15 Ekim 2015 Perşembe

sabahattin ali - kürk mantolu madonna

KURK MANTOLU MADONNA
Sabahattin Ali 25 Şubat 1907'de Gümülcine'de doğdu, 2 Nisan 1948'de
Kırklareli'nde öldü. İstanbul İlköğretmen Okulu'nu bitiren Sabahattin
Ali, Yozgat'ta bir yıl öğretmenlikten sonra, 1928 yılında Milli Eğitim
Bakanlığı'nca Almanya'ya gönderildi. 1930'da döndükten sonra Aydın,
Konya ve Ankara ortaokullarında Almanca öğretmenliği, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayın Müdürlüğü'nde memurluk ve Devlet
Konservatuvarı'nda dramaturgluk yaptı. 1945'te Bakanlık emrine
alındı, İstanbul'da Markopaşa adlı mizah gazetesini çıkardı. 1948'de
bir yazısı yüzünden tutuklandı, üç ay kadar hapis yattı. Sürekli
izlendiği için yurtdışına kaçmak istedi, ancak Kırklareli dolaylarında
bir kaçakçı tarafından öldürüldüğü iddia edildi. Şiirler, hikâyeler,
romanlar yazdı, çeviriler yaptı. İlk yazıları Balıkesir'de Irmak
dergisinde çıkmıştı (1925/26). Sabahattin Ali 1930'lu yıllarda öyküye
gerçekçi ve yeni bir soluk getirmişti. Öykülerinde; tanımlamakta
güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatan Ali, insanın
zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı
ve destansı bir biçimde yansıtmayı başarmıştı. Öykü kitapları:
Değirmen (1935), Kağnı (1936), Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sırça
Köşk (1947). Halk şiirinden esinlenerek yazdığı şiirlerini Dağlar ve
Rüzgâr'da toplamıştı (1934). Sabahattin Ali, romanlarında da insanın
ruhuna ayna tuttu ve gerçeğe bu aynadan baktı. Kuyucaklı Yusuf
(1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Ma-donna (1943) adlı
romanlarında, okurların gerçekliği daha derinden algılamasını sağladı.
Sağlığında yayımlanmış dokuz kitabına, Varlık dergisinde tefrika
edilen Esirler (1936) oyunu da eklenince on kitabı, yedi ciltlik bir
külliyat halinde Varlık Yayınları arasında tekrar basılmıştı (1965/66).
Bütün Eserleri önce Bilgi Yayınevi'nde, sonra Cem Yayınevi'nde
yeniden basıldı. Bu arada Hikmet Altınkay-nak'ın Sabahattin
Ali-Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (1987) derlemesi de adı geçen
dizide çıktı. Yazar üzerine incelemeler arasında Kemal Sülker'in
Sabahattin Ali Dosyası (1968), Asım Bezirci'nin Sabahattin
Ali/Hayatı, Hikâyeleri, Romanları (1974), Kemal Bayram'm
Sabahattin Ali Olayı (1978), Filiz Ali Laslo ile Atilla Özkırımlı'nın
Sabahattin Ali (1979), Reşit M. Ertüzün'ün Sabahattin Ali Olayının
Gerçeği (1985), Filiz Ali'nin "Filiz Hiç Üzülmesin" (1996), Ramazan
Korkmaz'ın Sabahattin Ali (1997) adlı kitapları ve Almanya'da
yayımlanan
Elisabeth Siedel'in Sabahattin Ali Mystiker und Sozialist adlı çalışması
sayılabilir.
Sabahattin Ali'nin YKYdeki öteki, kitapları:
Bütün Öyküleri I (1997) Bütün Öyküleri II (1997) içimizdeki Şeytan
(199 8) Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (1998) Kuyuçaklı Yusuf
(1999)
Bütün Şiirleri (1999)
Çakıcı'nın İlk Kurşunu (2002)
SABAHATTİN ALI
Kürk Mantolu Madonna
ROMAN
ODO
İ S T A N B U L
Yapı Kredi Yayınlan - 967 Edebiyat - 250
Kürk Mantolu Madonna / Sabahattin Ali
Genel Tasarım: Faruk Ulay — Kapak Tasarımı: Nahide Dikel
Baskı: Şefik Matbaası Marmara Sanayi Sitesi M Blok No: 291
İkitelli/İstanbul
1. Baskı: Remzi Kitabevi, 1943 YKY'de 1. Baskı: İstanbul, Şubat
1998 15. Baskı: istanbul, Eylül 2004 ISBN 975-363-802-7
© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 1997
Bu kitabın telif haklan Onk Ajans Ltd. Şti. aracılığıyla alınmıştır.
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. Yapı
Kredi Kültür Merkezi
İstiklal Caddesi No. 285 Beyoğlu 34433 İstanbul
Telefon: (0 212) 2 52 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 29 3 07 23
Önsöz
Sabahattin Ali'nin talihsizliklerle örülü yaşamı, gizemli yönleri hala
tam aydmlatılamamış trajik ölümü, sanatçı ruhunun tutkulu derinlikleri
ile ülke gerçeklikleri karşısındaki toplumsal bilinci arasında kimi
zaman kurabildiği uyumlu denge, kimi zaman da bireyin iç dünyasına
eğilen şikayetçi, karamsar ve melankolik bir ruhun patlamaları
şeklinde kendini gösteren iç derinliği, onu modern edebiyatımızın
kolayca etiketlendirile-meyecek öncü yazarlarından biri olarak, çeşitli
yönleriyle bugün yeniden, yeni bir edebiyat merceği altında
incelenmeye değer kılmaktadır. Şimdiye dek çoğunlukla, oldukça kaba
ve şematik bir yaklaşımla, hep Sait Faik ile birlikte, Türk öykü edebiyatının
iki karşıt eğiliminin temsilcileri olarak tanınmış ve tanıtılmıştır.
Bu yaklaşım Sait Faik'i "bireyci", Sabahattin Ali'yi
"toplumcu" etiketleriyle özetlemekte; pek tabii ki her ikisi de gerçek ve
güçlü edebiyatçı kimlikleriyle, bu sığ değerlendirmeyi çok aşmakta,
hatta yapıtlarından çıkarılabilecek pek çok örnekle neredeyse geçersiz
ve anlamsız kılmaktadırlar.
Çağdaş öykü edebiyatımızın 50'li yıllardan bu yana ürün veren
ustalarını da, birini Sabahattin Ali'nin, diğerini Sait Fa-ik'in temsil
ettiği iki farklı -neredeyse karşıt- çizgi üzerinde görme ve öyle
değerlendirme eğilimi de, aynı sığ yaklaşımın bir sonucu olarak
görülebilir. Kuşkusuz, edebiyatı edebiyat dışı alanların hizmetinde,
ikincil bir "misyon" olarak kabul eden böylesi önyargılı bir yaklaşımla,
yalnızca Sabahattin Ali ile Sait
Faik değil, hiçbir gerçek yazar gereği gibi değerlendirilemez.
