17 Ekim 2015 Cumartesi

thomas more - ütopya 1

UTOPİA Thomas More (Mina Urgan’ın incelemesiyle) İÇİNDEKİLER THOMAS MORE'UN YAŞAMI VE UTOPIA'NIN İNCELENMESİ Giriş Thomas More'un Yaşamı Utopia'nın Birinci Bölümü Üstüne Utopia'nın İkinci Bölümü Üstüne Platon'un Devlet'i ile More'un Utopia'sı Utopia'nın Günümüzde Değerlendirilmesi Kaynakça UTOPIA I.Bölüm II.Bölüm Utopia Şehirleri ve Başkent Amaurote Üstüne Yönetim Görevlileri Bilimler, Sanatlar, Uğraşlar Utopia'lıların Yaşayışları ve Karşılıklı İlişkileri Utopia'lıların Gezileri ve Başka Konular Köleler, Hastalar, Evlenme ve Çeşitli Başka Konular Savaş Üstüne Utopia'da Dinler 6/447 GİRİŞ On altıncı yüzyılda tüm Avrupa'yı etkileyen Rönesans, Hümanizm ve Reformasyon, Batı dünyasının ilk sosyalisti Sir Thomas More'un kişiliğini de yoğurdu. İç içe örülü olan bu üç akımı birbirinden ayırmanın yolu olmadığı gibi, bunları More'un kişiliğinden ayırmanın da yolu yoktur. Thomas More, Rönesans'tan ve Hümanizm'den yanaydı; Reformasyon'a, yani dinsel reforma karşı çıkışı ise, ölüm cezasına çarptırılmasına neden oldu. Rönesans, eski Yunan ve Roma uygarlığının kalıtımını koruyan İtalya'da on dördüncü yüzyılda başlayıp, on altıncı yüzyılda tüm Avrupa'yı etkisi altına aldı. Rönesans sözcüğünün anlamına gerçekten uygun olan bu "yeniden doğuş"un başlıca nedenlerinden biri, Hıristiyan dünyasını egemenliği altında tutan Katolik Kilisesi'nin, ortaçağın bitmesiyle baskı gücünü kısmen yitirmiş olmasıydı. Bu baskının hafiflemesiyle birlikte, doğrudan doğruya Kilise'nin öğretilerine bağlı kalan; doğayı ve insanları kalıplaşmış geleneklerin ve dar kafalı bir mantığın sınırları içine hapseden skolastik dünya görüşü gözden düşmüştü. Tüm bilim dalları, dinbilime değil, felsefeye bağlanıyordu artık. O güne dek nasıl düşüneceklerini, nasıl davranacaklarını Katolik Kilisesi'nden ezbere öğrenen insanlar, gözetim altında yaşamaktan kurtulunca, bilgiye ne denli susamış olduklarını anladılar. Kendi iç dünyalarını da, dış dünyayı da sonsuz bir merakla incelediler. Thomas More doğmadan bir yıl önce, yani 1477'de William Caxton'un İngiltere'de ilk matbaayı kurması, bilginin yayılmasına yardımcı oldu. Nicholas Koppernik'in astronomi alanında görüşleri ve uzak denizlere açılan yolcuların bilinmedik dünyalar, 8/447 bilinmedik ülkeler bulmaları, Rönesans adamının yalnız iç dünyasına değil, içinde yaşadığı evrene de yeni boyutlar kazandırdı. Bu yolculuklar sayesinde ufku genişleyen Rönesans adamı, içinde yaşadığı toplumdan bambaşka toplumların da var olabileceğini düşündü belki de. Uzaklara giden bu yolcuların, More'un hayal gücünü de etkilediği kuşkusuzdur. Çünkü ileride göreceğimiz gibi, onun sözcüsü olarak Utopia adasını bize anlatan gemici, Amerika'yı Colombus'tan önce bulduğunu ileri süren Amerigo Vespucci ile uzun yolculuklara çıktığını, ondan ayrıldıktan sonra da, yolculuklarını sürdürüp, sonunda sözde Utopia'ya vardığını söyler. Bize kalırsa, More o sıralarda Amerigo Vespucci'nin çok ünlü olan yolculuk anılarını da okumuştu. Hatta bu anılarda, Vespucci, Utopia'lılar gibi özel malı mülkü olmayan, ülkelerinde altın bulunduğu halde altına önem vermeyen, her şeyi ortaklaşa paylaşan, özgürlük içinde kralsız yaşayanlardan da söz 9/447 eder. Ne var ki, bu adamlar, More'un Utopia'lıları gibi uygar değildirler. Rönesans'ta Katolik Kilisesi'nin baskısından doğan bağnazca dinsellik gücünü yitirince, insanlar, ruhlarıyla birlikte bir de bedenleri olduğunun; ruhla bedenin birbirine bağlı kaldığının; ruhun yücelmesi için bedenin ille ezilmesi ve acı çekmesi gerekmediğinin; tam tersine, beden ne denli sağlıklı olursa, ruhun da o denli sağlıklı olacağının bilincine vardılar. Bu bilinç, Rönesans adamının yaşama karşı benimsediği tutumda büyük bir değişikliğe neden oldu: Bedeni önemsemeyen, dinibütün ortaçağ adamı, mutluluğu ancak öldükten sonra, öteki dünyada beklerdi. Hatta bu dünyada ne denli acı çektiyse, öteki dünyada o denli sevineceğine inanırdı. Oysa Kilise'nin boyunduruğundan kurtulup, hem aklın egemenliğini her şeyden üstün tutan, hem de yaşamaktan coşkun bir haz duyan Rönesans adamı, yalnız gelecekte ve öteki 10/447 dünyada değil, bu dünyada ve hemen mutlu olmak istiyordu. Rönesans'a özgü bu tutumu, Hümanistler'in, eski Yunan klasiklerini yeni bir açıdan incelemeleriyle açıklayabiliriz ancak. Üstelik Hümanizm ile Rönesans öylesine özdeşleşmiştir ki, bu iki akımı birbirinden ayırmanın, Rönesans'ın mı, yoksa Hümanizm'in mi daha önce başladığını saptamanın yolu yoktur. Hatta klasik Yunan kültürüne yöneliş o sıralarda başladığı için, birçok kişi bu çağa "Klasik Rönesans" ya da "bilginin yeniden doğuşu" adlarını verir. Ortaçağda, eğitim görenlerin çoğu Latince biliyordu. Ama Yunan uygarlığı Roma uygarlığından kat kat üstün olduğu halde, Yunanca bilenlerin sayısı hem çok azdı; hem de Yunanca çalışmaları Aristoteles'in yapıtlarını yorumlamaktan kimi zaman yanlış yorumlamaktan ileri gidemiyordu. On 11/447 beşinci yüzyılın sonlarına doğru ve özellikle on altıncı yüzyılın başlangıcında, Yunan düşüncesine ve Yunan yazınına karşı büyük bir merak uyandı. Bilgiye susamış birçok Avrupalı, Yunan kültürünün mirasçısı olan ve bizler İstanbul'u aldıktan sonra çok sayıda Yunanlı bilginin oraya sığınmasıyla Yunanca çalışmalarına büsbütün önem veren İtalya'ya gidip Yunanca öğrendi. Bu meraka kapılanlara Hümanist denilmesinin nedeni de şuydu: Katolik Kilise'nin öğretisine bağnazca bağlı kalan ortaçağ adamı, doğayı ve insanı önemsemezken, eski Yunanlılar, doğayla ve özellikle insanla ilgili gerçeklerden hiçbir zaman kopmamışlardı. Tüm bilim dallarını skolastik dinbilimin sınırları içine hapsetmek isteyen ortaçağ adamının gözünde, evrenin merkezi Tanrı'yken; eski Yunanlılar'ın gözünde, evrenin merkezi insandı. Eski Yunan uygarlığı her şeyden fazla insana değer verdiği, insanın üstünde durduğu için, 12/447 Hümanistler, Yunan düşüncesi ve Yunan yazınını incelemekle, insan kavramını incelemiş oluyorlardı. Böylece Hümanist, "insandan yana olan, insanı yücelten" anlamına geldiği gibi, antik çağ klasiklerinin yeniden okunması ve değerlendirilmesi anlamına da gelir. Ve bu anlam öylesine kökleşmiştir ki, bizim "sosyal bilimler" dediğimiz bilim dallarına, İngilizler hâlâ "humanities", Fransızlar hâlâ "humanites" derler. Hümanistler o sırada tüm Avrupa'ya yayılan bir çeşit bilgi cumhuriyeti kurmuşlardı. Kendi de Hümanist olan More'un, bu uluslararası cumhuriyetin seçkin kişileriyle yakın ilişkileri vardı. Oxford'dayken, çağın en ünlü İngiliz Hümanistlerinden Thomas Linacre ile William Grocyn'den Yunanca öğrenmiş, daha sonraları İngiltere'nin üçüncü ünlü Hümanisti John Colet ile çalışmalarını sürdürmüştü. Parisli Guillaume Bude'yle, Antwerp'li Peter Giles'le, Louvain'li Jerôme Busleiden'le dostluk kurmuştu. Bu 13/447 bilgi cumhuriyetinin başkanı sayılan Rotterdam'lı Erasmus, ileride göreceğimiz gibi, Thomas More'un en yakın arkadaşıydı. Ne denli bilgili olurlarsa olsunlar, İngiliz Hümanistler'in yaratıcı yanları yoktu. Aralarında ancak More gerçek bir yazardı. Ne var ki, More, sözcüğün her iki anlamıyla tam bir Hümanist olmasaydı, Legouis'nin haklı olarak "İngiliz Hümanizmi'nin başyapıtı" saydığı Utopia'yı yazamazdı gene de. Çünkü Utopia'yı yazabilmek için, hem klasik Yunan düşüncesini, özellikle Platon'u iyi bilmek, hem de insanın yeryüzünde geleceği konusunda ortaçağın olumsuz inançlarından arınmış olmak gerekiyordu. Ortaçağda benimsenen tutuma göre, insanlar yaradılıştan kötüydü; bu dünyada doğru dürüst bir düzen kurup mutlu olmaları umulamazdı; günahlarının cezasını çektikten sonra, ancak öteki dünyada mutlu olabilirlerdi belki. Oysa tüm Rönesans aydınları gibi insanın geleceğine umutla bakan 14/447 Thomas More'a göre, insan yaradılışında hiçbir kötülük yoktu. Tam tersine, Tanrı'nın yarattığı ulu bir varlıktı insan ve aklını kullanarak, karşısına dikilen engelleri aşabilir, kusursuz toplumlar kurabilirdi günün birinde. Gerçi, More'un Utopia'yı Hümanistler'in ortak dili olan Latinceyle yazması doğaldı; ama şu da var ki, More kitabını 1516'da değil de, 1616'da yazsaydı, Latince kullanmayı düşünmezdi herhalde. Çünkü Hümanistler çoğalıp güçlendikçe, ilk bakışta garip görünebilecek bir durum çıkıyordu ortaya: Onlar, Yunan ve Romalı yazarları inceledikten sonra, kendi ulusal dillerine çevirmekle yetinmiyorlar, eski klasiklerden öğrendiklerini, ana dillerine uygulamaya çalışıyorlardı. Yunancayla Latincenin derinliğine incelenmesi ise, Fransızcanın ya da İngilizcenin gelişmesine yarıyor. Fransa'da Pleiade çağı, İngiltere'de Elizabeth çağı hazırlanmış oluyordu. 15/447 Ulusal dillere verilen önemle birlikte, Avrupa'da ulus kavramı da gelişti. Ortaçağ insanları, kendilerini İngiliz ya da Fransız olarak değil, Hıristiyan olarak görürlerdi ancak. Doğup büyüdükleri ülkelerden fazla Hıristiyanlığa bağlıydılar. O kadar ki, sırasında Batı Avrupa'nın tüm Hıristiyanları, Müslümanlara karşı savaşıyorlardı. Haçlı Seferleri'nde görüldüğü gibi. Gel gelelim Rönesans'ın başlamasıyla, dinsel duygular yoğunluğunu yitirdi; Avrupa ülkeleriyle Katolik Kilisesi arasındaki bağlar gevşemeye yüz tuttu ve ulusal duyguların gelişmesi, Reformasyon akımına hız verdi. Çünkü artık kendilerini yalnız Hıristiyan olarak değil, İngiliz Hıristiyanı ya da Alman Hıristiyanı olarak görenler, Katolik Kilisesi'nin egemenliği altında yaşamaktan hoşlanmıyorlar. Papa'nın, yani bir İtalyan papazının, İngilizler'in ya da Almanlar'ın ulusal sorunlarına karışmasını istemiyorlardı. 16/447 İngiltere'de Reformasyon'u, yani Katolik Kilisesi'ne karşı başkaldıranların Protestan olmalarıyla sonuçlanan dinsel reformu, Hümanizm'den ayırmanın yolu yoktur. Çünkü Avrupa'nın öteki Hümanistlerinden farklı olarak, İngiliz Hümanistler'inin büyük çoğunluğu, Thomas More kadar dinibütün insanlar olmakla beraber, Kilise'de bir reform yapılmasından yanaydılar. More'un yakın dostları olan Erasmus ile John Colet, Katolik Kilisesi örgütünde göze çarpan kokuşmuşluğu, yolsuzlukları, boş inançları, bilgisizlikleri, sömürüleri kıyasıya yerdikleri için, Reformasyon'un öncüleri arasında yer alırlar. Hümanistler Yunancayı sadece Yunan düşünürlerini ve şairlerini okumak için öğrenmiyorlardı. İncil Yunanca yazıldığı için, İncil'i kendileri iyice anlayıp, tüm Hıristiyanların da anlamalarını istedikleri için de Yunanca öğreniyorlardı. Erasmus'un İncil'i, her okumuş insanın bildiği bir dil olan Latinceye çevirmesi çok ilginçtir bu açıdan. Yunancayla 17/447 birlikte İbranicenin de öğrenilmesini istemelerinin başlıca nedeni, Kutsal Kitabın birinci bölümünün, yani Eski Ahit'in İbranice yazılmış olmasıydı. Ne var ki Thomas More, öteki Hümanistler'den ayrılarak Reformasyon'u tutmuyordu. Bunu, Katolik Kilisesi'ne duyduğu dinsel tutkuyla açıklayamayız sadece. More'un Reformasyon'a karşı olmasının başlıca nedeni, tarihsel bir yanılgıya düşerek, Katolik Kilisesi'ni ve Papalığı birleştirici bir güç sanması ve hem kendi ülkesini ve hem de Avrupa'yı bölüp yıkacak savaşlardan çekinmesiydi. Yaradılışından gelen barışseverliği bir yana, yaşadığı çağı düşünürsek More'un savaştan ve her çeşit bölünmeden çekinmekte yerden göğe kadar haklı olduğunu görürüz: İngiltere'yle Fransa arasında Yüz Yıl Savaşı, on beşinci yüzyılın ortalarına doğru bitince, Fransa'da toprak ele geçirmek, orasını yağma etmek umudunu yitiren İngiliz soyluları, birbirlerine düştüler. Bu soylulardan 18/447 kimi York hanedanını simgeleyen ak gülü, kimi de Lancaster hanedanını simgeleyen kırmızı gülü savunduğu için, Güller Savaşı diye adlandırılan iç çatışmada, şu ya da bu kral ailesini savunmak bir bahaneydi aslında. Birbirlerinin topraklarına el koyabilmek, birbirlerinin malını mülkünü yağma edebilmekti asıl amaç. Otuz yıldan fazla, yani 1452'den 1485'e kadar, İngiliz soyluları, hem birbirlerine, hem de halka kıydılar. Güller Savaşı, Lancaster yanını tutan Henry Tudor'un, Bosworth meydan savaşında Üçüncü Richard'ı yenip York hanedanından bir prensesle de evlenerek, Yedinci Henry adıyla tahta çıkmasıyla, 1485'te, yani Thomas More yedi yaşındayken sona erdi. Bu arada ülkenin başlıca derebeyleri yıkılıp yok olmuş, Parlamentoya dayanan ve ticaretle uğraşan yeni bir orta sınıf, ekonomik açıdan ağırlığını duyurmaya başlamıştı. Yıllar yılı süren kısır bir iç savaş döneminden sonra, on beşinci yüzyılın sonlarına doğru, yani Thomas 19/447 More'un tam yetiştiği sıralarda, İngiltere toparlanıyor, hem siyasal hem de ekonomik açıdan güçleniyordu. Halktan para sızdırmaya meraklı Yedinci Henry'nin ölümünden sonra, 1509'da, oğlu Sekizinci Henry'nin tahta geçmesiyle, ülkenin durumu daha da umut verici oldu. Hümanistleri ve tüm bilgili kişileri tutan, sanat hayranı, açık fikirli tipik bir Rönesans prensi olan genç kraldan çok şey bekleniyordu. Yüz Yıl Savaşı'nda İngiltere'yi Fransa'ya karşı desteklemeyen Papalık, İngiltere'de etkinliğini çoktan yitirmişti. Böylece, ileride göreceğimiz gibi, Sekizinci Henry'yle Papa'nın arası açılınca, ulusal duyguları artık iyice gelişen, bağımsızlığı isteyen İngilizler'in çoğu, ülkelerinin Roma'dan kopmasını olumlu karşıladılar. More'a gelince, Hıristiyanların ayrı mezheplere bölünmesini göze alamıyordu bir türlü. Ne pahasına olursa olsun, Hıristiyan dünyasının Papa'nın egemenliği altında bütünlüğünü 20/447 korumasını istiyordu. Bu açıdan Chambers, onun ortaçağa kopmaz bağlarla bağlı kaldığını ileri sürer. Ne var ki More'un bu inancı, başyapıtı Utopia'da değil, kendi özel yaşantısında belirdi ancak ve sonunda ölümüne neden oldu. Utopia'da ise, ortaçağın hiçbir izi bulunmaz ve Rönesans'ın tüm özellikleri görülür: Ortaçağ Hıristiyanlar'ı, insanların doğuştan günahkâr olduklarına inanırken Utopia'da insanların iyi olarak yaratıldıkları, doğru dürüst bir toplumsal düzende kusursuzluğa erişebilecekleri kanısı savunulur. Ortaçağ, şövalyelik ruhunu ve savaşkanlığı överken, Utopia'da her çeşit savaş, ancak kiralık askerlere yaptırılabilecek iğrenç bir uğraş olarak yerin dibine batırılır. Ortaçağ, ruhu yüceltmek amacıyla, tüm kötü isteklerin kaynağı bildiği bedeni ezmek isterken, Utopia'da bedene ve bedenin bazlarına ayrıca önem verilir. Ortaçağ insanları gerçek mutluluğu ancak ölümden sonra öteki dünyada ararken, 21/447 Utopia'da insanların bu dünyada, yeryüzünde nasıl mutlu olabilecekleri anlatılır. Ortaçağ dinsel bağnazlığın karanlığı içinde bocalarken, Utopia düşünce özgürlüğünden yanadır ve tüm dinlere tam bir hoşgörü gösterir. İşte bu yüzden, dinsel reforma karşı çıktığı halde, Thomas More'u Rönesans'ın bir öncüsü, vaktinden önce yaşamış bir Elizabeth çağı adamı ve sözcüğün her iki anlamıyla tam bir Hümanist sayarız. 22/447 THOMAS MORE'UN YAŞAMI Öyle yazarlar vardır ki, yazdıklarını değerlendirmek için, onların yaşam öykülerini ve özel kişiliklerini ayrıntılı olarak bilmesek de olur. Hatta bu yazarları çok beğensek de, nasıl yaşadıklarını, ne biçim insanlar olduklarını ayrıca merak etmeyebilir, yazdıklarını okumakla yetiniriz sadece. Buna karşılık, sanki sofralarında oturmuş, sohbetlerini dinlemiş, dostluklarından yararlanmış gibi, içli dışlı, garip bir ilişki kurduğumuz kimi yazarlar da vardır. Neredeyse beş yüz yıl önce yaşadığı halde, Sir Thomas More, bunların arasında bize belki en yakın olanlarından biridir. Bu bakımdan onun nasıl yaşadığını, ne biçim bir insan olduğunu anlatmayı, hem ayrıca ilginç bulduğumuz, hem de ilerde değineceğimiz kimi çelişkilere ışık tutmak açısından gerekli saydığımız için, yaşamı ve kişiliği üstünde uzunca durmanın zorunluğuna inandık. Yalnız biz değil, More'u inceleyenlerin çoğu örneğin Sidney Lee, Karl Kautsky, R.W. Chambers aynı zorunluluğu duymuşlar, kitaplarında onun yaşamını ve kişiliğini tüm ayrıntılarıyla ele almışlardır. More'u tanıyan ya da ölümünden sonra üstüne bilgi edinen çağdaşları da, bu eşsiz adamın yaşantısına tanıklık etmek, bu konuda bildiklerini gelecek kuşaklara iletmek gerektiğine inanmışlardı herhalde. Böylece, More öldükten 29 yıl sonra dünyaya gelen Shakespeare'in yaşamıyla ilgili nerdeyse hiçbir şey bilmezken, More konusunda ayrıntılı bilgi vardır elimizde. Çünkü damadı William Roper, Thomas Stapleton, Nicholas Harpsfield, Ro. Ba. harfleriyle bilinen bir yazar, yeğeni William Rastell, torununun oğlu Cressacre More ve başkaları, More'un yaşam öyküsünü anlatmışlardır. William Roper'in kaynatasının ölümünden yirmi yıl kadar sonra yazdığı yaşam öyküsü bunların en değerlisidir kuşkusuz. Aşağı yukarı 70 sayfa tutan 24/447 ve More'un yaşamını anlatırken başlıca bilgi kaynağımız olan bu kitapçığı R.W. Chamber, haklı olarak, "İngiliz dilinde yazılan yaşam öykülerinin herhalde en kusursuzu" diye tanımlar. Bunların dışında, Sir Thomas More'un yazdığı ya da ona yazılan iki yüze yakın mektup da vardır elimizde. More, vatan haini olmakla suçlanıp, ölüm cezasına çarptırıldığı için, bu mektupları saklamak tehlikeli bir işti aslında. Ne var ki yakınları, özellikle büyük kızı Margaret, damadı Roper ve kız kardeşinin oğlu Rastell, tehlikeyi göze alıp, mektupları güvenilir yerlerde sakladılar. Bunların büyük bir bölümü, o sırada okumuş insanların ortak dili olan Latinceyle yazılmıştı. İleride göreceğimiz gibi, mektupların en ilginçleri, More'un Erasmus'a ve Erasmus'un More'a yazdıklarıdır. Thomas More, 7 Şubat 1478'de Londra'da doğdu. Sekiz yaşındayken girdiği St. Anthony okulunda dört yıl okuduktan sonra, babası onu Kardinal Morton'un evine yerleştirdi. 25/447 Bilgisini görgüsünü artırmak amacıyla çocuklarını başka bir ailenin yanına vermek, İngilizler'in bir geleneğiydi o sıralarda. En soylu ve varlıklı aileler bile bu geleneğe uyar, çocuklarının eğitimi açısından daha yararlı bulurlardı bunu. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru İngiltere'de yaşayan bir İtalyan diplomatı, İngilizler'i bu bakımdan ayıplar; kendi çocuklarını bir yabancının evine gönderip, yabancı çocukları kendi evlerine aldıkları için, onları sevgiden yoksun olmakla suçlar. Oysa More ile babası arasında büyük bir sevgi vardı. More, hukuk merakını da, tüm Avrupa'ya ün salan neşesini ve şakacılığını da, kendi gibi yargıç olan babasından almıştı herhalde. Anlatıldığına göre, üç kez dünya evine giren babasının, evlilik konusunda karamsar olduğu kadar da eğlenceli bir görüşü varmış: Kendine eş seçen adamı, içinde yedi tane zehirli yılanla bir tek lezzetli yılan balığı bulunan bir torbaya elini daldıran bir kişiye benzetir, 26/447 yılanlar sokmadan balığı yakalayabilmesi için, bu adamın elinde ancak yedide bir olanak bulunduğunu söyleyip dururmuş. Thomas More, Kardinal Morton'un evinde çok yararlı birkaç yıl geçirdi; çağın başta gelenlerini yakından tanımak, değişik konularda geniş bilgi edinmek olanağını buldu. İleride göreceğimiz gibi, Utopia'nın birinci bölümünde, Raphael Hythloday'i sözcü olarak kullanıp, Kardinal'i bir hayli över. Daha sonraları More gibi "Lord Chancellor"luğa yükselen Kardinal Morton da More'a hayranmış. Sofrada hizmet eden çocuğu konuklarına gösterip, "Şu küçük yok mu, eşsiz bir insan olacak günün birinde, göreceksiniz," dermiş. Roper'in anlattığına göre, güler yüzü ve zekâsıyla Kardinal'in evini canlandıran genç Thomas, dışardan çağrılan tiyatro kumpanyaları sahnedeyken oyuncular arasına karışır, tuluat yaparak öyle güzel oynarmış ki, en usta oyunculardan daha da çok alkış toplarmış. 