17 Ekim 2015 Cumartesi

thomas more - ütopya 2

PLATON'UN DEVLETİ İLE MORE'UN UTOPİA'SI Thomas More'un Utopia'yı yazarken Platon'un Devlet'inin büyük çapta etkisinde kaldığını sananlar çoktur. Oysa More, ancak kusursuz bir devlet tasarlamak düşüncesini almıştır Platon'dan. Platon'un verdiği örneği, içerik açısından değil, ancak biçim açısından benimseyerek (kadınlarla erkeklerin birlikte savaşa gitmeleri gibi bir iki ayrıntı dışında) Platon'un devletine hiç benzemeyen bambaşka bir devlet kavramı yaratmıştır. Platon'da da More'da da mal mülk ortaklığı olduğunu ileri sürenler, More'da bu ortaklığın tüm toplumu kapsadığını, Platon'da ise ancak savaşçılar ve bekçiler sınıfına özgü olduğunu unutmaktadırlar. Platon ile More arasında başlıca ayrımlardan biri de budur işte: Platon'un devletinde sınıflı bir toplum, More'unkinde ise sınıfsız bir toplum vardır. Platon, "Hiçbir şey kimsenin öz malı olamayacak, her şey herkesin malı olacak" derken, tüm yurttaşları değil, ülkeyi yöneten seçkin kişileri düşünür ancak. Bu düşüncesinin temelinde de, ekonomik bir kaygı değil, yani çalışmayanların çalışanları sömürmelerini engellemek kaygısı değil, ahlaki bir kaygı vardır. Devleti koruyan bekçilerin erdemli olmaları gerektiğine göre, onları para hırsından, mal mülk edinme hırsından korumanın tek yolu budur: "Gümüş ve altına gelince, diyeceğiz ki onlara: İçlerinde Tanrı'nın koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanların vereceği altında ve gümüşte gözü olmaz. . Şehirde yaşayanlar arasında yalnız onlar için altına, gümüşe dokunmak, onu kullanmak, altın ya da gümüş kupalardan içmek yasaktır. Böylece hem kendilerini, hem de devleti korumuş olacaklardır." 175/447 Platon, More'un candan inandığı demokrasiye inanmaz. Platon'a göre, demokrasi, "Görünüşte düzenlerin en güzelidir. Türlü renklere boyanmış bir kaftan gibi.. Bu devlet de göze hoş gelebilir. . Birçokkimseler de, en güzel devlet budur diyebilirler.. Ama bu devlette bir düzen arayıp bulabilirsen, ne mutlu sana." Platon'a bakılacak olursa, demokrasinin, er geç düzenlerin en kötüsü olan zorbalığa dönüşmesi de engellenemez: "Demokrasi, alabildiğine hürriyet içip sarhoş olur. . Bu doymak bilmeyen, başka değerleri küçümseyen hürriyet isteği, demokrasinin değişmesine ve zorbalık yolunu tutmasına sebep olur." Demokrasiye inanmayan Platon, doğal olarak insanların eşitliğine de inanmaz. Utopia'nın sınıfsız bir toplum olmasına karşılık, Platon'un Devlet'inde üç sınıf vardır: "Yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar." Yönetenlerle savaşanlar, birbirleriyle kenetlenmiş ayrıcalıklı bir oligarşi oluşturur. Gerçi bu seçkin azınlık, 176/447 paraya el sürmeyi hor görecek kadar erdemlidir ama, toprağı ekip biçerek ya da el emeği gerektiren işlerde çalışarak para kazanan büyük çoğunluğun sırtından geçinmektedir aslında. Platon, bu azınlığın beden ve ruh eğitimini, neleri okuyup neleri okuyamayacaklarını, müzik olarak neleri dinleyip neleri dinlemeyeceklerini, savaşmaya nasıl hazırlanacaklarını, hangi kadınlarla ve ne gibi yöntemler uygulayarak evleneceklerini uzun uzun anlatır. Gel gelelim, "para kazananlar" diye geçiştirdiği geniş emekçi kitleler konusunda hiçbir şey söylemez. Bunların nasıl yaşadıklarını, ne yiyip ne içtiklerini, hangi koşullar altında çalıştıklarını, ne gibi duyguları ve düşünceleri olduğunu hiç bilemeyiz. Ülkede çoğunluğu oluşturan bu yurttaşlar, sanki sözü edilmeye değmez birer eşyadır; çalışıp para kazanmaktan ve erdemli filozoflarca yönetildiklerine göre bu küçük azınlığın egemen olduğu düzene uyarak, akılsız 177/447 bir sürü gibi güdülmekten başka yapacakları bir şey yoktur. More'un Utopia'sında değer bakımından her insan eşittir. Oysa Platon'un Devlet'inde "seçkin yurttaşlar" ve "seçkin olmayan yurttaşlar" vardır. Seçkin olmak ya da olmamak, bir insanın yeteneklerine göre ölçülmez. Soylu bir babanın oğlu doğuştan soylu sayıldığı gibi, seçkin bir yurttaşın oğlu da doğuştan seçkin sayılır; daha bebekken bile belirli ayrıcalıklardan yararlanır: "Bir kurul en seçkin yurttaşların çocuklarını bir yuvaya yerleştirir, onları şehrin belli bir semtinde oturacak bakıcı kadınlara emanet eder. Seçkin olmayan yurttaşların ve daha başkalarının doğuştan bir eksikliği olan çocuklarına da gözden uzak, uygun bir yerde bakılır." Platon'un silahını bırakan ya da korkakça davranan savaşçıları, işçi ya da çiftçi yapma önerisi, sırf para kazanmak açısından değerli 178/447 bildiği emekçi sınıfı, yani bir ülkedeki insanların büyük çoğunluğunu nasıl hor gördüğünü, kölelerden nasıl farksız saydığının en belirgin kanıtıdır. Korkakça davranırsa işçi ya da çiftçi yapılarak cezalandırılan bu savaşçı sınıf ve savaş konusunda, Devlet ile Utopia arasında ne denli büyük bir uçurumun açıldığını söylemeye gerek bile yok. Lewis Munford'un dediği gibi, “Platon'un tasarladığı rejimin anayasası da, günlük yaşantısındaki disiplin de, bir tek amaca yönelir: Savaşmaya hazır olmak" Platon'un düşlediği toplumda, savaş onur kırıcı bir uğraş olmaktan öyle uzaktır ki, bu toplumun en üst sınıfında yer alan en seçkin kişiler, her şeyden önce savaşçı olmak için özenle eğitilmektedirler. Oysa More'un gözünde savaş öylesine "hayvanca" bir iştir ki, Utopia'lılar bu pisliğe karışmamak için, kiralık asker tutmayı yeğlerler; ancak başka çare kalmayınca, kendileri de katılırlar savaşa. 179/447 Aile ve evlilik konusunda da, Devlet ile Utopia arasında hiçbir benzerlik yoktur. Utopia'da aile toplumun temelidir. Her erkek ve kadın, özgürlük içinde birbirlerini seçerek evlenirler ve birlikte büyütürler çocuklarını. Oysa Platon'da kadınlar da, doğar doğmaz devlete teslim edilen çocuklar da, ortaklaşadır: "Bekçilerimizin kadınları hepsinin arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak. Baba oğlunu, oğul babasını bilmeyecek." Platon'un devletinde sevgi gibi duyguların hiç mi hiç yeri yoktur. İnsanlar "sürü" sayıldıkları için, bir haradaki atlar gibi çiftleştirilir: "Her iki cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmesi gerekir. Ayrıca en kötülerinin değil, en iyilerinin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün cinsi bozulmasın." Kimin kiminle çiftleşeceği 180/447 yöneticilerce önceden saptanır. Ama bu sözüm ona evlilikler hoşnutsuzluk uyandırmasın diye, sanki her şey kadere bağlıymış gibi, hileli kuralar çekilir: "Evlenecekleri, kurnazca tertiplenmiş kuralarda seçmeli. Böylece cinsleri iyi olmadığı için seçilmeyen mutsuz yurttaşlar, devlet adamlarına değil, kaderlerine küskün olurlar." Thomas More, Utopia'lıların mutluluğunu ister ve bu mutluluğun gerçekleşebileceğine bizi de inandırır. Platon'a bakılacak olursa, onun da amacı mutluluktur: "Biz devletimizi, bütün topluma mutluluk sağlasın diye kuruyoruz. Yoksa bir sınıf ötekinden mutlu olsun diye değil." Ne var ki, böyle bir toplumda mutluluk söz konusu olamaz; çünkü Platon'un devleti, More'un toplumsal ve ekonomik açıdan tam bir eşitlik sağlayan düzeninin tersine, tümüyle totaliter, hatta birçok eleştirmenlere göre faşist bir düzeni önermektedir. Evlilik konusunda verdiğimiz bilgi bile, bu devleti yönetenlerin, 181/447 insanlara karşı ne denli katı, ne denli acımasız olduklarını kanıtlar. Platon, "doğruluğu" uzun uzun över, "eğriliği" kıyasıya suçlar. Derken anlaşılmaz çelişkilere düşerek, o doğruluktan yana yöneticilerine, gerektiği zaman hiç çekinmeden yalana düzene başvurmalarını salık verir: "Devlet adamlarımız yönettikleri insanların yararına, yalana ve düzene başvurabilirler. . Bu tür yalanları da birer ilaç gibi yararlı sayarlar." Böylece, ütopyaların tarihini yazan ünlü Amerikalı eleştirmen Lewis Munford'un dediği gibi, hiç kimse başkaldırmasın diye, bu erdemli yöneticiler "Platonik bir Pentagon içinde bir C1A oluştururlar aslında.” Bu acımasız düzen, Utopia'da olduğu gibi, bedenleri güçsüz olanları sağlığa kavuşturacağına, ölüme bırakır. Kötü bildiği kişileri yok etmenin çaresini de bulur: Hekimler, "bedenleri ve içleri doğuştan iyi olanlara bakacak, iyi olmayanları, bedenleri bozuk olanları, hekimler bırakacak ölsün. 182/447 İçleri kötü olanlara gelince, onları da yargıçlar öldürecek. . Bu, kötü olanlar için de, devlet için de en iyi yol." Platon'un kurduğu düzende, sağlıksız bedenlerin güçlenmesi ya da ahlakı bozuk olanların adam edilmeleri öngörülmediği gibi, gene Utopia'daki durumun tam tersine, insanların kafa açısından gelişmelerine, ya da çok yanlı olmalarına da meydan verilmez. "Bizde her insan tek iş göreceği için, iki ya da çok yönlü olamaz" denilir. Utopia'lılar dış ülkelerden gelebilecek her çeşit yeniliğe açıkken, Platon'un devletini yönetenler, kaskatı bir tutuculuk içindedirler. Bekçiler, ne beden, ne de kafa eğitiminde, kurulmuş düzene aykırı hiçbir yeniliğe meydan vermeyeceklerdir. İşte Platon'un düşlediği bu baskı düzeninin en korkunç yanlarından biri de, genellikle sanata, özellikle şiire karşı tutumunda belirir. Platon'a göre şairler doğru dürüst konuşmazlar; masallarında eğri insanların 183/447 mutlu, doğru insanların mutsuz olduğunu söylerler; tanrıların sırasında erdemsiz davrandıklarını anlatarak, yalanlar uydururlar; onları dinleyenlerin ahlakı bozulur. Onun için Platon, şiirin yüceliğini iyice bilmekle beraber, şairleri devletinden kapı dışarı eder: "Her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygı ile eğilir, deriz ki: Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler kor, onu başka bir ülkeye yollarız." 184/447 UTOPIA'NIN GÜNÜMÜZDE DEĞERLENDİRİLMESİ Sir Thomas More, Sokrates'e benzetilmek onurunu kazanan ender kişilerden biridir. More'un yaşamını anlatan çağdaşlarından Nicholas Harpsfield, onu "bizim yeni ve soylu Hıristiyan Sokrates'imiz" diye anar. Ölümünden üç yıl sonra, Başpiskopos Reginald Pole, More'u Sokrates'e benzetir. Erasmus üstüne bir kitap yazan J.A.K. Thomson, kişiliği ve alınyazısı açısından, More'un Sokrates'i andırdığını söyler. Çağımızın yazarları da bu iki adamın benzerliği üstünde dururlar. Ne var ki, Sokrates'in ölümü, yaşamını bütünleyen, kişiliğine de daha özlü bir anlam veren bir ölümdü. Thomas More'un ölümü için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz acaba? Gerçi More da kendi vicdan özgürlüğü uğruna, yanlış bildiği bir şeyin doğru olduğunu söylemek zorunda kalmamak için can verdi. Sekizinci Henry'ye boyun eğip, inanmadığı bir şeye yemin etmeye katlansa, gözümüzden düşecekti kuşkusuz. Ne var ki, More ile Sokrates'in davranışları birbirine benzediği halde inançları arasında bir benzerlik olduğu pek söylenemez. Sokrates ileriye yönelen bir tutum içinde, More ise geçmişe yönelen bir tutum içinde öldü. Belki Sekizinci Henry'nin Roma'dan kopmak istemesinin gerçek nedeni, canı istediği kadınla evlenmek; özellikle zengin manastırların malına mülküne ve verimli topraklarına el koymaktı. Ne var ki More, Reformasyonun olumlu bir yanı da olduğunu göremedi; Papalığın baskısından kurtulmuş, bağımsız ve ulusal bir İngiliz Kilisesinin kurulmasının, giderek laikliğe yol açan sekülarizmin bir başlangıcı sayılması gerektiğini anlayamadı. Birçokları, More'un benliğinde eskiyle yeni arasında, Rönesans'ın Hümanizmiyle ortaçağın dinsel bağnazlığı 186/447 arasında, akıllara sığmaz bir çelişki; bilgisiyle dini, kafasıyla duyguları arasında bir çatışma; Utopia'da ileri sürülen görüşlerle öz kişiliği arasında bir aykırılık görürler. Thomas More, Elisabeth Wordsworth'ün deyimiyle bir “çelişki yığını” acayip bir ilerici-gerici olur onların gözünde. More'a karşı bu tutumu benimseyenlerin başında gelen Sidney Lee, More'un Utopia'da ileri sürdüğü kuramlarla günlük yaşantısının birbirini tutmadığını söyler: "Utopia'da düşünce özgürlüğünün ve hoşgörünün bir savunucusu olan More, din alanında boş inançların ve akılla hiç uyuşmayan bir otoritenin sürmesi uğruna kendini feda etmiştir." More yalnız kitabında ilericidir; siyasal yaşantısında hep tutucu kalmıştır. Monarşinin halkı zorbaca yönetmesine karşı, sınıf ayrılıklarından doğan haksızlıklara karşı çıkmamıştır; yoksullukları önlemek bir çaba göstermemiştir. Sidney Lee'nin More konusunda söylediği son söz şudur: 187/447 "Utopia'da gördüğümüz yepyeni ve devrimci ülküyü sırf hayal gücüyle tasarlayan adamın, insanların kafasını zincirleyen, onları düşünce özgürlüğünden yoksun eden köhne inançların kurbanı olarak darağacında can vermesi, tarihin insanı şaşırtan şakalarından biridir. Sir Thomas More'un yaşamı, ortaya konması kolay, ama çözümlenmesi çok güç bir bilmecedir." Kimi Protestan tarihçiler, More'un, bir Katolik olarak kendine tanıdığı vicdan özgürlüğünü, Protestanlara da tanımaya hiçbir zaman yanaşmadığını; Katolik Kilisesinin öğretilerinden sapanlara eziyet ettiğini, böylelerini kırbaçlattığını, hatta yanarak ölmek cezasına çarptırdığını söylerler. Utopia'da yüzde yüz hoşgörüden yana olan More'un kendi kişisel yaşantısında, Tanrı'ya inançları ne denli candan olursa olsun, Katolikliğe başkaldıranları kâfir saydığı, onlarla ömrü boyunca uğraştığı doğrudur. Mezarı için hazırladığı yazıtta, kendini "hırsızların, 188/447 katillerin ve kâfirlerin düşmanı" olarak tanıtır. Dinle ilgili polemiklerinde, o çağda geçerli olan küfürlere başvurarak, dinsel reformu tutanları, "veba salgını gibi" yayılmakla, "domuzlar", "cehennem köpekleri", "şey tana hoş görünmek için oynayan maymunlar" olmakla suçladı. Ama düşmanlığında ne denli ileri giderse gitsin, böylelerini işkence ve ölümle cezalandırdığı yalandır. Ölümünden iki yıl önce, tutumunu savunmak amacıyla yazdığı Apology'de, Katolikliğe başkaldıranların kendilerinden değil, işledikleri günahtan nefret ettiğini; onların günahlarını yok edip, kişiliklerini kurtarmak istediğini açıklar. Bunlardan ancak bir tanesinin, o da kilisede kadınlara çok çirkin bir biçimde sarkıntılık ettiği için, dövülmesini emretmiştir. Bunun dışında, böylelerine eziyet etmemiştir hiçbir zaman. Kâfir sayılanları, özel kilise mahkemelerinde rahipler yargıladığı ve başyargıç olarak More'un bu din mahkemeleriyle ilişkisi bulunmadığı için, 189/447 bunlardan hiçbirini ölüm cezasına çarptırmayacağı da ortadadır. Erasmus, More'u bu açıdan savunan bir mektu bunda, arkadaşı görev başında kaldığı sürece Londra'da hiç kimsenin yakılarak ölmediğini söyler. More'un dinsel reform isteyenlere acımasız davrandığı söylentileri, öldürülmesine çok üzülen halkı yanıltmak amacıyla saray çevrelerince uydurulmuş olsa gerek. Eğer, More, Reformasyondan yana olanlara gerçekten haksızlık etseydi, ölümünden elli yıl kadar sonra Protestan seyirciler önünde oynanan Sir Thomas More oyununda, bir halk kahramanı olarak böylesine yüceltilmesinin yolu yoktu elbette. İngiltere'de Reformasyon dönemini inceleyen kimi Protestan tarihçiler, kolay bir varsayıma sığınarak, Utopia'da ileri sürülen görüşlerle More'un kişisel yaşantısı arasındaki çelişkileri, onun zamanla değişmesiyle açıklarlar. Örneğin Froude'a göre, More gençliğinde özgür düşünceli bir 190/447 düşünürken yaşlanınca acımasız bir yobaz olmuştur; Lindsay'e göre, yaşlanınca, gençliğinin soylu coşkularına sırt çevirmiştir; Burnet'e göre, Utopia'da dinsel alanda hoşgörüyü savunmuş, ama daha sonraları tamamıyla değişip öfkeli papazların elinde oyuncak olmuştur. More'u derinliğine inceleyen ve bu araştırmamızın da başlıca kaynaklarından olan, ikisi Marxist, biri de tutucu sayılabilecek üç eleştirmene, yani A.L. Morton, Karl Kautsky ve R.W. Chambers'e bakılacak olursa, Utopia ile More'un kişisel yaşantısı arasında bir çelişki yoktur. Karl Kautsky'ye göre, dinine tüm varlığıyla bağlı olan ve insanlığa duyduğu sevginin ancak din yoluyla açığa vurulabileceği bir çağda yaşayan More, Katoliklik uğruna ölmüştü ama, bu ortaçağ Katolikliği günümüzün Katolikliğinden farklıydı birçok açılardan. Şimdi Katoliklik deyince, bağnazlık, papazlara körü körüne boyun eğme, toplumsal işlerde gerici bir 191/447 tutum, Cizvitlerin entrikaları akla gelir. Oysa halka bağlı olan ortaçağ Katolikliğinde, bunlardan hiçbirinin izi görülmezdi ve More, artık yok olan bu tür Katolikliğin son temsilcilerinden biriydi. "İkiyüzlülük ve entrikayla ilgisi bulunmayan bir insandı; sözcüğün en gerçek anlamında bir insandı." More'un yaşadığı sırada Papalık gücünü yitirmişti. İngiliz halkı üstünde egemenliği ve dolayısıyla sömürüsü azalmıştı. İngiliz din adamları, işlerine gelmeyince, kilise vergilerini Roma'ya ödemeye yanaşmıyorlar; manastırlar ve dinsel kurumlar, yoksullara yardım ediyordu. İngiltere'nin ekilir topraklarının üçte biri kilisenin malıydı ve bu topraklarda çalışanlar, öteki toprak sahiplerinin buyruğu altında çalışanlar kadar ezilmiyorlardı. Böylece More, "yaşadığı çağda İngiltere'nin ekonomik durumunu göz önünde tutarak, kırsal kesimde çalışanların büsbütün yoksullaşmalarını ve sömürülmelerini engellemek için, Reformasyona karşı 192/447 çıktı." More'un yaşamının sonuna doğru yazdığı dinle ilgili kimi polemiklerinde, Utopia'daki görüşlerine karşıt bağnazca düşünceler ileri sürdüğünü de kabul etmek zorunda kalan Kautsky, bu açıklamasından sonra, More'un Reformasyona karşı tutumunun asıl nedeninin ülkede ikilik ve kargaşalık çıkacağı korkusu olduğu sonucuna varır. Karl Kautsky'ye göre, on altıncı yüzyılda sosyalizmin iki büyük öncüsü Thomas More ile 1525'te tıpkı More gibi başı kesilerek öldürülen Thomas Münzer'di. Ne var ki, amaçları ve alınyazıları eş olduğu ve ikisi de Hıristiyanlığa tutkulu bir inanç duydukları halde, bu iki adam bambaşka yollar seçtiler kendilerine. Thomas More, Papalığa bağlılığından ötürü öldürüldü. Oysa Almanya'da dinsel reformun öncülerinden biri ve bir eylem adamı olan Münzer, Papalığa karşı çıkmakla kalmadı; köylüleri ve yoksulları örgütleyip ayaklanmalarını da sağladı ve bu yüzden ölüm cezasına 193/447 çarptırıldı. More'un Confutation of Tyndale's Answer (Tyndale'in Verdiği Cevabın Yanlış Olduğunun Kanıtlanması) (1532) adlı polemik yazısında, Utopia'da öngörülen sosyalizmin gerçekleşebilmesi amacıyla ayaklanan Münzer yandaşlarına kıyasıya çatması, her ne kadar garip bir tutarsızlık örneği görünse de, buna şaşmamalı aslında. Çünkü More, bir ülkede devlet otoritesinin sarsılmasını, halkın yöneticilere başkaldırmasını çok tehlikeli sayıyordu. Ger- çi More, zorbalıktan nefret ediyor; bir kralın Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi ve kutsal bir varlık olduğuna inanmıyordu. Ama monarşi gene de vazgeçilmez bir kurumdu onun gözünde. Bir kral halka zarar verirse, uyrukları onu tahttan indirebilirlerdi, yeter ki yerine daha iyisini koyabilsinler. Epigrams'larında sorar: "İyi bir kral nedir? Kurtların yaklaşmasına izin vermeyen bir çoban köpeği. Peki, kötü bir kral nedir? Kurdun ta kendisi." Aynı yapıtında gene 194/447 sorar: "Yasal bir kralı iğrenç bir zorbadan ayıran nedir? Zorba, uyruklarını kölesi sayar; yasal kral ise, çocukları sayar onları." Yasal bir monarşiye inandığı gibi, Hıristiyan dünyasının birlik içinde olmasına her şeyden fazla önem veren More, Papalığı birleştirici bir güç sanıyor, Papalık yıkılırsa, Hıristiyan ülkelerinin birbirlerine düşman kesileceklerinden korkuyordu. More'un öz kişiliğiyle Utopia'da savunduğu inançlar arasında hiç bir aykırılık görmeyen, onu William Langland ya da Edmund Burke tipinde "reform"dan yana bir tutucu sayan Chambers de, More'un, ayaklanıp ülkenin düzenini altüst etmeye kalkmadıkları sürece Protestanlara vicdan özgürlüğü tanıdığını; Katolik Kilisesi'nin düşmanlarına karşı duyduğu kinin, bağnazlığından çok İngiltere'de kargaşalık ve iç savaş çıkacağı korkusundan ileri geldiğini söyler. Utopia'lıların din konusunda kendi kişisel inançlarını savunmakta özgür 195/447 olduklarını; ama bu inançları yaymaya çalışırken zor kullananların, kavga çıkaran, hatta ikilik yaratacak kırıcı sözler söyleyenlerin, sürgün edilerek ya da köle yapılarak cezalandırıldıklarını belirten Morton da aynı kanıdadır. Bu eleştirmen, More'un, halkın devlete başkaldırmasını, kurulu düzenin şiddet yoluyla devrilmesini ülkesi açısından çok tehlikeli bulduğunu ve Luther yandaşlarının, halkı kışkırtarak Almanya'da köylü ayaklanmalarına yol açtığına inandığı için, Reformasyona karşı çıktığını söyler. Üstelik Chambers'ın da açıkladığı gibi, Türkler'in Viyana kapılarına dayandıkları ve kimi Luther yandaşlarının “Almanya Katolik kalacağına Türkler'in eline düşsün, Müslü- man olsun" diye taşkınlık yaptıkları bir sırada, Hıristiyan dünyasında ikilik çıkması ayrıca tehlikeli görünüyordu More'a. Ne var ki, More bu tehlike karşısında bile hoşgörülü davranıyor, hatta polemik yazılarının birinde, "eğer Türkler Hıristiyan 196/447 misyonerlerinin Türkiye'ye gitmesine izin vereceklerse, Türk misyonerlerinin de Hıristiyan ülkelerine gelmelerini engellemek, doğru olmaz; yeter ki, Türk misyonerleri de, Hıristiyan misyonerleri de baskıya ve şiddete başvurmasınlar" diyebiliyordu. Görüldüğü gibi, hem çağının en ilerici kitabını yazan, hem de Katolik Kilisesi'ne bağlılığından ötürü ölümü göze alan More'un kişiliğindeki çelişki, çözümlenmesi gerçekten güç bir sorundur. Ama şunu da unutmamalı ki, bu çelişki More'un kişiliğine özgü değildi; yaşadığı çağın özünde de vardı. Çünkü, on altıncı yüzyılın ilk yarısı, birbirine karşıt iki gücün etkisindeydi: Bir yanda geleceğe yönelen Rönesans ile Hümanizm; bir yandan da dinde reform isteyenlerin saldırılarına karşı direnmeye çalışan Katolik Kilisesi vardı. Ve belki de More'un dramı, birbirleriyle çarpışan bu güçlerin her ikisine de candan bir bağlılık duyması; hem geleceğe umutla bakan bir Rönesans adamı, hem de 197/447 geçmişten kopamayan bir Hıristiyan olmasındaydı. Gel gelelim bu dinibütün Hıristiyan, Utopia'da sosyalizmi savunuyordu; hem de su katılmamış bir sosyalizmi. Buna karşı bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu amaçla çağımızın kimi eleştirmenleri, Utopia'nın aklın alamayacağı kadar gülünç yorumlarını yaptılar. Çıkış noktaları şuydu: Nasıl olur da, Papalığın ermişliğe yücelttiği Saint Thomas More, rahiplerin evlenmeleri, birbirleriyle geçinemeyen çiftlerin boşanmaları, çok acı çeken umutsuz hastaların kendilerini öldürmeleri gibi şeyleri savunabilirdi? Nasıl olur da Katolik öğretilerden sapanlara karşı kıyasıya bir polemik açan bir adam, Utopia'da din konusunda tam bir hoşgörüden yana olabilirdi? Nasıl olurdu da Lord Chancellor'luğa kadar yükselmiş büyük bir devlet adamı, bir ülkenin servetinin tüm yurttaşlar arasında ortaklaşa paylaşılmasını toplumsal açıdan tek çıkar yol sayabilirdi? 198/447 Böyle şeyler olamazdı. Demek ki, Utopia bir şakadan başka bir şey değildi. Çağdaşlarınca bilindiği gibi, More'un en olmayacak şeyleri son derece ağırbaşlı tavırlar takınarak söylemek gibi bir huyu vardı. En yakın arkadaşı Erasmus da onun şakaya düşkünlüğünü birkaç kez belirtmişti. Demek oluyor ki, Utopia da bir şakaydı. Gerçi Thomas More, kitabının başına gerçekten şakacı mektuplar eklemişti. Utopia, "hiçbir yerde olmayan," Hythloday "saçma sapan konuşan," Anyder Nehri "suyu olmayan nehir" anlamına geliyordu. Ne var ki, ölümünden dört yüzyıl sonra bile birçok kişi Utopia'da ileri sürülen düşünceler karşısında dehşete kapıldığına göre, More kitabının başlangıcında bir şakalaşma havası yaratarak, kendini tehlikeden korumak zorundaydı. Bunu hesaba katmayan birçok eleştirmenler, şaka varsayımına dört elle sarıldılar. Örneğin T.S. Dorsch, More'un savaşa karşı tutumunun da, eğitim konusunda söylediklerinin 199/447 de, kimi durumlarda boşanmayı doğru bulmasının da hep şaka olduğunu canla başla savundu. W.E. Campbell, More'un Utopia'ya hiç önem vermediğini; bu kitabı ıvır zıvır bir şey saydığını; cahiller burada yazılanların bir oyun olduğunu anlamaz da, bu şakaları ciddiye alır diye Utopia'yı akılsız halkın bilmediği bir dil olan Latinceyle yazdığını söyledi. H.W. Donner, Utopia'da Tanrıya ya da ruhun ölümsüzlüğüne inanmayanlara hiç de hoşgörü gösterilmediğini ve Utopia'lıların Hıristiyan dinine büyük ilgi duyduklarını unutup, bir Hıristiyanın ancak şaka olsun diye böyle şeyler yazabileceğini ileri sürdü. C.S. Lewis, Utopia'yı yazarken More'un amacının ağırbaşlı haller takınıp eğlenmek, şakalaş- mak, taşlamak olduğunu, Utopia'yı bir siyasal düşünce kitabı sayıp ciddiye almakla More'un gerçek amacına yüz çevirdiğimizi, ona karşı "ağır bir haksızlık yaptığımızı" anlatıp durdu. Bundan bir sayfa sonra da, Utopia'nın bir şaka olduğu görüşünü 200/447 savunduğunu unutmuşçasına bir çelişkiye düştü: İhtilalci tutumun gerçekte ne olduğunu anlayınca, tıpkı Burke ve Wordsworth gibi, More'un da yavaş yavaş ve "onurlu bir biçimde" değiştiğini, eskiden zararsız sandığı kimi aşırı düşüncelerini tehlikeli bulduğunu ve bu yüzden Utopia'nın İngilizceye çevrilmesini istemediğini ileri sürdü. C.S. Lewis'in, More'a karşı benimsediği acayip tutumun başka bir belirtisi de, English Literatüre in the Sixteenth Century (On Altıncı Yüzyılda İngiliz Yazını) adlı araştırmasında, Utopia'nın More'un tüm öteki kitaplarından "kat kat üstün" olduğunu açıkladıktan sonra, Utopia'dan söz etmek işine gelmiyormuşçasına, More'un başyapıtını üç dört sayfayla geçiştirip, çağın uzmanları bir yana, artık hiç kimsenin okumadığı dinsel yazılarını ve polemiklerini uzun uzun incelemesidir. Utopia'nın bir şakadan başka bir şey olmadığını savunanlardan hiçbiri, More'un 201/447 birinci bölümde İngiliz toplumunu yererken şaka ettiğini ileri sürmüyordu. Bu eleştirmenler, bir yazarın, kitabının birinci yarısında ağırbaşlıyken, ikinci yarısında damdan düşercesine şakalaşmaya başlamasının akla ne denli aykırı olduğunu düşünmeden, More'un çağdaşlarının da Utopia'yı bir şaka saydıklarını ileri sürdüler. Oysa böyle bir şey yoktu. Erasmus, Ulrich von Hutten'e yazdığı More'u anlatan ünlü mektubunda, arkadaşının Utopia'yı yayımlamaktaki amacının "özellikle İngiltere'yi göz önünde tutarak devletlerin kötü yanlarını göstermek" olduğunu söyler. More'un dostu ünlü Fransız Hümanisti Guillaume, Bude, Lupsetus'a bir mektubunda şöyle der: " Utopia'dan, ötürü, hepimizin Thomas More'a gönül borcu var. More bu kitabında, tüm dünyaya toplumsal mutluluğun bir örneğini sundu. Kendi çağımızda yaşayanlar da, gelecek kuşaklar da, Utopia'yı çok değerli ilkelerin ve çok yararlı kuralların bir kaynağı sayıp, 202/447 bu kaynaktan esinlenerek yeni kurumlar meydana getireceklerdir." On altıncı yüzyılın ortalarına doğru Utopia'yı İngilizceye çeviren Ralph Robinson, bu kitabı "bize bol bol verdiği yararlı ve sağlıklı dersler açısından" değerli bulur. Ve aynı yüzyılın sonlarına doğru Thomas Nashe, ünlü kitabı The Unfortunate Traveller'da (Mutsuz Yolcu) (1594) Utopia'yı ne denli ciddiye aldığını kesinlikle belirtir: "Akıllı Sir Thomas More, krallıkların şiddet ve cinayet yoluyla ele geçirilip kan döke döke elde tutulduğunu; sözde devletin yararına işleyen düzenin, aslında zenginlerin yoksullara karşı açık bir suikastından başka bir şey olmadığını anlayınca, kusursuz bir devlet tasarladı ve bu devlete 'Utopia' adını verdi." Thomas More üstüne yazılan yapıtların en yenisi Peter Ackroyd'un Thomas More'un yaşam öyküsünü kaleme aldığı The Life of Thomas More'dur (Vintage, 1999). T.S. Eliot, Dickens ve Blake biyografilerini başarıyla yazmış olan Ackroyd bu 203/447 biyografisinde ne yazık ki, tam bir düş kırıklığı yaratır. Peter Ackroyd'un, More'u bir devlet adamı, bir hukukçu ve Katolik Kilisesi'nin bir savunucusu olarak ele alan, bilimsel bir kitap yazdığı su götürmez. Ne var ki, ölümünden neredeyse beş yüzyıl sonra, More'a hâlâ büyük ilgi duymamızın gerçek nedeni, devlet adamlığından, hukukçuluğundan ya da Katolik Kilisesi'ni savunmasından değil, Utopia'yı yazmasından kaynaklanır sadece. Eğer Sir Thomas More, Utopia'nın yazarı olmasaydı böylesine önemsenmeyecek, bütün dünya tarafından değil, on altıncı yüzyılın ilk yarısını inceleyen İngiliz tarih uzmanları tarafından anımsanacaktı ancak. Peter Ackroyd, bu gerçeğin hiç farkında değilmişçesine, dört yüz sayfalık uzun kitabında, More'un, bir kısmı İngilizce, bir kısmı Latince yazılmış, ancak o çağın uzmanlarını ilgilendirebilecek siyasal ve dinsel polemikleri üstünde uzun uzun durur da, onun asıl ününü sağlayan Utopia'ya, gelip 204/447 geçerken kısaca değinmekle yetinir. Örneğin 21. sayfada, öğrencilerine dayak atan kötü öğretmenlerin Utopia'da eleştirildikleri konusunda iki satır yazar. 82. sayfada, More'un Erasmus ile dostluğu dolayısıyla, Utopia'yı bir tek satırla anar. 91. sayfada, Erasmus'un bir mektubunda hoş vakit geçirmek isteyenlerin Utopia'yı okumalarını öğüt verdiğini söyler. 