5
Romanlarından çok öyküleriyle tanınmış olan Sabahattin Ali adına,
ailesi tarafından 1980'li yılların başında kurulmuş olan ödül kurumu ne
yazık ki uzun ömürlü olamadı. Seçici kurul üyelerinden biri olarak
katılımcıların ürünlerini değerlendirme fırsatı bulduğum bu ödül, öykü
dalının yanısıra inceleme ve eleştiri dalında da özendirici olabilseydi,
belki bugün bu
değerli yazarımızı bize yeni bir ışık altında gösterecek ilginç çalışmalar
derlenebilecekti. Kültür ve sanat alanlarında 80'li yıllarda başlayan ve
giderek tırmanan vurdumduymazlık, Türk edebiyat ortamından bu
olanağı da esirgedi. Eserlerinin yeniden yayımlanması, yeni bir okur
kuşağı için Sabahattin Ali'nin yeniden keşfedilmesi olanağını
yaratabilirse, bu edebiyatımız için gerçek bir kazanç olacaktır.
Kürk Mantolu Madonna (1943); Kuyucaklı Yusuf (1937) ve İçimizdeki
Şeytan (1940) ile birlikte, Sabahattin Ali'nin roman türündeki
eserlerindendir. Belki, -kendisinin de yaptığı gibi— Kürk Mantolu
Madonna'ya uzun hikaye (novella) demek daha doğru olur. Ama kurgu
ve yapı olarak hikayelerinden farklı olan bu eser, roman ya da uzun
hikaye, Sabahattin Ali'nin yüzeysel olarak "toplumcu yazar" etiketiyle
özetlenmesinin te-melsizliğini gösteren güçlü bir örnektir. Evet, o
dünyaya ve hayata bakışı ile olsun, yaşamının çileli macerasını
belirleyen yazgısı ile olsun, elbette toplumcudur. Eserlerinde bu
bilincin yansımalarına elbette rastlanmaktadır. Ama yazar olarak,
yaşadığı ve edebi eğilimler üzerinde etkisini sürdürdüğü dönemin,
sınırları kalın çizgilerle belirlenmiş bir akımı içerisine hapsedilmesi ve
orada tutulması, edebi kişiliğine karşı haksızlık olacaktır.
Roman, İkinci Dünya Savaşı'nı önceleyen yıllarda yaşanmış tutkulu ve
marazi bir aşkı eksen almakta, atmosferi ve yarattığı etki ile,
ondokuzuncu yüzyıl Rus anlatı edebiyatının -özellikle de Dostoyevski
ve Gogol'ün- çağrışımlarını taşımaktadır. Yazarın Berlin'de geçirdiği
iki yıllık (1928-30) öğrencilik döneminin esinlemiş olabileceği bu uzun
öykünün ilk çeyreğinde, yeni bir işe giren bir küçük memurun; kendini,
memuriyet yaşamının küçük ve dar dünyasını ve karşılaştığı hiç de ilginç
biri gibi görünmeyen bir başka küçük memuru -Raif efen-
6
d iyi- tanıttığı neredeyse bütünden bağımsız gibi görünen bölüm yer
almakta. Daha ilk satırlarda, bu anlatıcının, hiç de sık rastlanmayan
özellikleriyle Türk romanının çok özgün bir karakteri olan Raif
efendiyi okura: ""Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi
benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği
halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa
kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz i dünyadan uzak, buna rağmen
bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen
bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir
adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün
etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan
biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana
merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri
gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: 'Acaba bunlar
neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi
hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?'"
cümleleriyle tanıtıyor. İlk 60 sayfalık bölümde, anlatıcının kendisinin
de, tamı tamına böyle biri olduğu izlenimini ediniyoruz.
Romanın esas gövdesini oluşturan ikinci bölüm ise, bir Rus
öyküsünden fırlamışa benzeyen ve o öykülerdeki anlaşılmaz hummalı
hastalıklardan biriyle ölüm döşeğine sürüklenen Raif efendinin siyah
kaplı bir deftere döktüğü tutkulu aşk hikayesi. 20 Haziran 1933 tarihini
atarak başladığı bu defterde Raif efendi, on yıl öncesine dönerek,
Berlin'de bir resim galerisinde rastladığı bir kürk mantolu kadın
portresinin ruhunda ateşlediği tutkuyu ve o portrenin ressamı ve modeli
olan gizemli kadınla yaşadıklarını hikaye ediyor.
Yazarı da etkilemiş olduğunu düşünebileceğimiz esin kaynağına ilişkin
bir ipucunu Raif efendinin defterindeki şu satırlarda bulabiliriz
sanıyorum: "Üzerimde en çok tesir yapanlar Rus muharrirleriydi.
Turgenyef'in koskocaman hikâyelerini bir defada sonuna kadar
okuduğum oluyordu. Hele bunlardan bir tanesi günlerce sarsmıştı.
Klara Miliç ismindeki bu hikâyenin kahramanı olan kız, oldukça saf bir
talebeye âşık oluyor, fakat buna dair hiç kimseye bir şey söylemeden,
böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla, müthiş iptilasının
7
kurbanı olup gidiyordu. Bu kızı nedense kendime pek yakın bulmuştum,
içinden geçenleri söyleyememek, en kuvvetli, en derin, en güzel
taraflarını müthiş bir kıskançlık ve itimatsızlıkla saklamak cihetinden
onu kendime benzetiyordum."
Süslerden uzak, yalın, ama yine de anlatının özünü yansıtmaya çok
elverişli görünen şiirli bir dille, sürükleyici bir 'tahkiye' ile kaleme
alınmış olan bu defter, Türk anlatı edebiyatının
küçük ve zarif bir mücevheri gibidir. İlk basımı 1943 yılında yapılmış
olan bu kitabı, altmış yıl sonrasının okuruna sunarken, dilinde ve
anlatımında bir sadeleştirmeye gitmek gibi bir edebiyat barbarlığından
kaçınan yayınevini, edebiyata, yazara ve okura saygısından ötürü
kutlamak isterim. Genç okurların da, gerçek edebiyat zevkini ancak,
Halit Ziya'lardan Sabahattin Ali'lere, onlardan günümüze uzanan,
Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği ve lezzeti taşıyan bu
yapıtlarını "aslından" okumakla tadabileceklerinin bilincinde olmaları,
dünden bugüne düşen ışığın kaynaklarına ilgi göstermeleri kendi
kazançları olacaktır.
Füsun Akatlı Şubat 2002
8
KURK MANTOLU MADONNA
Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde
belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu
tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif
efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana
tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen bakışları
gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam
değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün
etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan
biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana
merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri
gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar
neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet
bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" Fakat
bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer
kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkûm
birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre
bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin
tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen
yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu
meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz,
beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat
insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri
araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir
kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu
hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan
bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi daha yakından
tanımam sadece bir tesadüf eseridir.
