun diye, hepsi de onun yaşında iken, ulu gönüllü Telemakhos'un arkasından gelmişlerdir. Şimdi ben gidip kocaman karınlı kara gemide biraz dinleneyim, çünkü yarın, şafak sökerken, ulu gönüllü Kavkonların katına gideceğim; orada eski bir alacağım vardır, az bir şey de değil. Sen de yanında alıkoyduğun bu dostu arabanla ve oğullarından biri ile yola çıkarırsın; ona atlarının en güçlü ve en çeviklerini de verirsin. Bu sözler üzerine Gökgözlü Athena bir şahin suretinde gözden kayboldu; bütün Akhaiları şaşkınlık aldı! Gözleriyle gördüğüne şaşan Nestor, Telemakhos'un elini tutup dedi ki: 95/431 — Güvenim var, ey dost, yürekli ve güçlü olacaksın; bak henüz bu kadar genç iken tanrılar kılavuzun olarak yanına geliyor; çünkü bu giden Olymposta oturanlardan başkası olamaz, hem de Zeus'un kızı, mutlu Tritogenia'nın ta kendisi olmalı: Tosun babanı bütün Argoslulardan üstün o tutardı... Ey tanrıça bizi yargıla, bize iyi ad ve san ihsan eyle: Kendime ve çocuklarıma ve sayın eşime. Sana ben yaşını tamamlamış bir düve kurban edeceğim: Geniş alınlı, sapana alıştırılmamış, kimse boyunduruğa koşmamış; onu ben boynuzlarını altınla kaplatarak kurban edeceğim. Böyle deyip dua etmişti, Athena da dinleyip dileğini onamıştı. Önden giden ihtiyar at terbiyecisi Nestor, oğullarını ve damatlarını güzel konağına iletti. Anlı şanlı konağın büyük divanhanesine erişince, sıralı sandalyelere ve koltuklara geçip oturdular, ihtiyar, gelenleri ağırlamak için emretti: En tatlı şarabını, onbir yıllığını, sebu içinde karsınlar; kâhya kadın bezi çözüp küpün ağzını açtıktan ve sebuda şarap karıldıktan sonra, ihtiyar han fırtına koparan Zeus'un kızı Athena'ya saçı kılarak, uzun uzun dua etti. Saçı töreninden sonra canları istediği kadar içtiler ve uyumak için ayrı ayrı odalarına çekildiler, ihtiyar at terbiyecisi Nestor, Telemakhos'u, tanrısal Odysseus'un sevgili oğlunu yatırmak için hemen oracıkta, yankılı dehlizde iki oymalı sedir hazırlatmıştı: Telemakhos'un yanında şanlı okçu, savaşçılar başkanı Peisistratos kalıyordu: Konakta hanın henüz evlenmemiş en küçük oğlu idi. Kendi de uyumak için yüksek binanın öbür bucağına gitti, orada karısı hatun yatağını döşeğini hazırlamıştı. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı şafak görünür görünmez, yatağından fırlayan at terbiyecisi Nestor, dışarı çıkıp yüksek konak kapısının bir yanındaki cilâlı taş kürsüler üzerine oturdu, bu beyaz, ve 96/431 cilâsı daima taze taşlara vaktiyle danışmanlıkta tanrıların eşi Neleus otururdu; fakat o Ecel Ker eliyle yıkılıp Ahrete Hades vardıktan beri, buraya, ihtiyar Nestor, Akhaiların siperi, elinde hanlık asası olarak, otururdu. Oğulları, yatak odalarından çıkarak hep beraber etrafını aldılar: Ekhephron, Stratios, Perseus, Arestos ve tanrısal, Trasymedes; bunlardan sonra altıncı olarak kahraman Peisistratos gelmişti: Tanrı benzeri Telemakhos'u da getirip hanın yanına oturttular. İhtiyar at terbiyecisi Nestor söze başlayıp dedi ki: — Çabucak, sevgili çocuklar, istediklerimi yerine getirin: Ölümsüzlerden Athena'ya dua edelim: O, bana tanrı şöleninde apaşikâr göründü. Haydin, hemen çocuklardan biri kıra gidip bir düve arasın, sığırtmaçlardan biri yederek getirsin; biri de kara gemiye gidip ulu gönüllü Telemakhos'un