17 Ekim 2015 Cumartesi

homeros destanı - 2

— Yabancı, sen bu kadar toy veya akılsız mısın? Yoksa istiyerek burada sürte kalıp cefa çekmekten lezzet mi alıyorsun? Ne kadar zamandan beri bu adada tutulup kalmışsın, bir kurtuluş çaresi de bulamıyorsun, ve yarenlerinde neşe, cesaret azaldı. Böyle dedi; ben de ona cevap verdim: — Tanrıçalardan kim olduğunu bilmem; lâkin emin ol, burada tutulup kalışım kendi arzumla değildir; lâkin geniş göğün sahipleri ölümsüz tanrılara karşı bir suç işlemiş olmalıyım: Sen bana söyle, çünkü tanrılara her şey malûm olur, hangi tanrı beni alıkoyup yolumu bağlıyor? dedim O da, tanrıçaların en tanrısalı, cevap verdi: — Yabancı, sana her şeyi dosdoğru söyliyeceğim: Buralarda yalan bilmez deniz ihtiyarlarından biri dolaşır; bu ölümsüz, Aigyptoslu Proteus'tur, bütün denizin derinliklerini bilir; Poseidon'un kullarındandır; benim de babam olduğunu söylüyorlar, işte onu bir pusuya düşürüp elde edebilsen... sana yolculuğunu haber verir, takip edeceğin yolun uzunluklarını ve balıklı denize nasıl geçeceğini söylerdi. Ve sual etmiş olsan, ey Zeus'un büyüttüğü, konağında iyi kötü her ne olmuşsa sana onu da haber verirdi. Böyle dedi. Ben de cevap vererek şöyle söyledim: — O halde kendin bana öğüt ver: Bu tanrısal İhtiyara nasıl bir pusu kurayım ki beni uzaktan sezince önleyip kaçmasın? Çünkü bir tanrıyı alt etmek ölümlü insanlar için güçtür. 111/431 Böyle dedim. O da, tanrıçaların en tanrısalı, hemen cevap verdi: — Güneş göğün ortasına erişince yalan bilmez deniz İhtiyarı denizden çıkar; Zephyros'un esini altında, kara saçları dalgalanarak gelir, oyuk mağaraların altında dinlenir; iki yanında, güzel Halosydne'nin fokları, apul apul, sürü halinde, aklı karalı dalgalar arasından çıkarak etrafında yatmağa giderler; çok derin denizin kekre kokusunu etrafa yayarlar. Seni ben oraya tan ağarırken götüreceğim, yöresine yerleştireceğim; sen de gemilerindeki yarenlerin, en yiğitlerinden üç kişi seçer, yanma alıp gelirsin. Şimdi sana İhtiyarın bütün hilelerini de anlatayım. O, en önce, fokları yoklayıp sayacak; onları beşer beşer ayırıp gözden geçirdikten sonra, ortalarına geçip yatacak: Çoban, sürüsünün ortasında yattığı gibi. Onun ilk uykusunu gözetmek sizin düşüneceğiniz iş olmalı. Ne kadar çabalarsa sıkı tutun; kurtulmak istiyecek, her biçime girmeği sınayacak; yerde sürünen ne kadar mahlûk varsa hepsinin suretini takınacak; sonra, su olup akacak, ateş olup yakacak! Siz hep sımsıkı tutun, biraz daha ziyade sıkıştırın. Lâkin artık seninle konuşmak isteyince ilk uyuduğu zamanki haline dönecek; o vakit zorlayışı kes, İhtiyarı serbest bırak; sonra ey kahraman, hangi tanrının sana engel olduğunu ona sor. Böyle söyliyerek dalgalı denize daldı; ben de kumsalda yatan gemilere döndüm. Yolda giderken gönlümde nice düşünceler çalkanıyordu! Gemiye ve denize erişince yemeği hazırladık; tanrısal gece bastı, biz de kumsalda yatıp uyuduk. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı şafak görünür görünmez, engin denizin kıyı boyunca yürüyerek tanrılara dua ettim. Yanıma, yarenlerden, herhangi bir hücum karşısında en ziyade güvenebileceğim üç kişi seçip almıştım. Tanrıça, engin denizin içine dalarak dibinden yeni yüzülmüş dört fokun postlarını getirmişti; babasına oynayacağı oyunu düşünerek sahilin kumlarında yuvalar kazmış, 112/431 oturup bekliyordu. Biz de yetişip, yanına geldik. Bizi yan yana yatırıp üstümüzü birer postla örttü. Pusunun en iğrenç vaktini geçiriyorduk: Denizin büyüttüğü bu foklardan öldürücü bir koku yayılıyordu. Bir deniz canavarını yatağına kim alır? Ama gene kendi bizi korumak için bir çare düşünerek, beraber getirdiği ambrosia'dan burunlarımıza sürdü; bunun tatlı ıtrı canavarların fena kokusunu yenip yok etti. Bütün sabah, sabırlı yürekle, bekledik: Nihayet foklar sürüsü denizden çıkarak sıra sıra gelip kumsal boyunca yattılar. Öğle üstü İhtiyar da denizden çıktı, besili foklarına kavuştu, hepsini dolaşıp saydı: Ve en başta, canavar olarak, bizi de sayıp geçti; hileden hiç bir şey sezinmeden kendi de uzanıp yattı. Az sonra biz de haykırışarak üstüne atıldık, güçlü kollarımızla sardık; İhtiyar, hiç bir hilesini unutmayarak, en önce uzun yeleli arslan suretine girdi; sonra ejderha, sırtlan oldu, kocaman domuza döndü; su olup aktı, dallı budaklı ağaç olup dikildi. Biz, sabırlı yürekle, sımsıkı tutuyorduk; nihayet İhtiyar bin bir hilesinin tükendiğini görünce bana söz söyleyip sordu: — Atreus oğlu, hangi tanrının öğüdü ile beni böyle yakalayıp tuzağa düşürdün? Hacetin nedir? Böyle dedi, ben de cevap vererek şöyle dedim: — Sana malûmdur, İhtiyar! Bu dolambaçlı sorgular niye? Çoktan beri şu adada tutulup kalmışım, buradan çıkmağa bir çare bulamıyorum, artık sabrım tükendi... Söyle bana çünkü ölümsüzlere her şey malûm olur hangi tanrı bana engel olup yolumu bağlıyor? Böyle dedim; ve Proteus hemen cevap verdi: — Zeus'un kendisi: Maksadın eğer yağız denizi en kısa zamanda aşıp evine ulaşmak idiyse, gerek ona, gerek öbür tanrılara, gemilere binmeden, seçme kurbanlar kesip sunmalıydın. Kısmet olmıyacak sana sevdiklerine kavuşasın, yüksek tavanlı evinin çatısı altına 113/431 sığınasın, ata yurduna dönesin! Zeus'tan kaynak alan Algyptos ırmağının sularını görmeyince ve engin göğün sahipleri mutlu ölümsüzlere yüzlük kurban sunmayınca! Ancak o zaman tanrılar sana istediğin yolu açacaklar. Böyle dedi, benim de yüreğim parçalandı, çünkü beni sisli denizden, uzun ve tehlikeli yoldan Aigyptos'a davet ediyordu. Ne çare! Tekrar söze başlıyarak dedim ki: — Bütün bunları, İhtiyar, senin buyurduğun gibi yapacağım. Ama, haydi söyle bana, dosdoğru birer birer: Kurtuldular mı bütün o Akhailar ki, Troia'dan ayrılırken, Nestor'la ben, gemilerinin içinde bırakmıştık? Bunlardan zalim Ecele uğrayıp helak olan var mı, gerek gemileri içinde, gerek savaştan dönüp sevdiklerinin kolları arasında? Böyle dedim, o da cevap verdi: — Atreus oğlu, bunları benden niye soruyorsun? Sırrımı anlamağa hiç hacet yoktu, çünkü her şeyi benden işittikten sonra, inan bana, uzun zaman ağlamadan duramazsın; çünkü onların bir çoğu kaldıysa, bir çoğu da öldü. Tunç cebeli Akhaiların başkanlarından yalnız iki kişi sılaya kavuşmadan öldü; kavgayı ise kendin gördün; bir üçüncü de sağdır, ancak engin denizin öbür ucunda tutulup kalmıştır. Ölenlerin biri Aias'tır, kendisiyle birlikte uzun kürekli gemiler de battı. Poseidon önce onun gemilerini büyük Guras kayalarına çarptırdı, kendisini ise denizden kurtardı; ve hiç şüphesiz, Athena sevmemekle beraber, ölümden başını kurtaracaktı, ağzından küfür çıkmasaydı ve büyük bir suç işlemeseydi: Ama denizin korkunç dalgalarından, tanrılara inat, kurtulacağım! demişti. Poseidon, onun söylediği büyük sözü işitti, hemen güçlü elleriyle üçüzlü yabasını tutarak Guras kayasına vurdu, onu ikiye yardı, bir parçası yerinde durdu, öbürü denize yuvarlandı: Aias 114/431 buna yapışmış ve o küfürü bu kayanın üstünde savurmuştu! Kaya alıp kıransız dalgalı deryaya sürükledi. Bir de senin kardeşin oyumlu gemilerinin üstünde Ecel'den kaçınarak kurtulabilmişti; onu ulu tanrıça Hera selâmete erdirmişti. Fakat tam sarp Male burnu yanına yaklaş- mak üzere iken dalga kasırgası onu da kapıp ağlıya hıçkıra balıklı denize sürükledi. Buradan bile bir an dönüşü temin edilmiş görünüyordu; birden tanrılar rüzgârı çevirip yurduna yol veriyorlardı: Kırların öyle bir ucuna yanaştı ki, orada eskiden Tyestes'in evi barkı vardı, o zaman da Tyestes oğlu Aigisthos otururdu. Sevinç içinde ata yurduna ayak basmıştı; toprağına ellerini sürüyor, onu öpüyor, üstüne gözlerinden sıcak yaşlar döküyordu, çünkü hasret kaldığı sılasına nihayet kavuşmuştu. Fakat onu bir gözcü bekleme yerinden gördü; bu adamı oraya hileci Aigisthos koymuştu, müjdesi iki talant altındı. Bir yıl boyunca orada beklemişti. Atreus oğlunun cesaret ve kudretini düşünerek gizlice geçmesinden korkuyordu. Görünce budunun başkan saydığı adamın konağına koşup haberi yetiştirdi. Hemen hain Aigisthos tuzağı kurdu: Şehirde yirmi kabadayı seçip pusuya yerleştirdi, sonra bir şölen hazırlanmasını emretti. Kendi ise atlarla arabalarla giderek budunlar çobanı Agamemnon'u davet etti, içinden ise hainlik düşünüyordu. Onu başına gelecek felâketten habersiz, götürdüler ve yiyip içmekte iken öldürdüler, yemliğinde bir öküzü boğazlar gibi. Atreus oğlunun yanındaki adamlardan kimse kurtulmadı. Aigisthos'un adamlarından da kimse kalmadı, hepsi konağın içinde tepelendi. Böyle dedi ve benim aziz yüreğim parçalandı; kumların üstüne oturup ağlıyordum; artık canım yaşamak, güneşin ışığını görmek istemiyordu. Ağlamaktan, yere yuvarlanmaktan usanç getirince yalan bilmez deniz İhtiyarı, bana seslenerek dedi ki: — Atreus oğlu, artık böyle boşuna geçirecek fazla vaktin yok: Ağlamakla çare bulunmaz; en tezden atalar yurduna dönmeğe çalış; 115/431 orada Aigisthos'u henüz sağ bulabilirsin, Orestes varıp öldürmüş olsa bile, sen cenaze şöleninde bulunabilirsin. Böyle dedi, ve göğsümün içinde sızlayan yüreğimin cesareti kuvvetlendi. İhtiyara seslenerek kanatlı sözler söyledim: — Bu iki kahramanı anladım, sen şimdi üçüncüsünü, henüz hayatta olup engin denizin bir bucağında tutulup, kalanı anlat ölmüş bile olsa, yüreğim üzüle, parçalana onu da öğrenmek isterim. Böyle dedim, o da hemen cevap verdi: — İthaka'daki evinde oturan Laertes'in oğludur bu. Onu bir odada sıcak yaşlar dökerken gördüm, nymphe Kalypso onu konağında zorla tutuyor, o da atalar yurduna dönemiyor. Sana da, Zeus'un büyüttüğü Menelaos, ecelinle, at yetiştiren Argos'ta ölmek kısmet olmayacak; ama seni tanrılar yerin öbür bucağındaki Elysien ovasına, sarı Radamantos'un yanına yollayacaklar; orada insanlar en rahat bir hayat yaşarlar: Ne kar, ne şiddetli uzun kış, ne de herhangi bir yağmur! Daima Zephyros'un tatlı esintileri! Bunları Okeanos insanlara serinlik vermek için yollar. Helena'nın kocası olduğun için onların gözünde Zeus'un damadı sayılırsın. Böyle deyip köpüklü denize daldı. Ben de gemilere tanrıya benzer yarenlerimle birlikte gidiyordum ve gönlümde birçok düşünceler çalkanıyordu! Böylece gemilere ve denize kadar eriştik, yemeği hazırladık ve tanrısal gece basınca kumsalda yatıp uykuya vardık. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görününce tekneleri tanrısal denize çektik; adamlar da binerek kürekçi sıralarına geçtiler, yerli yerinde oturduktan sonra kürekleriyle alacalanan denizi dövmeğe başladılar. Zeus'tan kaynak alan Aigyptos ırmağına, geri, gemileri ilettim, gereğince yüzlük kurbanları kesip sundum, böylece bengi tanrıların 116/431 gazabını yatıştırdım. Bunları tamamlayıp gene sefere koyulduk, ölümsüz tanrılar da uygun rüzgârı ihsan ederek beni tezden sevgili atalar yurduna ulaştırdılar. ; Şimdi sen bizim konakta eğlen, ta ki onbirinci, onikinci gün gelsin; o zaman seni uğurlar, ağır armağanlar da veririm: Üç at ile oymalı güzel bir araba, bir de işlenmiş bir sağrak ki, onunla ölümsüz tanrılara saçı kılasın ve kalan ömrünce beni de hatırlıyasın. Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi: — Atreus oğlu, beni artık daha ziyade alıkoyma. Senin yanında bütün bir yıl eğlenedursam, ne ev, ne anababa göreceğim gelir. Senin hikâyelerini ve bütün söylediklerini dinlemek çok hoşuma gidiyor; ama kutsal Pylos'taki yarenlerimin canları sıkılmağa başlamıştır; sen ise beni bir zaman daha alıkomak istiyorsun. Bana vermek istediğin hediyeye gelince bu, sadece bir andaç olsun, çünkü İthaka'ya atları götüremem; onlar buranın bir bezeğidir, gene burada kalsınlar; senin hanlığın geniş ovandır, burada bol bol yonca, tirfil, yulaf, buğday ve bereketli beyaz arpa yetişir. İthaka'da ise ne araba koşturmağa geniş yol, ne de at beslemeğe çayır vardır; ancak keçi besler bir adadır, fakat benim gözümde at besliyen yerlerden daha sevimlidir. Bizim deniz üzerine sarkıp duran adaların hiç biri at beslemeğe gelir, çayırlık filan değildir; İthaka ise hepsinden fazla. Böyle dedi, ve gür sesli Menelaos gülümsedi, elini alıp okşadı ve adı ile anarak dedi ki: — İyi kandan olduğun, sevgili çocuk, söylediklerinden belli. Peki, hediyeleri değiştiririm, buna gücüm vardır. Konağımda bulunan andaçlardan hediye olarak, sana en değerlisini vereceğim. Bir dövme sebu hediye edeceğim ki, hepsi gümüştendir, ağzı ise altınla bezenmiştir; Hephaistos'un sanat eseridir; bunu bana kahraman Phaidimos, 117/431 Sidon hanı, bağışlamıştı: Konağında konuk kalmıştım, buraya dönerken; işte onu sana vermek istiyorum.» YAVUKLULARIN PUSUSU Aralarında böyle söyleşirken davetliler, tanrısal Atreus oğlunun konağına geliyorlardı; beraber koyunlar, yüreğe kuvvet verici şarap ve güzel yaşmaklı karılarının gönderdiği ekmek getiriyorlardı. Böyle, Menelaos'un konağında yemek hazırlıkları görülürken yavuklular da Odysseus'un konağı önünde, kaldırım döşenmiş meydanda, diskler ve ciritler atıp gönül eğlendiriyorlardı: Burası, her zaman şımarıklık ettikleri yerdi. Antinoos tanrı yüzlü Eurymakhos'un yanında oturuyordu; yavuklulardan bu iki şef, değerce, hepsinden üstündü. Bu ara Phronios oğlu Noemon çıkagelip yanlarına sokuldu; Antinoos'a sormağa başlıyarak dedi, ki: — Antinoos, sizce malûm mu değil mi? Telemakhos ne zaman kumsal Pylos'tan dönecek? Bizim gemiyi alıp gitmişti, şimdi ise tekne bana lâzım: Geniş ovalı Elis'e gitmek istiyorum; orada, yaylada on iki baş yavrulu kısrağım var, altlarındaki tay katırlar da çalışacak çağa gelmişler, yalnız henüz koşulmamışlar; alıştırmak için birini alıp getirmek istiyorum da... Böyle dedi; onlar ise şaşakaldılar: Telemakhos'un Pylos'a gitmiş olacağını akıllarına getirmemişlerdi; onu kırlarda koyun sürülerinin veya domuz çobanının yanında sanıyorlardı. Bunun üzerine Eupeithes oğlu Antinoos dedi ki: — Bana doğrusunu söyle; o ne zaman gitti? Onunla beraber giden uşaklar kimlerdir? İthaka'nın ileri gelenlerinden miydiler, yoksa kendi kölelerinden mi? Çünkü böyle de yapabilirdi! Bana her şeyi 118/431 doğru söyle; ben bilmeliyim: Kendi mi gelip zorla senden kara gemiyi aldı, yoksa sözle kandırıp sen de gönül rızasıyla mı verdin? Buna karşı Phronios oğlu Noemon şöyle dedi: — Ben kendim, gönül rızasıyla verdim; benim yerimde başkası da olsa ne yapabilirdi, böyle bir er üzüntüler içinde kalarak başvurunca?... Reddetmek güç olurdu. Uşaklara gelince, gerçek bizden sonra, halkın ileri gelenlerindendirler. Kumanda etmek üzere Mentor'u da beraber götürdüğünü gördüm, eğer gördüğüm ona tıpatıp benziyen bir tanrı değilse. Ama bunda şaşılacak bir şey var: Dün, tan ağarırken tanrısal Mentor'a burada rastgeldim; halbuki, o zaman da Pylos'a gitmek üzere gemiye binmişti. Böyle söyledikten sonra Noemon, babasının evine döndü; fakat iki yavuklunun canı pek sıkılmıştı; öbür yavukluları oturttular, oyunu kestirdiler. Eupeithos oğlu Antinoos onlara dedi ki: — Şu kadar kişi varız; tek başına bir çocuk hepimizi hiçe sayıyor: Denize gemi indiriyor, halk içinden en seçkin tayfayı tutuyor. Bu başlangıç, bizim için fena alâmet! Zeus vere, yiğitliği kemale erişmeden, tanrı gücü ile kırıla! Ama, haydin, bana tez yürüyüşlü bir gemi ile, yirmi tayfa verin, gidip dönüşünü gözetlemek için pusuya yatayım: İthaka ile uçurumlu Same arasındaki boğazda. Babası için giriştiği seferin nasıl tehlikeli olduğunu anlasın! Böyle dedi; ötekiler de hepsi birden münasip buldular ve alkışladılar; sonra kalkıp Odysseus'un konağına girdiler. Çok zaman geçmeden Penelopeia yavukluların, yüreklerinde kurdukları niyetleri öğrendi; çünkü Medon çavuş gelip kendisine söyledi: O, avlunun dışında iken, yavukluların kurdukları hainliği işitmiş, iç daireler arasından geçerek Penelopeia'ya haberi yetiştirmişti. 119/431 Medon eşiği aşarken, Penelopeia seslenerek sordu: — Çavuş, ünlü yavuklular hangi maksat için seni yolladılar; Tanrısal Odysseus'un halayıklarına, işlerini bıraksınlar, ziyafetlerinin hazırlığına baksınlar, demek için mi? Ne olurdu, artık bana yavuklu olmaktan vazgeçeydiler, başka hileler düzmeyeydiler, ve konakta yiyecekleri en son yemek bu olaydı! Her gün burada toplanıp bunca geçinmelikler harcıyan, aydın gönüllü Telemakhos'un malını talan eden sizler! Hiç, çocuk iken babalarınızdan, Odysseus'un onlar için nasıl bir han olduğunu işitmediniz mi? Odysseus, halka zarar verecek hiç bir şey yapmaz, gücendirecek, gönül kıracak hiç bir şey söylemezdi. Tanrı soyu hanların töresi ise şudur: Kimine düşmanca, kimine dostça muamele etmek! O hiç bir zaman kimseye haksızlık etmemiştir; ancak sizin yüreğinizde doğruluk yok; artık kimsede iyiliklere şükretmek duygusu kalmamış! Buna karşı akıllı Medon dedi ki: — Hanımım, keşke en büyük fenalık bu olaydı! Fakat yavuklular bundan daha büyüğünü ve daha acısını tasarlıyorlar. Zeus onlara fırsat vermesin: Telemakhos'u, eve dönerken sivri uçlu tunç kılıçla öldürmeği kuruyorlar, çünkü o, babasından bir haber almak için mübarek Pylos'a ve tanrısal İsparta'ya gitmiş bulunuyor. Böyle dedi; Penelopeia hatunun dizleri çözüldü, yüreği parçalandı, dili tutuldu, gözleri gür yasla doldu, sesi tıkandı, neden sonra söz söyliyecek hale gelerek dedi ki: — Çavuş, çocuğum niçin gitti? Ona ne gerekti tez yürüyüşlü gemiler, su yüzünde yürümek için erlerin bindikleri atlar? Yoksa soyadının bile insanlar katında unutulmasını mı istiyor? Buna karşı Medon çavuş aydın düşünerek cevap verdi: 120/431 — Bilmiyorum; tanrının biri mi onu yolladı, yoksa kendi gönlüne Pylos'a gitmek arzusu doğdu: Babasının dönüşünü veya alın yazısını sorup anlamak için gitmiş. Böyle söyledikten sonra daireden çekildi. Penelopeia, gönlü kararmış, yas içinde idi; odasını dolduran koltuklara sığamıyordu; zengin bezenmiş odanın eşiğine oturup acı acı ağlarken halayıklar her yanını alarak figan ediyorlardı. Penelopeia, hıçkırıklarını kesmiyerek onlara dedi ki: — İşitin sevdiklerim! Olympos'un sahibi bana, bütün benimle beraber doğup büyümeleri kısmet olan kadınların hepsinden daha çok kaygılar verdi. Önce arslan yürekli yiğit kocamı kaybettim: Danaoslular içinde bütün erdemlerden yana bir taneydi. Şimdi de sevgili çocuğumu, adsız sansız, elimden fırtınalar alıyor! Sıvıştığından da hiç haberim olmadı. Hiç biriniz hepiniz bildiğiniz halde, bedbahtlar, hiç biriniz o kocaman karınlı kara gemiye bineceği zaman gelip yatağımdan kaldırmağı aklınıza getirmediniz. Eğer onun böyle bir yolculuk tasarladığını sezseydim, mutlak ya arzusundan vazgeçerdi, ya şu konağın içinde cenazemi bırakır, öyle giderdi... Hemen bir koşucu koşsun, İhtiyar Dolios'u, ben buraya gelirken babamın hizmetime verdiği kö- leyi çağırsın: O, şimdi bostanıma bakıyor; hemen koşsun, bütün bunları birer birer Laertes'e anlatsın; belki o, bir çare düşünür; yas içinde, figan ederek gelir, kendisinin ve tanrı eşi Odysseus'un dölünü kırmak isteyen şu adamların yüreğine merhamet getirir. Buna karşı sadık dadı Evrykleia dedi ki: — Sayın gelin, beni ister zalim tunçla öldür, ister gene konağında tut! Senden olanı biteni hiç saklamıyacağım; ben hepsini biliyordum, bütün istediklerini de kendisine ben verdim: Unu ve tatlı şarabı; ancak bana büyük and verdirdi ki, onikinci gün gelmeden sana hiç bir şey 121/431 söylemiyeyim, meğer ki kendin sorup kaçmış olduğunu öğrenesin; ağlarsın da güzel yüzünün rengi solar diye korkuyordu... Fakat şimdi sen yıkan, temiz, lekesiz elbise giy, yukarki kata çık, oda halayıklarınla birlikte, Athena'ya, fırtına koparan Zeus'un kızına dua et; onu ölümden kurtaracak ancak odur. İhtiyarın acılarını arttırmağa ne hacet? Mutlu tanrıların Arkesios nesline düşmanlık göstereceğine hiç inanmıyorum: Daima onlardan biri bulunacak ve bu yüksek tavanlı konağı ve uzaklardaki verimli tarlaları hükmü altında tutacaktır! Böyle dedi; ve hanımının hıçkırıklarını yatıştırdı. Penelopeia gözlerinin yaşlarını kuruttuktan sonra yıkandı, temiz, lekesiz elbiseler giydi, yukarki kata halayıkları ile birlikte çıktı, sepete saçı kılmak için arpa doldurarak Athena'ya dua etti: — Fırtına koparan Zeus'un ramolmaz kızı, duamı kabul et! Eğer bir vakitler, bu konakta, çok görgülü Odysseus sana yağlı öküz veya koyun butları yaktırmışsa, artık benim için bunları hatırla ve sevgili oğlumu kurtar, hem gönüllü yavukluların hainliğini boşa çıkar! Böyle diyerek figan etti, tanrıça da duasını andı. Bu ara yavuklular gölgelenen divanhanenin içinde haykırışıyorlardı. Bu şımarık delikanlılardan biri şöyle diyordu: — Şüphesiz şimdi çok yavuklulu hanım, bizim için evlenmek hazırlığı görüyor ve hiç haberi yok ki oğlunun üstünde ölüm dolaşıyor. Bu adamlar böyle söyleniyorlardı ve olandan bitenden haberleri yoktu. O zaman Antinoos söz alarak dedi ki: — Hay deliler, hay! Şu boş lâfları hepimiz bırakmalıyız; çünkü biri işitip içeriye yetiştirebilir. Haydin, sükût içinde, kalkalım, hep candan kabul ettiğimiz kararı yerine getirmeğe bakalım. 