11
Bir bankadaki küçük memuriyetimden çıkarıldıktan sonra -neden
çıkarıldığımı hâlâ bilemiyorum, bana sadece tasarruf için dediler, fakat
haftasına yerime adam aldılar- Ankara'da uzun müddet iş aradım. Beş
on kuruş param, yaz aylarını sürünmeden geçirmemi temin etti, fakat
yaklaşan kış, arkadaş odalarında, sedir üzerinde yatmanın sonu
gelmesini icap ettiriyordu. Bir hafta sonra bitecek olan lokanta
karnesini yenileyecek kadar bile param kalmamıştı. Sonu
çıkmayacağını bile bile girdiğim birçok kabul imtihanlarının hakikaten
sonu çıkmayınca nedense gene üzülüyor; arkadaşlardan habersiz
olarak, tezgâhtarlık için müracaat ettiğim mağazalardan ret cevabı
alınca yeis içinde gece yarılarına kadar dolaşıyordum. Birkaç tanıdık
tarafından ara sıra davet edildiğim içki sofralarında dahi vaziyetimin
ümitsizliğini unutamıyordum. İşin garibi, sıkıntımın arttığı ve
ihtiyaçlarımın beni bugünden yarma çıkarması bile imkânsız hale
geldiği nispette, benim de çekingenliğim, mahcupluğum artıyordu.
Evvelce bana iş bulmaları için müracaat ettiğim ve hiç de fena
muamele görmediğim bazı tanıdıklara sokakta rastladığım zaman
başımı önüme eğip hızla geçiyordum; evvelce bana yemek
yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım
arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim. "Vaziyetin nasıl?" diye
sordukları zaman, acemi bir gülümseme ile: "Fena değil... Tek tük
muvakkat* işler buluyorum!" diye cevap veriyor ve hemen
kaçıyordum. İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak
ihtiyacım da o kadar artıyordu.
Bir gün, akşamüstü, istasyonla Sergievi arasındaki tenha yolda ağır
ağır yürüyor, Ankara'nın harikulade sonbaharını doya doya içime
çekerek ruhumda nikbin** bir hava yaratmak istiyordum. Halkevinin
camlarından aksederek beyaz mermer binayı kan rengi deliklere boğan
güneş, akasya ağaçlarının ve çam fidanlarının üzerinde yükselen ve
buğu mudur, toz mudur, ne olduğu belli olmayan duman, herhangi bir
inşaattan dönen ve parça parça elbiselerinin içinde sessiz ve biraz kam*
Geçici. ** iyimser.
12
bur yürüyen ameleler, üstünde yer yer otomobil lastiği izleri uzanan
asfalt... Bunların hepsi mevcudiyetlerinden memnun görünüyorlardı.
Her şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmekteydi. Şu halde bana da
yapacak başka bir şey kalmıyordu. Tam bu
sırada yanımdan hızla bir otomobil geçti. Başımı çevirip baktığım
zaman camın arkasındaki çehreyi tanıdığımı zannettim. Nitekim araba
beş on adım gittikten sonra durdu, kapısı açıldı;
mektep arkadaşlarımdan Hamdi, başını uzatmış, beni çağırıyordu.
Sokuldum.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Hiç, geziniyorum!" "Gel, bize
gidelim!"
Cevabımı beklemeden bana yanında yer açtı. Yolda anlattığına göre,
çalıştığı şirketin bazı fabrikalarını dolaşmaktan geliyordu:
"Geleceğimi eve telgrafla bildirmiştim, herhalde hazırlık yapmışlardır.
Yoksa seni davet etmeye cesaret edemezdim!" dedi.
Güldüm.
Sık sık görüştüğüm Hamdi'yi, bankadan ayrıldığımdan beri
görmemiştim. Makine vesaire komisyonculuğu yapan, aynı zamanda
orman ve kereste işleriyle uğraşan bir şirkette müdür muavini olduğunu
ve oldukça iyi bir para aldığını biliyordum. İşsiz zamanımda kendisine
müracaat etmeyişim de hemen hemen bunun içindi: İş bulmasını rica
etmeye değil de, para yardımı yapmasını istemeye geldim zanneder
diye çekinmiştim. "Hep bankada mısın?" diye sordu. "Hayır,
ayrıldım!" dedim. Hayret etti: "Nereye girdin?" İstemeye istemeye
cevap verdim: "Açıktayım!"
Beni baştan aşağı bir süzdü, kılık kıyafetime baktı, evine
davet ettiğine pişman olmamış olmalı ki, elini dostça bir tebessümle
omzuma vurarak:
13
"Bu akşam konuşup bir çare buluruz, aldırma!" dedi.
Halinden memnun ve kendinden emin görünüyordu. Demek artık
tanıdıklara yardım lüksünü bile yapacak hale gelmişti. Gıpta ettim.
Küçük, fakat şirin bir evde oturuyordu. Biraz çirkin, fakat
cana yakın bir karısı vardı. Hiç çekinmeden yanımda öpüştüler. Hamdi
beni yalnız bırakarak yıkanmaya gitti.
Beni karısına tanıtmadığı için, ne yapacağımı bilmeden, misafir
odasının ortasında dikilip kaldım. Karısı da kapının yanında duruyor ve
belli etmeden beni süzüyordu. Bir müddet düşündü. Galiba zihninden
"Buyurun, oturun!" demek geçti. Fakat sonra buna lüzum görmeyerek
yavaşça dışarı süzüldü.
Her zaman ihmalkâr olmayan, hatta bu gibi kaidelere fazlaca dikkat
eden ve hayattaki muvaffakiyetinin bir kısmını da bu dikkatine borçlu
olan Hamdi' nin beni böyle ortada bırakı-vermesinin sebebini
düşündüm. Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı âdetlerinden
biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı
gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar "siz"
diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça "sen" diyecek kadar
alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda
kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta
çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak...
Bütün bunlarla son günlerde o kadar çok karşılaşmıştım ki, Hamdi'ye
kızmak ve gücenmek aklıma bile gelmedi. Sadece, kalkıp, kimseye
haber vermeden gitmeyi ve bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmayı
düşündüm. Fakat bu sırada beyaz önlüklü, başörtülü, yaşlı bir köylü
kadın, yamalı siyah ço-raplarıyla, hiç ses çıkarmadan kahve getirdi.
Üzeri sırma çiçekli lacivert koltuklardan birine oturdum, etrafıma
baktım. Duvarlarda aile ve artist fotoğrafları, kenarda, hanıma ait
olduğu anlaşılan bir kitap rafında, yirmi beş kuruşluk birkaç romanla
moda mecmuaları vardı. Bir sigara iskemlesinin altına dizilmiş
bulunan birkaç albüm, misafirler tarafından bir hayli hırpalanmışa
benziyordu. Ne yapacağımı bilmediğim için onlardan birini aldım,
daha açmadan Hamdi kapıda göründü. Bir eliyle ıs-
14
lak saçlarını tarıyor, ötekiyle açık yakalı beyaz frenk gömleğinin
düğmelerini ilikliyordu.
"E, nasılsın bakalım, anlat!" diye sordu. "Hiç!... Söyledim ya!."
Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal,
eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi
düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir
müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini,
herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi
başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de
gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet
göstermek isteriz. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi:
"Yazı filan yazıyor musun?" dedi.