bütün yarenlerini alıp gelsin, yalnız ikisi bekçi kalsın. «Biri de altın kuyumcusu Laerkes'e gidip onu buraya çağırsın düvenin boynuzlarına altın kaplasın. Öbürleriniz hep birlikte burada kalın; halayıklara da söyleyin, anlı şanlı divanhanede şölen için sofra hazırlığını görsünler; burada da çepeçevre koltuklar dizsinler, odun ve temiz su getirsinler. O böyle der demez herkes buyurduklarını yerine getirmeğe koştular. Hemen yayladan inek geldi, tez yürüyüşlü denk yapılı gemiden de ulu gönüllü Telemakhos'un yarenleri geldiler; Kuyumcu da, ellerinde avadanlıklar, altını döğmeğe mahsus tunç âletler; örs, çekiç ve usta elinden çıkmış kerpeten olduğu halde, geldi; Athena da kurban töreninde hazır bulunmak üzere geldi. İhtiyar at terbiyecisi Nestor, altını verdi; usta kuyumcu dikkatle döverek, ineğin boynuzlarını onunla kapladı, ta kim bu bezeği tanrıça görüp beğensin. Düveyi boynuzlarından Stratios ile tanrısal Ekhephron tutup yediyordu. El yıkamak için de Aretos yatak dairesinden 97/431 çiçekli leğen, ibrik getirdi; bir eliyle de arpa sepetini tutuyordu. Savaş- sever Thrasymedes, elinde keskin balta, düveyi boğazlamağa hazır, kurbanlığın bir yanında duruyordu, Perseus ise kan çanağını tutuyordu. İhtiyar at terbiyecisi Nestor törene başlıyarak yıkandı, arpa saçtı, ve Athena'ya uzun uzun dua ettikten sonra başından birkaç kıl koparıp ateşe attı. Cemaat dua ederek arpa saçtıktan sonra, Nestor oğlu üstün yürekli Thrasymedes bir balta vuruşu ile düvenin boyun sinirlerini kesti: Hayvanın takati gevşeyiverdi; ve Nestor'un kızları ve gelinleri ve sayın karısı, Klymenos'un büyük kızı Evrydike haykırıştılar. Bu ara erkekler, kurbanı tutup geniş yollu yerden kaldırdılar, erler başkanı Peisistratos gelip boğazladı; dalga dalga siyah kanı aktı, canı kemiklerinden sıyrıldı. Çarçabuk parçaladılar, töresince butları ayırdılar; iki yandan iç yağı ile sardılar, ve üste başkaca kanlı etler eklediler; ihtiyar Nestor kor üzerinde bunları yakarak ateş rengi şaraplarla saçı kılarken gençler de, ellerine beşizli şişler alıp etrafını sardılar. Sonra, butları yakıp kızartılmış içirikleri yediler ve kalan kısımları ufak ufak parçalı- yarak uzun şişlere geçirdiler, bunları iki elle ateşe tutarak kebap ettiler. Bu arada Telemakhos hamama girmişti; Neleiadlardan, Nestor'un en küçük kızı, güzel Polykaste onu yıkadıktan ve saf yağı ile oğduktan sonra üstüne güzel bir entari ve kaftan giydirdi; hamam odasından çıkarken boyda boşta ölümsüzlere benziyordu; budunlar çobanı Nestor'un bulunduğu yere gelerek yanına oturdu. Üst kaba etleri kebap olduktan sonra, ateşten çektiler, sofraya oturup yemeğe giriştiler; kusursuz ayvazlar altın sağraklara şarap doldurmak hizmetine bakıyordu. Yiyip içip iştihalar yatıştıktan sonra, ihtiyar at terbiyecisi Nestor söze başlayarak şöyle dedi: 98/431 — Haydin, çocuklarım, Telemakhos'a yelesi güzel atlar getirin, arabayı koşun, yoluna revan olsun! Böyle söyler söylemez, sözünü dinleyen oğulları, hemen arabaya çevik ayaklı atları koştular, bu ara kâhya kadın, ekmek, şarap, katıklar, tanrı soyundan olan hanlara lâyık yiyecekler getirip yükledi. Telemakhos çok güzel arabaya bindi; yanına da erler başkanı Nestor oğlu Peisistratos çıkarak ellerine dizginleri ve kamçıyı aldı: Koşuya başlamak için kamçıyı bir şaklattı; atlar gönülsüz olmıyarak ovaya uçtular, sarp bayır üzerindeki Pylos şehrini arkada bıraktılar. Atlar, iki yandan yügen arasında olarak, bütün gün eşkin gittiler. Güneş batıyor, bütün yollara gölge basıyordu ki Pheres'te Ortilokhos'un oğlu Alpheison'un torunu Diokles'in konağına yetiştiler; orada gecelediler, ev sahibi onları konuklayıp ağırladı. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez atları koşup alaca boyalı arabaya bindiler, yankılı dehlizden ve konak kapısından çıktılar, buğdayı bereketli ovaya girdiler, buradan, az sonra, yol sona ermişti; çevik ayaklı atlar o kadar büyük bir hızla koşuyorlardı. Güneş batıyor, bütün yolları gölge basıyordu. 99/431 ŞAN: IV LAKEDAIMON'DA Dar vadilerin oyukları içinde Lakedaimon'a eriştiler, kutlu Menelaos'un konağına doğru ilerlediler, onu evinde birçok yakınlarıyla birlikte, oğlunun ve kusursuz kızının düğün sofrasında buldular; kızını düşman kıran Akhilleus'un oğluna gönderiyordu. Evvelce, daha Troia'da iken, Meneiaos, kızını evlendirmek için söz vermişti, şimdi de tanrılar bu düğünü gerçekleştiriyordu. Gelini arabalar ve atlar götürecekti, Myrmidonlar hanının ünlü şehrine, İsparta'dan Alektor'un kızını oğluna, ihtiyarlığında, halayıktan doğmuş güçlü kuvvetli Megapenthes'e seçmişti; ilk evlâdı güzel Hermione'yi, altın Aphrodite'ye benziyen kızı doğurduktan sonra tanrılar Helena'ya başka çocuk vermemişlerdi. İşte böyle konağın yüksek tavanı altında düzen şöleni kurmuş bulunuyorlardı: Kutlu Menelaos'un komşularıyla yakınları. Gelen iki konukla iki atlı konağın kapısında bekliyorlardı. Bunları kutlu Menelaos'un koşucu uşaklarından Eteoneus usta, oradan geçerken gördü, divanhaneye haberi getirmek için girdi, budunlar çobanının yanında durup kanatlı sözler söyledi: — Tanrının büyüttüğü Meneiaos, konuklar var: İki er ki, büyük Zeus'un soyundan olsalar gerek. Söyle bana, çevik ayaklı atlarını arabadan çözelim mi? Yoksa başka tarafa gönderip konuklıyacak birini mi arıyalım? Buna karşı Sarı Meneiaos öfke ile dedi ki: — Eskiden sen böyle ahmak değildin, Boetos oğlu Eteoneus; şimdi çocuk gibi karşıma geçip aptalca lâflar söylüyorsun. Her ikimiz, kaç defa, evimize dönünceye kadar, başkalarının konuğu olup ekmeklerini yemişiz? Ve bundan sonra bizi Zeus esirgesin, gene öyle talihsizliklere düşmekten! Haydi şimdi gariplerin atlarını çöz, kendilerini de hemen içeri al, düğün sofrasına getir. Han böyle deyince Eteoneus, çarçabuk, divanhaneden çıktı, başka koşucu uşaklar çağırıp yanına aldı; yügen altında terliyen atları çözüp ahırın yemliklerine bağladılar, önlerine beyaz arpa ile karışık hınta döktüler, arabayı kaldırıp dipte kapıları pırıl pırıl parlıyan arabalığa çektiler; sonra konukları yüce tavanlı divanhaneye aldılar. Bunlar Zeus büyütmesi Menelaos hanın divanhanesine girince hayranlıkla bakmadurdular; çünkü kutlu Menelaos'un yüksek tavanları ay ve güneş gibi parıldıyordu. Gözleriyle doya doya baktıktan sonra işlemeli hamam teknelerine girip yıkandılar; halayıklar yıkayıp saf yağ ile oğduktan ve üstlerine entariler ve yünden kıvırcık kaftanlar giydirdikten sonra, Atreus oğlu Menelaos'un yanına gelip koltuklara oturdular. Bir oda hizmetçisi kız getirdiği güzel altın ibrikten gümüş