146. sayfada çocukların eğitiminde rahiplerin önemli rol oynadıklarını biriki satırla aktarır vb. Böylece Peter Ackroyd, Utopia'yı ancak yedisekiz sayfayla geçiştirdikten sonra, acayip bir sonuca varır: Thomas More'un başlıca özelliklerinden biri, ciddiyetini koruyarak şakalaşmaktır. Utopia'da yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Sözün kısası Utopia bir şakadır. Diyelim ki böyle bir tez savunulabilir. Gelgelelim, Ackroyd bu tezini hiç mi hiç savunmaz kitabında. Oysa, böyle bir sonuca varmadan önce Utopia'yı ayrıntılı olarak incelemesi; More'un kendi yaşamına egemen olan ve 205/447 sonunda onu ölüm cezasına götüren inançlarla, Utopia'lıların ilkeleri arasındaki aykırılıkları belirtmesi; More'un hangi psikolojik nedenlerden ötürü yüz sayfayı aşan bir metinle böyle upuzun bir şaka yaptığını açıklaması gerekirdi. Bunları yapmak zahmetine katlanmadığına göre, Ackroyd'un vardığı "Utopia bir şakadır" sonucunu ciddiye alamayız elbette. Şaka varsayımını geçerli kılmayı başaramayanlar, More'un açık seçik söylediklerini yadsımak amacıyla başka bir çareye başvurup Utopia'nın ilk bölümünde ve ikinci bölümünün sonunda diyalog bulunuşundan yararlanmak istediler. Sanki Raphael Hythloday, More'un hayal gücünden doğan bir kişi, More'un bir sözcüsü değil de, gerçekten yaşamış bir gemiciymiş gibi, More da onun söylediklerine karşı çıkıyormuş gibi bir hava yarattılar. Örneğin William Nelson'a bakılacak olursa, Utopia'daki düzeni, kimi ciddiye alınabilecek bir siyasal program olarak yorumlarken; 206/447 kimi de More'un aslında nefret ettiği kavramların alaycı bir biçimde sunuluşu olarak yorumlar. Aynı yazara göre, ağırbaşlı haller takınarak şaka etmek huyu More'un özelliklerinden biri olduğu için, Utopia'da neyin şaka, neyin ciddi olduğunu saptamak güçtür. More'un diyalog yöntemini kullanması, sorunu daha da çapraşık bir hale getirir; çünkü Raphael Hythloday'in More'un adına konuşup konuşmadığını; hatta More konuşurken, kendi gerçek düşüncelerini yansıtıp yansıtmadığını bilemeyiz. More, yoksullar sömürüldükçe ve bir ülkenin varı yoğu tüm halk arasında ortaklaşa paylaşılmadıkça, bir refah devletinin kurulmasının yolu olmadığını Utopia'nın ilk satırından son satırına kadar açıklar durur. More'un böyle düşündüğünü, böyle söylediğini yadsımak olanaksızdır. Oysa Hıristiyanlığa candan bağlı geçinen kimi eleştirmenler, İncil'de savunulan temel düşünceleri bile hesaba katmadan, More'un 207/447 Hıristiyanlığından yararlanarak, "More böyle düşünemez, böyle söyleyemez" diye tutturdular. Örneğin J.H. Hexter'e bakılacak olursa, More, tüm Hıristiyanlar gibi, insan konusunda kötümserdir. İşte bu yüzden insanların kötülü-ğünün, toplumun ekonomik durumundan kaynaklandığına, ekonomik durum düzeltilince, kötülüklerin de yok olacağına inanamayacağı kesindir. More böyle bir şeye inanamaz; çünkü her Hıristiyan gibi, kötülüğün insan ruhunda çok derin kökleri olduğunu ve bu kötülüğün toplumsal adaleti kurmakla önlenemeyeceğini bilir. Hexter'den daha çok saçmalayan H.W. Donner, bir yandan Utopia'yı "Hümanist gülmecenin bir ürünü, bir zekâ oyunu" sayarken, bir yandan da More üstüne yazdığı ve tutucu eleştirmenlerin pek beğendikleri bir kitapta, Utopia'nın ne gibi ağırbaşlı amaçlarla yazıldığını uzun uzun tartışarak, kendi kendisiyle çelişkiye düşer. Donner'e göre Utopia'da savunulan komünizm simgeseldir 208/447 ancak. More, siyasal, toplumsal, ya da ekonomik alanda komünizmden yana değildir; ancak ruhsal alanda komünizmden yanadır. Devlet düzeninin değişmesini değil, bireylerinin iyiliğe yönelip değişmelerini ister sadece. Mal mülk ortaklığını değil, Hıristiyanlar arasında ruh ortaklığını gerçekleştirmektir asıl amacı. More'un Hıristiyanlığından yararlanıp, onun sosyalizmini yadsımak sevdasına düşenler, Utopia'nın metni üzerinde oynamaktan da çekinmediler; birkaç sözcüğü esas tümceden çıkarıp, More'un insanların iyi olamayacaklarını açık seçik yazdığını ileri sürdüler. Oysa More, insanların iyi olamayacaklarını söylemez, iyi olmaları için zaman gerektiğini söyler sadece. Üstelik bunu, Utopia'nın ikinci bölümündeki kusursuz düzenin insanları için değil, birinci bölümde krallara hizmet etmek ya da etmemek konusunda Raphael Hythloday ile yaptığı tartışmada söyler. More, erdemli kişilerin 209/447 kralların hizmetine girmesinin daha doğru olacağını savunurken, şöyle der: "Sizin ilkelerinizin tam karşıtlarıyla yetişmiş insanlar karşısındasınız. . Çabalarınız iyilik getirmese bile, kötülüğün azalmasını sağlar hiç olmazsa. Her şeyin iyi olması için bütün insanların iyi olması gerekir. O da yarın öbür gün olacak işlerden değildir." Utopia bir şakadan başka bir şey değildir ya da More'un bir Hıristiyan olarak böyle düşünmesinin yolu yoktur savlarını tutturamayıp, Utopia'nın sosyalizmini kabul etmek zorunda kalanlar, bu kez de Utopia'daki sosyalizmin, tüm sosyalizmler gibi totaliter bir baskı rejimi olduğunu, üstelik de emperyalist amaçlar güttüğünü savunmaya kalktılar. Utopia'lılar emperyalist amaçlar güdüyor ve sömürgeciliğe yelteniyor-larmış; çünkü boş topraklar bulunca, oraya yerleşmekte ve orasını Utopia'nın yasalarına göre yönetmekte bir sakınca görmüyorlarmış. Tanrı'nın insanlara bağışladığı toprağı boş tutmak, o 210/447 topraktan yararlanmamak, bu sayede beslenecek olanların da orasını kullanmalarını engellemek, bir savaş nedeni bile sayılıyormuş onlarca. Utopia'da bir baskı rejimi varmış; çünkü orada bir kentten başka bir kente giderken izin almak ve gidilen kentte aylak gezmemek gerekiyormuş. Utopia'daki düzen totaliter bir düzenmiş; amacı "özgürlük değil, disiplinmiş;" çünkü kurultay üyelerinin kurultay yeri dışında toplanıp, halktan gizlenerek, ülke işlerini konuşmaları ağır bir suç sayılıyormuş. Utopia düzeni, yurttaşların tüm özgürlüklerini engelliyormuş; çünkü cinsel yasalar katıymış; evlilikten önce başkalarıyla ilişki kuranlar ya da eşlerini aldatanlar cezalandırılıyormuş. More'un 1516 yılında cinsel konularda hoşgörü göstermesini bekleyen bu tutucu eleştirmenler, baskı rejimi savına dört elle sarıldılar: C.S. Lewis'e göre, gerçi Utopia'yı ciddiye alamazmışız ama, alırsak, orada düşünce ve söz özgürlüğü olmadığını; Utopia daki düzenin 211/447 hiçbir "liberal" yanı bulunmadığını kabul etmek zorunda kalırmışız. Utopia'yı inceleyen makalesine "Nefret Edilecek Bir Devlet" adını veren T.S. Dorsch'a bakılacak olursa, Utopia'lıların ağır baskılar altında sürüp giden can sıkıcı ve renksiz ortaklaşa yaşantıları, çağımızın totaliter devletlerinde aynı yaşantıyı gören bizlere, ayrıca "tiksindirici" gelirmiş. Hythloday'in anlattığı bu çirkin düzeni taşlamaktan başka bir amaç gütmeyen More, "Utopia'lılar sevgi içinde birlikte yaşarlar," dediği halde, Utopia devletini çok iğrenç bulduğu kuşkusuzmuş. Kimlerden yana olduğunu açık seçik belirten J.D. Mackie'ye göre de, yurttaşlar "yeteneklerini özel teşebbüs sayesinde uygulama alanında kullanmadıkları için" Utopia'da özgürlük yokmuş ve "Hitler'in Almanya'sına garip bir biçimde benzeyen bu devlet, dünya barışı açısından bir tehlike" imiş. Görüldüğü gibi, pek az kitap Utopia kadar değişik ve kimi zaman tümüyle yanlış, 212/447 hatta gülünç denebilecek yorumlara uğramıştır. Gel gelelim bu yorumlar ne denli değişik ya da yanlış olursa olsun ütopya türünde ancak Thomas More'un kitabı dünya klasikleri arasına girmiştir ve hâlâ merakla okunmaktadır. Nerdeyse beş yüzyıl önce yazıldığı halde, Utopia güncelliğini korumuş, hatta sosyalist düşüncenin gelişmesi, sosyalist devletlerin kurulmasıyla bu güncellik yaşadığımız çağda daha da artmıştır. Bize kalırsa, More'un yüzyıllardır etkinliğini korumasının başlıca nedeni, kişiliğinde de kitabında da açık seçik beliren, en geniş anlamdaki Hümanizm, yani insanlık sevgisi, insanlık saygısıdır. İşte More'un bu insanca yanından ötürü solun en aşırısından, sağın en bağnazına değin, birbirine en karşıt kişiler ona hayrandırlar. Chambers, işbirliği yapmaları hiç de olası görülmeyen iki insan grubunun, yani Marxist bilginlerle Katolik rahibelerin, More üstüne bilgi edinebilmek amacıyla ilişki kurmak çabalarına 213/447 girmelerinin oldukça eğlendirici bir örneğini verir: Ermiş Saint Thomas More'un anısına bağlı bir manastır varmış. Sovyet Rusya'da Marx-Engels Enstitüsü'nde çalışanlar da, More ile ilgili bazı noktaları aydınlığa kavuşturabilmek için, bu manastırdaki rahiplere başvurmak istiyorlarmış. Ama söz konusu manastırın adresini bilmediklerinden, More uzmanı olarak tanıdıkları Chambers'e mektup yazıp, kendilerine bu adresi sağlamasını istemişler. More'da, kendisini rahiplere de Marxistlere de saydıracak insanca bir yan olmasaydı, bir Utopia yazmayı da aklından geçirmeyecekti kuşkusuz. More, yoksulları, ezilmişleri içtenlikle sevdiği için, onları korumak, dertlerine çare bulmak istediği için, hayal gücüyle kusursuz bir düzen kurdu; insanların öteden beri en soylu özlemlerinden biri olan ütopya özlemini dile getirdi. İnsanlar düşünmeye başlar başlamaz daha iyi bir dünyayı düşlemişlerdi ve bugünün düşünü 214/447 yarının gerçeğine dönüştürmek umuduyla, özlemlerini insanlar arasında yaymaya çalışmışlardı. Yeryüzünde cennet özlemi, insanlığın tarihi kadar eskidir aslında. Bu yeryüzü cennetlerinin başlıca nimetlerinden biri de, varın yoğun herkes arasında ortaklaşa paylaşılmasıdır. The Land of Cokayne adlı ondördüncü yüzyılda yazılan ve şairi bilinmeyen bir İngiliz şiirinde, şöyle denilir: "Ne kavga var, ne de savaş; sonsuz bir yaşam aldı ölümün yerini. Kadınlar da erkekler de öfkeli değiller artık. Yiyecek de bol, giyecek de. İster genç, ister yaşlı; ister güçlü, ister güçsüz; ister gözü pek, ister boynu bükük olsun; her şey ortaklaşa paylaşılıyor herkes arasında." Morton'un belirttiği gibi, Hıristiyanlık ilk yayılmaya başladığı sıralarda da, dünya nimetlerini ortaklaşa paylaşma düşüncesi egemendi. Katolik Kilisesi'nin resmi sözcüleri, ancak on üçüncü yüzyıldan sonra, zenginlerle yoksullar arasında sınıf ayrımlarının Tanrı buyruğu olduğu ve özel 215/447 mülkiyetin bir hak sayılması gerektiği görüşünü yaymaya başladılar. Ne var ki, ondördüncü yüzyılda "Lollard" denilen yoksul rahipler, özellikle kırsal bölgelerde yoğun bir propagandaya girişerek, Kutsal Kitap'ın İngilizceye ilk çevirisini yapan John Wycliffe'in inançlarını yayıyorlardı. Bir yandan Katolik Kilisesi'nin yolsuzluklarını gözler önüne serip dinsel reformu savunurken, bir yandan da yoksulların sömürülmesine karşı çıkıyorlar, halkın başkaldırmasını istiyorlardı. Lollard'ların önderlerinden John Ball, ölüm cezasına çarptırılmadan önce, 1381'deki köylü ayaklanması sırasında verdiği devrimci vaazlardan birinde, zamanımıza değin unutulmadan gelen iki dizeyle, Âdem toprağı belleyip, Havva yün eğirirken, Bey kimdi? 216/447 Efendi kim? diye soruyordu. Gel gelelim Thomas More, elbette Lollard'lardan, halk ayaklanmalarından yana değildi. Gençliğinde birkaç yıl geçirmişti bir manastırda ve sosyalizminin dinsel kökenleri, manastır yaşantısına dayanmaktaydı aslında. Tıpkı manastırlarda olduğu gibi, Utopia'da da, özel mülkiyet ve para yoktur, her şey ortaklaşa paylaşılır, herkes eş giyinir, birlikte yemek yer, bireysel bir yaşamdan fazla toplumsal bir yaşam sürer. Ne var ki, Akşit Göktürk'ün de belirttiği gibi, "More'un Utopia'sını kocaman bir manastır toplumu olarak görmek gene de yanlış olur." Hem de çok yanlış olur bize kalırsa; çünkü Utopia'daki yaşantıyla manastırlardaki yaşantı arasındaki benzerlik burada biter: Utopia, dünyadan soyutlanmış, tüm çabalarını Tanrı'ya tapmaya adamış, ancak ölümden sonra mutluluk bekleyen aylak bir 217/447 toplum değildir. Tam tersine, evlenen, çocuk yetiştiren, dünya bazlarına büyük önem veren, cennete, gökyüzünde değil yeryüzünde kavuşmak isteyen tam anlamıyla üretici bir toplumdur. Gerçi Hıristiyanlar, din uğruna ölüme katlandığı, ermişliğe yüceldiği için More'a hayranlık duymaktadırlar. Ne var ki, More, Dialogue of Comfort'u yazdığı, bir Katolik ermişi olduğu için değil; Utopia'yı yazdığı, sosyalizmin bir öncüsü olduğu için yaşamaktadır bugün. Utopia'daki düzenin, bilimsel sosyalizmin bir örneği olmamakla beraber, su katılmamış bir sosyalist düzen olduğu, hatta ekonomik açıdan tam bir eşitlik önerdiği için, çağımızın bilimsel sosyalizminden daha da ileri gittiği yadsınmaz bir gerçektir. Yeter ki akılları başlarında olsun, en tutucu Hıristiyan eleştirmenler de, en kılı kırka yaran Marxist'ler de bu gerçeği kabul etmişlerdir. Birkaç örnek vermekle yetinelim: Chambers, "sosyalist bir devlet gerçekleşmeden 402 yıl önce, More'un böyle 218/447 bir devletin tasarısını çizdiğini," kapitalist toplumu "varlıklıların yoksullara karşı bir suikastı" olarak tanımlayan Utopia'nın, onaltıncı yüzyıldan bugüne kadar sosyalist propagandanın belli başlı elkitapları arasına girdiğini söyler. Sir Ernest Barker, "Platon çağımızın sosyalizmine ne denli yabancıysa, More da o denli yakındır" der. Surtz, More'un kurduğu sosyalist düzende, yalnız besin, giyecek, konut gibi maddeyle ilgili şeylerin değil; eğitim, bilim ve din gibi kafa ve ruhla ilgili her şeyin ortaklaşa paylaşılmasını önerdiğini ileri sürer. Çoğu eleştirmenlerin ya sosyalizmin hiçbir zaman uygulanamayacağı ya da More'un bir sosyalist olamayacağı görüşünü savunmak için boşuna uğraştıklarını anlatan Russell Ames, aslında More'un Utopia'yı yazarken tek amacının toplumsal bozuklukların temelinde ekonomik bozukluklar bulunduğunu kanıtlamak ve emekçi kitlelerin sömürülmesine bir son vermek olduğunu belirtir. Marxist 219/447 Morton'a göre, More'un yaşadığı çağda İngiltere'de bir sınıf gittikçe zenginleşirken, bir sınıf da gittikçe yoksullaşmaktaydı. More, bu iki olgu arasında bir bağlantı kurabilen; toprak sahipleriyle tüccarların emekçi kitleleri soymanın yolunu buldukları için zenginleştiklerini anlayabilen ve sınıfsız bir toplum tasarlayan ilk düşünürlerden biridir. İşte bu yüzden bilimsel sosyalizmin bir öncüsü sayılması gerekir. Onun düşünceleri, liberallerin ve sosyal-demokratların görüşlerine tamamıyla ters, yüzyıllarca sonra Marx ve Engels'in ileri sürdükleri düşüncelere tamamıyla uygundur. Karl Kautsky, tarihçilerin More'un din konusunda düşündüklerini uzun uzun tartışırken, onun sosyalizmini "boş hayaller" diye birkaç satırla geçiştirdiklerini; oysa More'un "dünyanın ilk sosyalisti" olduğunu söyler. Çünkü More, din, eğitim ve düşünce özgürlüğü alanında yaşadığı çağın yüzyıllarca ilerisinde giden bir devrimci olmakla kalmamıştı; Avrupa'nın 220/447 ekonomik durumuna bilimsel bir açıdan bakıp, günümüz sosyalizminin en önemli ilkelerinden birini; yani "insanların içinde yaşadıkları ekonomik koşulların bir ürünü olduklarını;" onları kurtarmak ve yüceltmek için, bu ekonomik koşulların değişmesi gerektiğini de kavramıştı. İşte bundan ötürüdür ki, yüzyıllar geçtiği ve bu arada büyük ekonomik ve teknik değişimler olduğu halde Utopia'nın sosyalizmi gene de şaşılacak kadar yakındır çağımızın sosyalizmine. Ne var ki, 1516 yılında More'un hayal gücünden doğan sosyalizmin, bugünün bilimsel sosyalizminin tıpatıp eşi olmasının yolu yoktur elbette. Aydınlık kafasıyla hem yaşadığı çağın acı gerçeklerini görebilen, hem de geleceğe umutlu bir yol açan Thomas More bile başaramazdı bunu. Onun için, "yazıklar olsun, niçin More tıpkı Marx gibi düşünemedi" diye üzülmenin ne denli yersiz olduğunu açıklamaya gerek yok. More her ne kadar Marx değilse de, Morton'un dediği 221/447 gibi, onun More olması gene de yeter bize. Onaltıncı yüzyılın koşulları içinde, sanayi ve dolayısıyla kapitalizm henüz gelişmediği; sosyalizmi savunacak bilinçli bir işçi sınıfının bulunmadığı bir çağda, More'un ütopyacı bir sosyalist olmaktan başka çaresi yoktu. Üstelik ütopyacılığı olumsuz anlamda, yani ger- çeklerden kopmak, bir hayal dünyası yaratmak anlamında kullanırsak, More'un tek ütopyacı yanı, tasarladığı sosyalizmin, uzun bir gelişimin ürünü ya da bilinçli emekçi kitlelerin başardıkları bir devrim sonucu olmayıp, bilge kral Utopus'un aklından doğmasıdır. More, güçlü önsezileriyle geleceği görebilen bir düşünürdü. Düşündüklerinin birçoğu, birçok ülkede gerçekleşmiştir artık. Örneğin çalışma saatlerinin kısaltılması, kadın erkek eşitliği, ilk eğitimin parasız ve zorunlu oluşu, geçinemeyen çiftlerin boşanabilmeleri, sağlık işlerinin düzenlenmesi, ölüm cezasının ya çok seyrek ya da hiç uygulanmaması, vb. More'un geçmişte en 222/447 akıldışı görünen kimi önerileri de, örneğin rahiplerin evlenmesi ya da ölmek isteyen ağır hastalara yaşamlarına son vermeleri için yardımcı olunması, günümüzde tartışılan konular arasına girmiştir. Ne var ki, Sir Thomas More'un hâlâ ger- çekleşemeyen başka düşünceleri de var: Savaşın iğrençliğinin herkesçe bilinmesini; din alanında tam bir hoşgörünün yerleşmesiyle, dinlerin ayırıcı değil birleştirici nitelikleri üstünde durulmasını ve her şeyden fazla ulusal gelirin tam bir eşitlik içinde paylaşılmasını istiyordu More. Ve onun nerdeyse beş yüzyıl önce istedikleri ger- çekleşmezse, kendi yarattığı terimle bir "Utopia" kalırsa, uygarlığın er geç yıkılacağı artık anlaşılmaya başlandı bugün. 223/447 THOMAS MORE ÇEVİRENLER SABAHATTİN EYÜBOĞLU VEDAT GÜNYOL MİNA URGAN I. BÖLÜM Eşine az taslanır üstün zekâsıyla tanınmış yenilmez İngiltere Kralı Sekizinci Henry ile değerli Kastilya prensi birkaç yıl önce ciddi şekilde bozuşmuşlardı. Bu işi görüşmek ve düzeltmek üzere o tarihte sözcü olarak Felemenk'e gitmiştim. Yanımda iş ve yol arkadaşı olarak eşsiz insan Cuthbert Tunstall vardı. Kral o sırada kendisine, herkesin alkışları arasında, Canterbury başpiskoposluğunu vermişti. Burada onun övgüsünü yapmaya kalkmayacağım. Dostluğumun bir dalkavukluk sayılması korkusuyla değil, övgülerimin onun bilginliğine ve erdemine erişemeyeceği düşüncesiyle. Kendisi öyle parlak bir ün kazanmış bulunuyor ki onu övmek, atasözünün dediği gibi, güneşi fenerle göstermeğe benzer. Görüşmelerin yapılacağı Bruges şehrinde Prens Charles'ın gönderdiği birbirinden seçkin sözcüleri bulduk. Bruges Valisi bu heyetin başındaydı. Mont-Cassel hâkimi George Thamasia ise aynı heyetin dili ve yüreğiydi. Konuşma ustalığı sanatından çok doğuşundan gelen bu adam devlet işlerinde en bilgin danışmanlardan biri sayılıyordu. Kişisel yetisine eklenen görmüş geçirmişliği, onun çok usta bir diplomat olmasını sağlamıştı. Kongrenin ilk iki oturumunda birçok konu üstünde anlaşmaya varılamadı. Bunun üzerine İspanyol sözcüleri Prens'in ne diyeceğini öğrenmek için Brüksel'e gittiler. Ben de bu arada Anvers'e gitmek fırsatını buldum. Anvers'te pek çok insanla tanıştım, ama bağlandığım en hoş insan Anvers'li Peter Giles oldu. Yurttaşları arasında çok saygın bir yeri olan bu dürüst genç, kültürü ve ahlakıyla daha da büyük saygıya layıktır, "ilgisi ne kadar derinse huyu da o kadar iyi. Yüreği herkese açık; ama dostlarına o 226/447 kadar candan, o kadar vefalı bir sevgiyle bağlıdır ki kendisine dostluğun pürüzsüz bir örneği dense yeridir. Alçakgönüllü, gösterişsiz, sade ve ölçülü bir insan. Nükteli konuşmasını bilir ve şakası kabalığa kaçmaz. Uzatmayalım, bu gençle öyle hoş, öyle tatlı bir ahbaplık kurduk ki beni yurdumdan, evimden karımdan ve çocuklarımdan dört ayı aşkın bir zaman ayıran gurbet pek acı gelmedi bana. Bir gün NotreDame'a gitmiş- tim. Halkın gözdesi olan bu kilise bizim en güzel mimarlık şaheserlerimizden biridir. İbadetten sonra otele dönerken birden Peter Giles'le karşılaştım. Yaşlıca bir yabancıyla konuşuyordu. Güneşten yanmış teni, uzun sakalı, üstünden düşecek gibi duran yeleği, hali tavrıyla bu yabancı bir gemi kaptanına benziyordu. Peter beni görür görmez, bir cevap vermeğe hazırlanan yabancıdan bir an uzaklaştı, yanıma sokulup beni selamladıktan sonra: 227/447 "Bu adamı görüyor musunuz," dedi; "onu doğruca size getirmek üzereydim." "Dostum," dedim, "sizinle geldikten sonra kim olsa sevinirdim." "Tanısanız," dedi Peter, "yalnız gelmesini de isterdiniz. Bilinmez ülkeler ve insanlar üstüne size ondan daha etraflı, daha ilginç bilgiler verebilecek birini bulamazsınız dünyada. Böyle şeylere ne kadar meraklı olduğunuzu bilirim." "Yanılmamışım," dedim! "İlk bakışta bir kaptana benzetmiştim kendisini." "Yine de yanılmışsınız. Gemiyle gezmesine gezmiş, ama Palinurus gibi değil, Odysseus gibi, daha doğrusu Platon gibi. Dinleyin bakın nasıl: Raphael Hythloday, bu adı ilk alan ailenin oğlu, oldukça iyi Latince ve çok iyi 228/447 Yunanca bilir. Kendini sadece felsefeye verdiği için Atina'nın dilini Roma'nın dilinden daha yararlı görmüş, önemli konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Cicero'dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz'miş. Gençliğinde varını yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo Vespucci ile kader birliği etmiş. Bu büyük denizcinin şimdi her yerde anlatılan dört yolculuğunun son üçünde bir an yanından ayrılmamış. Ama Avrupa'ya onunla dönmemiş. Amerigo, onun yalvarıp yakarması üzerine, yirmi dört adamıyla birlikte Yeni Kastilya'da kalmasına izin vermiş. Böylece kendi isteğiyle kalmış o kıyılarda. Çünkü bu adamda gurbette ölmek korkusu falan yok. Bir mezarda çürümek şerefine de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: 'Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı'ya giden bir yol vardır.' Bu serüvenci yaradılışıyla bir yerde ölüp kalmamış olması büyük bir talih doğrusu. 229/447 Her neyse, Vespucci gittikten sonra beş Kastilya'lıyla birçok ülke dolaşmış. Bir mucize olarak Taprobana kıyılarına düşmüş, oradan Calicut'a ulaşmış nasılsa ve Portekiz gemilerine rastlayıp görmekten umudunu kestiği memleketine dönmüş." Peter bunları anlatınca, bana böyle yaman bir insanı tanıtmak istemesinden ötürü kendisine teşekkür ettim. Sonra Raphael'e yaklaşıp görüşmenin gerektirdiği sözleri ettim ve onu Giles'le birlikte kaldığım yere götürdüm. Orada bahçeye çıkıp bir çayırda oturduk ve konuşma başladı. Raphael önce, Vespucci gittikten sonra nasıl arkadaşlarıyla birlikte yerlilerin dostluğunu kazandıklarını, tatlılıkla nasıl anlaşıp bir arada güzel güzel yaşadıklarını anlattı. Memleketinin ve kendisinin adını unuttuğum bir prens onları çok sevmiş ve korumuş. Onun sayesinde yolları boyunca kayıklar, arabalar bulmuşlar. Sadık bir rehber Prensin emriyle hep yanlarında kalmış, onları öteki prenslere tanıtmış. 230/447 Günlerce yolculuk ettikten sonra köylere, kasabalara, oldukça iyi düzenli şehirlere varmışlar, birçok ustalar, güçlü devletler görmüşler. Ekvatorda, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar boydan boya ve oldum olası ateşten bir gök altında yanan ıssız ovalar varmış. Orada her gördükleri şey dehşete düşürüyormuş onları. Başıboş topraklarda tek yaşayanlar en vahşi hayvanlar, en korkunç sürüngenler ve o hayvanlardan da vahşi insanlarmış yalnız. Ekvatordan uzaklaşınca tabiat yumuşuyormuş biraz. Sıcak daha az bunaltıcı, toprak daha yeşil ve güler yüzlü, hayvanlar belasızmış. Daha ötelerde ise karadan ve denizden ticaret yolları olan şehirlere, kasabalara rastlamışlar. Bunların uzak ülkelerle de alışverişleri varmış. Bütün bu keşifler Raphael'le arkadaşlarını coşturdukça coşturmuş. Yolculuk heveslerini süsleyen bir şey de, her kalkan gemiye, nereye giderse gitsin, hiç zorluk 231/447 çıkarılmadan alınmaları olmuş. İlk rastladıkları gemilerin dipleri düz, yelkenleri hasırdan, papirüs yapraklarından ya da deridenmiş. Daha sonra uçları sivri ve kenevir yelkenli tekneler görmüşler. Sonunda tıpatıp bizimkilere benzer gemilere de binmişler. Bunların kaptanları gökleri ve denizi oldukça iyi bilen usta denizcilermiş, ama pusuladan hiç haberleri yokmuş. Bizim Kastilya'lılar onlara ucu mıknatıslı iğneyi gösterince adamcağızlar şaşkına dönmüşler, bu iyiliği nasıl karşılayacaklarını bilememişler. Zavallılar denize hep korka korka çıkarlarmış ve yalnız yazın engine açılmaya yürekleri varırmış. Şimdiyse artık, pusula elde, rüzgârlara kafa tutar olmuşlar. Kış gezilerinde güvenleri artınca tehlike de artmış. Çünkü bu güzel buluş onları belalardan kurtaracak yerde, ölçüsüzlük yüzünden daha da büyük belaların kucağına atabilirdi. Raphael'in dünyayı dolaşırken gördüklerini burada anlatmam çok uzun sürer. Zaten bu kitabın 232/447 amacı da o değil. Belki başka bir kitapta bu işi ele alırım, ve Raphael'in gördüğü uygar ulusların törelerini, akıllıca toplum düzenlerini etraflıca anlatırım. Bu konular üstüne onu sorulara boğuyorduk, o da merakımızı gidermeye can atıyordu. Artık yeniliğini yitiren o devleri, ejderhaları sormuyorduk ona. Çünkü Skyllas'lar, Cetenos'lar, sürüyle insan yiyen Lastrigon'lar, daha bilmem hangi canavarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur. Doğrusunu isterseniz, Raphael bu yeni uluslarda bizimkiler kadar kötü düzenler, kurumlar görmüş; ama ihtiyar Avrupa'nın şehirlerini, uluslarını, krallıklarını uyarabilecek, yeniden yaşatabilecek birçok yasaya da raslamış. Bütün bunlar, dediğim gibi bir başka kitabın konusu olacak. Burada yalnız Raphael'in Utopia halkı ve devleti üstüne 233/447 anlattıklarıyla yetineceğim. Önce konuşmamızın nasıl bu mutlu ada üstüne geldiğini söylemeliyim okuyucuya. Raphael anlattıklarına derin düşünceler de katıyordu. Türlü devlet biçimlerini açıklarken her birinde neyin doğru neyin eğri, neyin iyi neyin kötü olduğunu şaşırtıcı bir kesinlikle çözümlüyordu. Bunca ulusun yasalarından, törelerinden bu kadar bilgince söz ettiğini duyunca insan Raphael'in görüp geçtiği her yerde bütün bir ömür geçirdiğini sanabilirdi. Peter hayranlığını saklayamadı: "Doğrusu, sevgili Raphael," dedi, "niçin bir kral yanına girmediğinize şaşıyorum. Hangisine başvursanız sizden hoşlanır ve yararlanır. Boş zamanlarında bütün bu bildiklerinizi seve seve dinler; değişik memleket ve insan örneklerinden değerli dersler alırdı. Üstelik siz de hem kendinize hem de ailenize, dostlarınıza, parlak bir durum sağlardınız." 234/447 "Ailemden yana pek kaygım yok" dedi Raphael, "onlara karşı ödevimi yaptım sanıyorum. Herkes varını yoğunu ihtiyarlığında, ölüm döşeğinde, elleri zaten hiçbir şey tutamaz olunca başkalarına bırakır. Bense genç ve sapasağlamken her şeyimi yakınlarıma verdim. Bana bencil demeye dilleri varmaz herhalde; daha fazla para kazanmak için benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler." "Yanlış anlamayın," dedi Peter; "ben sizin kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak girmenizi söylemek istedim." "Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden bir adam diye görürler." "Bakan ya da başka şey," dedi Peter; "benim istediğim sizin halka, insanlara daha yararlı olmanız ve kendiniz için daha mutlu bir hayat sağlamanız." 235/447 "Daha mutlu mu dediniz? Duygularıma, tabiatıma aykırı bir durumda nasıl mutlu olabilirim? Ben şimdi özgür bir insanım, dilediğim gibi yaşıyorum. Zengin saraylıların kaçı aynı şeyi söyleyebilir? Hem kralların gözüne girmek isteyen o kadar çok insan var ki. Ben ve benim yaradılışımda üç dört kişi saraya girmezsek, kral eksikliğimizi hissetmez, merak etmeyin." O zaman ben söze karıştım: "Siz paraya, devlet koltuğuna düşkün değilsiniz, orası belli. Bana sorarsanız sizin gibi bir insana, bir imparatorluğun başındaki insanlardan daha fazla saygı duyarım. Ama bana öyle geliyor ki, sizin kadar büyük yürekli, olgun düşünceli bir adam rahatlığı pahasına da olsa zekâsını kamu işlerinde kullanmalıdır. Bunu en verimli olarak yapmanın yolu da büyük bir kralın danışmanları arasına girmektir. Çünkü siz nasıl olsa şerefinize ve doğruluğa aykırı tek söz 236/447 edemezsiniz. Bildiğiniz gibi kral öyle bir kaynaktır ki, iyilik de kötülük de oradan sel gibi akar halkın üstüne. Devlet işlerine alışkın olmasanız bile bunca bilginiz ve zekânızla en cahil bir krala bile çok yararlı bir bakan olabilirsiniz." "İki yönden aldanıyorsunuz, dostum Morus," dedi Raphael; "hem iş, hem de kişi yönünden. Bende gördüğünüz üstünlükten çok uzağım. Ama yüz kez daha üstün de olsam benim rahatımı kaçırmamın devlet işlerine bir yararı olmaz. İlkin şundan ötürü: Krallar yalnız savaşı düşünürler, bense bu sanatları ne anlarım, ne de anlamak isterim. Yalnız barışa yararlı sanatlar kralların pek umurunda değildir. İş yeni ülkeler kazanmaya geldi mi, bütün yollar iyidir onlar için: Din, iman, akıl dinlemezler, ne günaha girmekten çekinirler ne kan dökmekten. Buna karşılık kazandıkları memleketlerin halkını iyi yönetmekle pek uğraşmazlar. 237/447 Kralların danıştığı insanlara gelince: Bunların bir kısmı ağızlarını açmaz, çünkü söyleyecek sözleri yoktur, kendileri akıl danışmak durumundadır. Bir kısmınınsa akılları erer, işe yarayacaklarını da bilirler; ama her zaman gözde olan yetkilinin düşüncesini paylaşılan, ortaya attığı budalalıkları alkışlarlar. Bütün bu aşağılık asalakların tek kaygısı, yüz karası bir dalkavuklukla, kralın tuttuğu adamın desteğini kazanmaktır. Bir diğer kısmı da kendilerini beğenmiş kişilerdir, yalnız kendi düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler. Bunda da şaşılacak bir şey yok, çünkü doğa herkese kendi yarattığını sevip okşama içgüdüsünü verir: Karga da, maymun da kendi yavrularına gülümser yalnız. Yükselme tutkusunun, para kaygısının ya da kendini beğenmişliğin ağır bastığı bu danışma kurullarında yapılan nedir? Biri çıkar da geçmiş zamanlardan ya da yabancı ülkelerden örnek getirip yeni bir düşünce ileri sürecek olursa, 238/447 bütün dinleyenlerin akılları başlarından gider; hepsini hele kendisini beğenmişleri bir telaştır alır, akıllılık ünlerini yitirmekten, budala sayılmaktan korkarlar. Kafalarını eşeleye eşeleye bu düşünceleri çürütecek kanıtlar ararlar, bellekleri bu çürütmeyi beceremedi mi, şu beylik lafın ardına sığınırlar: 'Bizim babalarımız böyle demiş, böyle yapmışlar. Keşke biz de babalarımız kadar akıllı olabilsek.' Böyle der ve büyük bir kehânet yumurtlamış gibi böbürlenerek yerlerine otururlar. Onlara bakacak olursanız, atalarından daha akıllı bir adam çıktı mı, insanlık batar. Bununla beraber atalarımızdan kalan en güzel kurumları yaşatmakta, geliştirmekte hiç de ateşli değiliz. Biri onları düzeltmeye, yenileştirmeye kalktı mı ilerlemeye katılmamak için eskiye sarılırız. Her yerde bu küflü, bu saçma, bu böbürlü kafaları görmüşümdür. Bir kez de İngiltere'de. ." "Nasıl," dedim; "İngiltere'ye gittiniz mi?" 239/447 "Evet, birkaç ay kaldım," dedi. "Batılı İngilizlerin krala karşı açtıkları bir savaştan biraz sonraydı. Savaş başkaldıranların korkunç bir kırıma uğramasıyla bitmişti. O sırada Canterbury Başpiskoposu ve İngiltere Başbakanı sayın John Morton'a büyük minnet bağlarıyla bağlanmıştım. John Morton, (bunları yalnız size söylüyorum, sevgili Peter, çünkü Morus dostumuz bunu çok iyi bilir), evet Morton, yüksek mevkiinden çok, karakteri ve erdemiyle saygı uyandıran bir insandı. Orta boylu bedeni yaşının ağırlığı altında eğilmemişti. Yüzü hiç de sert olmadığı halde saygı uyandırıyordu insanda. Kendisine kolay yaklaşıldığı halde ciddi ve ağırbaşlıydı. İş için gelenleri hiç de kırıcı olmamakla beraber bazen oldukça kaba bir lafla denerdi; bu saldırı karşısında hazırcevaplık ve küstahlığa kaçmayan bir sertlik gösterenler hoşuna giderdi. Böyle bir denemeyle herkesin değerini anlar ve adamına göre iş verirdi. 240/447 Konuşması yalın ve güçlü, hukuk bilgisi derin, anlatışı tatlı, belleği eşsizdi. Doğuştan gelen yetilerini iş görerek, okuyup öğrenerek geliştirmişti. Kral söylediklerine çok önem veriyor ve onu devletin en sağlam dayanaklarından biri sayıyordu. Delikanlılık çağında kolejden saraya geçmiş, en büyük olaylara karışmış, kaderin fırtınalı denizinde durmadan sallanmış, her gün karşılaştığı tehlikeler içinde yaman bir sakınma gücü edinmiş, dünyayı bilmenin ta kendisi olmuştu nerdeyse. Bir rastlantı beni bu bilgin din adamının sofrasında yasa bilgisiyle ün salmış lâik bir aydın kişiyle karşılaştırdı. Bu adam, bilmem nasıl, hırsızlara karşı yasanın gösterdiği sertliği övmeye başladı. Hırsızların nasıl onar yirmişer şurada burada darağaçlarına as- ıldığını sevine sevine anlatıyordu: 'Böyleyken ne iştir anlamıyorum,' dedi; 'sadece birkaç hırsız asılmaktan zor paçasını 241/447 kurtardığı halde, bugün İngiltere'de yine de hırsızdan geçilmiyor.' Kardinalin evindeki söz özgürlüğünden yararlanarak dedim ki: 'Bu sizi hiç şaşırtmamalı. Ölüm cezası böylesi durumlarda hem haksız, hem yararsızdır. Öldürmek hırsızlığı cezalandırmak için çok ağır, hırsızlığı önlemek içinse çok hafif bir cezadır. Her çalan ölümü haketmedikten başka, açlıktan ölmemek için çalan adama en korkunç işkenceleri de yapsanız yine çalar. Bu konuda İngiltere'nin ve daha birçok memleketin adaleti, öğrencileri yetiştirecek yerde döven kötü öğretmenlere benziyor. Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmasa daha iyi olmaz mı?' 242/447 'Toplum bunu düşünmüş,' dedi yasacı; 'zanaat da tarım da halde birçok geçim yolları sağlamış. Ama öyle insanlar var ki çalış- maktansa adam soymayı daha akıllıca buluyorlar.' 'İşte bunu söylemenizi bekliyordum,' dedim. 'Size iç ve dış savaşlardan eli ayağı sakat dönenlerden söz etmeyeceğim. Ama sorarım size: Kaç asker Cornouailles ve Fransa savaşlarında, kral ve yurt uğruna neler yitirmedi, göz, kol, bacak, nelerinden olmadı. Bu zavallıların artık eski zanaatlarını yapacak halleri yoktu. Yeni bir zanaata geçmeye de yaşları elverişli değildi artık. Bırakalım bunları: Savaş her zaman olmaz diyelim. Her gün gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım. Halkın yoksulluğa düşmesinin baş nedeni aristokratların çokluğudur. Bu yararsız, bu balvermez arılar başkalarının alın teriyle geçinmekte, topraklarında çalışanlardan daha fazla yararlanabilmek için onları derisine kadar yüzmekte, 243/447 bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedirler. Ama iş keyif için para harcamaya geldi mi, bu adamların yapmayacağı delilik yoktur. Bu uğurda varlarını yoklarını havaya savurup dilenciliğe kadar düşerler. Üstelik kendileriyle birlikte başka işlerde hayatlarını kazanamayacak bir sürü aylak uşağı da yoksulluğa sürüklerler. Uşaklar hastalanır, ya da efendiler ölecek olursa kapı dışarı edilirler. Çünkü aristokratlar boş oturan uşakları besler, ama hasta uşakları beslemezler. Çok kez de mirasçılar babalarının beslediği uşakları besleyecek durumda olmazlar. Bütün bu insanlar çalmak cesaretini gösteremezlerse açlıktan ölmeye katlanmak zorundadırlar. Başka ne yapabilirler? İş aramaktan sağlıkları da, sırtlarındaki elbiseler de yıpranır. Sapsarı suratlar ve yırtık pırtık elbiselerle zenginlere başvurdukları zaman kimse yüzlerine bakmaz. Köylüler bile iş vermez onlara. Onlar da bilirler ki keyifler, cümbüşler içinde yaşamış, 244/447 kılıç kalkan kullanmaya, halka yukarıdan bakmaya alışmış bir adam kolay kolay kazma kürek kullanmaya, boğaz tokluğuna yoksul bir çiftçinin hizmetinde çalışmaya alışamaz.' Bu sözlerime şöyle karşılık verdi yasacı: 'İşte devlet asıl böylesi insanları beslemeye ve çoğaltmaya çalışmalı. Böyleleri işçilerden, çiftçilerden çok daha yürekli, çok daha zevkli insanlardır. Yürekçe de, kafaca da onlar güçlüdür. Savaş oldu mu ordu öyleleriyle kurulur ancak.' 'Öyleyse,' dedim, 'size göre hırsızlar ne kadar çoğalırsa ordular da o kadar şanlı şerefli, başarılı olur. Bu aylaklar tükenmez bir asker kaynağı, demek sizce. Gerçekten de hırsızlar hiç kötü asker olmuyorlar, üstelik askerler de hırsızlıktan hiç de çekinmezler. Her iki meslek arasında çok benzerlikler vardır. Ne yazık ki bu toplum yasası yalnız İngiltere'yi değil, bütün ulusları 245/447 kemirmektedir. Fransa daha belalı bir salgının pençesindedir. Memleketi baştan başa devletin parayla tuttuğu, alaylara ayırdığı sayısız sürüler sarmış, kuşatmıştır. Barış zamanlarında hem de. Kısa süreli duraklamalara barış denebilirse. . Bu berbat sistemi kuranlar, sizde sürü sürü aylak uşaklar besleyenlerle aynı kafadalar. Bu korkak ve kuşkulu politikacılara göre devletin güvenliği hep silah altında tutulacak büyük, zorlu, savaş görmüş kimselerden kurulu bir orduya bağlıdır. Halk arasından toplanacak askerlere güvenmezler. Savaşları da nerdeyse askerin görgüsü artsın diye yaparlar: Sallust'un dediği gibi, bu koca insan mezbahasında askerin, yüreği ya da eli barış yüzünden yumuşamasın diye. Fransa bu yırtıcı hayvanları beslemenin ne tehlikeli bir şey olduğunu başına gelenlerle öğreniyor. Oysa Romalıların, Kartacalıların, daha nice eski ulusun tarihine bir göz atsa yeterdi. Hep ayakta duran bunca ordu ne işine yaradı 246/447 Fransa'nın? Toprakları talan edildi, şehirleri yıkıldı, imparatorlukları battı. O nerdeyse beşikten yetişme askerler bir işe de yarasalardı bari. Usta Fransız askerleri toplama İngiliz askerleriyle birkaç kez karşılaştılar. Ne sonuç aldıkları üstünde durmayacağım; çünkü beni dinleyenlere hoş görünmek istediğim sanılabilir. Gelelim sizin uşak askerlere. Bunlar işçi ve çiftçilerden daha cesur, daha gürbüz olur diyorsunuz. Yoksulluk yüzünden bedence ve ruhça iyice çökmüş olanlar dışında, işçi ve çiftçileri aylak bir uşağın yıldıracağını hiç sanmıyorum. Uşaklar daha iri yan, daha gürbüz olabilirler; çünkü zenginler çürütecekleri insanları öyleleri arasından seçerler. Ama bu sağlam, bu yakışıklı delikanlıların aylaklık içinde uyuşmaları, kadın işlerinde yumuşamaları yazık değil mi? Onları şerefli bir zanaata sokup, ellerinin emeğiyle yaşamaya alıştırıp çalışkan ve yararlı kişiler arasına katmak daha doğru olmaz mı? 247/447 Neresinden bakarsak bakalım, bu aylak uşak sürülerinin memlekete bir yarar getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman elinizdedir. Üstelik bu sürüler barış zamanında da baş belasıdır. Oysa insan savaştan önce barışa önem vermeli, barış üstüne kafa yormalı. Soylular sınıfı ve uşak takımı sizi kaygılandıran çapulculukların tek nedenleri değildir. Yalnız sizin adaya özgü bir bela daha var başınızda.' 'Nedir o?' diye sordu Kardinal. 'Bütün İngiltere'yi saran koyun sürüleri. Başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tokgözlü olan bu hayvanlar sizin memleketinizde öyle açgözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar.' 248/447 Gerçekten, en ince, en değerli yünü çıkaran krallığınızın her yanında soylular, zenginler hatta pek sayın rahipler bile toprak için birbirine giriyorlar. Bu zavallılara iratları, türlü kazançları, toprak gelirleri yetmiyor; işsiz güçsüz oturup keyif çatmak, devlete bir yarar getirmeden halkın sırtından geçinmek gözlerim doyurmuyor adamların. Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp kiliseyi bırakıyorlar yalnız, onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara, parklara, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi. Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor: Kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini de türlü yollardan tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü) çoluk 249/447 çocukları, dulları, yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler. Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kaçaklarını, pılılarını pırtılarım yok pahasına satarlar. Onlar da bitince ne kalır yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: Onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları halde kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun çalıştığı topraklarda koyunları otlatmaya bir tek çoban yeter. Bu kötü yolun bir başka sonucu da yiyecek fiyatlarının artmasıdır. Bununla da kalsa iyi: Otlaklar çoğaldıktan sonra korkunç bir salgın sürülerle koyunu öldürüverir. Tanrı 250/447 sanki böylece sömürgenlerimizin doymaz pintiliğini cezalandırmak istemiş. Keşke bu belayı koyunların değil, kendilerinin başına indirseydi. Bunca sürü yok olunca yün fiyatları öyle yükselir ki en yoksul dokumacılar yün satın alamaz olurlar. Alın size bir sürü işsiz daha. Gerçi koyun sayısı pek çabuk artar, ama fiyatları yine de düşmez; çünkü satıcılar azalmıştır. Yün ticareti birkaç zengin fırsatçının eline geçmiştir; onlar da satmakta acele etmez, büyük kazanç olmadıkça satmazlar yünleri. Aynı sebeple başka hayvan fiyatları da arttı, hem daha da fazla; çünkü sütçülük, yağcılık, tarım yapılmayınca bu işlerde kullanılan hayvanlar hiç yetiştirilmez oldu. Büyük beyleriniz koyunlara verdikleri önemi öküze, ineğe vermiyorlar tabii. Uzak yerlerden bir deri bir kemik kalmış hayvanları çok ucuza satın alıyorlar, otlaklarında besleyip ateş pahasına satıyorlar. Korkarım İngiltere'nin daha çok çekeceği var bu yürekler acısı yolsuzluklar yüzünden. 251/447 Şimdiye kadar hayvan besleyiciler fiyatları yalnız sattıkları yerde yükseltebildiler. Ama satın aldıkları yerde hayvan azalma ve çoğalmalarına vakit bırakılmazsa İngiltere'nin hayvan sayısı farkına varılmadan azalır ve memleket korkunç bir kıtlığa düşer sonunda. Böylece bir avuç vicdansızın cimriliği yüzünden adanıza zenginlik getirmesi gereken şey yoksulluk getiriyor. Ulusça duyulan darlık herkesi masraflarını kısmaya ve hizmetçisine yol vermeye zorluyor. Kapı dışarı edilenler nereye gidiyorlar? Dilenmeye ya da çalabilirlerse, çalmaya. Bu yoksulluk nedenlerine, gösteriş için çılgınca harcanan paralar da ekleniyor. Uşaklar, işçiler, köylüler, hemen bütün sını- flar giyeceklerinde yiyeceklerinde görülmedik bir lükse kaçıyorlar. Bir de o fuhuş yerleri, ayyaşlık, cümbüş ve türlü kumar yuvaları. Buralara dadananlar bütün paralarını kaptırır ve kayıplarını kapamak için hırsızlık yoluna girerler. 252/447 Adanızı bu toplum vebalarından, bu suç ve yoksulluk tohumlarından kurtarın. Öyle yasalar çıkarın ki köyleri, çiftlikleri yıkan beyler ya hepsini yeniden yapmak, ya da toprağı yeniden çiftlik kuracak insanlara bırakmak zorunda kalsınlar. Zenginlerin cimri bencilliğini frenleyin. Sömürme, tekel kurma hakkını alın ellerinden. Aylak insan bırakmayın memleketinizde. Tarımı büyük ölçüde geliştirin. Yün işlikleri ve daha başka üretim kolları yaratın. Yoksulluk yüzünden bugüne dek hırsızlık, serserilik, ya da uşaklık eden, aşağı yukarı aynı kaderi paylaşan bir sürü insan oralara gidip yararlı bir çalışma yoluna girsin. Bütün bu anlattığım dertlere çare bulmazsanız, adaletinizle övünmeyin: İnsafsızca, budalaca yalan söylemiş olursunuz. Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesinde bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor; büyüyüp suç işledikleri zaman, yani içlerine çocukluktan 253/447 giren kötülük tohumları acı meyvelerini verdiği zaman ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.' Ben böyle konuşurken yasacı hasmım bana karşılık vermeye hazırlanıyordu. Tartış- maktan çok parlak sözler etmek, bildiklerini tekrarlamak, benimle bir bellek yarışmasına çıkmak üzereydi. 'Çok güzel konuştunuz,' dedi. 'Bir yabancı olduğunuz için bu söyledikleriniz kulaktan dolmadır. Size daha sağlam bilgiler vermek isterim. Konuşmamın düzeni şu olacak: Önce sizin söylediklerinizi özetleyeceğim. Sonra olayları bilmemekten gelen aldanmalarınızı belirteceğim. Sonunda da kanıtlarınızı çürütüp tuz buz edeceğim. Verdiğim bu sırayla başlıyorum. Aldanmıyorsam söyledikleriniz dört. .' 254/447 'Sözünüzü burada kesiyorum,' dedi birden Kardinal. 'Bu girişe bakılacak olursa konuşmanız bir hayli uzun süreceğe benzer. Bugün için sizi bu yorgunluğa katlanmaktan kurtaracağız. Ama söylevinizi bir alacak sayıyorum. Gelecek toplantımızda, karşı tarafın da bulunması şartıyla, tamamını isteriz. Gelebilirseniz yarın ikinizi de beklerim. Şimdilik, Raphael dostum sizden şunu öğrenmek isterim: Hırsızlığa ölüm cezası vermek niçin yersizdir ve siz halkın güvenliğini hangi ceza ile sağlamayı düşünürsünüz? Herhalde, hırsızlığı hoşgörmeli diyecek değilsiniz. Sizce darağacı bugün hırsızlığı önlemeye yetmediğine göre, hırsızları hayatlarını yitirmekten başka neyle korkutabilirsiniz? Yasayı dinletmek için daha sağlam yol nedir sizce? Daha az sert bir ceza vermek hırsızların cüretini artırmaz mı?' 'Ben şuna inanıyorum ki,' dedim, 'toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamadığı 255/447 sürece bir insanı para çaldığı için öldürmek doğru değildir. Diyeceksiniz ki, toplum ölüm cezasını verirken beş on para çalmanın değil, adaletin ve yasaların öcünü almaktadır. Ben de buna karşı bu ilkeyi söyleyeceğim: Summum jus summa injuria (Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir.) Yasa koyanın aklı o kadar yanılmaz, o kadar kesin midir ki buyruğunu dinlemeyen kılıcı hak etsin? Yasa bütün suçları bir kaba koyacak, çalmakla öldürmeyi aynı gözle görecek kadar katı ve duygusuz değildir. Doğruluk boş bir laf değilse bu iki suç arasında dağlar kadar ayrılık vardır. Tanrı öldürmeyi yasak etmiş, bizse birkaç para için adam asıyoruz, olacak şey mi bu? Denebilir ki, Tanrı'nın yasak ettiği, özel bir kişinin başkasını öldürmesidir, yasaları uygulayan yargıcın öldürmesini değil. Evet ama insanların Tanrı buyruklarına aykırı yasalar çıkarmasını, ırza geçmeyi, zinayı, yalan yere yemin etmeyi kitaba 256/447 uydurmalarını kim önleyebilir? Nasıl önler? Tanrı bize yalnız başkasını değil kendimizi öldürmeyi bile yasak etmiş. Oysa biz yasaların gölgesine sığınarak birbirimizi boğazlayabiliyoruz! Bu korkunç adalet anlayışı yargıçları ve cellatları Tanrı buyruğunun üstüne çıkarabilecek, onlara yasanın öldür dediğini öldürme hakkını verecek! Bundan şu olmayacak sonuç da çıkarılabilir ki, Tanrı adaletinin insan adaletine uydurulması, insanların isteğince yasalaşması gerekir, ve Tanrı'nın buyruklarına ne zaman uyulup ne zaman uyulmayabileceğini hangi durumda olursa olsun insanlar kararlaştırabilecektir. Musa'nın yasası bile, köleler ve katı yürekliler için konmuş olan bu korkutma ve öcalma yasası bile, bir şey çalmayı ölümle cezalandırmıyor. Bizse Tanrı'yı baba sayan, rahmete, merhamete dayanan İsa yasası altında, daha az insanca davranmak, 257/447 dilediğimiz zaman insan kardeşimizin kanına girmek hakkını nasıl verebiliriz kendimize? İşte bu düşüncelerle çalana ve öldürene aynı cezanın verilmesini haksız buluyorum. Bu cezanın saçma olduğu kadar, halkın güvenliği bakımından zararlı olduğunu da kolayca anlatabilirim. Çalmakla öldürmenin aynı cezayı aldığını gören ne yapar? Soymakla yetinebileceği adamı öldürür, kendi kellesini korumak için öldürür. Kendini ele verecek olanı ortadan kaldırmış, suçunun bilinmesini daha kolayca önlemiş olur. Neye yaradı yasanın sertliği? Hırsızı darağacıyla korkutarak katil yapmış olduk. Şimdi, üstünde çok durulan bu sorunun çözümüne geliyorum: En iyi cezalandırma yolu hangisidir? Bana kalırsa en iyi yolu bulmak en kötüsünü bulmaktan çok daha kolaydır. İnsanları yönetmekte pek ileri gitmiş olan 258/447 Romalıların ceza sistemini bilirsiniz. Onlar ağır suçluları süresiz köleliğe, taş ocaklarında, madenlerde zorla çalışmaya mahkum ederlerdi. Bu ceza yolu adaletle halkın yararını uzlaştırmış oluyor. Ama, bana sorarsanız, bu konuda, İran'a bağlı bir ulus olan Polylerit'lerde gördüklerimi başka hiçbir sisteme değişmem. Polylerit'lerin yurdu bir hayli uygar ve birçok kurumları pek akıllıcadır. İran kralına her yıl ödedikleri vergi dışında özgür yaşar ve kendi kendilerini yönetirler. Denizlerden uzakta, dağlarla çevrili bereketli bir toprağın ürünleriyle yetinirler. Kendileri yabancı memleketlere binde bir gider, yabancılar da onların memleketine pek gelmezler. Sınırlarını genişletme hevesleri yoktur, hiçbir dış tehlike de onları kaygılandırmaz. Krala verdikleri para yurtlarını istilaya uğramaktan korur. Bolluk içinde rahat rahat yaşarlar; ne orduları var, ne aristokratları. Boşuna şan şeref peşinde koşmadan 259/447 mutluluklarını sağlamakla uğraşırlar. Varlıklarını komşularından başka bilen yoktur çünkü dünyada. İşte bu memlekette bir kimsenin hırsızlık ettiği ortaya çıkınca çaldığı şeyi sahibine (başka yerlerde olduğu gibi krala değil) geri vermesi sağlanır. Çaldığı şey bozulmuş ya da yok olmuşsa hırsızın mallarına el koyup o şeyin değerinin karşılığı alınır, üst tarafı karısına ve çocuklarına bırakılır. Suçlu ise halkın hizmetinde çalıştırılır. Hırsızlığın ağırlaştırıcı nedenleri yoksa suçlu ne zindana atılır, ne zincire vurulur; serbest olarak çalıştırılır. Tembellik edeni ya da ayak direyeni dövmekle yetinirler. İşlerini gereğince yapanlara hiçbir kötülük edilmez. Akşam yoklama yapılır ve mahkumlar işyerindeki kulübelerde geceyi geçirirler. Katlandıkları ceza sadece durmadan çalışmaktır. Yaşamaları için gerekli her şey verilir kendilerine. Toplumun yararına çalıştıkları için toplum da onları besler. Bu besleme işinde töreler yer yer 260/447 değişir. Bazı yerlerde mahkumların yiyeceği giyeceği halkın sadaka ve yardımlarıyla sağlanır. Bu yol sakat gibi görünse de, halkın insanlığı sayesinde en bereketli olanıdır. Başka yerlerde bu iş devlet parasıyla görülür ya da belli kişilere bu ödevi yüklemenin yolu bulunur. Bazı yerlerde mahkumlar halk hizmetlerine verilmez. İşçiye ihtiyacı olan her yurttaş, bir gün için, ücret karşılığı, birkaç mahkum tutar. Onlara serbest işçilerden daha az para verir. Tembellerini dövmek hakkı da vardır mahkum kiralayanların, böylece mahkumlar hiç işsiz kalmaz, yiyeceklerini, giyeceklerini kendi emekleriyle kazanır, her gün Hazineye de bir gelir sağlarlar. Bütün mahkumlar giydikleri bir örnek elbisenin rengiyle hemen tanınırlar. Saçları toptan değil kulaklarının biraz üstüne kadar tıraş edilir. Kulaklarından biri de ucundan kesilir. Dostları onlara yiyecek, içecek ve mahkum yiyeceği getirebilir. Ama para 261/447 getiren de para alan da ölüm cezası giyer. Özgür bir yurttaş hiçbir nedenle köle sayılan mahkumdan para alamaz. Hiçbir mahkum silah taşıyamaz. Bu iki suçun da cezası ölümdür. Her il kendi mahkumlarına belli bir damga vurur. Bu damgayı silmek, ilin sınırlarını aşmak ve başka ilin kökleriyle konuş- mak da ölümle cezalandırılır. Kaçmayı tasarlamak kaçmak kadar tehlikelidir. Böylesi bir tasarıya katılan köle hayatını, hür insan özgürlüğünü kaybeder. Yasa, bu tasarıyı haber vereni ödüllendirir: Özgürse para, kö- leyse özgürlük verir ona. Haber veren suç ortağı da olsa ceza görmez ve böylece kötü yola sapan, kurtuluş yok diye sonuna kadar gitmeyip suçunu açıklayabilir. Polylerit'lerde ceza sistemi budur. Hem büyük bir insanlık hem de büyük bir yarar var bu sistemde. Yasa vuruyor, ama insanı değil suçu öldürmek için vuruyor. Mahkuma karşı o kadar insaflı davranıyor ki onu namuslu 262/447 olmaya, topluma ettiği kötülüğü yaşayacağı yıllarda ödemeye zorluyor. Onun için mahkumların eski hayatlarına döndükleri hemen hiç görülmez. Polylerit'lerin bundan yana korkuları yoktur ve çokları yola çıkarken rehberlerini bu mahkum köleler arasından seçer ve her ilde yenileriyle değiştirirler. Gerçekten de niçin korksunlar? Yasa değil hırsızlığı, hırsızlığı düşünmeyi bile kölenin elinden alıyor: Elinde silah yok, para ise ölümün ta kendisi onun için. Yakalandı mı her şey bitecek, kaçmak da imkânsız. O kılıkla nereye saklanabilir? Çıplak dolaşamaz ya? Başka kılığa girebilse o zaman da yarı kesik kulağı ele verecek kendisini. Kölelerin birleşip devlete karşı gelmeleri de olacak şey değildir. Böyle bir işi başarabilmek için elebaşıların başka illerdeki köleleri de kazanmaları gerekir. Oysa bu yol da iyice kapalıdır. Toplanmaları, konuşmaları, hatta selamlaşmaları ölüm cezası getirecek. İnsanlar nasıl söz birliği edebilirler bütün yurtta? 263/447 Düşüncelerini arkadaşlarına bile açmaktan korkarlar; çünkü bilip de susmak ölüm getiriyor, ele vermek ise çok kazançlı. Öte yandan hepsinin içinde şu umut var: Cezalarına boyun eğip ileride dürüst bir insan olabilecekleri inancını yaratabilirlerse günün birinde özgürlüklerine kavuşacaklardır. Çünkü her yıl birçok köle aklı başına gelmiş birer yurttaş olarak serbest bırakılır. Niçin İngiltere'de de böyle bir ceza sistemi uygulanmasın? Bilgin rakibimin hayran olduğu ölüm adaletinden çok daha iyi değil mi böylesi?' Sayın bilginin cevabı hazırdı: 'Böyle bir sistem İngiltere'de uygulanırsa, imparatorluk dağılır ve batar, ' dedi. Sonra başını salladı, dudaklarını kıvırdı ve sustu. Salondakiler bu yaman yargıyı coşkunlukla alkışladılar. Kardinal ise şunları söyledi: 264/447 'Peygamber değiliz ki bu sistemi denemeden önce İngiltere'ye uyup uymayacağını söyleyebilelim. Bana kalırsa, ölüm yargısı verildikten sonra, kral cezanın uygulanmasını bir süre için durdurabilir. Mahkumların kutsal yerlere sığınma imkânını da ortadan kaldırırsa, bu süre içinde yeni ceza sistemi uygulanır. Deneme iyi sonuç verirse bu yol tutulur, vermezse ölüm cezası yerine getirilir. Böylece adaleti sadece biraz geciktirmiş, denemenin tehlikelerini de önlemiş oluruz. Daha da ileri giderek diyebilirim ki serseriliği ortadan kaldırmak için daha yumuşak, daha akıllıca tedbirlere başvurmamız yerinde olur. Bu belaya karşı yasa çıkardığımız halde serserilik azalmak şöyle dursun bugün her zamankinden daha çok arttı.' Kardinal bunları söyler söylemez, biraz önce benim söylediklerime dudak bükenler, hayranlıklarını nasıl anlatacaklarını bilemez oldular. Hele Kardinal'in serserilik üstüne 265/447 söylediklerini övdükçe övdüler. Konuşmanın sonrasını anlatmasam daha iyi olur belki. O kadar gülünç şeyler söylendi ki, ama anlatayım biraz; çünkü konumla ilgili bunlar. Masada, deli taklidi yapmayı marifet sayan asalaklardan biri vardı. Bu işi o kadar iyi beceriyordu ki, insan gerçekten deli sanabilirdi onu. Saçma sapan, soğuk şakalara girişti mi herkes söylediklerine değil kendisine gülüyordu. Bununla beraber arada bir akıllıca bir söz de çıkıyordu ağzından. Atasözünün dediği gibi: Çok saçmalayan sonunda bir doğru laf da eder. Davetlilerden biri benim hırsızlar, Kardinalinse, serseriler üstünde durduğumuzu söyledi. Ama iki türlü insan daha var ki, dedi, toplum onların hayatını sürdürmesini sağlamak zorundadır; çünkü onlar yaşamak için çalışamayacak durumdadırlar: Hastalar ve ihtiyarlar. 266/447 Bizim soytarı bunun üzerine: 'O işi bana bırakın,' dedi. 'Yaman bir planım var bu konuda. Doğrusunu isterseniz o miskinler sürüsünden kurtulmaya can atıyorum: Gözlerden uzak bir yere kapamalı hepsini. Ağlayıp sızlanmaları, yalvarıp yakarmaları sinirlerimi bozuyor. Hoş, bu kasvetli teranelerle benden metelik kopardıkları olmamıştır ya. İki şeyden biri oluyor çünkü: Ya param oluyor, canım vermek istemiyor, ya da canım vermek istiyor param olmuyor. Şimdi uslandılar artık: Benim geçtiğimi gördüler mi boşuna yorulmamak için seslerini kesiyorlar. Sadaka konusunda benim bir rahip kadar kısır olduğumu biliyorlar. Şimdi dinleyin benim verdiğim kararı: Bütün yaşlı ve hasta dilenciler bölünüp dağıtılacak: Erkekler rahip kardeş olarak erkek manastırlarına, kadınlar da rahibe hemşire olarak kadın manastırlarına. Oldu bitti.' 267/447 Kardinal bunu hoş bir şaka sayıp gülümsedi, ama ötekiler bayağı ciddiye aldılar. Dinbilimci bir rahipse bu şakadan aşırı bir şekilde hoşlandı. Asık suratı birden gevşeyerek rahipler ve manastırların durumu üstüne nükteli sözler etti, sonra soytarıya dönerek: 'Biz dilenci kardeşlerinizin rızkını sağlamazsanız, dilenciliği ortadan kaldırmış olmazsınız' dedi. 'Sayın Kardinal bunun çaresini buldular,' dedi: 'Serserilerin bir yere toplatılıp çalıştırılması gerektiğini söylediler ya! Dilenci rahipler dünyanın ilk serserileridir.' Bu sert saldırı üstüne bütün gözler Kardinal'e dikildi. O kızmış görünmeyince herkes soytarıyı alkışladı. Sayın dinbilimciyse taş kesildi olduğu yerde. Yüzüne karşı atılan bu taş öfkesini kabarttıkça kabarttı ve birden ateş püskürmeye, küfürler savurmaya 268/447 başladı. Demediği kalmadı soytarıya: Alçak, rezil, iftiracı, melun. Ayrıca Kutsal Kitaptan çıkardığı korkunç tehditlere de başvurdu. O zaman bizim soytarı ağırbaşlı insan numarası yapmaya başladı: 'Kızmayalım pek sevgili rahip kardeş. Kitap ne der: Sabrınızla ruhlarınızı dizginleyeceksiniz.' Dinbilimci hemen atıldı arkasından: 'Kızmıyorum, kerata; daha doğrusu gü- naha girmiyorum. Çünkü Kitap ne der: Kızın, ama günaha girmeyin. Kardinal tatlı bir sitemle rahibi yumuşatmak istedi. 'Hayır,' dedi rahip; 'susamam, susmamalıyım. Yüce görevim coşturuyor beni ve nice Tanrı adamları bu kutsal öfkelere kapılmışlardır. Şu söz de oradan gelir: Tanrım, senin evine bağlılık yedi beni. Kilisede şunu söylerler ilâhilerde: İlyas Tanrı 269/447 evine çıkarken alay etmeye kalkışanlar, saçı dökülmüş peygamberin öfkesini çektiler üstlerine. Bu alaycı, bu soytarı, bu yüzsüz herif de belki aynı belaya çarpılacak.' 'Herhalde iyi bir niyetle konuşuyorsunuz,' dedi Kardinal; 'ama bana öyle gelir ki, bir deliyle saçma sapan bir çatışmaya girmemek daha dindarca değilse bile daha akıllıca olur.' 'Efendimiz, bundan daha akıllıca davranamam. Süleyman, insanların en akıllısı ne demiş: Deliye deliliğine uygun olarak karşılık verin. İşte, benim yaptığım da bu. Kendine gelmezse hangi uçurumlara düşeceğini gösteriyorum kendisine. İlyas'la alay edenler çok kalabalıktı, bir tek insanla alay ettikleri için hepsi birden cezaya çarptırıldılar. Bir de, aralarında birçok dazlağın bulunduğu bütün rahiplerle alay eden bir tek adamın göreceği cezayı düşünün. Ama onu asıl korkutacak olan 270/447 şudur. Papa'nın bir fermanı var. Bu fermana göre bizimle alay edenler afaroz edilir.' Kardinal işin çıkmaza girdiğini görerek, bir işaretle soytarıyı uzaklaştırdı ve konuşma konusunu tatlılıkla değiştirdi. Hemen sonra da işlerini bahane ederek bütün davetlileri uğurladı. Aziz Morus, bu uzun hikâyeyle yordum sizi. Doğrusu siz istememiş olsaydınız ve gösterdiğiniz ilgiyi gereğince karşılamayı ödev bilmeseydim bu kadar uzun konuşmak utandırırdı beni. Kısaltabilirdim, ama davetlilerin düşünüşlerini ve karakterlerini belirtmek istedim size. Tek başıma görüşlerimi açıklayınca, herkes dudak büktü sözlerime. Kardinal benden yana çıkınca övmeler başladı. Dalkavuklar bir soytarının şakalarını nerdeyse ciddiye alacaklardı, Kardinal sadece gülümsedi diye. Böylesi saray adamlarının bana ve düşüncelerime değer vereceklerini sanır mısınız yine de?" 271/447 "Anlattıklarınızı gerçekten büyük bir zevkle dinledim," dedim Raphael'e. "Düşüncenizin derinliği ölçüsünde de hoş konuşuyorsunuz. Sizi dinlerken bir an kendimi İngiltere'de sandım. Çünkü ben çocukken bu iyi yürekli Kardinal'in konağında yetiştim. Onunla birlikte hayatımın ilk yıllarını hatırladım. Dostluğumu zaten kazanmıştınız, ama bu büyük insan için söylediğiniz güzel sözler beni büsbütün bağladı size. Bununla birlikte sizin için yine de aynı şeyi düşünüyorum ve krallara, saraylara karşı duyduğunuz tiksintiyi yenmek isterseniz, görüşlerinizle insanlara büyük yararlar sağlayabileceğinize inanıyorum. Kişisel tiksinmelerimizi halkın yararına aşmak, her iyi yurttaş gibi, sizin için de bir görev sayılmaz mı? Platon der ki: Günün birinde filozoflar kral, ya da krallar filozof olursa, insanlık o zaman mutluluğa kavuşur. Filozoflar krallara öğüt vermeyi bile küçümserlerse o mutluluktan çok uzaktayız demektir." 272/447 "Filozoflara haksızlık ediyorsunuz," dedi Raphael; "doğruyu saklayacak kadar bencil değillerdir. Birçoğu düşündüklerini yazdılar: Dünyayı yönetenler isteselerdi bu kitaplarda doğru yolu ararlardı. Ne yazık ki peşin yargılarla bağlanmış, düşünceleri ta çocukluktan sakat ilkelerle yoğrulmuştur. Platon bunu bilmiyor değildi; kralların kendileri filozof olmadıkça başkalarını dinlemeyeceklerini anlamıştı. Kral Dionisios'un sarayındaki hazin denemesinden çıkan sonuç buydu. Diyelim ki ben de bir kralın bakanı oldum. Ona en doğru yolları gösteriyorum; yüreğinden ve ülkesinden kötülük tohumlarını söküp atmaya çalışıyorum. Beni sarayından kovmaz, ya da dalkavuklarının alayları karşısında yalnız bırakmaz mı dersiniz? Fransa kralının bakanıyım, örneğin. Kral en akıllı politikacıları da çağırmış, sarayında 273/447 düzenlediği bir gizli toplantıya kendisi başkanlık ediyor. Bu soylu, bu yaman kişiler kafa kafaya vermiş şunları görüşüyorlar: Kral efendileri hangi oyunlar, hangi entrikalarla Milano'yu ellerinde tutabilir; hep kendisinden kaçan Napoli'yi nasıl kendine bağlayabilir; en sonunda Venedik'i nasıl alaşağı edip bütün İtalya'yı avucuna alabilir, ve nasıl, Felemenk, Brabant, Burgonya ve daha önce kazanılmış nice ülkeleri tahtının çevresinde toparlayabilir? Biri kalkıyor diyor ki: 'Venedik'le bir anlaşma yapıp işimize geldiği sürece bozmayalım. Kuşkularını gidermek için ona biraz açılalım, hatta parsanın birazını ona bırakalım. Sonradan nasılsa onu da elinden alacağız.' Bir başkası bu işte Almanları kullanmayı, bir üçüncü İsviçrelileri parayla kazanmayı öne sürüyor. Biri, yüce İmparatoru altınla avlamaktan, öteki Aragon kralına Fransa'nın 274/447 olmayan Navarre krallığını peşkeş çekmekten, bir başkası, Kastilya kralına bir anlaşma umudu verip sarayında büyük paralarla casuslar beslemekten söz ediyor. Derken en zor, en belalı, en çözülmez sorun, İngiltere sorunu geliyor ortaya. Bu kördüğüm karşısında, her türlü ihtimali önlemek için şöyle bir karara varılıyor: Bu devletle barış koşullarını konuşmak, hep gevşek durması gereken dostluk bağlarını biraz sıkmak; ona ağızdan Fransa'nın en iyi dostu demek, yürektense onu en tehlikeli düşman saymak. İskoçyalıları, hep ileri karakol nöbetçileri gibi tetikte tutmak ve İngiltere'de bir kıpırdama görülür görülmez ilkin onları ileri sürmek. Sürgündeki bir prensle gizliden gizliye anlaşıp İngiltere tahtındaki haklarım koruyacakmış gibi görünmek ve gereğinde onu kralın kötü niyetlerine karşı kullanmak. . İşte böyle büyük hesapların yapıldığı bir kral toplantısında, savaştan başka 275/447 düşünceleri olmayan o derin politika dehâları karşısında ben ortaya çıkıp hepsinin dolaplarını düzenlerini bir yana bırakıp şöyle diyorum: İtalya'yı rahat bırakıp Fransa'da kalalım, bu memleket bile bir tek insanın yönetemeyeceği kadar büyüktür; kral onu daha da büyütmeye çalışmamalıdır. Dinleyin, baylar, Akhoria'lılar böyle bir durumda bakın nasıl bir karara vardılar: Utopia adası karşısında, Euronston kıyılarındaki bu memleket bir gün savaş açtı; çünkü kral, eski bir evlenme dolayısıyla, komşu memleketin miras olarak kendine kaldığını ileri sürüyordu. Komşu krallık yenilip Akhoria'lıların uyruğuna girdi. Ama çok geçmeden görüldü ki o komşu memleketi elde tutmak, orasını savaşla ele geçirmekten hem çok daha zor, hem çok daha pahalı. İkide bir ya orasını korumak, ya da bir ayaklanmayı bastırmak için ordular yollamak gerekiyordu. Böylece vergi yoluyla alınan paralar boşa harcanıyor, üstelik de kan 276/447 gövdeyi götürüyordu. Niçin bunlar? Bir tek insanın boş gururu için. Akhoria'lılar savaştan baş kaldıramaz oldular, arada bir kavuştukları barış da savaştan daha az belalı değildi; çünkü savaş askerlerin ahlakını bozmuştu: Hepsi talan etmeğe, adam öldürmeğe alışmışlardı; yurtlarına dönünce rahat durmuyorlardı. Bu yüzden dirlik düzenlik kalmıyor, yasalar sayılmaz oluyordu. Asıl neden ise şuydu: Kafasını iki memleketin sorunlarına dağıtmış oları kral ne birini yönetebiliyordu ne ötekini. Akhoria'lılar bu kötü duruma, çektikleri bunca sıkıntıya bir son vermek istediler, büyük bir halk kurultayı toplayarak krala dediler ki: İki devletten birini seç; iki tahtta birden oturamazsın, koca bir ulusu bir kralın yarısı yönetemez; hiç kimse bir başka efendinin buyruğundaki katırcıyı tutmaz. Bu iyi kral hak vermiş ulusuna, yeni krallığını dostlarından birine bırakmış, o da sonra 277/447 kovulmuş oradan. Kendisi eski yurduyla yetinmiş. Şimdi dönelim benim işe. Bu hikâyeden sonra daha da ileri gidip kralın kendisine anlatsam ki, kendi yüzünden ulusları birbirine düşüren bu savaş tutkusu, hazinesini tüketip halkını perişan ettikten sonra Fransa'yı büsbütün batırabilir. Desem ki ona: Devletli efendimiz, mutlu bir rastlantıya borçlu olduğunuz barıştan yararlanın; babalarınızın yurdunu işleyin; onu rahatlığa, mutluluğa kavuşturun; halkınızı sevin ve onun sevgisi de sevinç versin size. Halkın zorbası değil, babası olun. Bırakın öteki krallıkları: Size miras kalanı yeter de artar bile size. Böyle bir konuşmayı Fransa kralı nasıl karşılardı dersiniz, sevgili Morus?" "Çok kötü karşılardı," dedim. 