"Ara sıra... Şiir, hikâye!"
"Bir faydası oluyor mu bari?"
Gene güldüm. O "Bırak böyle şeyleri canım!" diyerek pratik hayatın
muvaffakiyetlerinden, edebiyat gibi boş şeylerin mektep sıralarından
sonra ancak zararlı olabileceğinden bahsetti. Kendisine cevap
verilebileceğini, münakaşa edilebileceğini asla aklına getirmeden,
küçük bir çocuğa nasihat verir gibi konuşuyor ve bu cesareti hayattaki
muvaffakiyetinden aldığını tavırlarıyla göstermekten de hiç
çekinmiyordu. Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı
hissettiğim bir gülümseme ile hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle
kendisine daha çok cesaret veriyordum.
"Yarın sabah bana uğra" diyordu. "Bakalım, bir şeyler düşünürüz. Sen
zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama, bunun
ehemmiyeti yok. Hayat ve zaruretler insana birçok şeyler öğretir...
Unutma... Erkenden gel, beni gör!"
Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden
olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu. Yahut da, bunu burada
yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için
pervazsızca konuşuyordu.
Yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, hemen doğruldum ve elimi
uzatarak:
15
"Bana müsaade!" dedim.
"Neden canım, daha erken... Ama sen bilirsin!"
Beni yemeğe çağırdığını unutmuştum. Bu anda hatırladım.
Fakat o tamamen unutmuş görünüyordu. Kapıya kadar geldim.
Şapkamı alırken:
"Hanımefendiye hürmetler!" dedim.
"Olur, olur, sen yarın bana uğra! Üzülme canım!" diyerek sırtımı
okşadı.
Dışarı çıktığım zaman ortalık adamakıllı kararmış, sokak lambaları
yanmıştı. Derin bir nefes aldım. Hava, biraz tozla karışık da olsa, bana
fevkalade temiz ve ferahlatıcı geldi. Ağır ağır yürüdüm.
Ertesi gün, öğleye doğru Hamdi'nin şirketine gittim. Halbuki dün
akşam evinden çıktığım sırada buna hiç niyetim yoktu. Zaten sarih* bir
vâitte de bulunmamıştı. "Bakalım, bir şey düşünürüz, bir şey yaparız!"
gibi her müracaat ettiğim hayır sahibinden dinlemeye alıştığım beylik
sözlerle beni uğurlamış-tı. Buna rağmen gittim. İçimde bir ümitten
ziyade, nedense, kendimi tezlil edilmiş** görmek arzusu vardı. Adeta
nefsime: "Dün akşam ses çıkarmadan dinledin ve onun sana karşı
velinimet tavrı takınmasına razı oldun ya, haydi bakalım, bunu sonuna
kadar götürmeli, sen buna layıksın!" demek istiyordum.
Hademe beni evvela küçük bir odaya alıp bekletti. Ham-di'nin yanına
girdiğim zaman yüzümde gene o dünkü ahmakça tebessümün
bulunduğunu hissettim ve kendime daha çok kızdım.
Hamdi önünde serili duran bir sürü kâğıt ve içeri girip çıkan bir sürü
memurla meşguldü. Bana başıyla bir iskemle gösterdi ve işine
bakmakta devam etti. Elini sıkmaya cesaret edemeden iskemleye
iliştim. Şimdi onun karşısında hakikaten amirim, hatta velinimetimmiş
gibi bir şaşkınlık duyuyor ve bu kadar alçalan benliğime bu muameleyi
cidden layık görüyordum.
Dün akşam beni yolda otomobiline alan mektep arkadaşımla,
* Açık, belirgin. ** Hakarete uğramış.
16
on iki saatten biraz fazla bir zaman içinde, aramızda ne kadar büyük bir
mesele hâsıl olmuştu! insanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden
amiller ne kadar gülünç, ne kadar dıştan, ne kadar boş ve bilhassa asıl
insanlıkla ne kadar az alakası olan şeylerdi..
Dün akşamdan beri ne Hamdi, ne de ben hakikatte değişmiş değildik;
neysek gene oyduk; buna rağmen onun bana dair,
benim ona dair öğrendiğimiz bazı şeyler, bazı küçük ve teferruata ait
şeyler bizi ayrı istikametlere alıp götürmüşlerdi... İşin asıl garip tarafı,
ikimiz de bu değişikliği olduğu gibi kabul ediyor ve tabii buluyorduk.
Benim kızgınlığım Hamdi'ye değil, kendime de değil, sadece burada
bulunuşumaydı.
Odanın tenhalaştığı bir anda arkadaşım başını kaldırarak: "Sana bir iş
buldum!" dedi. Sonra, yüzüme o cesur ve manalı gözlerini dikerek
ilave etti: "Yani bir iş icat ettim. Yorucu bir şey değil. Bazı bankalarda
ve bilhassa kendi bankamızda işlerimizi takip edeceksin... Adeta
şirketle bankalar arasında irtibat memuru gibi bir şey... Boş
zamanlarında içeride oturur, kendi işlerine bakarsın... İstediğin kadar
şiir yaz... Ben müdürle konuştum, tayinini yapacağız... Fakat sana
şimdilik pek fazla veremeyeceğiz: Kırk elli lira... İleride tabii artar.
Hadi bakalım!.. Muvaffakiyetler!"
Koltuğundan kalkmadan elini uzattı. Sokuldum ve teşekkür ettim.
Yüzünde, bana iyilik ettiği için, samimi bir memnuniyet vardı. Onun
aslında hiç de fena bir insan olmadığını, yalnız mevkiinin icaplarını
yaptığını ve bunun da belki hakikaten lüzumlu olabileceğini
düşündüm. Fakat dışarı çıkınca koridorda bir müddet durakladım ve
bana tarif ettiği odaya gitmekle burayı bırakıp çıkmak arasında bir
hayli tereddüt ettim. Sonra ağır ağır, başım önümde, birkaç adım
yürüyerek ilk rast geldiğim hademeye mütercim Raif efendinin odasını
sordum. Adam eliyle gayri muayyen bir kapıyı gösterdi ve geçti.
Tekrar durdum. Niçin bırakıp gidemiyordum? Kırk lira aylığı mı feda
edemiyordum? Yoksa Hamdi'ye karşı ayıp bir harekette bulunmuş
olmaktan mı çekmiyordum? Hayır! Aylardan beri süren işsizlik,
buradan çıkınca nereye gideceğimi, nerede iş arayacağı-
17
mı bilmemek... Ve artık tamamıyla pençesine düşmüş olduğum bir
cesaretsizlik... İşte beni o loş koridorda tutan ve oradan geçecek olan
diğer hademeyi beklemeye sevk eden bunlardı.
Nihayet rastgele bir kapıyı araladım ve içeride Raif efendiyi gördüm.
Onu evvelden tanımıyordum. Buna rağmen, masasının başına eğilmiş
gördüğüm bu adamın başkası olamayacağını derhal hissettim.