122/431 Böyle söyledikten sonra, en yiğitlerinden yirmi kişi seçti; hemen tez yürüyüşlü gemiye ve deniz kıyısına doğru yola çıktılar. En önce gemiyi derin denize indirdiler; sonra tekneye direği dikip yelkeni taktılar ve gereğince kürekleri köseleden ıskarmozlara bağladılar. Gemiyi koy'un üst tarafına götürüp demirlediler, kendileri ise karaya çıkıp övünlerini yediler, ve orada akşamın gelmesini beklediler. O ara, uslu akıllı Penelopeia, üst katta, yatağa girmişti, hiç bir şey yemeden ve içmeden; ancak oğlunu düşünüyordu: Ölümden sağ esen korunacak mıydı, yoksa zalim yavukluların tuzağına düşecek miydi? Bir aslan, her yandan kendisini çeviren hain avcıların ortasında kalınca ne kadar çok korkuları olursa, onun da kaygıları o kadar çok iken, tatlı uyku bastı; uzandığı yerde, bütün oynak yerleri gevşeyip içi geçti. Bu ara gökgözlü Tanrıça Athena, aklında başka çareler düşünüyordu: Bir hayalet yarattı, ona ulu gönüllü İkarios'un öbür kızı İphtime'nin suretini verdi bunu Phere ahalisinden Eumelos tutuyordu. Tanrıça onu tanrısal Odysseus'un konağına yolladı, ta ki ağlamakta olan Penelopeia'nın iniltilerini dindirsin, gözlerinin yaşlarını kurutsun. Odaya mandal kayışından geçti; başucunda ayakta durarak şöyle dedi: — Penelopeia, uyuyorsun, aziz yüreğin ise üzgün; iyi bil ki kaygısız yaşıyan tanrılar artık senin kaygılanıp ağlamanı istemiyorlar; senin çocuğun dönecektir, çünkü hiç bir zaman tanrılara karşı suçlu olmamıştır. Uslu akıllı Penelopeia, tatlı uykuya dalmış, rüyalar kapısında, şöyle dedi: — Kardeşim, buraya niçin geldin? Eskiden buralara gelmezdin, çünkü evin çok uzakta... Bana canımı sıkan, yüreğimi üzen kaygıları 123/431 içimden atmamı söylüyorsun. Ben üzülmiyeyim de kimler üzülsün? En önce arslan yürekli yiğit kocamı kaybettim: Bütün erdemlerde Danaoslular arasında bir taneydi! Şimdi de sevgili oğlum kocaman karınlı gemiye binmiş; toy çocuk, tehlikeden anlamaz, dalavere bilmez; ötekinden ziyade bunun için matem tutuyorum; hayatı için tir tir titriyorum, başına bir kaza gelmesin: Gerek gitmek istediği yerde, gerek deniz üzerinde! Düşmanları pek çok; onu yok etmek için dolap çeviriyorlar, öldürmeğe çalışıyorlar, atalar yurduna dönmeden. Gölge hayalet ona cevap vererek dedi ki: — Cesur ol! Yüreğinden her korkuyu at; çünkü onunla beraber giden kılavuzu vardır ki, başkaları öyle birinin yol göstermesine can atarlar: O kadar kudretlidir: Pallas Athena; bu tanrıça sana, senin yaşlı olmana acıyor, beni yolladı ki, bunları sana anlatayım. Buna karşı uslu akıllı Penelopeia şöyle dedi: — Kendin tanrı isen, verdiğin haber de tanrıdansa, öbür talihsizin de halini anlat bana: Bir tarafta yaşayıp güneşin ışığını görebiliyor mu, yoksa ölmüş müdür, Hades ahret konaklarına varmış mıdır? Buna karşı gölge hayalet dedi ki: — Onun için açıkça bir şey diyemem: Ölmüş mü, yaşıyor mu? Boşuna lâkırdı söylemek iyi değildir. Böyle dedi ve mandala doğru ilerliyerek kapıyı aştı, hava içinde kayboldu. İkarios'un kızı, uykudan uyanırken yüreğinde tekrar ümit, neşe doğmuştu, çünkü gecenin derinliğinde sadık bir rüya görmüştü. Bu ara yavuklular gemilerine binerek dalgaların sırtında yol alıyorlar ve gönülleri içinde Telemakhos'u vuruşları altında can verirken görüyorlardı. 124/431 Deniz ortasında İthaka ile uçurumlu Same arasında kayalık bir ada, Asteris, vardır; büyük olmıyan bu adada gemiler için emniyetli, iki ağızlı limanlar bulunur; işte Akhailar onu gözetlemek üzere burada pusuya yattılar. 125/431 ŞAN : V KALYPSO'NUN MAĞARASI Şafak yatağından, şanlı Titon'un yanından kalkmıştı. Ölümsüzlere ve ölümlülere aydınlığı getirmek için. Tanrılar dernek kurmuşlardı; ortalarında Yüksekten gürler Zeus vardı, ki güçte kuvvette ondan üstün yoktur. Onlara Athena, hatırından çıkmıyan Odysseus'un sonsuz kaygılarını anlatıyordu, çünkü bir Nymphe'nin konağında kalması ona dokunuyordu: — Zeus babamız ve siz daima var olan mutlu tanrılar! Artık, bundan böyle elinde asa tutan bir han yumuşak, merhametli, iyiliksever ve içten hakkı tanır olamaz, belki daima sert, katı yürekli olacak ve zulüm işliyecek, çünkü tanrısal Odysseus'u, üstlerine en şefkatli bir baba gibi hüküm sürdüğü halk içinde, hatırına getiren kimse kalmamış. O şimdi bir ada üzerinde zalim kaygılar içinde yatmakta: Nymphe Kalypso onu zorla konağında alıkoyuyor. Atalarının yurduna nasıl dönsün ki, yanında ne kürekli gemileri, ne de engin denizin sırtında sefere devam edecek kürekçileri, kalmış? Şimdi de sevgili oğlunu, eve dönerken, öldürmeği kuruyorlar! Oğlu ki, babasından bir haber almak için mübarek Pylos'a ve tanrısal Lakedaimon'a gitmişti. Bulut devşiren Zeus buna karşı cevap verdi: — Kızım, bu, nasıl söz öyle, dişlerinin arasından kaçan? Sen kendin karar vermedin mi ki Odysseus dönüp onların cezasını versin? Telemakhos'a gelince, onun da kılavuzluğunu sen üstüne al, çünkü buna kudretin var; öyle davran ki, o sağ esen atalarının yurduna kavuşsun, yavuklular işe, gemileriyle, ona rastlamadan geri dönsünler. Bundan sonra sevgili oğlu Hermes'e, dönerek dedi ki: — Hermes, madem ki başka işlerde de habercimiz sensin, şimdi de git, güzel belikli Nymphe'ye sabırlı temkinli Odysseus'un dönüşü ve nasıl döneceği üzerine verilen değişmez kararı eriştir: Ona ne tanrılardan, ne de ölümlü insanlardan kimse kılavuzluk etmiyecek; yalnız başına, derme çatma bir sal üzerinde, türlü mihnetlere katlanarak, yirminci gün bereketli Skeri'ye, Phaiakeli'ne ulaşacaktır; tanrılar soyundan olan bu erler kendisine bol bol bakır, altın ve kumaşlar verdikten sonra onu, candan, bir tanrı gibi ağırlıyarak, kendi gemilerinden biri ile sevgili atalar yurduna uğurlayacaklar. Çünkü ona kısmet olmuştur: Sevdiklerine kavuşsun, atalarının yurdu olan yere ulaşsın, yüksek tavanlı konağına ayak bassın. Böyle dedi, ve akışıklı Haberci itaat etti: Hemen ayaklarının altına tanrısal güzel sandallarını bağladı: Sırma ile işlenmiş olan bu pabuçlar onu engin deniz ve kıransız yer üzerinde esen rüzgâr gibi götürürlerdi. Esir içinden dalarak, Perie'den denize indi, sonra dalgalar üzerinde süzüldü, bir martı kuşu gibi ki, hasatsız denizin korkunç uçurumlarında balıkları avlar ve gür kanatlarını tuzlu suya daldırır. Hermes, bu kuşun bir eşi gibi sayısız dalgalar üzerinde gidiyordu. Fakat uzaklardaki adaya ulaştığı zaman, menekşe renkli denizden karaya çıktı, yürüyerek güzel belikli Nymphe'nin oturduğu büyük mağaraya geldi. Onu evde buldu: Ocakta büyük bir ateş yanıyordu; tutuşup çıtırdıyan ardıç ve thyia ağaçlarının uzaklara yaydığı tütsü ile bütün ada burcu burcu kokuyordu. Kendi de, içerde, güzel sesle türkü söyliyerek, tezgâhında altın mekikle bez dokuyordu. Mağarayı her yandan gür yeşil bir orman sarmıştı; onda, kızıl ağaç, kavak ve kokulu servi ağaçları üzerinde, gergin kanatlı kuşlar: Çaylaklar, baykuşlar ve hep denize açılmayı düşünen geveze kuzgunlar yuva yapmışlardı. 127/431 Mağaranın dışını her yandan gürbüz bir asma sarıp kaplamıştı, salkım salkım üzümlerle yüklü. Ve yan yana, bir sıra üzerine, dört bulaktan akan billur gibi sular birbirlerinden ayrılarak üzerinde menekşeler ve maydanozlar gövermiş yumuşak çimenler içine dağılmaktaydı. Buraya yaklaşan, ölümsüzlerden bile olsa, gördüklerine hayran kalır, gönülden efsunlanırdı. Ak-ışıklı Haberci durup seyre daldı; her yana gözleriyle bir an candan baktıktan sonra çarçabuk geniş mağaraya girdi; tanrıçaların en tanrısalı Kalypso onu görünce tanıdı: Çünkü tanrılar için, biri ötekinden çok uzakta otursa dahi, birbirini tanımamak mümkün değildir. Mağarada ulu gönüllü Odysseus yoktu; bu ara, o, deniz kıyısında oturmuş ağlıyordu; her zaman buraya çekilir, içini çekerek gözyaşları döker, dertlenerek yüreği parçalanırdı. Kalypso, tanrıçaların en tanrısalı, Hermes'i oymalı parlak bir koltuğa oturttuktan sonra, kendisinden sormağa başladı: — Altın asalı Hermes, bana gelmenin sebebi ne olsa gerek? Sana saygım ve sevgim vardır, ancak buralara hiç geldiğin yoktu... Maksat ne ise söyle; gönlüm sana itaat etmeyi emrediyor: Eğer istediğini yerine getirebilirsem, eğer yapılmaz bir şey değilse... Böyle dedikten sonra, tanrıça, bir masa çekerek önüne getirdi; üstünü ambrosia ile donattı ve kırmızı nektar karıp önüne koydu; bunun üzerine akışıklı Haberci yiyip içip keyfini yerine getirdikten sonra, söze başladı: — Ben tanrının ne için sen tanrıçanın katına geldiğimi soruyorsun; sana herşeyi açıkça, emrettiğin gibi, söyliyeceğim. Beni istemediğim halde buraya yollıyan Zeus'tur: Şu engin tuzlu su üzerinden yolculuğa gönül rızasıyla kim katlanır? Yakınlarda insanların hiç bir şehri yok ki ahalisi tanrılara seçme yüzlük kurbanlar sunsun! Ama 128/431 fırtına koparan Zeus karar verdikten sonra, başka bir tanrı için karşı gelmek veya sıyrılmak yolu yoktur. Zeus diyor ki, senin yanında bir er varmış: Priamos'un büyük şehri önünde savaşmış olan bütün öbür erlerin en talihsizi. Şimdi, Zeus, emrediyor, onu hemen yola çıkarasın, çünkü onun kısmetinde bu ada üzerinde sevdiklerinden uzak ölmek yoktur. Böyle dedi; ve tanrıçaların en tanrısalı Kalypso'yu bir ürperme tuttu; ve ona dönerek kanatlı sözler söyledi: — Ne kadar zalimsiniz, siz kıskanç tanrılar! Tanrıçalara bir erkeği beğenip koca edinmek ve aşikâr yatağına almak hakkını çok görüyorsunuz; bunun bir misali: gül parmaklı Şafak Orion'u aldığı zaman, siz gailesiz yaşıyan tanrılar ona ne kadar haset etmiştiniz! Sonunda suç işlemez tanrıça Artemis, altın tahtından inip Ortygie'ye gelmiş, onu en yumuşak oklarıyla vurmuştu da içiniz öyle rahat etmişti; ikinci misali İasion güzel belikli Demeter'in gönlünü kazanmış ve bu tanrıça onunla üç kere nadas edilmiş tarla üzerinde aşk ile birleşmiş... ve Zeus, az sonra, haberini alır almaz, onu ak yıldırımı ile yakmıştı! Şimdi de, siz tanrılar, bir ölümlü erin yanımda bulunmasına haset ediyorsunuz; onu ben, gemisinin karmasında yapyalnız iken alıp kurtardım; tez yürüyüşlü gemisini ise, ak yıldırımı ile Zeus, engin yağız deniz üzerinde, vurup parçalamıştı! Bütün yiğit tayfaları helak olmuştu; rüzgâr ve dalgalar onu sürüp buraya atmıştı, bense konuklayıp besledim ve ona ölümsüz, daima genç yaşatmağı vadettim. Fakat gerçektir: Fırtına koparan Zeus karar verdikten sonra, başka bir tanrı için karşı gelmek veya sıyrılmak yolu yoktur. Öyle ise varsın gitsin, mademki Zeus hasatsız engin denize atılmasını emrediyor! Ancak onu yollamak için benim elimden çok bir şey gelmez; yanımda ne kürekli gemim, ne kürekçilerim var, ki engin denizin sırtında bunlarla sefer edebilsin. Bununla beraber ona dostça öğüt vermek isterim ve 129/431 atalarının yurdu olan yere ulaşması için kendisinden hiç bir çare saklamayacağım. Ona karşı akışıklı Haberci cevap verdi: — Böyle olsun; ancak tez yola çıkar. Zeus'un açığından kork, ta ki bir gün kızıp senden öç almasın. Böyle deyip akışıklı Haberci kayboldu. Onu deniz kıyısında denize uzanan burnun ucunda oturmuş buldu: Gözlerinin yaşı hiç kurumazdı, tatlı hayatı hep sıla hasreti ile ağlıyarak geçiyordu; çünkü artık Nymphe'ye bir hevesi kalmamıştı. Geceleri, mağaranın derinliklerinde, onun yanına gitmek zorundaydı! Onun hiç arzusu yoktu, fakat Nymphe istiyordu! Gündüzleri ise deniz kıyısındaki çakıl taşlarının üstüne oturur, gözyaşları dökerek hasatsız denizi seyre dalardı. Tanrıçaların en tanrısalı yanına gelerek, ayakta, şöyle dedi. — Talihsiz! artık burada inleyip durmana, ömrünü boşuna geçirmene razı değilim: Seni yola çıkarmağa bütün gönlümle karar verdim. Haydi, tunç balta ile uzun uzun mertekler biç, onları birbirine uydurup geniş bir sal yap, üstüne yüksek bir küpeşte kur, seni menekşe renkli denizin üstünde götürsün! Sonra, ben de salına bol bol ekmek, su, kırmızı şarap yükliyeceğim, ta ki açlık çekmiyesin; sana esvap da giydireceğim, arkandan da uygun rüzgâr göndereceğim, seni memleketine ulaştırsın... Geniş göğün sahipleri ölümsüz tanrılar isterse: Çünkü onlar benden daha iyi düşünürler ve daha iyi karar verirler. Böyle deyince çok sabırlı tanrısal Odysseus ürperdi ve ona seslenerek kanatlı sözler söyledi: — Senin düşündüğün başka şey olmalı, tanrıça, beni yurduma uğurlamak değil; şundan belli ki, bana bir sal üzerinde korkunç, 130/431 tehlikeli denizin engin boşluğunu geçmemi söylüyorsun; onu en denk yapılı, tez yürüyüşlü gemiler, Zeus'tan uygun rüzgâr alsa bile, geçemez. Gücüne gitmesin ama, tanrıça, bir sal üzerine ben ayağımı basamam, tanrıların büyük yemini ile and içmezsen, ki bana başka bir musibet vermek niyetinde değilsin. Böyle dedi; ve tanrıçaların en tanrısalı Kalypso gülümsiyerek elini okşadı, ve söze başlıyarak şöyle dedi: — Hay seni kurnaz! Gerçek çok ihtiyatlısın ki böyle tedbirler düşünebiliyorsun. Öyle ise tanık olsun: Aşağıdaki Yer, üstteki geniş Gök, yer altında akan Styks suyu: Mutlu tanrılar için en büyük yemin budur sana karşı başka hiç bir musibet hazırlamıyorum! Benim bütün düşünüp sana öğütlediğim ancak böyle zorlu bir ihtiyaç içinde kalmış olsam kendim için dileyebileceğim çaredir. Benim hainliğim yoktur; göğsümdeki yürek demirden değildir, onda ancak şefkat vardır. Tanrıçaların en tanrısalı böyle deyip hızlı hızlı önden yürüdü; o da arkadan, izleri üstünden gidiyordu. Tanrıça ile ölümlü böyle yürüyerek yontma kubbeli mağaraya ulaştılar. Odysseus az önce Kermesin kalktığı koltuğa oturdu. Nymphe ona ölümlü insanların yiyip içtiklerinden öğününü önüne koydu; kendi de tanrısal Odysseus'un karşısında oturdu; onun da önüne karavaşlar tanrı yemeği ambrosia ve nektar getirip koydular. Ondan sonra önlerindeki seçme yiyeceklere ellerini uzattılar. Yeyip içip doyduktan sonra, Kalypso, tanrıçaların en tanrısalı, söze başlayıp şöyle dedi: — Tanrı soyu Laertes oğlu, çok tedbirli Odysseus, artık gerçekten sevgili evine ve atalarının yurduna hemen dönmek mi istiyorsun? Eh! Sen sağ esen ol! Ama atalarının yurdu olan yere ulaşmadan önce başına gelmesi alnına yazılı bütün belâları gönlün bilseydi... burada, 131/431 benim yanımda kalıp bir tanrı gibi ölümsüz olmak isterdin: Her gün düşünüp özlediğin karına hasretin ne derece büyük de olsa... Herhalde boy bosça, yürüyüşçe ondan aşağı olmamakla da övünebilirim; bir ölümlü kadının tanrıçalarla vücut ve yüz güzelliğinde yarışabildiği görülmüş değildir. Buna karşı çok görgülü Odysseus cevap verdi: — Ulu tanrıça, bunun için bana darılma! Ben de kendi kendime söylüyorum: Penelopeia ne kadar uslu, akıllı olsa senin yanında boyu bosu da, güzelliği de aşağı kalır; o bir ölümlüdür, senin için ise ölüm ve ihtiyarlık yoktur. Bununla beraber her gün dilediğim yurduma dönmek, kendi evimde sıla gününü görmektir. Eğer ölümsüzlerden biri, yağız dalgalar üzerinde, bana yeni cefalar çektirmek istiyorsa, ona da katlanacağım: Göğsümde sabırlı bir yürek vardır. Bundan önce çok mihnetler çektim, denizlerde ve savaşlarda; bundan sonra da gerekse, yenileri gelsin. Böyle diyordu, güneş de batıyor karanlık basıyordu. Yontma kubbeli, mağaranın iç tarafına girdiler, aşk ile birleşerek ve birbirlerinin yanında kalarak murat aldılar. ODYSSEUS'UN SALI Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez Odysseus entarisini, kaftanını giydi. Nymphe de bol bir gümüşü keten harmaniyeye büründü; bu ince, zarif esvap üzerinden belini en güzel bir sırmalı kemerle sıktı; başını da aşağı kadar sarkan bir tülle örttü; sonra aklı ile Ulu yürekli Odysseus'un yolculuğunu düşündü. Önce ona iki ağzı bilenmiş, tam avucuna uygun, bir tunç balta verdi; buna zeytin ağacından çok güzel bir sap takılmıştı. Sonra, sanatla işlenmiş bir keser getirip verdi, ve öne geçip adanın öbür ucuna giden yolu tuttu; burada çok yüksek ağaçlar yetişmişti: Kızılağaç, 132/431 kavak ve göğe , değen çamlar; hepsi de çoktan kupkuru kesilmişti; suyun üstünde hafifçe yüzecek halde. Ona uzun ağaçların yetişmiş olduğu yeri gösterdikten sonra, tanrıçaların en tanrısalı Kalypso yurduna döndü. O ise ağaçları biçmek işine hızla girişti, yirmi ağaç devirdi, hepsini balta ile yontup düzeltti, sonra ip çekerek onları ustaca denk getirdi. Kalypso, tanrıçaların en tanrısalı, bu ara dönüp matkabı getirdi. O da hepsini deldi ve ağaç çivilerle birbirlerine çakarak döşemeyi yaptı. Usta kalafatçının bir yük gemisine verdiği en, boy ne kadar ise, Odysseus salın döşemesine o kadar en boy verdi; küpeşteyi sık mertekler dikerek kurdu, bunları da padavralarla çevreliyerek işi bitirdi. Direği dikti, sereni ona yaklaştırdı; pupaya salı yönetmeğe yarıyacak dümeni taktı; ve sazdan örgülerle boydan boya her tarafı örttü; sonra, dalgalara karşı safra olmak üzere birçok odun yükledi. Kalypso, tanrıçaların en tanrısalı, gene dönerek yelken yapmak için bezler getirdi, bunları da Odysseus ustaca biçerek yelkeni hazırladı, ona yaka ipini, kandelisa'yı, iskotayı bağladı; sonra manivelalarla salı tanrısal denize indirdi. Dördüncü gün salın bütün işleri bitmişti. Beşinci gün tanrısal Kalypso Odysseus'u adadan selametledi: Onu yıkayıp güzel kokulu esvaplarla giydirdi, salın üstüne bir tulum siyah şarap, daha büyük bir tulum su yükledi ve meşin tağar içine bol bol yolluklar, türlü türlü yiyecekler ve tatlılar koydu. Sonra dik, yumuşak, uygun bir rüzgâr estirdi. Neşe içinde, tanrısal Odysseus, uygun rüzgârla yelkenini açtı. Dümenin yanında oturup ustaca salı yönetiyordu: Göz kapaklarının üstüne asla uyku düşmeyerek Ülker'i ve geç batan Bootes'i, ve Orion'a yüzünü çeviren, Kağnı adıyla de anılan Ayı'yı, yerinde dönüp Okeanus'un hamamlarına dalmıyan bu biricik yıldızı = Demir kazığı 133/431 gözetliyordu. Tanrıçaların en tanrısalı Kalypso'nun öğüdü: Açık denizden gitmek ve daima Ayı burcunu sol kolda tutmaktı. Açık denizde on yedi gün sefer etmişti; nihayet on sekizinci gün Phaiakeli'nin gölgeli dağları gözüktü; kara çok yakındı, gözlerine sisli denize çevrilmiş bir kalkan gibi görünüyordu. Bu ara Yanık-yüzlüler ülkesinden dönen yerisarsan Han, Solumon dağlarının üstünden açık denizi gördü, salın üstünde sefer eden Odysseus'u farketti. Bu tanrı, yürekten, aşırı öfkeye kapılarak ve başını sallıyarak içinden