278/447 "Dahası var," dedi Raphael; "Fransa'nın dış politikasını gözden geçirdik. Bu konuda bakanların aradığı efendilerinin şanı şerefiydi. Şimdi para işlerine gelelim. İçeride nasıl bir yönetim ve adalet yolu tuttuklarına bakalım. Biri çıkar, krala der ki: Devlet paranın değerini verirken artırsın, alırken indirsin. Böylelikle kral hem borçlarını kolayca öder, hem de hazinesini hemen doldurur. Bir başkası, yalancıktan bir savaş ihtimalinden sözedip yeni bir vergi koyalım, der: Paralar toplandıktan sonra kral barıştan yana olduğunu söyler ve bu mutlu kararın kiliselerde büyük törenlerle kutlanmasını ister. Halk bayram eder, halkının kanı dökülmesin diye savaştan vazgeçen merhametli kralını göklere çıkarır. Bir başkası krala çok eskiden konmuş, ama unutulup gitmiş, küf tutmuş bir yasayı hatırlatır: Kimse bu yasayı bilmediği için herkes çiğnemektedir. Ona uygun olarak yeniden cezalar yerine getirilmeye başlandı mı, bir gelir kaynağı, hem de 279/447 şerefli bir kaynak sağlandı demektir. Bir başkası şöyle bir yolu daha kazançlı görür: Yüksekçe para cezaları isteyen yeni yasaklar çıkaralım; bu yasakların çoğu halkın yararına olsun. Kral bu yasaklardan çıkarlarına zarar gelecek kişilere büyük paralar karşılığı olarak kaçamak yolları versin. Böylece hem halkın duası kazanılır, hem de yasağı çiğneyenlerle yasaktan kurtulmak isteyen imtiyazlılardan bol bol para koparılır. İşin güzel yanı da şu ki, yasaktan kurtulmak isteyenlerden ne kadar çok para alınırsa kral o ölçüde halkın saygı ve sevgisini kazanır: Bakın, derler, ne kadar iyi yürekli bir kral: Sevdiği insanları korumuyor, halka zarar verme hakkını pek pahalıya satıyor onlara! Bir başkası krala yargıçlarla anlaşmayı,, çıkarlarını., onlara sağlatmayı salık verir: Efendimiz der, yargıçları sarayına çağırmalı, sofrada onlarla hazinesini ilgilendiren sorunları tartışmalı. Bir dava ne kadar haksız olursa olsun onu haklı gösterecek bir yargıç 280/447 bulunur: Ya her iddianın tam tersini savunma alışkanlığıyla, ya yenilik, aykırılık hevesiyle ya da krala yaranmak isteğiyle. O zaman bir tartışmadır başlar; değişik, çelişik görüşler apaçık bir gerçeği bulandırırlar; hakkın ta kendisi haksız gibi gösterilir. Kral bu çatışmadan yararlanıp sorunu kendi çıkarına göre kestirip atar. Çatışmaya yol açanlar utançlarından ya da korkularından kralın düşüncesine katılırlar ve işte o zaman yargıçlar cesaretle ve vicdan rahatlığıyla yargılarını verirler. Kralın istediğini kitaba uydurmaktan kolayı mı var? Ya yasalarda yeri bulunur, ya da bir yasanın sözleri gereğince yorumlanır. Dine devlete bağlı bir yargıç için de kralın hakkı bütün hakların üstünde değil midir? Politika ahlakının ilkeleri şunlardır ve devleti yönetenler bunlarda anlaşmışlardır: 'Bir ordu besleyen kralın ne kadar parası olsa azdır.' 281/447 'Kral, istese bile, haksızlık edemez.' 'Kral uyruklarının ve mallarının ortaksız sahibidir: Uyruklar herhangi bir şeyden, kralın keyfi istediği ölçüde yararlanabilir.' 'Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur.' 'Zenginlik ve özgürlük devlete baş kaldırmaya, hor bakmaya götürür. Özgür ve zengin adam haksızlığa, zorbalığa kolay katlanamaz.' 'Yoksulluk ve açlık yürekleri çökertir, ruhları körletir, insanları acı çekmeye, köle olarak yaşamaya alıştırır: Öylesine ezer ki onları, boyunduruklarını sarsmaya güçleri kalmaz.' Böylesi düşüncelere karşı ayaklanıp kralın heybetli bakanlarına şöyle desem: Bu düşünceleriniz korkunç: Kral için yüzkarası, halk için cehennem arıyorsunuz. Efendinizin 282/447 şerefi ve sağlığı kendinin değil, halkın zengin olmasına bağlıdır. İnsanlar kralları insanların yararı için başa getirdiler, kralların yararı için değil. Kendilerini rahat yaşatacak, saldırıdan, sövgüden koruyacak güçlü bir dayanak istediler. Kralın en kutsal ödevi, kendininkinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Sadık bir çoban gibi kendini sürüsüne vermeli, onu en besleyici otlaklara sürmelidir. Halkın yoksulluğunu, krallığın güveni saymak kabaca ve açıkça yanlıştır: Kavgalar, kan dökmeler, en çok dilenciler arasında olmuyor mu? Bir devrimi en candan isteyen kimdir? Bugün en yoksul durumda olan değil mi? Devleti yıkmakta en fazla atılganlık gösterecek olan kimdir? Yitirecek bir şeyi olmayıp da sadece kazanç sağlayacak olan değil mi? Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı insin gitsin tahtından. Bu 283/447 yollarla belki kral adını elinde tutar; ama ne yiğitliği kalır, ne büyüklüğü. Kral yüceliği dilencilerin değil, zengin ve mutlu insanların başında kalmakla kazanılır. Büyük yürekli Fabricius bu soylu düşünceyle söylemişti şu sözü: 'Kendim zengin olmaktansa, zenginlere baş olmak isterim. Bir halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil, zindan bekçiliği etmektir.' Hastasını iyi etmek için ona daha ağır hastalıklar aşılayan bir hekim bilgisizin, budalanın biri değil de nedir? Ey sizler ki insanları ancak hayatlarını zehir ederek yönetmesini biliyorsunuz, sizler özgür insanlara baş olmaya yeterli değilsiniz, saklamayın bunu! Ya da bilgisiz kalmaktan, kendinizi beğenmişlikten, tembellikten vazgeçin! Halk bu yüzden sevmiyor, saymıyor devleti. Kendi yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve yaşatın; devletin giderlerini gelirleriyle 284/447 denkleştirin; kötülük kaynaklarını kurutun; saçma ve barbarca bir düzenin öldürmeye ve ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı işkenceler arayacak yerde, kötülüğü daha tohumdayken önleyecek, yok edecek insanca kurumlar yaratın! Unutulmuş, küflü, paslı yasaları diriltip halkın ayağına çelme takmayın. Bir kusur için alacağınız para cezası hiçbir zaman yargıcın haksız ve ayıp sayacağı kadar ağır olmasın. Makaria'lıların şu güzel töresi hep aklınızda olsun: Utopia'nın komşusu olan Makaria'da kral tahta oturduğu gün tanrıya kurbanlar keser ve hazinesinde hiçbir zaman bin altın lira ve o değerde gümüş paradan fazlasını bulundurmayacağına yemin eder. Bu geleneği, milyonlar biriktirmekten çok halkını rahat ettirmeye çalışan bir kral kurmuştu. Kendinden sonra geleceklerin cimrileşmesini, halkın sırtından zenginleşmelerini 285/447 önlemek istemişti. Bin altın bir iç ya da dış savaş için yetecek, ama halkın parasını elinden almaya yol açmayacaktı. Krala bu yasayı koyduran daha çok ikinci tehlikeydi. Bundan başka şunları da düşünmüştü: Darlık zamanlarında, halkın gündelik işlerinin yürümesini sağlayacak bir parayı elde tutmak; bir de vergilerle toplanabilecek parayı sınırlamakla kralın yasa yoluyla halkı soymasını, haksızlıklara, yalan dolana yol açmasını önlemek. Böyle bir kral elbette kötüleri ürkütecek, iyileri kendine bağlayacaktı. Şimdi söyleyin, dostum; çıkarları ve sistemleri gereği tam tersini düşünenlere böylesi öğütler vermek sağırlara masal anlatmak olmaz mı?" "Öyle olur şüphesiz," dedim; "ama buna hiç de şaşmam; çünkü bana sorarsanız, kimsenin dinlemeyeceği besbelli olan öğütleri vermek boşunadır. Bugünün bakanları, politikacıları yanlış düşünceler, peşin 286/447 yargılarla yoğrulmuş insanlardır: Onların inançlarını birden nasıl yıkabilir, kafalarına, yüreklerine en doğru, en haklı ilkeleri bir konuşmayla nasıl sokabilirsiniz? Bu filozofça konuşma dostlar arasındaki bir söyleşide yerindedir; ama kral önünde büyük devlet sorunlarının görüşüldüğü bir toplantıda yersizdir." "Ben de onu söylemiştim," dedi Raphael; "kralların sarayında felsefenin yeri yoktur." "Evet, ama okul felsefesinin yeri yoktur: Zamanı, yeri, insanları hesaba katmayan felsefenin. Bu kadar kırıcı olmayan bir başka felsefe daha vardır: O hangi tiyatroda, hangi oyunda oynadığını bilir, rolünü ölçülü bicili bir ustalıkla oynar. Sizin kullanacağınız felsefe de budur. Plautus'un bir komedyası oynanırken, kölelerin keyifle gülüştükleri bir sırada, siz filozof kılığıyla ortaya çıkar da Seneca'nın Oktavia'da Neron'a verdiği dersi okursanız, alkışlanacağınızı hiç sanmam. 287/447 Halka böylesi bir gülünç tragedya sunmaktansa sessiz bir rolde kalmanız daha yerinde olur. Okuduğunuz parça oyundan yüz kat daha değerli de olsa bu olmayacak ekleme her şeyi bozar. İyi bir oyuncu hangi rolü oynuyorsa, bütün ustalığını o rolü tam gereğince oynamakta kullanır; parlak bir söylev çekebilmek için oyunun bütünlüğünü bozmaz. Kralın önünde devlet işleri konuşulurken de böyle davranmak gerek. Kötü düşünceleri kafalardan bir anda söküp atamıyorsunuz, haksızlıkları bir vuruşta ortadan kaldıramıyorsunuz diye halka hizmet etmekten vazgeçmek doğru mudur? Bir fırtınada kaptan, rüzgâra söz geçiremiyorum diye gemiyi bırakır mı? Sizin ilkelerinizin tam karşıtlarıyla yetişmiş insanlar karşısındasınız: Bütün düşündüklerinin saçma ve haksız olduğunu yüzlerine vurursanız elbet dinlemezler sizi. 288/447 Dikine değil, yanlamasına gideceksiniz. Doğruyu yerinde ve ustalıkla söyleyeceksiniz. Çabalarınız iyilik getirmese bile kötülüğün azalmasını sağlar hiç olmazsa, her şeyin iyi olması için bütün insanların iyi olması gerekir: O da yarın öbür gün olacak işlerden değil." Raphael şöyle karşılık verdi bana: "Dediğiniz gibi yaparsam ne olur bilir misiniz? Başkalarını delilikten kurtarayım derken kendim sapıtırım. Sizinle konuştuğumdan başka türlü konuşacak olursam yalan söylemiş olurum. Bazı filozoflar yalan söylemekte haklı olabilirler, benim yaradılışım buna elverişli değil. Konuşmamın devlet adamlarına ağır ve acı geleceğini biliyorum; ama herkesi afallatacak kadar aykırı düşünceler ileri sürdüğümü de sanmıyorum. Platon'un Devlet'indeki görüşleri, ya da Utopia'lıların bizimkilerden çok daha üstün bazı düşünüşlerini öne 289/447 sürsem, başka bir dünyadan geliyormuşum gibi karşılanabilirim: Çünkü burada herkesin malı mülkü olabilir, oradaysa bütün mallar mülkler ortaktır. Ama benim söylediklerimde yadırganacak, her yerde söylenmeyecek, hatta yararlı olmayacak ne var? Benim yaptığım tehlikeyi göstermek ve aklı başında olanı ondan uzaklaştırmak. Kendilerini körü körüne uçuruma atanlardan başkasına aykırı gelmez söylediklerim. Herkese aykırı gelir, alaya alınır, saçma bir yenilik sayılır diye insanlığın acı ger- çeklerini ortaya atmamak korkaklık ya da kötü bir sıkılganlıktır. Öyle değilse İncil'i hiç açmamalı ve İsa'nın yolunu Hıristiyanlardan saklamalı. İsa Havarilerine susmayı ve gizlemeyi yasaklıyor ve şöyle diyordu onlara sık sık: 'Benim alçak sesle kulağınıza söylediklerimi siz yüksek sesle, ulu orta söyleyeceksiniz.' İsa'nın söyledikleriyse bizim dünyamıza benim konuşmamdan daha da aykırı gelecek şeylerdi. İsa'nın usta sözcüleri 290/447 sizin demin dediğiniz gibi yanlamasına bir yol tuttular; insanların, kötü' alışkanlıklarını Hıristiyanlığa uydurmaktan kaçındıklarını görünce, İncil'i insanların kötü alışkanlıklarına göre eğip büktüler. Bu ustaca manevra nereye götürdü onları? İnsanların vicdan rahatlığıyla kötülük edebilmelerini sağlamış oldular. Kralların yanında benim alacağım sonuç daha parlak olmayacak. Çünkü ya benim düşüncem hiç kimseninkine uymadığı için işe yaramayacak, ya da birçoklarıyla anlaşacağım; o zaman da Terentius'ta Mitio'nun dediği gibi 'çılgınlarla çılgınlık' edeceğim. Sizin yanlamasına yolun nereye çıkacağını kestiremiyorum. İnsan iyiyi ger- çekleştiremezse, kötüyü yumuşatmalı hiç olmazsa, diyorsunuz. Ama bunlar öyle işler ki ya girmem diyeceksiniz, ya girip suç ortağı olacaksınız. En korkunç düşüncelere katılmanız, bir vebadan daha tehlikeli kararlara oy vermeniz gerekecek, bu yüzkarası 291/447 görüşleri yalancıktan beğenmekse bir casus ya da bir hainin yapabileceği bir iş olacak. Demek ki, o yüksek yerlerde Devlet'e yararlı olmanın yolu yok. Erdemin kendisini bozacak bir hava eser orada. Çevrenizdeki insanlar sizin derslerinizle iyileşmek şöyle dursun, kötülükleriyle sizi baştan çıkarırlar. Hiç bozulmadan kalırsanız, ötekilerin ahlaksızlığına, budalalığına paravanlık etmiş olursunuz. Sizin yanlamasına yolla, kötüyü iyiye çevirebileceğimizi ummak boşunadır. İşte onun için tanrısal Platon bilgeleri devlet işlerinden uzak durmaya çağırır ve bu öğüdünü şu güzel benzetmeyle destekler: 'Bilgeler sürekli bir yağmur boşanırken sokaktaki kalabalığa evlerinize girin de ıslanmayın diye bağırırlar. Sesleri duyulmazsa sokağa çıkıp herkesle birlikte boşu boşuna ıslanmazlar; başkalarını budalalıktan kurtaramaymca evlerinde oturup kendilerini korurlar tek başlarına.' 292/447 Şimdi, sevgili dostum Morus, içimi açıp en mahrem düşüncelerimi söyleyeceğim. Malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal adalet ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez. Ama siz aslan payını kötülere bırakan bir toplumda doğru bir yan bulursanız, büyük çoğunlukyoksulluk içinde kıvranırken doymak bilmez bir avuç insana memleketin bütün zenginliklerini sömürten bir devlet mutlu olabilir derseniz o başka. Utopia'nın kurumlarını başka uluslarınkiyle karşılaştırınca bir taraftaki bilgeliğe ve insanlığa hayran olmaktan, öbür taraftaki akılsızlığa ve barbarlığa vahlanmaktan kendimi alamıyorum. Utopia'da yasalar sayıca çok azdır. Yönetim bütün yurttaşları aynı ölçüde yararlandırır. Herkes değerinin karşılığını görür. Ortak zenginlik öyle eşitçe dağıtılır ki herkes bütün yaşama kolaylıklarına bol bol kavuşur. 293/447 Başka her yerde 'senin benim' ilkesiyle, karmaşık olduğu kadar da kötülüğe elverişli bir toplum düzeni kurulmuştur. Binlerce yasa çıkarılır yine de ne herkes ev sahibi olur, ne kimsenin mülkü korunabilir, ne de başkasınınkinden kolayca ayrılabilir. Her gün sürüyle açılan ve bir türlü bitmek bilmeyen davalara bakın. Bunları düşünürken Platon'a candan hak veriyorum, ve mülk ortaklığını istemeyen uluslara yasa hazırlamaya yanaşmamış olması beni hiç de şaşırtmıyor. Bu büyük dâhi çok önceden görmüş ki insanları mutluluğa ulaştırmanın tek yolu, eşitlik ilkesini uygulamaktır. Oysa mülkün tekelde ve mutlak olduğu bir devlette eşitlik kurulamaz sanırım, çünkü orada herkes türlü yollarla kazanabildiği kadar kazanmakta haklı görür kendini ve ulusun zenginliği ne kadar büyük olursa olsun, eninde sonunda başkalarının yoksulluğuna göz yumacak küçük bir azınlığın eline geçer. 294/447 Çok kez zenginin mutluluğuna ermek daha çok yoksulun hakkıdır. Cimri, ahlaksız, yararsız nice zenginler yok mu? Buna karşılık dürüst, kendi halinde, zanaatı ve durmadan çalışmasıyla devlete, yarar görmeden yararlı olan sayısız yoksul var. İşte bütün bunlar beni kesin olarak şu inanca götürdü ki, mülk sahipliğini ortadan kaldırmak memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturmanın biricik yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır. Kötülüğü hafifletecek çareler bilmiyor değilim; ama bunlar hastalığı iyi edemeyecek ilaçlardır. Örneğin şunlar: Bir kişinin elde edebileceği toprağı ve parayı sınırlandırmak. 295/447 Zorbalığa ve bozgunculuğa karşı sert yasalar koymak. Yükselme tutkusu ve entrikaları kötüleyip cezalandırmak. Devlet görevlerini parayla satmamak." Ben de Raphael'e dedim ki: "Sizin düşüncelerinize katılmak şöyle dursun, bence, tam tersine, mülk ortaklığını uygulayan memleket dünyanın en yoksul memleketi olacaktır. Halkın yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaksınız? Herkes işten kaçacak ve başkasının emeğiyle geçinecek. Yoksulluk tembelleri işe sürse bile, yasa herkesin hakkını başkalarına karşı korumayacağı için durmadan başkaldıranlar olacak ve sizin devlette kan gövdeyi götürecek. 296/447 Kargaşalığın önüne nasıl geçeceksiniz? Memurlarınızın sözümona bir üstünlüğü olacak sadece: Korku, saygı veren şeyi almış olacaksınız onlardan. Kimseyi kimseden üstün saymayan bu hep bir, sıradan insanların nasıl bir devleti olabileceğini düşünemiyorum bile." "Böyle düşünmenize şaşmıyorum," dedi Raphael; "hayal gücünüz böyle bir devleti tasarlamaya yetmiyor, ya da yanlış tasarlıyor onu. Ben Utopia'da beş yıl yaşadım ve bu yeni dünyayı eskisine haber vermek için geldim. Siz de oraya gitmiş, orada nasıl yaşandığını görmüş olsaydınız, dünyanın hiçbir yerinde daha düzenli bir yer olmadığını söylerdiniz benim gibi." Peter Giles söze karıştı ve dedi ki Raphael'e: "Bu yeni dünyada bizimkinden daha gelişmiş uluslar olduğuna inandıramazsınız 297/447 beni. Tabiat bizim dünyamızda kafaları daha düşük bir mayadan yaratmış olamaz ya. Üstelik bizim arkamızda eski bir uygarlık örneği var. Uzun bir gelişme içinde gerek ihtiyaçlar, gerek hayatı güzelleştirme isteği nice buluşlar doğurmuş. Ayrıca rastlantılardan doğma nice buluş daha var ki, en keskin dehalar bile düşünemez onları." "Eskilik konusunda" dedi Raphael, "bu yeni dünyanın tarihlerini okumadan doğru bir yargıya varamazsınız. Bu tarihlere göre, bizim dünyamızda daha insan yokken orada şehirler varmış. Dâhilerin ya da rastlantıların getirdiği buluşlarsa dünyanın her yerinde olağan şeylerdir. Zekâca yeni dünyalılardan üstün olduğumuzu kabul edebilirim. Ama çalışmada, işçilikte, ustalıkta bizi çok geride bırakmışlar. Size bunu bir örneğiyle anlatayım. Bizim gelişimizden önce Utopia'lıların Avrupa'dan hiç haberi yokmuş. Yalnız on iki 298/447 yıl kadar önce fırtınadan bir gemi batmış adanın önlerinde. Mısırlı ve Romalı bazı yolcuları dalgalar kıyıya atmış. Bu yolcular ölünceye kadar Utopia'dan ayrılmak istememişler. Bu olaydan çok yararlanmış Utopia'lılar. Kurtulan yabancılardan Roma'nın bilimleri ve sanatı üstüne bütün bildiklerini öğrenmişler. Bu bilgileri geliştirerek, öğrenemediklerini de kendileri çıkarmışlar. Böylece bir rastlantıyı değerlendirip eski dünyanın bütün marifetlerini benimsemişler. Belki bizlerden daha başka düşenler de olmuştur oraya. Ama zamanla unutulmuşlar herhalde. Belki benim gelişimi de unutacaklar bir gün. Oysa bu mutlu adalılar benden çok yararlandılar, Avrupa'nın en güzel buluşlarını benden öğrenip kendilerine mal ettiler. Ama bizler kim bilir kaç yüzyıl sonra ancak onların en güzel kurumlarını 299/447 benimseyebileceğiz ; aynı zekâ, aynı olanaklarla onlarınki kadar rahat bir toplum düzeni kuramayışımız bundan işte. Onların kafaları durmadan yeni buluşlara yöneliyor, yararlı her şeyi geliştirip uygulamanın yolunu arıyorlar." "Peki," dedim, "bize bu mutlu adayı iyice anlatın. En küçük ayrıntılarına kadar her yanıyla, gösterin onu bize. Taşını toprağını, ırmaklarını, nehirlerini, insanlarını, kurumlarını, yasalarını serin önümüze dilediğiniz gibi. Bilmediğimiz her şeyi öğrenmeğe can atıyoruz, inanın buna." "Hay hay," dedi Raphael; "bütün bunlar hep gözümün önünde henüz. Ama, çok zaman ister bu iş." "Öyleyse," dedim "gidip yemek yiyelim önce. Sonra bol bol vaktimiz olur." 300/447 "Nasıl isterseniz," dedi Raphael. Eve gidip yemek yedik, sonra yine bahçede aynı yere oturduk. Hizmetçilere kimseyi yanımıza sokmamalarını tembih ettim ve Peter'le birlikte kendisini can kulağıyla dinlemeye hazır olduğumuzu söyledim Raphael'e. Merakımız karşısındabir an durup kendini toparladı ve şöyle başladı söze. 301/447 II. BÖLÜM "Utopia adası, ortalarına düşen en geniş yerinde iki yüz mildir. Bu genişlik adanın iki yanına doğru bir hayli sürüp gider, sonra uçlara doğru azalmaya başlar. Öyle ki, ada beş yüz millik bir yarımçember olur ve iki ucunun arası aşağı yukarı on bir mil çeken bir hilal biçimini alır. Hilalin ortası geniş bir körfezdir. Toprak hilalin sırtına doğru yükselir ve rüzgârları keser. Onun için de körfez dalgasızdır ve az çok durgun bir gölü andırır. Bu körfez her yerine gemilerin yanaşabileceği bir tek geniş liman gibidir. Körfezin girişi tehlikelidir. Çünkü, bir yanda kumluk sığlar, öbür yanda, nerdeyse suyun yüzüne çıkan sarp kayalar vardır. Tam ortada, çok uzaklarda gözüken ve gözüktüğü için de tehlikeli olmayan bir kayalık vardır. Utopia'lılar bu kayalığın başına bir kale yapmışlar ve içine bir alay asker yerleştirmişlerdir. Öbür kayalar su altında olduklarından gemiler için birer tuzaktır. Bu kayalar arasındaki yolları yalnız Utopia'lılar bilir. Bir Utopia'lı kılavuz olmadan hiçbir yabancı gemi buradan içeriye giremez. Kaldı ki, kıyılarda fenerler olmasa kendileri bile zor girerler. Bu fenerlerin yerini değiştirecek olsalar, en kalabalık düşman filosu yolunu şaşırıp kayalara çarparak batabilir. Adanın öbür yanında birçok liman var. Ama orada gerek doğa gerek insan eli öylesine savunma olanakları yaratmıştır ki, bir avuç asker bütün bir ordunun karaya çıkmasına engel olabilir. Söylenenlere inanılacak olursa, burası eskiden bir ada değilmiş. Adanın durumu da bunu düşündürüyür. Eskiden buraya Abraxa denirmiş ama kral Utopus orayı fethedince Utopia olmuş. Bu akıllı kral ele geçirdiği ülkenin kaba ve vahşi halkını uslu, uygar, kibar insanlar haline 303/447 getirdi. O kadar ki, Utopia'lılar bugün dünyanın en üstün ulusu oldu. Utopus burasını elde eder etmez, adayı karaya birleştiren 15 millik berzahı yardırdı ve böylece Abraxa toprakları Utopia oldu. Bu dev işin başarılmasında Utopus kendi ordusunun askerleriyle ada halkını bir arada çalıştırdı. Çünkü yerlilerin bunu zorla kölelere yaptırılan bir angarya diye görmelerini istemiyordu. Bunca insan gücü bir araya gelince, bir çırpıda başarı kazanıldı. Bu işi saçma görüp alaya alan komşu devletler, sonradan şaşırakaldılar ve korkmaya başladılar. Utopia adasının 54 büyük ve güzel şehri vardır. Hepsinde aynı dil konuşulur. Aynı töreler, aynı kurumlar, aynı yasalar yürürlüktedir. 54 şehrin hepsi aynı plan gereğince kurulmuştur ve hepsinde bölge özelliklerine göre biçimlenen aynı devlet yapısı vardır. Şehirlerin arası en az 24 mildir ve yürüyerek bir günde birinden öbürüne gidilir. Her yıl, her şehirden üç yaşlı başlı, bilge 304/447 kişi gelip Amaurote'de toplanır ve memleket işlerine bakar. Amaurote adanın başkentidir. Çünkü, orta yerdedir ve herkesin kolayca toplanmasına elverişlidir. Her şehrin tarım için en az 20 millik bir toprağı vardır. Genel olarak, toprak genişliği şehrin uzaklığıyla orantılıdır. Hiçbir şehir yasanın çizdiği sınırları artırma hevesine düşmez. Halk kendini toprağın sahibi değil, çiftçisi, işçisi diye görür. Tarlaların ortasında her türlü tarım aracıyla donatılmış çiftlik evleri vardır. Bu evlerde her mevsimde, şehrin nöbet sırasıyla yolladığı işçi orduları oturur. Her çiftçi birliğinde kadın erkek en az 40 kişi ve iki köle vardır. Her topluluğun başında, birer aile babası ve anası olarak, aklı başında, ölçülü bir kadınla bir erkek bulunur. Her 30 çiftçi ya da aile birliği bir philarch'ın yönetimindedir. Her yıl, her birlikten 20 çiftçi şehre döner. Bunlar iki yıllık tarım nöbetini bitirmiş olanlardır. Bunların yerine 20 kişi 305/447 tarım ödevi yapmaya gelir. Yeni gelenler, çiftlikte bir yıl çalışmış olanlardan ders görür, toprağı işlemesini öğrenir ve ertesi yıl kendileri de başkalarını yetiştirir. Böylece, çiftçinin toptan acemi olması önlenir ve halkın yiyeceği bilgisizlik, görgüsüzlük yüzünden tehlikeye düşmez. Bu her yılki yenileşmenin ve nöbet değiştirmenin bir amacı da, yurttaşların hayatını çetin el kol işlerinde uzun süre yıpratmamaktır. Bununla beraber, tarım işlerinden hoşlanan bazıları köyde daha uzun süre kalma izini alabilirler. Çiftçiler toprağı işler, hayvan besler, odun keser ve bunları karadan denizden şehre taşır. Tavukları çoğaltmakta çok akıllıca bir buluşları vardır. Yumurtaları kuluçka altına koymazlar, gerekli sıcaklığı kendileri sağlayıp civciv çıkartırlar ve civciv kabuğunu delince tavuklar değil, insanları ana bilip onların ardından giderler. Pek az at beslerler, ama besledikleri atlar yaman olur. Gençler onları binicilik, 306/447 savaş talimleri ve yarışlarda kullanırlar. Tarım ve ulaştırma işlerine yalnız öküzler koşulur. Utopia'lılar derler ki, öküz atla boy ölçüşemez, ama ondan daha sabırlı, daha dayanıklıdır. Öküz daha az hastalanır, daha ucuza mal olur, üstelik işe yaramaz olunca eti yenir. Ekip biçtikleri ile bol bol ekmek yaparlar. Üzümün, elmanın ve armudun suyundan şarap yapıp içerler. Sadece su ya da bal ve meyanköküyle kaynatılmış su içtikleri de olur. Her şehrin ve köylerinin yiyeceği içeceği en ince hesaplarla belirlenmiştir. Bununla beraber, çiftçiler harcadıklarından çok daha fazlasını yetiştirmeğe çalışırlar. Artan yiyecek içecekler komşu memleketlere yollanır. Köyde bulunmayan eşyayı, kap kaçağı, çiftçiler şehirden sağlarlar. Bunlar için şehir yöneticilerine başvurur ve dilediklerini karşılıksız ve beklemeksizin alırlar. Bu işleri, her ay, şehre tatile geldikleri zaman yaparlar. Hasat zamanı gelince, aile birliklerinin başları philarch'lar şehir yöneticilerine 307/447 haber salar, ne kadar işçiye ihtiyaçları olduğunu bildirirler. Bunun üzerine hasatçılar belli bir zamanda sürü sürü gelir ve hava güzelse, bir günde ürünleri kaldırıverirler. 308/447 ŞEHİRLERİ VE BAŞKENT AMAUROTE ÜSTÜNE Bir Utopia şehrini bilen, hepsini bilir. Çünkü, bölge özellikleri dışında, bütün şehirler birbirine benzer. Onun için size herhangi bir şehri anlatabilirdim ama, Amaurote şehrini seçiyorum. Çünkü orası Millet Meclisinin ve hükümetin bulunduğu yerdir. Bundan ötürü de bütün öteki şehirlerden daha ünlü ve önemlidir. Ayrıca orada tam beş yıl yaşadığım için, en çok orasını severim. Amaurote alçak bir tepenin tatlı yamacında ve dörtköşemsi bir biçimde kurulmuştur. Şehir, tam tepenin biraz altından başlar ve Anydra ırmağının kıyılarına kadar iki mil uzar, nehre yaklaştıkça da genişler. Anydra ırmağı Amaurote'un 24 mil yukarılarında ufacık bir kaynaktan doğar. Bu cılız su aktıkça ve başka ırmaklarla birleştikçe büyür ve şehrin karşısında genişliği yarım mili bulur. Ondan sonra da genişledikçe genişler ve 60 mil ötelerde Okyanusa dökülür. Denizle şehir arasında, şehrin altı mil kadar yukarısında ırmak suları, günde altı saat yükselip alçalır. Yükselme zamanı, denizin suları Anydra'nın yatağına otuz mil kadar girer ve nehri kaynağına doğru iter, o zaman Anydra'nın suları tuzlanır. Ama alçalma başlayınca, sular temizlenir, şehre tatlı su gelir ve denize kadar bozulmadan akar. Anydra'nın iki kıyısı bir taş köprüyle birleşir. Muhteşem kemerler üstünden geçen bu köprü, şehrin denize uzak olan yukarı ucunda kurulmuştur. Gemiler bu köprünün altından kolayca geçebilirler. Şehirde bundan daha küçük bir ırmak da vardır. Tatlı tatlı akan bu nehir, şehrin kurulduğu tepeden çıkar ve şehri ortasından geçip Anydra ile birleşir. Amaurote'lular bu ırmağın kaynağını büyük taşlarla çevirip şehrin sınırları içine almışlardır. Düşman kuşatacak olursa, suyu kesmesin, ya da zehirlemesin 310/447 diye, kaynağın en yüksek yerinden künklerle alınan su, dört bir yana dağıtılıp şehrin en kuytu köşelerine kadar ulaştırılır. Künklerin gidemediği yerlerde yağmur sularını toplayan ve şehir halkının ihtiyaçlarını karşılayan büyük sarnıçlar vardır. Şehir çepeçevre yüksek ve kalın duvarlarla çevrilidir. Yer yer de kuleler ve kalelerle donatılmıştır. Surların üç yanında derin, geniş ama çitler, dikenli çalılarla dolu susuz hendekler vardır. Dördüncü yanındaki hendekse ırmağın kendisidir. Sokaklar ve meydanlar, hem ulaştırmayı kolaylaştıracak, hem de rüzgârdan korunacak biçimde düzenlenmiştir. Evlerin rahatlığına diyecek yoktur, hepsi temiz ve güzeldir. Sokaklar boyunca, karşılıklı ve yanyana uzanırlar. Evlerin arkasında, geniş bahçeler vardır. Her evin bir kapısı sokağa, bir kapısı bahçeye açılır. Her iki kapı da bir dokunuşta açılacak kadar hafiftir. Kilitler anahtarlar yoktur. İsteyen girebilir. Çünkü evde hiçbir şey özel 311/447 değildir, ne varsa herkesin malıdır. Utopia'lılar ev bark konusunda ortaklık ilkesine bağlıdırlar. Özel mülk düşüncesini kökünden yok etmek için her on yılda bir ev değiştirirler ve herkesin oturacağı ev kura ile belli olur. Şehirliler bahçelerine büyük bir önem verirler. Üzümler, meyveler, çiçekler ve türlü bitkiler yetiştirirler. Bu işi o kadar bilgi ve zevkle yaparlar ki, ben şimdiye kadar hiçbir yerde bu bahçelerden daha bereketlisine, daha verimlisine ve göze daha güzel görünenine rastlamadım. Bahçeye düşkünlükleri sadece kendi zevkleri için değildir. Şehrin mahalleleri arasında en bakımlı bahçeyi kimler yapacak diye bir yarışma vardır. Doğrusu yurttaşlar için bundan daha hoş, daha yararlı bir uğraş düşünülemez. Utopia'yı kuran bunu çok iyi anlamış olacak ki herkesin aklını bahçelere çelmek için ne gerekse yapmış. Utopia'lılar şehrin genel planını Utopus'un yaptığını söylerler. Ama bu devlet kurucusu tasarladığı bütün yapıları 312/447 ve güzel yerleştirmeleri bitirememiş ve bir insan ömrünü aşan bu işleri kendinden sonraki kuşaklara bırakmış. Adanın fethinden beri, özenle saklanan ve 1760 yıllık bir tarihi kucaklayan tutanaklardan öğrendiğimize göre, başlangıçta evler çerden çöpten, alçacık birer kulubeymiş, duvarları kerpiç, saçaklı damları sazlarla örülüymüş. Şimdiyse evler üç katlı taş ya da tuğla duvarlı, derli toplu ve içten sıvalıdır. Tavanlar düzdür, ucuz, yanmaz ve yağmura karşı kurşundan daha dayanıklı bir maddeyle kaplıdır. Rüzgâra karşı camlı pencereler vardır. Çünkü Utopia'da cam çok kullanılır. Bazı yerlerde cam yerine amber ya da yağla saydamlaştırılmış ince bezler kullanıldığı olur. Böylece ev hem rüzgârdan korunmuş, hem de daha fazla ışıklanmış olur. 313/447 YÖNETİM GÖREVLİLERİ Otuz aile her yıl, eski dilde syphogrant, yeni dilde philarch denilen bir baş seçerler. On syphogrant, 300 aile ile birlikte, eski dilde tranibore, yeni dilde baş philarch denilen birisinin buyruğu altındadırlar. 