leğen içinde ellerine su döküyor, ve önlerine cilalanmış, işlemeli bir masa çekiyordu. Ekmeği ise sayın kâhya kadın getirip önlerine koydu, ve Sarı Menelaos onların ikisine eliyle işaret ederek şöyle dedi. — Ekmekten buyurun, güle güle karnınızı doyurduktan sonra kimlerden olduğunuzu sorup öğreniriz. Belli ki her ikiniz bayağı soydan değilsiniz, belki Zeus'un büyüttüğü hanlar boyundansınız: Çünkü kötü dölden böyle evlâtlar doğmaz. Böyle deyip kızartılmış bir yağlı sığır kaburgasını kendi elleriyle tutarak onlara sundu: Bu, şeref payı olarak kendi önüne konulmuştu. Onlar da önlerine konan seçkin parçalara ellerini uzattılar. Yiyip içip keyifleri yerine gelince, Telemakhos, başkası işitmemek üzere, başını Nestor oğluna yaklaştırarak şöyle dedi: 101/431 — Bakındı, Nestor oğlu, gönlümün sevgilisi! Şu yankılı tavanlar altında, tuncun, altının, kehribarın, gümüşün, fildişinin şimşeklerini seyredegör! Zeus'un Olympos'taki sarayı da ancak böyle olabilir. Böyle söylerken Sarı Menelaos işitti, ve onlara dönerek kanatlı sözler söyledi: — Sevgili çocuklar, Zeus ile insanlardan hiç biri karşılaştırılamaz. Çünkü onun sarayları da malı mülkü de ölümsüzdür, insanlardan bana mal mülkçe yaklaştırılabilir biri var mı, yok mu? bilmem... Ancak ne emekler, ne mihnetler pahasına bunlar elde edilmiştir. Yüklü gemilerimle ancak sekizinci yıl buraya dönebildim; Kypros'u, Phenike'yi, Aigyptos'u, Yanık yüzlüler, Sidonlular, Araplar illerini, kuzuların boynuzlu doğduğu Libia'yı dolaştım: Burada, hanlardan çobanlara kadar, kimse peynirsiz, etsiz, taze sütsüz kalmaz; bütün yıl boyunca sağılacak sütleri vardır, çünkü koyunları yılda üç defa doğurur. «Ben oralarda dolaşıp bol geçinmelik toplarken bir başkası apansız pusu kurarak kardeşimi öldürüyordu, iğrenç karısının hainliğiyle! Artık bu mal mülk içinde hanlık sürmekte zevk bulmuyorum. Babalarınız kimler olursa olsun, herhalde onlardan da bunları işitmiş olacaksınız: Ben çok çektim; öyle şen, bayındır bir yurt elimden gitti ki, içi malla dopdolu idi... Fakat keşke ancak bu kısmetin üçte biri ile evimde otursaydım da sağ esen kalaydı o erler ki Troia ovasında, atı tayı bereketli Argos'tan uzakta helak oldular! Onların hepsi için dertleniyor, ah ediyorum! Kâh inliyerek içimi avuturum, kâh susarım; insan inlemekten de çabuk bıkar, usanır. Evet hepsi için dertlenir, ah ederim, fakat en çok birisi için acı duyarım: Onun hâtırası bende ne uyku, ne iştiha bırakır, çünkü Akhaiların hiç biri Odysseus kadar benim için cefa, mihnet çekmemiştir. Ve sonunda kaygıdan başka kısmeti olmadı! Benim için hiç eksilmiyen bir acıdır: Onu hep gurbette kalmış 102/431 bileyim, sağ mı öldü mü bilmiyeyim! Onun için benden başka daha gam yiyip ağlayanlar var: İhtiyar Laertes, akıllı Penelopeia, ve giderken evinde yeni doğmuş olarak bıraktığı oğlu Telemakhos». Menelaos böyle diyordu. Babası için, Telemakhos'un hıçkıra hıçkıra ağlayası geldi; babasından söz açıldığını işitince göz kapaklarından yere yaşlar döküldü, iki eliyle erguvan kaftanını gözlerine kaldırdı. Menelaos farkına vardı, lâkin zihinden ve gönülden düşünüyordu: Evlât babasını soruncaya kadar mı beklemeliydi, yoksa önce kendi açıp anlatmağa mı girişmeliydi? Bunları zihinde ve gönülde evirip çevirmekte