27/447 Thomas More on dört yaşına gelince, Kardinal Morton onu Oxford'a gönderdi. More orada, Linacre, Grocyn ve Colet gibi çağın en ünlü Hümanistlerinin öğrencisi olarak, iyice bildiği Latincesini ve özellikle Yunancasını ilerletti. Üniversiteden ayrıldıktan sonra da, Yunanca üstüne çalışmalarını hiçbir zaman bırakmadı. John Lily'yle birlikte birçok Yunanca şiiri, Erasmus ile de Lukianos'un bazı parçalarını İngilizceye çevirdi. Latince, Katolik Kilisesi'nin dili olduğu için, eğitime çoktan yerleşmişti. Ama o sıralarda bilgi düşmanı kimi din adamları, Yunanca eğitimini baltalamaya çalışıyorlardı. More ömrü boyunca cephe aldı bu çeşit din adamlarına karşı. Hümanistlerin verimli ve rahat çalışabilmeleri için her zaman elinden geleni yaptı. Oxford ile Cambridge'in öğretim üyelerini ve öğrencilerini daha yakından tanıyabilmek, sırasında onları koruyabilmek amacıyla, kendi isteğiyle onursal bir görev 28/447 aldı; "High Steward" olup, bu iki üniversitenin adliyeyle ilgili işlerine baktı. Damadının anlattığına göre, More'un bilgiye karşı öyle büyük bir saygısı varmış ki, Oxford ya da Cambrigde'den gelenlerle herhangi bir konu üstüne tartışırken tam haklı çıkacağı, karşısındakini mat edeceği sırada, bu bilginleri güç duruma düşmekten kurtarmak için, hemen yenilmiş görünüp, başka bir konuya geçiverirmiş. Erasmus'un bir mektubundan anlaşıldığına göre, More, Oxford'da kalıp, Yunanca ve felsefeyle ilgili çalışmalarını sürdürmek istiyordu. Ne var ki, yargıç olan babası, onu kendi mesleğine yöneltmek niyetindeydi. Böylece, More, Oxford'da ancak iki yıl okuduktan sonra, o sıralarda bir çeşit Hukuk Fakültesi yerini tutan New Inn ve Lincoln's Inn'de hukuk öğrenimi yaptı ve 1501'de, yani23 yaşındayken Baro'ya girdi. 29/447 Çağımızın İngiliz tiyatro yazarlarından Robert Bolt, A Man for All Seasons adıyla, Sir Thomas More'u ele alan ve İngiltere'de, Amerika'da ve Fransa'da büyük ilgiyle seyredilen, hatta filmi bile yapılan bir oyun yazdı. Bu oyunun kişilerinden Kardinal Wolsey, çok yerinde bir söz söyleyerek, "More, siz rahip olmalıydınız" der. Gerçekten de More, 1501 ile 1505 yılları arasında rahip olmayı düşünmüştü. Bunu yalnız düşünmekle kalmayıp, Charterhouse adlı manastıra kapanarak, dört yıl boyunca bir keşiş gibi yaşamıştı. Ne var ki, manastırlar o sıralarda bilgi merkezleri olduğundan, More yalnız dua etmekle kalmadı, sürekli okudu ve yoğun bir çalışmaya da daldı. Erasmus, More'un kişiliğini anlatan mektubunda, "asıl isteği rahip olmaktı" der. "Oruç tutarak, dua ederek, geceleri uyumayarak, buna hazırlandı. Oysa çoğu insanlar, rahipliğe hiç hazırlıksız atılıverirler." Gerçi More rahip olmadı; ama dine aşırı tutkusu yüzünden, 30/447 ömrünün sonuna kadar kendi kendine eziyet etti. Damadı Roper'e göre, çok sıkı perhizler tutar, ya kuru toprağın ya da şikesiz bir tahtanın üstünde yatar, yastık olarak başının altına bir odun parçası koyar, sabahın ikisinde de kalkarmış. "Kamçılarla, düğümlü iplerle bedenini zaman zaman cezalandırdığını" öğreniriz gene aynı kaynaktan. Hatta More, bedeninin isteklerini sıkı bir denetim altına almak amacıyla, çıplak tenine sert kıldan yapılmış bir gömlek giyermiş. Ölüm cezasına çarptırılmadan bir gün önce, cellatları görmesinler diye, bunu gizlice kızına göndermiş. Zaten bu gömleği yıkamak görevini üstlenen sevgili kızı Margaret'ten başka herkesten de saklarmış bunu. John Bouge adında bir din adamı, More'un ölümünden sonra yazdığı bir mektupta, bu yüzden ara sıra derisinin kanadığını, kanın giysilerine kadar sızdığını anlatır. More'un rahip olmaktan neden vazgeçtiğini kesin olarak bilmiyoruz. 31/447 More'un yaşam öyküsünü yazanlardan rahip Stapleton'a göre, çağının din adamları ahlak açısından gevşek davrandıkları, dinsel coşkularını da artık yitirdikleri için caymıştı bu işten. Erasmus'un demin sözünü ettiğimiz mektubuna göre de "sevdalandığı için bu isteğinden vazgeçti; iffetsiz bir rahip olmaktansa, iffetli bir koca olmayı yeğledi." Ama belki de bunun nedeni, sanıldığı kadar basit değildi. Belki de More bir manastıra çekilmemekle topluma ve yurduna, dolayısıyla Tanrı'ya karşı görevini daha iyi yapabileceği kanısına varmıştı. More'un İtalyan Hümanisti Pico Della Mirandola'nın yaşam öyküsünü anlatan bir kitabı Latinceden İngilizceye çevirmesi, bu noktayı aydınlatmak açısından bir hayli ilginçtir: Otuz üç yaşında ölen bu soylu genç, o çağın en bilgili adamlarından biriydi. Savanarola'nın etkisinde kalıp, dünyadan el etek çekmek istedi. Ama Borgialar'ın egemenliğinde çeşitli kötülüklerle dolu bir çevrede, manastırda 32/447 yaşayan bir keşiş gibi erdemli yaşamanın da olumlu yanları olduğunu düşünüp bu isteğinden vazgeçti. Belki aynı kaygıyla rahip olmayan More, 1505'te Jane Colt ile evlendi. Damadı Roper'e göre, More üç kız kardeşle tanışmış o sıralarda. En çok hoşlandığı bu kızların ikincisiymiş. Ama ortanca kızın ablasından önce evlenmesinin doğru olmayacağını, büyük kızın bu yüzden üzüleceğini düşünerek, hoşlandığı kızdan vazgeçip ablasını almış. Erasmus, More'u anlatan mektubunda Jane Colt'tan da söz eder: "Eş olarak seçtiği, iyi soydan, ama hiç okumamış, köyde yetişmiş çok genç bir kızdı. Böylece More, onun kişiliğine istediği biçimi verebildi. Kitaplardan hoşlanmayı, çalgı çalmayı öğretti ona; kendi yaşantısına uygun bir eş haline soktu." Üstelik More, kıza ara sıra sopa çekmesini salık veren kayınbabasının öğütlerine hiç mi hiç kulak asmadan karısını adam edebildi. 33/447 More'un evliliği çok mutlu oldu. Beş yıl içinde, üçü kız, dördüncüsü oğlan, dört çocukları dünyaya geldi. Ama ne yazık ki karısı vakitsiz öldü ve More, Erasmus'un anlattığı gibi, birkaç ay sonra, çocuklarına baksın diye bir dulla evlendi. Bu dulun ilk kocasından olan kızını da, kendi kızı gibi büyüttü. İkinci karısı Alice Middleton, ne gençti ne de güzel. Oldukça da huysuzdu. Ama More iyi geçinirdi onunla. "Şakalarla, okumalarla, karısını avucunun içine aldı. Oysa çoğu kocalar hoyrat ve sert davranarak, karılarını yola getiremezler. Bu kadının ters ters konuşmalarına aldırmadan, ona harp ve gitara çalmasını öğretti. Onu her gün gözü önünde çalıştırdı" diye anlatır Erasmus. More ailesinin mutluluğu dillere destan olmuştu. Ann Mannign, 1851'de yazdığı The Household of Sir Thomas More adlı kitabında, More'un kızları ve karısıyla nasıl yaşadığını çok iyi anlatır. Ama o evde uzun süre konuk kalan Erasmus'un anlattıkları, 34/447 elbette daha çok ilgilendirir bizi: "More Thames kıyılarında, Londra'ya yakın bir ev yaptırdı. Bir sarayı andırmıyor bu ev; imrenilecek kadar görkemli de değil, ama rahat. Karısı, oğlu, gelini, evli olan üç kızı ve on bir torunuyla, tatlı bir dostluk havası içinde yaşıyor burada. Çocuklarına böylesine düşkün bir adam ömrümde görmedim. Gençlerle yaşlılar arasında hiçbir ayrım gözetmiyor. Karısı yaşlı olduğu halde, sanki on beşinde bir genç kızmış gibi seviyor onu, üstüne titriyor. Öyle bir huyu var ki, mutsuz olayları önleyemezse, bunlarda bile bir mutluluk buluyor. Platon gibi onun da bir akademiye başkanlık ettiğini söyleyebiliriz; ama bu akademide geometri ve hesap yerine, aile erdemleri öğretiliyor. Evinde oturanların hepsinin işi gücü var. Bir tek ters söz söylenmiyor burada. Nezaket ve iyilik üstüne kurulmuş bir disiplin var bu evde." Erasmus, başka bir mektubunda da şöyle der: "Ailesini kolayca yönetir. Felaketler kavgalar yoktur 35/447 evinde. Bir anlaşmazlık çıkınca, dakikasında uzlaşılır. Ne o kimseye düşman olur, ne de kimse ona. Tüm ev halkı mutluluk içindedir. Oraya her giren rahatlar. Çocuklarının üstüne fazla düşerek onların keyfini kaçırmaz; ama hiçbir görevini önemsemediği de görülmemiştir." Tıpkı Erasmus gibi, damadı William Roper de More'un tatlı huyunu anlata anlata bitiremez; on altı yıldan fazla onunla aynı evde oturduğunu, ama onu bir tek kez öfkeli görmediğini söyler. Çağın ünlü ressamlarından Hans Holbein, Sir Thomas More'un Chelsea'deki bu evinde iki yıla yakın konuk kalmış, Erasmus'un isteği üzerine Utopia'yı resimlendirmiş, More'un çeşitli portrelerini yapmıştır. Bir söylentiye göre, bu portrelerin en güzeline Sekizinci Henry sahip çıkmış; ama More'a düşman olan karısı Kraliçe Anne Boleyn, bunu sarayın penceresinden atarak parçalamış. Hans Holbein, More'un mutlu ailesini gösteren bir tablo da yapmıştır. 36/447 Pırıl pırıl bir çocuk olmadığı halde oğlunu çok seven More, kızlarına ayrıca düşkündü. Doğurmak üzere olan büyük kızı Margaret'e yazdığı bir mektupta, onun gibi kadınlara hayran olduğunu, üç erkek doğuracağına, kendine benzer bir tek kız doğurmasını yeğlediğini söyler. Margaret'e, başka bir mektubunda da, çocuklarına duyduğu sevgiye değinir: "Bil ki, çocuklarım cahil ve tembel olmasınlar diye her şeyi gözden çıkarırım; onların gelişmesine yardım etmek için işimi gücümü bırakırım gerekirse, der. Utopia'dan anlaşıldığı gibi, More kadınla erkek arasında hiçbir ayrım gözetmez. Kadınların tıpkı erkekler gibi eğitilmeleri gerektiğine inanır. Çocuklarının özel öğretmeni Gunnell'e yazdığı bir mektupta, eğer bir kadın hem bilgili hem de erdemliyse böyle bir kadını Troyalı Güzel Helena'dan daha değerli saydığını söyledikten sonra, kadınla erkeğin eşit olduğunu bir kez daha yineler: "Hasat zamanı gelince tohumu eken el, ha bir erkek 37/447 eli olmuş, ha bir kadın eli.. İnsanı hayvandan ayıran akıl, erkekte de var, kadında da. Onun için ikisi de okumalı; güzel bir eğitimin tohumlarıyla yeşeren bir tarla örneği, akıllarını geliştirip güçlendirmeli. Kadınların okumalarını engellemek isteyen kişilerin savundukları gibi, eğer kadınlar akıl alanında verimsizse, onların tarlalarında ancak zararlı otlar bitiyorsa, o zaman kadınların eğitimiyle özenle ve sürekli uğraşıp, doğanın bu yanlışını düzeltmek gerekir bana kalırsa." Sir Thomas More'un üç kızı, özellikle Roper ile evli olan büyük kızı Margaret, bilgileriyle Avrupa'da ün salmışlardı o sıralarda. More, kızlarının eğitimiyle hem kendi uğraşmış, hem de onlara en iyi öğretmenleri tutmuştu. More'un kızları, Latinceyi İngilizce kadar rahat okuyup yazarlar, hatta ara sıra babalarıyla Latince konuşurlar, Latince yazışırlardı. More ile arası açılmadan önce, Kral da bu kızlarla övünür, felsefe tartışmaları yapmak üzere onları saraya çağırırmış. Erasmus, 38/447 Fransız Hümanisti Guillaume Bude'ye bir mektubunda, More'un kızlarının bilgisine ne denli hayran kaldığını anlattıktan sonra, kızların yüksek öğrenimi konusunda eskiden bazı kuşkuları olduğunu, ama arkadaşının başarılı deneyinden sonra, artık bunun doğruluğuna inandığını söyler. Rotterdam'lı Desiderius Erasmus (1467-1536) öğrencisi Lord Mountjoy'un çağrısı üzerine, 1499'da ilk olarak İngiltere'ye geldiği sırada, More ile tanışmıştı. Anlatıldığına göre, Avrupa'nın en ünlü bilginiyle o sırada henüz 21 yaşında olan More, kim olduklarını bilmeden, bir dost sofrasında karşılaşmışlardı. Birbirlerinin konuşmalarını bir süre dinledikten sonra Erasmus, More'a dönüp, "Siz herhalde Thomas More olmalısınız," demiş. More da, "Siz de Erasmus'tan başkası olamazsınız," diye karşılık vermiş. Bu iki kişinin dillere destan olan ilk karşılaşmaları, Elizabeth çağında halkın ayrıca hoşuna gitmiş olmalıdır. Çünkü 39/447 daha sonra sözünü edeceğimiz Sir Thomas More adlı oyunun üçüncü perdesinde, aynı sahne değişik bir biçimde canlandırılmıştır. More, Erasmus'un İngiltere'de bulunduğunu, Chelsea'deki evine konuk olarak geleceğini öğrenince, Yüce Erasmus'un gerçekle görünüşü birbirinden ayırt edip edemediğini anlamak amacıyla, ona bir oyun oynamaya karar verir. Evinde hizmet edenlerden birine kendi giysilerini giydirir, boynuna bir altın zincir takar, onu kendi yerine oturtur. Derken Erasmus ile çağın tanınmış şairlerinden Earl of Surrey gelirler. Erasmus, Thomas More'un ününün denizleri aştığını, tüm Hıristiyan ülkelerine yayıldığını, onunla tanışmaya can attığını söyler. Earl of Surrey de, İngiltere'nin en onurlu bilgini, en değerli devlet adamı saydığı More'u över. Ne var ki, Erasmus, ikide birde yanındaki adama bakıp, onun Thomas More olduğuna bir türlü inanamaz. Adamcağız, Erasmus'un Latince sözlerine karşılık vermeye yanaşmayınca, 40/447 Hollandalı bilgin büsbütün kuşkulanır. O sırada sahneye giren More, böyle bir şaka yapmaktan kendini alamadığını açıklar. Erasmus, İngiltere'ye bu ilk gelişinden sonra, oraya sık sık uğradı; 1511 ile 1514 arasında Cambridge'de Yunanca öğretti ve More'un yakın dostu oldu. Kendinden on bir yaş küçük bu gence Erasmus'un derin bir hayranlığı vardı. Yeni tanıştıkları sırada yazdığı bir mektupta, "Doğa, Thomas More'dan daha tatlı, daha ölçülü ve daha mutlu bir dahi yaratmış mıdır acaba?" diye sorar. Beraber yaptıkları Lukianos çevirisinin önsözünde de, More'a duyduğu büyük sevgiyi dile getirir; onun ince ve keskin zekâsını, burukluktan arınmış, güler yüzlü mizah duygusunu göklere çıkardıktan sonra, arkadaşının hem akıl, hem de huy açısından eşsiz olduğunu söyler. Erasmus, 1509 yılında More'un evinde konuk kaldığı sırada, lumbagodan rahatsız olduğu ve kendi söylediğine göre, ciddi bir iş 41/447 yapacak durumda bulunmadığı için, More'un isteği üzerine, yedi günde yapıtlarının en ünlüsünü, çağın tüm çılgınlıklarını taşlayan Moraie Encomium'u yani Deliliğe Övgü'yü yazdı ve More'a sunduğu bu kitabı, sırf arkadaşının zorlamasıyla yazabildiğini ve ona bu işi yaptırmanın, "bir deveye dans etmesini öğretmek" kadar zor bir iş olduğunu söyledi. Erasmus ile More'un böylesine kaynaşmalarına hiç şaşmamalı; çünkü Hü- manist akımın içinde yoğrulmuş, aynı değerlere inanan insanlardı ikisi de. Institutio Christiani Principis'den (Bir Hıristiyan Prensinin Eğitimi) anlaşıldığı gibi eğitimle ilgili sorunlara Erasmus da More kadar önem veriyordu. Gene aynı kitapta görüldüğü gibi, Erasmus da savaşa karşıydı: "Eğer böylesine uğursuz bir işten sakınmanın yolu yoksa, az zarar görülmesi, az kan dökülmesi, savaşın çabuk bitmesi için krallar ellerinden geleni yapmalıdırlar hiç olmazsa," derdi. Erasmus'a göre de, iyi bir kral, savaştan ve yabancı 42/447 ülkeleri ele geçirmeye yeltenmekten kaçınıp elinde bulunan ülkeleri doğru dürüst yönetmeye bakmalıydı. Erasmus da çok ağır bir suç işlemeyene ölüm cezası verilmesini kınardı: "Aklı başında bir cerrah, ancak son çare olarak bir kolu ya da bir bacağı kestiği gibi, toplum da ancak her çeşit çareyi denedikten sonra ölüm cezasına başvurmalı." Erasmus da hiçbir işe yaramayan tembel soylu sınıfına karşıydı: "Rahatlık onları gevşetmiş, keyf de kadınlaştırmıştır. Yararlı mesleklerde ustalıkları yoktur. Ancak eğlenceden, avdan, ya da bunlardan da kötü şeylerden anlarlar.. Ne diye bu tür insanlar, ayakkabıcılardan ya da çiftçilerden üstün sayılsınlar?" Erasmus da toplumsal düzenin adaletsizliği üstünde durur; yoksulların daha az, varlıklıların daha çok vergi vermelerini ister; ağır vergiler yüzünden fakir fukaranın umutsuzluğa kapılıp suç işlediğini belirtir; hatta daha ileri giderek, "zenginliğin birkaç 43/447 kişinin elinde toplanmasını engellemek için, çareler düşünmeli," derdi. Erasmus ile More arasındaki bu güzel yakınlığı bilen, More'un ne biçim bir adam olduğunu merak eden Lutherci Alman Hü- manistlerinden Ulrich von Hutten'e Erasmus'un 1519'da, yani More'u tanıdıktan yirmi yıl sonra yazdığı mektup ayrıca ilginçtir. Erasmus, arkadaşının kişiliğini öylesine olağanüstü, öylesine değişik ve çok yanlı bulur ki, onu anlatabilecek kadar yetenekli saymaz kendini, ama gene de uzun uzun söz eder More'dan: "More, orta boylu, biçimlidir. Solgun teni, ancak yüzü kızarınca renklenir. Saçı, sarıyla karışık kara, ya da karayla karışık sarıdır. . Açık kurşun rengi gözlerinde sarı benekler vardır. İngilizlere göre, bir deha belirtisidir bu; ancak üstün insanlarda bulunur. Cana yakın, hoş bir yüzü vardır. Kolayca gülümser.. Yediğine içtiğine onun kadar aldırmayan bir adam ömrümde görmedim. . Sadece su içer. . Müziğe çok 44/447 düşkün olduğu halde, sesi kalın ve uyumsuzdur. Ağır ağır, açık seçik konuşur; hiçbir zaman duraklamaz. Sade giyinir; ipeklerden, kadifelerden, altın zincirlerden hoşlanmaz. Teşrifata aldırdığı yoktur. Ne kendi katlanır buna, ne de başkalarından bekler. Ona göre, aklı başında bir adam, bu çeşit saygı gösterilerine metelik vermez. İşte bu yüzden saraydan uzak kalmıştır bugüne dek. . Her çeşit kumardan nefret eder. Sohbetine doyum olmaz. Açık saçık konuşmadan, dedikoduya düşmeden çok eğlenceli olmasını bilir. . Akıllılarla akıllıdır; akılsızlarla şakalaşır. . Tüm hayvanlara düşkündür; onları incelemekten hoşlanır. Chelsea'nin kuşları, acıkınca ona gelirler. . Ona gösterilen bütün acayip şeyleri satın alır. Evi, garip eşyalarla dolu bir dükkâna benzer, bunları çevresine göstermekten ayrıca hoşlanır." Erasmus mektubunda, "dünyanın en sevimli insanı" olan More'un, "dost olmak için dünyaya geldiğini, dost olmak için 45/447 yaratıldığını" söyler. "More'un öylesine olağanüstü bir sevecenliği ve öyle tatlı bir huyu vardır ki, en güç durumlarda bulunan en kederli insanları bile avutabilir. Ona düş- manlık edenlerin bile yardımına koşarak, en kötü şeyleri bir sevinç kaynağına dönüştürebilir. Gerçek dosttur o. . Güç durumda olanların başlıca koruyucusudur." Erasmus, More'un neşesine, güler yüzüne ayrıca hayrandır. Tanıdıkları arasında gülünç şeyleri en çabuk onun sezdiğini, "kendi kendisiyle de alay etmesini" bildiğini söyler. More, başkalarının düpedüz felaket sayacakları durumlarda bile, gülünecek bir yan bulur. Örneğin Francis Bacon'un Apophthegms'de anlattığına göre, ilk karısı erkek çocukları olsun diye hep dua eder dururmuş. Sonunda bir erkek çocukları olmuş ama, John'un zekâsı pek gelişmeyince, More karısına, "Erkek çocuğun olsun diye öyle yalvarıp yakardın ki, bu çocuk ömrünün sonuna kadar hep 'erkek çocuk' kalacak," demiştir. 46/447 More'un ölümle yüz yüze geldiği zaman bile, şakalaşmaktan geri kalmadığını göreceğiz ileride. Onda en özlü, en derin düşüncelerini ve inançlarını şaka edercesine, en aşırı, en olmayacak şakalarını da son derece ağırbaşlı hallerle söylemek huyu da varmış anlattıklarına göre. More, bir dostunun ona şöyle dediğini yazar: "Şakalaşırken bile öyle ağırbaşlısınız ki, çoğu zaman ciddi olup olmadığınızı anlayamıyor insan." Daha sonraları göreceğimiz gibi, More'un bu huyu, Utopia'nın akıllara sığmayacak kadar yanlış yorumlara uğramasına neden olmuştur. More'un İngiliz halkına en hoş gelen özelliklerinden biri de bu güler yüzlülüğü olduğu için, Elizabeth çağında oynanan Sir Thomas More'da Utopia yazarının bu yanı üstünde ayrıca durulur. Oyunun birinci perdesinde, More'un başka bir yargıçla nasıl alay ettiğini anlatan ve o sıralarda Londra'da dillere destan olan bir öykünün sahnede canland- ırıldığını görürüz: Adı Scoresbie olan bu 47/447 yargıç, parası çalınanları iyice azarlarmış; üstlerinde fazla para taşımakla hırsızları kışkırttıklarını, üstelik kendi ceplerini korumak gücünden bile yoksun olduklarını söylermiş. Bu çeşit sözleri çok dinleyen More, meslek arkadaşına bir ders vermeyi aklına koymuş: Londra'nın en usta yankesicilerinden birini çağırıp yargıca gizli bilgi vermek bahanesiyle onunla konuşmasını; bu görüşme sırasında da parasını çalmasını istemiş. Bu suçu yüzünden cezalandırılmayacağına da söz vermiş. Yankesici, More'a öylesine güvenirmiş ki, isteğini hemen yerine getirmiş. Soyulan Scoresbie kıyametleri koparınca, More, onun başkalarına söylediklerini, harfi harfine yargıç arkadaşına tekrarlamış. Ve gülünç duruma düşen Scoresbie, paraları geri vermeye hazır olan usta yankesicinin suçunu bağışlamak zorunda kalmış. Oyunun üçüncü perdesinde, More'un başka bir şakasını görürüz: Bir şölende, konukları eğlendirmek 48/447 amacıyla bir oyun oynanmaktadır. Takma sakalı hazır olmadığı için oyunculardan biri sahneye çıkamayınca, More hemen onun yerini alır. Tuluat yaparak, oyunu aksatmadan yürütmesine, seyirciler de, oyuncular da hayran kalırlar. Aynı perdede More, gülmeyi ne denli sevdiğini anlatır Erasmus'a: "Erasmus, bil ki, neşedir yüzümü kırıştıran. Neşe beni bırakınca, mezarıma kavuşmaktır biricik dileğim." Thomas More, Baro'ya girdiği yıl, yani daha 23 yaşındayken Ermiş Augustinus'un ünlü yapıtı De Civitate Dei (Tanrının Beldesi) üstüne St. Laurence Kilisesinde yaptığı konuşmalarla, okumuş yazmış Londralılar'ın dikkatini çekmişti. Bundan iki yıl sonra, 25 yaşındayken Parlamento'ya girdi. Siyasal yaşantısında hiçbir ödün vermeye yanaşmayacağı daha o sırada anlaşıldı. Çünkü iplerini elinde tuttuğu kuklalar gibi, Parlamento üyelerine her istediğini yaptıran Yedinci Henry, kızını evlendirmek bahanesiyle Parlamento'dan 49/447 haksız bir vergi koparmaya kalkıp da, üyeler de buna katlanır gibi olunca, Thomas More bir tek söylevle Kralın isteğini engelledi. "Tüysüz bir oğlan" dedikleri genç Parlamento üyesine kızan Kral, hıncını More'un babasından aldı. More'un parası olmadığı için, onun yerine babası yüz İngiliz lirası para cezası verdi ve bir süre hapis yattı. Saklanmak zorunda kalan More, sıkıntılı bir iki yıl geçirdi. 1508'de, belki de Kralın baskısından kurtulmak için, Paris'e ve Louvain'e bir yolculuk yaptı. 1509'da Sekizinci Henry tahta geçince, More, "undersheriff" unvanıyla yargıçlığa atandı. Thomas More, yıllarca süren yargıçlığı sırasında, dürüstlüğü ve yoksullara gösterdiği anlayış ve iyilik sayesinde Londra'da ün saldı. Erasmus, daha önce sözünü ettiğimiz mektubunda, "Hiçbir yargıç, bu kadar çok sayıda davayı karara bağlamamış, onunkiler kadar doğru yargılar vermemiştir" diyerek, More'u bu açıdan da över. Thomas More'a rüşvet 50/447 vermeyi göze alamazdı hiç kimse. En yakınlarını bile kayırmaz, sırasında cezalandırırdı. Örneğin kendi damadı Giles Heron'a karşı bir karar vermişti. Onunla görüşmek isteyen tüm yoksul yurttaşlara kapısını açar; yıllar yılı sürüncemede kalan davaları bir çırpıda ve en doğru yoldan sonuçlandırırdı. Öyle ki, Londra halkı arasında şöyle bir tekerleme yayılmıştı o sıralarda: More bir süre yargıç olunca, Dava kalmadı artık ortada. More yeniden yargıç oluncaya dek Böyle bir şey bir daha görülmeyecek. Sir Thomas More, yargıç olarak en büyük yararlığı, "Kötü Mayıs Günü" diye anılan bir kargaşalık sırasında gösterdi. 1517 yılında, İngilizlerin geleneksel bayramlarından olan bir Mayıs günü, Londra'nın yoksul halkı, 51/447 çektikleri sıkıntılara dayanamayıp, korkunç bir öfkeyle ayaklandılar. Bu ayaklanmanın, elden geldiği kadar az kan dökülerek bastırılmasında, More'un büyük etkisi oldu. Hatta on altınca yüzyılın sonlarına doğru yazılan ve bize göre More üstüne önemli bir kaynak sayılan Sir Thomas More oyununa bakılacak olursa, More bu ayaklanmayı tek başına bastırmıştır: Birinci perdede devletin ileri gelenleri, "halkın ayrıca tuttuğu More gibi akıllı ve bilgili bir adamın tatlı ve kandırıcı sözlerinin" silahlardan daha etkili olacağını düşünüp More'a başvururlar. Serinkanlı bir tutumla her şeyin yoluna girebileceğine inanan More, ikinci perdede Londra halkına bir söylev verir. İşte, oyunun bu parçası bizi ayrıca ilgilendirmektedir; çünkü içinde dört beş değişik el yazısı bulunan yazmanın üç sayfası, yani bu söylevin yazıldığı sayfalar, birçok Shakespeare uzmanlarına göre, Shakespeare'in kendi el yazısıyla kaleme alınmıştır. Shakespeare'in birkaç belgede 52/447 gördüğümüz imzası dışında, hiçbir el yazısının elimize geçmediğini de düşünerek, bu varsayım büsbütün değerlenir gözümüzde. Sir Thomas More, Shakespeare'in Apocrypha'sında, yani Shakespeare'in belki bütününü, belki de bir kısmını yazmış olabileceği on dört oyun arasında yer alır. Kimine göre bu oyun, içinde Shakespeare'in de bulunduğu bir yazarlar grubunun ürünüdür. Kimine göre Shakespeare, oyunu yalnız gözden geçirerek, düzeltmeler yapmıştır; kimine göre de, bazı sahneleri bu arada demin sözünü ettiğimiz söylevi yazmıştır. Gerçekten, ikinci perdenin dördüncü sahnesinde, More'un yasal düzeni savunması, hem anlatım hem de düşünce açısından, Shakespeare'e oldukça uygundur. Örneğin bu oyunda More, bir ülkede kargaşalık çıkarsa, kolayca önlenemeyeceğini, sonunda herkesin, "açgözlü balıklar gibi" birbirini yiyeceğini söyler. Kral Lear'de, bu benzetmenin eşini görürüz: 53/447 Olacak er geç, Derin denizlerdeki canavarlar gibi, Birbirini kemirmek zorunda kalacak insanlar. Oyundaki More, Elizabeth çağının siyasal görüşlerinin belki de gerçek More'un paylaşmadığı görüşlerin bir sözcüsü olarak konuşup kurulu düzene karşı ayaklanmanın, Tanrı'ya karşı ayaklanmak olduğunu söyler. Çünkü bu düzeni koruyan Kral, yetkisini doğrudan doğruya Tanrı'dan alan kutsal bir varlıktır. Elizabeth çağında siyasal felsefenin temelini oluşturan bu tutum, Utopia'nın yazarına pek yakışmamakla beraber, Shakespeare'in İngiliz tarihi üstüne yazdığı tüm oyunlarda ve Odysseus'un Troilos ile Kressida'da verdiği ünlü söylevde aynen görülür. Sir Thomas More oyununun baş kişisi, bu kandırıcı sözleriyle halkı kolayca yola getirir; Kraldan özür dilerlerse, ceza 54/447 görmeyeceklerine söz verir. Ayaklanmanın elebaşıları, More'a öyle güven duymaktadırlar ki, hapse girmeyi bile göze alırlar. Halktan bir kadın, "Onların silahlarıyla yapamadıklarını, sen güzel sözlerinle fazlasıyla basardın" der More'a. Suçlular tam asılacakları sırada, More, Kralın önünde diz çöküp, onların bağışlanmasını sağlar. Kralın More'un dileğini yerine getirmekle kalmayıp, onu Lord Chancellor'luğa atadığı haberi de duyulur. Gerçi burada bir tarih yanlışı vardır; çünkü More ancak on iki yıl sonra, yani 1529'da bu göreve getirilmiştir, ama Mayıs 1517 olaylarında gösterdiği yararlığın, yargıç olarak saygınlığını pekiştirdiği de su götürmez. Thomas More, bu ayaklanmadan bir yıl sonra "King's Council'e girdi; yani Sekizinci Henry'nin danışmanı olarak görev aldı. 1516'da Kral, More'un, sarayında hizmet etmesini istemiş, More ise buna yanaşmamıştı. İlerde göreceğimiz gibi Utopia'nın başlangıncında, More'un sözcüsü olarak 55/447 konuşan Raphael Hythloday'in sarayda hizmet görmenin olumsuz yanlarını açıkladığı oldukça ilginç bir parça vardır. Gelgelelim Sekizinci Henry tuttuğunu koparan cinsten bir adamdı. Thomas More'u hizmetine almayı da aklına koymuştu. Erasmus, von Hutten'e mektubunda Kralın bir işi çözümlemek üzere More'u yabancı ülkelere gönderdiğini, elçisinin elde ettiği başarıyı gördükten sonra da, artık onsuz yapamayacağını anlayıp More'u saraya "sürüklediğini" anlatır. "Sürükledi" tam yerinde bir deyimdir; çünkü herkes saraya girebilmek için uğraşırken, More saraydan kaçabilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama Kral, ülkesinin en yetkili adamlarını çevresinde toplamaya karar vermişti. More'un, bunların arasına katılmaktan başka çaresi yoktu. Erasmus, aynı mektupta, "Şimdi Kral, hem dost hem de özel danışman olarak More'a öyle değer veriyor ki, ondan bir dakika olsun ayrılmak istemiyor," der. Başka bir mektubunda da, "More düpedüz 56/447 saray adamı oldu; hep Kralın yanında," dedikten sonra şunları ekler: "Saraya sürüklenen More'un haline üzülebilirdim. Böyle bir Kral ve bunca bilgili yurttaş arasında, orası her ne kadar bir saraydan çok bir üniversiteye benziyorsa da, bizi oyalayacak haberler alamayacağız artık Utopia'dan. Ama üzülmüyorum; çünkü biliyorum ki eğlenip gülmek gösterişli törenlerde omuz üstünde taşınmaktan daha çok hoşuna gider More'un." More'a gelince, "kendini Kralların ıvır zıvır işlerine vermediği için," Erasmus'u övmekle beraber, belki de ilkin tümüyle umutsuz değildi saraydan. O sıralarda arkadaşı Fisher'e yazdığı mektubun birkaç satırından anlıyoruz bunu: "Saraya girmek istemediğimi herkes biliyor.^ral da bu yüzden ikide birde takılıyor bana. . Ne var ki, Kralın bilgisi de iyiliği de her gün arttığı için, saray yaşantısının yükü gün geçtikçe hafifliyor gözümde." Lord Mountjoy'un, hocası Erasmus'a yazdığı bir mektupta anlattığına göre, bilgili adamlara 57/447 hayran olan, "onlarsız yaşamaya değmez" diyen Sekizinci Henry, Thomas More'u ayrıca seviyordu. Öyle ki, Kralın ona bu aşırı düşkünlüğünden ötürü, More'un rahatı kaçmıştı. Sekizinci Henry'nin sofrasında sohbete katılmak, onunla saatlerce felsefe, hukuk ve dinbilimle ilgili konuları tartışmak, gece yarıları sarayın damına sürüklenip yıldızlar ve gezegenler üstüne Krala bilgi vermek zorundaydı. Böylece bir ay süreyle evine gidemediği oluyor, çoluğunu çocuğunu göremiyordu. Damadı William Roper'in anlattığına göre, Sekizinci Henry'nin elinden kurtulabilmek için, More ara sıra aptal rolü oynar, abuk sabuk sözler söylermiş. Ama gene de onun peşini bırakmayan Kral, bu kez de Chelsea'deki eve bir baskın yapar; kolunu More'un boynuna dolayıp, onu konuştura konuştura bahçede bir aşağı bir yukarı yürütüp dururmuş. Ne var ki, gerçeği her zaman görebilen More, Sekizinci Henry'nin ona gösterdiği bu 58/447 aşırı düşkünlüğe pek fazla güvenmiyor olsa gerekti. Çünkü günün birinde, damadı, böylesine yüce bir kralın sevgisini kazanmakla, kayınbabasının çok mutlu olduğunu söyleyince Thomas More, "Kralın bana gösterdiği sevgiyle gururlanmamam gerek, oğlum Roper," demiş ve Fransa ile İngiltere arasındaki savaşa değinerek, "Kellem sayesinde Fransa'da bir kaleyi ele geçireceğini bilse, kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın," diye eklemiş. Nitekim dediği de olmuştur: Sekizinci Henry'nin çıkarlarıyla More'un inançları çatışır çatışmaz, Kral hiç çekinmeden, bu pek sevgili dostunun canına kıymıştır. Ne gariptir ki, toplumda yerinin gittikçe yükseldiği, şanının şerefinin gittikçe arttığı bu yıllarda More, başına gelecekleri sezmişçesine, hep ölümü düşünür, hep ölüme hazırlanır. 1518'de yayınlanan Latince Epigrams'larının çoğunda yoğun bir keder havası vardır. Bunlarda temel düşünce, yaşamın insanı ölüme götüren bir yol olduğu 59/447 inancıdır. Başka bir yazısında da tüm sorunun ölüme hazırlanmak olduğunu söyler, dünyayı bir zindana, insanları ölüm cezasına çarptırılmış tutuklulara benzetir. Çağdaşlarının hepsinin bildikleri gibi, More yükselme hırsından tümüyle arınmış bir insandı. Ne var ki, hiç istemediği halde, yükseliyordu durmadan. 1518-1529 yılları arasında, durumu çok parlaktı. 1520'de Fransa Kralı Birinci François ile Sekizinci Henry'nin, Calais dolaylarında, Camp du Drap d'Or denilen yerde, görkemli bir törenle buluşmalarına tanık oldu. Orada, çağın en ünlü Fransız Hümanisti Guillaume Bude ile karşılaştı. 1521'de "Knight" oldu, yani "Sir" unvanını aldı. O yıl ve daha sonraları, çeşitli görevlerle dış ülkelere gönderildi. 1523'te, Kardinal Thomas Wolsey'in desteğiyle Avam Kamarası'nda "Speaker" yani Meclis Başkanı oldu; ama hiç çekinmeden, Wolsey'in ve Kralın haksız para isteklerine karşı çıktı. More'u bu mevkiden 60/447 uzaklaştırmak için, ona daha da yüksek bir mevki verip elçi olarak İspanya'ya göndermek istediler. Ama More buna yanaşmadı. 1529'da Lancaster bölgesinin "Chancellor"u oldu. Ve aynı yılın Ekim ayında, çağın en yüksek devlet görevine, yani "Lord High Chancellor"luğa atandı. Gerçekte başbakanlıkla eşit bir görevdi bu; çünkü Lord Chancellor, başyargıç sıfatıyla tüm adalet mekanizmasını denetimi altında bulundurur, sarayın başdanışmanı olarak halkın deyimiyle "Kralın vicdanının bekçisi" sayılır, en önemli belgelere basılan devlet mührünü elinde tutar ve o sıralarda Avam Kamarası'ndan çok daha önemli olan Lordlar Kamarası'na başkanlık ederdi. Lord Chancellor olarak devlet mührünü törenle aldığı sırada, More, ölüme bir adım daha yaklaştığını sezmişçesine, sevinmesine hiçbir neden görmediğini; çünkü bu yüce mevkiin Kardinal Wolsey'nin başını yediğini söyledi: "Gerçekten onurlu olmaktan uzak sıkıntılar 61/447 ve tehlikelerle dolu bir görev sayıyorum bunu. Benden önce aynı görevi üstlenen kişinin durumundan anlaşıldığı gibi, insan ne denli yükselirse, o denli kötü olur düşüşü." Erasmus'un bir mektubundan anlaşıldığına göre Kardinal Wolsey, gözden düşüp Lord Chancellor'luktan çekilmek zorunda kalınca, More'u hiç sevmemekle beraber, İngiltere'de bu görevi gerektiği gibi yerine getirebilecek tek adamın o olduğunu söylemişti. Gene Erasmus'a bakılacak olursa, bu görev More'a hiçbir şey kazandırmayacaktı ama, İngiltere'de onun kadar yetenekli başka bir hukukçu olmadığı için, ülkesi çok şey kazanacaktı. O sırada İngiltere'de bulunan yabancı elçilerden Eustace Chapuys de, dürüstlüğü ve bilgisiyle ün salan Sir Thomas More, Lord Chancellor oldu diye herkesin bayram ettiğini anlatır. 62/447 More'un Lord Chancellor görevinde kaldığı iki buçuk yıl içinde, İngiltere'yi allak bullak eden bir sorun çıktı ortaya: Yedinci Henry'nin büyük oğlu Arthur, çocuk denilecek bir yaşta, İspanyol prensesi Arragon'lu Catherine ile nikâhlandırılmış, bir yıl içinde de ölmüştü. Sekizinci Henry adıyla tahta geçen kardeşi, siyasal nedenlerden ötürü ağabeyinin dul eşiyle evlendi. Gelgelelim günün birinde Anne Boleyn'e tutuldu. Yengesiyle evlenmesinin dinsel yasalara aykırı düştüğü bahanesiyle, ne yapıp yapıp boşanarak, Anne Boleyn ile evlenmeyi aklına koydu. Bilindiği gibi, Katoliklerin boşanmaları, ancak Papa'nın nikâhı bozmasıyla gerçekleşebilirdi. Ne var ki Papa bu yetkisini kullanmaya yanaşmadı; çünkü Catherine, İspanya'yı, Felemenk'i ve Almanya'yı egemenliği altında tutan Beşinci Charles'ın Şarlken yeğeniydi; Roma, bu güçlü imparatoru kızdırmayı göze alamazdı. Karısından ille kurtulmaya karar veren Sekizinci Henry, 63/447 boşanmasının dinsel yasalara sözde uygun olduğu konusunda, Oxford, Cambridge, Paris, Bruges, Bolonya, Padua üniversitelerinden bir çeşit ferman kopardı. Bunu Parlamento'da okuttu. Sonra, hem Papalığa fena halde öfkelendiği, hem de Katolik Kilisesi'nin mallarına göz koyduğu için, "Act of Supremacay" denilen yasayı ortaya çıkardı; yani Papalığın egemenliğini hiçe sayarak, kendini İngiltere Kilisesi'nin başı ilan etmek istedi. İngiltere'nin belli başlı din adamları, Sekizinci Henry'den korkup bu oldubittiye boyun eğince, Kralın boşanmasına öteden beri karşı çıkan Thomas More sağlık durumunu bahane edip, zaten zorla kabul ettiği Lord Chancellor'luktan çekildi. Bu yüksek görevden çekildiği için, More'un hiç mi hiç üzülmediği herkesçe biliniyordu. Daha önce de sözünü ettiğimiz Sir Thomas More adlı oyunda da anlatıldığına göre, More ayrıca sevinç duyuyordu bu ağır sorumluluktan kurtulduğuna. Dördüncü 64/447 perdede, birlikte çalıştığı adamlardan ayrılırken, Thames kıyısındaki evine gelip balık tutmaya çağırır onları: "Aman ne güzel! Artık güneşe günaydın diyorum, devlete iyi geceler!" Aynı oyunda, Lord Chancellor'luktan çekildiği haberini, ailesine büyük bir sevinçle müjdeler: Gemiciler fırtınadan kurtulup karaya çıkınca nasıl rahatlarsa, More da öyle rahatlamıştır. Karısına ve kızlarına, İngiltere'nin en neşeli Lord Chancellor'unun artık öldüğünü kahkahalar atarak bildirir. Bu eğreti onurlardan kurtulduğuna gerçekten sevindiğini, istifa ettiği gün Erasmus'a yazdığı biraz alaycı mektuptan da anlarız: "Çocukluğumdan bugüne dek hep istediğim şey, devlet işlerinin sıkıntılarından kurtulup yalnız Tanrı'yı ve kendimi düşünerek bir köşede yaşamaktı. Tanrı'nın özel bir bağışı ve pek anlayışlı Kralımın bana gösterdiği iyilik sayesinde, bu isteğim şimdi yerine gelmiş bulunuyor." 65/447 Chelsea Kilisesi'nde kendine tam o sıralarda yaptırdığı mezarın yazıtında da aynı düşüncelerle karşılaşırız. Thomas More, bir kopyasını da Erasmus'a gönderdiği bu yazıtta, ölen yakınlarından, babasından, "sevgili küçük karım" dediği ilk eşi Jane'den büyük bir sevgiyle söz eder. İki eşinden hangisini çocuklarını doğuranı mı, yoksa onları büyüteni mi daha çok sevdiğini kestirmenin güçlüğünü anlattıktan sonra kimi kişileri belki biraz şaşırtacak bir özlemini dile getirerek, "Eğer alınyazımız ve dinimiz bunu hoş görseydi, ne güzel olurdu üçümüzün evliliği!" der. Ve öteki dünyada üçü birleşerek, hayatın onlardan esirgediği mutluluğa ölüm sayesinde erişebilmeyi umar. More, aynı yazıda, bulunduğu memuriyetleri sayarak bu görevleri sırasında soylu sınıfın nefretini uyandırmadığını, halkı da hoş tuttuğunu, ancak hırsızlara, katillere ve Katolik dinine aykırı düşünceler besleyenlere karşı sert davrandığını söyler. Bir göğüs 66/447 hastalığı çekmektedir, kendini yaşlı bir adam sayıyordur, dünya işlerinden bıkmış ve yüksek görevinden ayrılmıştır artık. Çocukluğundan beri en çok istediği şeyi, şimdi elde edecektir: Son yıllarını, insanların işlerinden el etek çekip dünya kaygılarından uzak, ruhunun ölümsüzlüğünü düşünerek geçirecektir. Daha mutlu bir yaşamın başlagıcı saydığı ölümü anımsayarak, hiç korkmadan, hatta sevine sevine ölebilmek için yaptırmıştır bu mezarı. Ne yazıktır ki Sir Thomas More'un dünya işlerinden el etek çekip huzur içinde yaşlanmak isteği ger- çekleşmedi. Ömrünün son üç yılı, en acı yılları oldu. More, günün birinde Thames kıyılarında gezinirlerken, damadı William Roper'e şöyle demişti: "Bir çuvala tıkılıp şu nehrin sularına atılmaya razıyım. Yeter ki, istediğim üç şey gerçekleşsin: Birincisi, Hıristiyan hükümdarlar arasında barış sağlansın; ikincisi, Hazreti İsa'nın kilisesi, tüm yanlış ve sapık görüşlerden arınıp 67/447 birlik içinde yaşasın; üçüncüsü de, Kralın evlilik sorunu hayırlı bir sonuca varsın." Oysa More'un bu üç isteğinin tam tersi olmuştu o sıralarda: Hıristiyan ülkeleri birbirleriyle hâlâ savaşıyorlardı; Hazreti İsa'nın kilisesi ikiye bölünüyordu ve Kral, 1533 yılında Anne Boleyn ile gizlice evlenmişti. Üstelik Sekizinci Henry, kendim Kilise'nin başı yapan özel yasayı üyelere baskı yaparak Parlamento'dan geçirmekle yetinmemiş, ülkenin ileri gelenlerinin bu yasaya boyun eğecekleri konusunda açıkça and içmelerini istemişti. Böyle bir and ise, Katolik olan, dolayısıyla Papa'yı tüm Hıristiyan dünyasının başı sayan Katolik Thomas More'un vicdanına aykırıydı. More, derin bir sessizliğe gömülerek, bu tehlikeli durumdan belki de sıyrılabileceğini umdu. Bu yasaya karşı propaganda yapmadığına, yazılı ya da sözlü olarak bu konuda düşündüklerini hiç kimseye açıklamadığına göre, hiçbir suç işlememişti. Gelgelelim Robert Bolt'un A Man for All 68/447 Seasons adlı oyununda Thomas Cromwell'in dediği gibi, More'un ünü öylesine büyüktü ki, onun bu sessizliği "Avrupa'nın bir ucundan öteki ucuna çınlıyordu hem de ne yankılarla!" More'un desteğini sağlamakla kendi gücünün artacağını bilen Sekizinci Henry, onun ille konuşmasını, herkesin önünde Kralı İngiliz Kilisesi'nin başı saydığını yemin ederek bildirmesini istiyordu. Robert Bolt'un oyununda More, "Benim düşündüklerimin sizin için ne gibi bir değeri olabilir ki?" diye sorunca Sekizinci Henry, "Siz dürüstsünüz de ondan değeri var; daha doğrusu, herkes sizin dürüstlüğünüzü biliyor da ondan," diye karşılık verir. Kraliçe Catherine ile Kralın boşanmasına karşı tutumu yüzünden, More'a iyice düşman kesilen Anne Boleyn de Henry'yi boyuna kışkırtıyor, More'un kuyusunu kazmaya çalışıyordu. Oysa More, Kralın ikinci karısına hiç kızmıyor, kendi idamından bir yıl sonra Anne Boleyn'in de Sekizinci Henry'nin hışmına 69/447 uğrayıp ölüm cezasına çarptırılacağını bilmiş gibi, "Yakında başına ne felaketler geleceğini düşündükçe acıyorum ona," diyordu. Düşmanları, More'u yıkmak için çevirdikleri entrikalar arasında, Elizabeth Barton olayından da yararlanmışlardı. Bir manastıra çekilen ve "Kutsal Rahibe" diye anılan bu saralı kızcağızda, sözde geleceği sezme gücü vardı ve karısını boşayıp Anne Boleyn ile evlendiği için, Sekizinci Henry'nin cehennemlik olacağını ileri sürüyordu. Katolikler, bunu bir propaganda aracı olarak kullanınca, hem Elizabeth Barton hem de onu tutanlar 1533'te ölüm cezasına çarptırıldılar. Bu arada Sir Thomas More da sorguya çekildi. Kralın isteği üzerine Kutsal Rahibeyle konuşan More, ona siyasal sorunlara karışmamasını salık verdiğini söyledi. Bu dediği de doğruydu; çünkü More, dinine candan bağlı olmakla beraber, falcılık gibi boş inançlardan tümüyle arınmış bir insandı. Gerçi More temize çıktı ama, durumu büsbütün güçleşti. 70/447 Kralı İngiliz Kilisesi'nin başı saymaya yanaşmadığına göre, More'u iyice sindirecek bir yol tutmaktan başka çare kalmamıştı artık. More, 1534 yılının Mart ayında, yakın arkadaşı Piskopos Fisher ve başka Katolikler ile birlikte Londra Kulesi'ne kapatıldı. On beş ay, yani ölünceye kadar hapis yattı. Sir Thomas More oyununda anlatıldığına göre, More, ölüme gittiğini bildiği halde her zamanki neşesiyle güle söyleye hapse girdi. Oyunun dördüncü perdesinin sonlarına doğru, More'a haber getirirler: Eğer More Kralın çıkardığı yasaya boyun eğmezse, onu Londra Kulesi'ne kapatmak zorunda kalacaklardır. Karısıyla kızları More'un önünde diz çöküp, bu buyruğu yerine getirmesi için yalvarınca, More, Kralın sözünü dinleyeceğini bildirir. Onu tutuklamaya gelenler de, ailesi de sevinç içindedirler. Ne var ki, More'un bir şakasıdır bu; çünkü yerine getireceği buyruk, Londra Kulesi'nde hapis yatmak buyruğudur yalnızca. Beşinci perdenin 71/447 başlangıcında More, Londra Kulesi'ne gitmekle ne denli rahat ettiğini anlatır: Onu ezen bir sürü sorumluluktan kurtulmuştur; haksızlığa uğrayan yoksulların, mutsuz dulların, kimsesiz yetimlerin acı çığlıkları, uykularını kaçırmayacaktır bundan böyle. Gerçekten de Sir Thomas More, gençliğinde manastıra kapanmak pahasına kavuşmak istediği o sessiz yaşama, ölümünden önce hapise girmekle kavuşmuştu. Londra Kulesi'nden gönderdiği mektuplardan, açıkça anlıyoruz bunu. Bir ay hapis yattıktan sonra, büyük kızı Margaret'e, "Beni buraya koyanlar, bana büyük bir kötülük yaptıklarını sanıyorlar," diye yazar; "ama sevgili kızım, sana dinim üzerine yemin ederim ki, eğer karıma ve siz çocuklarıma karşı sorumluluklarım olmasaydı, çoktan böyle bir hücreye, hatta çok daha küçüğüne kapatırdım kendimi." More çekildikten sonra, onun yerine Lord Chancellor olan ve beş yıl sonra tıpkı More 72/447 gibi ölüm cezasına çarptırılan Thomas Cromwell, More'u sorguya çekmiş, Kralın merhametli olduğunu, onun hapisten kurtulup insanlar arasına yeniden karışmasını istediğini söylemişti. More, Nisan 1534'te Margaret'e yazdığı bir mektupta, bu öneriyi nasıl karşıladığını anlatır: "Bu yasada ve bu yasayı çıkaranda kusur bulmak amacını gütmüyorum. Ant içip bu yasaya boyun eğenleri de suçlamıyorum. Ama kendim aynı şeyi yaparsam ruhumun sonsuza dek lanetleneceğine inanmaktayım. . Bana tüm dünyayı bağışlasalar bile, dünya işlerine artık karışmayacağım. . Artık aklım fikrim bu dünyadan kurtulmakta. . Hiç kimseye kötülük etmiyorum, hiç kimse için kötü söylemiyorum, kötü düşünmüyorum, herkesin iyiliğini istiyorum. Bir insanın yaşayabilmesi için bu yetmiyorsa, yemin ederim ki yaşamakta gözüm yok.. Onun için Kral, şu benim zavallı bedenime canının istediğini yapsın. Keşke işine yarasa benim 73/447 ölümüm." More aynı mektupta, Londra Kulesi'ne ayak basar basmaz öleceğini sandığını; hemen öldürülmediği için bir hayli üzüldüğünü de söyler. Gerçekten de ölüm korkusu yoktu onda. Arkadaşı Norfolk Dükü, Kralın öfkesinin ölüm demek olduğunu anlatınca, More kılı kıpırdamadan, "Nasılsa herkes öleceğine göre, kendisinin bugün, arkadaşının da yarın öleceğini," söylemekle yetinmişti. Karısıyla çocukları, Londra Kulesi'nde, More'u görmek fırsatını buldukça, Kralın isteğine boyun eğmesi için, ona yalvarıp yakarıyorlardı. Sevdikleri insanı yitirmek korkusu bir yana, para bakımından da çok güç durumdaydılar. Damadı Roper'in anlattığına göre, Lord Chancellor'luktan çekildikten sonra onun yoksul kalacağını bilen piskoposlar ve rahipler, Katolik Kilisesi'ni savunan yazılarını ödüllendirmek amacıyla 5000 İngiliz lirası toplamış, bunu More'a vermek istemişlerdi. Ama More, on 74/447 altıncı yüzyılda büyük bir servet sayılan bu paranın bir meteliğine bile dokunmaya yanaşmamıştı. Oysa o sıralarda ailesi öylesine yoksuldu ki, odunları olmadığından Chelsea'deki evin bir tek odasında oturur, bahçeden topladıkları kuru yaprakları yakarak ısınırlardı. More'a yiyecek götürebilmek için sırtındaki giysileri satmak zorunda kalan karısı, çoğunluğun düşüncesini yansıtarak ona dobra dobra çatıyordu: "Doğrusu şaşıyorum haline, Mister More. Seni şimdiye kadar pek akıllı bir adam sanırlardı. Neden böyle aptallık ediyorsun?" diye soruyordu. Kızları ise, Krala karşı direnmekten vazgeçsin diye ağlayıp sızlıyorlardı. Bu arada, ayrıca sevdiği, ayrıca beğendiği Margaret'in, herkesin ant içerek bu yasayı kabul ettiğini, bunun ancak bir formalite olduğunu söylemesi, mektuplarından da anlaşıldığı gibi, More'a öylesine acı vermişti ki, öteki çektiklerini bunun yanında hiç sayıyordu. Gene de More, kimi zaman kızıyla 75/447 şakalaşıyor, Margaret'i elinde günah elması, babasını baştan çıkarmaya gelen bir Havva'ya benzetiyor, kimi zaman da üzüntüsünü açığa vurup yalan yere yemin etmenin vicdanına aykırı düştüğünü anlatmaya çalışıyordu. Üstelik Londra Kulesi'ne kapatıldıktan sonra, More'un sağlık durumu iyice bozulmuştu. Son aylar kitaplarını elinden almaları, mürekkebi kalemi olmadığı için mektuplarını yırtık pırtık kâğıt parçalarına kömürle yazmak zorunda kalışı da ayrı bir dertti. Ama More vicdanına yapılan baskıya karşı gene de direnmek, hatta güler yüzlü davranmak gücünü buluyordu kendinde. More, hapise girdiği ilk aylarda, Kralı İngiliz Kilisesi'nin başı yapan yasaya yemin etmeyi iki kez reddetti. İki ağzı da keskin bir kılıca benzetmişti bu yasayı: İnsan buna evet derse, ruhunu; hayır derse, bedenini yitirecekti. More ise, ruhunu yok etmektense, bedenini yok etmeye çoktan razıydı. Sorguya 76/447 çekilirken, "Anlayın bunu," demişti, "her dürüst yurttaşın, her şeyden önce kendi vicdanına, kendi ruhuna saygı göstermesi gerekir." More biraz ödün verse, durumu biraz olsun idare etse kurtulabilirdi. Hatta doğru olup olmadığını bilmediğimiz bir söylentiye göre, Sekizinci Henry, gizlice Londra Kulesi'ne gelmiş, More'u kandırmak için elinden geleni yapmıştı. Ama More, Kralı kamuoyunun önünde açıkça suçlamadan, bu yasaya yemin etmenin vicdanına aykırı düştüğünü söylemekte direniyordu. Hapishane mektuplarından birinde kızına yazdığı gibi, hiç kimseyi etkilemeye kalkmadan kendi vicdanına göre davranmış, başkalarını da vicdanlarına göre davranmakta özgür bırakmıştı. Bu sessiz direniş karşısında, More'u mahkeme önüne çıkarmaktan başka çare kalmamıştı artık. 1535 yılı Temmuzunun birinci günü yapılan yargılanmasında, More inat etmeyip tutumunu değiştirirse, Kralın onu bağışlayacağı 77/447 kendisine bildirildi. Bıçak kemiğe dayandığı halde More gene direndi: Ona göre suç, düşüncesini başkalarına yaymak ya da uygulamaktı. Oysa o susmuştu sadece. "Ben böyle sustuğum için, ne sizin yasanız, ne de yeryüzünde herhangi başka bir yasa beni cezalandıramaz," dedi. Bunu bildiği gibi, yargıçların ne yapıp yapıp onu cezalandıracaklarını da bildiği için, "Beni cezalandırmaya karar verdiğiniz besbelli," diye ekledi. Thomas Cromwell'in elinde birer kukla olan bu yargıçlar, "Kralın Savcısı" Sir Richard Rich'i yalancı tanık olarak kullanmışlardı. Roper'in anlattığına göre, Londra Kulesi'nde More'un kitapları bağlanıp götürülürken, Kralın resmi temsilcisi olan bu adam, More ile sözde dostça tartışmış onu kandırmaya çalışmıştı. "Siz bilgili, akıllı bir adamsınız, ülkenin yasalarını da biliyorsunuz. Eğer Parlamento beni kral ilan ederse, siz beni kral kabul eder misiniz?" diye sormuştu. More buna evet deyince, "Peki," demişti Rich, "ya 78/447 Parlamento beni Papa ilan ederse, siz beni Papa olarak kabul etmez misiniz?" More, bu soruya başka bir soruyla karşılık vermişti: "Tutalım ki, Parlamento bir yasa çıkardı Tanrı Tanrı değildir diye. Siz Mr. Rich, Tanrı'yı yok mu sayacaksınız o zaman?" Rich, böyle bir yasanın hiçbir Parlamento'dan geçmeyeceğini söyleyince More, "Tanrı Tanrı değildir diyemeyen Parlamento, Kralı da Hıristiyan Kilisesi'nin başı yapamaz," demişti. More'un bu sözlerini gerçek amacından saptırıp bozarak anlatan bu yalancı tanığın yardımıyla yargıçlar, Thomas More'u ölüme götürecek olan yasal hileyi buldular. Onu, "kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca" davranmakla suçladılar. Jüri, sadece on beş dakika süren bir görüşmeden sonra More'un suçlu olduğuna karar verince Başyargıç Audeley, onun ölüm cezasına çarptırıldığını bildirdi. Sir Thomas More, ancak o zaman konuştu: "Beni mahkûm etmeye (Tanrı bilir 79/447 nasıl) karar verdiğinizi görüyorum. Onun için şimdi, vicdanıma uyarak, açıkça ve can- ımın istediği gibi konuşacağım," dedikten sonra, Kralın çıkardığı yasanın, Tanrı'nın da, Kutsal Kilise'nin de yasalarına ters düştüğünü anlattı. İngiltere'nin tüm Parlamento üyelerinin, en dinibütün ve bilgili Katoliklerinin bu yasaya karşı koymadıkları ileri sürülmüştü. More gibi düşünenler, İngiltere'de azınlıktaydı belki. Ama More, Hıristiyan dünyasını bir bütün olarak görüyordu ve vicdanını bir tek ülkenin verdiği karara bağlamak zorunda değildi. Tek başına Londra kenti, tüm İngiltere'de geçerli sayılabilecek bir yasa çıkaramayacağı gibi, İngiltere de, yeryüzünde tüm Hıristiyan ülkeleri adına bir yasa çıkaramazdı. More bunları açıkladıktan sonra, kendisini yargılayanlara şunu da söyledi: "Sizler, Lord Hazretleri, yeryüzünde benim yargıçlarım olup beni ölüm cezasına çarptırdınız. Ama ben, gökyüzünde hepinizle sevinç içinde 80/447 yeniden buluşabilmek için candan dua edeceğim gene de." More'un yargılanması sırasında böyle konuşması onun ne denli korkusuz olduğunu gösterir; çünkü bu sözler, Sekizinci Henry'yi büsbütün çileden çıkaracak, More'un yalnız ölmesine değil, en korkunç işkencelerden sonra ölmesine neden olabilecekti. Nitekim bu yasaya karşı çıkan kimi din adamları önce asılmışlar, boğulmak üzereyken ipleri çözülmüş, karınları yarılıp, canlı canlı barsakları deşilmişti. Bunların arasında yakından tanıdıkları bulunduğu ve bu işkencelerden haberi olduğu için More, mektuplarından birinde böyle bir duruma düşerse Tanrı'nın ona dayanma gücünü bağışlaması için dua ettiğini söyler. İlkin More'un asılması kararlaştırılmıştı. Ama Kral sonradan bir lütufta bulundu: More'un Tower Hill'de başının kesilmesini emretti. More gene bir şaka yapıp, ileride Sekizinci Henry'nin dostlarının Kraldan bu çeşit 81/447 lütuflar istemek zorunda kalmayacaklarını umduğunu söyledi. 1886'da On Üçüncü Leo'nun papalığı sırasında azizliğin birinci mertebesine yükselen ve 1935'de yani ölümünden tam dört yüz yıl sonra On Birinci Pius'un papalığı sırasında Katolik Kilisesi'nin azizleri arasında resmen yer alıp Saint Thomas More diye anılan adam, gerçek bir ermiş gibi, Utopia'da anlattığı mutlu ölümü andıran bir iç rahatlığı ve sevinç havası içinde ölecekti. Ölüm karşısında yiğitliğine, düş- manları bile hayran kalacaklardı. Bu düş- manlardan biri ve More'un çağdaşı olan tarihçi Edward Hall'a göre, More, "Kellesi uç- makla insanın başına felaket gelmez" dermiş. Kellesi uçacağı sırada davranışı, bu söylediğine gerçekten inandığını kanıtlar. Damadı William Roper'in anlattığına göre, 1535 yılının 6 Temmuz sabahı, öleceği kendisine bildirilince, More, her zamanki güler yüzlü haliyle şöyle demiş: "Bu güzel haberinize candan teşekkür ederim. Benden 82/447 görevleri ve onurları esirgemeyen Krala gönlüm her zaman borçlu kaldı. Ama Tanrım üzerine yemin ederim ki, beni buraya kapattığı ve ölümü düşüneyim diye hem yer hem de bol bol vakit bağışladığı, hele bu berbat dünyanın acılarından beni böylesine çabuk kurtarmak yüceliğini gösterdiği için ona gönül borcum daha da çok arttı. İşte bu yüzden, bu dünyada da, öteki dünyada da candan dua edeceğim Kralın sağlığına." Thomas More'a öleceğini haber verenler, son sözlerinin halkı nasıl etkileyeceğinden çekinen Sekizinci Henry'nin, ölmeden önce onun fazla konuşmamasını emrettiğini de bildirmişler. More, bu emri yerine getireceğini söylemiş. "İyi ki, bunu bana bildirdiniz," demiş; "çünkü konuşmak istiyordum. Ne Kral ne de hiç kimse alınamazdı bu sırada söyleyeceğim sözlerden. Ama kendi niyetim ne olursa olsun, Kralın bu isteğine boyun eğeceğim." Sonra More bir şölene gidercesine özene bezene giyinmiş, pek az 83/447 parası olduğu halde, cellada armağan olarak bir altın lira göndermiş. Acele kurulan idam sehpasının fena halde sarsıldığını nerdeyse yıkılacağını görünce, gene alay ederek, yanındakilere, "Rica ederim siz beni sağ salim şuraya bir çıkarın hele; inerken durumu nasıl olsa idare ederim," demiş. İdam sehpasında diz çöküp dua ettikten sonra, "Yürekli ol dostum, görevini yapmaktan çekinme. Boynum çok kısa, onun için dikkat et de yanlış yere vurma," diyerek cellatla konuşmuş. Orada bulunanlardan birinin anlattığına göre, cellat geleneklere uyarak diz çöküp öldüreceği adamın onu bağışlamasını dileyince, More, celladı ayağa kaldırmış, kucaklayıp öpmüş. Gözlerini bir başkasının bağlamasına razı olamayarak bu işi kendi yapmış. Son sözü bile bir şaka olmuş: Başını kütüğün üstüne koyduğu sırada, sakalını dikkatle bir yana çekmiş, "Ne de olsa sakalım vatana ihanet etmedi; o da ölüm cezasına çarptırılmasın," demiş. Başka 84/447 bir söylentiye göre de son sözü Shakespeare'in Sekizinci Henry oyununda, More'un baş düşmanı Thomas Cromwell'e söylettiği sözdür: "Krala hizmet eden, ama Kraldan önce Tanrı'ya hizmet eden bir insan olarak ölüyorum." İdam edilenlerin kesik başları Londra Köprüsü'nde bir kazığa çakılıp halka günlerce gösterilir, sonra da Thames nehrine atılırdı o çağda. Oysa More'un kesik başı, ancak bir tek gün Londra Köprüsü'nde kaldı; çünkü Stapleton'un anlattığına göre, More'un büyük kızı Margaret, askerleri rüşvetle kandırarak, bu başı almış, mumyalayıp saklamıştı; kendi ölünce de mezarına gömülmesini istemişti. Hatta Margaret bu yüzden sorguya çekildi. Hem More'un başını kutsal bir eşya gibi saklamakla, hem de babasının yazdıklarını hapisten gizlice kaçırıp yayınlamakla suçlandırıldı. Kısa bir süre de hapis yattı. More'un ölümünden elli yıl kadar sonra oynanan ve birçok kez sözünü 85/447 ettiğimiz Sir Thomas More'da da onun ölüme nasıl güle söyleye gittiği anlatılır. More, beşinci perdenin üçüncü sahnesinde, ertesi gün başının kesileceğini bildiren emri alınca, Londra Kulesi komutanının dediği gibi, "yaşarken de, ölürken de neşeli Sir Thomas More" olduğunu kanıtlayarak gene alaya başlar: Bir gece önce, böbreğindeki taş yüzünden büyük sancı çekmiştir; ama Kralın bir iyilik edip gönderdiği bu reçete sayesinde, tüm acılarından kurtulacaktır artık. Kendisi böylesine keyifliyken karısı ve kızlarının ağlamalarına şaşar. "Kral bana pek düşkün olduğu için, yarın hapisten kurtulacağım, özgürlüğüme kavuşacağım," gibi şakalarla onları avutmaya çalışır. Oyunun son sahnesinde, hâlâ gülüp söylemektedir. Örneğin idam sehpasını gösterip, Kralın onu çok yüce yerlere yükselttiğini söyler. Krala karşı suç işlediğine göre, bu suçu bağışlansın diye birazcık kel olan kafasını ona sunduğunu da açıklar. Kimine 86/447 göre bir bölümünü de Shakespeare'in kaleme aldığı Sir Thomas More oyununda, Katolik dini uğruna kendini kurban eden bir adamın, ölümünden yarım yüzyıl sonra, Protestanlığı artık tamamıyla benimsemiş bir ülkede böylesine yüceltilmesi, More'un büyük ününü kanıtlar. Aslında bu oyun, başından sonuna kadar, bir More övgüsünden başka bir şey değildir: More, "yoksulların en iyi dostudur," "İngiltere'nin en akıllı insanıdır," "ondan erdemli, ondan soylu bir kişi, şimdiye dek yetişmemiştir İngiltere'de," "yoksullar göz yaşlarıyla gömeceklerdir onu," vb. Elizabeth çağı Protestanlarının gözünde More'un tek kusuru Katolikliğiydi. Protestanların bir sözcüsü olarak, Earl of Surrey'nin oyunun en sonunda dediği gibi, More bu kusurunu hayatı pahasına ödedi. "Çok bilgili, değerli, soylu bir insan, kendi kanını akıtarak, hatasını mühürlüyor." 87/447 Sir Thomas More, ölümünden elli yıl sonra hâlâ böyle yüceltildiğine göre, 1535 yılında, düpedüz bir cinayet sayılan idamından hemen sonra, yalnız İngiltere'de değil tüm Avrupa'da kıyametler kopmasına hiç şaşmamalı. William Roper'in anlattığına göre, çağın en güçlü imparatoru Beşinci Charles Şarlken İngiliz elçisi Sir Thomas Elliot'u çağırmış, Sekizinci Henry'yi kıyasıya suçlamıştı. Kendi hizmetinde More gibi bir adam olsa, onun canına kıymaktansa, imparatorluğunun en zengin ülkesini yitirmeyi göze alacağını söylemişti. Avrupa'nın bilgili kişileriyse, öldürülen Hümanistin yasını tutuyor, onu öve öve bitiremiyorlardı. Sevgili arkadaşından bir yıl sonra ölecek olan Erasmus'un acısı ayrıca derindi. Mektuplarından birinde, "More'un ölümüyle, ben de ölmüş gibiyim; onun ruhuyla benimki gerçekte bir tek ruhtu," der. Venedik elçisi Sebastian Giustinian, bir mektubunda, More'dan İngiltere'nin "en aklı başında, en 88/447 erdemli adamı" diye söz eder. İspanya'nın en büyük Hümanisti sayılan Vives, More'un zekâsının keskinliğini, bilgisinin çapını, güzel konuşma yeteneğini, önsezisini, ölçülülüğünü, dürüstlüğünü, huyunun tatlılığını göklere çıkarır. Çağdaşlarından Robert Whittington, "More'un aklı meleklere özgü, bilgisi ise olağanüstüydü," dedikten sonra, şunu da ekler: "İyilik, alçakgönüllülük ve nezaket açısından kim eşi olabilirdi onun? Sırasında çok neşeli ve eğlenceli, sırasında çok ağırbaşlı, her mevsimin adamıydı o." (Robert Bolt, A Man for All Seasons oyununun adını bu son tümceden almıştır.) More'un ölümünden iki yüzyıl sonra, insan konusunda kötümserliğiyle bilinen büyük taşlama ustası Jonathan Swift, More'un, "İngiltere'nin en erdemli insanı" olduğunu söyler. Acaba İngiltere'nin bu en erdemli insanı, bir hiç uğruna mı öldü? Sırf bir formaliteyi yerine getirmemekte direndiği için, boşuna 89/447 mı çıktı idam sehpasına? More'u din uğruna kendini kurban etmiş bir ermiş sayan, ileride onu Saint Thomas More'luğa yücelten Katolikler, böyle düşünmüyorlardı elbette. Arna o sırada Protestanların birçoğu, tarihçi Edward Hall gibi, More'un "aptal bir akıllı mı, yoksa akıllı bir aptal adam mı" olduğunu kestiremiyorlar, bunca değerli bir insanın, saçma bir inat sonucu kendine kıydığını sanıyorlardı. Yirminci yüzyıl başlarında Sidney Lee, More'un uzlaşması olanaksız iki şeyi, yani ortaçağın. Papalık kavramına inançla Rönesans'a inancı uzlaştırmak istediğini ve "umutsuz bir dava uğruna, dehasına da yaşamına da kıydığını" yazdı. Ne var ki, çağımızın Thomas More uzmanlarının hepsi böyle düşünmüyorlar. Utopia'nın yeni bir çevirisini yapan Paul Turner'e göre, More, söz ve düşünce özgürlüğünden yoksun bir İngiltere'de, düşüncenin bir suç sayılamayacağına inandığı için ölümü göze aldı. More üstüne önemli bir kitap yazan 90/447 R.W. Chambers'e göre, o, yalnız Kutsal Katolik Kilisesi'nin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna, yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü. Karl Kautsky'ye göre de, More, bir kralın aklına esti diye inançlarından vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla, kişiliğinin yüceliğini kanıtladı. Eğer Thomas More Utopia'yı yazmasaydı, çoktan unutulup giderdi. Günümüzde onu ansa ansa, dinsel inançları uğruna can veren erdemli bir devlet adamı olarak, çağın tarihçileri anardı ancak. Oysa More, ömrü boyunca yazıp çizdi; hatta çağın çoğu okumuş adamları gibi, şiirler bile yayımladı. Utopia bir yana, en ilginç kitabı, 1513'te, Utopia'dan hemen önce yazmaya başladığı ve bitirmeden bıraktığı The History of Richard the Third'dür. More bu araştırmada, iktidarı ele geçirmek amacıyla hiçbir cinayeti işlemekten çekinmeyen, üstün zekâlı ve ikiyüzlü kral tipini ilk olarak çizmiş, böylece Shakespeare'in 91/447 Üçüncü Richard oyununun başlıca kaynağı olmuştur. Ne var ki, damadı William Roper'in More'un adıyla yayımladığı bu kitabı, More'un kendi kaleme almamıştır kimine göre. Bunu Kardinal Morton Latince yazmış, More da İngilizceye çevirmiştir sadece. Sidney Lee gibi eski eleştirmenler bu konuda kesin bir karara varamazlar. Oysa Chambers gibi günümüze daha yakın birçok eleştirmenin, bu Üçüncü Richard tarihini More'un yazdığı konusunda hiçbir kuşkuları yoktur. More'un bundan sonraki kitapları, hem Hümanizm'e, hem de dinle ilgili sorunlara duyduğu merakı gösterir: Yaptığı ilk işlerden biri, Katolik Kilisesi'ni kusurlarından arındırmayı amaçlayan, Hıristiyanlıkla Rönesans bilgisi arasında uyumlu bir ilişki kurmak isteyen ünlü İtalyan Hümanisti Pico della Mirandola'nın yaşam öyküsünü İngilizceye çevirmek oldu. 1518'de, yani Utopia'yı yazdıktan sonra, Latince Epigrams'ları 92/447 (iğneleyici kısa şiirler) ve üniversitelerde Yunanca eğitimini savunmak üzere Letter to Oxford Defending Greek Studies'i (Yunancanın İncelenmesini Savunmak İçin Oxford'a Bir Mektup) yayımladı. Dinsel reform akımı güçlendikçe, Katolikliği savunmak görevi önem kazandı More'un gözünde. 1528'de A Dialogue'da Luther ve Tyndale gibi Reformasyon'dan yana olanlara çattı. Onları, "veba salgını gibi yayılan bir mezhep" kurmakla suçladı. Tyndale bu saldırıya karşı Reformasyon'u savunan bir yazı yazınca, More, 1532'de yayımladığı A Confutation of Tyndale'de (Tyndale'ın Yanıldığını Kanıtlama), bu polemiği daha da kıyasıya bir biçimde sürdürdü. İngiltere'den kaçan Simon Fish adlı bir reformcu The Supplication for the Beggars'ı (Dilenciler Adına Bir Yalvarma) yayımlayarak Katolik din adamlarını rezil etmiş, ileride Sekizinci Henry'nin ger- çekleştireceği bir yağmayı savunup, manastırların kapatılmasını, rahiplerin 93/447 topraklarına el konulmasını istemişti. More, 1529'da buna karşı Supplication of Souls'u (Ruhların Yalvarması) yazdı. 1532'de din konusunda kendi tutumunu savunan bir Apology yayımladı. More'un din alanında polemiğe kaçmayan yazıları da vardır. Örneğin Treatise upon the Passion (İsa'nın Acıları Üstüne Bir İnceleme) ve The Four Last Things (Son Dört Şey). More'a göre, herkesin her an düşünmesi gereken bu "son dört şey" ölüm, Tanrı'nın ölenleri yargılaması, cennet ve cehennemdi. More'un hapiste yazdığı son kitabı, hem konusu açısından, hem de Sekizinci Henry'nin zorbalığı karşısında benimsediği tutum açısından bizi ilgilendirir: Dialogue of Comfort (Avunma Diyalogu) Türkler Avrupa'yı ele geçirirlerse, dinibütün ve dürüst Hıristiyanlar'ın nasıl davranmaları gerektiği konusunda yaşlı bir Macar soyluyla genç yeğeni arasında geçen bir konuşmadır. Ne var ki Türkler bir simgeden başka bir şey 94/447 değildir bu kitapta. More'un asıl sorunu Hıristiyanlar'ın Türkler'e nasıl karşı koyacakları değil, Katolikler'in Sekizinci Henry'nin baskısına nasıl karşı koyacaklardır. Vardığı sonuç ise kesindir: İnsan, ölümü bile göze alarak, her çeşit zorbalığa karşı vicdanının özgürlüğünü korumak zorundadır. Ve belki de More, Katolikliğinden çok bu inancından ötürü idam sehpasında can vermiştir. 95/447 UTOPIA'NIN BİRİNCİ BÖLÜMÜ ÜSTÜNE Thomas More, Latince yazdığı başyapıtı Utopia'nın ilkin ikinci bölümünü, 1516'da birinci bölümünü yazarak iki yılda tamamladı. On altıncı yüzyılın başlarında Latince, Avrupa'nın tüm okumuş insanlarının ortak dili olduğu için, kendi ana dilini kullanmayıp, Latince yazması doğaldı. Önce ikinci, sonra da birinci bölümü yazmasının da bir nedeni vardı: More düşlediği kusursuz düzeni anlattıktan sonra, kendi ülkesindeki ve tüm Avrupa'daki durumun, Utopia'nın düzeniyle karşılaştırılınca ne denli berbat olduğunu iyice belirtmek istiyordu. İkinci bölümü bu amaçla sonradan yazıp kitabının başına koydu. Okuyucularının, "bir şu Utopia'lıların, bir de bizim halimize bakın" demelerini istiyordu. Oysa Platon da, More'dan sonra gelen ütopya yazarları da, yaşadıkları toplumun kötü yanlarını açık seçik eleştirmekten kaçınmışlardır her zaman. Ünlü Alman Ressamı Hans Holbein'in resimlediği Utopia, 1516'da Erasmus'un denetimi altında Basle'da basılırken, More her zamanki şakacılığıyla, arkadaşına bir mektup yazdı, Utopia kralı yapıldığını haber verdi: Başında buğdaydan bir taç, elinde asa yerine bir başak, sırtında Fransisken keşişlerinin basit kılığıyla; aşağılık altınlar ve pespaye mücevherler takınmış, süslü püslü yabancı elçileri, daha demin huzuruna kabul etmişti. Ama Erasmus, More kral oldu diye şı- mardığını, eşine dostuna sırt çevireceğini sanmamalıydı; tez elden Utopia'ya gelip yeni kralın konuğu olmalıydı. Utopia yayımlanır yayımlanmaz büyük ilgi uyandırdı; iki yıl geçmeden, çeşitli Avrupa kentlerinde beş altı kez basıldı; Almanca, Felemenkçe, İtalyanca ve Fransızcaya çevrildi. O çağın edebiyatında Utopia'ya sık sık değinilir. Örneğin More'un en ünlü çağdaşlarından 97/447 Rabelais Pantagruel'in üçüncü kitabında Ütopya'ya bir yolculuktan söz eder; Pantagruel'in yeni ele geçirdiği bir ülkeyi yola getirmeleri için oraya Utopya'lıları yerleştirdiğini de anlatır. Avrupa dillerine çevrilen böylesine ünlü bir kitabın, İngiltere'de Latince metninin bile yayımlanmamasının; ancak 1551'de, yani yazarın ölümünden 16 yıl sonra İngilizceye çevrilmesinin nedenleri vardı elbette. İngiliz yöneticiler Utopia'yı bir süre için ancak okuyup yazanların anlayabileceği bir dilde bırakmakta yarar görmüş olabilirler. Çünkü More, bir ülkede ulusal servetin ortaklaşa paylaşılmasını önermekle ve İngiltere'nin siyasal ve toplumsal düzeninini kıyasıya yermekle kalmamış, gittikçe Protestanlığa kayan anayurdunda, Katoliklik uğruna ölüm cezasına çarptırılan bir vatan haini durumuna düşmüştü. İngilizler'in gözünde en büyük suçu da buydu belki. Nitekim Utopia'yı ilk İngilizceleştiren Ralph 98/447 Robinson, çevirisini tanınmış bir devlet adamı olan William Cecil'e sunarken, Protestanların sözcülüğünü yapar: More'un eşsiz zekâsını, derin bilgisini övdükten sonra; böylesine değerli bir adamın, "Tanrı’nın kutsal gerçeklerinin ışığını" göremeyecek kadar kör olup, Hıristiyan dininin en önemli ilkelerini yanlış anlamasına ve bu yanlış inançlarında ölünceye dek direnmesine, yalnız İngilizler'in değil, herkesin üzüldüğünü söyler. More'un daha önce sözünü ettiğimiz şakacılığı, arkadaşı Antwerp'li Hümanist Peter Giles'e yazıp, Utopia'nın başına eklediği mektuptan da anlaşılır. "Utopia" sözcüğünün "hiçbir yer" anlamına geldiği herkesçe bilindiği halde, More, öyle bir yer sanki gerçekten varmış gibi, Raphael Hythloday (Hythloday, "gevezelik eden" anlamına gelir) adlı gemici sanki gerçekten yaşamış da, onunla konuşmuş gibi, çok ağırbaşlı haller takınıp şunları söyler: Aslında bu kitabı bir 99/447 yılda değil, birkaç hafta içinde bitirmesi gerekirdi; çünkü konuyu kendi bulmadığına göre, yapacağı tek şey, Antwerp'de Peter Giles ile birlikte dinledikleri Raphael Hythloday'in anlattıklarını kâğıda geçirmekti. Bu da çok kolay bir şeydi. Ama işlerinin çokluğundan ve çok önem verdiği aile bağları yüzünden, bunu yapmaya vakit bulamamıştı bir türlü. Şimdi içine bir kaygı düşmüştü: Bu kitapta yalnız gerçeği yazmak ve gerçekten başka hiçbir şey yazmamak istediğine göre, Peter Giles kitabı okuyup, herhangi bir ayrıntıyı unutup unutmadığını ona bildirmeliydi. Hatta zahmet olmazsa, bu konuları Raphael Hythloday ile görüşmeli, ya da ona mektup yazmalıydı. Gerçi More, Raphael'in anlattıklarını iyice anımsadığına güveniyordu ama, gene de aklına takılan birkaç nokta vardı. Örneğin Anyder nehrinin (Anyder "suyu olmayan" anlamına gelir) genişliği tam ne kadardı? Bir "küçük sorun" daha vardı: Utopia adasının nerede 100/447 olduğunu, ya Raphael Hythloday söylemeyi unutmuş, ya da onlar RaphaePe sormayı unutmuşlardı. Oysa, oraya gitmek isteyen birkaç kişi vardı. Çok saygıdeğer bir din adamı, özellikle Utopia'ya yerleşip, oraya Hıristiyanlığı yaymak istiyordu. Bunun resmi bir görev sayılması , Papa'nın onu Utopia Piskoposluğuna atamasını aklına koymuştu. Peter Giles'in de oyuna girip, More'un şakalarına katıldığı, Utopia'nın başına eklenen ikinci mektuptan anlaşılır. Peter Giles, Louvain'de Yunanca ve Latince öğreten bir okul kuran Busleiden'e gönderdiği ve uydurma Utopia alfabesiyle yazılmış dört dizelik bir şiir örneği de verdiği bu mektupta, More'u ve Utopia'sını över: Gerçi şimdilik pek az kişinin haberi vardı bu adadan, ama herkesin haberi olması gerekmektedir; çünkü Utopia, Platon'un Devlet'inden de üstündür. Peter Giles, Raphael Hythloday'in bu ada üstüne söylediklerinin hepsini duymuştur. Ne var ki, More, Raphael'den 101/447 bile daha canlı bir biçimde, daha da ayrıntılı anlatmıştır bu adayı. Antwerp'de Raphael ile konuşurlarken bir de aksilik olmuştur: Bu gemici Utopia'nın nerede olduğunu söylemiştir ama, tam o sırada bir hizmetçi içeri girip, More'un kulağına bir şeyler fısıldadığı, aralarından birinin de öksürüğü tuttuğu için, Raphael'in ne söylediğini duyamamışlardır. Eğer Raphael sağsa, Peter Giles onu mutlaka bulup, Utopia'nın tam nerede olduğunu öğrenecektir. Ne çare ki, Raphael ortalarda yoktur. Kimine göre, yolculukları sırasında ölmüş, kimine göre, kendi yurduna gitmiş, kimine göre de, Utopia'yı özlediği, hem de Avrupalılar'ın kurdukları düzenin kötülüğüne artık dayanamadığı için, Utopia'ya geri dönmüştür. Oysa ünlü bir başka Hümanist'in, College de France'ı kuran Guillaume Bude'nin, yarı şakalaşarak, yarı dertlenerek dediği gibi, titizlikle yürütülen araştırmalardan sonra, Utopia'nın bilinen dünyanın sınırları dışında 102/447 bulunduğu, bu mutlu adanın cennete de pek yakın olduğu anlaşılmıştır artık. Gerçek Utopia'yı, yani More'un kafasında kurduğu kusursuz devleti anlatan ikinci bölümün ancak yarısı kadar tutan birinci bölüm, ileride yazarı ölüme gönderecek olan Kralın adıyla başlar: "Eşine az rastlanır üstün zekâsıyla tanınmış, yenilmez İngiltere Kralı Sekizinci Henry" ile Kastilya Prensi'nin arası açılınca, More, bu durumu görüşüp düzeltmek için, Antwerp'e gönderilir. Orada birçok kişiyle, özellikle çok övdüğü Peter Giles ile dostluk kurar. Günün birinde Peter Giles'in yanında, yaşlıca bir yabancı görür. Güneşten yanmış teni, uzun sakalı, kılığı kıyafeti ve her haliyle gemici olduğu anlaşılan bu yabancı, Raphael Hythloday'dir. Onu tanıyan Peter Giles'a göre, bu gemici Portekiz asıllıdır. Oldukça iyi Latince ve çok iyi Yunanca bilir; felsefeye de çok meraklıdır. Varını yoğunu kardeşlerine bırakıp, dünyayı görmek sevdasına tutulmuş; 103/447 Amerigo Vespucci'nin yolculuklarına katılmış, sonra Vespucci'den ayrılmış, birkaç arkadaşıyla yeni ülkeleri gezmiştir. Bunu duyan More, Peter Giles ile birlikte Raphael Hythloday'i bahçesine çağırır. Orada oturup, konuşmaya başlarlar. More, uzak yerlere gidenlerin masallarını dinlemeye meraklı kimi kişiler gibi, devler, canavarlar, ejderhalar ve bunlara benzer acayip şeyler konusunda soru sormaz; çünkü More'u asıl ilgilendiren, bu gemicinin “doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir topluma" rastlayıp rastlamadığıdır. Böyle bir toplum ise, öylesine enderdir ki, Raphael, tüm dünyayı gezdiği halde, ancak ve ancak Utopia adasında gerçekten kusursuz bir devlet gördüğünü söyler. Ne var ki, bu kusursuz devlet ikinci bölümde anlatılacağı için, o sıralarda More'u yakından ilgilendiren başka bir konuya geçilir: Peter Giles, bu gemicinin çeşitli ülkelerin 104/447 yönetimiyle ilgili sorunları ne denli iyi bildiğini anlayınca Raphael'in danışman olarak bir kralın hizmetine girmemesine şaşar. Bunu yaparsa, hem toplumda kendine parlak bir yer sağlayabileceğini, hem de söz konusu kralın onun bilgisinden yararlanabileceğini söyler. Ne var ki, Utopia'da More'un bir sözcüsünden başka bir şey olmayan Raphael Hythloday'ın, tıpkı More gibi, ne parada gözü vardır, ne de yüksek mevkilerde. Özgürlüğünü dünyanın tüm nimetlerine yeğlediği için, bir krala köle olmak niyetinde değildir. More, bu konuda kendisinin açıkça söylemeyi belki göze alamayacağı sözleri, Raphael'e söyletir: Barışa yararlı uğraşlar, Avrupa krallarının umurunda bile değildir. Onlar, kan dökerek, yeni ülkeleri ele geçirmeyi düşünürler ancak. Kralların sözümona danışmanlarına gelince, daha yüksek mevki kapmaktan, keselerini daha çok altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen, metelik etmez dalkavuklardır. 105/447 Raphael Hythloday, More'un en derin kaygılarını da dile getirerek, egemen çevrelerin tutuculuğuyla da alay eder: Biri çıkıp da yeni bir düşünce ileri sürünce, herkes aptallaşır. "Bizim babalarımız böyle demiş, böyle yapmışlar; keşke biz de babalarımız kadar akıllı olabilsek" gibi beylik düşüncelere sığınırlar. Gel gelelim onların geçmişe de saygıları yoktur aslında; çünkü atalarından kalan doğru dürüst kurumları yaşatmak ya da geliştirmek için bir çaba da göstermezler. Ama biri bu kurumları düzeltmeye, geliştirmeye kalktı mı, eskiye dört elle sarılırlar. Raphael Hythloday, hukukçu olarak More'u yakından ilgilendiren İngiliz adaletini, daha doğrusu adaletsizliğini, kıyasıya eleştirir: İngiltere'de geçirdiği birkaç ay içinde, Kardinal Morton'un evinde, hukuk bilgisiyle ün salmış bir İngilizle tanışmıştır. Bu adam, ülkenin şurasında burasında hırsızları boyuna astıklarını böbürlene böbürlene anlattıktan sonra, İngiltere'nin hâlâ 106/447 hırsızla dolu olmasına şaşmaktadır. Oysa Raphael, tıpkı More gibi, hırsızlık yapanı ölümle cezalandırmanın hem haksızlık olduğuna, hem de hırsızlığın cezaların en ağırıyla bile önlenemeyeceğine inanır. Çünkü ona ne yaparlarsa yapsınlar, açlıktan ölmemek için çalan bir adamın, gene çalmaktan başka çaresi yoktur. Raphael, "Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde toplumun bütün üyelerine yaşama olanakları sağlarsanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmazsa, daha iyi olmaz mı?" diye sorar. Raphael'e göre hırsızlığın nedeni İngiltere'deki yürekler acısı yoksulluktur; yoksulluğun başlıca nedeni de, toprağı tekellerinde tutan soylulardır: "Bu yararsız, bu bal vermez arılar, başkalarının alın teriyle geçinmekte, daha fazla kazanmak için topraklarında çalışanların derisini yüzmekte, bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedir." Raphael, tarıma ayrılmış toprakların, yün ticareti yapmak isteyenlerin elinde 107/447 otlağa dönüşmesini de eleştirir. Bu yüzden İngiltere'de "Koyunlar artık öyle açgözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki, insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar" der. Yün ticareti yapanlar daha çok kazansınlar diye, namuslu çiftçiler evinden barkından, tarlasından atılıyor, çoluk çocuklarıyla yollara düşüyor, ya dilenci, ya da hırsız oluyor. Üstelik bu ticaretin İngiltere'ye fazla yararı da yok; çünkü bu iş alanı, kendilerine büyük kazanç sağlanmadıkça, sakladıkları yünü satmaya yanaşmayan birkaç zengin fırsatçının eline geçmiştir. Bütün bunları açıkladıktan sonra, More'un sözcüsü olan gemici, Kardinal Morton'un evinde tanıştığı ve hukuk bilgisiyle sözde ün salmış adama, İngiliz zenginlerinin bencilliğinin önlenmesini, halkı sömürmek olanaklarının ellerinden alınmasını; tarımın geliştirilerek, ülkede aylak insan bırakılmamasını salık verir. 108/447 "Toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamadığı sürece, bir insanı para çaldı diye öldürmek doğru değildir" der. Yasaların, çalmakla öldürmek arasında dağlar kadar fark olduğunu unutarak, bu iki şeyi eşit sayacak ve ikide birde ölüm cezasına başvuracak kadar acımasız olmamaları gerektiğini de belirtir. Çünkü Tanrı, bir insanın değil başka bir insanı, kendisini bile öldürmesini yasaklamıştır. "Oysa biz, yasaların gölgesine sığınarak, birbirimizi boğazlıyoruz." More, Raphael Hythloday'in ağzından, hukuk düzenini ve hukukçu geçinenleri böyle eleştirmekle kalmaz; gemicinin bir ara Kardinal Morton'u övmesini de sağlar. Sonra da Raphael'e, "dostluğumu zaten kazanmıştınız, ama bu büyük insan için söylediğiniz güzel sözler beni büsbütün bağladı size" diyerek, çocukken evinde birkaç yıl geçirdiği Kardinal'e gönül borcunu ödemenin yolunu bulur. More, Utopia'nın bu birinci bölümünde, Kardinal Morton'u övmek 109/447 fırsatını kaçırmadığı gibi, kişisel açıdan ayrıca ilgilendiği başka bir soruna, yani kralların hizmetine girmek mi girmemek mi gerektiği sorununa bir kez daha değinmekten kendini alamaz. Raphael ile More'un bu konu üstüne konuşmaları, More'un içindeki çelişkiyi yansıtan, aslında kendi kendisiyle yaptığı bir tartışmadan başka bir şey değildir. Raphael, şimşekleri üstüne fazla çekmemek için, örnek olarak İngiltere kralını değil de Fransa kralını vererek, görüşlerini savunur: Bir kralın hizmetine girse bile, söz konusu kral, ne onun, ne de aklı başında herhangi başka bir danışmanın öğütlerine kulak asmayacaktır nasılsa. Örneğin Fransa kralına, onun savaş merakı yüzünden, hazinenin tamtakır olup halkın perişanlığa düştüğünü, barışa dört elle sarılması, halkın "zorbası değil, babası" olması gerektiğini söylese, Fransa kralı bunu nasıl karşılayacaktır? More, Fransa kralının bunu çok kötü karşılayacağını kabul etmekle beraber, 110/447 yurduna hizmet etmek isteğinden, onu ileride ölüme götürecek olan bu istekten sıyrılamayıp, Raphael'e sorar: "Haksızlıkları bir vuruşta ortadan kaldıramıyoruz diye, halka hizmet etmekten vazgeçmek doğru mudur? Bir fırtınada kaptan, rüzgâra söz geçiremiyorum diye gemiyi bırakır mı?" Raphael ise, "başkalarını delilikten kurtarayım derken kendim sapıtırım" diyerek More'a karşı koyar. More'un yaşadığı çağda kral, Tanrı'nın yeryüzünde temsilcisi bilinen, gücünü doğrudan doğruya Tanrı'dan alan kutsal bir varlık sayılırdı. Oysa More'un bir sözcüsü olarak, Raphael Hythloday'in kralların görevleri ve yetkileri konusunda düşündükleri o çağın görüşlerine hiç uymamaktadır. More'un çağdaşlarına göre, istese bile haksızlık edemeyecek kadar ulu bir varlık olan kral, uyruklarının canlarının da, mallarının da efendisidir. Kralın ne kadar çok parası olursa olsun, savaş başlıca uğraşı olduğuna ve bir ordu beslediğine göre, bu 111/447 para gene de az gelir ona. Gerçi kral, canı isteyince, uyruklarının varına yoğuna el koyabilir, ya da özel vergilerle onlardan para koparabilir ama, uyruklarının fazla varlıklı ya da fazla bağımsız olmaları, gene de bir tehlikedir kralın güveni açısından. Çünkü varlıklı ve özgür insanlar, haksızlığa ve baskıya kolay kolay katlanamazlar. Oysa yoksullar, acı çekmeye, köle gibi yaşamaya alışıktırlar; onların başkaldırma gücü tümüyle tükenmiştir. İşte Raphael Hythloday'in, daha doğrusu Thomas More'un gözümde, korkunç bir durumdur bu. Yalnız halk için değil, kral için de bir yüzkarasıdır. "Çünkü insanlar, kralları insanların yararı için başa getirdiler, kralların yararı için değil. . Kralın en kutsal görevi, kendininkinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir." Zorbalığa başvuran bir kralın, tahtta oturmaya hakkı yoktur: "Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, 112/447 soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı, insin gitsin tahtından. . Halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek, krallık değil, zindan bekçiliği demektir." Raphael Hythloday, savaş ve para hırsıyla zorbalık arasındaki kopmaz bağları anlattıktan sonra, bu bölümün sonunda, kitabın temel düşüncesine, Utopia'nın ikinci bölümünde uygulanışını göstereceği düşünceye geçer: Düzen bozukluğunun, haksızlığın, yoksulluğun tek nedeni, ulusal servetin tam bir eşitlik içinde bölüşülmemesidir: "Malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir düzende, toplumsal adalet hiçbir zaman gerçekleşemez. . Büyük çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken, doymak bilmez bir avuç insana memleketin bütün zenginliklerini sömürten bir devlette" mutluluk olamaz. Raphael, bu görüşünün bazılarına aykırı geleceğini bilir ama, açıkça konuşmaktan da çekinmez: "Benim 113/447 söylediklerimde yadırganacak, her yerde söylenmeyecek, hatta yararlı olmayacak ne var?" diye sorar. Raphael'e göre bu tutumunu, Platon da benimsemiştir, Hazreti İsa da. Ne var ki usta vaizler, İncil'in öğretisini bile bile yanlış yorumlamışlar, kimi Hıristiyanların vicdan rahatlığı içinde halkın malına mülküne el koymasına göz yummuşlardır. Oysa, "Mülk sahipliğini ortadan kaldırmak, memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturabilmenin tek yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf, yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır." Raphael, ulusal servetin halk arasında, eşitçe bölüşüldüğü bir ülkeyi görmüş ve "Utopia'nın kurumlarını başka ülkelerinkiyle karşılaştırınca, bir taraftaki bilgeliğe ve insanlığa, öbür taraftaki akılsızlığa ve barbarlığa" şaşmaktan kendini alamamıştır. Ger- çekten de, ikinci bölümde göreceğimiz gibi, 114/447 More'un Utopia'sındaki durum, o sırada Avrupa devletlerinde görülen durumun tam karşıtıdır: Avrupa'da zorbaca saltanat süren kralların baskısı varken, Utopia'da kralsız bir özgürlük vardır; Avrupa'da yıkıcı bir kargaşa varken, Utopia'da kusursuz bir düzen vardır; Avrupa'da vicdan özgürlüğü yokken, Utopia'da dinsel açıdan hoşgörü vardır; Avrupalılar para kazanmayı ve mal mülk edinmeyi düşünürlerken, Utopia'lılar kafalarını bilgiyle donatmayı düşünürler; Avrupa'da eğitim üst sınıfın tekelindeyken, Utopia'da eğitim herkese açıktır; Avrupa'nın zenginleri ve çoğu kadınları aylak gezerlerken, Utopia'lıların kadınları da erkekleri de her gün belirli bir süre çalışmak zorundadırlar ve en önemlisi, Avrupa'da küçük bir azınlık gereğinden fazla varlıklı ve büyük bir çoğunluk yoksulluk içindeyken, Utopia'da herkes ulusal servetten eşitçe yararlanmaktadır. Raphael Hythloday, Utopia düzeninin temeli olan bu ekonomik eşitlik ilkesinin 115/447 yadırganacağını söylemişti ya, şimdi More o ince alaycılığıyla, kendi öz düşüncesini dile getiren Raphael'e karşı çıkıyormuş gibi yapar: "Sizin düşüncelerinize katılmak şöyle dursun, bence tam tersine, mülk ortaklığını uygulayan memleket dünyanın en yoksul memleketi olacaktır. Halkın yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaksınız? Herkes işten kaçacak ve başkasının emeğiyle geçinecek. Yoksulluk tembelleri işe sürse bile, yasa herkesin hakkını başkalarına karşı koruyamayacağı için, durmadan başkaldıranlar olacak ve sizin devlette kan gövdeyi götürecek.. Korku, saygı veren şeyi almış olacaksınız üstlerinden. Kimseyi kimseden üstün saymayan bu hep bir sıradan insanların nasıl bir devlet olabileceğini düşünemiyorum bile." Günün birinde Utopia'ların ger- çekleşmesine gönlü razı olmayan tutucuların basmakalıp savlarıyla alay etmek amacını güderek ileri sürülen bu beylik görüşler, ileride göreceğimiz gibi kimi eleştirmenlerce 116/447 ciddiye alınmak istenmiş, birtakım saçma sapan yorumlara uğramıştır. Birinci bölümün sonunda, Raphael, More'un oyununa gelip, sanki kendi de Utopia adası da More'un hayal gücünün bir ürünü değilmiş gibi, "Hayal gücünüz böyle bir devleti tasarlamaya yetmiyor" dedikten sonra; orada beş yıl yaşadığını ve ancak Utopia'yı başka ülkelere tanıtmak amacıyla oradan ayrılabildiğini söyler. Bunun üstüne More, gemicinin bu mutlu adayı en küçük ayrıntılarına kadar anlatmasını ister. Önce yemek yerler; sonra bahçede gene aynı yere oturup, ikinci bölümde anlatılanları dinler. 117/447 UTOPIA'NIN İKİNCİ BÖLÜMÜ ÜSTÜNE Utopia'nın mutlu adayı ele alan ikinci bölümü, birincisinden hem iki kat daha uzun, hem de çok daha ilginçtir. Bu bölümde Thomas More, (artık Raphael Hythloday demeyelim de More diyelim) sanki gerçek bir yermiş de orasını kendi gözleriyle görmüş gibi, Utopia'yı ayrıntılı olarak anlatır. Eskiden Utopia bir ada değilmiş; ama bu kusursuz düzeni vaktiyle kuran ve adaya kendi adını veren akıllı ve erdemli Kral Utopus, ele geçirdiği toprakları karaya bağlayan 15 millik kıstağı yok edip Utopia'yı bir ada yapmayı, savunma açısından daha doğru bulmuş. Uzunluğu 500 mil, en geniş yeri 200 mil olan bu adada, 54 tane büyük ve güzel kent vardır. Aynı plana uyularak kurulan ve birbirinin eşi olan bu kentlerin her biri, bir diğerinden 24 mil uzakta olduğu için, bir günde yürüyerek, birinden ötekine geçilebilir. Bunlardan Amaraute'nin ("açık seçik görülemeyen" anlamına gelir) başkent yapılmasının tek nedeni, adanın ortasında bulunması ve herkesin oraya kolayca ulaşabilmesidir. Utopia'nın öteki kentlerinden ne daha büyük ne de daha güzel olan Amaraute, surları, taş köprüleri, geniş ve çamursuz sokakları, rahat evleriyle, temizliği ve ferahlığıyla, on altıncı yüzyılın Londra'sına hiç mi hiç benzemez. Eskiden Utopia'da evler, çerden çöpten, tek katlı kerpiç kulübelermiş. Şimdiyse taş ya da tuğladan, üç katlı, sağlam ve rahat yapılar var. Her evin arkasında, Utopia'lıların çeşit çeşit ağaçlar, yararlı bitkiler, meyveler ve çiçekler yetiştirdikleri büyük bahçeler yer alıyor. Utopia'lılar, her güzel şeye özen gösterdikleri için, bu bahçelerin de hoş ve bereketli olmasına önem verirler. Hatta, kimin emek verip en bakımlı bahçeyi 119/447 yaptığını saptamak amacıyla, her kentte yarışmalar düzenlenir. Bahçelerin ve evlerin arasında duvarlar bulunmadığı gibi, kapıların kilide de yoktur. Hiç kimsenin özel eşyası olmadığı, ne varsa herkesin malı olduğu için, canı isteyen, başkasının bahçesine ve evine girebilir. Birkaç ailenin en azından 40 kişinin birlikte oturduğu bu evlerdeki yaşantıyı, günümüzde birçok kişinin özlemini duyduğu komünlerdeki, yani ortaklaşa yaşanılan evlerdeki yaşantıya benzetebiliriz. Örneğin her evde, beş yaşından küçük çocukların beraber bakıldıkları büyük bir oda vardır. Ama Platon'un Devlet'inden farklı olarak, analar kendi çocuklarına bakarlar bu yuvada. Ancak anaları ölmüş ya da hasta olan bebeklere bir sütnine bulunur. Utopia'lılar her on yılda bir, numara çekerek, evlerini değiştirirler, başka bir eve taşınırlar. Nedeni açıklanmayan bu kural, More'un, insan denilen varlığın ruhbilimsel yapısını ne denli iyi bildiğini gösterir; çünkü ömür boyu 120/447 aynı evde oturan bir kişinin, o evi artık kendi öz malı saymasından daha doğal bir şey olamaz. Böyle bir mülkiyet duygusunun gelişmesini ise önlemek gerekir. More bunu düşündüğü gibi, adanın ayrıntısıyla her şeyini, otellerini bile düşünmüştür. Gerçi Utopia'ya pek az sayıda yabancı gelir ama, onlara ayrılan dayalı döşeli evler vardır gene de. Utopia'da bir kent dört eşit bölgeye bölünür. Her bölgenin bir çarşısı vardır. Gerekli eşyalar ve toprağın verdiği ürünler, bu çarşılarda depo edilir. Bulaşıcı hastalıkları ve pisliği önlemek için, besin maddeleri bu çarşılara gelmeden önce, kentin dışındaki akarsularda iyice yıkanıp temizlenir. Utopia'lılar, insan yaradılışının en güzel yanlarından biri saydıkları acıma duygusunun kan döke döke körleşmemesi amacıyla, yenilecek hayvanları kendi yurttaşlarına kestirmezler. Utopia'da para diye bir şey yoktur. Her evin başı, çarşıya gidip, istediği kadar eşya ve yiyecek alır. Her şey bol 121/447 olduğu, herkes de yöneticilere güvendiği için, çarşıdan gerektiğinden fazla eşya ya da yiyecek almak, aklından bile geçmez bir Utopia'lının. Yöneticilere güven duymakta da haklıdırlar; çünkü Utopia'nın ekonomik düzeni akıllıca planlanmış; herkesin "yiyeceği içeceği en ince hesaplarla belirlenmiştir." Yöneticiler, çeşitli bölgelerdeki durumu inceleyip neyin nerede bol, nerede kıt olduğunu saptarlar. Belirli bir eşyanın ya da bir yiyeceğin bol olduğu kentler, bunların kıt olduğu kente, hiçbir karşılık istemeden yardımda bulunurlar. Bir yıl sonraki hasadın nasıl olacağı bilinmediği için üretim, Utopia'nın tüm gereksinmelerini iki yıl karşılayacak biçimde ayarlanır. Fazlası ise, ya yabancı ülkelerin yoksullarına bedava dağıtılır; ya da insaflı fiyatlarla dış ülkelere satılır. Utopia'lıların oturdukları evlerin yanında, ortaklaşa kullanıp toplandıkları ve birlikte yemek yedikleri büyük bir ev daha 122/447 vardır her sokakta. Gerçi bir Utopia'lının çarşıdan yiyecek alıp kendi evinde yemesi yasak değildir ama, Utopia'lılar evlerinde mutfak işleriyle uğraşmayı saçma bulurlar; kadınların nöbetleşe pişirdikleri lezzetli yemekleri büyük evde hep beraber yemeyi yeğlerler. Sofrada, yalnız kız çocukları değil, erkek çocukları da büyüklere hizmet ederler. Yemekler başlamadan önce, dua yerine, doğruluk ve erdem üstüne yüksek sesle bir parça okunur. Kimse sıkılmasın diye, bu parçanın kısa olmasına dikkat edilir. Müzik eşliğinde yenilen bu yemeklerde, uzun uzun sohbet edilir. Hem bu sohbetin yaşlıların tekelinde kalmaması, hem de gençlerin kendi aralarında taşkınlık etmemeleri amacıyla, her gencin yanına bir yaşlı oturtmaya ayrıca özen gösterilir. Yaşlılar, gençlerin hiç çekinmeden konuşmaları, düşündüklerini açıkça söylemeleri için, ellerinden geleni yaparlar. Gençlerle yaşlıların kaynaşmasını, çağımızda kuşaklar arasında gittikçe derinleşen 123/447 uçurumun açılmamasını böylece sağlamış olurlar belki de. Yurttaşların ekonomik açıdan eşitliği üstüne kurulduğu için, gerçek anlamda bir demokrasi olan Utopia'da, bu eşitliğin bir simgesi olarak, herkes bir örnek giyinir. Ancak kadınlarla erkeklerin, bekârlarla evlilerin kılıkları arasında bazı küçük ayrımlar vardır. Yöneticiler ve din adamları da, tıpkı öteki Utopia'lılar gibi giyinirler. Kışın da yazın da giyilebilen bu giysilerde "hem güzellik, hem de rahatlık aranır." Utopia'lılar güzelliğe çok önem vermekle beraber, kadınların yüzlerini gözlerini boyamalarını, altınlar, inciler, elmaslar takınmalarını pek gülünç bulurlar. More'un da bu görüşü paylaştığından hiç kuşkumuz yok; çünkü anlatıldığına göre, gelini ondan incili bir gerdanlık isteyince, More bu gerdanlığı bezelye tanelerinden yapıp genç kadına armağan ederek, bu çeşit hevesleri önlemenin yolunu bulmuştur. Utopia'lılar, kıymetli taşları cilalayıp, 124/447 oynasınlar diye küçük çocuklara verirler. Bunların pırıltısından ilkin hoşlanan çocuklar, büyüyünce bebeklerinden ve öteki oyuncaklarından vazgeçtikleri gibi, bunlardan da vazgeçerler. Yıldızların, ayın, güneşin ışığını görebilen yetişkin bir insanın, elmasların cılız pırıltısına kapılmasını, aklın alamayacağı kadar saçma bulur Utopia'lılar. "El Dorado" denilen altın dolu ülkelere varıp, yağma etmek hırsıyla yanıp tutuşulan bir çağda, Utopia'lılar, incilerle elmaslara aldırmadıkları gibi, altına da önem vermezler. Onlara göre, altınla gümüş, sırf ender bulundukları için, ahmakça değerlendirilmişir. Oysa sevgi dolu, akıllı bir ana olan doğa, hava, su, bitkiler gibi yararlı ne varsa yeryüzünde bırakmış; bu yararsız nesneleri de toprağın derinliklerine gömmüştür. Onun için Utopia'lılar, tabaklarla kupalarını, güzel işlenmiş topraktan ya da camdan; en bayağı ev eşyasını da, yani lazımlığı da, altından yaparlar. Altını gözden düşürmek için, bir 125/447 şakadır bu elbette. Ama ne ilginçtir ki, belki Utopia'nın bu parçasını anımsayarak, Lenin de aynı biçimde şakalaşmış, halkın kullanacağı helaların altından olmasını önermiştir. Altını rezil etmek fırsatını hiç kaçırmayan Utopia'lılar, suç işleyenlerin boynuna altın zincirler, parmaklarına altın yüzükler, kulaklarına altın küpeler takarlar. More, Utopia'lıların bu tutumundan habersiz yabancı elçilerin, görkemli kılıklarıyla adaya gelince, çocukların onlarla ne kadar eğlendiklerini anlatır: Ada halkının gözlerini kamaştırmak amacıyla, altınlarını ve kıymetli taşlarını takan elçiler küçük Utopia'lıların maskarası olurlar. Kimi onları soytarı, kimi de suçlu sanır. Koskoca adamların incik boncukla süslenmesine ise, hepsi şaşıp kalır. Aradan birkaç gün geçmeden, yabancı elçilerin aklı başına gelir; onlar da Utopia'lılar gibi sadeliği seçerler. Utopia devletinin yönetimi, demokratik bir düzen üstüne kuruludur. Her kentte, otuzar 126/447 aile yılda bir, gizli oyla bir yönetici seçer. Bu yöneticiler de, halkın gösterdiği dört aday arasından, gene gizli oyla, Kent Başkanını seçerler. Halk, Kent Başkanını beğeniyorsa, onu değiştirmek zorunda değildir. Ama başarılı olmayan yönetici gelecek yıl seçilmez. Kent başkanlarından oluşan bir Kurultay, ülkenin durumunu gözden geçirip kararlar almak üzere her üç günde bir, gerekirse her gün, toplanır. Halka zarar verebilecek herhangi bir kararın alınmasını önlemek amacıyla, Kurultay üyelerinin toplantı yeri dışında gizlice bir araya gelmeleri yasaktır. Bu yasağa uymayanlar, ağır cezalara çarptırılır. Kurultay üyelerinin iyice düşünüp taşınmadan, duygularına kapılıp kararlar vermelerinin; ya da halkın yararlarını unutarak kendi kişisel görüşlerinin ağır basmasını önlemenin de çaresi düşünülmüştür: Önemli bir sorunla karşılaşınca, hemen o gün bir karara varılmaz. Söz konusu sorun, ancak üç ayrı toplantıda tartışıldıktan sonra 127/447 bir karara bağlanır. Utopia'da bir çeşit senato sayılabilecek ikinci bir kurultay da vardır. Her yıl, başkentte toplanıp ülke sorunlarını görüşmek üzere, 54 kentin her birinden seçilmiş, görmüş geçirmiş, üç yaşlı başlı kişiden oluşur bu ikinci kurultay. Utopia'da yasa sayısı çok azdır; çünkü bu toplumun üyeleri hem kusursuz bir biçimde eğitilmiş ve örgütlenmiştir; hem de özel mülkiyet olmadığı için, neyin kimin malı olduğunu saptamaya çalışan ve Avrupa'da yıllarca süren davalara ve bunlarla ilgili yasalara gerek yoktur. "Bir insanın, ya okuyamayacağı kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar şaşırtıcı ve karanlık yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur Utopia'lılar." Onun için yöneticiler, çok az sayıda olan yasaları halkın iyice kavramasına ayrıca özen gösterirler. Utopia'lılar da bu yasaların doğruluğuna inandıkları için, bunlara karşı koymayı akıllarından bile geçirmezler; "baba" adını verdikleri ve onlara 128/447 gerçek bir babanın sevecenliği ve anlayışıyla davranan yargıçlara sonsuz bir güven beslerler. Herkesin kendi kendini savunması daha doğru sayıldığından, mahkemelerde avukat yoktur. Avukatların olmayışı ve yasa sayısının azlığı sayesinde, çeşitli yasal hileler ve yasaların kötü amaçlar uğruna kurnazca yorumlanması da önlenmiş olur. Utopia adaletinin bir ilginç yanı da, bir suçu düpedüz işlemekle yalnız tasarlamak arasında hiç ayrım gözetilmemesi ve bir suçu tasarlayanların o suçu işlemiş gibi ceza görmeleridir: "Kötülük yapmak isteyen, sadece karşısına bir engel çıktığı için bu kötülüğü yapmamışsa niçin suçlu sayılmasın?" diye düşünür Utopia'lılar. Kusursuz bir düzende eğitilmelerine, geçim dertleri olmayışına, toplumun onlara verdiği güven duygusuna ve yasaların doğruluğuna karşın, gene suç işlemenin yolunu bulanlar, cezaların en ağırına çarptırılıp, köle olurlar. Suçluluklarının 129/447 utanç verici simgesi olarak boyunlarında altın zincirler taşıyan bu kölelere verilen tek ceza da, yenilecek hayvanları kesip yıkamak gibi zahmetli ve ağır işleri görmeleri ve başkalarından daha fazla çalışmalarıdır. Ele geçirdikleri savaş tutsaklarına bile köleliği fazla onur kırıcı bir ceza bulan Utopia'lılar, yabancı ülkelerde suç işleyenleri ara sıra köle olarak satın alırlar. Utopia'lı olup da suç iş- leyenlere bir hayli sert davrandıkları halde, bunlara karşı öyle olumlu ve insanca bir tutumları vardır ki, yabancı ülkelerin kimi yoksulları, kendi yurtlarında sözde özgür yaşayacaklarına, Utopia'da köle olmayı yeğ tutarlar. Utopia'lılar, böylelerine ayrıca iyi davranırlar, nerdeyse, kendi yurttaşlarına gösterdikleri saygıyı gösterirler. Aralarından kendi ülkesine dönmek isteyen biri çıkarsa binde bir olur böyle bir durumda ona gereken para yardımı da yapılır. On altıncı yüzyıl İngiltere'sinde, bir lokma ekmek çalan zavallılar bile asılırken, Utopia'da ölüm 130/447 cezası pek seyrek uygulanır. Utopia'lılar, biri suç işledi diye onu öldürmenin, hem bu adama haksızlık olduğuna, hem de topluma bir yarar sağlamadığına inanırlar. Köle durumuna düşüp özgürlükten yoksun kalmak ise, bir suçlu için ölümden beter bir cezadır, acıların en korkuncudur. Üstelik bir köle, hem topluma yararlıdır, hem aynı suçu bir daha işlemesin diye örnek olur başkalarına, hem de günün birinde yola gelip doğru dürüst bir insan olması olanağı vardır. İşte bu yüzden bir köle, artık pişman olduğunu, iyiliğe doğru yöneldiğini, davranışlarıyla kanıtlarsa, ya Başkanın ya da halkın isteği üzerine kölelikten kurtulabilir. Ancak bir türlü yola gelmeyen, suç üstüne suç işleyen köleler, kudurmuş bir vahşi hayvan sayılıp ölüm cezasına çarptırılır. On altıncı yüzyıl İngiltere'sinde varlıklı sınıflar, soylular, toprak sahipleri, din adamları, kadınların çoğu, yani toplam nüfusun yarısından fazlası tamamıyla aylak gezerken; 131/447 Utopia'da sağlık durumu engel olmadığı sürece, ister kadın, ister erkek olsun, her yetişkin kişi çalışmak zorundadır. Başka ülkelerde çalışanlar, değişik sınıflara bölünür: Kimi toprağı işler, kimi el emeği gerektiren zanaatlarda çalışır, kimi askerlik yapar, kimi de okuma yazma gerektiren işler görür. Oysa sınıfsız bir toplumdan oluşan Utopia'da, her erkek ve kadın, hem tarım işleriyle uğraşır, hem bir zanaatta çalışır, hem gereğinde asker olur, hem de okuma yazmaya bol bol vakit ayırır. Utopia bir tarım ülkesi olduğundan, tarımla ilgili işler Utopia'lıların baş uğraşıdır. Çocuklar bile bu işlerde eğitim görürler; bu sayede bedenleri de gelişir. Her kentin yakınlarında, tarıma ayrılmış geniş topraklar vardır. Kadın erkek her Utopia'lı, bu topraklardaki çiftliklere gruplar halinde yerleşip, iki yıl süreyle nöbetleşe çalışmak zorundadır. Böylece kırsal bölgeye temelli yerleşmiş bir köylü sınıfı bulunmadığı ve herkes sırayla 132/447 köylü gibi çalıştığı için, çağımızın başlıca sorunlarından olan köylü kentli ayrımı ve eşitsizliği ortadan kalkmış olur. Utopia'lılar, iki yıllık tarım hizmetlerini tamamlayınca, "çetin kol işlerinde uzun süre yıpranmamak için" kentteki mesleklerine geri dönerler. Ancak, tarım işlerinden ayrıca hoşlananlar, izin isteyip çiftliklerde diledikleri kadar çalışabilirler. Utopia'lılar, tarım alanında ayrıca başarılıdırlar. Örneğin tavukları çoğaltmak için, çok akıllıca bir buluşları vardır: Kuluçkalık yumurtaları tavuğun altına koymazlar; gerekli sıcaklığı kendileri sağlayıp, civciv çıkartırlar. Havanın kötü etkilerini önlemeyi, bilimsel yöntemlerle toprağı değerlendirmeyi, kıraç bölgeleri yeşertmeyi bilirler. Sırasında imeceye de başvururlar: Çabuk yapılması gereken bir iş olunca, çiftliklerdeki yöneticiler, kentteki yöneticilere ne kadar işçi gerektiğini bildirirler. Bunun üzerine kırsal bölgeye bitişik kentten, istenilen sayıda tarım işçisi 133/447 gelir ve bir tek günde elbirliğiyle tüm işler yapılıverir. Gerçi Utopia'da herkes çalışmak zorundadır ama, başka ülkelerde görülen "hayvanlar gibi" çalışma, Utopia'lıların gözünde "ruh için de, beden için de, işkenceden ve kölelikten beterdir. Onun için Utopia'lılar, üç saati sabahleyin, üç saati öğleden sonra olmak üzere, günde yalnız altı saat çalışırlar. Öğleyin iki saat dinlenirler. Yöneticilerin başlıca görevlerinden biri, herkesin çalışıp çalışmadığım denetlemektir. Yolculuk sırasında bile, aylaklığa göz yumulmaz. Herhangi bir yerde bir günden fazla kalan bir Utopia'lının, orada kendi mesleğinde çalışması sağlanır hemen. Utopia bir yana, tüm öteki ülkelerde nüfusun büyük bir çoğunluğu aylak yaşadığı için, emekçi kitleler sabahtan akşama dek ölesiye didindikleri halde, gene de yoksulluk vardır. Ama Utopia'da sadece altı saat olmak üzere herkes çalıştığından, bu emek gücü tüm ada halkının bolluk içinde yaşamasına yeter de 134/447 artar da. Altı saat çalışma sorunuyla ilgili olarak Karl Kautsky, Marx'ın Capital'de ileri sürdüğü görüşlerin, tıpkı More'unkine benzediğini belirtir: Marx'a göre çalışma saatleri, ancak kapitalist üretimin ortadan kaldırılmasıyla kısaltılabilir. Çünkü kapitalist üretim, hem aşırı bir rekabet hırsından ötürü emek gücünü boşuna harcamakta, hem de gereksiz bir yığın işkolu yaratmaktadır. Kapitalist toplumlarda, bir sınıfın boş zamanı olabilmesi için, emekçi kitleler tüm yaşamlarını çalışmakla geçirmektedirler. Oysa herkesin çalıştığı bir toplumda, çalışma saatleri doğal olarak azalacak ve bireylerin kafa açısından gelişmelerine zaman kalacaktır. Üstelik Utopia'lılar, öteki ülkelerde olduğu gibi, sırf zengin sınıfların lüks hırsını doyurmak amacıyla birtakım gereksiz ve uydurma işlere emek harcamazlar. Bir tüketim toplumu değildir onlarınki. Renk renk ipeklilerden, kadifelerden, her biri ayrı biçimde, süslü püslü bir yığın giysi yapmak 135/447 zorunda değildirler örneğin. More, yaşadığı çağın zenginlerinin akıllara sığmaz lüks düşkünlüğüne karşı haklı bir tepki duyarak, Utopia'lıların kol işlerinde daha az çalışıp, kafalarını geliştirmeye daha çok zaman ayırabilmeleri amacıyla, onların gereksinmelerini sınırlandırmayı doğru bulmuştur. Böylece Utopia'da başlıca meslekler, yapı ustalığı, marangozluk, demircilik, çömlekçilik ve dokumacılıktır. Kadınlarla erkeklerin tamamıyla eşit oldukları Utopia'da, kadınlar da bu mesleklerden birinde çalışır. Daha az beden gücü gerektirdiği için, çoğu dokumacılığı seçer. Genel olarak Utopia'lılar babalarının mesleğini seçerler. Ama başka bir mesleğe heveslenenler, o işi iyi bilen bir ailenin yanına evlat olarak verilir. Bir mesleği olan, ikinci bir mesleği öğrenmek isterse, bu isteğini gerçekleştirmesi olanağı sağlanır. Utopia'lıların altı saat çalışmalarını gerektirmeyecek herhangi bir durum olursa, çalışma saatleri bir süre için daha da 136/447 kısaltılır. Çünkü boş zamanlarını akıllıca değerlendirmesini bilen insanların, beden gücü harcayarak boşuna didinmeleri, hiç de doğru sayılmaz Utopia'da. Ancak yöneticilerle, bilim dallarında çalışanlar, kafalarıyla sürekli çalıştıkları için, bedenen çalışmak zorunda değildirler. Ne var ki çoğu yöneticiler, yurttaşlara örnek olmak amacıyla bir kol işinde de çalışırlar. Bilimle uğraşmak için halkın gizli oyuyla seçilenler ise, kendi dallarında başarılı olmazlarsa gene bedenen çalışmaya başlarlar. Buna karşılık, boş zamanlarında çalışıp bilgi edinen bir kol emekçisi, gereğince yetenekliyse bilim kollarında çalışanlar arasına girebilir. Çünkü Utopia'da işçi-aydın ayrımının sınıfsal bir kökeni yoktur ve aydınlar kapalı bir sınıf olmadıklarından herkese aydın olmak fırsatı verilmektedir. Utopia'da ancak sağlık durumları çalışmaya uygun olanlar çalışmak zorundadırlar. Yaşlılar ve hastalara gelince onlara büyük bir sevecenlik gösterilir, özenle 137/447 bakılır. Her kentin biraz dışında dört tane hastane vardır. Bu sağlık evleri öyle büyüktür ki, bunları uzaktan gören küçük bir kent sanabilir. Hastalar evlerinde kalabilirler canları isterse. Ne var ki, bu sağlık evleri rahat ve güzeldir; hastane sorumlularının çarşıdaki besinleri herkesten önce seçme hakkı olduğundan, orada yenilen yemekler öteki yurttaşların yediklerinden de daha lezzetlidir; hekimler çok usta, bakım da çok iyidir. Onun için sağlık durumları bozulunca, Utopia'lılar evlerinde kalacaklarına, hastaneye yatmayı yeğ tutarlar. Utopia'da hastalara karşı tutumun en ilginç yanlarından biri, belirli durumlarda "euthanasia"yı, yani iyileşmesi olanaksız hastaların fazla acı çekmemeleri için ölmelerini doğru bulmasıdır. Biraz önce de belirttiğimiz gibi Utopia'lılar, hastalarına ayrıca özen gösterirler, hiçbir şeyi esirgemezler onlardan. Çaresiz hastalıklara tutulanları avutmak için ellerinden geleni yaparlar, 138/447 başuçlarında oturup uzun uzun konuşurlar onlarla. Ama hastalık hem çaresizse, hem de sürekli ve dayanılmaz acılar çektiriyorsa, hastanın yaşamı da ancak ölümle sonuçlanabilecek bir işkenceye dönüştüyse, rahiplerle hekimler, artık ölüme katlanması için, hastaya öğütler verirler. Ruhun ölümsüzlüğüne inandıklarından, hastanın ölmekle hiçbir şey yitirmeyeceğini, olsa olsa acılarına bir son vereceğini söylerler: "Böylece hasta, yüreklenerek, bir zindan, bir işkence olan belalı hayatından, ya kendi eliyle kurtulur, ya da başka birisinin bu işi yapmasını göze alır." Çoğu zaman uyuşturucu bir ilaçla uykuya dalıp, can çekişmenin acısını duymadan, kendi yaşamına bir son verir. Hıristiyan dini kendini öldürmeyi günahların en büyüğü saydığı halde, Utopia'lılara göre, hem akla yakın, hem de erdemli bir ölümdür bu. Ne var ki, hiçbir çaresiz hastanın yaşamına zorla son verilmez. Yöneticilerle rahiplerden izin almadan kendi canına kıyan kişi ise, 139/447 suç işlemiş sayıldığı için, ölüsü öteki Utopia'lılarınki gibi gömüleceğine ya da yakılacağına, pis bir bataklığa atılıverir. Katolik dini uğruna can veren More'un onulmaz hastaların ölümünü hızlandırmayı doğru bulması, çok akla yakın olmakla beraber, bizi ne denli şaşırtıyorsa, Katolikler boşanmayı hâlâ kabul etmedikleri halde; More'un bundan nerdeyse beş yüz yıl önce, belirli durumlarda boşanmayı doğru bulması da bizi o denli şaşırtıyor. Utopia'da evliliğin mutlu olmasına büyük önem verilir, mutsuz çiftlere boşanma olasılığı tanınmasının nedeni de budur belki. Kızlar 18, erkekler de 22 yaşından önce evlenemezler. Çoğu tutucu toplumlardan farklı olarak, yalnız kızların değil, oğlanların da evlenmeden önce başkalarıyla cinsel ilişki kurmaları yasaktır. Bu yasağa uymayanlar, eğer yöneticilerce bağışlanmazlarsa, bekâr kalma cezasına çarptırılır; çünkü Utopia'lılara göre, gençler canlarının çektiği kişiyle sevişmekte özgür 140/447 olursa, pek az kişi ölünceye dek aynı kadın ya da aynı erkekle yaşamaya katlanabilir. Utopia toplumunda kadın, cinsel açıdan bir mal sayılmaktan kurtulduğu ve erkekle eşit olduğu halde, ailenin başı erkektir gene de. Hatta More, ayda bir kez kadınların, kocalarının önünde diz çöküp, suçlarının bağışlanmasını dilediklerini ve bu sayede evlilik yaşantısının ferahlığa kavuştuğunu anlatır. Evlilik yaşantısının gerçekten rahata kavuşabilmesi için, erkeklerin de aynı şeyi yapmalarının daha yerinde olacağını düşünmez. More her açıdan öylesine ilericidir ki, Karl Kautsky, toplum içinde değilse bile ailenin içinde erkeğin kadından üstün tutulmasını haklı olarak eleştirir; bunun, yalnız çağımızın sosyalizmine değil, More'un sosyalizmine de ters düştüğünü söyler. Utopia'da evlenmeye niyetlenen çiftler, Raphael Hythloday'ın dediği gibi, bizim çok "acayip" bulacağımız bir iş yaparlar: Yaşlı başlı, saygıdeğer bir kadın denetimi altında, 141/447 kız, oğlana; gene yaşlı başlı, saygıdeğer bir erkeğin denetimi altında da, oğlan kıza, çırılçıplak gösterilir. Bunu ilk duyduğunda, Raphael gülmeye başlamış; Utopia'lılar ise, bu geleneğin gülünecek bir yanı olmadığını anlatmışlardır: Onlara asıl gülünç gelen, evlilik konusunda öteki ülkelerin davranışıdır. Çünkü beş on kuruş verip birkaç yıl kullanacağımız bir atı satın alırken bile, eğerini kaldırıp hayvanın her bir yanını özenle gözden geçiririz. Gel gelelim ömür boyunca birlikte yaşayacağımız eşimizin, göre göre yüzünü görebiliriz ancak. Oysa onun bedeninde öyle bir kusur ya da bir çirkinlik olabilir ki, ne yaparsanız yapın, ona ısınamazsınız bir türlü. Ne var ki, Utopia'lılar, evlendikten sonra çirkinleşen, hastalanan, sakat kalan, ya da yaşlanan eşlerini bırakmaya kalkarlarsa; yöneticilerden boşanma izni koparamazlar. Çünkü bir insanın, tam yakınlık görmesini gerektiren acıklı bir durumdayken eşsiz kalmasını çok ayıp sayar Utopia'lılar. Utopia'da, 142/447 ister kadın, ister erkek olsun, aldatılan eşe boşanıp başkasıyla evlenmek hakkı tanınır. Aldatan eş ise, hem toplumun gözünde rezil olur; hem de en ağır biçimde cezalandırılıp köle yapılır. Ne var ki, aldatılan kişi, eşinden boşanmak zorunda değildir. Köle durumuna düşen vefasız eşine çok bağlıysa, onunla evli kalabilir gene de. Kimi zaman da, suçlu eşin pişmanlığı, suçsuz eşin de candan sevgisi, yöneticileri öyle duygulandırır ki, merhamete gelip, köleye yeniden özgürlüğünü bağışlarlar. Ama bağışlanan eş, bir süre sonra gene aynı suçu işlerse, onu ölüm cezasına çarptırmaktan başka çare kalmaz o zaman. Eşler arasında sürekli geçimsizlik, ya da eşlerden birinin dayanılamayacak kadar huysuz oluşu da bir boşanma nedeni sayılır: "Karı koca anlaşamıyorlarsa, başka biriyle daha rahat, daha sevinçli yaşayacaklarını umuyorlarsa, o zaman her ikisinin isteği üzerine boşanıp başkalarıyla evlenebilirler. 143/447 Ama Utopia'lılar, canları isteyince başka biriyle evlenmek kolaylığının, karı kocanın sevgisini çabucak bozabileceğini de göz önünde tuttukları için, aklı başında erkeklerle kadınlardan oluşan bir kurul, durumu iyice inceleyip tartıştıktan sonra, geçimsiz çifte boşanma hakkı verilir. İngiltere'nin en ünlü tarihçilerinden Lord Acton'a göre, Sekizinci Henry, More'un Utopia'da boşanmadan yana olduğunu göz önünde tutarak, onun boşanmasını hoş göreceğini sanmıştı. Oysa More, bilindiği gibi, Kralın Catherine'i bırakıp Anne Boleyn ile evlenmesine karşı çıktı. Ölüm cezasına çarptırılmasının başlıca nedenlerinden biri de bu oldu. Ne var ki, bu konuda Utopia'da ileri sürülen görüşlerle More'un kişisel davranışı arasında bir çelişki olduğunu söyleyemeyiz gene de. Çünkü Utopia'da, ya aldatılan eş isterse, ya da eşlerin her ikisi de isterse, boşanma olasılığı vardır ama, daha genç, daha güzel bir kadına kapıldı diye hiçbir 144/447 Utopia'lıya suçsuz bir eşi boşamak hakkı verilmez. Evlilik konusunda olduğu gibi, başka konularda da, Utopia'lıların erdemleri "çılgınlıklara yer vermeyen bir devlet düzeni içinde gördükleri eğitimden" kaynaklanır. Utopia'da öğretmenler, çocuklara yalnız bilgi vermekle kalmazlar; onlara doğru dürüst düşünmesini öğretirler her şeyden önce. Doğru ahlakın ancak doğru düşünceden doğ- abileceğini bildikleri için, tek amaçları, yalnız yöneticiler ile bilimle uğraşanların değil, tüm yurttaşların gerçek anlamda aydın kafalı olmasıdır. Utopia'lılar, sırf bu amaç uğruna, gereksiz tüketim malları yapmaktan kaçınıp, çalışma saatlerini ellerinden geldiği kadar kısaltırlar; bilgilerini arttırmaya, okuyup yazmaya bol bol vakitleri olsun isterler. Çünkü gerçek mutluluk, bilim ve sanatla zenginleşen insan düşüncesinin özgürce gelişmesinden başka bir şey değildir onların değer yargılarına göre. 145/447 Utopia'lılar, çalışma saatlerinin dışında, canlarının istediğini yapmakta özgürdürler. Orada meyhane, kumarhane, genelev gibi yerler bulunmadığı ve her Utopia'lı toplumun gözü önünde yaşadığı için, kötü işlerle boşuna zaman harcamanın yolu yoktur nasıl olsa. Utopia'lılar, yazın bahçelerinde, kışın birlikte yemek yedikleri büyük odalarında toplanıp, satranç gibi akla dayanan oyunlar oynayarak, sohbet ederek, müzik dinleyerek, diledikleri gibi vakit geçirirler. Ama demin dediğimiz gibi okumak, bilgilerini artırmak, kafalarını geliştirmektir başlıca uğraşları. Utopia'lıların eğitim alanında en büyük yenilikleri, öğrenimlerinin belirli bir yaşta bitmeyip, ömür boyu sürdürülmesidir. Çağımızın yeni yeni anlamaya başladığı bir gerçeği; yani eğitimin altı yaşlarında başlayıp yirmi beş yaşına doğru biten bir süreç olmadığını; ardı hiç kesilmeden ölünceye dek sürdüğünü, sürmesi de gerektiğini, More daha o zamanlarda anlamıştı. İşte bu sürekli 146/447 öğrenimi sağlamak amacıyla, Utopia'da sabahın erken saatlerinde çeşitli konularda dersler ve konferanslar veren, halka açık bir çeşit sabah üniversitesi vardır. Bu üniversiteye devam etmek, ancak bilimle uğraşanlar için zorunludur. Ne var ki, Utopia'lıların büyük bir çoğunluğu bilgiye susamış olduklarından, kendi özel meraklarına göre seçtikleri öğretmenlerin derslerinden yararlanırlar. Karl Kautsky'ye göre, Thomas More, bilim ve sanatı seçkin bir zümrenin tekelinden kurtarıp, tüm halkın ortak malı yapmakla, çağımız sosyalizminin en önemli amaçlarından birini ger- çekleştirmişir. Çünkü sosyalizm, yoksul emekçi kitlelerin işsiz kalmaması, iyi koşullar altında çalışması, doya doya yemesi içmesi, rahat bir evde oturması, hastayken bakılması, geleceğe güven duyması değildir sadece. Ömürleri boyunca bir zindana kapatılırcasma kültür yoksulluğuna mahkûm olanlara, bilimin, sanatın, edebiyatın, 147/447 müziğin kapılarının açılması da sosyalizmin başlıca amaçlarından biridir. Ve açlıktan ölen, soğukta titreyen, hastane kapılarında can veren bir insanın yazgısı ne denli acıysa; doğanın güzelliğinden, düşünceden, şiirden, müzikten haz duyamayan bir insanın yazgısı da o denli acıdır. Utopia'lılar, kusursuz bir düzen kurmakla övünüp, dış dünyaya kapanan insanlar değildirler. Tam tersine, başka ülkelerin yönetimlerine, yasalarına, bilimlerine ve sanatlarına büyük bir merak duyarlar. Dünyayı görmüş gezmiş, aklı başında yabancıları, adalarında sevinçle karşılayıp, onlardan bilgi edinmeye can atarlar. Birinci bölümün sonunda Peter Giles, bir ara Raphael Hythloday'in sözünü kesip, Utopia uygarlığının Avrupa uygarlığı düzeyine varmayacağını söyleyince, More'un sözcülüğünü eden gemici, Utopia'nın değil bu düzeye varmak, onu çoktan aştığını anlatır. Çünkü Utopia'lılar, Avrupalılar'dan 148/447 farklı olarak, yeni buluşları, yeni düşünceleri benimsemeye, bunlardan yararlanmaya hazırdırlar. Yararlı saydıkları her yeniliği geliştirip, kendi ülkelerinde uygulamanın yollarını aramaktadırlar. "Ama bizler," der Raphael üzüle üzüle, "Kim bilir kaç yüzyıl sonra onların en güzel kurumlarını benimseyebileceğiz." Ta eski çağlarda, gemileri bir fırtınada batan bir Romalıyla bir Mısırlı Utopia'ya sığınmışlar, ölünceye dek de orada kalmışlardı. Utopia'lılar, Roma ve Mısır bilim ve sanatı üstüne öğrenilecek ne varsa öğrenmişlerdi bu yabancılardan. Raphael'den de çok yararlanmışlardı. Onun eski Yunan uygarlığı üstüne anlattıklarını duyunca, More nasıl Hümanistlerin çalışmalarını heyecanla izlemişse onlar da büyük bir meraka kapılıp bu bilgili gemiciden Yunanca dersi alabilmek için, yalvarıp yakarmışlar, yöneticiler de onları desteklemişti bu konuda. Bu Utopia'lı Hü- manistlerin birçoğu, olağanüstü bir çaba 149/447 gösterip, üç yıl içinde Yunancayı bir güzel öğrenmişlerdi. Raphael, Utopia'ya dördüncü kez gidişinde, bir yığın Yunanca kitap götürmüş; bu kitaplardan binlercesini bastırıp, halka dağıttırmıştı. Utopia'lılar, ileride göreceğimiz gibi, Hıristiyan dinine karşı da ayrıca ilgi duymuşlar ve birçokları bu yeni dini benimsemişlerdi. Uygarlığa böylesine değer veren, tüm insanları kardeş sayan, acıma duygularını körleştirmemek için etini yiyecekleri hayvanları bile kendileri kesmeyen ve kimsenin ne toprağında ne malında gözü olmayan Utopia'lıların savaşı "hayvanca" bir iş sayarak, ondan tiksinmelerine hiç şaşmamalı. Utopia'lılar, insanların kanını dökmek pahasına elde edilen zaferlerde şanlı bir yan görmediklerinden, bunlarla övünmeyi utanç verici bir davranış saydıklarından, dünyanın her bir yerinde hâlâ geçerli olan kahramanlık töreleri, hiç mi hiç geçerli değildir Utopia'da. Utopia'lılar, kendi 150/447 ülkelerini ya da dost bir ülkeyi savunmak için savaşa girmekten başka çare kalmadıysa, bu savaşı bedenleriyle değil, akıllarıyla yapmayı yeğ tutarlar. Gerçek yiğitlik de budur onların gözünde. Aslanların, ayıların, yaban domuzlarının, kurtların, köpeklerin, yalnız bedenleriyle dövüşmesini bildiklerini; ama akıllarıyla dövüşebilen insanların, bu hayvanlardan daha güçlü olduğunu söylerler her zaman. Para-savaş ilişkisini iyice kavramış olan; parayla düşmanlarını bir tek kez değil, birkaç kez alıp satabileceklerini de çok iyi bilen Utopia'lılar, dış ülkelerle ticaret yaparak kazandıkları ve kendi yurtlarında hor görüp el sürmedikleri gümüşleri, altınları, savaşın pis işlerinde kullanırlar: Savaş ilan edilir edilmez, düşman ülkenin en kalabalık yerlerine, çarşı ve meydanlarına, gizlice yaftalar asarak, oranın kralını ve ileri gelenlerini öldürenlere, büyük para ödülleri vereceklerini bildirirler. Yaftalarda adı geçenleri 151/447 öldürmeyip de diri getirenlere, bu ödüllerin iki katı verilecektir. Eğer düşmanları gelip Utopia'lılara kendi istekleriyle teslim olurlarsa, ödüller onlara verilecek, canları da bağışlanacaktır. Utopia'lıların bu tür hileleri, düşmanları arasında güvensizliğin başlaması ve herkesin herkesten kuşkulanmasıyla sonuçlanır doğal olarak. Düşmanları arasına anlaşmazlık sokmak, onları iyice bölmek amacıyla, başka çarelere de başvururlar. Örneğin Utopia'lılarla savaşmak isteyen kralın bir kardeşi ya da bir arkadaşı, Utopia'lılarca kışkırtılarak, tahtta hak iddia eder; bu da bir iç çatışmaya neden olur. Kimi zaman da bol para harcayıp, iki düşman ülkenin birbirine girmesini, güçsüz düşüp savaştan vazgeçmesini sağlarlar. Utopia'lılar, yalnız kendi yurttaşlarını değil, düşman ülkelerin yurttaşlarını da savaşın acılarından korumak isterler; çünkü onların da isteyerek savaşmadıklarını krallarının ve yöneticilerinin azgın hırslarına kurban gittiklerini bilirler. 152/447 Zaferlerin en şanlısı, kan dökülmeden elde edilen bir zaferdir Utopia'lıların gözünde; ve akıl sayesinde gerçekleşebilen bu tür zaferleri, anıtlar dikerek görkemli törenlerle kutlarlar. Utopia'lılar, savaşın akıl yoluyla önlenemeyeceğini anlayınca, kendi yurttaşlarının canını tehlikeye sokmaktansa, parayla kiralık asker tutmayı yeğlerler. Uygarlıktan yoksun, paraya düşkün ve kana susamış bir soy olan Zapolet'leri belirli bir ücrete karşılık savaşa sürerler. Gel gelelim aklın kurduğu hileler gibi, kiralık askerler de işe yaramaz da, yurtlarını korumak için savaşmaktan başka çare kalmazsa, o zaman Utopia'lılar savaşırlar; hem de kıyasıya savaşırlar. İsteksiz ya da korkak bir askerin, ordu içinde ne denli zararlı olduğunu, korkusunu başkalarına da aşılayabileceğin! bildiklerinden, kadın erkek hepsi askerlik eğitimi gördüğü halde, ancak gönüllüleri savaşa gönderirler. İsteyen kadın, kocasıyla birlikte; isteyen yetişkin çocuk 153/447 babasıyla birlikte savaşa gider. Hem herkesin daha candan, daha korkusuz çarpışması, hem de birbirini koruyabilmesi amacıyla, akrabaların ve yakın arkadaşların, savaş alanında yan yana olmaları sağlanır. Savaştan, evlilerin eşsiz, çocukların babasız, arkadaşların tek başına dönmeleri, büyük bir ayıp sayılır. Ne var ki, Utopia'lılar, canlarını dişlerine takıp ölesiye çarpışırlarken bile, aklın her şeyden ağır basması gerektiğini unutmazlar. Yaptıkları yeni savaş araçlarım son dakikaya kadar gizli tutarak, savaşa iyice hazırlıklı girerler. Kurdukları savunma hatları sağlamdır; giydikleri zırhlar öyle hafiftir ki, gereğinde yüzmelerini bile engellemez; pusu kurmasını da, pusudan korunmasını da çok iyi bilirler. Başvurdukları savaş taktiklerinden en ilginci, özel yetiştirilmiş seçkin bir gönüllü bölüğünün, ya hile yoluyla ya da açıkça saldırıya geçerek, düşman ordusunun başkomutanını öldürmesi ya da tutsak almasıdır. Başkomutanın da, tüm 154/447 düşmanlarının da öldürülmeyip tutsak alınmalarını yeğ tutarlar; çünkü düşman kanının bile gereksiz dökülmesine gönülleri razı değildir. Öç almak amacıyla düşman kentlerini yağma etmezler, yakıp yıkmazlar; atlarının nallarıyla düşman tarlalarının çiğnenmemesine bile özen gösterirler. Düşmanlarını yendikten sonra, onlara verdikleri tek ceza, savaşın tüm masraflarının ödetilmesidir. Utopia'lıların savaşa karşı aklı dayanan bu insanca tutumunu, din konusunu ele alışlarında da aynen görürüz: Bu kusursuz düzeni kuran Kral Utopus adaya ilk ayak bastığı sırada halk, din ayrılıkları yüzünden birbirine girmekteymiş. Bu bölücülük de, Utopus'un adayı ele geçirmesini kolaylaştırmış. Akıllı Utopus'un ilk işi, baskı yapmamak ve ülkede ikilik yaratmamak koşuluyla, her Utopia'lımn istediği dine tapmakta özgürlüğünü yasalaştırmak olmuş. Belki de Tanrı, kullarının ayrı ayrı dinlere inanmasını ister diye düşünen Utopus, bu yasa 155/447 sayesinde yalnız kavgalarla kinlerin ortadan kalkacağını değil, dinsel duyguların daha sağlıklı bir biçimde gelişebileceğini ummaktaymış. Böylece Utopia'da, hiçbiri hor görülmeyen çeşitli dinler vardır. Kimi güneşe, kimi aya, kimi başka bir gezegene, kimi eskiden yaşamış, erdemiyle ünlü bir adama tapar. Ama Utopia'lıların büyük çoğunluğu, dünyayı yaratan tek bir Tanrı'ya inanır. "Baba" ya da "Mithra" adını verdikleri bu tek Tanrı, Utopia'lıların gözünde doğayla özdeşleşir ve dünyaya egemendir. Akılla dini hiçbir zaman birbirinden ayırmayan Utopia'lıların, falcılık yapıp geleceği önceden sezmek ya da yıldızların etkisine inanmak türünden boş inançları yoktur. More'u örnek alıp Güneş Ülkesi'ni yazan Campanella gibi aydın kişiler bile o çağda astrolojiye, yani yıldız falına inanırken, bu çeşit uydurmaları gülünç bulur 156/447 Utopia'lılar. Onların asıl inandıkları güç, her şeyin başı bildikleri Yüce Doğadır. Doğayla aklı aynı şey saydıklarına göre, doğada aklın çözemeyeceği gizler olamaz. Utopia'lılar için erdem, doğaya uyan bir yaşantıdan başka bir şey değildir. Böylece onlar, erdemli olmanın tek yolu doğaya göre yaşamak ve düşünmektir derken, akla göre yaşamak ve düşünmek gerektiğini söylemektedirler aslında. Akıl ise, ta eskiden kurulmuş herhangi bir dinin öğretisine, sonsuzluğa değin, körü körüne bağlı kalamaz. İşte bu yüzdendir ki More, Kutsal Kitabın dışında her çeşit bilgiye sırt çeviren çağdaşlarını "çılgın" sayar; putlara tapanların düşüncelerinden Hıristiyanlar'ın da çok şey öğrenebileceklerine inanır. Katoliklik uğruna ölen Thomas More, canı isteseydi, Utopia'lıları Hıristiyan, hatta kendi gibi koyu Katolik yapabilirdi. Chambers'e göre, bunu yapmamakla özel bir amaç güdüyordu: Avrupa'nın sözde uygar Hıristiyan ülkeleri, hem siyasal ve ekonomik açıdan, 157/447 hem de düşünce ve din açısından tam bir kargaşa içindeyken, Hıristiyan bile olmayan Utopia'lıların yalnız akla güvenerek, düzenli bir toplum, tam bir düşünce özgürlüğü ve dinsel hoşgörü içinde yaşadıklarını anlatıp, çağdaşlarına bir ders vermek istiyordu. Ne var ki, Raphael Hythloday adaya geldikten sonra, birçok Utopia'lı Hıristiyanlığı benimser. Onlar, yeni düşüncelere her zaman açık oldukları gibi, yeni dinlere de her zaman açık olduklarından, Raphael'in Hazreti İsa'nın öğretisi üstüne anlattıklarını büyük bir merakla dinlerler. Bu dine ayrıca hayranlık duymalarının başlıca nedeni, ilk Hıristiyanlar arasında tüm malın mülkün ortak olması ve gerçekten Hıristiyan kalan, Hıristiyanlığı bütün yaşamda uygulayan topluluklarda, yani manastırlarda bu tutumun hâlâ sürüp gitmesidir. Utopia'da dinin en ilginç yanı, adanın en eski yasalarından biri olan "kimse dininden 158/447 ötürü kötülenemez" yasasının tam anlamıyla uygulanmasıdır. Herkes, inandığı din uğruna, barışsever yöntemlerle propaganda yapmakta özgürdür. Ama başka bir dinden olanlara baskı yapmaya ya da küfretmeye kalkanlar, kıyasıya cezalandırılıp, Utopia'dan ya sürülür ya da köle durumuna düşer. Çünkü Utopia'lılara göre, bir insanın kendi dinsel inançlarını başkalarına zorla benimsetmeye yeltenmesi, çirkin bir zorbalıktan başka bir şey değildir. Üstelik en doğru din, er geç kendiliğinden öteki dinlere üstün çıkacağı için, zorbalık edenler, ülkede yanlış bir dinin yerleşmesi tehlikesini, candan benimsemiştir. Ama bunlardan biri, vaftiz edilir edilmez, başka dinlere atıp tutmaya başlayıp, Hıristiyan olmayanları doğru cehenneme göndermeye kalkınca, halk arasında bölücülük yapmakla suçlanarak sürgün edilmiştir. More'un manastır yaşantısına ayrıca hayranlık duymasının, hatta yaşamını ele alırken söylediğimiz gibi, gençliğinde bir 159/447 manastıra çekilmeyi bile düşünmesinin başlıca nedenlerinden biri, orada para kavramının yeri olmayışı, her şeyin ortaklaşa bölüşülmesiydi. Ne var ki, Utopia'da manastır bulunmadığı için, adanın dinibütün kişileri, dünyayla ilişkilerini kesip yalnızca dua ederek, aylak bir yaşam sürmezler. Tam tersine, öteki Utopia'lılardan daha çok, hatta kölelerden bile daha çok çalışırlar. Can çekişen hastalara bakmak, bataklıkları kurutmak gibi, başkalarına en güç gelen, en tehlikeli, en ağır işleri üstlerine alırlar. Böylece toplum, herkesten fazla bu dinibütün kişilerin hayrını görür. Onaltıncı yüzyıl Avrupa'sında, halkın sırtından geçinip çevrelerine boş inançlar aşılamaktan başka hiçbir iş görmeyen asalak din adamları aklın alamayacağı kadar çok sayıdayken; Utopia'nın her kentinde ancak onüç rahip ve tüm adada ancak bir tek Başrahip vardır. Katolik Kilisesi'nin başı olan Papa'nın egemenliğine halel gelmesin diye ölümü göze 160/447 alan Saint Thomas More, değil kendi çağının, bugünün Katoliklerinin bile yüreğine inecek üç yenilik getirir rahiplik mesleğine: Birincisi, tüm yöneticiler gibi rahiplerin de halkın gizli oylarıyla seçilmesi; ikincisi, rahiplere evlenmek hakkı tanınması; üçüncüsü de, dul ve yaşlı kadınların da rahipliğe seçilebilmesidir. Kadın erkek eşitliğine inanan More, neden sadece dul ve yaşlı kadınlara bu hakkı tanıdığını açıklamaz ama, çocuklarını yetiştirmek sorumluluğundan kurtulmuş kadınları rahiplik görevine daha uygun bulması doğaldır bize kalırsa. Çok sıkı elemelerden geçtikten sonra seçildikleri için, kutsal kişiler sayılan bu rahipler devletin yönetim işlerine katılmazlar. Ancak çocukların ve gençlerin eğitiminde onların erdeminden ve bilgisinden yararlanılır. Savaş çıkınca da, her kentten yedi rahip orduya katılır. Savaş alanında görevleri, çatışmanın bir an önce bitmesi için dua etmek ve fazla kan dökülmesini engellemektir. More'un 161/447 anlattığına göre, Utopia'lı rahiplerin bu davranışı, "onlara öyle bir yücelik kazandırmış ve bütün ulusların gözünde öylesine büyütmüştür ki, çok kez hem kendi yurttaşlarını düşmanların, hem de düşmanlarını kendi yurttaşlarının azgınlığına karşı korumuşlardır." Tanrı'nın hiçbir canlı varlığın kanının dökülmesinden hoşlanmayacağına inanan Utopia'lılar, dinsel törenlerinde hayvan kurban etmezler. Belirli bir dine bağlı olanlar, kendi evlerinde, aileleri arasında, o dine özel olarak tapabilirler. Ama ortaklaşa paylaştıkları tapınaklarda, durum değişir. Kandillerle, mumlarla aydınlanan; güzel kokulu buhurların, günlüklerin yakıldığı; çalgıların çalındığı, ilahilerin okunduğu bu tapınaklara beyazlar giyinip gelinir. Herkes tanrısını dilediği biçimde tasarlamakta özgür kalsın diye, tapınaklarda resimler, heykeller yoktur. Dünyanın tüm uluslarından ayrılarak, Utopia'lılar, dinin bölücü yanları üstünde 162/447 değil, birleştirici yanları üstünde dururlar. Her dinin ortak amacı, tanrısal bir varlığı yüceltmek olduğuna göre, Utopia tapınaklarında, ancak bu tanrısal varlığa duyulan sevgi dile getirilir; böylece değişik dinlerden insanlar birleştirilir. Törenin sonunda, kişisel dini ne olursa olsun, herkesin katılabileceği ortak bir dua okuyup, böylesine mutlu bir toplumda yaşayabildikleri için Tanrı'ya şükredilir. Ve Utopia'lılar geleceğin olasılıklarına her zaman açık olduklarından, eğer kendi toplumlarından daha mutlusu varsa, Tanrı'nın bu konuda onlara yol göstermesini de dilerler. Ada halkını din açısından birleştiren tek inanç, yalnız bu ortak dua değildir. Utopia'lıların tümü, beden öldükten sonra ruhun yaşayacağına inanır. Onları çağımızın sosyalistlerinden ayıran özelliklerden biri de bu inançtır. Utopia'lılar, ruhun bedenle birlikte öleceğini sananları, insanı hayvan düzeyine indirmiş saydıkları için, böylelerine yöneticilik görevi vermezler. Ama 163/447 gene de hoşgörülü davranıp cezalandırmazlar da onları; görüşlerinden vazgeçmeye de zorlamazlar. İkiyüzlülüğün her çeşidinden tiksinen Utopia'lılar, bir kişinin korkudan düşündüklerini gizlemek zorunda kalmasını; inanmadığı halde inanır görünmesini istemezler. Hatta ellerinden geldiği kadar olumlu davranıp, günün birinde yola gelir umuduyla, ruhun ölümsüzlüğüne inanmayanların, rahiplerle ve bilge kişilerle özgürce tartışmasını doğru bulurlar. Ruhların yaşayacağına güvendiklerinden, çoğu Utopia'lılarda ölüm korkusu yoktur. Varlığına inandıkları öteki dünyaya, sevinç ve umut içinde göçerler. Bir yakını öldü diye, hiç kimse ağlayıp sızlanmaz. Ölenin cenazesi, güle oynaya, neşeli şarkılarla kaldırılır. Utopia'lılar, ancak ölümden korkanlar için yas tutarlar. Ancak böyleleri sessizlik ve gözyaşları içinde toprağa verilir. 164/447 R.W. Chambers'e bakılacak olursa, Utopia'da din her şeyden önemlidir; adanın tüm düzeni dinsel coşku üstüne kuruludur. İnsanların kötü tutkularını, açgözlülüklerini, ancak Tanrı'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne duydukları inanç engellemektedir. Ne var ki, biz bu görüşe katılamıyoruz; çünkü insan yaşamında ön planda gelen bir konuda, yani mutluluk konusunda, More'un tutumu, hangi dinden olurlarsa olsunlar, dinibütün kişilerin tutumuna kesinlikle ters düşmektedir: Hıristiyanlıkta da, tek bir Tanrı'ya inanan öteki dinlerde de, gerçek mutluluk ancak öteki dünyadan umulduğu için, yeryüzünde mutlu olmak hiç de önemli değildir. Hatta yeryüzünde ne denli mutsuz olursanız, gökyüzünde o denli mutlu olmanız beklenir. Utopia'lılara gelince, onlar, Tanrı'ya da, ruhun ölümsüzlüğüne de inanmasına inanırlar ama, mutluluğu bu dünyada ve hemen isterler. 165/447 More'a göre, Tanrı bizi bu dünyada da mutlu olmak üzere yaratmıştır. Ve More, Utopia'da başlıca amacın mutluluğa erişmek olduğunu, hiçbir kuşkuya yer bırakmadan, açık seçik söyler: Utopia'lılar, "gerek insanın ruhunda ve bedeninde, gerek dış dünyada, onları mutlu edebilecek şeyleri ararlar." "Asıl tartıştıkları sorun insan mutluluğunun. . koşullarını aramaktır." Hatta More, daha da ileri giderek, Utopia'lıların gözünde haz, "insan mutluluğunun tümü olmasa bile, bellibaşlı parçalarından biridir," der. Hem toplumsal, hem kişisel mutluluğa varmak isteyen Utopia'lılar, gerçi erdemlidirler ama; yalnız Püriten'lerde değil, dinlerine ayrıca bağlı çoğu kişilerde görülen asık suratlı ve haşin erdemlerden sakınırlar. Kişiliğini anlatırken söylediğimiz gibi, More, bedenin isteklerini engellemek amacıyla, sırtına kıldan gömlekler giyer, zaman zaman uzun oruçlar tutar, tahtalarda yatıp başının altına yastık yerine bir odun parçası koyarmış. Ama 166/447 bu tür kaygıları yoktur Utopia'lıların. "Hoş yaşamak, dünyanın tadını çıkarmak" iyi bir şeydir; iyi olduğu için de, bunu "hem kendimiz için, hem başkaları için isteyebiliriz, istemeliyiz de" diye düşünürler. Utopia'lılara göre doğa, insanları yaşamın "sevinçli sofrasına ortakça oturmaya çağırır; ve "en soylu, en insanca erdem, başkalarının acılarını dindirmek, onlara umut ve yaşama sevinci vermek, dünyanın tadına varmalarını sağlamaktır." O zaman, "başkalarına ettiğimiz iyiliği, kendimize niçin etmeyelim? Tabiata aykırı gitmek değil mi bu?" diye sorar Utopia'lılar. Bedenimiz doğanın bir parçası olduğuna, gerçek bilgeliğin de doğayla, dolayısıyla akılla uyumlu yaşamadan geldiğine inandıkları için, bedene karşı çıkmayı, doğaya nankörlük sayarlar; çünkü "keyif dedikleri şey, insanın doğal bir tat aldığı her ruh ve beden halidir." Tüm Rönesans insanları gibi, onlar da, "beden güzelliğini, çevikliği, gürbüzlüğü, yaradılışın en 167/447 hoş, en mutlu bir armağanı sayarak, seve seve geliştirirler." Keyif içinde yiyebilmek için ellerinden geleni yaparlar. Akşam yemeklerinde her zaman müzik vardır. Toplandıkları oda güzel koksun diye, buhurlar yakarlar. Çeşitli çerezler, tatlılar, meyveler sofradan eksik değildir. Ancak Utopia'lılar, beden hazlarına aşırı bir düşkünlük duymaktan özenle korurlar kendilerini; çünkü bu tür hazlarda ölçüyü kaçırmak, kötü sonuçlar verebilir, insanın mutluluğunu engelleyebilir er geç. Haz duymak uğruna kendine zarar vermekten kaçınmak gerektiği gibi, değil yalnız başka insanlara, hayvanlara bile zarar vermekten kaçınmak gerektiğine inanır Utopia'lılar. İşte bu yüzden, on altıncı yüzyılın ve daha sonraki çağların başlıca sporu ve eğlencesi olan avdan tiksinirler. Kan dökmemek için kasaplık işini kölelere bırakan Utopia'lılar, avcılığı kasaplıktan daha aşağı bir iş sayarlar. Çünkü kasaplık eden, hayvanları belirli bir 168/447 yarar için öldürür; avcı ise, sırf haz duymak için yapar bu pis işi. Mutluluğu, hazzı ve erdemi birbirinden hiç ayırmayan; ama ancak erdemli bazlardan yana olan Utopia'lılar için, en değerli hazlar, bedenle ilgisi olmayanlardır. Örneğin müzik dinlerken duyulan haz; özgürce düşünüp, düşünce yeteneğini sonuna değin geliştirebilme hazzı; doğaya ve akla uyarak erdemle yaşamanın hazzı; ve bencillikten tümüyle arınıp başkalarının mutluluğu uğruna sırasında kendi mutluluğundan vazgeçebilmenin verdiği haz, bedenin duyabileceği bazlardan kat kat üstündür onların gözünde. Thomas More, kitabını Utopia'nın bir övgüsüyle bitirir: Gerçek "commonwealth", yani halkın refahını sağlayan devlet biçimi, ancak Utopia'da bulunur. Utopia'dan başka yeryüyüzünün hiçbir yerinde, ne böylesine erdemli insanlar, ne de böylesine kusursuz bir toplum vardır. Bunun tek nedeni de özel mülkiyetin yasaklanması, her şeyin ortaklaşa 169/447 paylaşılmasıdır. Öteki ülkelerde, sözde halkın yararına söylevler veren yöneticiler, aslında kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmezler. Yönetilenlere gelince, ulusal servet eşitlikle bölüşülmediği için, ne denli bolluk olursa olsun, kendi geleceklerini güvence altına alamazlar, er geç açlıktan öleceklerini bilirler. Bu yüzden de öteki yurttaşları değil, kendilerini düşünmek zorunda kalırlar. Oysa Utopia'da, hiç kimsenin parası, toprağı, malı yoktur ama; geçim derdi de yoktur. Yaşlanıp çalışamaz hale gelince nasıl yaşayabileceğini düşünmeden, çoluğunun çocuğunun geleceğine güvenerek, ancak orada mutlu olabilir insanlar. Utopia düzeni, yalnız yoksulların değil, zenginlerin de yararınadır aslında; çünkü bu mutlu düzende onlar da mutlu olurlar, korkularından, kaygılarından, "altın çuvallarında boğulmaktan" kurtulurlar. More, Raphael Hythloday'e bunları söylettikten sonra, kendi çağındaki Avrupa'nın durumunu bir kez 170/447 daha kıyasıya yerer: Sosyal adalet diye bir şey yoktur Avrupa'da. Soylu geçinen ve metelik etmeyen birtakım aylak, toplumu asıl ayakta tutanların, yani yoksulluk içinde sürünen, sonunda açlıktan ölen çiftçilerle işçilerin sırtından geçinmektedirler. Avrupa'da devlet denilen şey, zenginlerin yoksulları öldüresiye sömürmek için düzenledikleri bir "suikast'tan" başka bir şey değildir. Yapılan tüm bu haksızlıkların, çekilen tüm bu acıların temelinde de para hırsı vardır. "Para ortadan kalkınca, nice acıların kaynağı kurumuş, nice cinayetlerin kökleri sökülmüş olmuyor mu?" diye sorar Raphael Hythloday. Utopia'nın ikinci bölümünde, birinci bölümden farklı olarak diyalog yoktur. Raphael Hythloday anlatır, More ile arkadaşları da dinlerler. Utopia'dan gelen gemici sözlerini bitirdikten sonra, More, kitabının başına eklediği mektuplarda da gördüğümüz şakacılığıyla, kendi kafasının 171/447 ürünü olan bu kusursuz devleti sözde beğenmediğini bildirir: Raphael konuşa konuşa yorgun düştüğü için, onunla bir tartışmaya girmek istememiştir. Ama Utopia'nın birçok kurumlarına da aklı pek ermemiştir doğrusu. Hele bu toplumun temel düşüncesine, yani varı yoğu paylaşarak parasız pulsuz yaşamaya kalkmalarına, hiç mi hiç aklı ermemiştir. Çünkü bir devletin tüm soyluluğu, tüm görkemi ve şanı şerefi, ancak ve ancak paraya dayanmaktadır. Bunu da bilmeyen yoktur. More'un sosyalist bir düzen önermesinin yolu olmadığını ille de kanıtlamak isteyenler, sanki More gibi bir insanın bir devletin onurunu ve yüceliğini ancak o devletin elindeki paranın çok ya da az olmasına göre değerlendirmesi olasıymış gibi, yazarın bu türden alaycı tümcelerine dört elle sarılmakta bir sakınca görmediler. Oysa More, para hayranlığıyla böylece alay ettikten sonra, özlemini dile getiren ağırbaşlı bir tümceyle bitirir 172/447 kitabını: "Şunu da saklamayacağım ki, Utopia devletinin birçok özelliklerini bizim kentlerimizde görmeyi isterdim: Bir umuttan çok bir dilektir bu."