200 syphogrant, en dürüst, en uygun kimseyi seçeceklerine and içtikten sonra, halkın gösterdiği dört adaydan birini, gizli oyla başkan seçerler. Şehir dörde bölünmüş olduğu için, her bölümün bir adayı Kurultaya sunulmuştur. Başkan, zorbalığa kaçmadığı sürece, ömrü boyunca yerinde kalır. Tranibore'lerse, her yıl seçilirler, ağır bir neden olmadıkça da değiştirilmezler. Bütün öbür görevler de bir yıllıktır. Tranibore'ler her üç günde bir, gerekirse daha sık, başkanla birlikte toplanır, memleket işlerini görüşürler. Yurttaşlar arasında, binde bir çıkan anlaşmazlıklara çarçabuk çare bulurlar. Kurultayın her toplantısında iki syphogrant hazır bulunur ve bu iki halk temsilcisi her toplantıda değişir. Kamuyu ilgilendiren işler, kurultayda üç gün tartışıldıktan sonra karara bağlanır. Kurultay ve büyük halk toplantıları dışında, bir araya gelip memleket işlerini konuşmak ölümle cezalandırılan bir suçtur. Bu da, başkanla tranibore'lerin kolayca bir araya gelip, halkı zorbaca yasalarla ezmeye ve rejimi değiştirmeye kalkışmalarını önlemek için olsa gerektir. Önemli sorunlar önce syphogrant'ın seçim bölgelerine sunulur. Syphogrant'lar durumu ailelerine anlatırlar. O zaman sorun halk kurultayı önüne getirilir; ondan sonra da syphogrant'lar aralarında görüşüp kendi düşüncelerini ve halkın isteğini yüksek kurultaya sunarlar. Bazı sorunlar da, bütün ada halkının önüne getirilir. Yüksek kurultayın uyduğu şu kural da anılmaya değer: Bir öneri geldiği zaman, hemen o gün üstünde tartışılmaz. Tartışma gelecek toplantıya bırakılır. Böylelikle, kimse ilk aklına gelen şeyleri 315/447 gelişigüzel ortaya atmaz ve halkın yararını unutarak kendi düşüncesini savunmaya kalkışmaz. İnsan çok kez öne sürdüğü bir düşünceden vazgeçmeyi kendine yediremez. Yanıldığını açığa vuramaz. Kendi ününü kurtarmak için halkın yararını feda eder. Ayaküstü düşünmenin yarattığı bu büyük tehlike böylece önlenmiş ve kurultay üyelerine düşünmek için bol bol vakit bırakılmıştır. 316/447 BİLİMLER, SANATLAR, UĞRAŞLAR Kadın erkek bütün Utopia'lılar usta birer tarımcı olmak zorundadırlar. Çocuklar erkeklerden tarımı okulda öğrenir ve şehre yakın köylere, tarlalara geziye götürülüp öğrendiklerini yerinde görürler. Orada çalışanları seyreder, kendileri de çalışmalara katılırlar. Bu tarım çalışmaları onların beden güçlerini de geliştirir. Bütün Utopia'lıların katılmak zorunda olduğu tarım dışında, herkes özel bir iş eğitimi görür. Kimi dokumacılık öğrenir, kimi duvarcılık, testicilik, kimi demircilik ya da dülgerlik. Başlıca zanaatlar bunlardır. Bütün adalılar bir örnek giyinirler. Yalnız kadınla erkeğin, bekârla evlinin kılıkları değişir. Giysilerde hem güzellik, hem de rahatlık aranır. Aynı giysi yazın da kışın da giyilebilir. Her aile kendi giyeceklerini kendi yapar. Kadın erkek, yukarıdaki zanaatların birini öğrenmek zorundadır. Kadınlar, daha güçsüz oldukları için, yün ve keten işlerinde çalışırlar daha çok. Zor işleri erkekler görür. Genel olarak, herkes ana babasının zanaatında yetişir. Çünkü, en tabii olarak tutacakları yol budur. Ama bir başka zanaata heves ve yeteneği olan çıkarsa, o zanaatla uğraşan bir başka aileye evlatlık olarak girer. Babası da, hükü- met de, onun dürüst bir aile babasının hizmetine girmesine yardım ederler. Bir zanaatı edindikten sonra bir başkasını öğrenmek isteyen olursa, ona da bu olanak verilir. Şehrin ihtiyaçlarına aykırı düşmemek şartıyla, yurttaş öğrendiği her iki zanaatten birini benimsemekte özgür bırakılır. Syphogrant'ların başlıca ve hemen hemen tek görevi, kimsenin aylaklığa, tembelliğe düşmemesini ve herkesin zanaatım canla başla yapmasını sağlamaktır. Utopia'lıların sabahtan akşama kadar koşu hayvanları gibi işe sarıldıklarını da sanmamalı. Böyle yorucu bir hayat, ruh için de, beden için de 318/447 işkenceden ve kölelikten beterdir. Oysa, Utopia'dan başka yerlerde işçinin yürekler acısı durumu budur. Utopia'lılar günün ve gecenin yirmi dört saatini eşit parçalara bölmüşlerdir. Yirmi dört saatin yalnız altı saati işe ayrılmıştır: Üç saat öğleden önce yemeğe kadar; üç saat de, iki saatlik dinlenmeden sonra, akşam yemeğine kadar. Akşam saat sekizde yatarlar ve tam sekiz saati uykuya verirler. Bizim öğle dediğimiz saat onlar için birdir. Çalışma, uyku ve yemek saatleri dışındaki zamanı, herkes istediği gibi kullanabilir. Bu saatler hayhuyla, aylaklıkla geçmez, Utopia'lılar işlerini uğraşlarını değiştirerek dinlenirler. Bu da gerçekten güzel bir kurum sayesinde başarılır. Her sabah gün doğmadan, serbest ders saatleri vardır. Yalnız bilim yolunu seçenler bu derslere girmek zorundadırlar. Ama, başka herkes, kadın erkek, hangi zanaatten olursa olsun, bu derslere katılabilirler. Halk bu derslere seve seve gider, zanaatine ve zevkine 319/447 uygun bir öğrenim kolunu izler. Birçokları serbest, yine kendi işlerinde çalışmayı tercih ederler; böyleleri soyut bilgiden hoşlanmayanlardır. Kimse onlara engel olmaz; üstelik devlete yararlı oldukları için saygı bile görürler. Akşam yemekten sonra Utopia'lılar yazın bahçelerde, kışın yemek yedikleri kapalı yerlerde, bir saat türlü eğlenceler düzenlerler. Ya çalgı çalıp türkü söylerler, ya da görüşüp tartışırlar. Zar, iskambil gibi budalaca ve zararlı kumar oyunlarının hiçbirini bilmezler. Bununla beraber, bizim satrancımıza benzer iki çeşit oyunları vardır: Birincisi bir hesap oyunudur. Sayılarla oynar, yarışırlar bu oyunda. İkincisi, iyilik ve kötülük savaşı diyebileceğimiz bir oyundur. Bu oyunda kötülüklerin anarşiye götürdüğü, insanları birbirinden kinle ayırdığı, buna karşılık iyiliklerin herkesi birleştirdiği açıkça görülür. Her iyilik, onun karşıtı olan kötülükle savaştırılır; kötülüğün nasıl zorbalığa, kurnazlığa kaçtığı, ama iyiliğin 320/447 kötülüğe nasıl karşı koyduğu, onu nasıl altettiği, her iki tarafın zafere ne yoldan ulaşmak istedikleri görülür. Ama burada ileri sürülecek olan ciddi bir karşıdüşünceyi eklemek zorundayım. Belki diyecekler ki bana: 'Günde altı saat çalışma halkın ihtiyaçlarını gidermeğe yetmez. Utopia yoksulluğa düşer.' Hiç de öyle değil. Tersine, altı saat çalışma bütün rahatlıkları bol bol karşıladıktan başka, ihtiyaçların çok üstünde bir ürün de sağlıyor. Başka memleketlerde nice insanların aylak gezdiklerini düşünürseniz, Utopia'da neden bunun böyle olduğunu anlarsınız. Halkın yarısı olan kadınların hemen hepsi bazı yerlerde aylaktır, kadınların çalıştığı yerlerdeyse hemen bütün erkekler. Hiçbir iş görmeyen bir sürü rahip ve din adamı da görülür. Bunlara, soylular ve derebeyleri denilen bütün zenginleri, bir de onların sürü sürü uşaklarını, giyimli kuşamlı, eli bıçaklı adamlarını ekleyin. Tembelliklerini uydurma sakatlıklar altında gizleyen 321/447 sapasağlam sayısız dilenciyi de unutmayın. Göreceksiniz ki, alın terleriyle insanlığı besleyenlerin sayısı sanıldığından çok daha azdır. Gerçekten yararlı ve zorunlu işlerde çalışan insanların ne kadar az olduğunu düşünün. Paranın her şey olduğu çağımızda yalnız lüksün ve ahlaksızlığın buyruğunda çalışan bir sürü boş ve yararsız zanaatler görülüyor. Ama bu durumda bütün işçileri yararlı ve zorunlu ürünleri bol bol sağlamak üzere dağıtacak olursak, gündelikler o kadar düşer ki, hiçbir işçi kazancıyla geçinemez. Diyelim ki, sadece lüks eşya yapanları ve hiçbir şey üretmeden iki işçinin emeğini ve payını yiyenleri yararlı işlere sürüyoruz, o zaman bu işçilerin besleyici ürünleri ve rahatlıkları, hatta tabiata uygun zevkleri sağlamak için iki kat daha çok vakitleri olacak. Bu anlattıklarımın doğruluğu Utopia'da açıkça görülür. Köyleriyle birlikte bütün bir şehirde, çalışabilecek yaşta ve güçte oldukları halde yasaya uygun olarak çalışmayan kadın 322/447 erkek sadece beşyüz kişi vardır. Syphogrant'lar da bunlar arasındadır. Böyleyken onlar bile, halkı coşturmak için çalışırlar. Syphogrant'ların, rahiplerin salık vermesiyle bilim kollarında gelişmesi istenen kimseler de kol gücüyle çalışmak zorunda değildirler. Ama bunlardan biri umulan başarıyı gösteremezse, yeniden işçiler arasına yollanır. Buna karşılık, boş zamanlarında çalışıp bilgi edinen bir işçi, işten alınır ve bilim kollarında çalışanlar arasına sokulur. Elçiler, rahipler, tranibore'ler ve eskiden Brazanes, bugünse Adamus denilen şehir başkanı da bu okumuş kişiler arasından seçilir. Halkın üst yanı hiç aylak kalmaz, yararlı işlerde çalışır, az zamanda bol ve kusursuz işler çıkaracak şekilde yönetilir. Utopia'da her şey düzenli ve bakımlı olduğu için iş azalır. Utopia halkı bizdekinden çok daha az çalışır. Dünyanın başka yerlerinde evlerin yapılması ve onarılması birçok insanın durmadan çalışmasını gerektirir. 323/447 Çünkü, babanın büyük masraflarla yaptığı ev savruk bir oğula miras kalıp zamanla yıkılır gider ve onun mirasçısı evi onarmak için yeniden avuç dolusu para dökmek zorunda kalır. Hatta, bazen gösteriş meraklısı bir evlat baba evini hor görür ve çok geçmeden onu bırakıp başka bir yerde dünyanın parasıyla bir başka ev yapmaya kalkar. Utopia'daysa her şey önceden öylesine hesaplanmış düzenlenmiştir ki, yeni arsalarda yeni evler yapıldığı binde birdir. Evin eskiyen yeri hemen onarılır ve çöküntüler önlenir. Böylece, yapılar az masraf ve az emekle sağlam tutulur. Çoğu zaman, işçilerin eli boş kalır ve evlerinde gereç hazırlamak, tahta ve taş yontmakla vakit geçirirler. Bir yapı kurmak gerekince, hazır gereçlerle iş çarç- abuk bitirilir. Utopia'lıların giyimleri de, bakın, ne kadar ucuza gelir. Çalışırken deri ya da post giyerler ve bu giysi yedi yıl dayanır. Sokağa çıkınca, kaba iş elbiselerini saklayan bir 324/447 pelerin giyerler. Bu pelerinin rengi yünün kendi rengidir ve bütün adada aynıdır. Böylece, hem başka memleketlerden daha az yün kumaş harcarlar, hem de bu kumaş, boyanmadığı için, daha ucuza gelir. Ama keten kumaşlar daha kolay yapıldığı için daha çok kullanılır. Keten olsun yün olsun, dokumanın inceliğine bakmaz, temizlik ve beyazlık ararlar. Genel olarak, bir giysi iki yıl gider, oysa başka yerlerde herkesin yünlü ipekli, renk renk dört beş kat giysisi vardır, hatta süsüne düşkünler on giysiyi bile azımsarlar. Utopia'lıların öyle bir merakları yoktur. Çok giysi ile insan ne kendini soğuktan sıcaktan daha iyi koruyabilir, ne de daha zarif olur. Görülüyor ki, Utopia'da herkes gerçekten yararlı işler ve zanaatler de çalışır, her istediklerini bol bol buldukları için, el işlerinde uzun süre çalışmazlar; ürünlerde çok fazla bir artış oldu mu, gündelik işleri bırakıp, hep birlikte bozuk yolları onarmaya giderler. 325/447 Hem gündelik hem de olağanüstü işleri olmadı mı, çalışma süresi bir genelgeyle kısaltılır. Çünkü, devlet yurttaşların yararsız işlerle yorulmasını istemez. Utopia'da toplum kurumlarının amacı, her şeyden önce, halkın ve bireylerin ihtiyaçlarını gidermek, sonra herkese bedenin köleliğinden kurtulmak, düşüncesini özgürce işletmek, kafa yetilerini bilimler ve sanatlarla geliştirmek için mümkün olduğu kadar çok vakit bırakmaktır. Utopia'lılar için gerçek mutluluk işte bu düşünce gelişmesinin ta kendisidir. 326/447 UTOPIA'LILARIN YAŞAYIŞLARI VE KARŞILIKLI İLİŞKİLERİ Şimdi Utopia'lıların birbirlerine karşı nasıl davrandıklarını, ne gibi işlerle ve eğlencelerle vakit geçirdiklerini, her şeyi aralarında nasıl paylaştıklarını anlatacağım. Utopia'da şehir, ailelerden meydana gelir. Çoğu ailede ise, akrabalar bir araya toplanmıştır. Evlenme çağına gelen genç kızlar, evlenip kocalarının evine giderler. Ama bütün erkek çocuklar kendi ailelerinde kalır ve bu ailenin en yaşlı erkeğinin sözünden çıkmazlar. Ailenin başı bunarsa, yaş bakımından hemen sonra gelen, onun yerini tutar. Köydekiler bir yana, her şehirde altı bin aile vardır. Gerekli yurttaş sayısı ne azalsın, ne de aşırı ölçüde artmasın diye, bir ailede on üç, on dört yaşlarında çocukların, hiçbir zaman ondan az ve on altıdan çok olmamasına dikkat edilir. On üç, on dört yaşından küçük çocuklar bu kuralın dışında kalırlar. Ama ötekilerin durumu kolayca düzenlenir; çünkü on üç on dört yaşında çocuğu fazla sayıda olan aileler, aynı yaşta çocukları daha az sayıda olan ailelere verirler bunları. Bir şehirde nüfus gerektiğinden çok artarsa, bu şehirde oturanların bazıları, daha az nüfusu olan başka şehirlere aktarılır. Eğer bütün adada nüfus artarsa, o zaman her şehirden birtakım yurttaşlar seçilir. Bunlar, boş toprakları olan bir yerde, Utopia yasalarına uygun yeni bir şehir kurarlar. Orada oturan köy halkı, canları isterse bu yeni şehri kuranlara katılır, onlarla beraber otururlar. Böyle birleşip beraber oturanlar, aynı hayatı sürmeğe kolayca alışırlar; ve her iki tarafın da yararına olur bu. Çünkü Uto pia'lılar, yasalarıyla bu işi öyle bir düzenlerler ki, o zamana kadar şehir lerin de köylerin de işine yaramayan toprak, şimdi her ikisi için de be reketli olur. Eğer yeni şehri kurmak üzere 328/447 aldıkları topraklarda oturan lar, Utopia'lılarla beraber oturmaya ve onların yasalarına uymaya razı olmazlarsa, Utopia'lılar bu adamları yeni şehrin sınırları dışına atarlar. Başkaldırır, karşı koyarlarsa, o zaman da Utopia'lılar onlarla savaşırlar. Çünkü toprağı boş tutmak, hiçbir şekilde bundan faydalanmamak, ta biat kurallarına göre o toprak sayesinde beslenmesi ve rahat etmesi ge reken başka adamların da bu toprağı ele geçirip kullanmalarına engel olmak, Utopia'lılara göre savaş açmak için son derece haklı bir neden dir. Eğer bir şehrin nüfusu çok azalırsa ve öteki şehirlerin nüfusunu azaltmadan bu şehri doldurmanın yolu yoksa (söylediklerine göre böyle bir durum, bir veba salgını yüzünden, yalnız iki kere olmuştur şimdiye kadar), o zaman Utopia'lılar, kendilerine bağlı yabancı şehirlerden gereken sayıda adam getirerek orasını doldururlar. Çünkü kendi adalarında bulunan bir şehir yıkılıp yok olacağına, 329/447 yabancı şehirlerin bu hale düşmesini tercih ederler. Ama gelelim yine Utopia'lıların birlikte yaşamalarına. Anlattığım gibi, aileyi en yaşlı adam yönetir. Karılar kocalarına, çocuklar ana babalarına, gençler yaşlılara hizmet ederler. Her şehir, dört eşit bölge ya da mahalleye bölünmüştür. Her mahallenin ortasında, içinde her çeşit eşya bulunan bir pazar yeri vardır. Bütün ailelerin ürettiği mallar, bu pazar yerine getirilip, orada belli evlerde, ambarlarda ve depolarda biriktirilir. Her ailenin büyüğü, ya da evin başı, para ödemeden, karşılık olarak başka bir mal, rehin olarak bir eşya, ya da bir senet vermeden, kendisine ve birlikte oturanlara gereken malları bu pazar yerinde alıp götürür. Her şey bol olduğuna göre, hiç kimsenin gereğinden fazlasını istemeyeceği de bilindiği için, ne diye herhangi bir şey esirgensin aile başından? Bir şeyden yoksun kalmayacağına güveni olan da, ne diye bunun 330/447 gereğinden fazlasını istesin? Herkes bilir ki, bütün canlı varlıklarda, açgözlülüğün nedeni ya korku ya da yoksulluktur. İnsanda ise, bazen yalnız kendini beğenmişlikten gelir açgözlülük. Çünkü faydasız ve boş şeyleri gösterişle ortaya serip, başkalarından üstün geçinmeyi şanlı bir iş sayar insanlar. Utopia'lılar arasında böyle kötü huyların yeri yoktur. Anlattığım bu pazarlara bitişik, bir de yiyecek pazarları vardır. Orada her çeşit sebze, meyve, ekmek, balık ve her türlü et bulunur. Çarşıya getirilmeden önce, şehrin dışındaki akarsularda, bunların bütün kiri pisliği iyice yıkanıp temizlenir. Sonra Utopia'lıların köleleri bunları keserek, bir kere daha yıkayıp temizlerler. Utopia'lılar özgür yurttaşlarına hayvan kestirmezler. Çünkü hayvan öldüre öldüre, insan huyunun en tatlı yanı olan acıma duygusunun, yavaş yavaş körleşip yok olacağını düşünürler. Utopia'lılar, kokusuyla havayı bozup salgın hastalıklara yol açmasın diye, kirli, pis, ya da 331/447 tiksindirici herhangi bir şeyin şehre girmesine de izin vermezler. Her sokakta, eşit aralıklarla birbirinden ayrılan ve başka başka adlar taşıyan büyük halkevleri vardır. Syphogrant'lar burada otururlar. Bu evlerin çevresinde, on beş aile bir yanda, on beş aile de öteki yanda olmak üzere otuz aile oturur. Her halkevinin sorumlusu, belirli bir saatte çarşıya gidip, bu otuz ailedeki insan sayısına göre yiyecek alır. Her şeyden önce, hastanelerde yatan yurttaşların yiyecekleri düşünülür. Her şehrin çevresinde, surların biraz dışında, dört tane hastane vardır. Bunlar öylesine geniş ve ferahtırlar ki, dört şehircik gibidirler. Bu büyük yapılarda hastalar, sayıları ne kadar çok olursa olsun, sıkışık ve rahatsız bir duruma düşmezler; ve bulaşıcı hastalıkları olanlar ayrı bir yerde yatabiilirler. Hiç kimse zorla hastaneyeyatırılmaz. Ama insan sağlığı için gereken her şeyin bulunduğu çok iyi 332/447 düzenlenmiş bu hastahanelerde, en usta hekimler yurttaşlara o kadar iyi bakarlar ki, orada yatmak varken kendi evinde yatmak isteyen bir hasta bulunmaz bütün şehirde. Hastane sorumluları, hekimlerin kararlaştırdıkları yiyecekleri çarşıdan aldıktan sonra, geri kalanlar, her halkevindeki insan sayısına göre, eşit olarak bölünür. Şehir başkanının, başrahibin, tranibore'lerin, elçilerin ve yabancıların yiyecekleri de bir yana ayrılır. Gerçi Utopia'ya pek az sayıda yabancı gelir ama, onlara ayrılan dayalı döşeli evler vardır yine de. Öğle ve akşam yemeklerini haber veren boru ötünce, kendi evlerinde ya da hastahanelerde yatanlar bir yana, bütün aileler bu halkevlerinde toplanır. Buraya gereken yiyecek sağlandıktan sonra, bir adamın çarşıdan yiyecek alıp kendi evine götürmesi yasak değildir. Ama hiçbir Utopia'lı da büyük bir neden olmadan bu hakkını kullanmaz. 333/447 Çünkü isteyen evinde yemekte serbest olduğu halde, kimse bunu pek doğru bulmaz. Üstelik de hemen orada yakındaki halkevinde güzel ve lezzetli yemekler hazır dururken, evde uğraşa uğraşa kötü bir yemek pişirmek düpedüz saçma sayılır. Bu halkevlerinde, bütün aşağılık, zahmetli ve ağır işleri köleler görürler. Ama yemekleri pişirip kotarmak ve her şeye çeki düzen vermek ödevi, sırayla her ailenin kadınlarına düşer. Utopia'lılar yemeklerde, sayılarına göre, üç ya da üçten fazla masa kullanırlar. Erkekler duvardan yana otururlar, kadınlar karşılarındadır. Birdenbire yemeği bırakmalarını gerektiren bir durum olursa, kimseyi rahatsız etmeden kalkıp çocukların odasına girebilirler. Sütninelerle bebeklere özel bir oda verilir. Odada ocaklar, temiz su ve beşikler vardır. Gerektiği zaman bebekleri yatırırlar. Canları isteyince de onları ocak başında kucağa alırlar, oyunlarla oyalarlar. Ölüm ve hastalık bir 334/447 yana, her ana kendi çocuğunu emzirir. Ananın ölümü ya da hastalığı halinde, yöneticilerin eşleri, hemen bir sütnine bulurlar bebeğe. Çok kolaydır bu. Çünkü şefkatin bu çeşidi Utopia'da çok övüldüğü için, sütninelik yapabilecek bütün kadınlar, bu işi seve seve üstlerine alırlar. Emzirdikleri çocuk da büyüyünce, sütninesini öz anası bilir. Beş yaşından küçük çocuklar, sütninelerinin yanında kalırlar hep. Evlenemeyecek kadar küçük olan bütün kız ve erkek çocuklar sofrada hizmet ederler. Eğer bunu yapamayacak yaşta iseler, uslu uslu sofranın çevresinde ayakta dururlar. Sofradan kendilerine verilenleri yerler. Bunun dışında, ayrıca bir yemek saatleri yoktur onların. Syphogrant ile eşi, yemek odasının bir ucundaki baş masanın ortasında otururlar. Çünkü oradan bir bakışta herkes görülebilir. Topluluğun en yaşlılarından iki kişi vardır yanlarında. Zaten sofraya gelen her yemek dört kişiliktir. Eğer o topluluğun bir tapınağı varsa, o zaman 335/447 rahiple eşi şeref yerinde, syphogrant ile karısının yanına otururlar. Onların her iki yanında gençler, gençlerin yanında da yaşlılar oturur. Böylece yemek odasında gençler hem beraberdir, hem de yaşlılarla birlikte otururlar. Utopia'lılara göre, sofranın böyle düzenlenmesiyle, yaşlıların ağırbaşlılığı ve saygınlığı sayesinde, gençlerin söz ya da davranışlarında herhangi yersiz bir taşkınlık önlenmiş olur. Çünkü sofradaki gençler gizlice bir şey söylerler ya da yaparlarsa, yanlarındakilerden ya biri ya da öteki, nasıl olsa farkına varacaktır bunun. Öğle ve akşam yemekleri başlarken, doğruluk ve erdem üstüne bir parça okunur yüksek sesle. Ama herkesi sıkmamak için bu iş kısa kesilir. Acıklı ve tatsız sözlere kaçmadan, yaşlılar, okunan parçalardan faydalanarak bir konuşma konusu bulurlar. Zaten yaşlılar bütün yemek vaktini, kendi uzun ve can sıkıcı konuşmaları ile geçirmezler. Delikanlıları seve seve dinlerler. Hatta onların aklını 336/447 ölçmek, erdeme ne kadar yatkın olduklarını anlamak amacıyla, yiyip içmenin verdiği rahatlık içinde, gençlerin çekinmeden konuşmalarına yol açarlar. Öğleden sonraları çalıştıkları için, Utopia'lıların öğle yemekleri uzun sürmez. Ama akşam yemeklerinden sonra dinlendikleri ve uyudukları, böylece yediklerini daha iyi ve daha kolay sindirebildikleri için, bu yemekler biraz daha uzun sürer. Her zaman müzik vardır akşam yemeklerinde. Çeşitli çerezler, meyveler, tatlılar da eksik değildir sofrada. Yemek odasına hoş kokular yayılsın diye, çeşitli otlar, buhurlar yakılır, dört bir yana güzel kokulu sular serpilir. Evet, sofradakilerin keyiflenmesi için, ellerinden geleni yaparlar. Çünkü onlarca, zararsız olan her zevk yerindedir. İşte Utopia'lılar böylece beraber yaşarlar şehirlerde. Ama köylerde, komşularından uzak, yalnız oturanlar, öğle ve akşam yemeklerini kendi evlerinde yerler. Yurttaşların bütün yiyecekleri oralardan geldiği için, 337/447 köyde oturan aile herhangi bir yiyecekten yoksun kalmaz. 338/447 UTOPIA'LILARIN GEZİLERİ VE BAŞKA KONULAR Bir yurttaş başka bir şehirde oturan dostunu görmek, ya da sadece zevki için gezip dolaşmak isterse, Syphogrant ve tranibore'ler, önemli bir sakınca olmadıkça, kendisine seve seve izin verirler. Geziye gidecekler anlaşıp yola birlikte çıkarlar. Ellerinde başkanın kendilerine izin veren ve dönecekleri günü belirten bir mektubu bulunur. Onlara bir araba ve koşum hayvanlarına bakacak bir köle verilir. Genel olarak, aralarında kadın bulunmazsa, yolcular, arabayı bir yük sayıp, geri çevirirler. Yol için hiçbir azık derdine düşmezler. Çünkü, gidecekleri her yerde kendi evlerinde olacakları için, her aradıklarını bulurlar. Yolcular herhangi bir yerde bir günden fazla kalırlarsa, her biri kendi zanaatında çalışmaya gider ve meslek arkadaşları onu çok iyi karşılar. Kendi başına şehrinin sınırlarını aşan kimse suçlu sayılır. Elinde başkanın izin kâğıdı yoksa bir kaçak olarak geri getirilir ve ağır cezaya çarptırılır. Hatta suçu yeniden işlerse, özgürlüğünü yitirir. Yurtta kendi şehrinin kırlarında ve köylerinde dolaşmak isterse, karısının ve aile büyüğünün izni yeter. Ama gittiği yerde yiyeceğini çalışıp kazanmak zorundadır. Bu koşul içinde herkes şehrinden çıkıp çevrede dolaş- abilir. Çünkü, oralarda da şehirdeki kadar yararlı olur. Görüyorsunuz ki, Utopia'da işsizlik ve tembelliğe yer yoktur. Utopia'da ne meyhane vardır, ne fuhuş yeri, ne baştan çıkma fırsatı, ne de gizli kapaklı toplantı yeri. Herkes her an herkesin gözü önündedir; memleketin yasalarına ve törelerine göre çalışmak ve dinlenip eğlenmek zorundadır. Bu mutlu toplumda herkes eşit olarak rahatlık payını alır. Dilencilik, yoksulluk orada bilinmeyen olağanüstü hallerdir. Her Utopia şehrinin Amaurote Kurultayına üç elçi 340/447 gönderdiğini söylemiştim. Kurultayın ilk oturumlarında, adanın değişik bölgelerindeki ekonomik durum incelenir. Neyin nerde bol, nerde kıt olduğu belli olunca, o yıl mutsuz şehirlerin eksikleri, daha mutlu olan şehirlerin bolluklarıyla giderilir ve bu iş çıkarsız olarak yapılar. Veren şehir verdiği şehirden karşılık istemez. Alansa verene hiçbir şey borçlu olmaz. Böylece, bütün Utopia bir tek aile, bir tek ev gibidir. Gelecek yılın nasıl olacağı bilinmediği için, Utopia ihtiyaçlarını iki yıl için karşılar, bu ihtiyacı aşan fazla ürünleri, buğdayı, balı, keteni, odunu, boya, deri, bulmumu, içyağı, hayvan ve daha başka şeyleri dışarıya yollar. Bu malların yedide biri, gönderildikleri memleketlerin yoksullarına bedava dağıtılır. Üst yanı insaflı fiyatlarla satılır. Bu ticaret yoluyla, Utopia'ya sadece altın ve gümüş değil, yararlı maddeler, örneğin, demir girer. Utopia'lılar bu alışverişe başlayalı beri inanılmayacak kadar zengin olmuşlardır. Onun 341/447 için bugün peşin parayla satmak umurlarında değildir. Genel olarak, senet karşılığı satarlar ama tek tek kişilerin imzalarına güvenmezler. Bu senetlerin malı alan şehrin mührünü, garantisini taşıması gerekir. Ödeme günü geldi mi, imzayı veren şehir borçlulardan parayı toplar ve Utopia'lılar alacaklarını isteyinceye kadar, bu parayı hazinesinde saklar ve kullanır. Utopia'lılar hiçbir zaman bütün borcu toptan istemezler. Kendileri için yararsız, başkalarına ise yararlı bir şeyi ellerinden almayı haksızlık sayarlar. Bununla beraber, alacaklarını toptan istedikleri de olur. Bunu komşu bir ulusa borç verecekleri ya da bir savaş açacakları zaman yaparlar. Savaş oldu mu, bütün paralarını bir araya toplayıp, beklenmedik tehlikelere, sıkıntılara karşı bir kalkan gibi kullanırlar. Tuttukları yabancı askerlere bu paraları bol bol verirler. Çünkü, Utopia'lılar kendi yurttaşından çok yabancıları ölüm tehlikesine atar. Şunu da bilirler: En azgın 342/447 düşman bile, çok zaman büyük paralarla satın alınabilir, ve yine bilirler ki, ihanetleri sağlamak için olsun, açıkça dövüşmek için olsun, para savaşın can damarıdır. Utopia'lıların bu uğurda harcanacak sınırsız hazineleri vardır. Ama, bu zenginlikleri başka uluslar gibi kutsal sayıp tapınağımsı yerlerde saklamazlar ve öyle işlerde kullanırlar ki, size bunları anlatmaya dilim varmıyor. Belki de inanmazsınız anlatacaklarıma, çünkü, görmesem ben de inanmazdım. Ama bunu da şaşmamalı, yabancı töreler bizimkilerden ne kadar ayrı olursa o kadar az inanılır onlara. Bununla beraber, doğru düşünen, aklı başında bir insan, Utopia'lıların başka uluslardan çok ayrı düşündüklerini bildiği için, altını ve gümüşü bizlerden çok başka türlü kullanmalarına pek de şaşmayabilir. Utopia'da para denilen şey karşılıklı alışverişlerde hemen hiç kullanılmaz. Para olağan ama olmayabilecek belalı durumlar için saklanır. 343/447 Altın ve gümüş bu memlekette, tabiatın onlara verdiği değeri taşırlar sadece. Bu iki maden demirden çok daha aşağı görülmekle beraber, insan için su ve ateş kadar yararlı sayılır. Az bulunmalarından ötürü değerli sayılmaları insanoğlunun çılgınlığına verilmeli. Tabiat, o eşsiz ana, altın ve gümüşü yararsız, boş nesneler olarak çok derinlere gömmüş; oysa, havayı, suyu, toprağı, iyi ve gerçekten yararlı olan her şeyi gözler önüne sermiştir. Utopia'lılar hazinelerini kalelere, ulaşılmaz sığınaklara kapamazlar. Çünkü, halk kralın ve adamlarının, kendisini aldatıp paraları harcamalarından kuşkulanabilir. Altın ve gümüşten ince işlenmiş kupalar, tabaklar yapmazlar. Çünkü, savaş olup da orduları beslemek için altını ve gümüşü eritmek gerekirse, bu sanat eserlerine bağlanmış olanlar onları yitirmekten acı duyarlar. Bu tür sakıncaları ortadan kaldırmak için Utopia'lılar kendi geleneklerine uygun ama, altını tanrılaştıran bizim törelerimize aykırı 344/447 bir kullanma yolu bulmuşlar. Yiyeceklerini, içeceklerini topraktan ya da camdan güzel biçimli ama az değerli kaplara koyarlar; altın ve gümüşüyse, ortak evlerde olsun, özel evlerde olsun, en bayağı işlerde kullanırlar. Hatta oturaklarını bile altın ve gümüşten yaparlar. Kölelerinin zincirlerini, çok kötü suçlar işlemiş mahkumların nişanlarını yapmak için bu madenlerden yararlanırlar. Mahkumların parmaklarında ve kulaklarında altın halkalar, boyunlarında altın gerdanlık, başlarında altın bir çember vardır. Kısacası, altını ve gümüşü kepaze etmek için ellerinden geleni esirgemezler. Başka yerlerde, insanın elinden altınlarını almak ciğerini sökmek kadar acı bir şeydir. Utopia'daysa altınlarını yitirmek kimsenin umurunda değildir. Utopia'lılar deniz kıyısında inciler, kayalıklarda elmaslar, kıymetli taşlar toplarlar. Aramadan buldukları bu taşları cilalayıp 345/447 küçük çocuklarına süs diye takarlar. Ama çocuklar büyüyünce, bu nesneleri küçümserler ve anababaları bir şey söylemeden bunları kendilerine yakıştırmayıp bir yana atarlar. Tıpkı bizde çocukların büyüyünce, zıpzıplarını, bebeklerini attıkları gibi. Başka memleketlerde benzeri olmayan bu töreler, Utopia'lıların içlerinde bizimkilerden çok ayrı duygular, düşünceler yaratır. Bunun en şaşırtıcı örneğini Anemolya'lılarda görmüştüm. Anemolya elçileri Amaurote'ye geldikleri zaman oradaydım. Bu elçilerin pek önemli işleri görüşmek üzere geldikleri başkentte büyük Kurultay toplanmıştı. Daha önce Utopia'ya gelen elçiler pek sade, gösterişsiz giyinirlerdi. Çünkü, onlar Utopia'lıların süse değer vermediklerini, ipeği, altını hor gördüklerini bilirlerdi. Ama, çok uzaktan gelen Anemolya'lıların Utopia'lılarla pek alışverişleri olmamıştı. Utopia'lıların kaba saba, bir örnek giyindiklerini öğrenince, 346/447 bunu yoksulluklarına vermişlerdi. Gururları akıllarını aşan Anemolya'lılar, Utopia'lıların gözünü kamaştırmak için tanrısal ve parlak kılıklarla gelmeyi kararlaştırmışlardı. Anemolya'lıların büyük beyleri olan üç elçi, arkalarında değişik renkte ipekliler giyinmiş yüz kişi ile gözüktüler. Elçiler baştan aşağı süsler yaldızlar içindeydi, omuzlarında sırmalı bir kaftan, boyunlarında altın gerdanlıklar, kulaklarında altın küpeler, parmaklarında altın yüzükler, başlıklarında pırıl pırıl inciler, elmaslar vardı. Kölelere, mahkumlara ceza olarak takılan, çocuklara oyuncak diye verilen ne varsa hepsini takıp takıştırmışlardı. Geçtikleri yollara dökülen yoksul kılıklı Utopia'lılara bakıp da kendi süsleri püsleriyle, tavus tüyleri, boyalı şemsiyeleriyle böbürlenen elçilerin hali görülecek şeydi. Öte yandan Utopia'lıların davranışlarından anlaşılıyordu ki, bu yabancılar tahminlerinde fena halde aldanıyorlardı, cakaları onlar 347/447 üstünde bekledikleri etkiyi yapmaktan çok uzaktı. Önemli nedenlerle yabancı memleketlere gitmiş birkaç Utopia'lı dışında, herkes cafcaflı kılıkları ayıplayarak, acıyarak bakıyordu. Birçokları, en kılıksız uşakları elçi diye selamlayıp, asıl elçilere aldırış etmiyorlardı. Çünkü, onlar köleler gibi altın zincirler içindeydiler. Elmaslarını incilerini küçümseyip atmış çocuklar, elçilerin başlıklarında bu oyuncaları görünce, annelerini dürtüp: 'Anne, şu koca herife bak, çocuk gibi incik boncuklar takmış!' diye bağrışıyorlardı. Annelerse: 'Sus yavrum, onlar elçinin soytarıları olacak,' diyorlardı. Kimi de zincirlerin biçimine tutuluyordu: 'Amma da ince şeyler, insan bir çekişte kırabilir. Üstelik çok da bol takmışlar, köle isterse kolayca boynundan çıkarıp kaçabilir.' Amaurote'ye geldiklerinden iki gün sonra elçiler, kendi memleketlerinde bunca değer taşıyan altını Utopia'lıların hiçe saydıklarını anladılar. 