iken, Helena ıtırlı, yüksek tavanlı odasından çıkageldi: Altın örekeli Artemis'e benziyordu. Adraste işlemeli bir sandalye getirip önüne sürdü, Alkippe üstünü yünden yumuşak bir halçe ile örttü, sonra Philo gümüş sepeti önüne koydu; bunu ona Polybos'un karısı Alkandre vermişti. Polybos Mısır'ın Thebai şehrinde otururdu; orada evler mallarla dopdoludur. Polybos Menelaos'a iki gümüş hamam teknesi, iki altın üç ayaklı ve on talant altın bağışlamıştı; ayrı olarak karısı da Helena'ya çok güzel armağanlar vermişti: Bir altın örekeye alt tarafı tekerlekli, üst kenarı altından bir gümüş sepet katmıştı; oda hizmetçisi Philo'nun getirip önüne koyduğu sepet buydu; içi bükülmüş iplikle doluydu, üstüne menekşe rengi yün sarılı öreke yatırılmıştı. Helena sandalyeye oturdu, altında da ayaklar için basamak vardı; ve hemen kocasından sormağa başladı: — Biliyor muyuz, tanrının büyüttüğü Menelaos, kimlerden olmakla övünüyorlar, bizim eve gelenler? Yanılıyor muyum, doğru mu anlıyorum? Gönlüme öyle doğduğu için diyorum ki, ömrümde gözlerim, ne erkekte, ne kadında, böyle bir benzeyiş görmemiştir; baktıkça beni hayret alıyor, bu yiğit ulu gönüllü Odysseus'un oğlu Telemakhos'tur mutlak: Kahraman onu evinde yeni doğmuş 103/431 bırakmıştı, siz Akhailer, ben köpek suratlının yüzünden, o korkunç savaşa atılmak üzere Troia'ya geldiğiniz zaman. Ona karşı Sarı Menelaos dedi ki: — Şimdi ben de öyle düşünüyorum, Kadınım, tıpkı senin düşündüğün gibi: Ayaklar, onun ayakları, eller onun elleri; aynı şimşekli bakışlar, aynı baş, alında aynı dalgalı saçlar! Şimdi, Odysseus'un hâtırasını anıyordum, benim için bütün çektiklerini anlatıyordum ki, konuğumuz kaşlarının altından gür yaşlar döktü, kaftanı ile gözlerini örttü. Ona karşı Nestor oğlu Peisistratos şöyle dedi: — Tanrının büyüttüğü, budunlar başkanı, Atreus oğlu Menelaos! Gerçek senin dediğin gibi, onun oğludur; fakat uslu akıllıdır ve ilk defa yanında bulunduğu için gevezelik etmeğe içten sıkılıyor: Çünkü her ikimize senin sesin tanrı sesi gibi geliyor.J Beni ise ihtiyar at terbiyecisi Nestor ona kılavuzluk etmel» üzere birlikte yolladı, çünkü seni görmek istiyordu, bir öğüt veresin veya bir yardımda bulunasın diye. Gurbette kalan bir babanın oğlu için, başka hiç bir koruyucusu olmıyan bir konakta kalmak çok belâlı iştir; böyle bir hal şimdi Telemakhos'un başına gelmiştir; babası gurbette, ilinde ise fenalığı uzaklaştıracak kimseleri yoktur. Buna karşı Sarı Menelaos dedi ki: Ulu Tanrım! Meğer kahraman dostumun, benim için bunca cenklerde savaşmış erin oğlu benim evimde imiş! Karar vermiştim ki bir gün kendi bana gelecek olursa bütün Argoslulardan üstün ağırlıyayım: Şayet, ikimize deniz üzerinde tez yürüyüşlü gemilerimizle dönüş kısmet ederse, Olympos'un sahibi uzağı gören Zeus. Onu İthaka'dan çoluğu çocuğu, malları ve bütün budunu ile birlikte buraya getirtecektim, hükmüm altındaki şehirlerden birini onun için boşaltacaktım, 104/431 birbirimizle sık sık görüşecektik; ahbaplığımıza, sefamıza hiç bir engel olmıyacaktı, ölümün kara bulutu gelip bizi örtünceye dek. Fakat bir tanrı kıskanmış olmalı ki ikimizden yalnız o talihsizi sıladan mahrum etti! Böyle söylüyordu, ve hepsinin hıçkıra hıçkıra ağlıyası gelmişti; ve şimdi, Zeus kızı Argoslu Helena