şöyle düşünüyordu: — Vay canına! Ben Yanık-yüzlülerin yanında iken Tanrılar Odysseus için verilmiş kararı değiştirmişler! Phaiakeli'nin kıyısına erişmek üzeredir; başına gelecek musibetten burada korunabilmesi kısmetinde vardır. Fakat ben de diyorum ki, ona yeni belâlar göndermek hâlâ elimdedir. Böyle diyerek bulutları koparttı, dalgaları kabarttı, ve eliyle üçyüzlü yabasını tutarak bütün fırtına rüzgârlarını salıverdi; bulutlarla yeri ve denizi örttü; gökten gece karanlığı çöküyordu. Birden, her yandan Euros ve Notos ulugan Zephyros ve lâcivert esir içinden doğup dalgaları kabartan Boreas çarpışa boğuşa esiyorlardı. Odysseus'un dizleri çözüldü ve yüreği parçalandı; inliyerek, sabırlı yüreğinden şöyle düşünüyordu: — Eyvah! Ben biçareye! Başıma gelen bu son musibet nedir? Korkarım, tanrıçanın dedikleri doğru çıkacak: Atalar yurduna ulaşmadan, açık deniz üzerinde, yeni cefalar çekeceğimi bana haber vermişti, işte bu, gerçekleşiyor! Geniş gökleri kaplamak için Zeus'un kopardığı kara bulutlara bakın! Engin deniz karıştı, bütün fırtına rüzgârları çarpışıyor; artık benim için ölümden kurtuluş yok! 134/431 Üç kere, dört kere mutlu imişler geniş Troia ovasında, Atreus oğulları uğrunda ölen Danaoslar! Keşke ben de kazaya uğrayıp öleydim o gün ki, Peleus oğlu Akhilleus'un cesedi yanında, Troialılar, üstüme, her yandan tunç kargılarını yağdırıyorlardı! Öyle olsaydı bana cenaze töreni yapılacaktı, Akhailar adımı sanımı anacaktı! Meğer alnıma acınacak bir ölüm yazılı imiş! Böyle düşünmekte iken ulu bir dalga tepeden aşağı, korkunç bir çarpışla çarparak salın altını üstüne getirdi. Kendi saldan uzak, dışarı atıldı; dümenin yekesi elinden fırlamıştı, çarpışan rüzgârlardan kopan kasırga direği ortasından kırıp iki parça etti; yelkeni, serenle beraber, uzakta açık denize fırlattı; kendi de uzun zaman denize batmış kaldı, ulu dalganın hücumundan suyun yüzüne çıkamadı. Tanrısal Kalypso'nun giydirmiş olduğu esvaplar ağırlaşmıştı. Nihayet, dalganın üstüne geldi, acı tuzlu su ağzından fışkırıyor, başından sel gibi dökülüp süzülüyordu. Ama böyle ezilmiş iken dahi salını unutmuyordu: Dalgaların içine atılarak onu ele geçirdi, ortasına oturup ölümden korunmağa çalıştı; ve büyük dalgalar salı öteye beriye çalkaladı durdu. Nasıl güz poyrazı ovada deve dikenlerini yığın yığın sürüp atarsa şimdi de rüzgârlar salı dalgadan dalgaya fırlatıp atıyordu; kâh Notos onu Boreas'ın üstüne salıyor, kâh Euros bırakıp Zephyros kovalıyordu. Bu arada onu Kadmos kızı Ino, güzel topuklu Leukotea. gördü; eskiden insan sesli ve ölümlü bir kadın iken şimdi denizin derinliklerinde tanrılar mertebesine yükselmiş bulunuyordu. Gurbette, belâlar içinde kalan Odysseus'a acımıştı; martı suretine girerek denizden çıktı ve salın üstüne gelip oturduktan sonra ona dedi ki: — Talihsiz adam, nedir şu yerisarsan Poseidon'un sana düşmanlığı! Nedir sana reva gördüğü belâlar! Bununla beraber müsterih ol; istediği kadar çabalasın, senin işini bitiremiyecektir. Fakat sözüme kulak ver; hiç de zekâsız görünmüyorsun. Şu esvapları üstünden at, salı 135/431 koyver, yeller götürsün; kollarınla yüzerek, Phaiak'ların toprağına ulaşmağa bak; orada senin kaderin selâmettir. Şu tanrısal tülü al, göğsünün altına sar, o sende oldukça belâdan, ölümden korkun kalmaz. Ama ellerinle karaya değdiğin anda onu çöz, şarap rengi denizin içine, karadan çok uzağa at, ve kendin hemen başını öteye çevir! Tanrıça böyle söyliyerek tülü verdi, gene martı suretinde köpüklü denize daldı; siyah dalga onu örttü. Bu ara çok sabırlı tanrısal Odysseus, inliyerek, ulu gönlünün içinde şöyle düşünüyordu: — Eyvah, ben biçareye! Gene ölümsüzlerden biri bana dolap çevirmek için gelip salı bırakmamı öğütlemiş olmasın? Hayır, bu sefer kolay kolay itaat etmek istemem, çünkü gözlerim ancak çok uzaktan, kurtuluş yerim olacağını söylediği toprağı gördü. Bana öyle görünüyor ki, şöyle yaparsam hepsinden iyi olacak: Tahta çivilerle derilip çatılmış olan mertekler dayandıkça ben de içinde bekleyip belâya sabredeyim; lâkin deniz döşemeyi parçalarsa ben de hemen denize atılayım: Çünkü artık bundan başka bir ümidim kalmıyacak. O böyle aklıyla ve yüreğiyle bunları düşünmekte iken, yeri sarsan Poseidon ulu, korkunç, tehlikeli bir dalga kaldırıp, başından aşağı, üstüne saldırdı... Nasıl ki güçlü kasırga bir kuru saman yığınını dağıtıp öteye beriye uçurursa, dalga da salın uzun merteklerini öylece darmadağın etti. O zaman Odysseus bunlardan birinin üstüne bir koşu atına biner gibi çıktı. Tanrısal Kalypso'nun vermiş olduğu esvaptan soyundu, ve hemen Leukotea'nın tülünü göğsünün altına sardı; sonra, yüzmek niyetiyle yüzü koyun yatarak iki kolunu denizin içine uzattı. Yerisarsan güçlü tanrı onu görüyor, başını sallıyarak şöyle diyordu: 136/431 — Çektiklerin çok, deniz üzerinde daha da çekeceklerin var, ta Zeus'un büyüttüğü Phaiakların iline çıkıp içlerine karışıncaya kadar. Umarım ki artık verdiğim belâları küçük görmezsin! Böyle diyerek güzel yeleli atlarını Aigas'a doğru sürdü: Orada ünlü tapınağı vardı. Bu arada Zeus'un kızı Pallas Athena'nın aklına başka hileler gelmişti: Öbür rüzgârların yolunu bağlıyarak onlara dinlenmek ve uyumak emrini verdi, yalnız çevik Boreas'ı estirip dalgaları kırdı, ta ki tanrısal Odysseus iyi kürekçi Phaiaklara karışsın, kazadan ve ölümden kurtulsun. İki gece iki gün Odysseus kabarmış dalgalar üzerinde çalkandı; kaç kere yüreğinden ölüm heyecanı geçti! Ama üçüncü sabahın doğuşunu güzel belikli Şafak müjdelerken, birden, rüzgâr düşmüştü; süt limanlık hüküm sürüyordu! O zaman yakındaki karayı görebildi: Bir dalganın tepesi üzerinden gözleri ile süzüyordu... Babaları, tanrılardan birinin kahrı ile, hastalıktan uzun zaman bitkin bir halde, büyük ağrılar içinde yattıktan sonra, öbür tanrıların inayeti ile şifa bulup dirildiğini gören çocukları nasıl sevinirse, Odysseus da karayı ve ormanı gördüğü zaman öyle sevinmişti. Gayretle ilerliyordu, karaya ayak basmak için. Artık bir ses erimi aralık kalmıştı ki, denizin kayalara çarpışından çıkan uğultuyu işitti: Büyük dalgalar kuru kayaya korkunç saldırışlarla çarpıyor, her yer denizin köpükleri ile örtülüyordu. Liman, koy, gemilerin sığınabileceği hiç bir yer yoktu; kıyı boyunca hep dik dik uzanmış burunlar, sivri sivri kayalar vardı. O zaman Odysseus'un dizlerinin bağı çözüldü ve yüreği gevşedi; yiğit ruhu içinde inliyerek kendi kendine düşünüyordu: — Eyvah, ben biçareye! Hiç bir ümit kalmamışken karayı görmemi Zeus kısmet etsin, denizin vartalarını aşıp buraya 137/431 erişebileyim de... şu köpüklü denizin dışına çıkabilecek hiç bir yer görünmesin! Kıyı boyunca sivri sivri kayalar, her yandan çarpıp uğuldıyan dalgalar, yükselip duran yalçın taşlar! Deniz depderin; sahilde ise tehlikeden kurtulmak için iki ayağımı basacak bir yer yok! Çıkmaya çalışsam beni dalga kapıp kayaya çarpacak, emeğim boşa gidecek! Yüzerek daha öteye gitmeğe devam etsem, alçak bir sahil, bir koy bulmağa baksam korkarım ki dalga, denize sürükler! Bari bir ifrit ünlü Amphitrite'nin sürü sürü beslediği canavarlardan biri üstüme saldırsa! çünkü yerisarsan güçlü tanrının bana nasıl düşman olduğunu bilirim! O, aklından ve gönlünden, böyle düşünüp durmakta iken, büyük bir dalga, kendisini alıp bir sivri kayanın üstüne attı. Derileri sıyrılır, kemikleri kırılırdı eğer gökgözlü tanrıça Athena aklına bir tedbir getirmeseydi: Atılarak iki kolu ile kayayı kavradı; soluk soluğa gelmişti, oraya yapışıp kaldı, büyük bir dalga üstünden aştı. Buna dayandı, ama dönüşte dalga onu sardı, çarpıp, sürükledi, açık denize götürdü. Deliğinden çekilip koparılan ahtapotun nasıl emciklerine çakıllar yapışıp kalırsa, onun da cesur kollarının derileri öylece kayanın sivrilerinde sıyrılıp kalmıştı. Gene büyük bir dalganın içine gömüldü. Orada, eceli gelmeden önce, talihsiz Odysseus helak olmak üzere iken gökgözlü Athena'nın aydın ilhamı yetişti. Dalganın içinden çıktığı zaman deniz kıyıya çarpıp gürlemekte devam ediyordu; yüzerek sahil boyunca ilerledi, gözlerini karaya çevirerek alçak bir kumsal, sığınacak bir koy aradı. Böyle yüze yüze, güzel suları denize akmakta olan bir ırmağın ağzına erişti; orası gözlerine en uygun göründü: Kaya hiç yok; bütün rüzgârlara kapalı, kuytu bir yer! Buranın bir ırmak ağzı olduğunu anladı ve gönlünden ona şükretti: — Dileğimi dinle, Han'ım, her kim isen! Sana nice hacetle geliyorum. Poseidon'un denizde beni takip eden gazabından kaçarak, insanlardan benim gibi gurbete düşmüş, kazaya uğramış biri dua ettiği 138/431 zaman ona ölümsüzler merhamet etmez mi? Ben de şimdi senin akıntına, senin dizlerine kapanıyorum, çok çektikten sonra. Merhamet eyle, Han'ım, sana sığınıp yalvaranlardan olmakla övünen ben kuluna! Böyle dedi, ve Irmak akıntısını yatıştırdı, dalgasını tuttu, önünde limanlık yarattı, ağzında ona bir selâmet yeri verdi. Odysseus'un dizleri de, güçlü kolları da takatten kesilmişti; dalgaların saldırışları yüreğini parçalamıştı; bütün vücudunun derisi şişmişti; ağzından, burnundan deniz suyu fışkırıyordu; soluğu ve sesi kesilmişti; yarı baygın yatıyordu; zalim yorgunluk üstüne çökmüştü. Tekrar soluk almağa, yüreğinin takati uyanmağa başlayınca, İno'nun tanrısal tülünü üstünden çözdü, denize akıp giden ırmağın içine alıverdi; hemen bir dalga onu alıp akıntıya sürdü, ve o anda İno elceğizleriyle aldı. Odysseus ırmaktan çıkarak sazlar içine uzandı; mahsul yetiştiren toprağı öptü, inliyerek sabırlı aklı ve gönlü içinden düşündü: Vah, ben biçareye! Başıma daha neler gelecek? Bu yeni musibetin sonu ne olacak? Eğer geceyi şu ırmakta bekleyip geçirecek olursam çok acıklı olacak! Gecenin serinliği, sabahın geçirici kırağısı yüreğimin takatsizliğini bitirecek! Tan ağarırken sulardan öyle bir soğuk çıkar ki!... Şu tepeye bir tırmanıp gölgeli ormana kadar uzansam sık çalılık içinde kendime bir sığınak bulurum belki. O zaman da ısınıp gevşemek, uykuya kapılmak tehlikesi var: Kurda kuşa yem olurum! Böyle düşünüp durdu ve bunun en faydalı tedbir olacağına karar verdi; hemen yürüyerek sulara hâkim olan tepeye çıktı; dorukta biri yabani öbürü aşılı, birbirine kaynaşmış iki zeytin ağacı vardı; aynı gövdeden doğmuş olan bu ağaçların birleştiği yer öyle kuytu idi ki buraya en kuvvetli rüzgârlar ve sisler giremezdi. Yağmur hiç bir zaman bunlara geçemezdi, sarmaşmış dalları o kadar sıktı. 139/431 Odysseus buraya sığındı; ellerinin var kuvvetiyle kuru yaprak yığarak kendine bir yatak hazırladı; yerdeki kuru yapraklar o kadar çoktu ki, iki üç kişinin uyuması için bile yetişebilirdi, kışın en sert soğuğu dahi olsa. Bu yatağın karşısında sabırlı kahraman Odysseus sevindi; içine uzanarak üstünü de yanlardan artan kuru yapraklarla örttü. Kırların bir ucunda, komşuları olmıyan biri, ateşin tohumunu saklamak ve uzaklara gidip aramağa mecbur olmamak için yanmış koru nasıl kara külle örterse, Odysseus da öylece yapraklarla örtünmüştü. Ve bu ara Athena üstünden ağır yorgunluğu tezden gidermek için, gözlerine uyku ekerek göz kapaklarını kapıyordu. 140/431 ŞAN : VI ODYSSEUS'UN PHAIAKELI'NE ULAŞMASI Böylece, orada, çok sabırlı tanrısal Odysseus, yatıyordu: Uykudan ve yorgunluktan bitkin bir halde. Bu ara Athena Phaiakeli erlerinin iline ve şehrine gitti; bunlar vaktiyle geniş Pyperie'de, Kykloplar'a, bu son derece kendini beğenmiş erlere, komşu olarak oturuyorlardı, Kykloplar Phaiakları zulm altında ezerek mallarını talan ediyorlardı, çünkü güçte kuvvette onlardan üstün idiler. Onları oradan tanrı benzeri Navsithoos kaldırarak, arpa ekmeği yiyen insanlardan uzak, Skerie'ye götürüp yerleştirmişti; her yandan şehri surla çevirmiş, evler bina etmiş, tanrılara tapmaklar dikmiş ve tarlaları üleştirmişti. Ama ecelin hükmüne boyun eğip Hades'e ahret vardığından beri, Alkinoos, tanrılardan ilham alarak, başlarına geçmişti. İşte gökgözlü Athena bunun konağına gitti: Ulu gönüllü Odysseus'un sılasına çare bulmak için. Tanrıça, dosdoğru, çok bezenmiş odaya vardı ki, orada boybosça ve güzellikçe ölümsüz tanrıçalara benziyen Nausikaa, ulu gönüllü Alkinoos'un kızı, yatıyordu; eşiğinin iki yanında ise, Kharis'lerden güzellik payı almış iki halayık yatardı, pırıl pırıl parıldayan kapılar ise kapalıydı. Tanrıça, rüzgârın soluğu gibi, kızın yatağına kadar sokuldu. Ünlü gemi donatıcısı Dymas kızının suretini takınmıştı; bu çok hoşlandığı, kendi yaşında bir arkadaşıydı, işte buna benzemiş olarak gökgözlü Athena şöyle dedi: — Nausikaa, anan seni niye böyle ihmalci yaratmış? Güzel esvapların, bakımsız, şuraya buraya atılmış; düğünün ise yakında olacak. Bunun için sen güzel giyinebilmelisin, düğünde yanında bulunacaklara da güzel elbiseler vermelidir. Bir kızın adı iyiye böyle çıkar, sayın anası ve babası da kıvanır. Hemen, tan ağarır ağarmaz, esvaplarını yıkamağa götürelim; ben de gelir yardım ederim, iş çabuk bitsin, çünkü daha uzun zaman bekâr kız kalacak değilsin, sanırım, ilimizde, soyundan olan Phaiakların en ileri gelenleri seninle evlenmek için yarış ediyorlar. Git, şanlı babana rica et, tan ağarmadan, katırları ve arabayı hazırlatsın, kemerleri, peplosları, kirden, yağdan parlamış çarşafları götürsünler. Senin de binip gitmen daha iyi olur, yayan gitmektense; çünkü yunaklar şehirden çok uzaktır. Bunları söyledikten sonra gökgözlü Athena çekildi, OIympos'a vardı ki, tanrıların devrilmez bengi sarayı daima buradadır, derler: Onu ne rüzgârlar sarsar, ne yağmurlar basar, ne de üstüne kar düşer, yalnız bulutsuz bir esir beyaz açıklığı ile doruğunu kaplar, işte bu yüksekliklerde tanrılar bütün günlerini mutlu bir dirlik içinde geçirirler. Gökgözlü tanrıça hanın kızına öğütleri verdikten sonra işte buraya çekildi. Az sonra parlak tahtına çıkan Şafak güzel tüllü Nausikaa'yı uyandırıyordu; kendisini hayret içinde bırakan rüyasını sevgili anasına, babasına anlatmak üzere konağın daireleri arasından geçti; onları odalarında buldu. Ocağın bir yanında, annesi, oda hizmetçisi kızlarla birlikte oturmuş, deniz erguvanisi yün sarılı örekeyi çeviriyordu: Odadan dışarı çıkmak üzere olan babasının da karşısına geldi: Öbür ünlü hanların toplantısına gidiyordu; şanlı Phaiaklar kendisini derneğe çağırıyorlardı. Nausikaa, sayın babasının yanında durarak şöyle dedi: — Sevgili babacığım, benim için güzel tekerlekli yüksek arabayı hazırlatmaz mısın? Kirli kirli durmakta olan çamaşırları dere başına götürüp yıkamak isterdim. Bir kere, öbür hanlarla beraber derneğe gitmek için sana lekesiz, temiz esvap gerektir; sonra, konakta beş sevgili oğlun var: İkisi evli, üçü yetişkin bekâr delikanlı; onlar da yeni 142/431 yıkanmış çamaşır giyip dansa gitmek isterler. Bütün bu işlere bakmak da bana düşmez mi? Böyle demiş, babacığına kendi düğününden derneğinden söz açmağa utanmıştı. Fakat maksadı anlıyan babası cevap verdi: — Kızım, senden ne katırları ne de başka şeyleri esirgeyecek ben değilim. Git, uşaklar güzel tekerlekli, yüksek arabayı koşsunlar, üst tenteyi de taksınlar. Böyle söyledikten sonra uşaklara emirler verdi, onlar da itaat ettiler: Güzel tekerlekli katır arabasını çekip hazırladılar ve katırları koştular; kız odadan çamaşırları getirtip güzel oymalı arabaya yükletirken, annesi bir sepeti türlü tatlı yiyeceklerle donatmış, keçi derisinden bir tulumu da şarapla doldurmuştu. Kız arabaya bindi; annesi saf yağla dolu bir altın şişe uzattı: Yıkandıktan sonra kendisi ve yanındaki kızlar Sürünsün diye. Kız kamçıyı ve sırmalı dizginleri eline aldı; başlamak için kamçıyı bir şaklattı; katırlar gürültülü bir yürüyüşle atıldılar, arabayı çekip kendisini ve çamaşırları götürüyorlardı. Yalnız değildi: Halayıklar da beraber, yayan gidiyorlardı. Güzel sularıyla akıp durmakta olan ırmağa yetiştiler; her mevsimde dolu olan yunaklar oradaydı. Kayaların altından bol, süzülmüş bir su kaynıyordu, en kirli çamaşırı temizlemeğe yeter de artardı. Katırları çözüp arabadan çıkardılar, derenin çağlıyanları boyunca salıverdiler, bal gibi tatlı çimenlerde otlamağa bıraktılar. Kızlar çamaşırları arabadan kucaklayıp yağız suyun çukurlarına batırıyorlar ve yarışarak yunaklarda bastırıyorlardı. Bütün bu kirli çamaşırları yıkadılar, çalkadılar; deniz kıyısında, dalgaların ara sıra gelip yıkamış olduğu çakılların üzerine dizi dizi serdiler. Kendileri de suya girip yıkandılar, saf yağdan süründüler; sonra, çamaşır açık güneş altında kurumakta iken, dere kenarında öğünlerini almağa başladılar. Kendisi ve halayıkları doyduktan sonra, top oynamak için baş örtülerini attılar. 143/431 Ortalarında ak kollu Nausikaa Khoro'nun elebaşılığını ediyordu. Okatıcı tanrıça Artemis, Teygeton veya Erumanthon dağları üzerinde tepeden tepeye koşup yaban domuzlarını ve çevik geyikleri kovalamakla eğlenirken, her yandan fırtına koparan Zeus'un kızları kır Nympheleri sıçrayıp oynarken, anası Leto, kızının başı ve alnı ile hepsinden üstün geldiğini görüp içi açılır: Hepsi de güzel iken aralarında o kolayca seçilir; onun gibi, halayıklarının ortasında, bu ere varmamış kız, boyca hepsinden üstün geliyordu. Eve dönmek vakti gelip katırları koşmak ve temiz çamaşırları katlamakla meşgul olurlarken, gökgözlü tanrıça Athena başka bir çare düşündü ki, Odysseus uyanıp güzel gözlü kıza görünsün, o da onu Phaiak erlerinin şehrine iletsin; Hanın kızı topu halayıklarından birine atmıştı; top kızın elinden kaçıp çağlıyanlardan birine düştü! Kızlar yüksek çığlıklar kopardılar, ve tanrısal Odysseus da uyandı; olduğu yerde oturup aklı ile ve yüreği ile düşünüyordu: — Eyvah bana! Gene hangi insanların memleketine gelmişim? Her yandan kulağıma taze kız sesleri geliyor. Haydi, kendi gözlerimle görüp anlamağa çalışayım. Tanrısal Odysseus böyle düşünüp çalılar arasından çıktı. Kuvvetli eliyle koyu yeşil bir dal kopardı, yapraklarıyla çıplak erkekliğini örtmek için. Böylece ortaya çıktı: Nasıl bir dağ aslanı kuvvetine güvenerek, gözlerinden kıvılcımlar saçarak, yağmur altında ve rüzgâr arasında, gidip öküzlerin, koyunların veya vahşi geyiklerin üstüne saldırırsa... aç karnın buyruğu bu! Onun gibi Odysseus, çırçıplak olduğuna bakmıyarak, güzel belikli kızlara doğru ilerledi: İhtiyaç onu o kadar zorluyordu. Kızların gözlerine, tuzlu sudan hırpalanmış vücudu iğrenç ve korkunç göründü: Birden şuraya buraya dağıldılar, deniz kıyısındaki 144/431 koylara kadar kaçtılar. Yalnız Alkinoos'un kızı ortada kaldı; yüreğine bu cesareti Athena vermiş, elini ayağını titretmeden alıkoymuştu. Odysseus'un karşısına dikildi. O ise düşünüyordu: Gidip bu güzel gözlü kızın dizlerine mi sarılarak yalvarsın, yoksa olduğu yerden, uzaktan tatlı sözlerle ondan çamaşır vermesini ve şehrin yolunu göstermesini mi rica etsin? Böyle düşünerek uzaktan tatlı sözlerle yalvarmanın daha faydalı olacağına hükmetti; gidip dizlerine sarılsa belki de kızın sinirine dokunurdu: Dizlerine kapanıyorum, sultanım! Tanrıça mısın, insan mısın? Geniş göklerin sahipleri tanrılardan biri isen, bence, ulu Zeus'un kızı Artemis olmalısın: Boyun bosun, görkün yürüyüşün, gözümde, tam onunki gibi!... Yeryüzünde oturan ölümsüzlerden isen, üç kere mutlu imişler sayın ananla baban, üç kere mutlu imişler kardeşlerin! Şüphesiz içleri açılır, gözleri yüzleri güler, senin gibi bir güzellik dalının her oyuna kalktığını gördükçe!... Hepsinden kat kat daha mutlu o ölümlü kişi ki, zengin armağanlar saçarak seni alıp evine götürebilecek! Gözlerim, erkekte, kadında senin eşini görmemiştir, baktıkça beni hayret alıyor! Delos'ta, bir zaman, Apollo'nun tapınağında, böyle bir güzelliği, göğe doğru yükselen bir hurma fidanında görmüştüm; oraya da gitmişliğim var, çünkü; ve o seferde ardım sıra gelen yarenler de pek çoktu; meğer sonunda başıma bunca belâlar gelmek kısmet imiş! İşte o fidanın önünde uzun zaman hayran kalmıştım: Öyle güzel bir ağaç yerin içinden nasıl yükselebilmişti! Bugün de senin önünde, ey kadın, ağzım açık, durakladım; ve dizlerine sarılmak arzusundan müthiş korkuyorum. İçimde zalim acılar var! Dün, yirmi gün süren bir seferden sonra, yağız denizden yakayı sıyırabildim: Yirmi gün, kesilmeksizin, dalgalar, korkunç fırtınalar, beni Ogygie adasından buralara kadar sürüklemişti... Beni buraya atan tanrı belki de başka belâlar vermek istemiştir, çünkü çektiklerimin sona erdiğini sanmıyorum: Tanrılar daha çok çektirirler muhakkak. Şimdi sen merhamet eyle, sultanım! 145/431 Bunca cefadan sonra, ilk rasgeldiğim sensin; bu ilde ve bu şehirde oturanlardan yalnız seni görmüş, tanımış bulunuyorum. Şehrin yolunu tarif et bana; sırtımı örtecek bir eski pırtı bağışla; bir kılıf, bir torba getirmişsen o da yeter bana. Sana da tanrılar bütün içinden dilediklerini yersinler! Koca yurt, gönül birliği, bu en güzel şeyi ihsan etsinler! yurtta barıştan daha değerli, daha iyi bir şey yoktur; karı-koca arasında mutlu uygunluk kıskançları çatlatır, dostları sevindirir; karı- koca da ancak bununla bahtiyar olur! Akkollu Nausikaa buna karşı dedi ki: — Yabancı, hiç de kötü veya aptal bir adama benzemiyorsun, herhalde bilirsin ki Olympos'un sahibi Zeus insanların arasında bahtın iyisini ve fenasını üleştirir, ve herkese dilediği gibi verir; sana o cefaları vermiş ise sabır ile katlanmalı. Lâkin madem bizim şehrimize ve toprağımıza gelmiş bulunuyorsun, ne çamaşırlar, ne de ihtiyaç içinde kalmış bir yalvarıcıya verilmesi gereken başka şeylerden mahrum kalmıyacaksın; şehre gitmek için kılavuzun ben olacağım. Halkımızın adını da söyliyeyim: Bu şehirde ve bu yerlerde bizim Phaiaklar otururlar, ben de ünlü Alkinoos'un kızıyım: Phaiakların gücünü elinde tutan odur. Bunun üzerine halayıklara seslenerek emretti: — Kızlar, kalkın, gelin yanıma! Bir adam görmekle neye Öyle kaçıyorsunuz? Yoksa onu bize düşman insanlardan mı sandınız? Henüz doğmamıştır ve doğmayacaktır bu diyara düşmanlık getirecek adam! Çünkü biz tanrıların çok sevgilileriyiz! Bir de biz çok dalgalı denizin pek sapa bir bucağında yaşıyoruz; başka insanlardan bize gelip karışan yoktur. Buraya düşen talihsiz bir gariptir ona yardım gerek; çünkü garipler ve yoksullar Zeus'tan gelirler: Vergi az da olsa gönül alır. Haydin, ona yıkanmış çamaşırlarımızdan bir harmani ile bir entari verin; sonra, ırmakta, rüzgârdan kuytu bir yerde onu yıkayın. 146/431 Böyle dedi; kızlar da kalktılar, birbirlerine cesaret vererek, emrettiği gibi Odysseus'u kuytu bir yere oturttular, önüne çamaşırlar, harmani, entari de koydular, içinde saf yağ bulunan altın şişeyi de verdiler; ve onu ırmağın akan sularında yıkamağa davet ettiler. O zaman tanrısal Odysseus hizmet kızlarına dedi ki: — Kızlar, siz az uzakta durun, tuzlu köpükler içindeki iki omuzumu arkamı ben kendim yıkar, yağ ile ağarım: Çoktanberi de vücudum yağ yüzü görmemişti. Ancak önünüzde yıkanamam: Güzel belikli kızların karşısına geçip çırılçıplak soyunmaktan sıkılırım. Böyle dedi; onlar da çekilerek hanımlarına bunları söylemeğe gittiler. Ondan sonra tanrısal Odysseus ırmaktan su alıp sırtından ve geniş omuzlarından tuzlu su köpüklerini yıkadı, başından hasatsız denizin yapışkan kirlerini temizledi. Bütün vücudunu yıkadıktan ve yağ ile oğduktan sonra ere varmamış kızın vermiş olduğu elbiseleri giydi; ve Zeus kızı Athena onu daha ulu, daha gösterişli kıldı, başından kıvırcık saçlarını sünbül gibi lüle lüle alnına sarkıttı. Deniz kıyısına gelip1 uzakça bir yere oturduğu zaman yüzünde güzellik parıldıyordu: Hanın kızı temaşasına dalmıştı; neden sonra güzel belikli kızlara dedi ki: — Akkollu kızlar, kulak verin sözüme: Olympos'un sahipleri tanrıların, hepsinin, iradesi olmadan bu adam tanrısal Phaiakların arasına karışamazdı. Az önce bana biçimsiz görünmüştü; şimdi ise göklerin sahipleri tanrılara benziyor. Fakat, kızlar, misafire yiyecek, içecek verin. Böyle dedi ve kızlar acele emrine itaat ediyorlar, Odysseus'un önüne yiyecek de içecek de getirip koyuyorlardı. O zaman, çarçabuk, tanrısal Odysseus içti ve karnını doyurdu: Mihnetlere alışkın kahraman kaç günden beri yemeğe, içmeğe oruçlu kalmıştı! 147/431 Bu ara akkollu Nausikaa başka şeyler düşündü: Güzel arabaya katlanmış çamaşırları yükletmek, sert duynaklı katırları koşmak için emir verdi; kendi de arabaya bindikten sonra Odysseus'a seslenerek dedi ki: — Haydi, konuğumuz, artık yola! Şehre gidelim, seni aydın görüşlü babamın evine götüreyim; orada, inan bana, Phaiakların en ileri gelenlerini görebileceksin. Yalnız dediğimi iyi anla, bana hiç de zekâsız görünmüyorsun: Tarlalar, ekinler boyunca gittiğimiz müddetçe kızların katırların, arabanın arkasından gel; hızlı yürümeli; yolun kılavuzluğunu ben yapacağım. Yüksek burçlarla çevrilmiş olan şehre gelince iki yanındaki güzel limanlar görünecek: Boğazları dar; iki küpeşteli gemiler, her biri kunt bir siper altında olmak üzere sahilin kenarına çekilmiş; burada taş ocağından çıkarılıp biçilen kaldırımlarla döşeli dernek meydanının ortasında güzel Poseidon tapınağı vardır; gene burada, kara gemiler için avadanlıklar: Halatlar, yelkenler yaparlar, kürekler yontup parlatırlar; çünkü bizim Phaiakları yaylar oklar ilgilendirmez, onların düşündüğü ancak direkler, kürekler ve neşe içinde, köpüklü deniz üzerinde gezdiren denk yapılı gemilerdir. Bunların tatsız dedikodularından kaçınmak isterim, çünkü aralarında arkamdan kovculuk edecekler eksik değildir. Bunların bir kötü dillisi bize rasgelse yeter! Buradan işitir gibiyim: «Nausikaa ile beraber giden şu boylu boslu, yakışıklı yabancı da kim? Onu nerede bulmuş? Kendine koca mı olacak? Yoksa kazaya uğramış bir yabancı gemiden mi çıkarıldı? Nereden gelmiş olabilir, ki bizim hiç komşularımız yok!... Belki de dua ettiği bir tanrıdır da dileğini yerine getirerek gökten inmiş, onu, her zaman için, alacak! Kendi dolaşıp başka illerden bir koca bulmuşsa, daha iyi ya! Çünkü Phaiaklardan çıkan namzetlerin hepsine de yukardan bakardı: İstiyenler ise hem seçkin hem çoktu!» İşte böyle söylenebilirler; ben bunlardan çok sıkılırım. Kendim de böyle hareket edecek kızı kınarım: Anası babası varken, onlardan habersiz, evlenme 148/431 törenini beklemeden, gidip erkeklerle gezen bir kızı! Söylediğime iyi kulak ver konuğum, babamın seni tezden memleketine yollamasını istiyorsan. Bu yolun yakınında güzel bir kavaklık göreceğiz, orası Athena ormanıdır, içinde bir su kaynar, ve etrafı çayırla çevrilmiştir; orada babamın tam yetişmiş bir bağı vardır; şehre çok yakındır, bir ses erimi kadar... Orada dur; biz şehrin içinden geçip babamın konağına gelmek için geçecek kadar bir zaman bekle. Sonra, bizim artık eve gelmiş olacağımızı hesap edeceğin zaman, şehre gel, Phaiaklardan babam, ulu gönüllü Alkinoos'un konağını sor; bulması çok kolay; en küçük bir çocuk bile gösterebilir; Bütün Phaiaklarm evleri arasında kahraman Alkinoos'un konağına benziyeni hiç yoktur! Bir kere konağın duvarlarım aşıp avlusunun içine girdin mi, hiç bir an bile kaybetme, divanhanenin arkasından geçip doğru annemin yanına çık. Ateşin ışığı içinde, arkası direğe dayanmış, oturup deniz erguvanisi yün sarılı örekesini çevirdiğini göreceksin; görülecek şeydir onun yünü! Halayıkları da orada olacak: Hep arkasında otururlar. Babam ise, arkası ışığa dönük, bir tanrı gibi koltuğuna oturmuş, yudum yudum şarabını içer. Durmadan önünden geç, git annemin dizlerine kollarını at, eğer tez sılana kavuşmak istiyorsan. Böyle dedi ve sırmalı kamçı ile katırları sürdü; hayvanlar da ırmak kenarı boyunca koşup gidiyorlardı: Kâh dört nala, kâh yorga, Nausikaa yayan gidenleri, halayıklarla Odysseus'u da düşünerek dizginleri ve kamçıyı idareli kullanıyordu. Güneş batarken ünlü ve kutsal Athena ormanı boyunca gidiyorlardı. İşte burada tanrısal Odysseus durdu ve hemen ulu Zeus'un kızına dua etti: — Fırtınalar koparan Zeus'un kızı, Atrytone, duamı kabul et; artık beni de dinlemek zamanı gelmiştir, çünkü geçmişle, Yeri sarsan şanlı tanrı beni hırpalarken feryadıma hiç kulak asmamıştın. 149/431 Phaiakların beni dost olarak karşılamalarını ve bana acımalarını yarlıga! Böyle deyip dua ediyordu; Pallas Athena da duasını kabul etti. 150/431 ŞAN : VII ODYSSEUS'UN ALKINOOS KATINA GİRİŞİ Çok sabırlı tanrısal Odysseus orada böyle dua ederken Alkinoos Hanın kızını katırların gücü şehre doğru götürüyordu. Babasının şanlı konağına gelince dış dehliz önünde durdu; tanrılara benziyen kardeşleri onu her yandan çevirerek katırları koşumdan çözdüler, çamaşırları alıp içeriye taşıdılar. Kız ise kendi odasına gitti; bu ara ihtiyar oda hizmetçisi Alpeiralı Evrymedusa ateşini yakıyordu; onu vaktiyle iki küpeşteli gemiler Alpeira'dan getirmişlerdi; halk bunu Alkinoos'a ganimet payı ayırmıştı, çünkü bütün Phaiakların hanıydı ve bir tanrı gibi sözünü dinlerlerdi. Bu halayık konakta akkollu Nausikaa'ya sütninelik etmişti; şimdi de ateşini o gelip yaktı ve içerde yemeğini hazırladı. O ara Odysseus da kalkıp şehrin yolunu tutmuştu; kendisini sevgi ile düşünen Athena etrafına koyu sis döküyordu: Ulu gönüllü Phaiaklardan biri karşısına çıkar da incitecek lâf söyler ve kim olduğunu sorar diye korkuyordu. Bu güzel şehre gitmek üzere iken Gökgözlü tanrıça Athena önüne çıkıverdi: Elinde testi taşıyan bir genç kız suretine girmişti. Önünde durdu ve tanrısal Odysseus sordu: — Çocuğum, beni kahraman Alkinoos'un evine götürmez misin? Bu memleket ahalisinin başkanı imiş. Ben çok çekmiş bir garibim; buraya uzaklardan, deniz aşırı yerden geliyorum; bu şehrin ve bu memleketin ahalisinden kimseyi tanımıyorum. Buna karşı gökgözlü Athena şöyle dedi: — Konuk babamız, sorduğun evi ben sana gösteririm: Çünkü kusursuz babamın evine yakındır. Lâkin sen sessizce arkamdan gel, ben yolun kılavuzluğunu edeyim. Kimsenin yüzüne bakma ve bir şey sorma. Yabancıları burada iyi karşılamazlar, başka yerden gelenleri muhabbetle konuklamazlar; bütün güvendikleri tez yürüyüşlü gemileridir. Yeri sarsanın bir hediyesi olan bu gemilerle büyük deryaları aşarlar. Gemilerimiz kanat kadar ve fikir kadar çabuktur. Böyle söyliyerek, Pallas Athena hızlı hızlı önden gidiyordu; o da, arkadan tanrıçanın izleri üzerinden yürüyordu. Bu ara şanlı gemi donatan Phaiaklar farkına varmadılar. Hayretle limanlara, denk yapılı gemilere, dernek meydanında toplanmış erlere burç ve barularla berkitilmiş yüksek surlara bakıyordu: Bunlar gerçek şaşılacak şeylerdi. Hanın şanlı konağına geldikleri zaman, Pallas Athena, Gökgözlü tanrıça söze başlıyarak dedi ki: — İşte, konuk babamız, göstermemi dilediğin ev budur. Zeus'un büyüttüğü hanları sofrada bulacaksın, içeri gir, ve yüreğinde hiç bir korku olmasın; cesur adam daha iyi başarır her gördüğü işi; hele başka yerden gelmiş olursa. En önce, konakta, Hanımın yanına git. Adı Arete'dir, sanı da öyledir; han Alkinoos'u dünyaya getiren aynı anadan babadan kendi de doğmuştur. İlk önce Yeri sarsan Poseidon ile kadınların en güzeli Periboia'dan Nausithoos dünyaya geldi; Periboia azametli Devlerin ham ulu gönüllü Eurymedon'un en küçük kızıydı; bu han azgın budununu mahvetti, kendi de mahvoldu Poseidon'un Periboia ile birleşmesinden doğan Nausithoos Phaiaklara han oldu; onun da iki oğlu: Alkinoos ile Reksenor dünyaya geldi; lâkin Reksenor güvey girdikten sonra, konakta, gümüş yaylı Apollon'un vuruşları altında oğulsuz helak olmuştu; yalnız bir kızı; Arete kalmıştı; Alkinoos Arete'yi kendine eş kıldı ve ona şeref verdi, öyle ki yer yüzünde bir çatı ve bir koca hükmü altındaki kadınların hiç biri böyle bir şerefi görmemiştir. Sevgili çocukları ve onlar kadar han Alkinoos'un kendisi Arete'yi candan sayarlar; bütün halk da, şehrin içinden o geçerken, bir tanrıça 152/431 imiş gibi, gözlerini ona çevirirler ve alkışlarla saygılarını gösterirler... Onda hiç bir zaman iyi niyetler eksik değildir; iyilik severliği, erkekler arasındaki çekişmeleri de dağıtır. Eğer o, yüreğinden, sana iyilik dilerse ümit edebilirsin ki sevdiklerine kavuşasın, yüksek tavanlı evine ve atalarının yurdu olan yere dönesin. Böyle söyleyip Gökgözlü Athena hasatsız denize doğru uçtu, sevgili Skerie'den ayrılarak Maraton'a vardı, geniş caddeli Atina'ya gelerek Erehteus'un sağlam yapılı evine girdi. Bu ara Odysseus Alkinoos'un şanlı konağına doğru yürüyordu. Tunç eşiğin önünde yüreği büyük heyecan içinde idi, çünkü ulu gönüllü Alkinoos'un yüksek tavanları altında güneşle ayın ışıltısı parıldardı! Eşiğin iki yanında tunç duvarlar içerilere uzanıyordu; bunların mavi mineden frizleri vardı. Kalın duvarda açılmış olan kapılar altından, tunç eşiğin iki yanındaki söğeler gümüştendi; kapının gümüş lentası altındaki tokmak altındandı; iki yanda duran gümüşten ve altından iki köpek Alkinoos'un kapısını beklemek için ustalıkta ünsalmış Hephaistos'un elinden çıkmıştı. Duvarlar boyunca, iki yandan, koltuklar bir sıra üzerine dizilmişti, eşikten iç bucağa kadar; üstlerine kadınların eliyle dokunmuş ince örtüler yayılmıştı; işte Phaiak hanları burada dernek kurarlardı. Altından genç oğlan heykelleri, güzel ayaklılar üzerine dikilmiş, ellerinde tutuşmuş çıralar tutarak geceleri divanhanedeki davetlileri aydınlatırdı. Konakta elli halayık vardı: Bir kısmı elma yüzlü buğdayı değirmen taşı altında öğütüyor, bir kısmı da tezgâhlarda bez dokuyor, kavağın tepesindeki yapraklar gibi dönen örekeleri çeviriyordu, ince bezlerden de saf zeytin yağı süzülüp damlardı. Phaiakların erkekleri bütün insanlar arasında tez yürüyüşlü gemileri ile sefer etmede usta oldukları kadar kadınları da tezgâhta hünerli idiler; çünkü Athena onlara güzel elişleri başarmak, ve uslu akıllı olmak erdemini vermişti. 153/431 Avlunun dışında ise, kapılara yakın, dört dönümlük büyük bir bağ vardı, her yandan çitlerle çevrilmiş; burada yüksek yemiş ağaçları yetişmişti: Armut, nar ve parlak meyvalı elma ağaçları, tatlı incir ve yemyeşil zeytin ağaçları; bunların yemişleri hiç bozulmaz ve eksilmezdi: Yıl boyunca, yaz ve kış; ara vermeksizin esen Zephyros bunların bazılarına yaprak ve çiçek açtırırken bazılarının da yemişlerini oldurur: Kuruyan armut üzerine taze armut, elma üzerine elma, salkım üzerine salkım, incir üzerine incir yetişirdi. Ötede çok yemişli asmalar kök salmıştı, bazısına güneşlik çardak kurulmuştu: Bunun üstünde, güneş altında, salkımlar kuruyor, daha ötede açık düz yerde yetişenler devşirilip sıkılıyordu. Asmalardan yeni çiçek dökenler, salkımları yeşil koruk halinde olanlar ve olgunlaşıp kızaranlar da vardı. Daha ötede, bağın öbür ucundaki bostanda, sanatla, yıl boyunca türlü sebzeler yetiştirilirdi. İçinde iki çeşme vardı; birinin suları bütün bahçeyi dolaşırdı; öbürü avlu eşiğinin altından aşıp büyük binanın önünde kaynardı; bütün şehir halkı buradan su almağa gelirdi. Alkinoos'un konağına tanrılar böyle parlak armağanlar vermişlerdi. Burada durup seyre dalmıştı çok sabırlı tanrısal Odysseus. Bütün bunlara hayran hayran baktıktan sonra, hızlı hızlı eşikten geçip evin içine girdi, orada Phaiak hanlarını ve danışmanlarını, sağrakları ellerinde, akışıklı Haberciye saçı kılmakla meşgul buldu: Yatmağa gitmeyi düşünürken, en son bu tanrıya saçı kılmak âdetleri idi. Bu ara, Divanhaneden içeri giren çok sabırlı tanrısal Odysseus'un üzerine Pallas Athena koyu sis saçıyordu: Arete'ye ve han Alkinoos'a doğru ilerledi, kollarını Arete'nin dizlerine kor komaz tanrısal buğu dağıldı ve bütün hazır olanlar bu adamı görünce sustular, hayret içinde ona baktılar. Odysseus yalvarıyordu: — Tanrı eşi Reksenor'un kızı Arete! Ey ulu gönüllü Alkinoos'un ismetli haremi! Senin dizlerine kapanmağa ve kocana sığınmağa 154/431 geldim, çok çektikten sonra! davetlilerinize de sığınmağa geliyorum. Tanrılar onlara kutlu dirlik versin ve hepsi, ayrı ayrı kendi konaklarındaki varlıkları ve halktan gördükleri saygıyı çocuklarına miras bıraksınlar! Beni de siz, tezden, vatanıma ulaştırın, çünkü bunca zamandan beri, sevdiklerimden uzak, mihnetler çekmekteyim! Böyle diyerek, ateşin yanında, ocağın kenarındaki küllerin üstüne oturdu; ve cümlesi sükût içinde duruyorlardı. Neden sonra, ihtiyar kahraman Eheneos, Phaiak erlerinin en yaşlısı, söze başladı: Söz söylemede hepsinden üstündü. Çok da eski şeyler biliyordu. O hepsinin iyiliği için söz alıp dedi ki: — Alkinoos, iyi bir şey değildir, sana da yakışmaz: Garip yerde, ocağın kenarındaki küllerin içinde otursun. Herkes senin ne diyeceğini bekliyerek susmaktadır... Haydi, garibi yerden kaldır, gümüş çivili koltuklarından birine oturt, sonra çavuşlara emret, şarap karsınlar: Gene yıldırım savuran Zeus'a saçı kılalım ki, sığınıcılara yoldaşlık eden odur. Övününü de konuğa kâhya kadın içerdeki ihtiyat yiyeceklerden versin. Bunları işitir işitmez Kutsal Şehamet Alkinoos Han aydın düşünüşlü, çok görgülü Odysseus'u elinden tutup ocağın kenarından kaldırdı, parlak bir koltuğa oturttu: Bunun için yanında oturan çok sevdiği oğlu cesur Laodamas'ı yerinden kaldırdı. Bir halayık getirdiği altın ibrikten gümüş leğen içine su dökerek konuğa ellerini yıkattı; ve önüne oymalı bir masa çekti; sayın kâhya kadın ekmeğini getirip önüne koydu, hazır yemeklerden de bol bol ikram etti. Bunun üzerine çok çekmiş tanrısal Odysseus da içti ve yedi. Bu ara Büyük Şehamet Alkinoos Han Pontonoos çavuşa dedi ki: 155/431 — Sebuda şarap karıp divanhanede hazır olanların cümlesine dağıt. Yıldırım Savuran Zeus'a saçı kılalım ki, sayın sığınıcılara yoldaşlık eden odur. Böyle dedi ve Pontonoos sebuda, balı andıran şarabı karıp herkese sağraklarla dağıttı; ondan sonra tanrıya saçı kıldılar ve canları istediği kadar içtiler... Odysseus yiyip, içip keyfini yerine getirdikten sonra Alkinoos söze başlayıp dedi ki: — Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! Göğsümün içinde gönlümün emrettini söyliyeyim: Yediniz, içtiniz, şimdi de evlerinize yatmağa gideceksiniz; lâkin yarın, tan ağarınca, ihtiyarların daha çoğunu çağırarak, konakta garibi ağırlıyalım; tanrılara güzel kurbanlar sunalım, sonra da uğurlamak işini konuşalım, ta ki konuğumuz, emeksiz sıkıntısız, atalarının yurdu olan yere, gecikmeden, sevinerek dönsün; yeri ne kadar uzak olursa olsun, seferde hiç bir belâya, cefaya uğramasın, memleketine ayak basıncaya kadar. Artık orada, anası doğururken kısmeti eğiren sert Moiralar ona ne eğirmişlerse o başına gelir! Belki de kendisi gökten inen bir tanrıdır; belki de bunda tanrıların bir kurduğu vardır; çünkü geçmişte çok defa, bize tanrıların apaçık göründüğü olmuştur: Şanlı yüzlük kurbanlar sunduğumuz zamanlarda ziyafetimize karışıp yanımızda oturdukları görülmüştür. Issız yol üzerinde, bizden birine rastladıkları zaman da kendilerini gizlemezler: Çünkü biz, onlarla hısımız, tıpkı Kykloplar gibi, yabani Dev boyları gibi. Buna karşı çok görgülü Odysseus dedi ki: — Alkinoos Han, aklına böyle bir şey getirme: Benim geniş göklerin sahipleri ölümsüzlerle, ne boy boşça, ne varlıkça, benzer yerim yoktur; ancak ölümlü insanlardan biriyim; en büyük belâlara uğramış 156/431 insanlardan bildikleriniz kimler ise, işte talihsizlikte ben onlarla beraberim; benden en büyük cefaların hikâyesini işitebilirsiniz, çünkü tanrıların bütün gazapları üstüme çökmüştür. Fakat şimdi bırakın da karnımı doyurayım ve o eski büyük mihnetler bir yanda dursun! Çünkü şu hain karından daha alçak bir şey yoktur: Daima onun hükmü altındayız; o, kendisini asla unutturmaz, en zalim kaygılar ve en büyük yas içinde de olsak. Ben de şimdi candan yaslıyım, fakat karnım ara vermeksizin «ye, iç» diye emrediyor, bütün çektiklerimi unutturup «doyur beni» diye haykırıyor!.. Sizler, en tezden, tan ağarır ağarmaz, çok çekmiş bir talihsizi vatanına uğurlayın; varsın daha başka cefalar çekeyim, ancak varlığım yok olmadan bir kere daha göreyim. Böyle dedi: hepsi de garibi alkışladılar ve memleketine yollamağa karar verdiler, çünkü gereğince söz söylemişti. Bunun üzerine tanrılara saçı kıldılar ve canları istediği kadar içtiler; sonra yatmak üzere ayrı ayrı evlerine çekildiler. Divanhanede tanrısal Odysseus kalmıştı; yanında Arete ile tanrıya benzer Alkinoos oturuyordu, halayıklar ise sofradan boş kapları kaldırıyorlardı... Akkollu Arete söze başladı, çünkü Odysseus'un üstündeki entariyi ve harmaniyi görüp tanımıştı: bunlar kendisinin halayıkları ile birlikte yapmış olduğu güzel esvaplardan idi. Şimdi ona seslenerek kanatlı sözler söyledi: — Ey Garip, senden en önce şunu öğrenmek isterim: kimsin, hangi insanlardansın?.. Ya üstündeki esvapları kim verdi? Denizde kazaya uğrayıp buraya düştüğünü söylemedin miydi? Ona karşı çok görgülü Odysseus şöyle dedi: — Hepsini birer birer hikâye etmek çok güç, Sultanım! çünkü göklerin tanrıları bana pek çok kaygılar vermişlerdir; ancak sorduğun 157/431 ve anlamak istediğin için sana cevap vereceğim: Buradan çok uzakta deniz ortasında, Ogygie adlı bir ada vardır, orada Atlas'ın düzenbaz kızı güzel belikli Kalypso oturur: korkunç tanrıça; kimse, ne tanrılardan ne de ölümlü insanlardan, onunla ihtilâl etmez; ben talihsizi, yapyalnız, tanrılardan biri onun ocağına düşürdü; çünkü Zeus, akyıldırımı ile, yağız denizin ortasında, tez yürüyüşlü gemimi çarpıp parçalamıştı; orada cesur yarenlerimin hepsi öldü; ben iki küpeşteli gemimin omurgasına kollarımla sarıldım, dokuz gün böyle su üzerinde kaldım; onuncu gün, karanlık gece basınca tanrılar beni, Kalypso'nun Ogygie adasına attı; korkunç tanrıça beni yanına aldı, dostluğu ile ağırladı; beni besledi, ve bana ölümsüzlük, tükenmez gençlik vadetti; fakat hiç bir zaman göğsümün içinde gönlüm razı olmadı. Orada, tam yedi yıl kaldım, göz yaşlarımla Kalypso'nun verdiği tanrısal çamaşırı ıslatadurdum. Sekizinci yıla basınca, ister Zeus buyurmuş ister onun gönlü değişmiş olsun, ansızın kendi gelip beni yola çıkmağa davet etti. Beni derme çatma merteklerden bir sala bindirdi; çok şeyler: bol bol ekmek, tatlı şarap verdi, tanrısal çamaşır giydirdi; arkamdan da uygun ve ılık bir rüzgâr estirdi. On yedi gün açık deniz üzerinde sefer ettim; on sekizinci gün, nihayet, sizin gölgeli ormanlık tepeleriniz gözüktü; içimde talihsiz gönlüm sevinç duydu. Lâkin kısmetimde Yeri sarsan Poseidon'un göndereceği daha bir çok felâketler varmış! Yolumu kapamak için üstüme rüzgârları saldıran bu tanrı dil ile anlatılmaz bir fırtına kopardı. Boşuna inliyordum: dalga beni saldan dışarıya fırlattı; sonra onu da kasırga darmadağın etti; yüzmeğe başladım, ve engin deniz üzerinden yolumu açtım, tâ beni götüren su ile rüzgâr sizin kıyılarınıza atıncaya kadar... Karaya ayak basmak üzere iken, bütün gücüyle bir dalga, can acıtıcı bir yerde, beni büyük bir kayanın üstüne fırlattı... Tekrar denize dönerek yüzmeğe koyuldum, yüze yüze bir ırmağın ağzına geldim; burası bana çok uygun göründü; düz, kasırga ve 158/431 rüzgârdan kuytu. Sudan dışarıya çıkarak, yüreğimin takatini topladım: tanrısal gece de gelmişti. Tanrılardan kaynak alan ırmaktan çıkıp kıyıdan uzaklaştım, bayırda çalılar arasında kuru yapraklardan düzenlediğim bir yatak içine uzandım; tanrı gözlerime tükenmez bir uyku döküyordu. Orada yapraklar içinde, çok kaygılı gönülle, bütün gece uyudum; şafak söktü, öğle oldu, güneş dönüyordu ve beni ancak o zaman tatlı uyku bıraktı. Halayıkları ile, kumlukta, kızınızın oyun seslerini duydum: onların ortasında bir tanrıçaya benziyordu. Kendisine sığınıp yalvardım. Ne kadar büyük bir ağırbaşlılık gösterdi: doğrusu o yaştaki bir genç kızdan umulmaz derecede. Çok defa, gençler hoppa olur! O bana bol bol ekmek, yanık yüzlü şarap verdi; ırmakta yıkattı ve gördüğün çamaşırları ihsan etti... İşte gönlümün kaygısı içinde sana her şeyi olduğu gibi söyledim. Buna karşı Alkinoos söz alarak şöyle dedi: — Konuğum, benim kızım ödevim gereğince anlamamış; seni, halayıkları ile beraber, alıp evimize getirmemiş! halbuki sen en önce ona sığınıp yalvarmıştın. Buna karşı çok görgülü Odysseus cevap verdi: — Kahramanım, bunun için kızını azarlama. Kendisi karavaşların arkasından gelmemi söylemişti; ben razı olmadım; korkuyor ve çekiniyordum: Belki de beni görünce yürekten öfkelenirsin diye. Çünkü biz insan oğulları, yer yüzünde çabuk kuşkulanan mahlûklarız. Ona karşı Alkinoos cevap verdi: — Hayır, konuğum, hiç bir zaman göğsümde aziz yüreğim böyle boş yere kızmış değildir; her işte ancak hakka riayet ederim. Keşke Zeus baba, Athena ve Apollon vereydi de, senin gibi yakışıklı ve benim kadar düşünüşlü bir adam kızımı alaydı ve yanımızda kalıp kendisine güveyim diyebileydim! Ben sana ev de mallar da verirdim: tek sen 159/431 burada kalmağa razı ol. Ama rızan olmadıkça, Zeus baba esirgesin, seni hiç bir Phaiak zorla alıkomaz. Seni uğurlamak gününü de, emin olasın diye, şimdiden tayin ediyorum: yarın olsun! Sen yorgun argın uzanıp uyumakta iken, bizim uşaklar, güzel havadan faydalanarak, seni ata yurduna, canın nereye isterse, iletiverecekler. İsterse şu Euboie denilen ada olsun ki bizimkilerden onu görmüş olanlar denizin öbür ucundadır diyorlar: sarı Radamanthos Yer'in oğlu Tityos'u ziyaret etmek istediği zaman, onu bir günde, yorulmadan, oraya götürüp geri dönmüşlerdi. Kendin de görüp anlıyacaksın ki benim gemilerimin üstüne gelecek gemi yoktur, ve bizim uşaklar kürek çalıp denizi köpürtmede birincidir. Böyle dedi; çok sabırlı tanrısal Odysseus da sevinerek dua etti: — Zeus baba, sen ihsan eyle de Alkinoos han bütün dediklerini yerine getire! Onun adı sanı bereketli yeryüzünde bengi olsun! Bana da atayurduma kavuşmak kısmet olsun! Onlar böyle birbiriyle konuşmakta iken, akkollu Arete halayıklara emir vermişti ki, dehlize bir sedir koysunlar, en güzel erguvan çarşaflardan yaysınlar, üstüne nalçalar ve en üste yün keçeler sersinler. Kızlar da, ellerinde tutuşmuş çıralar, divanhaneden çıktılar. Çarç- abuk kaba bir döşek hazırladıktan sonra, geri dönüp Odysseus'u yatağa davet ettiler: — Kalk, konuk babamız, kendini dinlendir; yatağın hazır! dediler. Bir yatağa girip uyumak, ne mutlu şey! Çok sabırlı tanrısal Odysseus yankılı dehlizde oymalı yatağa uzanırken, Alkinoos da yüksek konağının öbür bucağında yatmağa gitmişti. Eşi Arete Hatun yatağını döşeğini hazırlayıp kendi de yanına yattı. 160/431 ŞAN : VIII PHAİAKLARIN KABUL TOPLANTISI Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez Kutsal Şehamet Alkinoos Han yatağından fırladı; gene bu ara Zeus soyu şehirler talancısı Odysseus da kalktı.. Kutsal Şehamet Alkinoos öne geçerek, Phaiakların, gemilerinden uzak olmıyan dernek meydanına gidildi. Buraya erişince cilâlı taştan kürsüler üzerine yan yana oturdular. Bu ara Pallas Athena, aydın görüşlü Alkinoos'un çavuşlarından birinin suretini takınarak şehrin içinde dolaşıyor, herkesin yanına sokulup haberi yetiştiriyordu: — Haydin, Phaiakların hanları ve danışmanları, dernek meydanına gidin! Aydın görüşlü Alkinoos'un konağına yeni gelen yabancıyı göreceksiniz: denizlerde maceralar geçirmiş biri! Boyda bosta tanrıların eşi! Böyle diyerek herkesin yüreğinde merak uyandırıyordu. Çarç- abuk, her iki meydanın bütün oturacak yerleri toplantıya gelenlerle doldu. Çoğu aydın görüşlü Laertes oğlunu görüp hayran kalıyordu, çünkü Athena başından ve omuzlarından aşağı tanrısal bir güzellik döküyordu. Onu daha boylu ve daha güçlü gösteriyordu, ta ki bütün Phaiaklar beğensinler, saysınlar ve Odysseus'u hangi yarışlarda sınamak isterlerse çoğunda galip gelerek yüreklerine korku da salsın! Bunlar toplanıp dernek tamam olunca Alkinoos söz alıp cümleye şöyle söyledi: — Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! Bu garip kim olduğunu bilmiyorum, denizde kaza geçirerek benim evime sığınmış bulunuyor: ister Doğu, ister Batı illerinden olsun, memleketine dönmek için bizden acele ve emin yardım diliyor. Biz de, geçmişteki âdetimiz üzre, kendisini uğurlamanın çaresine bakalım. Benim evime birisi sığınsın da uzun zaman kaygı içinde beklesin dursun, buna asla razı değilim. Hemen tanrısal denize, ilk seferine çıkacak bir kara gemi indirilsin. Halk arasından denizcilikte birincilikleri sınanmış elli iki uşak seçilip ayrılsın, hepsi gemide yerlerini alıp küreklerini iskarmozlara bağlasın; sonra gemiden çıkıp bizim konağa gelsinler. Gider ayak bir şölen tertip edilecek: bütün harçlar benden... Gençlere söyleyeceğimi bitirdim. Şimdi, diğer asa sahibi hanlar, siz de hep bizim güzel konağa gelmelisiniz, konuğu hep birlikte Divanhanede ağırlarız. Kimseden özür dilemem. Tanrısal Ozan Demodokos'u da çağıralım: onda, doğrusu, sesle büyülemek erdemi tanrı vergisidir: yüreğinden hangi nağme kopsa üstüne gelecek yok! Böyle dedikten sonra öne geçip yürüdü; arkasından asa sahibi hanlar geliyorlardı. Bir çavuş ise tanrısal ozana koştu. Elli iki uşak da, hanın buyurduğu gibi, ayrılıp hasatsız denizin kıyısına gitti. Bunlar denize ve gemilere ulaşınca, kara gemiyi derin suya indirdiler, sonra direk diktiler, yelken de taktılar kara gemiye; kürekleri kayışlara ıskarmozlara bağladılar; sefere hazır, koyda demir attılar; sonra aydın görüşlü Alkinoos'un büyük konağına geldiler; her yer: divanhaneler, sofalar, odalar hıncahınç doldu. Onlar için Alkinoos on iki koyun, beyaz dişli sekiz domuz ve paytak yürüyüşlü iki sığır kurban kestirmişti; kurbanların derilerini yüzmüşler ve en sevimli bir şölenin hazırlıklarına başlamışlardı. Çavuş gecikmeden geldi, şanlı ozanı elinden yederek getirdi. Muz bu çok sevgilisine bir iyilik bir de fenalık etmişti: gözlerini karartmıştı lâkin ona tatlı ses ihsan etmişti. Pontonoos, ozan için, davetlilerin ortasında, gümüş çivili bir koltuk getirip yüksek direğe dayadı; ahenkli kopuzunu başının üstündeki çengele astı, elleriyle nasıl alabileceğini tarif etti, sonra önüne güzel bir masa çekti; üstüne ekmek 162/431 sepetini ve şarap sağrağını koydu, canı istedikçe yiyip içsin diye. Bu ara, önlerine konmuş olan seçme yiyeceklere ellerini uzatıyorlardı. İçip yiyip iştihalar yatıştıktan sonra, Musa'nın ilhamı ile ozan erlerin şanlı destanlarından okumağa başladı: şöhreti o zamanlar göğe kadar yayılmış olan bir menkabe seçmişti: Odysseus ile Peleus oğlu Akhilleus arasında, tanrılara sunulmuş parlak bir şölen ortasında, kopan çekişmeyi okuyordu; onlar müthiş sözlerle atışırken erler başkanı Agamemnon, içinden Akhai hanları arasına düşen fitneye seviniyordu; çünkü bir gün, tanrısal Putho tapınağının taştan eşiğini aşarak kâhine sorduğu zaman, Phoibos Apollon'un ettiği kehanet şimdi hatırına geliyordu; Meğer gerek Troialıların gerek Danaosluların başına gelecek felâket, daha o zaman hazırlanıyormuş, ulu Zeus'un dileğiyle!, işte şanlı ozan bunları okuyordu, ve bu ara Odysseus güçlü elleriyle erguvan harmanisini tutup başının üstüne kaldırmış, güzel yüzünü örtmüştü: çünkü gözlerinden yaş aktığını Phaiakların görmesinden sıkılıyordu. Tanrısal ozan destanı her kestikçe o da gözlerini siliyor, harmanisini başından atıyor ve iki kulplu sağrağı ile tanrılara saçı kılıyordu; lâkin Phaiak hanları sözlerinden büyülendikleri ozanı destana davet edip o da okumağa her başladıkça, Odysseus gene başını örterek ağlıyordu. Herkesten yaş döktüğünü gizliyebilmişti, yalnız Alkinoos, yan yana oturdukları için, farkına varmış ve derin hıçkırıklarını işitmişti. Hemen usta kürekçi Phaiaklara seslenerek dedi ki: — Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! sofradan hepimiz payımızı alıp keyfimizi yerine getirmiş, şölenin parlak arkadaşı olan sazdan da faydalanmış bulunuyoruz; şimdi de çıkalım, yarışlara başlıyalım! 163/431 Böyle dedikten sonra öne geçip yürüdü, öbürleri de arkadan geliyorlardı. Çavuş ahenkli kopuzu çengele astı, Demodokos'u elinden tutup yederek konaktan dışarı çıkardı; Phaiak hanlarının yarışları seyretmek için tuttukları yolda ona kılavuzluk ediyordu. Dernek meydanına gelindi: binlerle halk arkalarından geliyordu. Hazır olan gençler çoktu, hepsi de ululardandı; hemen yarışa kalktılar. Akroneos, Okyalos, Elatreus, Nauteus, Prymneus, Anhialos, Eretmeus, Ponteus, Proreus, Toon, Anabesineos, Anfialos{8} , Polyneos oğlu Tektonides, adam tepeler Ares'in eşi Eurylaos ve Naubolides ki, boyda bosta, bette benizde rakibi yoktu; yalnız Laodamas, bütün Phaiaklar arasında ondan üstündü. Şanlı Alkinoos'un her üç oğlu yarışa kalktı. Laodamas, Halios ve tanrı eşi Klytoneus. En önce yaya koşusunda yarıştılar: pistin başında yol açıldı ve hepsi birden hızla atıldılar, ovayı tozu dumana boğdular; şanlı Klytoneus koşuda rakipsiz birinci geldi: Nadasta katır çifti {9} ne kadar ilerde bulunursa halkın önüne geldiği zaman ötekiler o kadar geride kalmıştı. Sonra güçlü bir güreş oldu: bunda da Evryalos bütün pehlivanların sırtını yere getirdi. Atlamada ise Amphialos hepsini geçti. Disk atmada yenen Elatreus oldu; yumruk güreşinde Alkinoos'un yiğit oğlu Laodamas. Atlet oyunları ile herkesin keyfi yerine geldikten sonra Alkinoos'un oğlu Laodamas cümleye seslendi: — Haydin, şimdi, dostlar, bir de konuğumuza soralım: bildiği sevdiği bir oyun var mıdır? Vücudunun yapılışı hiç de fena değil: şu butlara, baldırlara, şu iki kola, güçlü enseye, geniş göğüse bakın: yiğitliği yerinde kalmış! yalnız çok cefadan hırpalanmış. İnanın bana, 164/431 vücudu harap edecek denizden daha zalim bir şey yoktur, en güçlü kuvvetli insan bile olsa. Buna karşı Evryalos söz alarak dedi ki: — Laodamas, bu sözü tam gereğince söyledin. Şimdi de kendin gidip davet et, ne düşündüğümüzü anlat. Bunu işitince, Alkinoos'un yiğit oğlu kalktı ve ortaya gelip Odysseus'a dedi ki: — Haydi şimdi, konuk babamız, sen de yarışa kalk! hangi oyunda idmanlı isen, bunların acemisi görünmüyorsun! Hayatta er için en büyük şan da budur bacaklarını kollarını oynatabilmek! Haydi, bir dene; içinden kaygıları at. Sefere çıkman da, işte hiç gecikmiyecek: gemi suya indirilmiş, tayfa da hazır! Buna karşı çok görgülü Odysseus şöyle dedi: — Laodamas, niçin böyle alay ederek bana bunları söylüyorsun? Gönlüm oyundan ziyade kaygılara kapılıyorsa, geçmişte çok geçirmiş, çok çekmiş olduğundandır! Şimdi, sizin derneğiniz içinde, ancak sılamı umuyorum, handan ve bütün halktan yalvardığını ancak budur. Buna karşı Evryalos kıracak yolda söz söyledi: — Sende, konuğumuz, erlerin rağbet ettiği oyunlardan anlıyan adam hali, ama asla, görmüyorum. Çok kürekli gemilere sık sık binmiş isen birtakım alışverişçi gemicilerin başı olarak binmişsindir; düşündüğün hep yükletilen malların kaydını tutmak, ticaretten... talandan kazançlarını hesaplamak olmuştur; yoksa bir pehlivana hiç benzemiyorsun! Buna karşı çok görgülü Odysseus, onu yukardan süzerek dedi ki: 165/431 — İyi söz söylemedin, konuklayanım, sen kendini fazla beğenmiş bir adama benziyorsun. Görülüyor ki tanrılar bütün erdemleri birden: vücut yakışıklılığını, akıllılığı, güzel söylemeyi aynı adama hemen hiç bir zaman vermiş değildir; bayağı bir çehre birinin nasibi olabilir, ama tanrı ona öyle bir dil ihsan eder ki, görenlerin gönlü açılır: o, emniyetle, tatlı bir nezaketle söyledikçe toplanmış halk hayran kalır; şehrin sokaklarında dolaştıkça bir tanrıymış gibi seyrine dururlar. Başkası ise güzellikte ölümsüzlerin eşi olur, fakat söz söylemek erdeminden hiç pay almamıştır. Sen de öylesin: teninde öyle tanrısal bir güzellik var ki tanrılarda bile bunun ötesi olamaz; ancak akıldan yana kofsun. Göğsümün içinde yüreğimi kabarttın yakışıksız lâflarınla! Ben pehlivanlık oyunlarının acemisi değilim, senin zannettiğin gibi. Gençliğim varken, kollarım güçlü kuvvetli iken ben de birincilerdendim. Şimdi yoksulluğun ve kaygıların elinde tutsağım: uzun, çok uzun zamanlar cefa çekmişim, karada erlerle dövüşerek, denizde dalgalarla savaşarak... Ama, böyle de olsun, bunca çektikten sonra da, yarışlarınıza kalkmağa hazırım: gönlümü ısıran sözler söyledin, bana meydan okudun, çünkü! Bunun üzerine, harmaniyesini bile çıkarmadan, atılıp bir disk aldı: en büyüğünü, en kalınını seçmişti; Phalakların yarıştıkları disklerin hepsinden çok daha ağırdı. Bir kere çevirdi ve taş vızlıyarak güçlü elinden fırladı, bu fırlayış önünde yere kadar eğildiler. Phaiaklar, uzun kürekli, ünlü denizci erleri ve disk, elinden çıkmasıyla beraber, hepsinin nişanlarını aşmış, geçmişti. Athena, halktan birinin suretine girerek, diskin nişanını koydu ve söz söyliyerek şöyle dedi: — Yabancı, bir kör bile elinin yordamı ile, nişanı fark edebilir, çünkü öbür nişanların kalabalığına hiç karışmamış: hepsinden çok ilerde! Bu yarışta, sen ümidini kavi tut: Phaiakların hiç biri geçmek değil ya yetişemez bile. 166/431 Böyle dedi, ve çok sabırlı Odysseus'un gönlü açıldı, stadyumda onun tarafını tutan bir dostun bulunduğuna sevindi; daha ferah bir gönülle Phaiaklara seslenerek şöyle dedi: — Yetişin, bakalım, buna gençler! Az sonra bir başkasını aynı yere, belki de daha uzağa atabileceğimi sanıyorum. Şimdi candan yürekten bir heves geliyor: haydin, öbür sporlarda da yarışalım! Kanımı fazla kaynattınız, çünkü Yumruk savaşında, koşuda, güreşte... hiç birinden geri dönmem, ve bütün Phaiaklarla yarışmaktan kaçınmam; biri müstesna: o da Laodamas'tır; çünkü o benim konuklayanımdır. Konukluk dostlarıyla kim yarışa kalkar? insan akılsız veya pespaye olmalı ki yadelde, konuklayanına, güreşte yarışta meydan okusun; bununla ancak kendini küçültür. Fakat ondan başka kimseden kaçınmam, kimseyi de küçümsemem: İşte, kiminle olursa olsun yarışmağa hazırım; çünkü erlerin rağbet ettiği oyunların hiç birinde acemi değilim; ama, özlükle, iyi işlenmiş bir yayı kullanmada ustayım: ilk atışta, düşmanların kalabalığı içinde, nişanladığımı vururum, yakınındaki birçok yiğit yarenleri ok atarak onu korusalar bile. Yalnız Philoktetes ok atımında bana üstün gelirdi: Troialıların ilinde biz Akhailar yayla yarışırken. Fakat yeryüzünde artık ekmek yiyen insanlardan benimle uzaktan bile karşılaştırılacak kimse kalmamıştır, sanırım. Geçmişte, önlerinde eğildiğim erler olmuştur. Herakles gibi, Oihalieli Evrytos gibi, ki ok atıcılıkta ölümsüzlerle bile yarışabilirlerdi. Büyük Evrytos bu uğurda can verdi, konağında ihtiyarlıyarak değil; ok yarışına meydan okuduğu Apollon öfkelenerek onu öldürmüştü... Hele mızrakta: başkaları oklarını nereye alabilirse ben mızrağımı oraya ve daha uzağa atabilirim. Yalnız koşuda korkarım ki beni Phaiaklardan geçecek biri buluna. Zalim denizin çok cefasını çekmişim her günkü bakımdan kendimi mahrum bırakmışım; bu yüzden dizlerim gevşemiş, bacaklarım harap olmuş! 167/431 Böyle dedi, hepsi ise susup duruyorlardı; yalnız Alkinoos ona cevap vererek dedi ki: — Konuğum, söylediklerinde bizim hoşumuza gitmiyecek bir şey yoktur: içindeki erdemi göstermek istiyorsun; öfkelenmişsin, çünkü şu adam, stadyomun içinde, aklı başında birinin hiç bir zaman ağzına almıyacağı sözlerle seni aşağılamak cüretini gösterdi. Lâkin şimdi de sen benim söyliyeceğimi anla: bir gün, karına, çocuklarına kavuşup sofranda bizim erdemlerimizi öğrenmek istiyen erler bulunacak olursa, onlara, Zeus sayesinde, babadan evlâda ne gibi işler başarageldiğimizi anlatmalısın. Yumruk savaşında ustalığımız yok, güreşte de kusursuz değiliz; ama iyi koşucu ve seçkin gemicileriz. Asıl bizim sevdiğimiz şeyler: cümbüştür, saz sözdür, danstır; yeni yıkanmış çamaşırlara, sı- cak hamama ve yatak safasına bayılırız... Haydin, Phaiakların en seçkin hora tepicileri, oyun başına! konuğumuz da görüp evine döndüğünde, sevdiklerine, bizim gemicilikte, koşuda, sazda, sözde ve dansta nasıl başkalarından üstün olduğumuzu nakledebilsin. Demodokos'un ahenkli kopuzunu da hemen biri gidip bizim konaktan getiriversin. Böyle diyordu tanrılara benzer Alkinoos Çavuş kalktı, hanın konağından kubbeli kopuzu getirmeğe gitti. Halkın içinden dokuz hakem seçildi; stadyomda her şeyi hazırlayacak olan bunlar yerlerinden kalktılar, oyun meydanını güzelce düzeltip genişlettiler; çavuş da bu ara Demokodos'un ahenkli kopuzunu getiregeldi. O zaman ozan ortaya geçti; hora tepmede usta genç delikanlılar etrafını sarmışlardı; ve ayaklarıyla tanrısal yere vuruyorlardı. Bu ara Odysseus bacaklarının kıvrak hareketlerini seyrediyor, gönülden şaşakalıyordu. ARES İLE APHRODİTE'NİN SEVİŞMELERİ Bu ara ozan kopuzda bir peşrev yaptıktan sonra parlak bir destana başladı: Ares'in güzel taçlı Aphrodite ile sevişmesini ve 168/431 Hephaistos'un evindeki ilk gizli birleşmelerini anlatıyordu: Ares çok hediyeler vermişti ve Hephaistos hanın gerdeğine döşeğine leke sürmüştü! Hemen de haberi ona Helios yetiştirdi: onları tam sevişme halinde görmüştü! Hephaistos yüreği sızlayarak haberi alınca kalkıp bakırcı tezgâhına gitti: aklının derinliğinde fena şeyler kuruyordu. Kütüğe büyük örsünü taktıktan sonra çözülrnez, kopmaz zincirler biçti: bunların içinde âşıklar sağlam tutulakalsınlar diye. Tuzağı yaptıktan sonra, Ares'e karşı öfkeli öfkeli aziz yatağının bulunduğu odaya geldi: yatağın ayaklarını çepeçevre zincir şebekesi ile sardı, tavandan da başka bir zincir şebekesi sarkıttı: örümcek ağından da ince olan bu şebekeleri kimse göremiyordu, mutlu tanrılar bile! bunları öyle bir hünerle sarakoymuştu. Yatağı böylece hile ile sardıktan sonra sözde yolculuğa çıktı; Lemnos'un güzel surlarına doğru yol almağa başladı: bütün şehirlerden en çok sevdiği burasıydı. Altın dizginli Ares de gözleri kapalı değildi: onu gözetliyordu. Ünlü usta Hephaistos'un yola çıktığını görünce o da, güzel taçlı Kytere'nin aşkı ile tutuşmuş olarak, şanlı Hephaistos'un evine doğru yürüdü. Aphrodite, babası gücü yenilmez Kronos oğlunun yanından yeni gelmişti, oturmak üzere idi ki Ares yanına girerek elini aldı ve seslenerek şöyle dedi: — Hemen yatağa, sevdiğim! sevişip safa sürelim! Hephaistos burada değil; Lemnos'a, dilleri yabani Sintienlerin ziyaretine gitti. Böyle dedi ve tanrıça yatağa girmek arzusuna kapıldı. Fakat henüz sedire çıkıp yatmışlardı ki, çok hünerli Hephaistos'un sanatlı şebekesi onları her yandan yakalamıştı. Artık ne el ayak kımıldatabiliyorlar ne de ayağa kalkabiliyorlardı. O zaman anladılar ki kaçmağa yol kalmamış! 169/431 Çok geçmeden şanlı Topal yanlarına çıkageldi. Lemnos yolculuğundan vazgeçmişti, çünkü gözcüsü Helios ona haberi yetiştirmişti. Dehlizde durdu; vahşi bir öfkeye tutulmuştu; öyle korkunç seslerle haykırdı ki, bütün tanrılar işitti. — Baba Zeus ve öbür bengi mutlu tanrılar! gelin, burada gülünç ve ayıp işler göreceksiniz. Topal olduğum için Zeus'un kızı Aphrodite namusuma leke sürüyor: küstah Ares'i dost tutmuş, yakışıklı ve düz ayaklı diye! Lâkin ben sakat doğmuş isem kabahat kimde? Bende mi, anamda, babamda mı? Keşke dünyaya getirmeyeydiler? Bakın, nasıl da ikisi benim yatağıma girip birbirine aşk ile sarılmışlar! Onları gördükçe kanım kaynıyor. Ama sanırım ki böyle kalmaktan artık hoşlanmazlar: onları birleştiren sevgi ne kadar büyük olursa olsun, bu halden sıkılırlar. Ancak hünerli tuzak onları koyvermiyecek ta kaynatam, köpek suratlı kızı için kendisine vermiş olduğum hediyeleri geri verinceye kadar... Kızın güzelliğine diyecek yok, ama çok edepsiz. Böyle diyordu; tanrılar ise tunç eşikli eve doğru üşüşüyorlardı: önce yerin sahibi Poseidon geldi, arkadan hayırişler Hermes geldi, sonra okçuların şahı Apollon yetişti. Yalnız tanrıçalar utançlarından odalarında kalmışlardı. Dehlizde ayakta duruyorlardı nimetleri ihsan eden tanrılar; ve mutlu tanrılardan ardı arası kesilmiyen bir kahkaha yükseliyordu: çok hileli Hephaistos'un hünerini seyrettikçe. Biri yanındakine göz ederek şöyle diyordu: — Kötü işlerden hayır gelmez; ağır yürüyüşlünün tez yürüyüşlüyü yakalaması hikâyesi!.,. İşte şimdi de Hephaistos topalı sanatıyla, Ares'i tanrıların en çeviğini enseledi! Zina diyetini de ödetecek. 170/431 İşte aralarında bunları konuştukları sırada Zeus'un oğlu Apollon Şah Hermes'e yanaşarak şöyle dedi: — Haberci Hermes, iyilikler saçan Zeus oğlu, şu berk zincirlere tutulmağa can atardın ya, tek altın Aphrodite'nin yanında yatmak için? Akışıklı haberci Hermes de cevap verdi: — Keşke olaydı... okçular şahı Apollon! bunlardan fazla zincirlerle her yanımdan, üç kat sarsınlar; hepiniz de gelin, tanrılar ve tanrıçalar, seyrime bakın! tek altın Aphrodite'nin kollarında yataydım! Böyle dedi ve tanrılar arasından kahkaha koptu; yalnız Poseidon gülmiyerek şanlı usta Hephaistos'un Ares'i serbest bırakmasını yalvarıyordu. Ona seslenerek kanatlı sözler söyledi: — Çöz şunu Hephaistos; sana söz veriyorum, nasıl emredersen, ölümsüz tanrılar arasında nasıl yakışırsa, hepsini öyle ödeyecek. Şanlı topal usta ise cevap verdi: — Yerin sahibi Poseidon, bunları söyleme bana; fena ödeyicilere kefil olmak da sağlam bir kefillik değildir. Ölümsüzler huzurunda sana zorla hakkımı nasıl ödettirebilirim Ares bir kere zincirinden kurtulur da borcunu inkâr ederse? Buna karşı yeri sarsan Poseidon şöyle dedi: — Hephaistos, eğer Ares kaçar ve borcunu inkâr ederse ben ödeyeceğim. Bunun üzerine şanlı topal dedi ki: — Senin sözünden çıkmak elimden gelmez, yakışmaz da. 171/431 Böyle diyerek güçlü elleri ile zincir ağını çözdü, ikisi berk zincirlerden kurtulunca uçup gittiler. Ares Thrake'ye, gülümser Aphrodite Kypros'a doğru; Paphos'taki korusuna ve tütsülü tapınağına varmak için. Orada Kharit'ler onu hamama koyup yıkadılar ve bengi tanrıların cildinde parıldıyan yağ ile oğdular, sonra öyle büyüleyen esvaplar giydirdiler ki, görülmesi akıllara hayret verir! Şanlı ozan bunları okuyordu, Odysseus onu dinliyerek gönülden keyifleniyordu; bütün uzun kürekli, ünlü gemici Phaiak erleri de öyle. Bu ara Alkinoos, oğullarından Halios ile Laodamas'a ayrı hora tepmelerini emretti, bunlar dansta rakipsiz idiler; ellerine güzel bir erguvan top aldılar: bunu onlar için usta Polybos yapmıştı. Biri, sırtını arkaya bükerek, topu gölgeli bulutlara kadar atıyor, öbürü de havaya sıçrayıp ayakları yere değmeden kolayca yakalıyordu. Bu top fırlatma ve sıçrayıp yakalama oyununda hünerlerini gösterdikten sonra bereketli toprak seviyesinde sık ve çevik dönüşlerle karşılıklı hora teptiler, öbür gençler ise, ayakta, meydanın içinde, onlara alkışlarla tempo tutuyorlardı: bundan da büyük bir gürültü kopuyordu! Bu ara tanrısal Odysseus Alkinoos'a seslenerek şöyle dedi. — Han Alkinoos, bütün halkın yüz suyu! oyuncularınızın ustalığı bana övdüğün kadar varmış; ispatı meydanda: seyrettikçe beni hayret alıyor! Böyle dedi, ve kutsal kahraman Alkinoos'un gönlü açıldı ve hemen usta kürekçi Phaiaklara şöyle dedi: — Dinleyin Phaiak hanları ve danışmanları! konuğumuz bana çok uslu akıllı bir adam görünüyor. Haydin, şimdi kendisine, âdet üzere, konukluk armağanları verelim, ilimizde on iki şanlı başkan, hüküm sürer han vardır, on üçüncüsü benini: her birimiz evinden taze yıkanmış birer harmani ile birer entari, bir de en halisinden birer 172/431 talant altın getirtsin: gecikmesin ve hepsini birden konuğumuza sunalım. Elinde armağanlar olursa yüreği daha ferah olarak sofraya oturacak. Evryalos da, gereğince konuşmadığı için gönül alacak sözler söyliyecek, ve ayrı bir hediye verecek. Böyle dedi, ve hepsi alkışlarla onadılar ve armağanları getirmek üzere çavuşlarını yolladılar. Buna karşı Evryalos da cevap vererek şöyle dedi: — Alkinoos Han, bütün halkın ulusu! konuğun gönlünü almak için, buyurduğun gibi, kendisine şu tunç kılıcı vereceğim: kabzası gümüşten, kını yeni oyulmuş fildişindendir; bunu kendine lâyık görür, sanırım. Böyle dedi ve gümüş çivili kılıcı Odysseus'un elleri arasına koydu ve ona seslenerek kanatlı sözler söyledi: — Selâm sana konuk babamız! seni gücendiren ağır sözler söyledimse onları yel üfürüp götürsün. Tanrılar sana kısmet etsin eşine kavuşasın, memleketine dönesin, sevdiklerinden uzak çektiklerin artık yeter olsun! Çok görgülü Odysseus ona cevap verdi: — Benden de sana selâm, ey dost! Tanrılar sana mutlu dirlik versin! gönlümü alan sözler söyledin, üste bu kılıcı da verdin: pişmanlık duymamanı dilerim. Böyle dedi ve gümüş çivili kılıcı iki omuz arasından kayışını geçirip astı. Güneş batıyordu, değerde ağır armağanlar gelmişti, onları yiğit çavuşlar Alkinoos'un evine götürüyorlardı: kusursuz hanın oğulları armağanları teslim alıp sayın annelerinin yanına koyuyorlardı. 173/431 Bu ara kutsal kahraman Alkinoos öne geçip yol gösteriyordu; gelenler yüksek koltuklara geçip oturdular. O zaman kahraman Alkinoos Arete'ye seslenerek dedi ki: — Kadınım, bezenmiş sandıklardan birini, en güzelini hazır et, içine kendin temiz yıkanmış bir harmani, bir de entari koy; sonra kazanı ateşe vur, su ısınınca konuğumuz hamama girsin; ve yıkandıktan sonra kusursuz Phaiak hanlarından gelen armağanların emniyette olduğunu görerek şölenden ve ozanın okuyacağı destanlardan daha ziyade memnun kalsın. Ben de ona iki kulplu altın sağrağı hediye edeceğim, ta ki daima beni hatırlasın ve konağın da otururken onunla Zeus'a ve başka tanrılara saçı kılsın. Böyle dedi, ve Arete halayıklara emir verdi ki hemen üç ayaklı büyük kazanı ateşe vursunlar, onlar da hamamın üç ayaklı kazanını alevli ateşin üstüne koyup su doldurdular, kucak kucak odun taşıyıp yaktılar. Ateş üç ayaklının karnını sarıyor, su ısınıyordu. Bu ara Arete konuk için hazne odasından en güzel sandığı getirtti, içine Phaiakların verdiği hediyeleri, çamaşırlarla altınları koydu, kendi de güzel bir harmani ile bir entari kattı, sonra ona seslenerek kanatlı sözler söyledi: — Şimdi, çabucak, kendin kapağı gözet, bir düğümle iliştirip bağla, ta ki yolda, gene biri sana hile yapmasın, kara gemide yatıp tatlı uykuya daldığın bir sırada. Çok görgülü tanrısal Odysseus bunu işitir işitmez kapağı yerleştirdi ve çarçabuk acaip bir düğümle onu iliştirdi: bunun sırrını vaktiyle ona kutsal Kirke öğretmişti. Bu ara Kâhya kadın gelip kendisini yıkanmağa çağırdı; Odysseus hamam odasına gitti, sıcak banyoyu görünce yüreği neşe ile doldu: beden umarına gereğince bakamamıştı: güzel belikli Kalypso'nun evinden ayrılalı beri; orada iken ise bir tanrı gibi arası kesilmiyen bir bakım görüyordu. 174/431 Halayıklar onu güzelce yıkayıp yağla oğduktan sonra güzel bir entari bir de kaftan giydirdiler. Hamamdan çıkıp işret etmekte olan erlerin yanına gidiyordu; güzelliğini tanrılardan alan Nausikaa sağlam yapılı odanın eşiğinde durmuş, gözlerini hayran hayran Odysseus'a çevirmiş bakıyordu; ona seslenerek kanatlı sözler söyledi: — Sağ, esen ol, konuğum! Bir gün, atalarının yurduna dönünce, beni de hatırla ki, hayatının kurtuluş bedelini en önce bana borçlusun. Ona karşı çok görgülü Odysseus cevap vererek dedi ki: — Hera'nın gürler sesli kocası Zeus vere, sıla günümü göreyim, evime kavuşayım! Orada, şüphesiz, yaşadıkça her gün, bir tanrıça gibi sana dua edeceğim; çünkü benim hayatımı kurtaran sensin, ey ere varmamış! Böyle dedi ve gidip Alkinoos hanın yanında bir koltuğa oturdu. Erkekler etleri paylara ayırıyorlar, şarabı karıyorlardı; bu ara çavuş gelerek şanlı ozanı, bütün halkın hürmet ettiği Demodokos'u getirdi; onu davetlilerin ortasında, koltuğunu yüksek direğe dayıyarak, oturttu. Bu ara çok görgülü Odysseus, çavuşu çağırdı, beyaz dişli bir domuzun yağla sarılmış kaburgasından en büyük dilimi keserek şöyle dedi: — Çavuş, bu payı al, ozana götür, safa ile yesin! ve kendisine de ki, büyük kaygılarım arasında onu ağırlamak istedim: yeryüzünde kimse yoktur ki gördüğü saygı ve şerefte ozanların payı olmasın! çünkü onlara destanları öğreten, ozan kısmını seven Musa'dır. Böyle dedi, ve çavuş eti elleriyle götürüp Demodokos ere sundu; ozan gönülden sevinerek kabul etti. Davetliler önlerinde hazırlanan seçkin yiyeceklere ellerini uzattılar. 175/431 İçip yiyip iştahalar yatıştığı sırada, çok görgülü Odysseus üemodokos'a seslenerek dedi ki: — Demodokos, bütün insanlar arasında sana çok saygım vardır, çünkü senin öğretmenin Zeus'un kızı Musa'dır, veya belki de Apollon'dur. Akhaiların alınyazısı destanını büyük bir sanatla okuyorsun: Akhailar neler yapmışlar, başlarına neler gelmiş, ne cefalar çekmişler! Sanki kendin görmüşsün veya başkasından işitmişsin! Haydi şimdi bir de Epeilos'un Athena ile birlikte yaptığı tahta at destanını oku: onu hile ile tanrısal Odysseus iç kaleye nasıl sokmuş, İlion'u alıp talan eden erleri içine doldurduktan sonra? Bunları bana gereğince hikâye edebilirsen, ben de o zaman herkese diyeceğim ki, okuduklarını sana ilham eden koruyucu bir tanrın vardır. Böyle dedi, ve ozan tanrının ilhamı ile destanı örmeğe başladı: Argos erlerinin güzel güverteli gemilerine binip sefere çıktıkları ve çadırlarını ateşe verdikleri noktadan girişti; az sonra başkanlar, şanlı Odysseus'un etrafında, Troia'nın içinde, atın karnında saklanmış olarak bulunuyorlardı; atı Troialıların kendileri sürükleyip iç kaleye götürmüşlerdi. At, meydanda, dikilmiş duruyordu; Troialılar ise etrafında oturup geveze geveze konuşuyorlardı; üç fikirden biri üzerine bir türlü karar veremiyorlardı: bir kısmı, tunçtan bir balta ile merhametsizce karnını deşmek; bir kısmı, kayanın kenarına sürükleyip oradan aşağı yuvarlamak; başkaları ise tanrının hoşuna gidecek büyük bir adak olarak onu saklamak istiyorlardı; sonunda münakaşaları bu kararla nihayet bulacaktı, çünkü kaderlerinde helak olmak vardı: şehirlerinin surları o ulu tahta atı içlerine alıp sardıkları andan, artık, karnındaki Argos ulularının Troialılara ölümü, kara eceli getirmesi şüphesizdi. Ozan Akhai oğullarının şehri nasıl alıp yağma ettiklerini okuyordu; atın içinden, o kocaman karınlı tuzaktan fırladıkları gibi her biri 176/431 yüksek şehrin bir bucağını talan etmişti; bu ara, Ares'e benziyen Odysseus, tanrı eşi Menelaos'la birlikte Deiphobos'un evini kuşatmışlar, orada bahadırlıkla en korkunç bir savaşa girişmişler, ve sonunda ulu gönüllü Athena'nın yardımı ile yenmişlerdi. Bunları şanlı ozan okurken sanki Odysseus'un yüreği eriyor: göz kapaklarından sızan yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. Bir kadın, surların altında, şehrinden ve çocuklarından felâketi uzaklaştırmaksızın, budun uğrunda düşen kocasını kucaklarken nasıl ağlarsa; onun kıvranıp can çekiştiğini görünce üstüne kapanıp nasıl figan ederse; arkadan nıızraklarıyla sırtını ve omuzlarını delik deşik eden düşmanların eline köle düşüp başına gelen musibetten, yas acılarından yüzü nasıl harap olursa... onun gibi. Odysseus'un zavallı gözlerinden acı yaşlar akıyordu. Yaş döktüğünü herkesten gizleyebilmişti, yalnız Alkinoos farkına varmış ve nihayet görmüştü: yan yana oturdukları için hıçkıra hıçkıra ağladığını işitmişti; bunun üzerine usta kürekçi Phaiaklara seslenerek dedi ki: — Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! Demodokos ahenkli kopuzunu sustursun! Çünkü anlaşılan okudukları herkes için neşe verici şeyler değil; yemeğe başlayıp da ünlü ozan okumağa giriştiğinden beri konuğumuz acı acı inlemeyi kesmemiştir: canı büyük bir kaygı içinde kalmış olmalı! bunun için ozan destanını kessin ki, davet eden bizler de, konuğumuz da, hepimiz neşeli olalım; böyle yaparsak daha iyi olur. Bizim şurada toplanmamız da şanlı konuğumuzu ağırlamak içindir. Şimdi, sevdiğimiz konuğun sefere çıkması için her şey, ve sunduğumuz bütün armağanlar hazır; gelip sığınan konukla onu konuklayan kardeştir! Bunu gönlünde pek az duygusu olan bile kabul eder! Bunun için, sen de şimdi, konuğumuz, hilekâr bir maksatla hiç bir şey gizlememelisin; her ne sorarsam açıkça cevap vermen doğru 177/431 olur. Şimdi, bize ismini söyle: sana orada, ananın babanın, şehir halkının ve komşu yerlerde oturanların verdikleri ismi; çünkü insanlardan hiç bir kimse adsız olamaz; ister şansız bir aileden olsun, ister şanlı, herkese doğduğu gün bir ad verirler; adı çocuğa onu dünyaya getiren anası babası verir. Bize yerini yurdunu, ilini ülkeni, köyünü bildir ki, bizim akıllı olan gemilerimiz seni ulaştırmak için ne tarafa yöneleceklerini bilsinler, çünkü bizim gemiler kılavuzsuz sefer ederler, hattâ bütün gemilerde bulunan dümen bile onlarda yoktur; insanların ne arzu ettikleri ve ne düşündükleri onlara malûm olur, onlar bütün dünyanın şehirlerini ve feyizli topraklarını tanırlar; açık denizlerde sefer ederler ve bir kazaya uğramaktan, veya her yandan onları saran sisler ve bulutlar içinde yollarını kaybetmekten korkmazlar. Ancak, vaktiyle, babam Nausithoos'tan şöyle bir haber işitmiştim: Poseidon bize kızıyormuş, çünkü bütün garipleri kazasız geçirmekle gururlanıyormuşuz; bunun için bir gün Phaiakların bir güçlü gemisi bir selametleme seferinden dönerken, sisli denizde kazaya uğrayıp mahvolacakmış, ve yüksek bir dağ dikilip şehrimizin üstüne sarkacakmış! İhtiyarların bu sözleri bir gün gerçekleşecek mi? neticesiz mi kalacak? Herhalde tanrının dilediği gibi olacak. Şimdi açık açık, birer birer cevap vererek dolaştığın yerleri, gördüğün memleketleri söyle; illerin törelerini, şehirlerin güzelliğini anlat; bunlar vahşi, adaletsiz haydutlar mı, yoksa insanları iyi karşılayan, tanrıları sayan budunlar mı idi? Söyle bana, bir de döktüğün göz yaşlarının sebebi neydi? Danaos erlerinin ve İlion halkının başından geçenleri işittiğin zaman niçin gönlün öyle derinden kaygılanmıştı? Bu tanrıların işidir: bunca insanların ölümünü eğirmişlerse{10} geleceklere destanları okunsun diyedir. İlion önünde ünlü hısımlarından birini mi kaybettin? Şanlı güveyin veya kaynatan mı idi? öz kanından olanlardan sonra, en çok sevdiğin kimselerden biri mi; sadık, vefalı, necip bir arkadaş mıydı? Çünkü uslu akıllı bir arkadaş kardeşten aşağı değildir. 178/431 179/431 ŞAN: IX KİKONLAR KATINDA Ona karşı çok görgülü Odysseus şöyle dedi: — Alkinoos Han, bütün halkın yüz suyu! insana dinlemek hoş geliyor böyle bir ozanı ki, sesiyle tanrılara benzer. Benim için en gönül açacak şey, inan bana, bütün bir budunun barış içinde yaşamasıdır: konaklarda, sıra sıra davetliler oturup ozanı dinliyor; sofralarda ekmek et bol, saki sebu ile sağraklar arasında gidip gelerek şarap dolduruyor. İşte benim gönlüme en yakın gelen budur!... Ama göz yaşlarım sana dokunmuş, kaygılarımı öğrenmek istiyorsun; demek, iki kat kaygılanıp figan etmemi arzu ediyorsun: hangilerinden başlıyayım, hangilerini sonraya bırakayım ve hangileriyle bitireyim ki, göklerde oturan tanrılar bana sayısız kaygılar vermişlerdir. Önce ismimi söyliyeyim, siz de beni tanıyasınız; ve zalim ecelden kurtulursam, daima size konuk geleyim, yurdum ne kadar uzakta olursa olsun! Laertes oğlu Odysseus benim! evet, hilelerinin destanı bütün dünyada okunan, ünü göklere yükseltilen adam benim! Yurdum İthaka'dır: bu, uzaktan iyi görünen bir adadır, üstünde titrek yapraklı ormanları ile şanlı Neritos dağı yükselmektedir; her yanında, birbirine yakın, hepsi de şen, bir kaç ada daha vardır: Dulihios, Same ve ormanlarla örtülü Zakynthos. Açık denizin derinliğinde, batı kuzeyinde, karaya en yakın olarak bizim İthaka görünür, öbür adalar doğuda ve güneyde kalır. Kayalık bir ada, lâkin beslediği uşaklar yaman! Benim gözümde, görünüşü ondan daha güzel yer yoktur. Evet, tanrıçaların en tanrısalı Kalypso, oyulmuş mağaraları içinde beni kapatıp kocası olmam için tutuşuyordu; onun gibi, düzenbaz Kirke de, Aiaie konağında, beni koca olarak tutmak arzusundaydı, ama hiç bir zaman göğsümün içinde gönlüm razı olmamıştı: insan için atalar yurdundan ve hısımlarından daha tatlı ne olabilir? Yadelde, en zengin bir evde bile yaşamak neye yarar, yakınlardan uzak olduktan sonra?. Ama şimdi sana çok mihneti! dönüşümü, Troia'dan gelirken Zeus'un bana çektirdiği cefaları anlatayım. İlion'dan götüren rüzgâr beni İsmaros'ta Kikonların katına attı. Orada ben şehri talan ettim ve erlerini öldürdüm; ve surların altında, elimize geçen kadınları ve zengin malları öyle paylaştırdım ki, ayrılırken kimsenin bana bir diyeceği olmamıştı. O zaman bizimkileri en çevik ayakla kaçmağa davet ettim, lâkin akılsızlar razı olmadılar. O deniz kenarında eğlenip içtikleri şaraplar, kestikleri koyunlar, paytak yürüyüşlü sığırlar! Bu ara Kikonlardan kaçabilenler, haykırarak komşuları olan öbür Kikonları imdada çağırdılar. Memleketin iç tarafındaki Kikonar daha çok ve daha cesur adamlardı; atlı erlerini yolladılar; bunlar gerek eyer üstünde, gerek yayan, iyi savaşabiliyorlardı. Çok geçmeden, baharda ağaçların üstündeki pıtrak yaprak ve çiçeklerden daha çok olarak yetiştiler: Zeus'un gazabına uğramıştık! biz talihsizler ne belâlar altında kaldık! Bütün şafak boyunca ve kutsal gün ışığının arttığı müddetçe savaşa dayanadurduk, onlar daha çok olmakla beraber! fakat güneş dönüp öküz salıverimine{11} gelince Kikonlar galip gelip Akhaiları bozdular. Güzel knemisli yarenlerden gemi başına altı kişi helak oldu; kalanlar ölümden, ecelden kaçıp kurtulduk. Oradan gamlı yürekle eski seferimize devam ettik: ölümden kurtulmuştuk, ama sevgili arkadaşları kaybetmiştik! çifte küpeşteli gemiler palamarı çözmediler: Kikonların vuruşları altında, o ovada, can veren talihsiz yarenlerin adını üçer defa bağırıp anmadan. Gemiler açılınca bulut devşiren Zeus Boreas yelini üstümüze saldırdı, azgın bir kasırga koparttı, karayı ve denizi bulutlarla kapladı; 181/431 gökten ise gece bastı. Gemiler alabanda etmiş, kaçıyorlardı; yelkenlerini azgın rüzgâr, üçer dörder parça olmak üzere, yırttı; onları toplayıp bağlamak lâzım geldi: mahvolmak tehlikesi vardı! gemileri de güç ile, küreklere dayanarak karaya yanaştırabildik. Orada, iki gün iki gece yorgunluktan bitkin, gam yiyerek, serilip yattık. Fakat güzel belikli Şafak üçüncü günü müjdelerken gene direkleri diktik, beyaz yelkenleri takıp oturduk; gemileri ancak rüzgârla dümeni tutan kılavuzlar idare ediyorlardı. Artık, sağ esen, atalar yurduna dönüyordum! Fakat Maleias burnunu dolanırken akıntı, dalga ve Boreas yeli beni boğazdan ve Kythera'dan öteye sürükledi. O zaman, kazalı rüzgârlar beni dokuz gün balıklı deniz üzerinde çalkaladılar; onuncu gün Lotosyiyenlerin kıyılarına atıldık: bu halkın yediği çiçekten yetişen bir gıdadır. Burada karaya çıkıp su çektik, ve arkadaşlar, çabucak, tez yürüyüşlü gemilerin yanında övünlerini yiyebildiler. Yiyip içip karnımızı doyurduktan sonra, bir keşif yapmak üzere yarenler yolladım, bu iş için iki kişi seçmiş, onlara bir de çavuş katmıştım. Bunlar çabucak lotos yiyen erlerle buluştular; bu halk arkadaşların mahvını akıllarına getirmek şöyle dursun, onlara lotos sunup yedirdiler. Tatlı bir yemiş olan lotostan yiyince bizimkiler, artık dönmeyi ve salık ulaştırmayı hatırlarından çıkardılar! Onları, gözlerinden yaş döktüklerine bakmıyarak, zorla gemilere getirdim, kocaman karınlı gemilerin kürekçi iskemlelerini altına çekip zincirle bağladım. Sonra sadık kalan yarenleri, acele gemilere bindirdim: İçlerinden biri lotos yer de dönüşü unutur diye korkuyordum. Uşaklar hemen gemilere girip sıralı kürekçi iskemlelerine oturdular, kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar. Oradan, gene kederli yürekle, eski seferimize devam ettik; azgın, töresiz Kyklopların memleketine geldik; bunlar ölümsüz tanrılara 182/431 güvenerek elleriyle ne fidan dikerler ne de çift sürerler. Bunların ne işleri danışmak için dernekleri ne de yerleşmiş töreleri vardır. Yüksek dağların tepelerinde, oyulmuş mağaralarda otururlar ve her biri kendi töresince çocukları ve karıları üzerine hüküm sürer; başkaları umurunda değildir. Limanın önünde bir küçük ada uzanır: Tekerlek gözlülerin kıyısından ne çok uzak ne de ona pek yakın burası ormanlık bir adadır, üzerinde sayısız yaban keçileri üreyip durur. İnsan ayağı asla onları rahatsız etmez, hiç bir zaman avcılar peşlerine düşmez, o avcılar ki dağların tepelerinde ormanları dolaşıp zahmet çekmekten çekinmezler; üstünde çift sürülmeyen, ekin ekilmeyen bu ada ıssızdır, ancak meliyen keçileri beslemeğe yaramaktadır. Tekerlek gözlülerde aşı boyalı gemi yok; onlarda usta yapıcı erler yok ki güzel güverteli gemiler yaratsınlar ve onlarla denizleri aşarak başka illere ve şehirlere gitsinler, insanların birbirleriyle değiş tokuş ettikleri malları arasında, eğer olaydı ne bayındır bir adaları olurdu! çünkü toprağı hiç fena değil: üstünde her mevsimin yemişleri yetişir, köpüklü dalgaların yıkadığı kıyılarında öyle sulak yumuşak çayırlar vardır ki, buralarda hiç bozulmaz bağlar yetiştirilebilirdi. Hele toprağın sürülmesi öyle kolay ki! her yaz ne güzel hasatlar elde edilirdi! çünkü toprak altı da çok yağlıdır. Limanında gemiler için öyle sığınacak yerler var ki palamara bile hacet yok; bir kere gemileri yanaştırdınız mı, orada canınız ne kadar isterse, uygun rüzgâr çıkıncaya kadar, kalabilirsiniz. Limanın dip bucağında, bir mağara altındaki bulaktan berrak su akar; çepeçevre kavaklar gövermede. İşte buraya ulaştık: bir tanrı kılavuzluğumuzu ediyordu! Gemileri her yandan kalın bir sis sarmıştı, gökte ay hiç ışıldamıyordu bulutlarla örtülmüştü; bu yüzden hiç birimiz adayı gözleriyle 183/431 görmemişti, ve kıyılarına doğru yuvarlanan büyük dalgaların farkına varmamıştı, güzel güverteli gemileri yanaştırmadan; gemileri yanaştırdıktan sonra yelkenleri topladık, kendimiz de karaya çıkıp deniz kenarına uzandık, tanrısal Şafağa kadar orada kaldık. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez adaya hayran kalıp içinde dolaşmağa gittik. Nympheler, fırtına koparan Zeus'un kızları, dağ keçilerini kaldırdılar: bizim tayfalar onlardan övünlerini edinsinler diye. Hemen bükülgen yayları ve uzun demrenli kargıları gemilerden çıkardık; üçe ayrılarak yayıldık; ve tanrılar bize bereketli av verdiler: benimle beraber gelen gemiler on ikiydi, her birine dokuz keçi düştü, benimkine ise on tane ayırdılar. Bütün bir gün, güneş batıncaya kadar, kendimize ziyafet çektik durduk: dille anlatılmaz etlerimiz tatlı şarabımız vardı! Gemilerdeki kırmızı şarap henüz harcanmamış daha epeyce kalmıştı; çünkü her gemi bütün iki kulplu destilerini doldurmuştu, Kikonların kutsal şehrini alıp talan ettiğimiz zaman. Tekerlek gözlülerin yakın olan yerlerinden yükselen dumanları görüyorduk, kendilerinin ve keçilerinin sesini işitiyorduk. Güneş batıp alaca karanlık basınca deniz kumsalında uzanıp uyuduk. KYKLOPELİ'NDE Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez herkesi derneğe çağırdım, ve söz alarak şöyle dedim: — Sadık arkadaşlarım, siz hepiniz, burada kalacaksınız; yalnız ben kendi gemimi ve gemimin tayfasını alıp şu erlerin kimler olduğunu anlamağa gideceğim; doğruluk bilmez haydutlar, vahşiler mi, yoksa yabancıları konuklar, taundan korkar erler mi? 184/431 Böyle deyip gemiye bindim, tayfalara emir verdim, kendileri de binsinler ve palamarı çözsünler. Bunlar hemen bindiler, sıra sıra kürekçi iskemlelerine geçip oturdular, kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar. Az sonra, zaten yakın olan o yere varmıştık; ucunda, denizin üstünde, yüksek bir mağara gördük, kubbesi defnelerle sarmaşmış. Burada sürülerle koyun ve keçiler dinleniyordu. Her yanı derin bir avlu ile çevrilmişti: yere gömülmüş iri taşlarla döşenmiş, çiti ise yüksek fıstık ağaçları ve gür yapraklı meşelerle sarılmıştı, işte devadam burada yalnız başına yatıp kalkardı. Sürülerini kendi güder, kimse ile görüşmezdi; bu tenha köşeye çekilmişti, düşündüğü hep töresiz işlerdi. Pek acaip bir mahlûktu bu devadam; ekmek yiyen insanlara hiç benzemezdi; daha çok, başka tepelerin arasından sivrilip yükselen ağaçlı bir tepe gibiydi. O zaman sadık yarenlere emir verdim, deniz kenarından ayrılmasınlar, gemiyi beklesinler. Ben en yiğitlerinden on iki kişi seçip onlarla yola çıktım; yanıma siyah tatlı şarap dolu, keçi derisinden bir tulum da aldım; bunu bana Euanthes oğlu Maron vermişti. İsmaros'ta Apollon tapınağında olan bu rahibi, karısı ve oğlu ile beraber, Phoibos Apollon ormanının ağaçları altındaki çatısına saygı göstererek, ölümden esirgemiştik. O da bana parlak armağanlar sunmuştu: yalnız iyi işlenmiş nevinden yedi talant altın vermişti; som gümüşten bir sağarak da hediye etmişti; bunlara bir de on iki tane iki kulplu desti dolusu tatlı şarap katmıştı: içinde bir damla su bulunmayan tanrısal bir içkiydi! evinde yerini ancak kendisi, karısı ve kâhya kadın bilirdi; öbür kul ve karavaşlardan gizli tutardı. Bunu bal gibi tatlı, kırmızı şarap olarak içmek için bir sağrak dolusuna yirmi ölçü su katmalıydı ve içinde karıldığı sebudan tatlı, hoş bir koku yayılırdı ve tatmak isteğinden insan kendini zor tutardı. 185/431 Çarçabuk mağaraya ulaştık; kendisini orada bulmadık; semiz davarlarını otlağa götürmüştü. Mağaranın içine girince her şeye hayran kaldık: peynir sepetleri dopdolu; kuzucuklar ve oğlaklar mandıralara tıka basa kapatılmış; yaşlarına göre ayrı ayrı yerlerde: körpeleri beride, büyücekleri ötede, ve en büyükleri daha ötede. Sağmaya mahsus işlenmiş kaplar, kavatalar, teknecikler sütten ayrandan taşıyordu. Burada yarenlerimin ağzından ancak rica sözleri çıktı, benden yalvarıyorlardı; peynirleri alalım, mandıraları boşaltıp kuzuları, oğlakları kaçıralım, koşarak tez yürüyüşlü gemiye, tuzlu suya dönelim. Ben, yazık ki razı olmadım: bu daha kazançlı olurdu! Ancak onu görmek ve konuk olarak bize edeceği hediyeleri anlamak istiyordum! Meğer, az sonra, görünmesi yarenlerim için hiç de hoş bir şey olmayacakmış. Orada kalıp ateş yaktık, tanrılara tütsü kıldık, kendimiz de, peynir alıp yedik, oturup onu bekliyekaldık. Otlaktan döndü, ve yemeğini hazırlamak için kocaman bir kucak kuru odun taşıyordu; onları mağaranın ağzına öyle bir gürültü ile attı ki, biz ürkerek en dibe çekildik. O ara bütün sağılacak semiz dişileri bu geniş mağaraya aldı; erkekleri, koçları tekeleri ise dışarda, avluda bıraktı. Sonra kocaman bir kayayı kaldırıp dikerek mağaranın ağzını kapadı: dört tekerlekli, sağlam yapılmış yük arabalarından yirmi iki tanesiyle bu kaya yerinden kımıldatılamazdı! Bu aşılmaz kaya ile kapısını örttükten sonra, oturup koyunları ve durmayıp meliyen keçileri, sıra ile sağmaya koyuldu; sonra her yavruyu anasının yanına salıverdi; beyaz sütün yarısını pıhtılaştırdı, süzülmek üzere örülü sepetlere kotardı, öbür yarısını da yemekte ve istedikçe kendi içmek için kaplara doldurdu. Çalışıp acele bu işleri bitirdikten sonra ateş yaktı ve bizi fark ederek şöyle sordu: — Yabancılar, kimlersiniz? Deniz yolu ile nereden geliyorsunuz? Bir ticaret işi için mi? Yoksa maksatsız korsan olarak, denizlerde 186/431 dolaşıp ve hayatınızı tehlikeye atıp yabancı memleketleri talan etmek için mi? Böyle dedi ve bu devadamın cüssesinden ve korkunç sesinden ödümüz koptu. Ona karşı ben söz alarak dedim ki: — Biz Troia'dan dönen Akhailardanız; bütün rüzgârlar bizi yolumuzdan ayırıp engin denizin dalgaları üzerinde dolaştırıyor; evimize ulaşmak isterken bilinmedik yollardan buraya düştük. Buna herhalde Zeus hükmetmiş olacak... Budun olarak, Atreus oğlu Agamemnon'un erlerinden olmakla övünürüz; gök altında onunkinden daha yüksek kimsenin adı sanı duyulmamıştır; alıp talan ettiği şehir o kadar büyük, tepelediği budunlar o kadar çoktu, işte biz şimdi senin katındayız, senin dizlerine kapanıyoruz; umarız ki, bizi konuklarsın, ve konuklar arasında verilmesi âdet olan armağanlardan da ihsan edersin. Tanrılardan kork, ey en ulu güçlü! Sana sığınmış yalvarıcılarız: Zeus sığınanların ve yabancıların ahını yerde komaz! O konuklayıcıdır ki, suçsuz konuklara yoldaşlık eder. Böyle dedim, o ise hemen, zalim yüreğinden, cevap verdi: — Akılsızmışsın sen, yabancı, veya pek uzaktan gelmiş olmalısın, ki bana tanrılara saygı göstermemi veya onlardan sakınmamı öğütlüyorsun. Tekerlek gözlüler Kykloplar ne fırtına koparan Zeus'a önem verirler, ne de öbür mutlu tanrılara: çünkü biz çok daha güçlüyüz. Ben, kendi canım istemedikten sonra, Zeus'un kininden sakınayım diye seni ve arkadaşlarını esirgiyecek değilim... Fakat, buraya gelirken, sağlam yapılı gemini nerede bıraktın? uçta bucakta mı, yakında mı? Söyle bana şunu bileyim. Ağzımdan lâf almak istiyordu; dikkatimden kaçmadı; benim de bildiklerim çoktu; kurnazlıkla cevap verdim: 187/431 — Gemimi yeri sarsan Poseidon parçaladı: adanızın ucundaki burnun kayalarına çarparak; rüzgâr engin denizden bizi o tarafa sürmüştü; yalnız ben ve bu gördüklerin helâktan başımızı kurtardık. Böyle dedim, o katı yürekli ise hiç cevap vermeden arkadaşlarım üzerine saldırdı, uzattığı elleriyle ikisini birden yakaladı ve köpek yavruları tartaklar gibi yere çarpıp ezdi: beyinleri fışkırmış, toprağı ıslatıyordu; sonra üyelerini birer birer kopararak onlardan övününü hazırladı; dağların beslediği bir arslan gibi hepsini yedi sömürdü: barsaklardan, etlerden, ilik dolu kemiklerden hiç bir şey bırakmadı. Biz ise ellerimizi Zeus'tan tarafa kaldırarak ağlıyorduk: o korkunç manzara karşısında, yüreğimiz çaresizlik içinde kalmıştı. Böylece Kyklop kocaman karnını insan elleriyle doldurduktan ve su katılmamış süt içtikten sonra, mağaranın ortasında davarların yanına uzanıp yattı. O zaman ulu güçlü yüreğime danıştım: kalçamdan aşağı sarkan sivri kılıcı çekip üstüne atılayım mı; göğsüne, can evinin karaciğerle birleştiği yere saplıyayım mı? Kılıcı da hazır elimde tutuyordum. Fakat başka bir düşünce beni alıkoydu: o hal de de bizim helak olmamız şüphesizdi, çünkü yüksek kapıyı kapamak için dikmiş olduğu kocaman kayayı kollarımızla biz hiç bir zaman kımıldatamıyacaktık. İniltiler içinde tanrısal Şafağı bekledik; sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez, Kyklop ateş yaktı, sonra seçkin davarlarını, sıra ile, sağmağa koyuldu, ve her birinin yavrusunu yanına salıverdi; bu işleri çalışıp acele bitirdikten sonra, arkadaşlardan ikisini daha kaparak kahvaltısını hazırladı; ve yedikten sonra semiz davarları mağaradan dışarıya çıkardı. Kapının kocaman kayasını kolay cacık kaldırmış, tekrar, çabucak, kolaylıkla yerine koymuştu, sanki okluğa kapağını takıyormuş gibi. Sonra, hızlı hızlı, ıslık çalarak semiz davarlarını dağa sürdü. 188/431 Orada kalmıştım; ve intikam almak için derinden düşünüyordum; içimde doğan düşüncelerden bana en münasip görüneni şuydu: Kyklop'un, mandıralardan birine dayanmış kocaman bir sopası vardı: bu, yaş koparılmış bir zeytin dalıydı, kuruduktan sonra elde taşınmak için. İlk görünce engin denizlerde sefer edebilen bir kara geminin, yirmi kürekli bir yük gemisinin direğine benzetmiştik: gözle bakınca o uzunlukta, o kalınlıkta görünüyordu. Kalkıp yanına yaklaştım, ondan bir kulaç kadar kesip ayırdım; budak yerlerini yontmak üzre yarenlerin yanına koydum; onlar düzelttiler, parlattılar; ben de yaklaşıp ucunu sivrilttim. Sonra alıp alevli ateşte ısıtarak katılaştırdım ve kalın bir tabaka halinde bütün mağarayı örtmekte olan gübrenin içine sokup iyice sakladım. Sonra yarenleri kur'a çekmeğe davet ettim; benimle beraber kimler kazığı kaldırıp o, tatlı tatlı uyurken, gözüne sokmak tehlikesini gözlerine alacaktı? Tam seçilmelerini istediğim dördüne kur'a düştü bunlara ben de beşinci olarak katılıyordum. Akşama doğru, güzel yapağılı davarlarını otlatıp döndü. Ancak, o akşam, büyük mağaranın içine semiz davarların hepsini aldı; dışarda, derin avluda hiç bir baş bırakmadı; ya bir şüpheye düştüğünden veya bir tanrı böyle ilham ettiğinden. Ondan sonra kocaman kayayı yukarı kaldırıp mağarayı kapadı; oturup koyunları ve durmayıp meliyen keçileri, hepsini sıra ile, sağdı, ve her birinin altına yavrusunu salıverdi. Bu işleri çabucak becerdikten sonra, gene arkadaşlardan ikisini daha kaparak yemeğini hazırladı. O zaman ben yanına yaklaşarak, ve Kyklop'a iki elimle tuttuğum gerdel dolusu siyah şarabı uzatarak şöyle dedim: 189/431 — Şimdi, Kyklop, yediğin insan etinin üstüne şu şaraptan iç de gemide nasıl içkimiz vardı, bir gör! sana bundan gene getirir sunardım, eğer merhamet edip memlekete yollasaydın. Fakat senin azgınlığın her haddi aştı a zalim! Nasıl istersin ki, bundan sonra, insanlar gene senin yanına gelsinler? İnsan töresince hareket etmiyorsun ki! Böyle dedim, o ise gerdeli alıp yuvarladı; tatlı içkiden aşırı hoşlanmıştı, benden bir daha rica etti: — Lütfet, bir daha ver, ve bana hemen adını söyle ki, seni de bir konukluk hediyesi ile sevindireyim. Bereketli toprak Kykloplara da özlü üzümden şarap yetiştirir, ve salkımlarımızın tanelerini Zeus'un yağmuru irileştirir ama bu halis süzülmüş nektar, ambrosia'dır. Böyle dedi, ben de hemen ona o ateş gibi şaraptan sundum: üç defa getirip verdim: üç defa o da deli gibi sordu! Şarap Kyklop'u yüreğine kadar tutunca, ben de en tatlı sözlerle ona şöyle dedim: — Kyklop, benden en anılmış adımı soruyorsun. Sana söyliyeceğim, sen de vadettiğin konukluk armağanını vermelisin. Adım Kimse'dir. Anam, babam ve bütün arkadaşlarım beni Kimse diye çağırırlar. Ben böyle dedim, ve o zalim yürekli şöyle cevap verdi: — Kimseyi en son, bütün arkadaşlarından sonra yiyeceğim, ötekileri ondan önce; bu da sana vereceğim konukluk hediyesi olacak! Bunun üzerine yuvarlanıp, sırtüstü düştü. Kocaman boynu bükülmüş olarak yatıyordu, her şeyi yenen uyku, onu da aldı; boğazından ise şarap, insan eti parçaları fışkırıyordu: Sarhoş sarhoş kusuyordu. Hemen kazığı alıp ısıtmak için köz yığını içine soktum, 190/431 arkadaşlara cesaret verecek sözler söyledim; içlerinden biri korkup geri çekilmesin diye. Zeytin kazığı az sonra sıcaklıktan parlıyacak bir hale gelmişti, henüz yeşil iken aşırı ısınıp tutuşmak üzere idi; o zaman ateşten çektim, koşarak getirdim; arkadaşlar ayakta her yanımı sarmışlardı: Bir tanrı yeni bir cesaretle onları canlandırıyordu. Kazığı kaldırıp ucunu gözünün köşesine batırdılar. Ben de yukardan bastırarak çevirdim, tıpkı bir gemi merteğini matkapla deldikleri gibi: Nasıl kalfaları iki yandan kayışla dik tutarken usta yukardan basıp çeviredurur! İşte ben de onun gözünün içinde kazığın kızgın ucunu böyle döndüreduruyordum, ve kan, sıcak sıcak fışkırarak göz kapaklarını ve kaşlarını yakıyordu; gözün kökleri ise tutuşmuştu... Bir bakırcı ustası büyük bir baltayı veya çekici soğuk suyun içine batırdığı zaman nasıl madenden hızlı ıslık sesleri çıkarsa tıpkı onun gibi, onun gözünün içindeki zeytin kazığından ıslık sesleri çıkıyordu... Bir canavar gibi bağırdı, kaya yankılandı; ve biz korkup uzaklaştık. Gözünden kanlar içindeki kazığı çekip çıkardı; çılgın bir halde elinden fırlattı. Yüksek komşuları öbür Kyklopları çağırmağa başladı; bunlar civarda rüzgârların dövdüğü tepelerdeki mağaralarda otururlardı. Sesini işitenler her yandan üşüştüler; mağaranın etrafında, ayakta durup başına geleni anlamak istiyorlardı: — Polyphemos, böyle acı acı niye bağırıyorsun? Böyle tanrının gece yarısında bizi niye uyandırıyorsun? Ölümsüzlerden biri gelip sürünü kaçırmak mı istiyor? Seni mi öldürüyorlar? Hile ile mi, güç ile mi? Polyphemos, mağaranın dibinden, bunlara en kalın sesiyle bağırıyordu: 191/431 — Ey dostlar, beni zorla veya hile ile kim mi öldürüyor? Kimse! Onlar da cevap vererek kanatlı sözler söylediler: — Kimse zorla sana bir şey yapamaz, zahir... çünkü yalnızsın. Ulu Zeus'tan gelen dertlere ise derman yoktur. Babamız Poseidon Hana yalvar! Böyle deyip çekildiler, ve ben yürekten güldüm: Takındığım ad, düşündüğüm eşsiz hile onları gaflete düşürmüştü. Fakat Kyklop, acılar içinde inlerken elleriyle de yoklıya yoklıya, gidip kapıdan kayayı kaldırdı; sonra mağara ağzının orta yerine, iki elini uzatarak oturdu: Bizden koyun dalgası arasında kaçmağa kalkışan olursa yakalamak için; çünkü aklı sıra benim böyle bir ahmak olacağımı sanıyordu. Bu ara ben, arkadaşları ve kendimi ölümden kurtarmanın en iyi çaresini bulmak için düşünüyordum; bütün hileleri aklımda hesaplıyordum: Can kaygısı bu; tehlike çok büyük ve çok yakındı. Aklımın içinde bana en uygun görünen düşünce şu oldu: Koyunların erkekleri iyi besili ve gür yapağılıydı; bunları sessizce, iyi bükülmüş sazlarla bağladım: Zalim Kyklop canavarının üzerlerinde yattığı sazlar işime yaradı. Koçları üçer üçer bağlıyordum, ortadaki adamlarımdan birini taşıyordu, öbür ikisi de iki yandan giderek onu saklıyordu; ve böylece her adamın ağırlığını koçların üçü yükleniyordu. Bana gelince: Bütün davarların en iyisi olan bir koç vardı, bunu yandan kucaklayıp kaba yünlü karnının altına asıldım, durdum: ellerim o muhteşem yapağıya yapışmış, sabırlı yürekle tutunuyordum. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez davarların erkekleri otlağa fırladı; sağılmıyan dişiler ise mandıralar etrafında meleyip duruyorlardı, çünkü şişmiş memeleri ağrımaklı olmuştu. Müthiş acılar içinde kıvranan Kyklop, önünden geçen bütün koçların sırtlarını yokluyordu; ve ahmak, hayvanların kaba yünlü karınlarına asılmış olanların farkına varmıyordu. Davarların son 192/431 erkeği de dışarı çıkmak üzere ilerledi: yapağısı çetin düşüncelere dalmış olan benim yükümden ağırlaşmış olarak. Güçlü Polyphemos onu da yoklarken şöyle diyordu: — Baba koç, niçin böyle, mağaradan, davarların en sonuncusu çıkıyorsun? Eskiden sen başkalarından hiç geri kalmazdın; hepsinden daha önce, uzun adımlarla, taze çiçek açmış çimenlerde otlamağa koşardın! Gene en önde olarak dere başlarına varırdın! Akşamları gene hepsinden öne geçerek ağıla dönmek isterdin! Şimdi hepsinden geride kalmışsın! Yoksa sahibinin gözüne mi üzülüyorsun? Fena bir adam, alçak arkadaşlarının yardımı ile, başımı şarapla sersem ettikten sonra bu gözü kör etti! Fakat Kimse haini, inan bana, henüz helakten kurtulmuş değildir. Keşke dost duyuşunla dile geleydin de bana gücümden korkarak nerelerde saklandığını haber verebileydin!.. Beyni eşiğe çarpılıp mağaranın şurasına burasına dağılırdı; ve o zaman Kimse haininin getirdiği acılardan yüreğim hafiflerdi! Böyle deyip koçu dışarıya salıverdi. Mağaradan ve avludan biraz uzaklaşınca en önce kendimi koyverdim, sonra yarenleri çözdüm; acele, ince uzun bacaklı, etli yağlı davarlardan bir çoğunun yolunu çevirerek gemimize gelinceye kadar sürdük. Ne kadar sevindiler sevgili arkadaşlar, ölümden yakayı kurtaran bizleri görünce! Öbürleri için ise inlediler, figan ettiler! Lâkin ben kaşlarımı çatarak ağlamanın sırası olmadığını anlattım, ve hemen gemiye güzel yapağılı davarlardan birçok bindirip, vakit geçirmeden, tuzlu su üzerinde açılmayı emrettim. Onlar da hemen gemiye atıldılar ve sıralı kürekçi iskemlelerine oturarak kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar. Haykıran bir adamın ses erimi kadar uzaklaşınca, ben Kyklop'a aşağılayıcı sözlerle şöyle dedim: 193/431 — Kyklop, yaman gücüne güvenerek oyulmuş mağarana çekilip korkak bir adamın arkadaşlarını rahat rahat yemek kısmet değilmiş sana! Zalim kötü işlerinin cezasını çekmekten kurtuluş olamazdı! 194/431 Evine sığınan yabancıları yediğin için Zeus ve öbür tanrılar cezanı böyle verdiler işte. Böyle dedim, ve hemen, yüreğindeki öfkesi artarak, koca bir kayanın tepesini kopardı, lâcivert pruvalı gemimize doğru fırlattı. Kayanın düşüşü ile deniz sarsıldı; bu kabarıştan meydana gelen dalga bizi ıslattı ve çekilirken gemiyi de beraber götürüp karaya çarpayazdı. Bu ara ben, iki elimle en uzun saplı zıpkını alarak hisa ettim ve arkadaşlara yüreklendirici emirler verdim. Başımla ben hamle işaretini veriyordum, onlar da öne yatarak kürek çekiyorlardı. Fakat deniz üzerinde iki misli mesafe alınca Kyklop'a haykırdım; yarenler ise her yandan seslenerek, en yalvarıcı sözlerle beni tutmağa çalışıyorlardı. — A bahtı kara, niçin yabanî adamı kızdırmak istiyorsun? Şimdi denize öyle bir mermi attı ki, az kaldı gemiyi karaya çarpıyordu: O anda hepimiz «şimdi helak olduk!» demiştik. Gene sesini, haykırdığını duyarsa başlarımızı da geminin kerestesini de paramparça eder, başka bir köşeli kaya fırlatarak: Buraya kadar atabilir çünkü. Böyle dediler, ama benim ulu gönlümün hırsını yatıştıramadılar; ben yanan yüreğimin öfkesiyle haykırdım: — Kyklop, eğer ölümlü insanlardan biri gelip senden biçimsiz körlüğünün sebebini sorarsa, ona de ki: Gözümü kör eden şehirler talancısı, Laertes oğlu Odysseus'tur; evden barktan yana İthaka adalıdır. Böyle dedim, o da haykırarak cevap verdi: — Eyvahlar olsun! Eskiden haber verilmiş bir kehanet meğer başıma gelmiş! Burada iyi, büyük bir kâhin vardı, Telemos Eurymides adında; kâhinlikte cümleden üstündü; Kykloplar arasında kâhinlik ederek ihtiyarlamıştı, işte o, bütün başıma gelecekleri haber vermiş, Odysseus'un elleriyle gözden mahrum kalacağımı söylemişti. Fakat daima boylu boslu, görklü yakışıklı birinin gelmesini bekliyordum: Öyle birisi ki, çok büyük bir kuvveti olsun! Şimdi ise karşıma küçük, değeri yok, bir cüce çıkıp gözümü kör ediyor: Kafamı şarapla sersem ettikten sonra? Seni yeri sarsan ulu tanrıya havale ediyorum: O seni sılana kavuştursun; ben onun oğluyum, o da benim babam olmakla övünüyor! Yalnız o, isterse, beni iyi edebilir; başkası, gerek mutlu tanrılardan gerek ölümlü insanlardan, edemez! Böyle dedi, ben de ona karşı dedim ki: — Keşke senin canını alaydım, ve hayattan mahrum ederek seni Hades'in konağına Cehenneme yollıyaydım, öyle ki, yeri sarsan bile gözünü iyi edemesin. Böyle dedim; o ise ellerini yıldızlı göğe kaldırarak Poseidon Şaha dua ediyordu: Kabul et duamı, ey yerin sahibi, lâcivert saçlı Poseidon! Senin oğlun isem, benim babam olmakla övündüğün doğru ise, ihsan et ki şu şehirler talancısı Odysseus yurduna ulaşmasın, ve eğer sevdiklerine kavuşmak ve yüksek tavanlı evine ve atalarının yurdu olan yere ulaş- mak ona kısmet edilmişse, geç ulaşsın, bütün yarenlerini kaybettikten sonra, yabancı bir gemi ile; evine dönünce de yeni kaygılarla karşılaşsın! Böyle dua etti ve Lâcivert saçlı onadı. Hemen ilkinden daha kocaman bir kaya kaldırıp bir çevirdi ve olanca kuvvetiyle fırlattı. Kaya lâcivert pruvalı geminin arkasına düştü, az kaldı dümen yerine değerek ucunu parçalıyordu. Adada güzel güverteli gemilerin büyük kısmını bırakmış olduğumuz yere geldiğimizde, arkadaşları keder içinde şurada burada oturmuş bizi bekler bulduk; yanaşır yanaşmaz gemiyi kumsala çektik. Kyklop'un davarlarını çıkararak üleştirdik; paylar öyle ayrılmıştı ki, kimsenin bir diyeceği olmadı. Yalnız bana, güzel knemesli yarenlerim, payıma düşen davarlardan fazla olarak bir 196/431 kuzu verdiler; bunu sahilde her şeye hükmü geçen, kara bulut devşiricisi, Kronos oğlu Zeus'a kurban keserek butlarını yaktım; o ise kurbanımı kabul etmedi; çünkü onun niyeti bir hile ile bütün güzel güverteli gemilerimi ve sadık yarenlerimi mahvetmekti. O gün, bütün gün, güneş batıncaya kadar, şölen başında oturduk: Dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı. Güneş batıp alaca karanlık basınca denizin kumsalında yatıp uyuduk. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez yarenlere, gecikmeden, gemilere binmek ve palamarları çözmek için emir verdim. Onlar da hemen gemilere bindiler, kürekçi iskemlelerine geçip sıravarî oturduktan sonra kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeye koyuldular. Gene, kaygılı gönülle, deniz üzerindeki seferimize girişiyorduk: Ölümden yakayı sıyırmıştık, lâkin sevgili arkadaşları kaybetmiştik. 197/431 ŞAN: X AIOLI VE LAISTRYGONLAR AHVALİ Aioli adasına ulaştık; orada, su içinde yüzen bu ada üzerinde, ölümsüz tanrıların sevgilisi Aiolos İppotades otururdu. Şehir her taraftan, yıkılmaz, tunçtan bir surla kuşatılmıştı; göğe yükselen yalçın kaya üzerine oturtulmuştu. Konağında, Aiolos'un, on iki çocuğu doğmuştu, altısı kız, altısı oğlan, hepsi gençlik çağma erişmiş. O kızlarını oğullarına karıları olmak üzere vermişti. Bunlar daima sevgili babaları ve sayın anneleri yanında yiyip içerlerdi ve sofralarında hesapsız yiyecek vardı. Gündüzleri yağ kokuları içinde kalan bütün ev gençlerin sesleriyle çınlardı; geceleri de herkes ismetli eşinin yanında, halılar ve oymalı sedirler üzerinde yatardı. İşte bunların şehrine ve güzel evlerine gelmiştik. Aiolos bütün bir ay beni konukladı ve her şeyi soruşturup anlamak istemişti: İlion'u, Argosluların gemilerini, Akhaiların dönüşünü; ben de ona bütün bunları gereğince, hikâye ettim. Sonra kendimin de yolculuğumu açıp selâmetlenmemi rica ettiğim zaman o da hiç reddetmedi ve dönüşümü hazırladı. Dokuz yaşında bir öküzü yüzüp ondan çıkan tulumun içine bütün yönlerden esen azgın rüzgârları kapayıp bana verdi; çünkü Kronosoğlu onu rüzgârlar üzerine kâhya yapmıştı: onları dindirmek veya harekete getirmek onun dileğine bağlıydı; tulumu kocaman karınlı gemiye getirip parlak gümüş sırım ile bağladı, içinden en küçük bir nefes bile sızmasın diye. Sonra benim için Zephyros'u estirdi, ta ki gemileri ve kendimizi ulaştırsın; ama bunun gerçekleşmesi kısmet değilmiş: Bir kere daha uşakların akılsızlığı yüzünden mahvolacakmışız! Dokuz gün, ara vermeden, geceli gündüzlü sefer ettik; onuncu gün vatan toprağı görünmeğe başladı; o kadar yaklaşmıştık ki yakılan ateşin yanında duranları seçebiliyorduk. O zaman yorgun düşmüştüm, tatlı bir uyku bastırıp içim geçti: Çünkü iskotayı daima ben tutardım, atalar yurduna tez ulaşmak için, hiç bir zaman yarenlerden kimseye vermezdim Meğer bu ara yarenler aralarında oturup konuşuyorlar ve benim ulu,, gönüllü Aiolos İppotades'ten aldığım hediyeleri, altını gümüşü, saklı saklı eve götürdüğümü söyleşiyorlarmış: Birbirlerine göz ederek şöyle diyorlardı: — Hayret! Şu adam her yerde sevilir ve sayılır, hangi şehre giderse gitsin! Daha Troia'dan... talan payı olarak çok değerli mallar götürüyordu, biz ise, aynı seferi yapmış iken eve ellerimiz boş dönüyorduk... Şimdi de işte, dostluğunu kazandığı Aiolos ona kimbilir ne hediyeler veriyor! Haydin, çarçabuk, bunlar nedir bakalım. Böyle diyorlardı ve bu uğursuz düşünce üstün geldi: Tulumu çözdüler ve bir anda bütün rüzgârlar onun içinden fırlayıverdi! Apansız bizi kapıp engin denize sürükledi! Vatan toprağından uzaklaştığımızı görünce feryada koyuldular!.. Bu ara ben de uyanarak suçsuz yüreğimin içinden düşündüm: Gemiden kendimi denize atıp helak olayım mı, yoksa dişlerimi sıkıp sabredeyim ve yaşıyanlarla beraber kalayım mı? Sabredip kalmada karar kıldım ve örtünerek geminin içine uzandım; gemileri zalim rüzgârların kasırgası sürükleyip gene Aioli adasına götürmüştü; yarenler bağrışıyorlardı. Oraya gelince karaya çıktık, su çektik; ve çabucak yarenler kocaman karınlı gemilerin yanında övünlerini aldılar. Yiyip içip doyduktan sonra, ben, yanıma bir çavuş ve yarenlerden birini daha alarak, Aiolos'un şanlı konağına gittim; onu eşiyle ve çocuklarıyla yiyip içmekte iken buldum. Odalarına gelince, eşikte kalıp iki kapı söğesi arasında oturduk. Yürekten hayret içinde kaldılar, benden sorup anlamak istiyorlardı: 199/431 — Nasıl, geri mi döndün, Odysseus! Hangi kötü ifrit peşini bırakmıyor. Seni bütün isteğimizle uğurlamıştık, ta ki vatanına, evine ve sevdiğin her yere kavuşasın. Böyle dediler, ben ise gamlı gönülle cevap verdim: — Başıma felâketi getirenler benim kötü arkadaşlarım, ve onlardan önce uğursuz uykudur. Fakat siz bana yardım edin, buna gücünüz yeter. Böyle dedim, yumuşak sözler sarfederek; onlar ise dilsiz kesildiler; sonunda babaları cevap olarak dedi ki: — Çık git, tezden, bu adadan, ey yaşıyanların en lânetlenesi! Çünkü artık ağırlamak ve selametlemek bana verilmiş değildir öyle birini ki mutlu tanrılar ondan nefret ederler! Çık git, çünkü buraya tanrıların gazabına uğrayıp gelmişsin! Böyle diyerek beni, derinden inler gibi halde evinden kovdu. Buradan da gamlı gönülle denize açılarak sefere devam ettik. Adamlarımda artık küreklere sarılacak yürek kuvveti kalmamıştı, çünkü akılsızlığımız yüzünden sılaya bir yol görünmez olmuştu. Altı gün ara vermeden, geceli gündüzlü sefer ettik; yedinci günü Tlepyle-Laistrygonia'da yüksek Lamos şehrine geldik; burada sürüsünü ağıla getiren çoban kırlara çıkaran çobana seslenir, o da ona cevap verir. Uyanık bir adam orada iki gündelik kazanabilir: Birini sığır güderek, öbürünü ise gümüşü koyunlar otlatarak; çünkü gündüzün yolları gecenin yolları ile yan yanadır. Buradaki ünlü limana girdik, bunu iki yandan ve boydan boya sarp kayalar çevirmektedir. Ve boğazda karşılıklı iki sarp burun uzanıp limanın ağzını darlaştırmaktadır. Arkadaşlar iki küpeşteli gemileri bu oyuk koyun iç tarafına götürüp borda bordaya gelmek üzre, yan yana 200/431 bağladılar; buranın denizinde büyük hiç bir dalga, tek bir buruşuk bile yoktu; baştan başa süt limanlık. Yalnız ben, kara gemimle dışarda kaldım, boğazdaki sarp burnun kayasına palamarı bağladım: oradan sığır ve insan izleri sürülmüş tarlalar görünmüyordu; yalnız yerden yükselen bir duman gözüme ilişti. O zaman arkadaşlar gönderdim. Gidip yeryüzünün hangi ekmek yiyen insanlarından olduklarını anlamak için; iki kişi seçtim, yanlarına bir de çavuş kattım. Bunlar gemiden çıkıp düz basılmış yol üzerinden yürüdüler; arabalar yüksek dağlardan şehre bu yoldan odun taşırdı. Şehre yakın bir yerde, su almağa giden genç bir kıza rastgeldiler Bu, güçlü Laistrygon Antiphathes'in kızıydı, duru akar suyu olan Artekie Ayı çeşmesine inmişti; bütün şehir halkı buradan gelip su alırdı. Bizimkiler yaklaşıp kendisiyle konuştular: Hanın ismini ve hangi insanlar üzerine hüküm sürdüğünü sordular. Kız da hemen onlara babasının, yüksek evini gösterdi. Ünlü konağa girdiler ve orada dağ tepesi kadar iri cüsseli bir kadın buldular; görünüşünden dehşet içinde kaldılar O hemen şanlı kocası Antiphathes Hanı dernek meydanından çağırttı, bu ise bizim arkadaşların acıklı helakını düşündü: çarçabuk birini kaparak ondan övününü hazırladı. Öbür ikisi kaçıp gemilere geldiler. Bu arada ise Han şehir içinde vaveyla koparttı; işiten güçlü Laistrygonlar, her yandan, binlerce üşüştüler: insandan ziyade devlere benziyorlardı. Kayalardan insanların kaldıramayacağı iri taşlar koparıp fırlatıyorlardı; gemilerden korkunç bir vaveyla koptu: ezilen erlerden ve paramparça olan teknelerden! Laistrygonlar bizimkileri balık gibi şişleyip iğrenç şölenlerine taşıdılar. Limanın iç bucağında bir kıtal olurken, ben, kalçam boyunca uzanan sivri kılıcımı çektim, lâcivert pruvalı geminin palamarını kesiverdim; yarenlerimi de yüreklendirerek kürekleri başına davet ettim, ta ki tehlikeden sıyrılalım! Can kaygısı ile hep birden küreklere sarılarak denizi kabartıp köpürttüler. Sevinç içindeydik: gemimiz boğazdaki 201/431 sarp kayalardan sıyrılarak açık denize çıkmıştı; lâkin öbür gemiler, hepsi birden, mahvolmuştu. Buradan da gamlı gönülle denize açılarak sefere devam ettik; ölümden kurtulmuştuk ama, sevgili yarenleri kaybetmiştik. Aiaie adasına ulaştık; burada güzel belikli Kirke oturdu; bu insan sesli, korkunç tanrıça yaman niyetli Aietes'in kızkardeşidir. Her ikisi insanları aydınlatan Güneşten doğmuştu, anaları da Okeanos'un kızı Perse idi. Burada sarp kıyıdan sakınıp gemiyi, sessiz sessiz, koyun en emin yerine yanaştırdık: bir tanrı kılavuzumuzdu; o zaman, karaya çıkıp iki gece uzanıp yattık; yorgunluktan ve yüreğimizi kemiren kaygılardan bitkin bir halde. Fakat güzel belikli Şafak üçüncü günü muştularken, gemiden mızrağımı ve sivri kılıcımı alarak çarçabuk yüksek bir gözetleme yerine çıktım, insanların izlerini göreyim, seslerini işiteyim diye. Yüksek tepeye çıkınca durup baktım, gözüme yolları geniş toprağın üstüne yükselen bir duman göründü. Aklımla ve yüreğimle danıştım: şu gördüğüm kâra dumanın ne olduğunu anlamağa gitmeli miyim? Neticede, önce tez yürüyüşle gemiye ve deniz sahiline kadar inip arkadaşların yemeğini vermek, sonra keşif için adam göndermek bana en elverişli göründü. İniyordum, ve artık iki küpeşteli gemiye yakın gelmiş buluyordum ki, tanrılardan biri, yalnızlığıma acımış olacak, yolumun üstüne yüksek boynuzlu kocaman bir geyik yolladı: ormandaki otlağından su içmek için ırmağa inmişti; çünkü güneşin kızgınlığı ona dokunmuştu. Sudan ayrılıp yola doğrulurken, bel kemiğinden, sırtının tam ortasından vurdum: tunç mızrak bir yandan öbür yana delip geçmişti. İnleyerek tozların içine yuvarlandı ve canı uçup gitti. Üstüne varıp tunç mızrağı yaradan çektim, bunu yere yatırıp bıraktım. Sonra, dallar 202/431 ve sazlar koparıp bir kulaç kadar uzunluğunda güzelce bir ip bükerek koca hayvanın dört ayağını bağladım. Sonra, boynuma vurup mızrağıma dayana dayana kara geminin önüne geldim; hiç bir zaman bir omuz üzerinde ve tek el ile taşıyamazdım: çünkü gerçekten kocaman bir hayvandı bu! Yükümü geminin bir yanında yere attım, sonra yarenleri uyandırdım; birinden öbürüne giderek yumuşak, tatlı sözler söyledim: — Dostlarım, kaygılarımız pek çok ise de, henüz ecel günü gelmeden Hades'in konağına inecek değiliz. Haydin, tez yürüyüşlü gemide yiyecek içecek bulundukça yiyip içmeğe bakalım, açlıktan harap olmayalım. Böyle dedim; onlar da hemen sözlerimle bu kanaate gelerek başlarından örtüyü çektiler ve hasatsız denizin kıyısında geyiği görüp hayran kaldılar: gerçekten kocaman bir hayvandı bu! Gözleriyle doya doya baktıktan sonra ellerini yıkayıp parlak bir şölen hazırlıklarına giriştiler. Bütün bir gün, güneş batıncaya kadar, oturup yedik içtik; dille anlatılmaz etlerimiz, tatlı şarabımız vardı! Güneş batıp alaca karanlık basınca denizin kumsalı üzerinde uzanıp uyuduk.