348/447 Baktılar ki bir kölenin üstünde kendi altın ve gümüşlerinden daha fazla bulunabiliyor. O zaman, akılları başlarına gelerek, özene bezene takındıkları süsleri çıkarıp attılar. Utopia'lılarla yakından tanıştıktan sonra, onların kendilerinden çok başka düşünüşleri, töreleri olduğunu anladılar. Utopia'lılar aklı başında insanların, yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da bir elmasın cılız pırıltısına düşkünlüklerine şaşarlar. Bir koyunun sırtında taşıdığı yünün en incesinden yapılmış giysiler giyiyor diye bir insanın daha soylu, daha değerli olacağını sanması deliliktir onlar için. Kendiliğinden hiç de yararlı olmayan altına neden bu kadar değer verildiğini, insanın dilediği gibi kullandığı bir nesnenin nasıl insandan daha üstün sayılabileceğini anlamıyorlardı. Bir de şuna şaşıyorlardı: Nasıl oluyor da, bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlaksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı 349/447 buyruğu altında köle gibi kullanabiliyordu. Talih değişebilirdi ve yasa ince birtakım oyunlarla bu adamın elinden altınlarını alıp uşaklarının en aşağılığına verebilirdi. Demek o zaman bu zengin hiç sıkılmadan eski uşağının ve eski parasının hizmetinde çalışacaktı. Utopia'lıların hiç anlamadıkları ve tiksindikleri bir başka delilik de şuydu: İnsanlar, hiç alışverişleri olmayan bir zengine, salt zengindir diye bir tanrıymış gibi saygı gösteriyorlardı. Oysa bu bencil para babalarının, ne türlü cimri olduklarını ve onların bütün hazinelerinden metelik koparamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Utopia'lıların böyle düşünmeleri hem edindikleri bilgilerden, okudukları kitaplardan, hem de bizim çılgınlıklarımıza yer vermeyen bir devlet düzeni içinde gördükleri eğitimden geliyordu. Gerçi, çok küçük bir azınlık el kol işlerinden kurtulup sadece Düşüncesini geliştirme yoluna girebiliyordu. Bunlar, daha önce söylediğim gibi, çocukken, mutlu bir 350/447 yaradılış, keskin bir zekâ ve bilime yatkınlık gösterenlerdi. Bununla beraber, bütün çocuklara bir kafa eğitimi ve bilim sevgisi verilmiyor değildi. Kadın erkek bütün yurttaşlar, bütün ömürlerince, boş vakitlerinde düşüncelerini geliştirmeye çalışırlar. Utopia'lılar bilimleri kendi konuştukları dilde edinirler. Bu dil zengin, uyumlu ve düşünceyi tam anlatmaya elverişlidir. Aynı dil az çok değişmelerle dünyanın geniş bir bölgesinde konuşulur ama, Utopia'lılarınki en incelmiş biçimidir. Utopia'lılar bizim gelişimizden önce bizim bunca filozofumuzun adını bile duymamışlardı. Bununla beraber, müzikte, mantıkta, matematikte, geometride bizim bulduklarımızın hemen hemen hepsini bulmuşlardı. Her bilgiden yana bizim eskilerden aşağı kalmazlar ama bizim yeni mantıkçılarımızın dolambaçlı oyunlarına akıl erdiremezler. Bizim okullarımızda gençliğe öğretilen kavram daraltma, kavram 351/447 genişletme, yoku var sayma gibi ince kuralları henüz bulmuş değillerdir. Bağlı düşünce nedir bilmezler, hele o metafizik diliyle genel ya da evrensel adam dediğimiz şeyi, o devler devi yaratığı Utopia'da henüz hiç kimse hiçbir yerde görmüş değildir. Buna karşılık, gökteki gezegenlerin dolaşımını kesinlikle bilirler. Güneşin, ayın ve kendi ufukları üstünde görülen yıldızların karşılıklı durumlarını büyük bir yakınlıkla gösteren türlü aletler bulmuşlardır. Ama yıldızların insanlara dostlukları düşmanlıkları ve kâhinlerin gökten çıkardıkları yalan dolanları düşlerinde bile görmemişlerdir. Onlar için kehanet, sadece yağmur, rüzgâr, fırtına gibi olayların uzun bir incelemesine dayanarak olacağı önceden az çok kestirebilmektedir. Bu olayların nedenleri, denizin yükselip alçalması, tuzu; göğün ve dünyanın kaynağı ve özü üstüne, sadece birtakım görüşler ileri sürerler. Sistemleri bazı noktalarda bizim eski filozofların sistemlerine uyar, bazı noktalarda 352/447 onlardan ayrılır. Ama yeni görüşlerde, bizde olduğu gibi onlar arasında da, ayrılık var. Ahlak felsefesinde, onlar da bizim bilginlerimizle aynı sorunlar üzerinde durmaktadırlar. Onlar da gerek insanın ruhunda ve bedeninde ve gerek dış dünyada onu mutlu edebilecek şeyleri ararlar. Onlar da şunu sormaktadırlar kendi kendilerine: Acaba iyi dediğimiz şey hem ruhun hem bedenin isteklerini mi karşılar, yoksa yalnız ruhun isteklerini mi? Onlar da erdem ve zevk üstüne tartışırlar. Ama, asıl tartıştıkları sorun, insan mutluluğunun bir tek ya da birçok koşulunu aramaktır. Utopia'lıları belki Epikhuros'çuluğa fazla kaymakla suçlayabilirsiniz. Çünkü, onlara göre zevk, insan mutluluğunun tümü olmasa bile, belli başlı parçalarından biridir. İşin şaşılacak yanı, bu zevk ahlakını savunanların din kadar ağır ve sıkı, din kadar acıklı ve katı görüşlere başvurmasıdır. Çünkü, iyilik ve kötülük üstüne tartışırlarken, ister istemez 353/447 dinin ve felsefenin etkilerine bağlı kalırlar. Çünkü, eksik düşünmekten ve yanlış görüşlere düşmekten çekinirler. Dinsel ilkelerin özeti şudur: 'Ruh ölümsüzdür: İyiliğimizi isteyen Tanrı onu mutlu olmak için yaratmıştır. Ölümden sonra iyilik de kötülük de karşılığını gereğince görür.' Bunlar dinin değişmez dogmaları olmakla beraber, Utopia'lılar insanın akıl yoluyla da onlara varacağı kanısındadırlar. Bu ilkeler olmazsa, diyorlar, insanın doğru eğri her yoldan dünyanın keyfini çıkarmaya çalışmaması budalalık olurdu. O zaman kim en tatlı, en bilinmedik keyfi bulursa, kim keyiften sonra gelecek acıları daha iyi önlemesini bilirse onun en erdemli kişi sayılması gerekirdi. İyi olacağım diye en çetin, en yorucu çabaları yükleneceksin, türlü zevkleri kendine haram edip bile bile acılara 354/447 katlanacaksın bu dünyada, ama ölümden sonrası için de hiçbir umudun olmayacak: Utopia'lılara göre insan çıldırmadıkça razı olamaz buna. Onlara göre ne türlü olursa olsun her zevk mutluluk getirmez, yalnız iyi ve dürüst zevkler mutlu eder insanı. Erdemin kendisi bile bizi ister istemez bu türlü zevklere doğru iter: Yalnız bu zevklerdir bizi kavuşturacak olan. Erdem, Utopia'lılara göre, yaradılışa uygun yaşamaktadır. Tanrı insanı yaratırken başka bir yol düşünmemiştir onun için. Yaradılışın ittiği yana giden insan, sevgilerinde ve nefretlerinde aklın sesini duyan insandır. Akılsa önce varlığı ve sağlığı borçlu olduğumuz yüce Tanrı'yı sevmeye yöneltir bizi. Sonra da gamsız kasavetsiz yaşamasını öğretir ve kardeşlerimiz olan başka insanlarla sevincimizi paylaşma isteğini verir bize. Gerçekten, bütün zevkleri horgören, kötüleyen en asık yüzlü, en softa erdem adamı bile, 355/447 bizi kendisi gibi, çetin işlere, eziyetlere, çilelere katlanmaya çağırırken, başkalarını yoksulluktan, dertlerden kurtarmak için elimizden geleni yapmamızı ister bizden. Bu sert ahlakçı bile insanı avutan, kurtaran kişiyi, insanlık adına över, göklere çıkarır. Demek ona göre de en soylu, en insanca erdem, başkalarının acılarını dindirmekte, onlara umut ve yaşama sevinci vermekte, bir başka deyimle, dünyanın tadına varmalarını sağlamaktadır. Peki ama başkalarına ettiğimiz iyiliği kendimize niçin etmeyelim? Tabiata aykırı gitmek değil mi bu? Çünkü iki yoldan birini tutmak gerek: Hoş yaşamak, dünyanın tadını çıkarmak ya iyi bir şeydir ya kötü bir şey. Kötü bir şeyse başkalarına onu sağlamak şöyle dursun, kimde varsa elinden almak, herkesi ondan korumak gerekir. İyi bir şeyse onu hem kendimiz için hem başkaları için isteyebiliriz, 356/447 istemeliyiz de. Niçin başkalarına acıdığımız kadar kendimize de acımayalım? Kardeşlerimize iyilik etme eğilimini içimize sokan tabiat niçin kendimize karşı zalim, insafsız olmamızı istesin? İşte bu düşüncelerle Utopia'lılar, dürüst olmak şartıyla hoş bir hayat sürmeyi, dünyanın tadına varmayı bütün insan çabalarının amacı sayıyorlar. Tabiat böyle istiyor, erdemli olmaksa onun isteğine uymaktır diyorlar. Onlara göre tabiat insanları yardımlaşmaya, hayatın sevinçli sofrasına ortakça oturmaya çağırır. Bu çağrı, haklı ve akla uygundur: Hiç kimse başkalarının o kadar üstünde değildir ki, Yaradan yalnız onu güzel yaşatsın. Tabiat herkese aynı bedeni, aynı sı- caklığı vermiş, aynı sevgiyle kucaklamış hepsini. Başkalarının rahatını kaçırıp kendi rahatını artırmak tabiata karşı gitmektir. İşte bunun için Utopia'lılar kişiler arasındaki anlaşmalar kadar yaşama kolaylıklarını da eşitlikle dağıtan, yani dünya 357/447 tadını bölüştüren yasalara toz kondurmazlar. Kaldı ki bunları iyi bir kral doğrulukla koymuş, ya da, zorbaların ezmediği, dalaverecilerin aldatmadığı bir halkın genel oyu istemiştir. Yasaları çiğnemeden mutluluğu aramak en akıllıca davranıştır. Utopia'lılar için herkesin iyiliğine çalışmaksa bir dindir. Kendi rahatını sağlamaya çalışırken başkasını rahatından etmek haksızlığın ta kendisidir. Buna karşılık, başkasının rahatı için kendi zevklerimizden birazını olsun feda etmek soylu bir insan yüreğinin belirtisi sayılır ve böyle davranan insan zaten feda ettiği zevkten çok daha fazlası bulur. Hem ettiği iyiliğin er geç karşılığını görür, hem de iyilik ettiği insanın minnet duyguları, feda ettiği zevkten daha tatlı gelir ona. Üstelik dini bütün bir kişi, geçici bir zevki gereğinde feda edebilenlere Tanrı'nın tükenmez sevinçler vereceğine inanır. 358/447 Demek oluyor ki Utopia'lılara göre bütün davranışlarımızın, hatta bütün erdemlerimizin amacı, son ereği keyiftir. Keyif dedikleri şey, insanın doğal bir tad aldığı her ruh ve beden halidir. Doğal sözünü eklemeleri nedensiz değildir. Çünkü sade duyularımız değil aklımız da bizi doğal zevklere, keyiflere doğru çeker. Bunlar, haksızlık etmeden aranan öyle zevkler ve keyiflerdir ki hem daha büyüklerine ermemizi önlemezler, hem de sonları kötüye varmaz. Tabiat dışı birçok şeye insanlar saçma bir anlayışla zevk adını vermişler: Nesnelerin özünü değiştirmek kelimeleri değiştirmek ellerindeymiş gibi. Bu tabiata aykırı zevkler mutluluğa götürmek şöyle dursun engel olurlar ona ermemize. Onlara kapılanlar gerçek ve temiz zevkleri tadamaz olurlar. Düşünceleri uydurma bir zevkin peşinde yolundan çıkar. Tabiatın tat vermediği, hatta içlerine acılık kattığı nice şeyler vardır ki, gerçekten, 359/447 insanlar baş tacı etmiş, hayat için gerekli yüksek zevkler saymıştır onları. Oysa bunların çoğu hem özden kötü hem de kötü tutkulara sürükleyicidir. Kendini beğenmişlerin boş gururunu bu soysuz zevkler arasında sayarlar. Böyleleri güzel bir giysi giyinmekle daha iyi olacaklarını sanırlar. Oysa iki bakımdan gülünç olur bu süs budalaları. Önce giysilerini kendilerinden üstün saymış olurlar; çünkü işe yararlık bakımından ince bir yünlünün kalın bir yünlüden ne üstünlüğü olabilir, sorarım size? Böyleyken bu sersemler kafasızlıklarını değil de, yaradılışlarının başkalığını, herkesten üstünlüğünü ortaya koyuyormuş gibi böbürlenip bir matah sanırlar kendilerini. Giysilerinin zengin gösterişlerine karşılık sade bir giyinişle göremeyecekleri saygıları şerefleri beklerler. Kimse kılıklarına aldırış etmeyince de haksızlığa uğramış gibi kızarlar. İkinci olarak da aynı adamlar, gerçeklerden kopup ve başarısız olarak herkesten üstün sayarlar 360/447 kendilerini. Başını kaldıran ve alçakgönüllü diz çöken bir dalkavuk karşısında duyduğumuz zevk doğal ve sahici bir zevk midir? Diz çökmek insanı sıtmadan ya da kol bacak ağrılarından kurtarır mı? Sahte zevklere kapılanlar arasında soylu denen kişiler de vardır. Bunlar kendi soyluluklarını düşünmekten gurur duyarlar. Bunların dayandıkları şey bir rastlantıdır. Bu rastlantı onların zengin atalardan ve özellikle zengin mal mülk sahiplerinden gelmiş olmalarıdır (çünkü bugünkü soyluluk zenginlikten başka bir şey değildir). Böyleyken, bu budalalara babalarından beş para kalmamış olsa, yine kendilerini soylu saymaktan geri durmazlar. Utopia'lılar, inci, elmas gibi değerli taş, incik boncuk düşkünlüklerini de soyluluk budalaları arasında görürler. Böylesi değerli taş meraklıları, yurtlarında ve çağlarında değer verilen az bulunur ve güzel bir taşı ellerine geçirdiler mi, kendilerini bir çeşit tanrı gibi görürler. Oysa, aynı taş her yerde ve her 361/447 zaman aynı değeri taşımaz. İncik boncuk meraklısı bunları sadece birer taş olarak satın alır, o kadar ki bunların gerçekten birer taş olduklarına, sahici elmas yakut, ya da zümrüt olduğuna yeminler, belgeler isterler. Bunların sahte olması, gerçekten değerli birer taş olmaması bir felakettir onlar için. Oysa, göz bir ayrılık görmedikten sonra, bir taş ha gerçek olmuş ha sahte, ne çıkar bundan? Her ikisinin değeri, gözü gören için de birdir, görmeyen için de. Ya, cimrilere ne demeli? Bu adamlar bir sürü maden parçalarını kullanmak için değil de, sadece toplayıp seyretmek için biriktirirler. Bu zavallı zenginlerin duydukları gerçek bir zevk midir, yoksa sadece uydurma bir zevk midir? Hele paralarını toprağa gömüp saklayan ve yüzünü bile görmeyen bir insan mutlu bir insan olabilir mi? Bu adam, hazinesini görmedikten başka onu yitirme korkusuyla yaşar ve bu korku yüzünden onu yitirir de gerçekten. Çünkü, altını gömmek onu 362/447 başkalarından çalmak olduğu kadar kendinden de çalmak değil midir? Oysa, cimri paralarını gömdü mü, yapacağını yaptı diye, etekleri zil çalar keyfinden. Şimdi diyelim ki, cimrinin gömdüğü parayı biri gelip çalıyor ve cimri on yıl bunu bilmeden yaşıyor. Sorarım size, bu on yıl içinde bu paranın varlığı ve yokluğu arasında ne fark vardır? Ha gömülmüş, ha çalınmış, ikisi de aynı şeydir onun için. Utopia'lıların uydurma saydığı zevkler arasında av ve kumar zevkleri de vardır. Bunları kendileri bilmez, başkalarından duymuşlardır sadece. Zar atmanın ne keyfi olacağını anlamazlar bir türlü. Bunda bir keyif olsa bile, insan aynı şeyi yüz kere tekrarlamaktan bıkar sonunda. Bir sürü köpeğin av peşinde havlaması zevkten çok bıkkınlık vermez mi insana? Bir köpeğin bir tavşanı kovalaması niçin bir tavşanın bir köpeği kovalamasından daha zevkli olsun? 363/447 Eğer hoşumuza giden kovalamaysa, her ikisi de bir kovalamadır. Ama avcılara asıl keyif veren bu değil, bir hayvanın ötekini parçalayıp öldürmesidir. Oysa insan nasıl olur da, bu kan dökmeden, güçlünün güçsüzü, zalimin masumu alt etmesinden, azgın bir köpeğin ürkek bir tavşanı parçalamasından zevk duyabilir? İşte, bunun için Utopia'lılar avı özgür insanlara yasak etmişler, onlara yaraşır görmedikleri bu işi sadece kasaplara bırakmışlardır ve daha önce söylediğimiz gibi, kasaplık da yalnız kölelerin işidir. Hatta, onlara av, hayvanları öldürmenin en aşağılık yoludur. Av dışındaki hayvan öldürme yolları daha dürüst sayılır. Çünkü hayvanları belli bir yarar için öldürmek başka, avcı gibi sadece kan dökme zevki için öldürmek başkadır. Öldürme zevki sadece hayvanları öldürmekte kalsa bile, ancak bir zorbalık eğiliminden gelebilir ve bu eğilim zamanla zorbalığın ta kendisi olabilir. Utopia'lılar 364/447 bütün bu zevkleri ve bunlara benzer daha birçoklarını horgörürler. Başkaları ne kadar değer verirse versin, tabiata aykırı sayarlar bunları. Bunlar insana ne kadar tatlı bir sarhoşluk verirse versin, gerçek bir zevk değildir onlar için. Çünkü, derler, böylesi zevk tabiattan gelme değil, bize acıyı tatlı gibi gösteren, kötü alışkanlıklardan gelir. Nasıl ki gebe kadınlara zift baldan daha tatlı gelebilir. Oysa, hastalık ya da alışkanlığın insanlara verdiği duygular, tabiatın gerçek tadını değiştiremez, bizim duyduğumuz bir tadın hiçbir nesnenin özünü değiştiremeyeceği gibi. Utopia'lılar gerçek zevkleri çeşitli bölümlere ayırırlar. Bunlardan bazıları bedene, bazıları da ruha bağlanır. Ruhun zevkleri düşüncenin geliştirilmesinde ve ger- çeği görmenin verdiği keyiftedir. Utopia'lılar lekesiz bir hayatı anmanın zevkiyle, ölümden sonraki bir mutluluğu ummanın zevkini de katarlar bunlara. Beden zevkleriniyse ikiye 365/447 ayırırlar: Kimi zevkler duyularımız üstünde çarçabuk ve apaçık bir etki yaparlar. Çünkü, bedenin içindeki ateşin bunalttığı organları yatıştırırlar. Yitirilen güçleri yeniden bulduran su içmek, yemek yemek bu çeşit bir zevk verir. Fizyolojik görevlerin bedende fazlasıyla artan bazı maddeleri dışarıya atması da bu türlü bir keyiftir. Sarsakların salgıları, cinsel boşalmalar, herhangi bir kaşıntının sürtme, tırmalamayla giderilmesi gibi. Bitkin organları onaran, acı veren fazlalıkları atan, beden görevleri dışında, başka nedenlerden gelen bir zevk daha vardır. Bu zevk insanın içinde coşan, büyü- leyen ve çeken anlaşılmaz bir güç doğurur. Müzikten alınan zevk böylesi bir zevktir işte. Beden zevklerinin ikinci türlüleri bütün organlar arasında sürekli bir dengeden, yani ağrısız sızışız bir sağlıktan gelir. Hiçbir yeri ağrımayan insan, bir dış etken olmaksızın bile, kendiliğinden bir rahatlık duyar. Gerçi, bu türlü keyif yeme içmenin verdiği keyifler 366/447 gibi duyuları coşturmaz ama, bunu daha üstün sayanlar da vardır. Hemen bütün Utopia'lılara göre sağlık gerçek mutluluğun temelidir. Çünkü, onsuz insan hayatının hiçbir tadı ve hoşluğu kalmaz. Onsuz hiçbir keyfe varılmaz. Onsuz acının dinmesi bile neye yarar? Sağlığı olmayan beden bir ölü duyarsızlığı içindedir. Bu konuda Utopia'da bir çatışma olmuş eskiden. Kimi demiş ki, sürekli ve rahat bir sağlık zevk sayılmaz. Çünkü, insana dışarıdan gelen etkilerin verdiği belli hazzı duyurmaz. Ama bugün, küçük bir azınlık dışında hemen bütün Utopia'lılar sağlığı baş keyif saymaktadırlar. Hasta bir insanın duyduğu acı, zevkin amansız düş- manıdır, hastalıksa sağlığın düşmanı. İster hastalık acının kendisi olsun, ister acı hastalığın özü olsun, sonuçlar bir olduktan sonra, ikisi aynı şey demektir. Onun gibi, ha sağlık zevkin ta kendisi olmuş, ha onu ister istemez doğuran etken olmuş sonuç değişmez. Nasıl ateş ister istemez sıcaklık 367/447 getirirse, tam bir sağlık da insana bir çeşit zevk verir. Utopia'lılara göre, yemek yediğimiz zaman olan şudur: Gevşemeye başlayan sağlık besleyici nesnelerin yardımıyla açlığa karşı savaşır. Besinler ilerleyip bu amansız düşmanı kovalar ve insana eski gücünü bulmanın sevincini verirler. Bu savaştan büyük bir zevk duyan sağlık, zaferi kazanınca keyiflenmez mi? Savaşta aradığı şey eski gücüydü. Bunu elde edince niçin bir mutluluk duymasın bundan, sadece uyuş- makla kalsın? Sağlam insanın sağlamlığının bilincine varmayacağı düşüncesini kabul etmez Utopia'lılar. Onlara göre, insanın sağlığını bilmemesi için hasta ya da uykuda olması gerekir. Taş kesilmeli ya da kendimizden geçmeliyiz ki pürüzsüz bir sağlığın tadına varmayalım, bir sarhoşluk bulmayalım sağlıkta. Utopia'lılar düşünce zevklerini her şeyin üstünde görürler. Erdemli olmanın, lekesiz bir hayatın bilincine varmanın zevki en 368/447 temiz, en özlenilir zevkler arasındadır. Bedenin verdiği zevklerin başında sağlık gelir. Çünkü, yeme içme gibi bütün öteki beden zevkleri sağlığın korunmasına yarar sadece. Kendiliğinden değil, hastalığa karşı koydukları için hoş gelirler bize. Akıllı adamın yapacağı şey, hastalığı önlemektir, hasta olduktan sonra ilaç derdine düşmek değil. Acıyı dindirmekten çok, önlemeye çalışmalı. Bu düşünceyle Utopia'lılar, yoksunlukları ilaçları gerektirecek bütün beden zevklerini bol bol tadarlar ama, bütün mutluluklarını bu zevklerden beklemezler. Başka türlü insanın mutlu olması hep açlık ve susuzluk içinde bulunmasını ve durmadan yiyip içmesini gerektirirdi. Böyle bir hayat da aşağılık ve çirkin olurdu doğrusu. Beden zevkleri hiçbir zaman katıksız değildir ve hep karşılıkları olan acılarla yan yanadırlar. Açlık daha da güçlü olan yeme zevkinin karşısındadır. İnsan açlığı daha zorlu daha sürekli olarak duyar. Çünkü, açlık 369/447 zevkten önce doğar ve ancak onunla sona erer. Bu ilkelere dayanan Utopia'lılar beden zevklerine sadece zorunlu ve yararlı oldukları ölçüde önem verirler. Bununla beraber, onları sevinçle tadar ve hayatı sürdüren görevlere böylesine tatlı keyifler katan tabiatanaya şükrederler. Hastalıklar gibi, açlığı ve susuzluğu da her gün zehirler, acı ilaçlarla gidermek zorunda kalsaydık, ne olurdu halimiz? Utopia'lılar beden güzelliğini, çevikliğini, gürbüzlüğünü yaradılışın en hoş, en mutlu bir armağanı sayarak seve seve geliştirirler. Onlara göre, görmenin, duymanın, koku almanın verdiği yalnız insanlara özgü bazı zevkler vardır. Hayvanlar yaradılışın güzelliğine, evrenin şaşırtıcı düzenine bakmaz. Sadece beslenmek için koku alır, ayrıca kokuların tadına varmaz, sesler arasındaki ilişkileri bilmez, uyuşmaları uyuşmazlıkları 370/447 değerlendiremez. Beden isteklerini doyurmada Utopia'lılar şu kuralı hiç unutmazlar: Daha büyük bir zevki tatmamıza engel olacak ve sonunda acı getirecek her zevkten kaçmalı. Çünkü acı, onlara göre, dürüst olmayan her zevkin kaçınılmaz sonucudur. Bir başka ilkeleri de şudur: İnsanlığın mutluluğunu sağlamak için Tanrı'nın bir gün bize sonsuz sevinçler vereceği umuduyla bedenin güzelliğini hor görmek, güçlerini azaltmak, hızını durdurmak, iştahlarımızı oruçla körletmek, kısacası, tabiatın nimetlerini tepmek, yüksek bir din çabasıdır; ama araçsız, boş bir erdem kuruntusuyla ya da belki hiç gelmeyecek yoksulluklara önceden alışmak kaygısıyla insanın bedenine eziyet etmesi, nefsini körletmesi, aşırı bir deliliğe düşmek, kendine yok yere zulüm, tabiata karşı nankörlük etmek, Tanrı'nın verdiklerini ona borçlanmak istemez gibi çiğnemektir. İşte, Utopia'lıların erdem ve keyif üstüne görüşleri budur. Tanrı insanlara daha başka 371/447 bir ülkü esinlemezse, insanoğlunun bundan daha doğru bir yol bulamayacağı kanısındadırlar. Bu ahlak iyi midir, kötü müdür, bunun üzerinde durmayacağım. Hem vaktimiz yok, hem de, amacım bu değil. Ben Utopia'yı anlatmak istiyorum size, övmek değil. Ama şuna da inanıyorum ki, Utopia halkı kurumlarıyla ve düzeniyle dünyanın en mutlu devletini kurmuştur. Utopia'lı çevik ve canlıdır, kısa boylu olmadığı gibi, göründüğünden çok daha güçlüdür. Utopia'nın ne toprağı her yerde aynı derecede bereketli ne de havası her yerde aynı ölçüde temiz ve sağlıklıdır. Halk havanın kötü etkilerine karşı tedbir alır, toprağı bilgili bir tarımla değerlendirir. O kadar ki, dünyanın hiçbir yerinde daha bol hayvan, daha bereketli ürün görülmemiştir. Hiçbir yerde insan ömrü daha uzun, hastalıklar daha az değildir. Çiftçi yurttaşlar kısır toprakları yeşertmenin yolunu bulmakla kalmazlar, bazen bütün halk bir araya 372/447 gelerek taşıma işlerini kolaylaştırmak için, ormanları yerlerinden söker, denizin, ırmakların, şehrin yakınlarında yeniden yetiştirirler. Çünkü toprağın ürünleri arasında karadan taşınması en güç olanı odundur. Utopia halkı hoş sözlü, güleryüzlü, beceriklidir; vaktini hoş geçirmesini sever, ama gereğinde bıkmadan, yılmadan çalışmasını bilir. Her şeyden çok sevdiği şey kafasını iş- letmek, geliştirmektir. Adada kaldığımız sırada oralılara eski Yunan kültüründen birkaç söz etmiştik. Onlara Yunan yazarlarını anlatalım, düşüncelerini açıklayalım diye bize nasıl yalvardıklarını görmeliydiniz. Latinlerden fazla konuşmadık, çünkü onların yalnız tarihçilerinden ve ozanlarından hoşlanacaklarını kestiriyorduk. Yalvarmalarına dayanamayıp işe giriştik, ama doğrusunu isterseniz fazla bir şey beklemiyorduk bundan; gönüllerini hoş etmek istemiştik sadece. Gel gelelim, birkaç ders sonra kazandığımız başarı, öğrencilerimizin 373/447 çabası ve gelişmeleri şaşırttı bizi. Harfleri kolaylıkla öğrenip yazıyorlar, kelimeleri tastamam söylüyorlar, her şeyi çabuk belleyip akıllarında tutuyorlar, yanlışsız çeviriler yapıyorlardı. Şunu da ekleyeyim ki başlangıçta bu işe kendi hevesleriyle girenlerden bazıları sonradan Kurultayın kararıyla bilgilerini derinleştirmeye zorlandılar: Bunlar en seçkin aydınlar ve yaşlı başlı meraklılardı. Üç yıl sonunda bu öğrencilerimiz her okuduklarını anlıyor, yalnız, bizim gibi, yanlış yazılmış metinlerde zorluk çekiyorlardı. Bana sorarsanız Yunancayı bu kadar kolaylıkla öğrenmeleri bu dilin kendilerine pek yabancı gelmemesindendi. Utopia'lılar Yunan soyundan gelmiş olabilirler. Gerçi dilleri daha çok Pers diline çalıyorsa da şehirlerinin ve devlet görevlerinin adları Yunancadır. Utopia'ya dördüncü gidişimde, bir daha ayrılmaya pek niyetli olmadığım için, satılık eşya yerine bir hayli kitap 374/447 götürmüştüm. Ayrılırken kitaplığımı Utopia'lılara bıraktım. Bu kitaplar arasında Platon'un bütün eserleri, Aristoteles'inkilerin birçokları ve Theophrastos'un bitkiler üstüne yazdığı kitap vardı. Bu kitap, ne yazık ki, yer yer yırtık pırtıktı. Gemide öteye beriye bıraktığım bu kitabı bir maymun bulmuş ve yapraklarını benim gibi çevire çevire hırpalamıştı. Gramercilerden yalnız Lascaris'in kitabını bulabildim Utopia'lılara. Theodoros'unkini götürmemiştim. Sözlük olarak yalnız Hesikhios ve Dioskoros'unkiler vardı. Plutarkhos en sevdikleri yazardır. Lukianos'un hoş sözlerine bayılırlar. Ozan olarak Aristophanes, Homeros, Euripides ve Aldus'un Sophokles'i vardır ellerinde. Tarihçi olarak Thukidides, Herodotos ve Herodianus'u bıraktım onlara. Hekimlik üstüne Hippokrates'in birkaç eseri vardı. Bir de yol arkadaşım Triclus 375/447 Apinas'ın getirdiği bir kitap: Gallien'in Mikrotekhne'si. Bu iki hekimi Utopia'lılar pek tutarlar. Hekimlik Utopia'da pek az işe yaradığı halde büyük saygı görür. Çünkü Utopia'lılar hekimliği tabiat felsefesinin en yararlı, en soylu alanlarından biri olarak görürler. Onlara göre, hayatın sırlarını çözmeye çalışan hekim büyük zevklere ermekle kalmaz, hayat mucizesini yaratan yüce ustanın da gözüne girer. Utopia'lıların inancına göre Yaradan, dünyadaki büyük ustalar gibi, buluşunu insanların gözü önüne serer; çünkü yaptığı işin büyüklüğünü anlayabilecek olan yalnız insanlardır. Tanrı, büyük eserine hayran olanı, onun sırlarını, kurallarını bulmaya çalışanı sever. Yarattığı yüce güzellik karşısında bir hayvan gibi duygusuz, coşkusuz kalan budala insanlara acıyarak bakar. Bilimler ve sanatlara ayırdıkları zamanla kafalarını geliştiren Utopia'lıların teknikte büyük başarılar göstermeleri, rahatlık 376/447 sağlayacak yararlı buluşlara yatkın olmaları şaşılacak bir şey değildir. Kitap basmasını, kâğıt yapmasını bizden öğrendiler; ama biz onlara ipuçları vermekle kaldık, çünkü her iki sanatın da inceliklerini bilmiyorduk. Aldus Baskılarını gösterdik sadece; kâğıdın neden yapıldığını, baskı makinesinin nasıl çalıştığını pek üstünkörü anlatabildik. Üst tarafını kendileri kısa zamanda bulup çıkardılar. Eskiden deriler, kabuklar, papirüs yaprakları üstüne yazıyorlardı. Kâğıt yapma ve basma işine giriştiler. İlk denemeleri pek parlak olmadı; ama yılmadan yaptıkları yüzlerce denemeden sonra tam başarıya ulaştılar. Ellerinde bütün Yunanca metinler olsa hepsini çoğaltacaklardı. Bugün benim bıraktıklarımdan başka kitapları yok; ama bu kitapları binlerce basmışlardı. Utopia'ya giden yabancı çok iyi karşılanır, hele bir sanat adamıysa, ya da çok gezmiş, dünya ve insanlar üstüne görgü edinmiş biriyse. Biz gördüğümüz saygı ve sevgiyi çok gezmiş 377/447 olmamıza borçluyduk. Başka ülkelerde olup bitenleri öğrenmeye ne meraklı olduklarını bilemezsiniz. Utopia'ya alışveriş için gelen olmaz pek. Demir dışında ne götürebilirler oraya? Altın ve gümüşün kimse yüzüne bakmaz. Dış ticareti kendileri yapar zaten Utopia'lılar. Bunun için de iki şeye önem verirler: Dışarıda olup bitenleri iyi bilmek, bir de gemi işletmeciğilini sağlam tutup geliştirmek. 