ağlıyordu. Telemakhos da, Atreus oğlu Menelaos da ağlıyordu; Nestor oğlunun da gözleri yaşsız değildi; içten kardeşi ulu gönüllü Antilokhos'u hatırlamıştı, onu ışık saçan şafağın şanlı oğlu öldürmüştü . Bu hâtıra altında olarak kanatlı sözler söyledi: — Atreus oğlu, senin için insanların en bilgesidir, der, bizim ihtiyar Nestor, her zaman seni anmış olsa konağında oturup bizimle konuşurken. Şimdi de, mümkün ise, beni dinle: Yiyip içtikten sonra oturup ağlamaktan hiç hoşlanmam; lâkin sabah sisi içinde doğan Şafak görünsün bir kere; o vakit ben de ölüler için, Ecel kurbanları için, ağlamağı elbette fena bulmam; talihsiz ölümlülere karşı son saygı borcu olur: Saçları kırkmak ve yanaklardan aşağı yaş dökmek! Benim de bir kardeşim helak oldu: Argosluların en kötüsü de değildir. Sen bileceksin onu; ben kendisini görmüş, tanımış değilsem de, başkaları söylediler: Koşuda, savaşta birinci imiş bizim Antilokhos! Buna karşı Sarı Menelaos şöyle dedi: — Dostum, bütün söylediklerin uslu akıllı ve senden daha yaşlı birine yakışır sözler ve öğütlerdir; tam baban gibi bir erin oğlu olduğunu ispat ettin; kolayca tanılır o adamın oğlu ki, Zeus ona evlilikten yana ve evlâttan yana kutlu ve mutlu yaşamağı kısmet etmiştir; nitekim işte Nestor'a da hep lütuflarını saçagelmiş, ta ki konağında rahat rahat kocasın: Çevresi uslu akıllı ve mızrak atıcılığında meharetli oğullarla çevrilmiş olarak. Simdi, biz de, nasılsa baş gösteren ağlamayı 105/431 bırakalım, gene eğlencemizi düşünelim! El yıkamağa su döksünler, işlere ise yarın sabahtan bakarız. Telemakhos ve ben, birbirimizle konuşuruz. Böyle dedi. Ve Aspholin gelip ellere su döktü: Bu kutlu Menelaos'un koşucu kullukçularındandı. O zaman Zeus kızı Helena, aklına geldiği gibi, içinden şarap içtikleri sebuya bir iksir attı: Nepentes denilen bu deva avutucu, yatıştırıcı ve bütün acıları unutturucu idi. Katıldığı sebudan her kim içse, bütün gün artık yanaklarından yaş akmazdı: Anası, babası ölmüş, önünde kardeşi veya sevgili oğlu tunç kılıçla parçalanmış olsa ve gözleriyle görse bile. 106/431 Zeus kızına bu erdemli iksiri Mısırlı Thon'un karısı Polydamne hediye etmişti; orada Mısır'da toprak buğdaydan başka pek çok otlar yetiştirir, kimi öldürücü ağu, kimi diriltici deva; oranın erleri bütün insanlardan bilge birer hekim; hepsi Paieon'un kanından. Helena iksiri attıktan ve sağrakları doldurduktan sonra, gene söze başlıyarak dedi ki: — Tanrının büyüttüğü, Atreus oğlu Menelaos! Siz de şanlı erler oğulları! Tanrı Zeus'tur ki nöbetle iyiliği de fenalığı da verir; her şeye kadir olan O'dur. Şu sarayda oturmuş, yiyip içiyoruz; şimdi hikâyelerle de keyfimize bakalım; size hale uygun bir vak'a anlatayım. Ama ben ne kadar anlatsam ulu gönüllü Odysseus'un bütün savaşlarını sayıp bitiremem; yalnız bu cesur adamın Troialılar ilinde, siz Akhailar cefalar çekmekte iken, girişip başardığı işlerden birini anlatacağım: Kendi kendine çirkin yaralar bereler açarak, sırtına eski bir aba atarak; bir köle kıyafetinde düşmanların geniş caddeli şehrine girdi; kendini gizlemek için bir dilencinin kılığını takınmıştı ki, böylesi Akhaiların gemilerinde hiç bulunamazdı; işte bu kıyafette Troiaların şehrine girdi. Onlar hep aldandılar; yalnız ben onun kim olduğunu tanıyarak