Sonradan bu kanaatin nereden geldiğini
düşündüm. Hamdi bana: "Bizim Almanca mütercimi Raif efen-; dinin
odasına senin için bir masa koydurdum, kendisi sessiz sedasız, allahlık
bir adamdır, kimseye zararı dokunmaz" demişti. Sonra herkese bay,
bayan denildiği bu sıralarda ondan hâlâ efendi diye bahsediyordu.
İhtimal bu tariflerin kafamda yarattığı hayal orada gördüğüm kır saçlı,
bağa gözlüklü, tıraşı uzamış adama pek benzediği için hiç çekinmeden
içeri girmiş, başını kaldırıp dalgın gözlerle bana bakan zata:
"Raif efendi sizsiniz, değil mi?" diye sormuştum.
Karşımdaki bir müddet beni süzdü. Sonra hafif ve adeta korkak bir
sesle:
"Evet, benim! Siz de galiba bize gelen memursunuz. Biraz evvel
masanızı hazırladılar. Buyurunuz, hoş geldiniz!" dedi.
İskemleye geçip oturdum. Masanın üzerindeki soluk mürekkep
lekelerini, çizgileri seyretmeye başladım. Bir yabancı ile karşı karşıya
oturulduğu zaman âdet olduğu üzere oda arkadaşımı gizliden gizliye
tetkik etmek, kaçamak bakışlarla hakkında ilk -ve tabii yanlışkanaatler
edinmek istiyordum. Fakat onun bu arzuyu hiç
hissetmediğini ve başını tekrar önündeki işe eğerek ben odada
yokmuşum gibi meşgul olduğunu gördüm.
Öğleye kadar bu hal devam etti. Ben artık gözlerimi pervasızca
karşımdakine dikmiştim. Kısa kesilmiş saçlarının tepesi açılmaya
başlamıştı. Küçük kulaklarının altından gerdanına doğru birçok
kırışıklar uzanıyordu. Uzun ve ince parmaklı ellerini önündeki kâğıtlar
arasında gezdiriyor ve sıkıntı çekmeden tercüme yapıyordu. Ara sıra,
bulamadığı bir kelimeyi düşünür
gibi gözlerini kaldırıyor ve bakışlarımız karşılaşınca yüzünde
gülümsemeye benzer bir hareket oluyordu. Yandan ve tepeden bakınca
hayli yaşlı göründüğü halde çehresinin, hele böyle gü-
18
lüşme anlarında, insana hayret verecek kadar saf ve çocukça bir ifadesi
vardı. Sarı ve altları kırpılmış bıyıkları bu ifadeyi daha çok
kuvvetlendiriyordu.
Öğle üzeri yemeğe giderken, onun yerinden kımıldanmadığını,
masasının gözlerinden birini açarak önüne kâğıda sarılmış bir ekmek
ve bir küçük sefertası gözü çıkardığını gördüm.
"Afiyet olsun!" diyerek odayı terk ettim.
Günlerce aynı odada karşı karşıya oturduğumuz halde hemen hemen
hiçbir şey konuşmadık. Başka servislerdeki memurlardan birçoğuyla
tanışmış, hatta akşamüzeri beraber çıkarak bir kahvede tavla oynamaya
bile başlamıştık. Bunlardan öğrendiğime göre, Raif efendi
müessesenin en eski memurla-rındandı. Daha bu şirket kurulmadan
evvel, şimdi bizim bağlı olduğumuz bankanın mütercimiymiş, oraya ne
zaman geldiğini kimse hatırlamıyordu. Başında oldukça kalabalık bir
aile bulunduğu, aldığı ücretle ancak geçinebildiği söyleniyordu. Bu
arada kıdemli olduğu halde, şuna buna bol bol para savuran şirketin,
onun ücretini neden artırmadığını sorunca, genç memurlar gülerek:
"Hımbılın biridir de ondan. Doğru dürüst lisan bildiği bile şüpheli!"
diyorlardı. Halbuki Almancayı gayet iyi bildiğini ve yaptığı
tercümelerin pek doğru ve güzel olduğunu sonradan öğrendim.
Yugoslavya'nın Susak limanı üzerinden gelecek dişbudak ve köknar
kerestelerinin evsafına veya travers delme makinelerinin işleme tarzına
ve yedek parçalarına dair bir mektubu kolayca tercüme ediyor,
Türkçeden Almanca-ya çevirdiği şartname ve mukavelenameleri şirket
müdürü hiç tereddüt etmeden yerlerine yolluyordu. Boş kaldığı
zamanlarda masanın gözünü açıp, oradan dışarıya çıkarmadan, dalgın
dalgın kitap okuduğunu görmüş ve bir gün: "Nedir o, Raif bey?" diye
sormuştum. Sanki bir kabahat yaparken yakalamışım gibi kızarmış,
kekeleyerek: "Hiç... Almanca bir roman!" demiş ve hemen çekmeyi
kapatmıştı. Buna rağmen şirkette hiç kimse onun bir ecnebi dili
bileceğine ihtimal vermiyordu. Belki
de hakları vardı, çünkü hal ve tavrında hiç de lisan bilen bir insan kılığı
yoktu. Konuşurken ağzından yabancı bir kelime çıktı-C,ı, herhangi bir
zaman dil bildiğinden bahsettiği duyulmamış;
19
elinde veya cebinde ecnebi gazete ve mecmuaları görülmemişti.
Hulasa, bütün varlıklarıyla: "Biz Frenkçe biliriz!" diye haykıran
insanlara benzer bir tarafı yoktu. Bilgisine dayanarak maaşının
artırılmasını istemeyişi, başka ve bol ücretli işler aramayı-şı da,
hakkındaki bu kanaati kuvvetlendiriyordu.
Sabahları tam vaktinde geliyor, öğle yemeğini odasında yiyor,
akşamları, ufak tefek alışverişlerini yaptıktan sonra hemen evine
gidiyordu. Birkaç kere teklif ettiğim halde kahveye gelmeye razı
olmadı. "Evde beklerler!" dedi. Mesut bir aile babası, diye düşündüm,
bir an evvel çoluğuna, çocuğuna kavuşmaya can atıyor. Sonradan hiç
de böyle olmadığını gördüm, fakat bunlardan daha ileride
bahsedeceğim. Onun bu devamlılığı ve çalışkanlığı, dairede
horlanmasına mâni olmuyordu. Bizim Hamdi, Raif efendinin
tercümelerinde küçük bir daktilo hatası bulsa, hemen zavallı adamı
çağırıyor, bazan da bizim odaya kadar gelerek haşlıyordu. Diğer
memurlara karşı daima daha ihtiyatlı olan ve her biri bir türlü iltimasa
dayanan bu gençlerden fena bir mukabele görmekten çekinen
arkadaşımın, kendisine asla mukabeleye cesaret edemeyeceğini bildiği
Raif efendiyi bu kadar hırpalaması, birkaç saat geciken bir tercüme için
kıpkırmızı kesilerek bütün binaya duyuracak şekilde bağırması gayet
kolay anlaşılabilirdi: İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret
ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır? Hele bunu
yapmak fırsatı, birtakım ince hesaplar dolayısıyla, ancak muayyen bazı
kimselere karşı kendini gösterirse.