378/447 KÖLELER, HASTALAR, EVLENME VE ÇEŞİTLİ BAŞKA KONULAR Utopia'lılar, bütün savaş tutsaklarını değil de, ancak silah elde yakaladıklarını köle yaparlar. Köle çocukları, ya da başka memleketlerde köle olanlar, Utopia'ya ayak basar basmaz özgür sayılırlar. Ama Utopia'lılar arasında ağır suç işleyenler, kölelikle cezalandırılır. Bazen de başka ülkelerde ağır suçlar işleyip ölüm cezasına çarptırılanlar, Utopia'da köle olurlar. Bu çeşit köleler çok boldur orada. Bunların çoğunu pek az bir parayla, hatta genel olarak bedavaya alırlar. Bu köleler durmadan çalışmak zorundadırlar. Kendi aralarından köle olanlara daha da sert davranırlar. Çünkü Utopia'lı köleler, bu kadar kusursuz bir devlette, en erdemli şekilde eğitildikten sonra, gene de kötülük yaptıkları için, daha da kötü sayılır, daha büyük bir cezayı hakeder onların gözünde. Bir başka çeşit köleleri de vardır onların: Bazen başka bir ülkede didinip duran yoksul bir işçi, kendi isteğiyle Utopia'da köle olur. Utopia'lılar, böylelerine çok iyi davranırlar; nerdeyse kendi özgür yurttaşlarıymış gibi saygı gösterirler onlara. Yalnız bu adamlar daha çok çalışmaya alışık oldukları için, biraz daha fazla iş verilir onlara. Bu yabancı köleler Utopia'dan gitmeye niyetlenirse (ki binde bir olur bu) Utopia'lılar onu zorla tutmazlar, eli boş da göndermezler kendi ülkesine. Önce de söylediğim gibi, hastalara büyük bir sevgiyle bakarlar. Yeniden sağlığa kavuşsunlar diye, ne ilaç esirgenir ne de besleyici yiyecekler. Çaresiz hastalıklara tutulanları avutmak için, yanlarına oturur, onlarla konuşur, ellerinden geleni yaparlar. Ama hastalık hem çaresiz hem de sürekli acı ve sıkıntı veren cinstense, o zaman rahiplerle yöneticiler başka bir yol tutarlar: Böyle bir hasta, hayatta artık hiçbir iş yapamadığı gibi, canlı bir ölü olarak yaşamakla, hem başkalarına yük 380/447 olur, hem de kendileri acı çekerler. Bu dayanılmaz hastalıktan kurtulması (hayatı artık bir işkence olduğuna göre), ölüme razı olması için, hastaya öğütler verilir. Böylece hasta yüreklenerek, bir zindan, bir işkence olan belalı hayatından, ya kendi eliyle kurtulur, ya da başka birisinin bu işi yapmasına bile bile katlanır. Ölmekle hiçbir şey kaybetmeyeceği, acılarına bir son vereceği için, bunun akıllıca bir davranış olduğunu söylerler adama. Aynı zamanda dinibütün ve erdemli bir insanın davranışıdır bu. Çünkü böyle ölen, rahiplerin, yani Tanrı'nın iradesini ve isteğini yorumlayanların öğütlerine uyar. Böylece yola getirilenler, ya aç kalarak, ya da uyuşturucu bir ilaçla uykuya dalıp, ölümün acısını duymadan, bile isteye hayatlarına bir son verirler. Ama Utopia'lılar, hiçbir çaresiz hastayı zorla öldürmedikleri gibi, ona özenle ve sevgiyle bakarlar. Çünkü böylelerinin ölümünü de şerefli bir ölüm sayarlar. Rahiplerle yöneticiler kurulunun 381/447 iznini almadan kendini öldüren ise, gömülme ya da yakılma haklarını yitirir. Ölüsünü pis bir bataklığa atıverirler. Kadınlar on sekiz yaşından, erkekler yirmi iki yaşından önce evlenemezler. Utopia'da ancak ölüm son verir evliliğe. Ama karıkoca birbirini aldatırsa, ya da eşlerden biri dayanılmayacak kadar huysuzsa, durum değişir. Böyle bir derde düşen evliler, yöneticiler kurulunun izniyle, eski eşlerini bırakıp, bir yenisini alabilirler. Ama suçlu olan eş, hem ömrünün sonuna kadar rezil olur herkesin gözünde, hem de bir daha hiç evlenemez. Sırf vücudu sakatlandı, ya da bir illete tutuldu diye, bir adamın suçsuz karısını bırakmasına hiçbir zaman razı olmaz Utopia'lılar. Yardım görmeye, avutulmaya en çok muhtaç olduğu bir anda bir insanın kenara atılmasını; yaşlıların (yaşlılığın kendisi bir çeşit hastalık olduğuna göre) kalpsizce hırpalanmasını, çok kötü bir davranış sayarlar. Karı koca iyice anlaşamıyorlarsa, başka 382/447 biriyle daha rahat, daha sevinçli yaşayacaklarını umuyorlarsa, o zaman her ikisinin isteği üzerine boşanıp, başkalarıyla evlenebilirler. Ama yine yöneticiler kurulunun iznini almak şarttır. Yöneticiler ile onların eşleri, durumu iyice tartışıp incelemedikçe, hiç kimseye boşanma hakkı vermezler. Bu hak öyle kolay kolay da verilmez. Çünkü bilirler ki, başka biriyle şıp diye evlenivermek umudu, bir karıkocanın sevgisini çabucak bozabilir. Evlilik kurallarına bağlı kalmayanlar, en ağır cezaya çarpılıp köle olurlar. Eğer bu suçu işleyenlerin her ikisi de evliyse, o zaman aldatılan koca ile aldatılan kadın, canlarının istediği gibi, ya birbirleriyle, ya da başkalarıyla evlenebilirler. Ama aldatılan koca ya da aldatılan karı, kendilerine karşı bu kadar kötü davrananları hâlâ seviyorlarsa, köleliğe mahkum olan suçlu eşlerinin bahtlarını paylaşmak şartıyla, evli kalabilirler. Bazen de, suçlu eşin pişmanlığı, suçsuz 383/447 eşin de candan sevgisi, Başkanı o kadar duygulandırır ki, merhamete gelip, köleye yeniden özgürlüğünü bağışlar. Ama suçlu eş, bir süre sonra aynı suçu yeniden işlerse, onu ölüm cezasına çaptırmaktan başka çare kalmaz o zaman. Evlilerin öteki suçları için, yasalarla belirlenen bir ceza yoktur. Yöneticiler Kurulu, akıllarını kullanarak, suçun ağırlığına ya da hafifliğine göre, bir ceza verirler. Kocalar karılarını, ana babalar da çocuklarını yola getirmek için gerekeni yaparlar. Ama bunlardan biri çok korkunç bir suç işlediyse ve açıkça cezalandırılması toplumun yararınaysa, durum değişir. Ağır suçlar genel olarak kölelikle cezalandırılır. Utopia'lılara göre, böylelerini çarç- abuk öldürüp ortadan kaldırmaktansa, bu yolu seçmek, hem suçlulara daha uygun bir ceza, hem de topluma daha yararlıdır. Çünkü onların çalışmaları, ölmelerinden daha yararlıdır. Başkaları aynı suçu işlemesin diye örnek de olurlar. Ama böyle cezalandırılanlar 384/447 başkaldırıp dikine giderlerse, hapsin de zincirlerin de tutamadığı gözü dönmüş azılı hayvanlar sayılıp öldürülürler. Köleliğe sabırla katlananların ise bir umudu kalır hayatta. Çünkü onlar acı çeke çeke adam olup yola geldikten sonra; pişman olduklarını, ceza görmekten çok suç işlemenin üzüntüsünü duyduklarını gösterince; ya Başkanın yetkisiyle, ya da halkın isteğiyle, kölelik cezaları hafifletilir, ya da tamamıyla bağışlanır. Utopia'da kötü bir şey yapmaya niyetlenen, bu kötülüğü gerçekten yapmış kadar tehlikeye girer. Çünkü Utopia'lılara göre, bir suçu tasarlamak, o suçu işlemekten farksızdır. Kötülük yapmak isteyen, sadece karşısına bir engel çıktığı için bu kötülüğü yapamamışsa, niçin suçlu sayılmasın? Utopia'lılar soytarılardan pek hoşlanırlar. Onları gücendirmek ya da incitmek ayıp sayılır. Çünkü Utopia'lılar, güler yüzlü olmayı, şakalaşmayı severler. Somurtkan ve 385/447 aksi bir adamın yanına soytarı vermezler; çünkü böyle bir adam, soytarının söylediklerine de yaptıklarına da gülmez; onun kalbini kırar. Zaten soytarıların insanı eğlendirmekten başka marifetleri olmadığına göre, nasıl olsa gülmeyenlere hiçbir bakımdan faydaları dokunamaz. Bir adam sakat diye, ya da eli kolu yok diye, onunla alay etmek çok büyük bir suç sayılır. Çünkü kendi elinde olmadan sakatlanan değil, bunu bir kusur sayıp da ona akılsızca çatan adamdır asıl ayıplanması gereken, Utopia'lılar, doğuştan gelen yüz ve beden güzelliğine saygı duymakla beraber, bu güzelliği artırmak için boyalar kullanmayı boş bir özen, hatta bir hayli ayıp sayarlar. Bilirler ki, bir kadını kocasının gözünde en çok yükselten şey, güzellik değil, dürüstlük ve alçakgönüllülüktür. Çoğu zaman güzellik sevgiyi uyandırır ama, bu sevginin kalması, sürekli olması için, erdem ve uysallık gerekir. Utopia'lılar, cezalarla 386/447 korkutarak halkın kötülük yapmasını sadece engellemekle kalmazlar; ödüller ve şerefler bağışlayarak erdemin yolunu da gösterirler halka. Bu amaçla, ünlü kişilerin, topluma büyük yararı dokunanların heykellerini çarşılara dikerler. Böylece hem bu insanların yararlıkları her zaman hatırda kalır, hem de atalarının şanı şerefi halkı daha erdemli yapar. Ömürleri boyunca yüksek görevlere geçemeyeceklerini bildikleri için öfkeli olanlar, gerektiğinden fazla yükselmek isteyenler umuda kapılamaz Utopia'da. Utopia'lılar sevgi içinde birlikte yaşarlar. Orada hiçbir yargıç insana tepeden bakmaz, insanda korku uyandırmaz. Yargıçlara baba derler; onlar da birer baba gibi davranırlar. Yurttaşlar hiç zorlanmadan, gereken saygıyı isteyerek gösterirler yargıçlara. Kılık bakımından Başkan bile öteki yurttaşlardan ayırt edilemez. Ne süslü püslü bir kaftanı, ne de tacı macı vardır. Onu öteki Utopia'lılardan ayıran tek şey, önünde 387/447 yürüyen bir adamın, elinde bir küçük başak taşımasıdır. Piskoposu öteki yurttaşlardan ayırt etmek için de, önünde mum taşıyan bir adam yürür. Böyle iyi eğitilmiş insanlara birkaç yasa yettiği için, pek az sayıda yasa vardır Utopia'da. Utopia'lıların başka uluslarda en çok ayıpladıkları şeylerden biri, sayısız hukuk kitabının ve yorumların bile yetmeyişidir. Bir insanın, ya okumayacağı kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar şaşırtıcı ve karanlık yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur Utopia'lılar. Bundan başka, hukuk işlerini kurnazca ele alan, hilelere başvurarak tartışan avukatların, noterlerin, davavekillerinin yeri yoktur Utopia'da. Herkesin kendi duasını savunmasını, avukatın söyleyeceklerini doğrudan doğruya yargıca söylemesini daha doğru bulurlar. Yargıç, hiçbir avukattan yalan söylemeyi öğrenmemiş bu adamların sözlerini aklıyla tartar; safları, düzenbazların kötü niyetli ve kurnazca dolaplarından korur. 388/447 Böylece durum laf kalabalığına boğulmaz, gerçek daha çabuk meydana çıkar. Öteki ülkelerde, anlaşılması güç, karmakarışık binbir yasa olduğu için, böyle davranmanın yolu yoktur. Utopia'da herkes yaman bir avukattır; çünkü, demin söylediğim gibi, hem yasa sayısı azdır; hem de bir yasanın yorumu ne kadar basit olursa o kadar doğru sayılır. Utopia'lılara göre, ancak herkes ödevini bilsin diye yasalar yapılır ve ilan edilir. Oysa kurnazca ve dolambaçlı yollardan yorumlanan yasalar, birkaç kişinin tekelinde kalır, herkese ödevini hatırlatamaz. Yasaların basit ve açık yorumu ise, herkesçe anlaşılabilir. Halkın büyük bir çoğunluğu, ödevlerinin ne olduğunu bilmek isteyen basit insanlardır. Büyük zekâ oyunları ile uzun tartışmalardan sonra yorumu insanı şaşkına çeviren yasalar yapılacağına, hiçbir yasa yapılmaması daha hayırlı değil midir onlar için? Basit halkın, bu çapraşık yasalara aklı ermez; geçinebilmek için didinmek zoruda olan adamların 389/447 bütün ömrü yetmez böylesine yasaları anlamaya. Uzun süre önce Utopia'lıların yardımıyla baskıdan kurtulan, hiç kimseye boyun eğmeden özgür yaşayan komşu ülkelerin halkı, Utopia'lıların hukuk işlerindeki ustalığını bilirler. Onlardan, bazen bir yıl bazen da beş yıl için yönetici ve yargıç alırlar. Bir yargıcın çalışma süresi bitince; şerefler ve ödüller bağışlayarak, onu Utopia'ya geri götürüp, bir yenisini alırlar yerine. Bu sayede komşu ülkelerin kendi devlet işlerini çok akıllıca düzenledikleri su götürmez. Çünkü bir devletin gelişmesi de, yıkılması da, o devleti yönetenlerin ve yargıçların elindedir. Utopia'lılar, bir süre sonra kendi ülkelerine döneceklerini, orada paranın hiçbir değeri olmadığını bildikleri için, rüşvet alıp namus yolundan şaşmazlar. O ülkede yabancı oldukları, halkı tanımadıkları için, ne kimseyi kayırırlar, ne de kimseye kötü niyet gösterirler. Oysa bu iki şey, yani yargıçların adam kayırmaları ve para tutkusuna 390/447 kapılmaları, bir devletin en sağlam ve en güvenilir yanı olan adaletini yıkıverir. Ülkeler arasında ikide bir yapılan, bozulan, sonra yeniden yapılan anlaşmalara Utopia'lılar hiç yanaşmazlar. Neye yarar böyle anlaşmalar derler. İnsanlar doğuştan birbirlerini nasıl olsa sevmiyorlar mı? Tabiatın bu kuralına bile aldırmayanlar, sanki kelimelere mi önem verecekler? Oralarda krallar arasında yapılan anlaşmaları hiç kimse pek umursamadığı için böyle düşünür Utopia'lılar. Oysa burada Avrupa'da, hele İsa'nın kurduğu dine inanan ülkelerde, krallar öylesine doğru ve erdemliymiş ve papalara öylesine saygı duyulurmuş ki, anlaşmalar kutsal sayılır, hiçbir zaman bozulmazmış. Papalar, kendi verdikleri her sözü tamı tamına yerine getirdikleri gibi, bütün krallara sözlerini tutmayı salık verirlermiş. Buna yanaşmayanlarıysa, dinin kendilerine verdiği yetkiyi ve gücü kullanarak, sözlerini tutmaya zorlarlarmış. Dini bütün diye 391/447 bilinen insanların, anlaşmalarında imansız davranmalarını haklı olarak çok ayıplarlarmış. Ama yaşayışları ve gelenekleri bizimkilerden çok başka, oturdukları bölge de bizim bulunduğumuz yerlerden çok uzak olan bu yeni ülkelerde, anlaşmalara güvenilmez. Çünkü Utopia'lılara göre, bir anlaşma ne kadar gösterişli törenlerle imzalanırsa, kelimeler üstünde çekişerek, o kadar çabucak bozulur. Zaten çoğu zaman bu anlaşmalarda kullanılan kelimeler bile bile öylesine kurnazca seçilir ki, anlaşmayı da, verilen sözü de bozmanın bir yolu bulunur sonunda. Oysa aynı kurnazlık, daha doğrusu aynı hile ve dolaplar, iki kişinin özel anlaşmasında, imzaladıkları bir sözleşmede yapılsa krallar bağıra çağıra hemen kıyametleri koparır, ancak ölüm cezasının paklayacağı korkunç bir suç sayarlar bunu. Evet, krallara bu konuda kötü öğütler verenler bile bu yolu tutarlar o zaman. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, 392/447 kralların şanlı egemenliği altında, adalet dediğimiz ya metelik etmeyen, aşağılık bir şeydir, ya da iki çeşit adalet vardır yeryüzünde: Biri yaya giden, yerlerde sürünen, sağa sola sapmasın diye birçok bağlarla sıkı sıkı bağlanan yoksul halka uygun zavallı bir adalet; öteki de, canının istediğini yapanlara, yasalarla sınırlanmayanlara, yüksek mevkide olanlara uygun pek şahane bir adalet. Yaptıkları anlaşmaları boyuna bozan bu krallar yüzünden, Utopia'lılar hiçbir anlaşma imzalamazlar. Ama burada otursalar, belki de düşüncelerini değiştirirlerdi bu konuda. Onlara göre, anlaşmalarda verilen sözler tam olarak tutulsa bile, bu geleneğin başlangıcı çok kötüdür yine de: Küçük bir tepenin, ya da bir ırmağın ayırdığı ülkelerde oturanlar arasında doğa sanki hiçbir bağ kurmamış gibi, herkes doğuştan birbirini düşman bilir. Aralarında anlaşmalar imzalanmazsa, sanki birbirlerini yıkmaları, öldürmeleri doğruymuş gibi davranırlar. Şu 393/447 da var ki, sözde anlaştıktan sonra da, dostlukları gelişip artmaz. Anlaşma yazılırken, bir kelime ya da bir cümle gereken özenle açıklanmadı bahanesiyle, birbirini soyup dolandırma hakkını gene de bulurlar kendilerinde. Utopia'lılar ise böyle düşünmezler. Onlara göre, bir insan size kötülük yapmadıkça düşmanınız sayılamaz; tabiat bağları güçlü bir anlaşmadır; candan saygı ve iyi niyet, laflardan da, yazılı anlaşmalardan da çok daha sıkı bağlar insanları birbirine. 394/447 SAVAŞ ÜSTÜNE Utopia'lılar savaştan da vuruşmadan da pek hayvanca bir şey diye tiksinir, iğrenirler. Kaldı ki, bu işi insanların yaptığı kadar hiçbir hayvan yapmaz. Bütün öteki ulusların tersine, savaşta kazanılan şerefi şerefsizliğin ta kendisi sayarlar. Gerçi, her gün savaş talimleri yaparlar, hem de yalnız erkekler değil, kimi günler kadınlar da bu talime katılırlar ama bunu gerekince elleri silah tutabilsin diye yaparlar; savaşa yalnız yurtlarını savunmak, dostlarının topraklarını düşmanlardan ya da zorbaların boyunduruğu altında ezilen bir ulusu kölelikten kurtarmak, kendi güçleriyle kurtarmak için girerler. Bunu da, sadece acıma duygusuyla yaparlar. Dostlarının yardımına sadece onları savunmak için koşmazlar, zaman zaman da onlara daha önce yapılmış kötülüklerin öcünü almaya giderler. Ama bunu, daha iş tazeyken, kendilerine danışıldığı, öğüt istendiği zaman yaparlar. Davayı haklı görürlerse ve karşı taraf istenen hakları yerine getirmezse, onu suçlu ve savaşın başlıca sorumlusu sayarlar. Ordu gücüyle yapılan bütün saldırı ve yağmalar karşısında Utopia'lılar böyle davranırlar ama onları en çok kızdıran da, dost memleket tüccarlarının herhangi bir yerde, ya haksız yasalarla, ya da iyi yasaların kötü yorumlanmasıyla, sözde adalet adına, haksızlığa uğramalarıdır. Bir süre önce Utopia'lıların Bulut-kentlileri(1) savunmak için Kör-kentlilere(2) açtığı savaşın kaynağı sadece bu olmuştu: Utopia'lılara göre, Bulut-kentin tüccarları Kör-kentlilerin gadrine uğramıştı. Aslında haklı haksız kim olursa olsun, savaş çok kanlı ve amansız oldu. İki düşmanın kinlerine ve saldırılarına komşu ülkeler de var güçleriyle katıldılar ve nice zengin ve rahat uluslar sarsıldı, niceleri de perişan oldular. Bu belalar Kör-kentlilerin yenilip Bulut-kentlilerin köleleri oluncaya kadar sürdü. Utopia'lılar 396/447 bu savaşı kendi yararlarına yapmış değillerdi. Kör-kentliler bu savaştan önce, Bulut-kentlilerden çok daha parlak bir durumdaydılar. İşte Utopia'lılar, para işlerinde bile, haksızlığa uğramış dostlarını böyle canla başla korudular. Kendi işlerine bu kadar önem vermezler. Kendilerine bir kalleşlik edilip malları ellerinden alınırsa, canlarına kıyılmadığı sürece, o ulusla alışverişlerini kesmekle öçlerini alır ve uğradıkları haksızlık giderilinceye kadar bununla yetinirler. Yabancı bir memlekette bir Utopia'lı ister devlet eliyle, ister bir tek kişi eliyle zarar görür ya da öldürülürse, Utopia, olan biteni incelemek üzere elçilerini oraya yollar. Haksızlık görürse, suçluların kendisine teslim edilmesini ister. Bu isteği yerine getirilirse, suçlular ya ölüm ya da kölelik cezasına çarptırılır. 397/447 Kanlı bir zaferin kazançları Utopia'lıları üzer, hatta utandırır; çünkü, parlak kazançları insan kanı pahasına elde etmeyi büyük bir çılgınlık sayarlar. Onlar için en şanlı zafer düşmanı oyun düzen gücüyle yenmektir. İşte yalnız o zaman büyük bayramlar yapar; yığitlikleriyle övünür, anıtlar dikerler. Onlar için yiğitlik düşmanını akıl yoluyla yenmektir. Böyle bir zaferi hayvanlar kazanamaz, yalnız insan kazanır. Derler ki, arslanlar, ayılar, yaban domuzları, kurtlar, köpekler, yalnız beden güçleriyle dövüşmesini bilirler. Atılganlık, güçlülük bakımından bu hayvanların çoğu insandan üstündür. Ama hepsi, aklın ve zekânın karşısında boyun eğerler. Savaşta Utopia'lıların elde etmek istedikleri tek şey, onları savaş açmaya zorlayan haklı isteklerdir. İsteklerini yerine getirmedikleri zaman, bunun öcünü kıyasıya alırlar, ve bir daha kimse onlara aynı haksızlığı yapmayı göze alamaz. Utopia'lıların 398/447 savaşta güttükleri tek amaç budur. Bu amaca ulaşmak için de sert ve hızlı davranırlar. Boş bir şeref kazanmaktansa, beladan bir an önce kurtulmayı gözetirler. Savaş açılır açılmaz, düşmanlarının memleketlerinde sokaklara ve meydanlara Utopia devletinin mührüyle hemen yaftalar asarlar. Bu yaftalarda, düş- manlarının krallarını öldürecek olanlara büyük ödüller vaat ederler ve orada adı geçen başkalarını öldüreceklere daha az önemli ama yine de hatırı sayılır ödüller verirler. Bunlar krallardan sonra gelen başlıca sorumlulardır. Yaftadakilerden birini canlı getirene iki kat ödül verirler. Başlarına ödül konanlar kendilerinden yana geçerlerse, onlara aynı büyük ödüller verilir ve cezadan kurtulurlar. Böylelikle, düşmanları arasında çok geçmeden birbirlerine karşı kuşkular yaratmış olurlar; adamlar birbirine güvenmez olur, korkular içinde yaşarlar. Korkmakta haksız da değillerdir; çünkü, en güvendiği adamların krala ihanet ettikleri 399/447 çok görülmüştür. Paranın insana işletmeyeceği suç yoktur. Onun için Utopia'lılar bu gibi durumlarda parayı esirgemezler. İhanete kışkırttıkları insanlara, göze aldıkları tehlike ölçüsünde cömert davranırlar. Onlara sadece bol bol altın değil, diledikleri yerlerde büyük gelirler getiren topraklar da vaat ederler ve sözlerini dürüstlükle tutarlar. Düşmanları alıp satma işini öbür uluslar aşağılık ruhlara özgü iğrenç ve korkakça bir davranış sayarlar. Utopia'lılarsa en büyük savaşları çarpışmadan bitirdikleri için, bu davranışlarıyla övünürler. Hatta, bunu insanca ve insaflıca bir davranış sayarlar, çünkü, böylelikle bir avuç suçlunun ölümüne karşılık her iki yandan ölecek binlerce insanın hayatını kurtarmış olurlar. Çünkü, Utopia'lılar kendi halklarına olduğu kadar düşman askerlerine de acırlar; askerin kendiliğinden savaşa girmediğini, kralların ve başlarının azgınlığına kurban gittiklerini bilirler. Bu yoldan işi istedikleri gibi 400/447 çözümleyemezlerse, o zaman düşmanları arasında ikilik ve çatışma yaratırlar, kralın kardeşine ya da başka bir önemli kişiye tahta geçme umudunu aşılarlar. Bunda başarı elde edemezlerse, düşmanlarına komşu olan ulusları onlara karşı kışkırtırlar, krallar arasında hiç eksik olmayan eski hak iddialarını ileri sürdürtürler. Bol bol para dökerler. Ama kendi yurttaşlarını savaşa yollamakta cimri davranırlar. Çünkü, Utopia Cumhuriyetinde yurttaşlar öylesine sevgi ve saygı görür ki, onların bir tekini düşmanların kralı ile bile kolay kolay değişmezler. Ama altınla gümüşe hiç acımazlar; çünkü, onları yalnız bu işlerde kullanırlar ve bilirler ki, son meteliklerini de harcasalar yine de Utopia'lıların rahatı kaçmayacaktır. Kaldı ki, yurtlarında saklı zenginlikler dışında, dışarıda tükenmez hazineleri vardır. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi, birçok ulus onlara borçlanmıştır. Bu paranın bir kısmıyla her memleketten, özellikle 401/447 Zapolete'lerden(3) asker tutarlar ve onları savaşa sürerler. Bu memleket Utopia'nın doğusuna beş yüz mil uzaktadır. Korkunç, vahşi ve yırtıcı bir ulus olan Zapolete'ler, balta girmemiş ormanlarda, yüksek dağlarda doğup büyürler. Sağlam yapılıdırlar, sıcağa soğuğa dayanırlar, işten kaçmazlar, hayattan tat almak nedir bilmezler, toprağı işlemezler, ev kurmaya, iyi giyinmeye önem vermezler, tek bildikleri iş sürü gütmektir. Çoğu zaman geçimlerini avla ve talanla sağlarlar. Savaş için yaratılmış olan bu adamlar, dövüşmeye can atarlar. Bu fırsatı bulur bulmaz da sevinçten deliye dönerler. Dağlardan sürüyle inerler. İsteyen uluslara hizmetlerini yok pahasına satarlar. Tek meslekleri budur. Ölüme koşarak hayatlarını kazanırlar ve kendilerine para verenler hesabına canla başla, yiğitçe savaşırlar. Ama ne kadar bağlı kalacakları belli olmaz. Çünkü, karşı taraf biraz daha fazla para verecek olursa, hemen ondan yana geçerler ve ertesi gün yine biraz para karşılığı 402/447 onlara karşı savaşırlar. Bu bölgede hangi savaş olsa, her iki yanda da Zapolete'ler görülür. Bu yüzden, birbirine candan bağlı dostların, yakın akrabaların birbirlerine karşı savaşmaları olağan işlerdendir. Kanlarını birkaç kuruşa sattıkları için dostluğu akrabalığı unutarak birbirlerine korkunç bir azgınlıkla saldırıp kılıç saplarlar. Bunlarda para tutkusu öylesine güçlüdür ki, bir meteliğe bayraklarını değiştirirler. Çarçabuk kapıldıkları bu para tutkusunun hiçbir yararını da görmezler. Çünkü, kanları pahasına kazandıkları parayı aşağılık cümbüşlerle çarçur ederler. Bu ulus Utopia'lılar için bütün dünya ile savaşır. Çünkü, hiçbir yerde Utopia'lılar kadar para veren olmaz. İyi insanları iyi işlerde kullanan Utopia'lılar, bu aşağılık kişileri kötü işlere koşup harcarlar. Zapolete'lere ihtiyacı olunca, onları parlak umutlar vererek en belalı işlere sürerler; çoğu ölür gider ve hiçbir zaman ödüllerini 403/447 almaya gelemezler. Bir dahaki sefere tehlikeye atılmayı göze alsınlar diye, sağ kalanlara verdikleri sözü tutarlar. Utopia'lılar bu kiralık askerlerin sürü ile ölmesinden hiç kaygılanmazlar. Çünkü, dünyayı bu lanetli, bu haydut soyundan kurtaracakları gün, bütün insanlığa hayırlı bir iş görmüş olacaklarına inanırlar. Utopia'lılar savaşlarda Zapolete'lerden başka korudukları devletlerin askerlerini ve daha başka birleşiklerin ordularını, en sonunda da kendi yurttaşlarını kullanırlar. Bunlar arasında kafalı ve yürekli bir adamı seçip bütün ordunun başına getirirler. Bu başkumandanın iki yardımcısı vardır; kumandan sağ oldukça bunların hiçbir yetkisi yoktur. Ama kumandan ölür ya da esir düşerse, yardımcılarından biri, mirasçısı gibi, yerine geçer, onun yokluğunda da üçüncüsü başa geçer, böylece savaşın tehlikeleri içinde olan başkumandanın başına gelecek kazalar ordunun güvenliğini sarsmaz. Her şehir, askerleri 404/447 gönüllüler arasından seçer. Hiç kimse zorla orduya alınmaz, çünkü korkak bir asker yiğitçe savaşacak yerde, arkadaşlarına da korku aşılar. Eğer kendi yurtlarına saldırılırsa, o zaman, sağlam, iyi yapılı korkakları yürekli adamlarla bir arada gemilere ya da kaçamayacakları surlara koyarlar. Böylece, çok yakındaki düşmandan utanır, kaçma umutları da olmadığı için, korkularını unuturlar. Ölümle burun buruna gelince, korkak insanlar bile çok kez aslan kesilirler. Yasa kimseyi zorla savaşa sürüklememekle beraber, isteyen kadınların kocalarıyla birlikte orduya katılmalarına izin verir, hatta onu teşvik eder, şeref sayar. Savaşta her kadın kocasının yanıbaşındadır. Herkesin çevresinde çocukları, yakınları vardır. Aralarındaki bağlar onları ister istemez birbirlerine yardım etmeye zorlar. Bir kocanın karısız, bir kadının kocasız, bir oğulun babasız savaştan dönmesi büyük bir ayıp sayılır. Onun için, düşman var gücüyle 405/447 karşı koyup da savaş kızıştı mı kıyasıya kan dökülür. Aslında Utopia'lılar savaşa girmemek için ellerinden geleni yaparlar ve sonuna kadar kiralık askerlerini kullanmak isterler ama, kendileri de savaşa girmek zorunda kalınca o zaman, savaştan kaçmakta göstermiş oldukları ölçülülüğün tam tersine, atılgan olurlar. Bütün güçlerini ilk çatışmada kullanmazlar. Savaş uzadıkça yiğitlikleri artar ve bir adım gerilemektense ölmeyi göze alırlar. Onlara bu yiğitliği veren, yenilmektense ölmeyi göze aldıran yurtlarında her zaman bulacakları güvenliktir. Utopia'lıların çoluk çocuklarının geleceği üstüne hiçbir kaygıları yoktur. En yiğit yürekleri bile yıldıran bu kaygıdır. Utopia'lıların güvenini artıran bir şey de, askerin taktiğindeki büyük ustalıklarıdır. Ama yiğitliklerin asıl kaynağı çocukluktan beri okullarda ve Cumhuriyetin türlü kurumlarında aldıkları eğitimdir. Hayatlarını boşuna harcayacak kadar küçümsemedikleri gibi, şerefleri gerektirdiği 406/447 zaman da hayatlarına yüz kızartıcı bir tutkuyla bağlı kalmazlar. Savaşın en azgın anında, beraber yaşayıp ölmeye yeminli seçkin bir avuç delikanlı, düşman ordusunun başkumandanını yok etme görevini üstlerine alırlar. Ona gizlice, ya da açıkça, uzaktan yakından saldırırlar. Bu delikanlılar saldırılarında durmak dinlenmek bilmezler. Yorulanların yerine hemen taze güçler gelir. Düşman başkumandanı kaçıp kurtulmadıkça, bu delikanlılar onu ne yapıp edip ya öldürür, ya da esir alırlar. Utopia'lılar savaşı kazanınca, öfkeye kapılıp yenilenlerin kanını boşuna dökmezler. Onları öldüreceklerine diri diri esir almayı tercih ederler ve kendi ordularına çeki düzen vermedikçe de kaçan düşmanın ardına düşmezler. Savaş gerektirmedikçe askerlerinin bozuk düzen halinde düşmanın ardından koşmasına meydan vermektense, bütün düşmanların kaçmasına göz yumarlar. Çünkü, birçok savaşta canlarını bu sayede 407/447 kurtardıklarını unutmazlar. Utopia ordusu bozguna uğrayınca, düşman zaferin sarhoşluğuyla kaçanları surda burda kovalarken, fırsat kollayan bir avuç Utopia'lının tuzak kurup düşmana saldırdığı ve savaşın kaderini değiştirdiği olmuştur. Böylece, düşmanın karşı koymasına rağmen, çok güvendikleri zafer ellerinden alınmış ve az önce yenilen Utopia'lılar savaşı kazanmıştır. Utopia'lıların pusu kurmakta mı, pusudan korunmakta mı daha usta olduklarını söylemek güçtür. Kaçmaya hazırlanıyor dersiniz, oysa hiç de öyle bir niyetleri yoktur. Kaçmaya niyetliyseler, belli etmezler. Durum ve sayı bakımından güçlüğe düşerlerse, gece yarısı sessizce yer değiştirirler ya da bir düzenle, düşmanlarını aldatırlar. Güpegündüz çekildikleri de olur ama bu işi öyle ustaca yaparlar ki, bu durumda üstlerine yürümek saldırışlarından daha az tehlikeli değildir. Konakladıkları yeri geniş ve derin hendeklerle çevirirler. Çıkan toprak 408/447 içeriye yığılır. Bütün bunları köleler değil, askerler yapar. Nöbetçilerden ve hendekleri baskınlara karşı koruyanlardan başka, bütün askerler çalışır. Böylelikle, insanı şaşırtacak kadar kısa bir zamanda büyük düzlükler yaman istihkâmlar haline gelir. Utopia'lıların zırhları çok sağlamdır. Bununla beraber, içinde o kadar kolaylıkla hareket edilebilir ki, askerin yüzmesine bile engel olmaz. Utopia askerlerine öğretilen şeylerden biri de kuşamlı olarak yüzmektir. Piyadeler de, süvariler de mızraklarını çok uzağa atmasını bilirler, attıklarını vururlar. Yakından kılıçla değil, baltayla dövüşürler. Baltayı ne yandan vururlarsa hiç şaşmaz öldürür. Savaş araçları bulmakta pek ustadırlar. Buluşlarını, kullanacakları güne kadar gizli tutarlar. Çünkü, önceden bilinirse, işe yaramaz, gülünç bir oyuncak haline gelir. Bu araçların kullanışlı olmasına ve kolay taşınmasına önem verirler. Düşmanla yaptıkları savaş-kesme anlaşmalarına, kışkırtılsalar bile yine de, sıkı 409/447 sıkıya bağlı kalırlar. Düşman topraklarını talan etmezler, ekinlerini yakmazlar. Günün birinde işlerine yarar diye, tarlaları askerin ve atların çiğnemesini bile istemezler. Silahsız adama, casus değilse, dokunmazlar. Kendilerine teslim olan şehirleri korur, hücumla aldıkları şehirleri yağma etmezler. Yalnız teslim olmayan başlıca kumandanları öldürürler, öbür askerleri sadece esir ederler. İşinde gücünde olan halka gelince, ona hiç kötülük etmezler. Kuşatılanlar arasında teslim olmayı salık vermiş varsa, onlara mahkumların mallarını verirler; geri kalan malları, bu savaşta kendilerine yardım edenlere bol bol dağıtırlar. Kendileri hiçbir şey almazlar. Savaş sona erince, birleşiklerine hiçbir masraf yüklemezler, her şeyi yenilenlere ödetirler. İlk olarak onlardan gelecek savaşlarda kullanmak üzere para, sonra da büyük gelirli topraklar alırlar. Bugün Utopia'nın birçok yabancı memlekette, yılda yedi yüz bin dukayı aşan geliri vardır. Utopia 410/447 bu memleketlere temsilciler gönderir ve bunlar orda pek parlak bir hayat sürer ve hazineye büyük paralar sağlarlar. Utopia'lılar çok kez, bu çiftliklerini gelirini o memleket halkına bırakır ve yalnız ihtiyaç olduğu zaman kendileri alırlar. Bu geliri istedikleri binde birdir. Bu toprakların bir parçasını daha önce sözünü ettiğimiz fedailere verirler. Herhangi bir kral Utopia'ya karşı savaş açar ve topraklarına saldırmaya kalkarsa, kendi şuurları dışında, karşısına büyük bir orduyla çıkarlar. Çünkü, bir zorunluluk olmadıkça, kendi topraklarında savaş- mak istemezler. Yabancı orduların, kendilerine yardım için bile olsa, yurtlarına girmesinden kaçınırlar. 