kendisini sorguya tuttum. O, kurnazlıkla kaçamaklar aradı; lâkin kendisini yıkayıp yağ ile oğduktan ve üstünü giydirdikten sonra, en büyük yeminle, Odysseus'un gelmiş olduğunu Troialılara açmıyacağıma and içtim: Ta ki kendisi tez yürüyüşlü gemilere ve çadırlara ulaşsın; o vakit bana Akhaiların bütün düşündüklerini anlattı. Birçok Troialıyı uzun tunç hançeriyle tepeledikten sonra Argoslular arasına giderek onlara önemli haberler yetiştirdi. O ara, başka Troia kadınları, ölenler için yüksek hıçkırıklarla haykırışırken, benim içim sevinçle dolmuştu. Gönlüm, hemen, çabuk evime dönmek arzusu ile değişmişti; Aphrodite'nin gönlüme sokmuş olduğu deliliğe pişman olmuştum; beni o zaman sevgili baba yurdumdan ayırmış, kızımdan, gelin girdiğim odadan ve, gerek akılda, gerek yakışıklılıkta, kimseden aşağı kalmayan bir kocadan uzaklaştırmıştı. Buna karşı Sarı Menelaos şöyle dedi: — Evet, bütün bunları, kadınım gereğince anlattın; gerçek ben birçok alp erlerin aklını ve ruhunu tanımış ve birçok yerleri dolaşmış bulunuyorum, ama hiç bir zaman gözlerimle, bahadır Odysseus kadar cesur yürekli er görmedim: Hele bu yüreği kavi adamın oymalı yapma at içinde başarı ile gösterdiği cesaret! Bütün Argos uluları, içine kapanmıştık; sonra sen Helena oraya çıkageldin - şüphesiz seni tanrının biri yollamış olmalıydı: Troialıların kutuna hizmet olsun diye -ve tanrı eşi Deiphobos seninle birlikteydi. Sen, üç defa, kocaman karınlı tuzağı çepeçevre dolaştın, elinle şurasına burasına vurup Danaos başkanlarını, ayrı ayrı, adları ile anarak çağırdın ve her ismi söylerken karısının sesini taklit ederdin. J Ben, Tydeides ve tanrısal Odysseus ortada oturuyorduk, senin seslendiğini işittik. Ben ve Tydeides dayanamamış, hemen ya fırlayıp çıkmak veya seslenip cevap vermek istemiştik. Ama Odysseus bizi tuttu ve kımıldanmamıza meydan vermedi. Öbür Akhai oğulları susmuş, duruyorlardı; yalnız biri, Antiklos sana seslenip cevap vermek arzusunu yenemiyordu. Fakat Odysseus iki kuvvetli eliyle ağzına basıp bütün Akhaiları kurtardı, onu o halde tuttu, ta ki Pallas Athena seni alıp uzaklaştırıncaya kadar. Bunun üzerine akıllı Telemakhos, ona dönerek, dedi ki: — Zeus'un büyüttüğü, budunlar başkanı, Atreus oğlu Meneiaos! Gerçek, hazin hikâye; ama bütün bu bahadırlıklar neye yaradı? Ondan ölümü uzaklaştıramazdı, göğsündeki yürek demirden de olsaydı!... Fakat, haydin, bizi yataklarımıza götürün, artık yatıp tatlı uykuya varmak anıdır. Böyle derken, Argoslu Helena halayıklara emir vermişti: Dehlizde döşekleri döşesinler, en güzel erguvan çarşafları yaysınlar ve üste nalçalar sersinler, ve iyi örtünmeleri için en üste yünden keçeler katsınlar. 108/431 Halayıklar, ellerinde meşaleler tutarak, divanhaneden çıkıp yatakları döşediler. Bir çavuş yol göstererek konukları konağın dehlizine iletti; onlar orada yattılar; Atreus oğlu da gidip yüksek binanın öbür bucağında yattı, ve uzun tüllü Helena kadınların en tanrısalı, yanına uzandı. TELEMAKHOS'UN DONUŞU Sabahın sisi içinde doğan gül parmaklı şafak görünmüştü ki, gür sesli Menelaos yatağından fırladı, elbiselerini giydi, sivri kılıcını omuzundan astı, tombul ayaklarına güzel sandallarını bağladı; yatak odasından çıkarken tanrıların bir eşi gibiydi; gidip Telemakhos'un