Raif efendi, ara sıra hastalanır ve daireye gelemezdi. Bunlar çok kere
ehemmiyetsiz soğuk algınlıklarıydı. Fakat senelerce evvel geçirdiğini
söylediği bir zatülcenp onu fazla ihtiyatlı yapmıştı. Ufak bir nezlede
hemen evine kapanıyor, dışarı çıktığı zaman kat kat yün fanilalar
giyiyor, dairede bulunduğu zamanlar asla pencere açtırmıyor ve
akşamüzerleri boynuna, kulaklarına atkılar dolayıp, kaim fakat biraz
yıpranmış paltosunun yakasını iyice kaldırmadan gitmiyordu. Hasta
zamanlarında da işini ihmal etmezdi. Tercüme edilecek yazılar bir
odacı ile
evine gönderilir ve birkaç saat sonra aldırılırdı. Buna rağmen müdürün
ve bizim Hamdi'nin Raif efendiye karşı muamelele-
20
rinde: "Bak, seni şu mızmız, hastalıklı haline rağmen atmıyoruz!"
demek isteyen bir şey vardı. Bunu ikide birde yüzüne vurmaktan da
çekinmezler, birkaç gün yokluktan sonra her gelişinde adamcağızı:
"Nasıl? İnşallah artık bitti ya?" diye iğneli
geçmiş olsunlarla karşılarlardı.
Bununla beraber, artık ben de Raif efendiden sıkılmaya
başlamıştım. Şirkette pek fazla oturduğum yoktu. Elimde bir evrak
çantasıyla bankaları ve siparişlerini kabul ettiğimiz devlet dairelerini
dolaşıyor; ara sıra bu evrakı tanzim edip müdüre veya müdür
muavinine izahat vermek için masamın başına geçiyordum. Buna
rağmen karşımdaki masada canlı olduğundan şüphe ettirecek kadar
hareketsiz oturan, tercüme yapan veya çekmesinin gözündeki
"Almanca romanını" okuyan bu adamın sahiden manasız ve sıkıcı bir
mahluk olduğuna kanaat getirmiştim. Ruhunda herhangi bir şeyler olan
bir kimsenin bunları ifade etmek arzusuna mukavemet edemeyeceğini
düşünüyor, bu kadar sessiz ve alakasız bir insanın içinde,
nebatlarınkinden pek de farklı olmayan bir hayat bulunduğunu tahmin
ediyordum: Bir makine gibi buraya geliyor, işlerini görüyor, anlayamadığım
bir itiyatla birtakım kitaplar okuyor ve akşamları alışverişini
yapıp evine dönüyordu. İhtimal, birbirine tıpkı tıpkısına benzeyen bu
bir sürü günlerin ve hatta senelerin içinde, hastalık zamanları yegâne
değişiklikti. Arkadaşların anlattığına göre, o oldum olası böyle
yaşamaktaydı. Kendisinin herhangi bir şekilde heyecanlandığını
şimdiye kadar gören yoktu. Amirlerinin en yersiz, en haksız
ithamlarına hep aynı sakin ve ifadesiz bakışla mukabele ediyor, yaptığı
tercümeleri daktiloya verir ve alırken hep aynı manasız tebessümle rica
ve teşekkürde bulunuyordu.
Bir gün gene, sırf daktiloların Raif efendiye ehemmiyet vermemeleri
yüzünden geç kalmış olan bir tercüme için Hamel i, bizim odaya kadar
gelmiş, oldukça sert bir sesle:
"Daha ne kadar bekleyeceğiz? Size acele işim var, gideceğim, dedim.
Hâlâ Macar şirketinden gelen mektubun tercümesini getirmediniz!"
diye bağırmıştı.
Öteki, iskemlesinden süratle doğrularak:
21
"Ben bitirdim efendim! Hanımlar bir türlü yazamadılar. Kendilerine
başka işler verilmiş!" dedi.
"Ben size bu işin hepsinden acele olduğunu söylemedim
mi?"
"Evet efendim, ben de onlara söyledim!" Hamdi daha çok bağırdı:
"Bana cevap vereceğinize size havale edilen işi yapın!" Ve kapıyı
vurarak çıktı.
Raif efendi de onun arkasından çıkarak daktilolara tekrar yalvarmaya
gitti.
Ben, bütün bu manasız sahne esnasında bana küçük bir nazar atmaya
bile lüzum görmeyen Hamdi'yi düşündüm. Bu sırada tekrar içeri giren
Almanca mütercimi, yerine geçerek başını önüne eğdi. Yüzünde insanı
hayret, hatta hiddete sevk eden o sarsılmaz sükûn vardı. Eline bir
kurşunkalem alarak kâğıdı karalamaya başladı. Yazı yazmıyor,
birtakım çizgiler çiziyordu. Fakat bu hareketi, sinirli bir adamın,
farkında olmadan, herhangi bir şeyle meşgul olması değildi. Hatta
dudaklarının kenarında, sarı bıyıklarının hemen alt tarafında,
kendinden emin bir tebessümün belirdiğini görür gibiydim. Eli kâğıdın
üzerinde ağır ağır hareket ediyor ve o, ikide birde durup gözlerini küçülterek,
önüne bakıyordu. Gördüğü şeyden memnun olduğunu,
yüzünü saran o belli belirsiz gülümsemeden anlıyordum. Nihayet
kalemi yanına bıraktı, karaladığı kâğıdı uzun uzun seyretti. Ben
gözlerimi hiç ayırmadan ona bakıyordum. Bu sefer yüzünde yepyeni
bir ifadenin peyda olduğunu görünce şaşırdım: Adeta birisine acır gibi
bir hali vardı. Meraktan yerimde duramıyordum. Kalkacağım sırada o
doğruldu, tekrar daktiloların odasına gitti. Hemen fırladım, bir adımda
karşı masaya vardım ve Raif efendinin, üzerine bir şeyler çizdiği kâğıdı
aldım. Buna bir göz atınca hayretimden donakaldım.
Avuç içi kadar kâğıdın üzerinde Hamdi'yi görüyordum. Beş on basit
fakat fevkalade ustaca çizginin içerisinde bütün
hüviyetiyle o vardı. Başkalarının aynı benzeyişi bulacaklarını pek
zannetmem, hatta teker teker araştırılınca belki hiçbir tarafı
benzemiyordu, fakat onun biraz evvel odanın ortasında nasıl avaz avaz
bağırdığını gören bir insan için yanılmaya imkân
22
yoktu. Hayvanca bir hiddet ve tarifi imkânsız bir bayağılıkla, mustatil*
şeklinde açılmış duran bu ağız; baktığı yeri delmek istediği halde aciz
içinde boğulmuşa benzeyen bu çizgi halindeki gözler; kanatları
mübalağalı bir şekilde yanaklara kadar genişleyen ve böylece çehreye
daha vahşi bir ifade veren bu burun... Evet, bu, birkaç dakika evvel
şurada duran Hamdi'nin, daha doğrusu onun ruhunun resmiydi. Fakat
hayretimin asıl
sebebi bu değildi: Ben şirkete girdiğimden, yani aylardan beri, Hamdi
hakkında birbirine zıt bir sürü hükümler verip duruyordum. Onu bazan
mazur görmeye çalışıyor, çok kere de istihfaf ediyordum**. Asıl
şahsiyetiyle, bugünkü mevkiinin ona verdiği şahsiyeti birbirine
karıştırıyor, sonra bunları ayırmak istiyor ve büsbütün çıkmaza
giriyordum. İşte Raif efendinin birkaç çizgi ile ortaya koyduğu Hamdi,
benim uzun zamandan beri görmek istediğim halde bir türlü
göremediğim insandı. Yüzünün bütün iptidai ve vahşi ifadesine
rağmen acınacak bir tarafı vardı. Zalimlik ve zavallılığın iştiraki hiçbir
yerde bu kadar vazıh*** olarak gösterilmemiştir. Sanki on senelik
arkadaşımı ilk defa bugün sahiden tanıyordum.
Aynı zamanda bu resim bana birdenbire Raif efendiyi de izah etmişti.
Şimdi onun sarsılmaz sükûnetini, insanlar ile mü-nasebetlerindeki
garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar iyi tanıyan,
karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın
heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkân var
mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine
karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün teessürlerimiz,
inkisarlarımız****, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin
anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve
kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?
Raif efendi, benim için tekrar merak verici bir mahiyet almıştı.
Kafamda onun hakkında, biraz evvel beliren ışığa rağmen, birçok
tezatların bulunduğunu seziyordum. Elimde tuttu-
* Dikdörtgen. ** Küçümsüyordum. *** Açık, belirgin. **** Düş kırıklıklarımız.
23
ğum resmin çizgilerindeki isabet, bunun bir heveskâr elinden
çıkmadığını gösteriyordu. Bunu yapan kimsenin uzun seneler resimle
uğraşmış olması lazımdı. Burada sadece baktığını sahiden gören bir
göz değil, gördüğünü bütün incelikleriyle tespit etmesini bilen bir
hüner de vardı.
Kapı açıldı. Elimdekini çabucak masaya bırakmak istedim,
fakat geç kalmıştım. Macar şirketinden gelen mektubun
tercü-meleriyle bana doğru yaklaşan Raif efendiye özür diler gibi:
"Çok güzel bir resim... " dedim.
Onun şaşıracağını, sırrını ele vereceğimden korkacağını sanmıştım.
Hiç de böyle olmadı. Her zamanki yabancı ve dalgın gülüşüyle kâğıdı
elimden alarak:
"Senelerce evvel, bir müddet resimle meşgul olmuştum!.. " dedi. "Ara
sıra, el alışkanlığıyla bir şeyler karalıyorum... Görüyorsunuz ya,
manasız şeyler... Can sıkıntısı işte... "
Resmi avucunun içinde buruşturarak kâğıt sepetine attı.
"Daktilo hanımlar pek acele yazdılar!" diye mırıldandı. "Herhalde
yanlışlar vardır, fakat okumaya kalksam Hamdi beyi daha çok
kızdıracağım... Hakkı da var... Götürüp vereyim bari... "
Tekrar dışarı çıktı. Gözlerimle kendisini takip ettim. "Hakkı da var,
hakkı da var!" diye söyleniyordum.
Bundan sonra Raif efendinin her hali, sahiden manasız ve
ehemmiyetsiz olan hareketleri bile, bana merak vermeye başladı.
Onunla konuşmak, hakiki hüviyetine dair bir şeyler öğrenmek için her
fırsattan istifadeye kalktım. O benim bu fazla sokulganlığımı fark
etmez göründü. Bana karşı, nazik, fakat daima arada bir boşluk bırakan
tavrını muhafaza etti. Dostluğumuz dıştan ne kadar ilerlerse ilerlesin,
içi bana daima kapalı kaldı. Hatta ailesini, bu aile arasındaki vaziyetini
yakından görünce hakkındaki merakım büsbütün arttı. Kendisine
yaklaşmak için attığım her adım beni birçok yeni muammalarla karşılaştırıyordu.
Evine ilk defa olarak, mutat hastalıklarından birinde gittim. Hamdi
yarına kadar tercüme edilecek bir yazıyı hademe ile göndermek
istiyordu:
24
"Bana ver, hem ziyaret etmiş olurum" dedim.
"Pekâlâ... Bak bakalım nesi var. Bu sefer fazla uzadı!"
Hakikaten bu sefer hastalığı biraz uzun sürmüştü. Bir haftadan beri
şirkete uğramıyordu. Hademelerden biri Ismetpaşa mahallesindeki evi
tarif etti. Mevsim kış ortalarıydı. Erkenden
karanlık çöken sokaklarda yürümeye başladım. Ankara'nın asfalt döşeli
yollarına hiç benzemeyen bozuk kaldırımlı dar mahalleleri geçtim.
Birbiri arkasına yokuşlar ve inişler vardı. Uzun bir yolun sonunda,
adeta şehrin bittiği yerlerde, sola saptım ve köşedeki kahveye girerek
evi öğrendim: Taş ve kum yığılı arsaların arasında tek başına duran iki
katlı, sarı boyalı bir bina. Ra-if efendinin alt katta oturduğunu
biliyordum. Zili çaldım. Kapıyı on iki yaşlarında bir kız çocuğu açtı.
Babasını sorunca, yapmacık bir tavırla yüzünü buruşturup dudaklarını
bükerek: "Buyurun!" dedi.
Evin içi hiç de zannettiğim gibi değildi. Yemek odası olarak
kullanıldığı anlaşılan holde büyük ve açılıp kapanır bir masa, kenarda
içi kristal takımlarla dolu bir büfe vardı. Yerde güzel bir Sivas halısı
duruyor, yan taraftaki mutfaktan dışarı yemek kokuları vuruyordu. Kız
beni evvela misafir odasına aldı. Buradaki eşya da güzel, hatta pahalı
şeylerdi. Kırmızı kadife koltuklar, alçak ceviz sigara masaları ve bir
kenarda kocaman bir radyo odayı dolduruyordu. Her tarafta, masaların
üstünde ve ka-napelerin arkalığında ince işlenmiş, krem rengi dantel ve
gemi şeklinde yazılmış bir "Amentü" levhası asılıydı.
Küçük kız birkaç dakika sonra kahve getirdi. Yüzünde nedense hep o
beni küçük görmek, benimle alay etmek isteyen şımarık ifade vardı.
Fincanı elimden alırken:
"Babam rahatsız efendim, yatağından çıkamıyor, siz içeri buyurun!"
dedi. Bunu söylerken de benim bu kibar muameleye hiç layık
olmadığımı kaş ve gözleriyle anlatmak ister gibiydi.
Raif efendinin yattığı odaya girince büsbütün şaşırdım. Burası evin
diğer taraflarına hiç benzemiyen, adeta bir leyli mektep yatakhanesi,
veya bir hastane koğuşu gibi yan yana bir sürü beyaz karyolaların dizili
durduğu küçük bir odaydı. Raif efendi bu yataklardan birinde, beyaz
örtülerin altında, yarı otu-
25
rur bir vaziyette yatıyor ve gözlüklerinin arkasından beni selamlamaya
çalışıyordu. Oturmak için bir iskemle aradım. Odada bulunan iki
iskemlenin üzeri de yün hırkalar, kadın çorapları, sırttan çıkarılıp
atılıvermiş birkaç ipekli elbise ile doluydu.
Bir kenarda, kapısı yarı açık duran, vişneçürüğü boyalı adi elbise
dolabının içinde rastgele asılmış elbiseler, tayyörler ve bunların altında
düğümlü bohçalar vardı. Odada insanı şaşırtacak bir kargaşalık hüküm
sürüyordu. Raif efendinin başucundaki komodinin üzerinde, teneke bir
tepsi içinde, öğleden kaldığı anlaşılan kirli bir çorba tabağı, ağzı açık
küçük bir sürahi ve bunların yanında, şişeler veya tüpler içinde bir sürü
ilaç duruyordu.
Hasta adam:
"Şuraya oturuverin canım!" diyerek yatağın ayakucunu gösterdi.
Şöyle iliştim. Karşımdakinin sırtında, dirsekleri delinmiş, alacalı
bulacalı, yünden örme bir kadın hırkası vardı. Başını karyolanın beyaz
demirlerine dayamıştı. Elbiseleri benim bulunduğum tarafta,
karyolanın ayakucunda üst üste asılmış duruyordu.
Odayı gözden geçirdiğimi hisseden ev sahibi: "Ben burada çocuklarla
beraber yatarım... Odayı darmadağın ediyorlar... Zaten küçük ev,
sığamıyoruz da... " dedi. "Kalabalık mısınız?"
"Eh, epeyce! Bir yetişkin kızım var; liseye gidiyor. Bir de sizin
gördüğünüz... Sonra baldızım ve kocası, iki kayınbiraderim... Hep
beraber oturuyoruz. Baldızımın da çocukları var... İki tane... Ankara'da
ev derdi malum. Ayrı çıkmaya imkân yok... "
Bu sırada dışarıda ikide birde zil çalıyor, gürültüden ve bağıra bağıra
konuşmalardan eve aile efradından birinin geldiği anlaşılıyordu. Bir
aralık odanın kapısı açıldı. İçeri kırk yaşlarında, kesik saçları
kulaklarına ve yüzüne dökülmüş, şişmanca bir kadın girdi. Raif
efendinin kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Öteki ona cevap vermeden
beni işaret ederek:
"Daire arkadaşlarından..." diye takdim etti. "Refikam."
27
Sonra karısına dönerek: "Ceketimin cebinden al!" dedi.
Kadın bu sefer kulağına filan eğilmeden söylendi: "Ayol, para için
gelmedim, kim gidip alacak... Sen de bir türlü kalkamadın!"
"Nurten'i yollayıver. Uç adımlık yer!"
"Gece vakti bacak kadar çocuğu bakkala nasıl yollarım? Bu soğukta,
sonra kız... Hem git desem bile beni dinler mi?"
Raif efendi düşündü, düşündü; sonra, sanki nihayet bir çare bulmuş
gibi başını sallayarak:
"Gider, gider!" dedi ve önüne baktı.
Kadın çıktıktan sonra bana dönerek:
"Bizim evde de ekmek almak bir mesele... Bir hastalandık mı
gönderecek adam bulamazlar!" dedi. Pek üstüme vazifeymiş gibi:
"Kayınbiraderleriniz küçük mü?" diye sordum. Yüzüme baktı; cevap
vermedi. Hatta çehresinin ifadesi sualimi hiç duymamış intibaını
bırakıyordu. Fakat birkaç dakika sonra:
"Hayır, ufak değiller!" dedi. "İkisi de işe gidiyorlar. Onlar da bizim gibi
memur. Bacanak İktisat Vekâleti'ndedir, birer işe yerleştirdi.
Okumadılar, ellerinde bir orta mektep şahadetnamesi* bile yok!"
Sonra, birdenbire sözünü keserek sordu:
"Tercüme için bir şey mi getirdiniz?"
"Evet... Yarma lazımmış. Sabahleyin hademeyi gönderecekler!"
Kâğıtları aldı, yanına bıraktı. "Ben de hastalığınızı merak ettim."
"Teşekkür ederim... Uzunca sürdü. Cesaret edip kalkamıyorum!"
Bakışlarında garip bir tecessüs vardı. Alakamın sahi olup olmadığını
araştırır gibiydi. Onu inandırmak için birçok şeyler yapmaya hazırdım,
fakat ilk defa olarak herhangi bir şekilde bir heyecan ifade ettiğini
gördüğüm gözleri çabucak eski ifade-sizliklerine ve o her zamanki
bomboş tebessüme döndüler.
İçimi çekerek kalktım. Birdenbire doğrulup elimi tuttu:
"Ziyaretinize teşekkür ederim oğlum!" dedi.
* Diploması.
27
Sesinde bir sıcaklık vardı. İçimden geçenleri sezmişe benziyordu.
Hakikaten Raif efendiyle aramızda bugünden sonra bir yakınlık hâsıl
oldu. Onun bana karşı olan muamelesinin değiştiğini pek
söyleyemeyeceğim. Hele benimle samimi olduğunu, bana içini açtığını
iddia etmek aklımdan bile geçmez. O hep aynı
kapalı, sessiz insan olarak kaldı. Gerçi bazı akşamlar daireden beraber
çıkarak evine kadar yürür, hatta bazan içeri de birlikte girerek, kırmızı
mobilyalı misafir odasında birer kahve içerdik. Fakat bu esnada ya hiç
konuşmaz yahut da havadan sudan, Ankara'nın pahalılığından,
İsmetpaşa mahallesindeki kaldırımların bozukluğundan bahsederdik.
Evine, çoluk çocuğuna dair bir şey söylediği nadirdi. Ara sıra: "Bizim
kız riyaziyeden* gene kırık numara almış!" der sonra hemen lafı
değiştirirdi. Ben de bu hususta bir şey sormaktan çekiniyordum.
Kendisini ilk ziyaret ettiğim akşam karşılaştığım aile efradı, üzerimde
pek iyi bir tesir bırakmamıştı.
Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın
etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlı ile on beş on altı yaşlarında bir
genç kız, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden
fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını
biliyordum. Fakat bunlar da, o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk
rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı.
Küçük Nurten bile ablasına ve dayılarına uymak için çırpınıyordu.
Sonradan bu eve her gidişimde aynı şeyi gördüm. Ben de henüz
gençtim, yirmi beş yaşımı doldurmamıştım, fakat birtakım genç
insanlarda gördüğüm bu garip itiyat: Tanımadıkları, ilk defa gördükleri
bir insanı pek tuhaf bir şey telakki etmek merakı, hayretimi
uyandırıyordu. Raif efendinin vaziyetinin de pek hoş olmadığını ve bu
kalabalığın içinde onun fazla ve lüzumsuz bir şey gibi durduğunu fark
ediyordum.