411/447 UTOPIA'DA DİNLER Utopia'nın değişik bölgelerinde, hatta bir şehrin değişik yerlerinde çeşitli dinler vardır. Kimi Güneş'e tapar, kimi Ay'a, kimi de başka bir gezegene. Eskiden şanlı şerefli ve erdemli bir hayat sürmüş olan bir adama, Tanrı, hatta Tanrıların en yücesi diye tapanlar da vardı. Ama Utopia'lıların büyük çoğunluğu ve en akıllıları, bütün bu putları bırakıp, bir tek Tanrı bilirler. Bu Tanrı bilinmez, anlaşılmaz, açıklanmaz bir varlıktır, insan zekâsının sınırlarını aşar, bütün dünyayı bedeni, erdemi ve gücü ile kapsar. Bu Tanrı'ya Baba derler. Her şeyin doğuşunu, çoğalışını, gelişmesini ve değişmesini ve son bulmasını ondan bilirler. Onun dışında hiçbir varlıkta tanrılık görmezler. Utopia'lıların dinleri ne kadar değişik de olsa hepsi şu inançta birleşirler: Dünyayı yaratan ve yürüten bir yüce varlık vardır; bu varlığın adı Utopia'lıların dilinde Mithra'dır. Ne var ki, Mithra herkes için aynı değildir. Ama Tanrı'ya verdikleri biçim ne olursa olsun, herkesin bu biçim altında asıl tapındığı yüce tabiattır. Bütün Utopia'lılar her şeyin başı, başbuğu olarak yalnız onu görürler. Bununla beraber, bütün Utopia'lılar bu çeşitli boş inançlardan sıyrılmaya ve daha çok akla yakın görünen bu dinde birleşmeye başladılar. Öteki dinler çoktan ortadan kalkmış olurdu, gelgelelim, bir adam tam din değiştirmeyi düşünürken başına bir felaket gelince, korkuya kapılıyor ve bunu bir rastlantı değil Tanrı'nın bir cezası sayıyor. Sanki, terk etmeye hazırlandığı o Tanrı ondan öç alıyormuş gibi. Bizden İsa'nın adını, öğretisini, yasalarını, mucizelerini ve kendi istekleriyle, kanlarını dökerek dünyanın dört bir bucağındaki bir sürü ulusa kendi inançlarını benimseten birçok din şehidinin o eşsiz bağlılıklarını duyunca, bu dini ne kadar candan kabul ettiklerine şaşarsınız. Ya Tanrı, için için onlara ilham veriyordu; ya da 413/447 Hıristiyanlık onların en beğendikleri dine her bakımdan uygun görünüyordu. Ama bana kalırsa, onları bu bakımdan en çok etkileyen şunu söylememiz oldu: İsa, Hıristiyanlar arasında her şeyin ortak olmasını kararlaştırmıştı; malda mülkteki bu ortaklık en dürüst Hıristiyan topluluklarında hâlâ süregelmektedir. Her neyse, Utopia'lıların çoğu bizim dinimizi benimsedi ve kutsal vaftiz suyunda yıkandı. Ne yazık ki, dördümüz arasında (içimizden iki kişi öldüğü için dört kalmıştık) hiç papaz yoktu; böylece, Utopia'lılar dinimizin bütün öbür sırlarını bilmekle beraber, ancak rahiplerin yapabileceği bazı törenlerden yoksun kaldılar. Bununla beraber, bütün bu törenleri biliyor ve istiyorlar. Hatta aralarında, içlerinden birinin rahip olup olamayacağı konusunda canla başla tartışıyorlar. Birisini de seçmeye niyetleniyorlardı ama, ben gittiğim sırada seçmemişlerdi henüz. Hıristiyanlığa inanmayan Utopia'lılar 414/447 bu dinin yayılmasına ne engel oluyor, ne de Hıristiyan olanlara dil uzatıyorlar. Ne var ki, Hıristiyanlığı yeni kabul edenlerden birini bizim önümüzde adamakıllı cezalandırdılar. Bu adam vaftiz olur olmaz, karşı koymamıza rağmen, akılsızca duygularına kapılarak İsa'nın dinini övmeğe başladı; bu işte öylesine coşmuştu ki, sadece bizim dinimizi bütün öteki dinlere üstün tutmakla kalmadı, hepsini toptan kötüledi, bu dinlere bağlı olanları zındık, kötü, şeytan soyu ve cehennemlik saydı. Adam bu yolda böyle uzun uzadıya atıp tuttuktan sonra yakalandı, dinlere dil uzattığı için değil, halkı birbirine katmakla suçlandı, yargılandı ve sürgün edildi. Çünkü, Utopia'lıların en eski yasalarından biri şudur: Kimse dininden ötürü kötülenemez. Utopia'nın kurulduğu sıralarda, Kral Utopus oraya gelmezden önce, ada halkının din yüzünden birbirini yediklerini öğrenmişti. Memleketin bu durumda olması Kral Utopus'un orayı fethetmesini 415/447 kolaylaştırmıştı. Çünkü çatışan mezhepler birleşecek yerde, düşmanla ayrı ayrı savaşıyordu. Utopus zaferi kazanır kazanmaz, ilk işi din özgürlüğünü yasalaştırmak oldu: Buna göre, her insan istediği dini tutabilir, başkalarını kendi dinine çekmek için elinden geleni yapabilir, yeter ki, bunu tatlılıkla, alçakgönülle, efendice yapsın ve inandıramadığı insanlara karşı zor kullanmasın, onları suçlamasın, ikilik yaratan tatsız sözlerden kaçınsın. Hoşgörür olmayanlar ve bağnazlar sürgün ve kölelik cezalarına çarptırılıyordu. Kral bu yasayı yaparken, yalnız halkın rahatını kaçıran sürekli kavgaları, kinleri ortadan kaldırmayı düşünmekle kalmıyor, böylelikle dinin gelişmesine de yardım edeceğine inanıyordu. İnanç konusunda hiç kesin kararlar almadı. Düşündü ki, belki de Tanrı insanların değişik inançları olmasını istemişti. Kral, bir başkasını zorlayarak, ya da korkutarak kendi inancına 416/447 çekmeyi çok yersiz, saçma ve zorbaca bir davranış sayıyordu. Eğer dinlerin bir teki doğru, ötekileri boş inançlara dayanıyorsa, gerçek ergeç meydana çıkacaktı, elverir ki, insanlar akıllıca davransınlar ve bibirini kırmasınlar. Ama eğer bu konu üstündeki çatışma ve tartışmalar sürüp giderse, en kötü insanlar en inatçı kişiler olduğu ve kötü inançlarında direttikleri için en iyi ve en yüce din ayaklar altına alınıp, boş inançlara kurban gider; güzelim ekinlerin çalılar arasında yok olması gibi. İşte, bu yüzden Utopus bu konuyu tartışmadı bile ve her insana tam bir vicdan ve inanç özgürlüğü verdi. Bununla beraber, ruhun bedenle birlikte olduğuna, dünyanın gelişigüzel yürüyüp gittiğine inanacak kadar insanlığı hor görenleri ahlâk adına ayıpladı. Utopia'lılar, ölümden sonra bir başka hayat olduğuna, kötülüklerin kıyasıya ceza göreceğine ve erdemlerin cömertçe ödüllendirileceğine inanırlar. Böyle düşünmeyen ve 417/447 insanın yüce ruhunu bir hayvan bedeni durumunda gören kimselere insan demezler. Böylelerini yurttaş bile saymazlar. Çünkü, böylelerinin yasadan korkusu olmazsa, ahlaka da, toplumsal kurumlara da hiçbir saygı göstermezler. Çünkü, ceza yasasından başka engel tanımayan bu adamlar yasaları ya gizliden gizliye kurnazlıkla, ya da kaba güçle bozacaklardır ister istemez. Onun için, bu kafada olanlar her türlü şereften yoksundur ve devlet işlerinde görev alamazlar. Bu yararsız, aşağılık kişileri herkes hor görür. Bununla beraber, bunlara hiçbir ceza da verilmez. Çünkü Utopia'lılara göre, istediği şeye inanıp inanmamak insanın elinde değildir. Ayrıca, onlar korkup düşüncelerini saklamaya, inanmadıkları şeye inanır görünmeye zorlanmazlar. Olduğu gibi görünmemek ve her çeşit yalan düzen Utopia'da büyük bir nefretle karşılanır. Ne var ki, bu adamların bilgisiz halk önünde inançlarından uluorta söz etmelerine izin 418/447 verilmez. Ama rahipler ve aklı başında adamlarla bu konuda tartışabilirler. Hatta, bu çılgınlığın yerini akıl alır diye, bu tartışmalar ayrıca teşvik de edilir. Birçok Utopia'lı bunun tam tersi bir saplantı içindedirler. Ama, bunların düşünceleri ne tehlikeli ne de büsbütün saçma olmadığı için yayılmalarına engel olunmaz. Bir başka aşırılığa düşen bu Utopia'lılara göre hayvan ruhları, sofuluk ve öbür dünyadaki mutluluk bakımından daha aşağı olmakla beraber, insan ruhları gibi ölümsüz, sonsuzdur. Küçük bir azınlık dışında bütün Utopia'lılara göre, insanı mezarın ötesinde sınırsız bir mutluluk beklemektedir. Onun için hastalara ağlar, ölenlere ağlamazlar. Yalnız hayattan kaygıyla ve istemeye istemeye ayrılanlara acırlar. Ölüm korkusunu kötüye yorarlar. Derler ki, yalnız umutsuz ve suçlu ruhlar görecekleri cezayı için için bilir gibi öbür dünyanın kapısında titremeye başlarlar. Ayrıca onlara göre, Tanrı, çağırdığı zaman kendisine sevine 419/447 sevine gitmeyenleri, ölüme karşı ayak direyenleri hoşgörmez. Böylesine ölenleri görünce Utopia'lıların keyifleri kaçar ve onları, asık yüzle, sessiz sedasız mezara koyar, günahının bağışlanması ve ruhunun azaplardan kurtulabilmesi için Tanrı'ya yalvarırlar ve üzerine toprak yığarlar. Sevinç ve umutla ölen bir Utopia'lının ardından ise kimse ağlayıp sızlanmaz. Cenazesi sevinçli şarkılar türkülerle kaldırılır ve ruhu Tanrı'ya emanet edilirken bedeni sevinçle, güleryüzle ve saygıyla yakılır. Küllerinin üstüne bir taş diker, üzerine de ölenin adını sanını yazarlar. Dostları eve dönünce, onun iyilğinden, güzel işlerinden söz ederler; ve en seve seve anlattıkları şey de, hayatından çok şanlı ve sevinçli ölümüdür. İyi insanların böyle şan ve şerefle anılması Utopia'lıları erdem yolunda yüreklendirir, üstelik de ölülerin çok hoşuna giden bir tören yapmış olurlar. Çünkü, Utopia'lıların 420/447 çoğuna göre, ölüler insanların güçsüz gözlerine görünmeseler bile, kendilerini anan dirilerin arasına katılırlar. Mutlu ruhların diledikleri yere gitmekle serbest olmamaları hiç de şanlarına layık sayılmazdı. Üstelik, yeryüzünde sevdikleri, bağlandıkları insanları görmek istememeleri bir nankörlük olurdu. Böyle bir şey düşünülemez, çünkü, iyi insanların yüreklerindeki sevgi ölümden sonra, öbür erdemleri gibi, azalacağına daha da artar. Böylece, Utopia'lılara göre, ölüler diriler topluluğuna karışırlar. Onların işlerine ve sözlerine göz kulak olurlar. Atalarının, dedelerinin hep yanlarında bulunduğu inancı Utopia'lılara bütün davranışlarında güven verir ve gizlice işleyecekleri suçları önler. Başka ulusların pek önem verdikleri fallara, kehanetlere gelince, Utopia'lılar bunları saçma bulur ve alaya alırlar. Buna karşılık, tabiat yasalarını aşan mucizelere saygıları vardır, onlarda Tanrı varlığının ve gücünün 421/447 bir belirtisini görürler. Onlara göre, büyük bunalım anlarında bu mucizelere sık sık rastlanır. Halkın yakarışları ve büyük inancı, yurtlarını belalardan kurtarıverir. Evreni incelemek ve tabiat harikalarını övmek, onlara göre, Tanrı'ya hoş gelen ve yaraşan bir tapınmadır. Bununla beraber, Utopia'lılar arasında, dine fazla sarılıp bilimi bir yana bırakan, yeryüzüyle ilgili bilgileri hor görenler vardır. Ama tembelliğe ve aylaklığa düşmek de istemezler. Çünkü, bu insanlar öbür dünyada mutluluğa ancak çalışmak ve iyi işler görmekle varılacağına inanırlar. Kimi, hastalara bakar, kimi yolları köprüleri onarır, kanalları temizler, toprağa çekidüzen verir, taşları kumları taşır, ağaç kesip biçer, kentlere at arabalarıyla odun, buğday, meyve daha birçok yiyecek taşır; bunlar sadece halk için çalışmakla kalmaz, özel işlerde de, birer uşak gibi, hatta köle gibi çabalarlar. En çamurlu, en çetin, en belalı, insanların çoğunu tiksindiren, ürküten işleri candan ve 422/447 yürekten yüklenirler; başkaları rahat etsin, dinlensin diye kendileri didinir dururlar ve bunun karşılığını beklemezler. Başkalarının yaşayışına karışmaz, kendi yaptıklarıyla övünmezler. Çalışmada köle durumuna indikleri ölçüde, halkın gözünde yükselirler. Bu kimseler ikiye ayrılır: Bir bölüğü bekar yaşar, kadından uzak durmakla kalmayıp, ağızlarına et koymazlar; hatta her türlü hayvan davranışlarından kaçınanlar da vardır. Bu dünyanın zevklerini zararlı sayıp hepsinden kaçınırlar, ve bütün çabalarını umutlarını öbür dünyanın nimetlerine kavuşma yoluna korlar. Bu nimetlere bir an önce kavuşmanın sevinci, tutkusu içindedirler. Bir bölüğüyse, yine çalışmaya düşkün olmakla beraber, evlenirler ve evliliğin ödevlerini zevklerini benimserler. Onlara göre, tabiata uymak ve yurda çocuk yetiştirmek gerekir. Çalışmaya engel olmamak şartıyla dünya zevklerini hor görmezler. Utopia'lılar bu sonuncuları daha akıllı, 423/447 birincileriyse daha ermiş sayarlar. Evliliğe bekârlığı, rahata cefayı üstün görenler, bu davranışlarını akla, sağduyuya daha uygun saymaya kalksalardı, Utopia'lılara bir alay konusu olurlardı. Ama, bunu sadece din uğruna yaptıklarını söyledikleri için, Utopia'lıların saygısını hatta hayranlığını kazanmışlardır. Bunlara garip bir yerli deyimle 'Burthresas' derler ki, bizim dilimizde din adamı demektir. Utopia'nın rahipleri pek seçkin ermiş kişilerdir, onun için sayıları pek azdır. Her şehrin on üç tapınağında on üç rahip vardır ama, savaş sırasından bu sayı değişir. Çünkü savaşta bunların yedisi orduya katılır, onların yerine yedi rahip bulmak gerekir. Ordu ile gidenler dönüşlerinde yine eski yerlerini alırlar. Yardımcılar, eskiler öldükçe onların yerlerine geçerler. Ondan önce de başrahibe yardım ederler. Her şehirde bir başrahip vardır. Halk, başka bütün görevliler gibi rahipleri de, entrikaları önlemek üzere gizli 424/447 oyla seçer. Seçildikten sonra bunlar kendi kurumlarınca da onaylanırlar. Din işlerine bakarlar, törenlerini yönetirler, bir çeşit ahlak yargıçlığı ederler. Uygunsuz bir davranış yüzünden onların önüne çıkmak ve laf işitmek büyük ayıp sayılır. Suçluları cezalandırmak kralın ve öbür yargıçların işi ise de, rahiplerin yol gösterme ve ayıplama yetkileri vardır. Ahlakça pek düşkün olanları da din törenlerinden yoksun bırakırlar. Bu afaroz Utopia'lıların en korktuğu bir cezadır. Afaroz edilen kimse şerefini yitirir, vicdan azapları ve korkular içinde yaşar, hayatı bile tehlikeye girer. Hemen pişman olup rahiplerin gösterdiği yola dönmezse, hükü- metçe yakalanır ve dinsizlik cezasına çarpılır. Çocukların ve gençlerin eğitimi ve öğretimi rahiplere bırakılmıştır. Okul kendilerine bilimden çok erdem ve ahlak vermeye çalışır. Utopia'da öğretmenin işi bütün görgü ve bilgisini körpe yaşta çocuğun kafasına Cumhuriyeti koruyacak olan sağlam ilkeleri 425/447 yerleştirmeğe harcamaktır. Bu ilkelerle yetişen çocuk, bütün ömrünce onlara bağlı kalır, büyüyünce de devletin bekçisi ve yararlı bir üyesi olur. Devletleri dağıtan kötü ahlaktır. Kötü ahlakı yaratan da kötü ilkeler ve düşüncelerdir. Rahipler, karılarını memleketin en ileri gelenleri arasında seçerler, kadınlar da dul ya da yaşlı olmak şartıyla, rahiplik mesleğine girebilirler. Utopia'da rahiplikten daha şerefli bir görev yoktur. Rahiplere gösterilen saygı o kadar büyüktür ki, onlardan biri suç işlerse adalet karşısına çıkmaz, Tanrı'ya ve kendi vicdanına bırakılır. Çünkü Utopia'lılara göre, Tanrı'ya adanmış olan kutsal bir varlığa hiçbir ölümlünün eli dokunamaz. Rahipler az olduğu ve çok titizce seçildikleri için bu töreyi uygulamak kolay olmaktadır. Erdemli ve iyilerin iyisi olduğu için bu kadar yükselmiş olan bir insanın kötülüğe ve ahlaksızlığa düşmesi binde bir olacak bir şeydir. Böyle bir şey olsa bile ki insanın bozulmaya 426/447 ve değişmeye elverişli yaradılışı yüzünden olabilir devletin güvenliği tehlikeye düşmez. Çünkü bu sınıftakilerin sayısı azdır; ve şanları şerefleri olmakla beraber, devlet işlerinde etkinlikleri yoktur. Rahiplerin sayısını sınırlandırmakla Utopia'lılar bugün çok büyük bir saygı gören bu sınıfı ayağa düşmekten kurtarmış oluyor. Olağanüstü bir yetkinlik isteyen böyle bir göreve yükselecek değerde insan bulmak zaten güç bir şeydir. Utopia'nın rahipleri kendi yurttaşları kadar yabancı ulusların da saygısını kazanmıştır. Bunun nedeni şudur: Savaşlarda rahipler, savaş alanına yakın bir köşeye çekilir, orada kutsal giysileriyle diz çöker, ellerini göğe kaldırır, her şeyden önce barış için, sonra kendi memleketlerinin zaferi için dua ederler. Ama bu zaferin hiçbir taraf için kanlı olmamasını isterler. Kendi yurttaşları savaşı kazanırsa, rahipler hemen savaşçılar arasına karışır ve yenilenlerin kılıçtan geçirilmesini önlerler. Rahipleri görüp çağırabilen mutsuz 427/447 düşmanlar, canlarını kurtarmış olurlar; uzun eteklerine el değdirebilenlerse, hem canlarını hem mallarını kurtarırlar. Bu güzel davranış onlara öyle bir yücelik kazandırmış ve bütün ulusların gözünde öylesine büyütmüştür ki, çok kez hem kendi yurttaşlarını düşmanların, hem de düşmanları kendi yurttaşlarının azgınlığına karşı korumuşlardır. Utopia'lılar bütün umutlarını yitirip savaşı bırakarak kaçtıkları zaman düş- man peşlerine düşer ve onları öldürmeye ve yağmaya yeltenirse rahipler araya girip boşuna kan dökülmesini önlemiş ve akla uygun koşullarla barış anlaşmasına varılmasını sağlamışlardır. Dokunulmaz kutsal Utopia rahiplerine saygısızlık edecek kadar vahşi, zalim ve barbar bir ulus görülmemiştir. Utopia'lılar her ayın ve yılın ilk ve son günlerini kutsal sayar ve kutlarlar; yılları Güneş'in, ayları Ay'ın seyrine göre bölmüşlerdir. İlk günlere Utopia'lılar 'Cynemernes', son günlere de 428/447 Trapemernes' demişlerdir ki bu da ilk bayram ve son bayram demektir. Tapınakları görkemli, zengin yapılardır ve sayıları az olduğu için büyük kalabalıkları alacak kadar da geniştir. Bu tapınakların içi gün ortasında bile alacakaranlıktır. Böyle olması mimarların bilgisizliğinden değil, rahiplerin isteğinden ötürüdür. Çünkü rahiplere göre fazla ışık düşünceleri dağıtır; donuk ışıksa, düşünceleri toplar, dinsel duyguyu yoğunlaştırır. Utopia'lıların bir tek dini olmamakla beraber, bütün değişik mezhepler başka yollardan hep aynı amaca yönelmiştir, bu da tanrısal varlığa yücelmektir. Onun için tapınaklarda ortak inançlara aykırı hiçbir şey görülmez ve duyulmaz. Her mezhebin özel törenleri evde, aile içinde kutlanır. Genel törenler özel mezhepleri incitmeyecek şekilde düzenlenir. Bundan ötürü, tapınaklarda hiçbir Tanrı resmi görülmez; herkes tanrısını dilediği biçimde tasarlamakta serbest bırakılır. Tanrı yalnız Mithra adıyla 429/447 anılır; bu da genel bir Tanrı kavramıdır. Söylenen dualar hiç kimsenin mezhebine aykırı gelmez. Her ayın ve yılın son günleri akşamüstü aç karnına halk tapınaklarda toplanır, o ayı ya da yılı rahat geçirdikleri için Tanrı'ya şükreder. Ertesi gün ayın ya da yılın ilk gününü kutlamak üzere erkenden tapınağa gidilir ve Tanrı'dan uğurlu bir ay ya da yıl dilenir. Son bayram günleri tapınağa gitmeden önce, kadınlar kocalarının, çocuklar anababalarının ayaklarına kapanır, işledikleri bir suç ya da yerine getiremedikleri bir ödevi açığa vurur, af dilerler. Aile içindeki içinidökmelerden, saklı kalmış huzursuzluk bulutları dağılmış olur ve herkes tapınağa temiz bir yürek ve iyi niyetlerle gider. Çünkü, Utopia'lılar tapınaklarına içi rahat gitmek isterler. Onun için, içlerinde herhangi bir kimseye karşı bir hınç ya da kırgınlık varsa, barışmadan, yüreklerini yıkamadan törene katılmak istemezler. Böyle bir günahı 430/447 Tanrı'nın çok ağırca cezalandırmasından korkarlar. Tapınakta erkekler sağda, kadınlar solda otururlar. Ailenin başında kadın ya da erkek, o topluluğun en büyüğü bulunur. Öyle bir düzenle otururlar ki, aile büyükleri, evde eğitip yönettikleri kimselerin tapınaktaki davranışlarına da göz kulak olabilirler. En gençler, en yaşlılar arasına dağılır, böylelikle bir araya gelen çocukların yaramazlık yapmaları önlenir: Körpe çağdaki gençlerin içlerinde derin bir Tanrı korkusu olmak gerekir, çünkü o yaşta erdemi geliştirecek tek güç korkudur. Utopia'lılar törenlerde hayvan kurban etmezler. Çünkü onlara göre varlıklara yaşasınlar diye can veren Tanrı, onların kanının akıtılmasmdan hoşlanmaz. Utopia'lılar tapınaklarda buhur ya da başka güzel kokular, başka şeyler ve birçok mumlar, kandiller yakarlar. Utopia'lılar bilir ki, Tanrı'nın böyle şeylere, hatta insanların dualarına bile ihtiyacı yoktur. Ama bu zararsız, 431/447 iç rahatlığı veren tapınmaları severler. Bu törenlerin ışıkları, güzel kokuları insanı içtence yüceltir ve Tanrı'ya daha bir coşkunlukla bağlar. Tapınakta herkes beyazlar giyer, Rahipse, pahalı olmamakla beraber, güzel işlemeli, ve değişik renkli elbiseler giyer. Bu elbiselerde sırmalar, elmaslar, zümrütler yoktur ama, kumaş o kadar iyi dokunmuş ve kuş tüyleriyle o kadar güzel ve ustaca bezenmiştir ki, en pahalı kumaşlar bunun yanında hiç kalır. Bu kanatlar tüyler rahibin giysisine konuş biçimleriyle, ayrıca bir takım gizlerin sembolleri olurlar. Törenleri kutlayanlar bu gizleri sürdürür ve yorumlarlar. Bunlar karşısında Utopia'lılar Tanrı'nın kendilerine ettiği iyilikleri hatırlar, buna kaşılık Tanrı'ya sevgi ve saygı borçlarını yerine getirmeye özenirler. Rahip bütün bu süsleriyle tören yerinde gözükünce, herkes öyle bir saygı ve öyle derin bir sessizlikle yere kapanır ki, Tanrı tapınağa gelmiş gibi, bir ürperti kaplar herkesin 432/447 içini. Biraz sonra, rahibin bir işaretiyle herkes doğrulur. O zaman ilahiler okunmaya başlar, arada bir de, çalgı sesleri duyulur. Utopia çalgılarının çoğu bizimkilerden başkadır. Bazıları bizimkilerden daha ahenkli, bazılarıysa hiç de öyle değildir. Ama gerek çalgı, gerek ses bakımından Utopia müziğinin su götürmez üstünlüğünü yapan şey, bu müziğin bütün doğal coşkuları büyük bir olgunlukla belirtip dile getirmesidir. Ses anlatılan şeye öylesine uyar, dualar, yakarışlar, sevinç, acıma, yas, öfke duyguları öylesine yaşatılır ki, kısacası, ezginin biçimi en içten duyguların gerçekliğiyle öylesine kaynaşır ki, dinleyenlerin ruhu derinden sarsılır, ürperir, alevlenir. Törenin sonunda halk ve rahip yasalaşmış bir takım duaları hep birlikte okurlar. Bunlar hem bütün halkın hem de tek tek herkesin benimseyeceği sözlerdir. Bu dualarda, her insan Tanrı'nın kendi yaratıcısı, yöneticisi ve bütün iyiliklerin kaynağı olduğunu kabul ve bunlardan 433/447 ötürü ona şükreder. Tanrı'ya asıl şükrettikleri şeyse, kendilerini en mutlu bir devlet ve en gerçek saydıkları din içinde dünyaya getirmiş olmasıdır. Bununla beraber, Utopia'lılar, eğer kendi inançları yersizse, Tanrı'ya daha hoş gelen başka bir din varsa, Tanrı’nın bunu kendilerine sezdirmesi için yalvarırlar ve onun dileğine uymaya hazır olduklarını bildirirler. Ama Utopia'nın devletinden ve dininden daha iyisi yoksa, o zaman da Tanrı'dan onları sürdürmesini ve bütün insanları bu devletin ve bu dinin yoluna getirmesini isterler. Dinlerin bu kadar değişik olmasında Tanrı’nın gizli bir amacı varsa ona da karışmazlar. Kısaca, rahat ve tatlı bir ölümden sonra, Tanrı’nın kendilerini hoş karşılamasına dua ederler. Ömürlerinin uzaması ya da kısalması için Tanrı'ya başvurmaktan çekinirler. Bununla beraber, en mutlu hayatla Tanrı'dan uzun zaman ayrı kalmaktansa, en çetin bir ölümle seve seve Tanrı'ya bir an önce kavuşmayı 434/447 yeğleyeceklerini söylemekten kaçınmazlar. Bu dua biter bitmez, herkes yeniden yere kapanır ve az sonra yemeğe gider. Günün geri kalan saatleri oyunlar, askerlik talimleriyle geçer." Raphael sözlerine devam etti: "Size bu devletin düzenini elimden geldiği kadar dürüstlükle anlatmaya çalıştım. Bu devlet bence yalnız devletlerin en iyisi değil, üstelik genel yarar ya da devlet adını almaya en layık olanıdır. Çünkü başka yerlerde halkın yararından söz edenler, aslında kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmezler. Burada hiç kimsenin özel malı olmadığı için, herkes ortak yarar için canla başla çalışır. Kişisel yararla halkın yararı ger- çekten birbiriyle kaynaşmıştır. Başka ülkelerde, devlet ne kadar zengin olursa olsun, kendi ambarını doldurmayan insan açlıktan ölmeyeceğine güvenemez. Onun için, ister istemez, memleketinden, yurttaşlarından daha çok kendini düşünür. 435/447 Utopia'da her şey herkesin olduğu için, ortak ambarlar dolu olduğu sürece, kimse hiçbir şeyden yoksun kalmaz. Devletin geliri hiçbir zaman haksızca dağıtılmaz. Utopia'da ne yoksula rastlanır ne dilenciye. Kimsenin hiçbir şeyi olmadığı halde, herkes zengindir. Dünyada kaygısız, rahat yürekle, sevinçle yaşamaktan daha büyük zenginlik olabilir mi? Geçim sıkıntılarına düşmeden, karısının ağlayıp sızlanmalarını, yiyecek içecek istemelerini duymadan, oğlunun yoksulluğa düşmesinden, kızının çeyizsiz kalmasından korkmaksızın yaşamaktan daha mutlu ne olabilir? Utopia'lının, kendisinin karısının, çocuklarının, torunlarının, torunlarının torunlarının ve gelecek bütün soyunun rahat yaşayacağından hiçbir kuşkusu yoktur. Ayrıca, Utopia devleti bütün bu yararları hem dün çalışıp bugün çalışamaz olanlara, hem de bugün, bütün gücü yettikçe çalışanlara sağlar. 436/447 Böylesine haklı, böylesine eşit bir düzeni başka ulusların devletiyle karşılaştırmaya kimin dili varır? Ben kendi hesabıma, başka uluslarda eşitliğin ve doğruluğun en küçük bir izini bile görüyorsam kör olayım. Bir soylu kişi, bir para babası, bir tefeci, kısacası, hiçbir şey üretmeyen ya da, devlete yararsız süsler püsler yapıp satan, işsiz güçsüz, bolluk içinde güle oynaya yaşarken, beri yanda, işçinin, arabacının, demircinin, marangozun, çiftçinin, bir lokma ekmek için durmadan didinmesi, bunca alınteriyle, yük hayvanlarının bile zor dayanacağı yoksulluk içinde yaşaması hangi hakka, doğruluğa sığar? En çetin işleri gören bu insanlar o kadar yararlı kişilerdir ki, hiçbir toplum onlarsız bir yıl bile ayakta duramaz. Böyleyken bir hayvanın durumu onlarınkinden bin kat daha iyidir. Çünkü, hayvan onlardan daha az çalışır, yiyeceği hiç de onlarınkinden kötü değildir, hatta zevklerine daha uygundur. Üstelik hayvan geleceğinden de kaygılı değildir. 437/447 İşçiye gelince, nedir işçinin kaderi? Bugün için verimsiz, kısır bir işin altında ezilmektir ve yarın için beklediği de yoksulluk, dilencilik içinde geçecek bir ihtiyarlıktır. Aldığı gündelik, günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez. Nasıl kazancından bir parçasını bir yapa ayırsın da, yaşlı günlerindeki geçimini sağlayabilsin? Soylu denen kimselere, altınlar elmaslar içinde yaşayanlara, aylaklara ya da süsten geçinenlere, bu hoş keyifleri körükleyip beslemekten başka işleri olmayan bu insanlara bu kadar bol keseden varlık dağıtan bir toplum haksız ve nankör bir toplum değil de nedir? O toplum ki, kendini asıl yaşatan çiftçinin, kömürcünün, arabacının, marangozun, işçinin dertleriyle kaygılanmaz, hiçbirine acımaz. O toplum ki, insafsız bencilliği içinde, daha fazla iş, daha fazla çıkar sağlamak için, emekçi insanların gençlik gücünü kıyasıya harcar; zavallılar yaşlandılar hastalandılar mı, ellerinde avuçlarında bir 438/447 şey kalmadı mı, iş başında sabahladıkları günler, gördükleri önemli bunca iş unutulur, bütün bunlara karşı toplumdan gördükleri ödül açlıktan ölmektir. Dahası var. Zenginler her gün yoksulların gündeliklerini kıstıkça kısarlar. Bunun için yalnız hilelere başvurmakla, kalmaz, yasalar da çıkarırlar. Devletin en yararlı insanlarına karşı böyle davranmak apaçık bir adaletsizliktir diyeceksiniz ama, zenginler bu canavarlığa yasalar yoluyla bir adalet kılığına bürümüşlerdir. İşte bu yüzden, bugünün gösterişli devletlerini gözden geçirince, bunlar içinde benim gördüğüm tek şey şudur aldanmıyorsam: Zenginler Cumhuriyet, halk egemenliği gibi parlak sözler altında yoksulların kuyusunu kazıyorlar. Türlü düzenler ve akla gelmedik yollarla bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar: İlk sağlamak istedikleri, kimi az kimi çok haksızlıkla elde edilmiş bir serveti dünya 439/447 durdukça dokunulmaz bir mülk haline getirmek, ikincisi de, yoksulların açlığından, bedenlerinden yararlanmak ve onları yok pahasına çalıştırmaktır. İşte, zenginlerin devlet adına ve dolayısıyla yoksullar adına başvurdukları bu dolaplar birer yasa olmuştur. Bununla beraber, doymak bilmez bir hırsla bütün bir toplumun mutluluğunu yapmaya yetecek kadar nimetleri aralarında paylaşan bu kötü, bu vicdansız insanlar Utopia'lıların mutluluğuna kavuşmaktan çok uzaktadırlar. Utopia'da cimrilik barınmaz. Çünkü orada paranın yeri yoktur. Para ortadan kalkınca, nice acıların kaynağı kurumuş, nice cinayetlerin kökleri sökülmüş olmuyor mu? Kim bilmez, yalan dolanın, haksızlıkların, soygunların, kavgaların, kargaşalıkların, ayaklanmaların, adam öldürmelerin, 440/447 ihanetlerin, zehirlenmelerin, bunca cezalarla ödenen bu suçların para ile birlikte ortadan kalkacağını? Para ile birlikte korkular, kaygılar, kuşkular, uykusuzluklar da insanların yakasını bırakacaktır. Parasızlıktan doğuyor sanılan yoksulluğun ta kendisi bile, para yok olunca, yok olacak. Bunun apaçık kanıtı da şudur: Diyelim ki, bir kıtlık yılı oldu, binlerce insan korkunç bir açlıktan kırıldı. Elimle koymuş gibi bilirim ki, o kıtlık yılı sonunda, zenginlerin ambarları aranacak olsa, çuvallar dolusu zahire bulunur. Bu yiyecekler vaktinde açlıktan bir deri bir kemik kalmışlara dağıtılsaydı zavallılar Tanrı'nın insafsızlığına ve toprağın cimriliğine kurban gitmezlerdi. Görüyorsunuz ki, para olmazsa herkesin hayatı kolayca sağlanabilir. Bize mutluluğun kapısını açmak üzere bulunan ve Tanrı adına kutsal bir şeymiş gibi öne sürülen bu altın anahtar, insanlara bütün kapıları kapatmaktadır. Zenginler bu gerçekleri bilmezler mi? Bence çok iyi bilirler. Bilirler ki, bir sürü 441/447 yararsız ıvır zıvır biriktirmektense, iyi yaşamak için gerekli şeylerden yoksun kalmamak daha iyidir; çuvallarla altına boğulmaktansa, bir sürü dertlerden, kaygulardan uzak kalmak çok daha özlenir bir şeydir. Bana kalırsa insanoğlunun hem kendi çıkarı için, hem de İsa'nın yoluna girmek için çoktan Utopia devletinin yasalarına uyması gerekirdi. Çünkü, Tanrı’nın bilgeliği insanların iyiliğinin nerde olduğunu bilmez olamazdı ve herhalde tanrısal iyiliği ile onlara iyinin ve doğrunun ne yanda olduğunu haber vermişti. Ne var ki, insanın kendini beğenmişliği, bütün ahlaksızlıkların kaynağı olan o hayvanca tutkusu, dünya halkının doğru yola girmesine engel olmuştur. Kendini beğenmiş adam, mutluluğunu kendi rahatlığı üstüne değil, başkalarının acıları üstüne kurar; ezeceği, köle gibi kullanacağı insanlar olmazsa, mutluluğunu başkalarının yoksulluğu üzerine kuramazsa, malını mülkünü ortaya serip yoksulların bellerini bükmeyeceğini, 442/447 umutlarını kırmayacağını bilmezse, Tanrı olmayı bile istemez. Kendini beğenmek öyle bir cehennem yılanıdır ki, insanın yüreğine sinsice süzülüp girer, onu zehirleyip gözünü kör eder, daha güzel bir hayata giden yoldan saptırır onu. Bu sürüngen, insanların öylesine içine işler ki, onu koparıp atmak kolay olmaz. Bu size anlattığım devlete, bütün dünya memleketlerinin kavuşmasını candan dilerim. Ne mutlu Utopia'lılara ki böyle bir devleti bulmuşlar. Yarattıkları kurumlar onlara parlak bir uygarlık sağlamakla kalmamış, aklım beni aldatmıyorsa, onlara sonsuz bir varlık da sağlamıştır. Çünkü Utopia'da her türlü gözü doymazlık ve ayırıcılık tohumları onlara bağlı bütün kötülüklerle birlikte sökülüp atılmıştır. Böyle olunca devlet bunca güçlü ve mutlu ülkeleri yıkan iç kavgalardan uzak kalmıştır. Yurttaşlar içeride bu kadar sağlam bir dayanışmayla birbirlerine bağlı olunca, böylesine bir birlik kurunca, devlet 443/447 dışarıdan gelecek bütün tehlikelere rahatça karşı koyabilir. Böylesi bir devleti yabancı kralların ele geçirmek istemesi boşunadır. Utopia'ya karşı bunu deneyenler çok oldu ve her seferinde yenilgeye uğradılar." Raphael hikâyesini bitirince, Utopia'lıların savaş sistemleri, dinleri, törenleri, yasaları, töreleri daha birçok kurumları üstünde bir hayli düşündüm. Bunların çoğu olmayacak şeyler gibi göründü bana. Asıl beni şaşırtan da, bu garip devletin, parasız pulsuz ortak yaşama düzeni oldu. Bu ortaklık para ile birlikte, devletin şanı şerefi sayılan soyluluk, yücelik gibi parlak, görkemli bütün üstünlükleri kökünden atıyordu. Bununla beraber, konuş- maktan yorgun düşen Raphael'le tartışmaya girmedim. Söylediklerine aykırı olan düşüncelerimi hoş karşılayacağından emin değildim. Onunla tartışmaya giren başkalarına nasıl çattığını hatırladım. Ona kalırsa bu kimseler başkalarının buluşlarında bir sakatlık görmezlerse, aptal 444/447 sayılmaktan korkan kişilerdi. Onun için ben de Utopia'lıların devletini ve Raphael'in bütün anlattıklarını övdüm, sonra elinden tutup onu sofraya götürdüm, bir başka zaman bu konu üzerinde daha uzun konuşuruz dedim: İnşallah günün birinde bulurum bu fırsatı. Gerçi bu dünya işlerini iyi bilen bu bilgin kişinin bütün dediklerini kabul edemem ama şunu da saklamayacağım ki, Utopia devletinin birçok özelliklerini şehirlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu. İşte Utopia adasının yasaları ve kumları üstüne Raphael Hythloday'in öğle sonrası konuşması böyle sona erdi. SON 445/447 NOTLAR (1) Nephelogetes diye geçer metinde. (2) Alaopolitanes diye geçer metinde. (3) Kolay satılan demektir.