yanına oturdu, adıyla çağırarak seslendi: — Kahraman Telemakhos, seni buraya, güzel Lakedaimon'a getiren hacet ne olsa gerek, engin denizin sırtına binerek? Budunsal bir iş mi, özel mi? Bunu bana hiç bir şey gizlemeksizin doğruca söyle. Akıllı Telemakhos, ona karşı cevap verdi: — Atreus oğlu Menelaos, Zeus'un büyüttüğü, budunlar başkanı! Senden, babam hakkında bir haber varsa, anlamağa geldim. Evimi sömürüp bitiriyorlar; en verimli işlerim yüzüstü kaldı. Babadan kalma konak kötü niyetli kimselerle dopdolu; bunlar her gün sürü sürü koyunlarımı ve apul apul yürüyüşlü, boynuzları kıvrık sığırlarımı boğazlıyorlar; bunu işliyenler anamın fodul yavuklularıdır ki, küstahlıkları son kerteye vardı. Size and veriyorum, tosun babam Odysseus, siz Akhailar Troialılar ilinde mihnetler çekerken, sana karşı verdiği ahdi, söz ile veya iş ile, yerine getirmişse, artık zamanı geldi, bunu hatırla ve bana her şeyin doğrusunu söyle. Buna karşı Sarı Menelaos canı çok sıkılarak dedi ki: — Ne günlere kaldık! Şanlı kahramanın yatağına girmek cüretini gösteriyorlar ha, şu muhanatlar! Güçlü arslan, ininde yok iken, bir dişi 109/431 geyik yeni doğmuş ve henüz emzikten kesilmemiş iki yavrusunu oraya götürüp uyutakoysa, sonra da otlamak için ağaçlı yamaçlara, otlak bayırlara gitse... Bu ara arslan yatmağa dönse... her ikisine nasıl merhametsizce eceli eriştirirse... Odysseus da onlara böylece kara eceli eriştirecektir! Tanrılar, baba Zeus, Athena, Apollon... bir isteseler!.. Odysseus, bir gün güzel hisarlı Lesbos'ta, hepimize meydan, okuyan Philamel oğlu ile güreşmek üzere kalkıp onu nasıl güçlü kolu ile bir vuruşta yere devirmiş, bütün Akhaiları sevindirmişti; bunun gibi, yarın da şu yavukluların arasına gelip düşse... hepsinin ömrü kısa olur, düğünleri kara yasa dönerdi! Yalvarıp sorduklarına gelince, doğruluktan ayrılmaksızın, bildiğimi anlatacağım ve seni asla yanıltmıyacağım; bana denizin yalan bilmez ihtiyarı her ne dediyse, bir kelimesini gizlemeden ve değiştirmeden, nakledeceğim: Aigyptos'ta idik; oradan ayrılmak arzusuyla içim içime sığmıyordu; lâkin tanrılar, bir yüzlük kurban adağını yerine getiremediğim için, beni alıkoyuyorlardı, çünkü tanrılar alacaklarının unutulmasına müsaade etmezler. O fırtınalı denizde Aigyptos önünde, Pharos adlı bir küçük ada vardır; kıyıdan ancak bizim oyumlu gemilerden birinin, pupadan serin bir rüzgâr almak şartıyla, bir günde keseceği yol kadar uzaktır. Bu adada güzel koylu bir liman vardır ki, içine giren tez yürüyüşlü denk yapılı gemiler, siyah ağızlı kaynaktan su aldıktan sonra, kolayca gene denize açılabilirler. İşte burada, yirmi günden beri, tanrılar beni alıkoyuyordu ve gemilerimizi alıp engin denizin geniş sırtı üzerine götürecek rüzgârların hiç birinden bir alâmet belirmiyordu. Kumanyamız tükeniyordu; adamlarımızın neşesi kaçmıştı; bu ara tanrılardan biri halime acıyıp beni kurtardı. Deniz İhtiyarlarından güçlü Proteos'un İdotea adlı bir kızı vardır, işte felâketim bunun 110/431 yüreğine dokundu. Bir gün yalnızca dolaşmakta iken yanıma geldi: Adanın kenarlarında çengelli oltalarını atarak balık tutmakla vakit geçirmekte olan tayfalardan uzaktım; açlıktan mideler burkulmağa başlamıştı! İşte İdotea bu ara yanıma geldi, ayakta durarak şöyle dedi: