17 Ekim 2015 Cumartesi

homeros destanı - 3

KIRKE KATINDA Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez ben herkesi derneğe çağırarak cümleye seslendim: — Dostlarım, bulunduğumuz yerden görüp anlayamıyoruz: alaca karanlık noktası neresi, tan ağarma noktası neresi? insanları aydınlatan güneş nerede yerin altına geçiyor, nereden çıkıp bize dönüyor? Şimdi çabuk danışalım: kimsenin bir diyeceği var mı? Ben yok sanırım; kendim ise, yüksek gözetleme yerine çıkıp baktım; gördüğüm bir adadır: kıransız deniz onu her yandan kuşatmada, ve kendi 203/431 alçalarak uzanmakta; orta yerinde, sık bir meşelik, büyük bir orman içinde, gözlerime bir duman göründü. Ben böyle deyince, yürecikleri parçalandı: Laistrygon Antiphathes'in işlediklerini hatırladılar, ulu gönüllü, insan yiyen Kyklop'un da zulmünü! hüngür hüngür ağladılar, gözlerinden dalga dalga yaşlar döktüler. Fakat ağlayıp sızlamaktan fayda yoktu. Ben hemen güzel knemisli yarenleri iki takıma ayırdım ve herbirine bir baş verdim; bir takımın başkanı bendim, öbürününki tanrı yüzlü Evrylokhos. Çabucak kur'aları bir tunç tulga içine attık: ulu gönüllü Evrylokhos'un kur'ası çıktı. Yirmi iki yarenle yola düşüldü: gidenler ağlıyor, geride kalanlar inliyordu Bir dere içinde Kirke'nin evine rastladılar: her yandan kuytu bir yerde, cilalanmış taşlarla yapılmıştı. Etrafta dağcıl kurtlar ve aslanlar vardı; bunlar Kirke'nin yaman afsunlu iksirler içirerek büyüledikleriydi: gelen adamlara saldırmadılar, uzun kuyruklarını sallayarak kalktılar; ziyafetten dönen efendilerinin yanına kuyruk sallayarak gelen ve ondan daima iştah bastırıcı yiyecekler bekleyen köpekler gibi, bu sert pençeli kurtlar ve aslanlar arkadaşların etrafında kuyruk sallıyorlardı; onlar ise korkunç canavarları görünce ürkmüşlerdi. Güzel belikli tanrıça Kirke'nin dış dehlizinde durdular; içerde güzel sesle türkü söylediğini ve tezgâhta tanrısal bez dokuduğunu işittiler; bu, tanrıçalara yakışır, ince, zarif, parlak dokumalardan biri olacaktı! Erler başkanı Polites, en önce söze başladı: bu benim, bütün adamlarım içinde, en ziyade değer verdiğim arkadaştı. — Dostlar, içerde biri, tezgâhta bez dokuyarak türkü söylüyor; her taraf sesiyle çınlamakta. Bu tanrıça mı, bir kadın mı? Tez seslenip anlıyalım! 204/431 Böyle deyince, öbürleri de hep birden seslenip çağırdılar. Kirke hemen dışarı çıkarak parlak kapılarını açtı ve onları içeriye davet etti; onlar da, hepsi ahmak ahmak arkasından gittiler. Yalnız Evrylokhos bunda bir tuzak sezerek dışarda kaldı. Kirke onları içeriye alıp iskemlelere, koltuklara oturttu; sonra Pramnos şarabının içinde peynir, arpa unu, sarı bal ezdi; buna bir de yaman iksir karıştırdı: akıllarından atalar yurdu hâtırasını tamamiyle sökmek için. Sonra onlara sundu, onlar da son damlasına kadar içtiler. Ondan sonra Kirke asâsiyle onlara vurdu ve hepsini domuz ağılına götürüp kapadı: başlarıyla, sesleriyle, kıllarıyla, boy boslarıyla domuzlara benzemişlerdi; yalnız akıl onlarda eskisi gibi, sağlam kalmıştı. Onları ağlar sızlar bir halde kapadı, önlerine de yesinler diye, mazı, palamut, kızılcık yemişi gibi her zaman domuzların yediği şeyler alıverdi. Evrylokhos ise hemen tez yürüyüşlü kara gemiye koşup geldi, yarenlerin başına gelen felâketin haberini vermek için; lâkin çok çalıştığı halde ağzından tek bir söz çıkamıyordu, yüreği bu kadar derinden ürkmüştü! gözleri yaşla dolmuştu, içinden hıçkırıklar taşıyordu! ona hayretle bakıyor, kendisinden olanı biteni soruyorduk; nihayet, o zaman, öbür arkadaşların felâketini hikâye etti: — Buyurduğun gibi, şanlı Odysseus, meşelik arasından gidiyorduk; dere içinde güzel yapılı konağı bulduk; orada tezgâhta bez dokuyan biri yüksek sesle türkü söylüyordu.: tanrıça mıydı, kadın mıydı? anlamak için ona seslenerek çağırdılar. O, hemen dışarı gelerek parlak kapıları açtı ve içeriye davet etti; onlar da hepsi, aptal aptal, arkasından gittiler. O zaman ben, bir tuzak olduğunu sezerek, dışarda bekledim. Onlar hep birlikte gözden kayboldular, hiç biri bir daha görünmedi; ben boşuna uzun uzun oturup gözetledim. 205/431 Böyle deyince, ben gümüş çivili uzun tunç kılıcımı omuzuma astım, üste yayımı da aldım, sonra Evrylokhos'u bana yolu göstermeğe davet ettim. Fakat o, iki eliyle dizlerime sarılarak, yalvarıyordu: — Beni zorla götürme, ey Zeus büyütmesi! Beni burada bırak! Bilirim ki kendin de dönemiyeceksin, öbürlerin de hiç birini geri getiremiyeceksin! Kalanlarla, tezden, kaçalım; belki de hâlâ kaza gününden sıyrılmak mümkün olur! Böyle dedi, ve ben ona karşı dedim ki: — Evrylokhos, sen buradan ayrılamayabilirsin, yiyip içerek kara geminin yanında kal. Lâkin, ben gidiyorum; zorlu ödev beni oraya davet ediyor. Böyle diyerek gemiden ve denizden uzaklaştım. Kutsal dereden geçmekte ve otçu, iksirci Kirke'nin büyük konağına yaklaşmakta iken, evine yakın bir yerde, karşıma altın asalı Hermes çıkageldi; genç bir delikanlı suretine girmiş, yeni terliyen bıyıkları yiğitliğine en büyük güzelliği vermişti. Yanıma gelip elimi sıktı ve ismimle anarak dedi ki: — Ey talihsiz! Şu yamaçlar arasından, böyle yalnız, nereye gidiyorsun? Bu yerlerin de acemisisin! Kirke'nin katına mı? Orada şimdi arkadaşların, domuza çevrilmiş olarak, ahırlara kapatılmıştır. Onları kurtarmağa mı geliyorsun? Kendin de dönemezsin, sanırım; sen de öbürlerinin yanında kalırsın. Ama, haydi, seni tehlikeden uzaklaştırmak, kurtarmak istiyorum. Bak, şu dirlik veren otudur; onu yanında bulundurarak Kirke'nin konağına girebilirsin, erdemi ile sen kaza gününden sıyrılabilirsin! Şimdi sana Kirke'nin kurduklarını ve bütün hile ve büyülerini de anlatayım. O, sana da bir şerbet karacak ve içine afsunlu iksiri katacak; fakat sana büyüsü tesir etmeyecek, sana vereceğim dirlik veren otu buna meydan vermiyecek. Fakat her şeyi anlatayım: Kirke, çok uzun asâsiyle, sana vurunca, sen de kalçandan 206/431 sivri kılıcını çekip üstüne atıl, onu öldürmek istiyormuş gibi davran! O zaman titriyerek, o, seni yatağına götürmek istiyecek; tanrıçanın yatağından yüz çevirmeğe kalkışma: düşün ki arkadaşlarını kurtarmak ve sana iyi bakmak onun elindedir! Yalnız ona tanrıların büyük yemini ile and içir ki, seni mahvetmek için başka bir hile kurmasın! Böyle dedi, akışıklı Haberci, yerden kopardığı otu verdi ve ne tabiatta olduğunu bana gösterdi: kökü siyah, çiçeği süt beyazdı; tanrılar ona «mölü» derler, ölümlü insanlar için onu koparmak güçtür, fakat tanrılar her şeye kadirdir... Sonra Hermes yüksek Olympos'a doğru uçarak ormanlık ada içinde kayboldu. Ben ise Kirke'nin konağına girerken gönlümün içinde nice düşünceler çalkanıyordu! Güzel belikli tanrıçanın dış dehlizinde durdum; orada durup haykırdım; tanrıça sesimi duyarak dışarıya çıktı, parlak kapılarını açarak beni içeriye davet etti; ben de arkasından gamlı gönülle yürüdüm. Beni gümüş çivili bir koltuğa oturttu, ve ben içeyim diye altın sağrak içinde şerbeti kardı ve içine afsunlu iksiri kattı: gönlünün içinde kötü şeyler kuruyordu! Sonra sundu, ben de hepsini içtim: fakat büyüsü tesir etmedi! O ise asa ile vurdu ve bana seslenerek şöyle dedi: — Haydi şimdi domuz ahırına; arkadaşlarının yanında yat! Böyle dedi, ben de kalçamdan sivri kılıcımı çektim; üstüne atılarak öldürmek istiyormuş gibi davrandım. — Kimsin, kimlerdensin? Şehrin neresidir? Soyun sopun kimlerdir? Beni hayret aldı: bunca otlardan yapılmış şerbeti içesin de büyülenip değişmeyesin! Hiç bir zaman, hiç bir başka insan tesirinden kurtulmamıştır: dişlerinin arasından geçer geçmez!. Senin içinde yenilmez bir ruh olacak! Yoksa çok hileli Odysseus sen misin? Akışıklı, altın asalı tanrı bana daima haber vermiştir: Troiadan dönerken, kara gemisinin içinde, Odysseus buraya gelecekmiş! Ama, haydi şimdi, 207/431 kılıcını kınına sok, yatağıma çıkalım; orada birleşerek ve sevişerek birbirimize güvenelim! — Ey Kirke, sana karşı yumuşak davranmamı nasıl isteyebilirsin ki, yarenlerimi domuza çevirip ahırında tutuyorsun! Beni de ancak hain bir maksatla yatak odana çağırıp yatağını teklif ediyorsun: Ben çı- plak olunca kurduğun fenalığı yapasın, erkekliğimi alasın diye! Ben de senin yatağına çıkmağa yanaşmam, sen, ey tanrıça, tanrıların büyük yemini ile and içmedikçe ki, bana karşı, beni mahvetmek için başka bir kötü niyet beslemiyesin! Böyle dedim, o da benim emrettiğim gibi and içti; töresince yemini tamamladıktan sonra, ben de Kirke'nin güzel, parlak yatağına çıktım. Halayıkları bu ara konağın işleriyle meşgul oluyorlardı. Biri koltukları en güzel erguvan carlarla örtüyordu, bunların da altında güzel keten örtüler vardı. Bir başkası koltuklara gümüş masaları yaklaştırıyor, üstlerine altın sepetleri koyuyordu. Bir üçüncüsü altın sebu içinde bal tadında şarabı karıyor ve her birinin önüne altın sağrağı yerleştiriyordu. Dördüncüsü de su getirip üç ayaklı büyük kazanı dolduruyor, ateşi yakıyordu; ve su parlak bakır kap içinde, ıslık sesleri çıkararak, ısınıyordu. Beni hamam teknesine aldı, büyük üç ayaklının suyunu ılıştırarak başımdan ve omuzlarımdan aşağı döktü: Üyelerimden gücü kemiren yorgunluğu gidermek için. Yıkadıktan ve yağ ile ovduktan sonra bana tanrısal entari ve kaftan giydirdi. Sonra beni gümüş çivili bir koltuğa oturttu: Güzel işlenmişti, altında ayaklar için basamağı da vardı; sonra yiyip, içmeğe davet etti. Fakat gönlüm bir türlü hoşlanmıyordu; aklımdan başka şeyler düşünüyordum ve içten her şeyi fena görüyordum. Kirke benim oturup yiyeceğe el uzatmadığımı, zalim kederlere daldığımı görünce, yanıma yaklaşarak kanatlı sözler söyledi: 208/431 — Niçin böyle, Odysseus, bir dilsiz gibi oturmuş, yüreğini kemiriyorsun? Hiç bir şey yiyip içmek de istemiyorsun? Yoksa başka bir tuzaktan mı şüpheleniyorsun? Böyle bir korkuya düşmen gereksizdir, çünkü ben sana büyük yemin ile and içmişim! Böyle dedi, ben de ona karşı dedim ki: — Ey Kirke, bir insan var mı ki, aklı başında olsun da, arkadaşlarını kurtulmuş görmedikçe, otursun, yiyip, içip keyfine baksın? Eğer gönlünden kopan iyilikle yemeği içmeği teklif ediyorsan, sadık arkadaşlarımı serbest bırak da gözlerimle göreyim! Böyle dedim, Kirke de, elinde asa, divanhaneden dışarı çıktı, domuz ahırının kapılarını açtı, oradan çıkardığı arkadaşlar dokuz yaşında domuzlara benziyorlardı. Karşısında durup yüzlerini ona çevirdiler; o ise yanlarından geçerek her birine başka bir ilâç sürdü; hemen üstlerinden kılları döküldü: Bu kıllar şanlı Kirke'nin evvelce içirmiş olduğu afsunlu iksirden bitmişti. Hemen yeniden insan olmuşlardı. Eskisinden daha genç, daha yakışıklı ve daha boylu boslu görünüyorlardı. Beni tanıdılar ve birer birer gelip ellerimi tuttular; hepsinde hıçkıra hıçkıra ağlamak ihtiyacı vardı: Divanhanenin içi iniltilerle yankılandı. Tanrıça dahi merhamete gelmişti. Tanrıçaların en tanrısalı yanıma gelip, ayakta durarak, şöyle dedi: — Tanrı soyu Laertes oğlu çok hünerli Odysseus, şimdi tez yürüyüşlü gemiye ve deniz kıyısına dön; en önce gemiyi karaya çekin, avadanlıkları ve bütün mallarınızı mağaralarda saklayın; ve hemen kendin buraya gel, sadık yarenlerini de yanına al. Böyle dedi ve hemen ulu gönlüm kanarak, tez yürüyüşlü gemiye ve deniz kıyısına gitmek üzere yola çıktım. Gemide sadık arkadaşları buldum. Acıklı acıklı hıçkırıyorlar, dalga dalga yaş döküyorlardı! Nasıl 209/431 ki analarından ayrı tutulan buzağılar, otlaktan iyice doymuş olarak ağıla dönen inekler üzerine hep birden atılırlar ve bir türlü mandralarda zaptedilemeyerek, analarının etrafında böğürürlerse, tıpkı onun gibi, yarenlerim beni gözleriyle görünce ağlıyarak her yanımdan kuşattılar; ve yürekleri vatanlarını, içinde doğup büyüdükleri kurak İthaka'yı görmüş kadar heyecanlandı. Ve hıçkırıkları arasında kanatlı sözler söylediler: — Senin döndüğünü görmekle, ey Zeus'un büyüttüğü, vatan toprağına kavuşmuş kadar sevindik. Ama, haydi öbür arkadaşların felâketini anlat bize! Böyle dediler, ben ise yumuşak sözlerle dedim ki: — En önce gemiyi karaya çekelim, sonra avadanlıkları ve bütün malları mağaralara kapıyalım; sonra hepiniz hazırlanıp benimle birlikte Kirke'nin kutsal konağına gelirsiniz; orada arkadaşları göreceksiniz: Oturmuşlar, yiyip içiyorlar; sofralarında her şeyden bol bol var. Böyle dedim ve çabucak sözlerime kandılar; yalnız Evrylokhos bütün arkadaşları vazgeçirmeğe çalıştı: — Ey talihsizler, nereye gidiyorsunuz? Belâlara niye bu kadar susamışsınız? Kirke'nin konağına girince, o hepimizi domuzlara veya arslanlara çevirecek; zorla büyük evini bekletecek... Kyklop ile ahırı unutulmasın ki, bizim arkadaşlar oraya da cesur Odysseus'un arkasından gitmişlerdi; ve bu akılsızlığı yüzünden mahvolmuşlardı. Böyle diyordu ve ben gönlümün içinden düşünüyordum: Kalçamın kaba eti boyunca uzanan sivri uçlu kılıcımı çekip bir vuruşta şunun kafasını yerin üstüne uçurmalı mıydım, hışmım, hem de en yakından olduğuna bakmıyarak? Ama yarenler her yandan atılarak en tatlı sözlerle beni alıkoydular. 210/431 — Ey tanrının büyüttüğü! Onu bırakalım, emredersen gemide kalıp bekçilik etsin; sahilden bir yere kımıldamasın, Sen bizleri Kirke'nin kutsal konağına iletiver. Onlar böyle deyince, gemiden ve deniz kıyısından uzaklaştık. Fakat Evrylokhos da kocaman karınlı geminin yanında kalmayıp arkamızdan geldi: Benim sert sözlerim onu yola getirmişti! Bu ara, Kirke, konağında öbür arkadaşları hamama göndermiş, vücutlarını saf yağ ile oğdurmuş, üstlerine entariler ve yünden kaftanlar giydirmişti. Hepsini divanhanede yiyip içerken bulduk. Gözleriyle bakıştılar, tanıştılar, hıçkırıklarla ağlaştılar, divanhanenin içi iniltileri ile yankılandı. Kirke, tanrıçaların en tanrısalı, yanımıza gelip dedi ki: — Artık hıçkırıklara son verin; balıklı denizde başınıza gelenleri ve zalim erler yüzünden karada çektiklerinizi biliyorum. Fakat bu yemeklerden yiyiniz, bu şaraptan içiniz, yüreğiniz gene canlansın, vatanınız kayalık İthaka'nın toprağından ayrılırken nasıl idiyse gene o hale gelsin! Şimdi kendinizi kaygıya koyvermişsiniz, hep çektiklerinizi hatırlıya hatırlıya yüreksiz, cansız olmuşsunuz; çok cefa çektiğiniz için safadan pay alamıyacak hale gelmişsiniz! Böyle dedi ve ulu gönlümüz bu sözlere kanıp itaat ettik. ÖLÜLER ÜLKESİNDE Orada, bütün bir yıl zaman çarhı üzerinde dönünceye kadar, her günümüz yiyip içmekle geçti: Dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı. Fakat yıl tamam olup mevsimler dönünce, sadık yarenler beni davet ederek dediler ki: 211/431 — Ey tanrısal! Artık vatan toprağını da düşünmek zamanı gelmiştir, eğer sağ esen atalar yurduna dönmek ve yüksek tavanlı konağına kavuşmak kısmetinde varsa! Böyle dediler ve ulu gönlüm bu sözlere kandı. O zaman bütün bir günümüz, güneş batıncaya kadar, yiyip, yemekle geçti; dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı! Güneş batıp alaca karanlık basınca, benimkiler gölgeli divanhanede yatıp uyudular. Bu ara ben Kirke'nin çok güzel yatağına çıkıp dizlerine sarıldım; tanrıça söylediğimi dinliyordu: — Kirke, verdiğin sözü yerine getir: Beni memlekete ulaştıracağını vadetmiştin; artık bundan başka bir arzum kalmadı, yarenlerimin de öyle: Halleri yüreğimi parçalıyor ve sen bir tarafa az uzaklaşınca hıçkıra hıçkıra her yanımı alıyorlar. Böyle dedim, tanrıçaların en tanrısalı hemen cevap verdi: — Zeus soyu, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus! Artık canınız istemiyorsa, evimde durmayıp gidebilirsiniz. Ama ilk önce Hades'in konağına ve müthiş Persephoneia katına bir seferiniz olacak! Kâhin Thebaili Teiresias'ın ruhundan öğüt almak için; bu kör kâhinin aklı hâlâ yerindedir; Persephoneia ölüler arasında yalnız ona aklı ile düşünmeyi bağışlamıştır, öbürleri ise ancak gölgeler gibi kımıldaşırlar. Böyle deyince yüreciğim parçalandı. Yatağın içinde oturup ağlıyordum; artık yaşamak, güneşin ışığını görmek istemiyordum. Kendimi yerden yere atıp ağladıktan sonra, dile gelerek kanatlı sözler söyledim: — Ey Kirke, bu yolculukta kılavuzumuz kim olacak? Bir kara gemi Hades'e hiç varmış mıdır? Böyle dedim, tanrıçaların en tanrısalı cevap verdi: 212/431 — Geminde kılavuz yok diye gam yeme! Gemine direği dikip beyaz yelkenleri aç! Bırak gemiyi Boreas'ın soluğu götürsün! Okeanos'u aşıp kıyıya ve Persephoneia'nın kutsal korusuna, yüksek kavakların ve kısır söğütlerin yetiştiği yere gelince, derin çevrimli Okeanos'ta gemiyi durdurup karaya çek, kendin de Hades'in kara konağına in. Orada, Pyriphlegethon ile Kokytos, birlikte, Akheron'a akar, ki Styks suyunun bir koludur, iki yankılı ırmağın birleştiği yerde Kaya vardır. Buraya yaklaşmalı ve öğütlediğim gibi hareket etmeli: Orada, ey kahraman; bir çukur kaz: Her yandan birer arşın boyunda, eninde. Bu çukur üzerine ölülere üç saçı kıl: Birincisi ballı sütle, ikincisi tatlı şarapla, üçüncüsü temiz su ile olacak. Sonra çukurun üstüne beyaz un ekerek ölülere, bu güçsüz başlara uzun uzun dua et; onlara ada, ki: İthaka'ya döner dönmez kısır ineklerinin en iyisini alıp güzel nezirlerle donanmış bir ateş yığını üzerine kurban edeceksin. Bundan başka Teiresias'a, kendi başına, lekesiz bir kara koç, sürülerinin en güzel koçunu ada! Ölülerin ruhlarına dua edip yalvardıktan sonra bir koç bir koyun kurban et: Kurbanların başını Erebos'tan yana çevir, kendi gözlerini ise oradan ayır, ırmağın akan sularından başka şeye bakma. O zaman ölmüş kişilerin ruhları üşüşüp gelecek. Bunun üzerine adamlarını yüreklendir: Boyunları zalim tunç kılıçla kesilmiş olan hayvanların derilerini yüzüp tamamiyle yaksınlar, güçlü Hades ve korkunç Persephoneia tanrıların adlarını anarak dua etsinler. Sana gelince, oturup kalçandan sivri uçlu kılıcını çek; ölüleri, bu güçsüz başları, kana yaklaştırma, ta Teiresias sorguna cevap verinceye kadar. O zaman bu kâhin gelecek ve ey erler başkanı, sana yolu ve yolun mesafelerini ve balıklı deniz üzerinde nasıl döneceğini anlatacak. Böyle dedi ve hemen altın tahtı üzerinde Şafak göründü; divanhaneyi dolaşarak adamlarımı uyandırıyordum, birinden öbürüne giderek en yumuşak sözlerle onları yüreklendirdim: 213/431 — Artık daha fazla kendinizi tatlı uykuya kaptırmayın! Haydin, yola çıkıyoruz! .Kutsal Kirke'nin kararı budur! Böyle dedim ve ulu gönülleri bu sözlere kandı. Buradan da yarenlerin hepsini sağ esen iletmek kısmet değilmiş: Elpenor adlı biri vardı: Hepsinden genç; ne savaşta çok yiğit, ne akılda pek güçlü; arkadaşlarından ayrılmış ve şarabın fazla tuttuğu kafasını serinlendirmek için Kirke konağının taraçasına çıkıp uyumuştu. Adamlarım kalkınca, gürültüden ve seslerden o da uyanır; birden irkilir kalkar .ve nerede bulunduğunu tamamiyle unutur; yüksek merdivenden dolaşıp ineceği yerde, doğru yürür, çatıdan düşer, boynunun boğumlarını kırar ve hemen ruhu Hades'in konağına iner. Bir arada toplanan adamlarıma haberi verdim: — Şimdi siz memlekete, sevgili atalar yurduna dönüyoruz sanırsınız; fakat Kirke bize başka bir yolculuk gösterdi: Hades'e ve korkunç Persephoneia'nın katına gidiyoruz, Thebaili Teiresias'ın ruhundan öğüt almak için! Böyle dedim ve bunların yüreciği parçalandı; yere oturup hıçkırıklarla figana başladılar, saçlarını yoldular; lâkin ağlayıp sızlamaktan fayda yoktu. Gamlı gönülle, dalga dalga göz yaşı akıtarak yola çıktık. Bu ara, Kirke gelip önümüzde, kara geminin böğrüne bir koç ve bir kara koyun bağlamış; ve gözlerimizden kolaylıkla, kaçınmıştı: Bir tanrı, kendi görünmek istemedikten sonra, geldiğini, gittiğini kimin gözleri görebilir? 214/431 ŞAN : XI ÖLÜLERİN AHVALİ Az sonra gemiye ve denize yetiştik; en önce gemiyi tanrısal denize çektik, sonra kara tekneye direği dikip yelkenleri taktık. Koyunları geminin içine aldık, kendimiz de bindik. Bize lâcivert pruvalı geminin arkasından, iyi bir yoldaş, yelkenleri dolduran uygun bir rüzgâr yolladı güzel belikli Kirke, insan sesli, yaman tanrıça. Biz de gemide bütün avadanlıkları yerli yerine koyduktan sonra yerlerimize geçip oturduk; gemiyi ise rüzgârla dümeni tutan kılavuz yöneltip yürütüyordu. Bütün gün, engin denizde sefer eden gemimizin yelkenleri şişkin kaldı. Güneş batıp bütün yollar karardı; gemi de derin akıntılı Okeanos'un kıranlarına vardı: Kimmer erlerinin ili ve şehri buradadır: Daima sisle ve bulutlarla örtülü; parlak güneş, ışınlarıyla, onları, hiç bir zaman görmez, ne yıldızlı göğe yükselirken, ne de gene gökten yere dönüp inerken; bu zavallı insanların üstüne uğursuz bir gece kanat germiştir. Buraya gelince gemiyi çektik, koyunları gemiden çıkardık, kendimiz de Okeanos'un akıntısı boyunca yürüdük, Kirke'nin söylemiş olduğu yere ulaşıncaya kadar. Orada, kurbanları Perimedos ile Evrylokhos tutarken, ben de kalçamdan sivri kılıcı çekerek eni boyu birer arşın kadar bir çukur kazdım; yöresinde bütün ölülere saçı kıldım, önce ballı sütle, sonra tatlı şarapla, üçüncü olarak da temiz su ile; en üste de beyaz unu ektim; ve diz çökerek ölülerin özsüz güçsüz başlarına uzun uzun yalvarıp adağımı adadım: İthaka'ya gelince kısır ineklerimin en iyisini alıp en güzel nezirlerle donanmış bir tutuşmuş odun yığını üzerinde kurban edeyim; bundan başka Teiresias'a da, kendi başına, lekesiz, kapkara bir koç, sürülerimin en seçkin koçunu, kurban keseyim. Ölüler cemaatına yalvarıp dua ettikten sonra, koyunları alıp boğazlarını kestim, çukurun içinde bir kara buğu saçan kanları aktı; Erebos bucağından yok olmuş ölülerin ruhları üşüşmeğe başladılar: Genç gelinler, delikanlılar, çok görmüş geçirmiş ihtiyarlar, gönülleri yeni yaslı körpe kız oğlan kızlar, tunç mızraklarla savaşta düşmüş erler; silâhları hâlâ kanlı Ares kurbanları; her yandan korkunç çığlıklarla çukura doğru koşuyorlardı; ve beni sarı korku aldı! O zaman yarenleri yüreklendirerek davet ettim: Zalim tunç ile boğazlanıp yerde yatmakta olan koyunları yüzsünler ve güçlü Hades ile merhametsiz Persephoneia tanrıları anarak ateşte yaksınlar. Ben de ölülerin özsüz güçsüz başlarına kana yaklaşmağı menettim. Teiresias sorularıma cevap verinceye kadar. İlk olarak Elpenor arkadaşın ruhu geldi; henüz geniş yollu toprağın altına gömülmüş değildi; cenazesini Kirke'nin konağında, ağıtsız ve gömüsüz, bırakmıştık; çünkü başka hacetler bizi daha sıkıştırmıştı. Onu karşımda görünce gözlerim yaşardı, yüreğimin içinden acındım; kendisine seslenerek kanatlı sözler söyledim: — Elpenor, zifiri karanlık içinde nasıl geldin? Sen yayan, ben kara gemi ile gelmiş iken benden önce nasıl yetiştin? Böyle dedim, o da içini çekerek cevap verdi: — Bir ifritin kötü niyeti ve şarap bolluğu beni sersemletmişti; Kirke'nin divanhane damında yatıyordum, uyanınca dolaşıp yüksek merdivenden inmek hiç hatırıma gelmedi, doğru yürüyüp damdan düştüm, boynumun boğumları kırıldı, ruhum Hades'in konağına indi. Şimdi dizlerine sarılarak yalvarıyorum, burada bulunmayıp yer yüzünde kavuşacakların başı için: Seni küçük iken büyütmüş olan baban, ismetli karın, konağında bıraktığın biricik oğlun Telemakhos 216/431 başı için. Buradan çıkıp Hades'i terk ettikten sonra, sağlam yapılı geminle gene Aiaie adasına uğrayacağını biliyorum. Orada, oh! Benim Hanım, beni unutma, ağıtsız gömüsüz bırakıp dönme, tâ kim tanrıların öfkesini sana çevirmeğe sebep olmıyayım! Beni silâhlarımla birlikte yak ve sonradan geleceklere bir işaret olarak, köpüklü denizin kenarında, talihsiz arkadaşın için bir mezar dik! Benim için bunları yap ve sağ olup arkadaşlar arasında iken çektiğim küreği mezarımın üstüne çaktır. Böyle dedi, ben de cevap vererek şöyle söyledim: — Bütün bunları, ey talihsiz, kendim bakıp tamamlayacağım. İkimiz oturup acıklı sözlerle böyle konuşuyorduk; ben kılıcımı kanın üstünde tutuyordum, karşı yakada ise arkadaşın tayfı uzun uzun söylüyordu. Bu ara anamın, ulu gönüllü Autolykos'un kızı Antikleia'nın ruhu geldi: Onu, kutsal İlion seferine çıkarken, sağ esen bırakmıştım. Şimdi görünce gözlerim yaşardı, gönlüm içten acınma ile doldu; kederim bu derece derin iken, onu da kana yanaşmaktan menettim: Teiresias sorularıma cevap verinceye kadar. Thebaili Teiresias'ın tayfı da, elinde altın asa tutarak geldi ve beni tanıyarak dedi ki: — Niçin, ey talihsiz, güneşin ışığını bırakıp şu hoşa gitmez yerlerde ölüleri görmeğe geldin? Haydi, çukurdan çekil, sivri kılıcın ucunu uzaklaştır, kandan içeyim ve sana gerçeği söyliyeyim. Böyle dedi, ben de çekildim ve kılıcımı gümüş çivili kınına soktum; gelip kara kandan içti, ondan sonra kusursuz kâhin şöyle dedi: — Bal gibi tatlı bir sıla istiyorsun, şanlı Odysseus, ama bir tanrı onu sana pek acıklı kılacak; çünkü sanmam ki Yeri sarsan yüreğinin 217/431 içindeki kini unutsun: Sana gazabı sevgili oğlunu kör ettiğin içindir. Bununla beraber, birçok belâlara uğradıktan sonra, sılaya ulaşman da mümkün olacak, eğer kendi gönlüne, ve yarenlerininkine hükmünü geçirebilirsen. Sağlam yapılı gemiyi Thrinhakie adasına yöneltip menekşe rengi denizden kaçınmalısınız; orada, her şeyi gören ve her şeyi işiten Güneş tanrının ineklerini ve semiz koyunlarını otlamakta bulacaksınız. Bu hayvanları emniyette bırakıp yalnız sılanı düşünürsen, o zaman, belki ve ancak bir çok mihnetler arasından, İthaka'ya ulaşabilirsiniz; fakat onlara bir zararınız dokunursa, önceden bildireyim, gemin için de, tayfan için de helak vardır. Yalnız kendin sıyrılıp dönebilsen de, bu kurtuluşun bütün arkadaşlarını kaybettikten sonra, yabancı bir gemi üzerinde olacak! Evinde de belâ ile karşılaşacaksın: Orada birtakım adamların mallarını bitirmekte ve nikâh hediyeleri sunarak karına istekli çıkmakta olduğunu göreceksin!... Gene de yetişip zulümlerinin cezasını vereceksin. Fodul Yavukluları konağının içinde, hile ile veya açıkça, tunç kılıcının ucu ile, öldürdükten sonra, tekrar yola düşeceksin: Omzunda gemi küreği olarak yürüyeceksin, ta deniz bilmez insanların iline gelinceye kadar; bu adamlar yemeklerinde hiç tuz kullanmazlar ve aşı boyalı gemileri tanımazlar; gemilerin kanatları olan cilâlı kürekleri de bilmezler... Sana bunun besbelli, hiç yanılmaz alâmetini de söyliyeyim: Ne zaman başka bir yolcuya rastlarsan, o da şanlı omuzunda ne için harman küreği taşıdığını sorarsa, işte o zaman yeri kazıp içine gemi küreğini çak ve Poseidon Hana güzel kurbanlar kes: Bir koç, bir boğa ve yetişkin bir domuz aygırı kurban et; sonra evine gelip göklerin sahibi bütün tanrılara gereğince yüzlük kurbanlar sunarsın. Tatlı ölüm sana denizden gelecek; ancak mutlu ihtiyarlığına eriştikten sonra, her yanında mutlu budunlar olduğu halde öleceksin; işte sana gerçeği olduğu gibi söyledim. Böyle dedi, ben de cevap vererek şöyle dedim: 218/431 — Teiresias, herhalde tanrıların benim için eğirdikleri budur; haydi şimdi şuna da cevap ver, açıkça bana söyle: Şurada ölmüş anamın ruhunu görüyorum; susmuş, kana yaklaşmıyor ve oğluna hiç bir şey sormuyor, hattâ yüzüne bakmağa cesaret etmiyor. Söyle bana, Hanım, varlığımı ona nasıl bildireyim? Böyle dedim, o da hemen cevap vererek dedi ki: — Sana kolayca söyliyebilirim ve aklına koyabilirim. Ölülerin cenazelerinden hangilerini kana yaklaştırır, içirirsen onlardan gerçek şeyler öğreneceksin; kimleri menedersen onlar da senden uzaklaşıp gidecekler. Böyle dedikten sonra Teiresias Hanın ruhu Hades'in konağına girdi; kehanetini tamamlamıştı. Ben orada durdum, anamın gelip duman tüten kandan içmesini bekledim: Hemen beni tanıdı ve içini çekerek kanatlı sözler söyledi: — Çocuğum, hayatta iken, sisli kuzey altında nasıl gelebildin? Bu yerler yaşıyanların gözlerine güç görünür. Bunlarla onlar arasında büyük ırmaklar ve yaman akıntılar vardır; önce Okeanos gelir ki, sağlam yapılı gemi olmadıkça aşılamaz. Eğer, Troia'dan dönerken, uzun zaman şurada burada dolaştıktan sonra, şimdi buraya, geminle ve yarenlerinle gelmiş bulunuyorsan, o halde daha İthaka'yı, evini, karını görmüş değilsin, öyle mi? — Anam, Hades'e sefer etmeme hacet göründü, Thebaili Teiresias'ın ruhundan öğüt almak için. Hayır, anam, Akhai iline henüz erişmedim, kendi toprağıma henüz ayak basmadım. Hep, felâketten felâkete dolaşmaktayım: Tâ tanrısal Agamemnon'un arkasından, güzel taylar yetiştiren İlion'a, Troialılarla savaşmak için sefere çıktığım günden beri! 219/431 «Ama haydi şimdi bana açık açık, birer birer söyle: Seni zalim ecel nasıl edip ölüm döşeğine yatırdı? Uzun süren bir hastalıktan sonra mı? Yoksa seni yay sahibi Tanrıça Artemis yumuşak oklarından biriyle mi vurdu? Bana babamdan ve orada bıraktığım oğlumdan söz aç; hanlığım onlarda mı kaldı yoksa artık döneceğimden ümit kesilince yabancıların eline mi geçti? Bana karımın da ne düşündüğünü anlat... Çocuğumuzun yanında mı kaldı? Bütün mallarıma bakabiliyor mu? Yoksa kendine koca olarak Akhai ulularından birini seçti mi? Böyle dedim, kutsal anam da hemen cevap verdi: — O halâ, sana bütün gönlüyle sadık, konağında kalıyor; orada, geceli, gündüzlü yaş dökerek, acıklı ömrü geçiyor! Güzel hanlığın da eskisi gibi sahipsiz duruyor; Telemakhos, rahat rahat mallarından faydalanıyor, töreli şölenlerden pay alıyor, halkın hakimleri arasında verilen bütün ziyafetlere onu da davet ediyorlar. Baban kırda yaşıyor, artık şehre inmiyor; yatmak için artık ne kaba döşek, ne yorgan, ne de hareli çarşaf istiyor: Kışın evinde, ocağın yanında, kül içinde, kulları ile birlikte, vücudunu kaba çamaşırla örterek yatar. Yaz, sonra bereketli güz gelip bağlarının yamaçları kuru yapraklarla örtülünce, kendi de keder içinde, yerde, onlardan bir yatak edinir. Yüreğinin acısı hep artmakta, senin talihine ağlamakta ve böylece zalim ihtiyarlık onu zebun etmekte. Ben de ölmüşsem, ecel kazasına başka türlü uğramış değilim. Bana can verdiren, bir hastalığın vücudu yıpratan acıları değildir; senin üzüntün, senin kaygın, senin unutamadığım şefkatli sevgin, şanlı Odysseus'um, bal gibi tatlı canımı söküp kopardı!» Böyle diyordu ve benim içimde bir arzu peydah oldu: ölmüş annemin ruhunu kucaklamak istiyordum: Üç defa ona doğru atıldım, gönlüm onu kucaklamağa beni davet ediyordu; üç defasında da o, kollarımın arasından bir gölge gibi, bir rüya gibi uçup gitti ve her 220/431 seferinde benim gönlümde daha derin bir acı kaldı; ve ona seslenerek kanatlı sözler söyledim: — Anam, seni kucaklamağa atıldıkça sen beni niye beklemiyorsun? Hades katında da olsa, kolcağızlarımızla birbirimize sarılarak, doya doya hıçkırıklarımızın ürpertisini tadardık. Yoksa sayın Persephoneia önüme tayfını getirmekle acılarımı ve hıçkırıklarımı arttırmak mı istemiş? Böyle dedim ve kutsal anam hemen cevap verdi: — Vah! benim oğlum, insanların en talihsizi! Hayır, Zeus kızı Persephoneia sana oyun oynamıyor; lâkin ölümlüler için, biri öldüğü zaman, töre budur: Can ak kemikleri terkedip ruh rüya gibi uçup gitti mi artık sinirler etleri ve kemikleri tutmaz olur; ve kızgın ateşin gücü onları yener. Ama artık, en tezden, arzun aydınlığa yönelsin! Bütün bunları aklında iyi tut, tâ ki kavuştuğun zaman karına anlatasın. İkimiz böyle konuşmaktaydık; önümüze kadınlar geliyorlardı: Onları şanlı Persephoneia sürüyordu; bunlar bütün uluların karıları ve kızlarıydı; her yandan siyah kanın etrafına alay alay toplanıyorlardı; ben de hepsinden nasıl sorup bir şeyler anlayayım diye düşünüyordum, içime en iyi görünen karar şu oldu: Kalçamın kaba etinden uzun sivri kılıcı çekerek siyah kandan hep birlikte içmelerini menettim; bunun üzerine sıra ile, birbiri ardınca geldiler: Her biri soyunu sopunu anlatırdı; ve ben hepsini söyletirdim. İlk olarak iyi bir baba soyundan olan Tyro'yu gördüm: Kusursuz Salmoneus'un kızı ve Aiolos oğullarından Kryteus'un karısı olduğunu anlattı. Bu kadın tanrısal Enipeus ırmağa âşık olmuş: Yeryüzünde akan ırmakların en güzeli buymuş; kendi, bunun için, sık sık gider, Enipeus'un akıntıları boyunca gezermiş: Bir gün Yerin sahibi Yeri sarsan, çevrimli Epineus ırmağın suretinde, kumsala çıkıp yanına uzandı 221/431 ve dağ yüceliğinde bir dalga köpürerek yükseldi ve bükülüp tanrıyı ve ölümlü kadını örttü: Tanrı kadının kızlık uçkurunu çözdü ve gözlerine uyku ekti. Tanrı aşk işini tamamladıktan sonra, elini tutarak dedi ki: — Aşktan için neş'e dolsun, ey kadın! Yıl çarhı tamam dönünce güzel çocuklar doğuracaksın; çünkü ölümsüzlerin yatağı hiç bir zaman yemişsiz olmaz. Onları besleyip büyütmek sana düşer. Şimdi eve yönel, sırrı faş etme, adımı kimseye verme: Yalnız senin için, Yeri sarsan Poseidon'um! Böyle deyip köpüklü denize daldı; kadın gebe kalarak, Pelies ile Neleus'u doğurdu, bunların her ikisi ulu Zeus'un güçlü kullukçularından oldular. Pelies geniş ovalı İaolkos'ta, büyük sürüleriyle yaşardı; Neleus ise kumlu Pulos'ta yerleşti. Kadınlar melikesi Tyro Kretheustan da başka çocuklar: Aison'u, Pheres'i ve araba savaşçısı Abythaon'u doğurdu. Ondan sonra Aisopos kızı Antiope'yi gördüm: Bu, Zeus'un koynunda yatmakla övünmüştü: Ondan iki oğlu oldu: Amphion ve Zethos ki, ilk olarak, yedi kapılı Thebai' yi yapan ve her yanını kuleli surlarla çeviren bunlardır. Çünkü, güçlü kuvvetli de olsalar, kuleler olmamış olsa Thebai'nin geniş ovasında oturmak mümkün olmazdı. Ondan sonra Alkmene'yi, Amphitryon'un karısını, gördüm ki, Zeus'un kucağından geçerek arslan yürekli kahraman Herakles'i doğurmuştu. Sonra Megare'yi ulu gönüllü Kreion'un kızını gördüm ki, yenilmez güçlü Amphitryon oğlunun karısı olmuştu. Sonra Oidipus'un anası güzel Epikaste'yi gördüm ki, gerçeği bilmiyen gönlüne kapılarak büyük suçu işledi: Oğlu ile evlendi! O da bilmiyerek öz babasını öldürmüş, anası ile evlenmişti! Ansızın ölümsüzler bunları insanlara malûm kıldılar! Bununla beraber parlak 222/431 Thebai'de Kadmus oğulları üzerine hüküm sürebilmiş, bir yandan da amansız tanrılar dileğiyle cefalar çekmişti. Epikaste ise sağlam kapılı Hades'e inmişti: Suçunun kaygıları içinde, yüksek tavanın merteğine kemendi sarkıtarak; bu yüzden de oğlunun başına, anaların öç alıcı Cadılarından ne kadar belâ gelebilirse, hepsi gelmişti. Sonra kadınların en güzeli Kloris'i gördüm ki, vaktiyle güzelliğine meftun olan Neleus sayısız nikâh armağanları vererek almıştı; Miny'lerden Orkhomene üzerine han olan Amphion İaside'nin en küçük kızıydı; Pylos melikesi olduktan sonra kocasına güzel çocuklar vermişti: Nestor, Hromios, mağrur Periklumenos ve nihayet güzelliği ile ölümsüzlere hayret veren Şanlı Pero ondan doğmuştu; bütün komşuları bu kızla evlenmeğe istekliydiler; ama babası Nelsus kızını vermek için, güveyin gidip İphikles alpın Phylake'deki kazalı sürüsünü, geniş alınlı, kıvrık boynuzlu öküzlerini kaçırmasını şart koşuyordu. Yalnız bir kusursuz kâhin bunları kaçırmağa söz verebilmişti; fakat düşman bir tanrının kazası ona mâni olmuştu: Sığırtmaçlar onu yakalayıp çözülmez urganlarla bağlamışlardı. Günler ve aylar geçip yıl çarhı tamam dönünce ve bahar geri gelince, ancak o zaman, İphikles alıp kâhini koyverdi: Bütün olacakları kendi haber vermişti ve Zeus'un dileği gerçekleşmişti. Lede'yi, Tyndareos'un karısını da gördüm, ki Tyndareos'tan iki cesur oğul dünyaya getirdi: At terbiyecisi Kastor'u ve yumruğu yaman Polydeukes'i; becerikli yerin altında her ikisi yaşamaktadır; yerin altında dahi Zeus'tan saygı görüyorlar; nöbetle, gün aşırı, ölüp dirilmektedirler; gördükleri saygı onları ölümsüzlerle eşit kılmakta. Bundan sonra İphimedia'yı, Aloeus'un karısını da gördüm ki, Poseidon ile birleşmiş olduğunu söyledi; kısa ömürlü iki oğlu dünyaya geldi: Tanrı eşi Otos ile şanlı Ephialtes; bereketli toprak bunlardan daha boylu kimseyi beslememiştir, şanlı Orion'dan sonra da en güzel 223/431 insan bunlardı. Dokuz yaşında, enleri dokuz arşın ve boyları dokuz kulaç kadar vardı: Ölümsüzleri bile bir gün Olympos'a hücum narelerini götürmekle korkutuyorlardı. Olympos'un üstüne Ossa dağını, bunun da üstüne ormanı titrek yapraklı Pelion'u bindirip göğe çıkmak istiyorlardı, belki de yiğitlik çağına erişseydiler bunu başarırlardı; lâkin Zeus'un güzel saçlı Leto'dan doğan oğlu ikisini de öldürmüştü; şakaklarının altında sakal çiçek açmadan, ayva tüyü yanaklarını gölgelendirmeden. Phaidra'yı da, Prokris'i de, kem gönüllü Minos'un kızı Ariadne'yi de gördüm: Vaktiyle Theseus onu Krete'den Atinalıların kutsal tepelerine götürmüş, ama visaline erememişti, çünkü daha önce onu Artemis iki deniz arasındaki Die adasında öldürmüştü, Dionysos'un suçlandırıcı tanıklığı ile. Maira'yı, Klymene'yi de, zalim Eriphyle'yi de gördüm, ki, sevgili kocasını ele verip diyetini altın olarak aldı. Hepsini anlatamam ve adlarını sayamam bütün kahramanların karılarını ve kızlarını; ben bitirmeden önce tanrısal gece geçerdi! Artık yatmak zamanı gelmiştir, ister gemiye, yarenlerin yanına gideyim, ister burada kalayım. Beni selametlemek işi ise bir tanrılara bir de size kaldı! Böyle dedi ve hepsi, ağızları açık, susuyorlardı: Divanhanenin gölgeleri içinde, hikâyelerin büyüsü altında idiler. Akkollu Arete söze başlıyarak şöyle dedi: — Phaiaklar, bu er size nasıl görünüyor: Benizce, boy bosça, akılca tam kararında; değil mi? O, benim konuğumdur, ama şereften hepiniz pay alıyorsunuz. Selametlemesinde acele etmeyiniz; ihtiyacına bakın: Ondan armağanlarınızı esirgemeyin, ki konaklarınızda, tanrıların dileğiyle, bunca ağır mallar vardır! 224/431 Bunun üzerine ihtiyar Ekheneos söz alarak dedi ki: — Dostlar! Kutsal melikemiz bizim maksadımıza ve düşüncemize uymıyan hiç bir şey söylemedi; söylediğine kulak verin. Alkinoos buradadır. Söz söylemek de işe geçmek de ona düşer. Buna karşı Alkinoos söz alarak şöyle dedi: — Bence de söylenecek söz budur ve böyle olacaktır, ben yaşadıkça, usta kürekçi Phaiaklar üzerinde benim hükmüm geçtikçe. Konuğumuz da, sıla hasreti olmakla beraber, yarına kadar burada kalmalıdır, tâ ki ben de bütün hediyeleri bir araya getirebileyim; onu selametlemek isi ile ise adamlarımız meşgul olacak; ben de onlardan fazla, çünkü bu ilde hanlık benimdir. Buna karşı çok görgülü Odysseus dedi ki: — Alkinoos Han, bütün halkın ulusu! Dönüşümü buyurasınız ve ağır armağanları hazırlayasınız diye bana bir yıl bekle deseniz, razı olurdum, çünkü sevgili ata yurduna olabildiği kadar eli boş dönmemek faydalı olur; İthaka'ya döndüğümü görecek olanlara da daha sayın ve daha sevgili olurdum. Bunun üzerine Alkinoos cevap verdi: — Seni görüp anladıktan sonra, Odysseus, yağsız yer üzerinde beslenip yayılan, kimsenin anlamadığı yalanlar uyduran o sayısız sahtekârlardan biri sanmak mümkün değildir. Sende bir yandan da akıl sağlamlığı vardır; en usta ozan kadar meharetle anlattın kendi çektiklerini ve bütün Argosluların acıklı kaygılarını. Ama haydi şimdi de, hiç bir şey gizlemeden, söyle bana. Tanrı eşi arkadaşlarından, seninle beraber İlion'un surları altına gelip de ecel kazasına uğramış olanlardan hiç gördüğün oldu mu? Başlıyan gece ise çok uzun: Bitecek, tükenecek gibi değil; konakta henüz yatıp uyumak 225/431 zamanı gelmedi. Haydi, sen bana o şaşılacak işleri anlat! Tanrısal Şafak sökünceye kadar oturur dinlerdim, sen bize çektiklerini anlatmak istemiş olsan! Buna karşı çok görgülü Odysseus cevap verdi: — Alkinoos Han, halkın ulusu! Her şey için vakit vardır: Uzun hikâyeler için de, uyku için de. Madem ki beni dinlemek arzusundasın, ben de başkalarını, hem de eyvah! daha acıklılarını anlatmaktan geri kalacak değilim, yarenlerimden zaferden sonra helak olanların felâketlerini! Troialıların savaş naraları arasında vurulup düşenlerin değil, hayır, dönüşten sonra hain bir kadının suçlu dileğiyle helak olanların felâketini! Kadınların tayflarını sayın Persephoneia şuraya buraya dağıttıktan sonra, Atreus oğlu Agamemnon'un kederli tayfı göründü; etrafında kendisiyle birlikte Aigisthoe'un evinde kaza eceline uğrayıp ölenlerin ruhları toplanmıştı. Kara kandan içer içmez beni tanıdı; ağlayıp sızlıyarak, dalga dalga yaş dökerek, ellerini uzatıp bana yetişmek istiyordu. Ama vaktiyle çevik ve esnek üyelerindeki güçlü sinir ve etlerden hiç bir şey kalmamıştı. Görünce gözlerim yaşardı, gönlüm içten acıdı, kendisine seslenerek kanatlı sözler söyledim: — Şanlı Atreus oğlu, erler hanı Agamemnon! Hangi Ecel tanrısı seni altedip ölüm döşeğine yatırdı? Seni Poseidon mu altetti: Zalim rüzgârların azgın nefesleri altında gemilerini batırarak? Yoksa hain düşmanlar mı canına kıydı: Karada güzel sığır ve koyun sürülerini aşırırken? veya bir kale surları altında kadınlarını kaçırmak için savaşırken? Böyle dedim, o da hemen cevap verdi: 226/431 — Zeus soyu, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus! Beni ne Poseidon gemilerimi batırarak altetti, ne hain düşmanlar karada canıma kıydı. Benim helakimi ve ecelimi hazırlıyan Aigisthos'tur: Beni lanetleme karımla birlikte o öldürdü, konağına davet ederek! İşte ben böyle, en şerefsiz ölümle öldüm. Etrafımda da bütün yarenlerimi, birini esirgemeksizin, boğazladılar; beyaz dişli domuzları düğün günü, bir zenginin, bir ulu bayın evinde veya bir imeceli ziyafet, bir bayram toplantısı için, boğazladıkları gibi Sen ki, bunca erlerin kıtalinde, gerek başa baş boğuşulurken gerek yığınlar naralar atarak savaşırken, hazır bulunmuşsun, sen de bizleri göreydin, gönlün içten acırdı: Sebular ve donanmış şölen masaları arasında, boylu boyunca divanhanede serilmiş yatıyorduk; yerden kanların dumanı tütüyordu! Kulağıma değen en zalim ses Priamos kızı Kassandra'nın sesi oldu: Onu yanıbaşımda hain Klytaimnestra öldürüyordu. O ara ben ellerimi kaldırıp korumak istedim, fakat bir kılıç vuruşu ile işim bitirilmişti... ve köpek suratlı çıktı gitti. Ben Hades'in konağına inerken; gözlerimi ve dudaklarımı kapamağı aklına bile getirmedi. Daha hain, daha köpek kimse yoktur: Böyle işleri zihninde kuran bir kadından! Bunun alçakça hazırladığı cinayet: Gençliğinin eşini, beni, öldürmek! Beni ki eve dönüşte çocuklarımın, kul ve karavaşlarımın sevgisi ile karşılanmaktan başka arzum yoktu!.. Bu kadının kafasında en büyük ustalıkla kurulan cinayetler gelecek nesillerin genç kadınlarına, en şerefli işler görecek olanlara bile leke olacaktır! Böyle dedi, ben de cevap verdim: — Eyvah! Gerçek, gürler sesli Zeus, öteden beri, Atreus soyuna, kadın işleri yüzünden ne amansız düşman kesilmiştir! Vaktiyle Helena için nice erlerimiz helak oldu! Sana da, daha uzakta iken, Klytaimnestra böyle tuzak kuruyormuş! Böyle dedim, o da hemen cevap verdi: 227/431 — Bunun için, şimdi, sen de karına hiç bir zaman fazla yavaş davranma ve bütün bildiklerini ona açma; bir kısmını emniyet etsen de bir kısmını gizli tutmalısın. Fakat, Odysseus, hiç bir zaman senin ölümün karından gelmiyecektir; çok uslu, akıllı kadındır, gönlünde hep ihtiyatlı düşünceler besler şu İkarios kızı Penelopeia. Biz onu çok genç, taze evlenmiş bırakmıştık harbe giderken; oğlu, yavrucuk, memedeydi; o şimdi herhalde erler sırasına karışmıştır... Mutlu çocuk! Babası, eve dönünce, onu görecek, o da babasını kucaklıyacak, âdet olduğu üzre! Benim karım gözlerimle doya doya oğlumu görmeme zaman bırakmadı; beni daha önce öldürdü... Sana bir şey daha söyliyeceğim, öğüdümü aklında tut: Gemini sevgili vatan toprağına aşikâre yanaştırma, dönüşünü saklı tut; çünkü kadınlar sır saklamak nedir bilmezler. Ama, haydi şimdi bana söyle, açık açık, birer birer anlat: Oğlumun nerede yaşadığını hiç işittiğin var mı: Orkhomenos'ta mı, kumlu Pylos'ta mı, veya Menelaos'un yanında, geniş ovalı İsparta'da mı? Çünkü yeryüzünün hiç bir tarafında ölmüş değildir tanrısal Orestes'im, Böyle dedi, ben de cevap verdim; — Atreus oğlu, niye bana bunları soruyorsun? Yaşıyor mu, ölmüş mü? Hiç bilmiyorum. Boşuna lâf söylemek de iyi bir şey değil. İkimiz, yüz yüze, böyle kaygılı sözlerle konuşmakta, kederli kederli bol bol yaş dökmekteydik, ki Peleus oğlu Akhilleus'un ruhu çıkageldi, arkasından Patroklos'un ve kusursuz Antilohos'un ve Aias'ın da ruhları geldi: Bütün Akhaiların görkte güzellikte, boyda bosta en üstünü, Peleus oğlundan sonra, Aias idi. Ayağına çabuk Peleus oğlunun ruhu beni tanıdı ve içini çekerek kanatlı sözler söyledi: 228/431 — A bedbaht! Nasıl böyle, aklına, gücünden büyük işler getirirsin? Hades'e inmeğe nasıl cesaret ettin ki, burada ancak özsüz güçsüz ölüler, işi bitmiş kişilerin tayfları oturur? Böyle dedi, ben de hemen ona cevap verdim: — Peleus oğlu Akhilleus! Bütün Akhaiların ulusu! Teiresias'tan öğüt istemeğe geldim: Kayalık İthaka'ya ulaşmak için yol göstersin, çünkü henüz Akhai iline varmış değilim; belâdan belâya yuvarlanarak bir türlü vatan toprağına ayak basamadım. Senden daha mutlu, ey Akhilleus, kimse ne gelmiş ne de gelecek: Eskiden, hayatta iken, biz bütün Argos erleri seni tanrılarla bir sayardık; şimdi de burada, görüyorum ki, ölülerin üzerine hükmün yürüyor. Öyle olunca, öldüğüne yanma, ey Akhilleus! Böyle dedim, o da hemen cevap verdi: — Ölümü ballandırma bana, Odysseus, alp! Razıydım, bir yanaşma gibi, hali vakti yerinde olmıyan yoksul bir çiftçinin hizmetinde olayım, şu bütün yok olmuş ölülere han olmaktansa! Lâkin, haydi şanlı oğlumdan söz aç bana: Savaşta ön safa geçip ayak direyebiliyor mu, yoksa edemiyor mu? Kusursuz Peleus için bir şey öğrendinse, onu da bana söyle: Bütün Myrmidonlar üzerine hâlâ hükmü yürüyor mu? Yoksa Hellas'ta ve Phtie'de ona saygısızlık mı ediliyor: ihtiyarlık elini, ayağını bağladığı için? Ah, ben orada, güneşin ışıkları altında olaydım da onu uyaydım, vaktiyle Troia'nın geniş ovalarında, Akhaiların selâ- meti için savaşıp en seçkin erleri tepelediğim gibi o halde babamın konağına dönebilseydim, en az bir zaman için olsun: Gücümden ve şu yorulmak bilmez ellerimden nasıl korkup titriyeceklerdi ona zulmedenler, onu saygıdan uzak tutanlar! Böyle dedi, ben de ona cevap vererek dedim ki: 229/431 — Gerçi ben şanlı Peleus için hiç bir şey öğrenmiş değilim, ancak sevgili oğlun Neoptolemos üzerine, benden dilediğin gibi, bütün ger- çeği söyleyebilirim: Onu Skyros'tan ben, kocaman karınlı denk yapılı gemime alıp güzel knemisli Akhaiların yanına iletmiştim... Troia altında yaptığımız derneklerde danışıp, görüşlerimizi söylerken, o, daima ilk söz alanlardan olurdu ve söylevlerinde yanılmazdı; olsa olsa yalnız tanrı eşi Nestor ile ben ona üstün gelirdik. Troia yöresinde biz Akhailar savaşa giriştiğimiz zaman, hiç bir vakit erlerin kalabalığı, yığını arasında kalmazdı o; çok ileri atılırdı; güçte, kuvvette eşi yoktu. Hele tepelediği erler! Müthiş savaşlar içinde tepelediği erleri, adlarıyla, ben sayıp bitiremem; Argosluların selâmeti için! Tunç kılıcı ile öldürdüklerinden biri Telephides Eurypylos'tur; bunun da etrafında yarenlerinden birçok Ketei'ler tepelendi, kadın armağanları yüzünden. Gördüklerim arasında en güzel adam da, tanrısal Memnon'dan sonra, bu Eurypylos'tu. Ya biz, Akhai hanları, Epeios'un yaptığı tahta atın içine bindiğimiz zaman! Bu kocaman tuzağı açıp kapamak işinde kumandayı bana emanet etmişlerdi! Danaosluların bütün hanları ve öğütçüleri ordaydı, gözlerinden yaş döktüklerini, el ve ayaklarının titrediğini görmüştüm; yalnız onun, senin oğlunun, güzel yüzünün sarardığını, yanağının üstüne bir damla yaş aktığını, asla, bir kere bile gözlerim görmüş değildir. «Hep attan dışarı çıkmak için yalvarırdı, kılıcının kabzasını hırpalardı, ağır tunç mızrağını sarsardı; düşündüğü ancak Troialıların başına belâ saçmak olurdu. Priamos'un yüksek şehrini nihayet talan etmişti; o zaman ganimetlerden payını ve ağırlamalığını alıp, sağ esen, gemiye dönmüştü; hiç yara, bere almamıştı; ne tunç silâhın ucundan, ne de yakından giriştiği dövüşlerden; savaşta böyle şeyler çok olur. Çılgın Ares'in kimseyi ayırt ettiği yoktur! Böyle dedim ve hemen ayağına çabuk Aiakide'nin tayfı uzun adımlarla uzaklaşarak Asphodel çayırına yöneldi; sevinç içindeydi, çünkü oğlunun seçkin bir er olduğunu haber vermiştim. 230/431 Fakat yok olmuş ölülerin öbür ruhları da kederli kederli duruyor, herbiri soruldukça kaygılarını anlatıyordu; yalnız Telamon oğlu Aias'ın tayfı, küskün, öteye çekilmiş duruyordu: Ona karşı kazanmış olduğum bir zafer yüzünden kızmıştı: Ödül Akhilleus'un silâhlarıydı: sayın anası getirip gemilerin yanında toplanan hakemlere teslim etmişti, onlar da bana hükmetmişlerdi hakemler Troialıların kızları ve Pallas Athena idi. Keşke böyle bir yarışın ödülünü kazanmasaydım! Çünkü bu yüzden böyle bir başı toprak yuttu! Ona dönerek tatlı sözlerle dedim ki: — Aias, kusursuz Telamon'un oğlu, öldükten sonra da mı unutmadın bana karşı olan küskünlüğünü; şu uğursuz silâhlar yüzünden? Onları tanrılar Argosluların başına belâ olsun diye ortaya koymuşlardır. Sen ki, onlar için bir kale idin, bu yüzden öldün. Biz Akhailar Peleus oğlunun başı için gam yediğimiz kadar senin ölümün için de durmadan ağladık. Buna sebep olan ancak Zeus'tur, ki Danaosluların mızraklı ordusuna müthiş düşman olduğu için sana da bu felâketi kısmet etmiş. Lâkin, haydi artık. Hanım, lâkırdımı dinleyip cevap ver! Kırgın yüreğinin küskünlüğünü yatıştır artık! Böyle dedim; o ise hiç cevap vermeden çekildi, öbür yokolmuş ölülerin ruhları ile birlikte Erebos'a karıştı. Orada, belki de, küskün olmakla beraber, bana cevap verip bir şey söylemeğe razı olurdu; ama göğsümün içinde benim aziz canım öbür yokolmuş ölülerin ruhlarını görüp dinlemek istiyordu, Ve gerçek, o ara, Zeus'un şanlı oğlu Minos'u gördüm: Elinde altın asa, oturmuş ölülere kadılık ediyordu; onlar da, Hades'in geniş kapılı konağında, kimi oturmuş, kimi ayakta, etrafında toplanıp dâvalarına baktırıyorlardı. 231/431 Ondan sonra dev vücutlu Orion'u fark ettim: Vaktiyle tenha dağlarda tepelemiş olduğu canavarları şimdi Asphodel çayırında avlıyordu; elinde hiç bir şeyle kırılmamış olan tunç topuzu vardı. Tityos'u, kutlu Yerin Gaia'nın oğlunu da gördüm: Toprak üzerinde uzanmıştı, dokuz dönüm yer kaplıyordu, iki akbaba iki yanına konup bağrını deşip kara ciğerini paralıyordu, o ise elleriyle onları kovamıyordu: Çünkü Leto'ya, Zeus'un kutlu karısına tecavüz etmişti: Lâtif Panapeus boyunca yürüyüp Pytho'ya giderken. Ve Tantalos'u, zalim mihnetler çekmekte iken, gördüm: Bir gölün içinde, ayakta duruyordu; su yükselip çenesine kadar çıkardı; kendi susamıştı, lâkin bir türlü içemiyordu, her ne zaman, ihtiyar, su içeyim diye eğilse, göl hemen çekilip sığlaşıyordu; iki ayağı arasında kara toprak görünürdü; onu böyle bir İfrit kuruturdu! Dallı, budaklı ağaçlar başından aşağı yemişlerini sarkıtırdı: Armut, nar ve altın meyveli elma ağaçları; her ne zaman ihtiyar, dokunayım diye elini uzatsa, rüzgâr hemen esip onları kara bulutlara kadar uzaklaştırırdı. Ve Sisyphos'u, zalim mihnetler çekmekte iken, gördüm, Kocaman bir kayayı iki yandan yakalamış, tepeye çıkarayım diye, kollarıyla ve bacaklarıyla dayanıp itiyordu; ama doruğa yerleşmek üzereyken bir kuvvet onu geri çevirirdi ve sıkılmaz kaya tekrar yere kadar yuvarlanırdı. O gene kavrayıp itmeğe koyulur, üyelerinden ter akar, kopan toz başından aşardı. Ondan sonra Herakles Alpı gördüm; bu, onun tayfı idi, çünkü kendi ölümsüzler katında yiyip içip keyf sürmektedir; ulu Zeus ile altın sandallı Hera'nın kızı güzel topuklu Hebe de onundur. Herakles'in etrafında ölülerin çığlığı koptu: Her tarafa ürküp kaçışan yırtıcı kuşların sesleri gibi; kendi ise, kara gece gibi oturmuş, yayını yalın, okunu kirişte tutuyordu, korkunç bakışlı okçu nişan almak üzre gibiydi. Altın kemer ile dehşetli okluk her yandan göğsünü sarıyordu: Bunun 232/431 üzerinde hayret verecek nakışlar işlenmişti: Ayılar, yaban domuzları, korkunç aslanlar; savaşlar, tokuşlar, boğuşmalar, boğazlaşmalar. Bu nakışları bütün ustalığı ile işlemiş olan bedizci ne kadar çalışsa, artık bu okluğun bir eşini bir daha yaratamazdı... Herakles ilk bakışta beni tanıdı ve içini çekerek kanatlı sözler söyledi: — Talihsiz, sen de mi o kara bahtı sürüyorsun ki, ben güneşin ışıkları altında iken, sürüklemiş durmuştum! Ben Kronos oğlu Zeus'un çocuğu iken sayısız cefalar çektim, çünkü kendimden çok daha aşağı bir kişinin kulu idim, o da bana çok zor işler, güçler buyururdu. Bir defasında beni buraya, Köpeği kaçırmak için yollamıştı; aklı sıra bundan daha zalim bir iş, güç yoktu... Ben Köpeği tutup Hades'ten dışarı çıkardım, çünkü kılavuzlarım Hermes ile gökgözlü Athena idi. Böyle deyip Hades'in konağına girdi; ben ise orada kalıp bizden evvel gelip geçen kahraman erlerden birinin gelmesini bekliyordum. Eski erlerden Theseus'u, Peirithoos'u tanrıların bu kutlu evlâtlarını görmeği çok arzu ediyordum. Fakat bunlardan önce, ölüler budununun binlerce kafilesi korkunç çığlıklar kopararak toplanıyordu ve beni sarı korku akli; güçlü Persephoneia'nın, Hades'ten, bana Gorgo canavarının dehşetli başını göndermiş olmasından ürküyordum. Hemen gemiye döndüm; içine bindim ve yarenleri de binip palamarı çözmeğe davet ettim. Arkadaşlar gemiye atladılar, kürekçi iskemlelerine geçip oturdular; önce küreklerin, sonra uygun rüzgârın kuvveti gemiyi Okeanos ırmağının akıntısı boyunca yürütüp uzaklaştırıyordu. 233/431 ŞAN : XII SİRENLER, KHARYBDİS, SKYLLA Gemi Okeanos ırmağının akıntısından ayrılıp engin denize açıldıktan sonra dalgalar onu Aiaie adasına götürdü ki, orada sabah sisi içinde doğan Şafağın evi ve koruları, güneşin de doğuları vardır; buraya gelince gemiyi kumsala yanaştırdık; ve orada uykuya vararak tanrısal Şafağı bekledik. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez Kirke'nin konağına arkadaşlardan bir kısım yolladım, ölmüş olan Elpenor'un cenazesini getirmek için; ve hemen ağaç kütükleri devirerek, burnun en yukarısında, kederli gönülle, gözlerimizden yaş fışkırarak, cenaze törenini yaptık; cenaze ve ölünün silâhları yandıktan sonra, toprak yığıp tümsek düzlük ve üstüne sütun rnezartaşı diktik, tümseğin en ucuna da cilâlı küreğini çaktık. Biz bütün töreni başarmıştık; Kirke de Hades'ten döndüğümüzü öğrenince çarçabuk süslenip geldi. Halayıkları arkasından gelerek ekmek, bol etler ve yanıkyüzlü kırmızı şarap getirdiler. Ortamızda durarak, tanrıçaların en tanrısalı, dedi ki: — Yaman kişiler! Yaşarken Hades'in konağına indiniz! İki ölümlü oldunuz, başka insanlar ancak bir defa ölürken! Haydin, şimdi, bütün gün yiyip için; Şafak sökünce deniz üzerinde seferinize çıkarsınız. Bu ara ben yolu tarif ederim. Her şeyi olduğu gibi anlatacağım, tâ ki yeni bir uğursuzluk yüzünden, gene denizde veya karada başınıza felâket gelmesin. Böyle diyordu, bizim de heyecanlı gönlümüz sözlerine kanıyordu. Böylece bütün gün Güneş batıncaya kadar oturduk, yiyip içtik: dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı! Güneş batıp alaca karanlık basınca yarenler gidip geminin palamarları yanında yattılar; Kirke de beni elimden tutarak, arkadaşlardan uzak, oturttu ve kendi yanıma uzanıp her şeyi ayrı ayrı sordu; ben de ona birer birer, sıra ile, her şeyi anlattım. Ondan sonra, güçlü kudretli Kirke bana dedi ki: — Demek, bütün bunları başarıp döndünüz! Şimdi de söyleyeceklerime kulak ver ve tanrı bunları daima hatırına getirsin: «En önce Sirenlere rastgeleceksiniz; bunlar kendilerine yaklaşan bütün insanları büyüler. Biri bilmiyerek yakın geçip nağmelerini işitmiş olsa, vay haline! Karısı ve suçsuz çocukları bir daha yurtlarında görüp dönüşünün şenliğini yapamayacaklar; çünkü Sirenler onu ahenkli nağmeleriyle büyülemiş olurlar: onların oturduğu çayırın kenarlarında etleri çürümüş insan kemiklerinden ve kalıntılarından yığınlar vardır... Oradan çarçabuk geçmeli ve adamlarının kulaklarını tatlı balmumu ile tıkamalısın, hiç biri seslerini işitmesin diye. Yalnız sen, tez yürüyüşlü geminin içinde, isteyecek olursan, dinleyebilirsin; bunun için seni ellerinden ve ayaklarından orta direğe, iplerle, ayakta bağlasınlar, ondan sonra Sirenler'in sesini doya doya dinlersin; eğer yarenlerine yalvarıp bağlarını gevşetmelerini söylersen bir kat daha düğümü berkitsinler. Burayı kürekçiler aştıktan sonra önüne çıkacak olan iki yoldan, hangisini seçeceğini uzun uzun tayin edemeyeceğim, aklınla kendin karar vermelisin; ben yalnız her ikisini anlatacağım: «Bir yanda iki uçurumlu Kaya vardır, buraya lâcivert gözlü Amphitirite'nin büyük dalgaları çarpıp gürler; mutlu tanrılar katında bunların adına Planktes derler. Hiç bir zaman kuşlar bunların ötesine uçamaz. Zeus babaya ambrosia götüren çekingen güvercinler bile: daima yalçın kaya onlardan birini kapar, Zeus ise onun yerine başka birini katıp sayılarını tamamlar. 235/431 Bu kayaya yaklaşıp onu aşabilmiş hiç bir insan gemisi görülmüş değildir; geminin tahtalarını ve gemicilerin vücutlarını, her şeyi, denizin dalgaları ve amansız ateşli kasırgalar alıp götürür. Yalnız bir gemi, engin denizde sefer edip buradan geçebilmiştir, bu da dillere destan olan Argo'dur; Hades ilinden dönmekte olan bu gemiyi, dalga büyük kayalar üzerine atmış iken, Hera kılavuzluk edip kurtardı, çünkü İeson'u seviyordu. Kayalar ikidir: birinin sivri tepesi geniş göğe değer; her yandan onu bir lâcivert bulut sarar ki hiç bir zaman dağılmaz; bunun tepesinde, ne yazın, ne güzün, esirin saflığı görülmez. Ölümlü insanlardan hiç biri yirmi kolu yirmi bacağı da olsa buna tırmanamaz veya üstünde duramaz: kaya o kadar yalçındır, cila verilmiş denilebilir. Bu kayanın ortasında karanlık bir mağara vardır; kuzey yönünde, Erebos'a açılır: Kocaman karınlı gemiden en usta ve güçlü kişi ok atıp bu mağaraya düşüremez; burada Skylla, müthiş uluyucu canavar, oturur, sesi yeni doğmuş bir eniğin sesini andırır; kendi ise dev gibi bir canavardır; onu görmekten kimse hoşlanmaz, rastlayan bir tanrı da olsa; on iki ayağı olup hepsi de biçimsizdir; upuzun altı da boynu ve her birinde birer korkunç başı vardır, her kafada dişler sık ve üst üste üçer sıra üzeredir: Kara ölümle dolu ağızlar. Beline kadar mağaranın kovuğuna sokulmuş, başlarını korkunç uçurumun dışına uzatıp kayayı bakışlarıyla araştırır ve yunus balıkları, deniz köpekleri ve ara sıra uğultucu Amphitrite'nin binlerle beslediği en iri canavarları avlar. Şimdiye kadar hiç bir denizci gemisini oradan zararsızca geçirmiş olmakla övünemez; lâcivert başlı gemilerin içinden, canavarın her başı uzanıp bir adam kapar. Öbür kayayı daha alçak göreceksin, Odysseus; üstünde büyük, yemyeşil yapraklı bir yaban inciri yetişmiştir; bunun altından tanrısal Kharybdis siyah denizi yutup sömürür: Günde üç defa kusar ve üç defa, ne dehşet! içine çekip yutar. Sakın sömürüş anına 236/431 rastgelmeyesin, yoksa seni Yeri sarsan bile, istese de, tehlikeden kurtaramaz. İyisi Skylla'nın kayasına yaklaşıp çabucak gemiyi geçirivermektir: Geminin tayfasından yalnız altı kişinin yasını tutmak hepiniz birden mahvolmaktan elverişlidir.» Böyle dedi, ben de hemen cevap verdim: — Şimdi, ey tanrıça, şunu dosdoğru söyle bana: Kharybdis tehlikesinden sakınmakla beraber, öteki, yarenleri kaparken, üstüne atılıp defedemez miyim? Böyle dedim; tanrıçaların en tanrısalı da hemen cevap verdi: — Yaman adam! Savaştan, dövüşten başka gözünün gördüğü yok! Ölümsüzlere bile boyun eğmek istemiyorsun. Skylla ölümsüzdür; helak olmaz bir serdir, korkunç bir belâdır, savaşılmaz bir canavardır! Güç ile, zor ile ona bir şey yapılamaz; ondan sıvışmak en emin çaredir. Kaya boyunca silâha davranayım dersen, korkarım ki, o da yeniden saldırmaya vakit bulur ve başları sayısınca adam kapar! En iyisi çarçabuk sıvışıp geçmektir; geçerken de Skylla'nın anası Kratais'i anıp dua etmeli: Bu belâyı insanların başına doğuran, odur, gene o yatıştırır, saldırışlarına bir son verir. Sonra Thrinakie adasına geleceksin; burada Güneşin sığırları ve semiz koyunları sürü sürü otlar; inek sürüleri yedidir, güzel koyunlar da o kadardır; her sürüde ellişer hayvan vardır; bunlarda doğum hiç yoktur; hiç bir zaman helak da olmazlar. Çobanları güzel belikli iki tanrıçadır nymphe Phaethusa ve Lampetie; bunları Yüce tanrı Güneşten gebe kalan tanrısal Neaira doğurmuştur. Sayın anaları, onları doğurup büyüttükten sonra Thrinakie adasının uzak kıyılarına göndermiş, orada yaşayıp babalarının koyunlarını ve iğri boynuzlu sığırlarını gütsünler diye.» 237/431 Böyle dedi ve hemen Şafak altın tahtı üzerinde göründü; ve tanrıçaların en tanrısalı adaya yollanıp uzaklaştı. Gemiye döndüm, yarenleri gemiye binmeye ve palamarları çözmeye davet ettim. Onlar da hemen bindiler ve kürekçi sıralarına oturdular; lâcivert başlı geminin arkasından, vefalı yar olarak, yelken dolduran rüzgârı yolladı. Güzel belikli tanrıça, insan sesli, güçlü kudretli Kirke. Gemide bütün avadanlıkları yerli yerine koyduktan sonra oturduk; artık gemiyi rüzgâr ile dümeni tutan kılavuz yöneltip yürütüyordu. O zaman ben, kederli gönülle, yarenlere şöyle dedim: — Dostlar, yalnız biriniz veya ikiniz bilmemelidir: Bana tanrıça Kirke'nin haber verdiklerini; cümlenize hepsini söylemek istiyorum, ta ki beraber bakalım, helak mı olacağız veya ölümden ve ecel kazasından sıyrılabilecek miyiz? En önce yaman Siren'lerden, büyüleyici seslerinden ve çiçekli çayırlarından sakınmayı öğütlemektedir; yalnız benim onları dinleyebileceğimi söylüyor, ama bunun için beni sıkı bağlarla orta direğe bağlamalısınız, ta ki orada, ayakta, sıkı durayım; size yalvarıp bağlarımı gevşetmenizi söylersem, siz düğümleri bir kat daha berkitmelisiniz! Ben bunları yarenlere söyleyip anlatırken, sağlam yapılı gemi çarçabuk Sirenlerin adasına yaklaşmıştı bile; çünkü yardımcı rüzgâr arkadan itiyordu. Az sonra rüzgâr düştü; denizde nefessiz bir limanlık olmuştu, bir ifrit dalgaları uyutmuştu. Yarenler kalkıp kocaman karınlı geminin yelkenlerini topladılar; kürekleri başına geçip cilâlı çam küreklerle denizi dövüp köpürtmeye başladılar. O zaman ben, büyük bir mum peteğini tunç hançer ucu ile ufak ufak parçalayıp kuvvetli ellerimle ezdim; çabucak, büyük baskı altında, mum yumuşamıştı. 238/431 Sıra ile arkadaşları dolaşarak kulaklarını mumla tıkadım. Onlar da beni, kollarımdan ve bacaklarımdan bağlayıp, ayakta orta direğe berkittiler; sonra her biri yerine geçip denizi küreklerle döverek köpürttüler. Tam hızla gidiyorduk; bu kadar yakından geçen tez yürüyüşlü gemi onların dikkatinden kaçmadı ve hemen gür ahenkli sesleriyle bir nağmeye başladılar: — Haydi buraya! Şanlı Odysseus, Akhaiların ulusu! Gemini durdur, ki, bizim sesimizi dinleyesin! Hiç bir kimse, kara gemisi üzerinde, bizim ağızlarımızdan çıkan tatlı sesleri dinlemeden bu burnu dolaşmış değildir; hep doya doya dinledikten sonra buradan çok şeyler öğrenerek uzaklaştılar. Gerçek, biz, tanrıların Argoslulara ve Troialılara, Troia ovasında, çektirdikleri cefaları biliriz, bereketli yeryüzünde bütün olanları bitenleri de biliriz. Böyle diyorlardı güzel sesleriyle; ve gönlüm onları dinlemek istiyordu; kaşlarımı çatarak eğilip kürek çekerken, Eurylokhos ile Perimedes kalkıp yanıma gelerek düğümleri bir kat daha berkittiler. Sirenlerin yanından geçip uzaklaştık ve artık seslerini işitmez olduk; o zaman yiğit yarenlerim, kulaklarından, tıkamış olduğum mumu çıkardılar, benim de bağlarımı çözdüler. Adayı büsbütün bırakıp geçince, bir duman ve bir dalga gördüm, bir de büyük gürültü işittim. Yarenler ürküntü içinde kalarak kürekler ellerinden çıkıverdi, gürleyerek akıntıya tâbi oldu. Gemi olduğu yerde kaldı, çünkü kollar artık cilâlı kürekleri çekemiyordu. Ben o zaman, şuraya buraya koşarak yarenleri yüreklendiriyordum: — Dostlar, biz tehlike kaza geçirmemiş insanlar değiliz; şimdi de başımıza, Kyklop bizi derin mağaranın içinde müthiş gücü ile sıkıştırdığı zamankinden daha büyük bir felâket gelemez; ama oradan da benim erdemim, benim öğüdüm ve benim aklımla kurtulmuş olduğumuzu hatırlarsınız, sanırım. Haydin, şimdi de ben, nasıl 239/431 söylersem, hepimiz ona iman edelim; sizler, kürekçi sıralarına oturarak, kürekleri ellerinize alın, denizi derinden dövmeye başlayın; umarım ki, Zeus vere, bu tehlikeden de sıyrılıp kurtuluruz!.. Dümenci, sana vereceğim öğüdü unutmamaya çalış, çünkü kocaman karınlı geminin dümenini elinde sen tutuyorsun; şu dumanı ve şu dalgayı görüyorsun ya! Gemiyi bunlardan aç, öteki kayaya yaklaştır. Yanılıp da buraya çarpacak olursan hepimizi tehlikeye atarsın. Böyle dedim, onlar da çarçabuk sözlerime inandılar. Daha Skylla üzerine hiç bir şey söylememiştim; bu kaçınılmaz belâdan yarenler korkup kürekleri ellerinden bırakabilirlerdi! Yalnız bu aralık Kirke'nin silâhlara davranmamak öğüdünü unutmuştum, onları takındım ve ellerime iki uzun mızrak alarak pruva küpeştesine çıktım: Buradan şu taş Skylla'yı, yarenlerimin başına felâketi getirmeden evvel görebileceğimi umuyordum; ama hiç bir yanda fark edemeden, gözlerim karanlık kayanın her bucağına bakmaktan yorulmuştu... Dar boğazı içimizi çeke çeke geçiyorduk: Bir yakada Skyila, öbür yakada tanrısal Kharybdis vardı. Bu kusarken, bütün deniz, büyük ateş üzerindeki kazan gibi uğultu ile kaynardı: Köpük kayaların üstüne sıçramış ve her ikisini sıvamıştı. Kharybdis denizin tuzlu suyunu tekrar sömürürken, çukurunun içinde, her tarafının âdeta kaynadığı görülürdü; kayanın yöresinde korkunç sesle böğürür, dipteki lâcivert kumlar dışarıya fırlardı... Yarenleri o anda sarı korku almıştı! Fakat, gözlerimiz kendisinden ölümü beklediğimiz Kharybdis tarafına bakmakta iken Skyila derin geminin içinden altı arkadaşımızı: Kolları hepsinden kuvvetli olanları kapıverdi; gemiye ve yarenlere bakmak için döndüğüm bir anda zavallıların havada el ve ayaklarıyla çırpındıklarını gördüm; bağırarak beni çağırıyorlardı. Son defa olarak ismimi anıyorlardı: O anda yürekleri kimbilir nasıl bir dehşet içinde idi! Uzanmış burun üzerinden balıkçı, uzun olta sırığı ile, yaban 240/431 öküzünün boynuzu içindeki yemi atıp yakaladığı küçük balıkları, çırpınırken, kayanın üstüne nasıl atarsa, Skyila da çırpınan yarenleri mağaranın eşiğinde yemişti, bu ara onlar hâlâ kollarını bana uzatıyorlar ve ismimi anıyorlardı. Ömrümde gözlerimle görmüş olduğum faciaların en büyüğü bu boğazlardan geçerken gördüğüm olmuştur! Nihayet, kayalardan, hem korkunç Kharybdis hem Skylla'dan kaçındık; sonra tanrının kusursuz adasına yetiştik; orada Yüce tanrı oğlu Güneşin geniş alınlı güzel sığırları ve semiz koyunları sürü sürü bulunuyordu. Henüz açık denizde, kara geminin içinde iken ben ağıldaki ineklerin böğürmesini ve koyunların melemesini işittim ve hemen âma kâhin Thebai'li Teiresias'ın sözü hatırıma geldi. O zaman yarenlere, kaygılı gönülle, dedim ki: — Arkadaşlar, çok cefalar çekmiş iseniz de, söyleyeceklerime kulak verin, ta ki size Hades'in konağında kâhin Teiresias'ın haber verdiklerini bildireyim: O bana insanları büyüleyen Güneşin adasından kaçınmayı çok tembih etmişti; burada bizi en büyük tehlikenin beklediğini söylemişti. Bunun için kara gemiyi bu adadan uzaklaştırmaksınız! Böyle dedim, onların ise yürekleri parçalandı. Bunun üzerine Eurylokhos sert sözlerle bana cevap verdi: — Zalim adamsın, Odysseus! Gücün kuvvetin fazlasıyla yerinde; vücudun yorulmak bilmez; her yerin demirden imiş gibi; ve yorgunluktan, uykudan bitkin arkadaşlarına bir karaya çıkıp şu iki yanı su adada ağız tadı ile bir akşam yemeği hazırlamalarını çok görüyorsun! İstiyorsun ki, tez gelip çatan gecede kıyıdan ayrılıp engine açılalım, sisler içinde kaybolalım! Gemilerin başını yiyen sert rüzgârları hep geceler doğurur! Apansız basacak tehlikeden, Notos'un veya ulugan Zephyros'un bir kasırgasından, yakayı sıyırmak kimin haddine düşmüş? Bunların pençesinden gemiyi hanlarımız tanrılar bile 241/431 kurtaramaz. Şimdi, gecenin karanlığı emrediyor, ona boyun eğelim, akşam övününün hazırlığına bakalım, tez yürüyüşlü geminin yanında konalım; ve tan yeri ağarır ağarmaz gemiye binip denize açılırız. Eurylokhos böyle diyordu, öbür arkadaşlar da ona hak veriyorlardı. O zaman ben, bir ifritin bizim için yeni felâketler kurmakta olduğunu bildim, sesimi yükselterek kanatlı sözler söyledim: — Eurylokhos, bana haksızlık ediyorsun, aranızda yalnız kaldığım için; lâkin, bari hepiniz büyük yeminle and için ki, şayet büyük bir sığır veya koyun sürüsüne rastgelecek olursak, hiçbiriniz, yaramaz bir azgınlıkla, ne bir inek, ne bir koyun öldürmeyecek: rahat rahat, ölümsüz Kirke'nin vermiş olduğu azıkları oturup yersiniz. Böyle dedim, onlar da hemen dediğim gibi yemin ettiler; yemin edip andı töresince tamamladıktan sonra, sağlam yapılı gemiyi, derin limanda, tatlı suyun karşısında, bağladık; arkadaşlar gemiden çıktılar ve ustaca uğraşıp yemeği hazırladılar. Yiyip içip doyduktan sonra, sevgili arkadaşları anarak ağladılar. Zavallıları Skylla derin geminin içinden kapıp yemişti; ve ağlayan gözlere hemen tatlı uyku bastı. GÜNEŞ'İN SIĞIRLARI AHVALİ Gecenin üç bölüğünden ikisi geçip yıldızlar batıya dönünce, bulut devşiren Zeus, korkunç, ulugan bir Notos kasırgası salıverdi, karayı ve denizi bulutlarla örttü; gökten gece bastı. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez gemiyi karaya alıp derin bir mağaraya çektik; burası Nymphelerin güzel konakları ve hora yerleri idi. O zaman ben dernek kurup cümleye şöyle dedim: 242/431 — Dostlar! Tez yürüyüşlü gemide yiyecek de var içecek de; sürüden uzak duralım ki başımıza bir şey gelmesin! Çünkü bu sığırların ve semiz koyunların sahibi korkunç bir tanrı, her şeyi gören ve işiten Güneş'tir. Böyle dedim, onların da uyanık aklı kandı. Bütün bir ay, dağişmeksizin, Notos esti durdu. Notos'tan ve Euros'tan başka rüzgâr olmadı. Ekmekle kırmızı şarap buldukça, yarenler yaşamak için sığırlardan uzak durabiliyorlardı. Fakat gemideki azıklar tükenince avcılığa, balıkçılığa baş vurmak zorunda kaimdi: bizlere kuştan balıktan, elceğizlere ne geçerse, tutmaya bakmak düştü. Bir gün, ben tanrılara dua etmek için adanın içine çekilmiştim: onlardan biri sıla yolunu göstersin diye. Adanın iç tarafına çekilip yarenlerden uzaklaşınca, rüzgârlardan kuytu bir yerde, aptes alıp bütün tanrılara dua ettim; Olympos'un sahipleri de göz kapaklarıma tatlı uyku ektiler, işte bu ara Eurylokhos yarenlere zararlı öğütler vermeye koyulmuştu: — Arkadaşlar, bunca cefalar çekmiş iseniz de söyleyeceklerime kulak verin! Bütün ölümler talihsiz insanlara acıklıdır, ama açlıktan helak olmaktan daha korkunç ölüm ve ecel kazası yoktur. Haydin, öyle ise, Güneşin ineklerinden en iyilerini tutup, göklerin sahipleri ölümsüz tanrılara tam yüzlük kurban sunalım; ve bir gün İthaka'ya, sevgili vatan toprağına kavuşacak olursak, hemen yüce tanrı oğlu Güneşe güzel bir tapınak yapar, içinde en zengin bezekleri yığarız. Şayet kızıp düz boynuzlu ineklerinin öcünü almak için gemiyi batırmak isterse, öbür tanrılar da buna karar verirlerse, birden dalgalar arasında, boğulmaya razıyım, şu ıssız adanın üzerinde sürüne sürüne ölmektense. Eurylokhos böyle dedi ve öbürleri ona hak verdiler. Ve hemen Güneşin en iyi ineklerini sürüp tuttular: kıvrık boynuzlu, geniş alınlı 243/431 inekler yakında, lâcivert pruvalı gemiden uzak olmayarak, otlayıp duruyorlardı. Yarenler hayvanları her yandan çevirdiler ve tanrılara dua edip adaklarını adamak için bir büyük meşenin yapraklarından kopardılar, çünkü artık geminin kürekçi sıraları altında beyaz arpa kalmamıştı; sonra tanrılara yalvarıp yakardılar; hayvanları boğazlayıp yüzdüler, butları ayırıp iki yandan iç yağı ile örttüler, bunların üstüne başka kanlı parçalar sardılar; saçı kılmak için şarap kalmamıştı, yakılan kurban etlerinin üstüne su saçtılar; sonra bütün iç etleri kızarttılar. Butlar yakıldıktan ve kızartılan içirikler yendikten sonra kalan etleri parçalayıp şişlere geçirdiler. Bu ara tatlı uyku benim de göz kapaklarımdan dağıldı. Deniz kenarına ve tez yürüyüşlü gemiye doğru yola koyuldum; iki küpeşteli gemiye yaklaşınca iç yağın tatlı kokusu beni sardı. İçimi çekerek ölümsüz tanrılara nida ettim: — Tanrı babamız Zeus ve öbür bütün bengi mutlu tanrılar! Şüphesiz bana azap olmak için, o hain uyku ile beni uyuttunuz! Meğer yarenler yalnız kalınca büyük işler kurup becermişler! Çarçabuk Yüce tanrı oğlu Güneşe haberci yetişti: uzun başörtülü Lampetie gelip inekleri kesmiş olduğumuzu bildirdi. Hemen yürekten öfkelenen tanrı ölümsüzlere dedi ki: — Babamız Zeus ve öbür bengi mutlu tanrılar! Şu Laertes oğlu Odysseus'un adamlarından öcümü alın: azgınlar, ineklerimi kestiler! Onlar bana neşe veriyorlardı: yıldızlı göğe çıkarken ve tekrar gökten yere dönerken ineklerin diyeti adaletle ödetilmezse, ben de batıp Hades'e ineceğim, bundan sonra ölülere aydınlık götüreceğim. Buna karşı bulut devşiren Zeus cevap verdi: — Ey Güneş! Sen ışıldamada devam et: ölümsüz tanrılar önünde ve bereketli yeryüzündeki ölümlü insanlar önünde. Onların ise, çok 244/431 geçmeden, ben ak yıldırımla tez yürüyüşlü gemilerini, şarap yüzlü engin denizin ortasında, çarpıp parçalarım. — Bunları ben güzel saçlı Kalypso'dan öğrendim; o da Haberci Hermes'ten işitmiş olduğunu söylemişti. Ondan sonra deniz kıranına geminin bulunduğu yere indim; birer birer yanlarına giderek çekiştim. Fakat bir çare bulmak elden gelmiyordu: inekler öldürülmüştü bir kere! Ve çok geçmeden tanrılardan alâmetler belirmeye başlamıştı: pöstekiler sürünüp yürüyor, şişlere geçirilmiş etler, çiğ ve pişmiş, böğürüyordu: tıpkı ineklerin sesi gibi bir sesle. Tam altı gün, bizim yiğit yarenler, Güneşin en iyi ineklerini alıp keserek kendilerine ziyafetler çektiler. Kronos oğlu Zeus yedinci günü getirdiği zaman esmekte olan kasırgalı Notos dindi. Çarçabuk gemiye binerek engin denize açıldık, bir yandan da direği dikiyor, beyaz yelkenleri çekiyorduk. Geminin yürümesi çok sürmedi, çünkü birden ulugan Zephyros esmeye başlayarak fırtına koptu. Kasırga direğin her iki çarmıh halatını kopardı, direk bütün avadanlıklarla, geminin sintinesine yuvarlandı; pupa küpeştesine çarpan direk dümencinin de başına vurarak kafa kemiklerini ezdi. Zeus aynı zamanda gürledi ve yıldırımla gemiyi çarptı. Dalgalar adamları götürdü; kara geminin etrafında kara bataklar gibi yüzüyorlardı; tanrı onlara sılayı kısmet etmiyordu! Ben, geminin içinde, bir yandan öbür yana koşuyordum, ta ki büyük bir dalga çarpıp padavraları dağıttı, omurga, ayrılarak dalgalar götürdü; direk de omurganın yanında yürüyordu, ona bir kayış, öküz derisinden çekilmiş bir sırım bağlı kalmıştı; bununla direği omurgaya berkitip üste oturdum; o halde ecel rüzgârları ile çalkanıyordum. O ara Zephyros'un kasırgalı esmesi dindi; fakat Notos yetişip gönlüme tasa 245/431 getirdi, çünkü beni tehlikeli Kharybdis'e doğru sürüklüyordu: Bütün gece çalkandım; güneş doğarken korkunç Kharybdis ile Skylla kayasının önünde bulundum. O ara, Kharybdis, denizin tuzlu suyunu sömürmekte idi; ben suyun üstüne kalkıp yüksek yaban incirine atıldım; ona bir yarasa gibi yapıştım. Fakat ne ayağımı bir yere basabiliyordum; ne ağacın gövdesine çıkmaya yol vardı; çünkü kökleri çok uzakta kalan incir ağacının iri dalları uzanıp Kharybdis'i gölgelendiriyordu. Sıkı sıkıya tutunup kaldım, ta ki, Kharybdis kusup tekrar direği ve omurgayı önüme getirdi; beklemekte olan gözlerime bunlar çok geç görünmüştü: dernek meydanında hâkim, gençlerin bir çok davarlarına baktıktan sonra, övününü yemek için kalkıp çekildiği saatte idi ki Kharybdis'in içinden tahtaların çıktığını gördüm. El ve ayaklarımı koyvererek üstlerine atıldım, yankılı bir düşüşle uzun tahtaların ortalarına yerleştim; oturduktan sonra ellerimi kürek gibi kullanarak yüzdüm. Tanrıların ve insanların babası bu sefer beni Skylla'nın gözlerinden sakladı; yoksa mahvolmuştum, ölüm başımın üzerinde dolaşıyordu. Dokuz gün böyle çalkandım, onuncu gece tanrılar beni Ogygie adasına attılar; Burada güzel belikli, insan sesli tanrıça, Kalypso oturur; beni konukladı ve severek ağırladı... «Fakat bunları tekrar niye anlatmalı ki, dün akşam, bu divanhanede, sana ve sayın eşine, aynı hikâyeyi nakletmiştim.. Bir kere uzun uzadıya nakledilen bir şeyi tekrarlamak ise hiç hoşuma gitmez.» 246/431 ŞAN : XIII ODYSSEUS'UN PHAIAKELİ' NDEN AYRILIŞI O Odysseus böyle dedi, ve cümlesi, gölgelenen divanhane içinde, büyülenmiş, susuyorlardı. Alkinoos ona cevap vererek şöyle dedi: — Ey Odysseus, mademki benim tunç eşikli, yüksek tavanlı konağıma eriştin, artık umarım ki eskiden pek çok çektiklerin yetişecek, yollarda daha fazla sürünüp kalmadan sılana kavuşacaksın. Şimdi, sizlere, her gün konakta toplanıp ikram edilen yanık yüzlü şarabı içen ve ozanın destanlarını dinleyenlere, ayrı ayrı her birinize, ne dilediğimi söylemek isterim: Konuğumuza, giyecekten, iyi işlenmiş altından ve daha başka armağanlardan, Phaiak danışmanlarının bütün gönderdikleri şu güzel oymalı sandığın içinde duruyor; ama, haydin, ona adam başına birer büyük üçayaklı 1 ile birer leğen daha verelim; biz de sonra ahaliyi toplar, herkesten baç alırız: bu kadar çok mal bağışlamak bir kişiye ağır gelir elbet. Alkinoos böyle dedi, onlar da söylediklerine baş eğdiler ve yatmak üzere evli evine çekildi. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez Phaiaklar gemiye doğru yürüyüş edip erlere yakışan tuncu getirdiler; ve Alkinoos Han erki gemiye binerek armağanları kendi eliyle kürekçi sıralarının altına yerleştirdi, tayfalar abanıp küreklere asılırken deprenişlerine bir engel olmasın diye. Sonra, cümlesi Alkinoos'un konağına, gidip şölen hazırlığına baktılar. Kutsal Alkinoos Han onları şölenle ağırlamak için, cümleye, buyruğu yürüyen karabulutlar tanrısı, Kronos oğlu Zeus'a kurban olarak, bir öküz kestirdi; butlarını yaktılar ve şanlı ziyafetten pay alıp keyiflerini yerine getirdiler; ve ortalarında tanrısal ozan, budunların övdüğü Demodokos destan okudu. Bu ara Odysseus, her yere ışık saçan güneşe sık sık başını çeviriyor, dört gözle batmasını bekliyordu, çünkü içinde sıla ateşi yanıyordu. Akşam övününe can atan çiftçi, bütün gün şarap alacası öküzleri ağır sabanı çekerek nadas edilmemiş toprağı sürdükten sonra, güneşin batmakta olduğunu görüp argın dizlerle sofra başına nasıl sevinerek koşarsa Odysseus da güneş ışığının çekildiğini görünce öyle sevinmişti. Ve hemen usta kürekçi Phaiaklara ve başlıca Alkinoos Hana dönerek söz söylemeye başladı: — Alkinoos Han, budunların ulusu tanrılara saçı kılıp beni selâ- metle uğurlayın, siz de cümleniz sağ esen kalın. Gönülceğizim ne dilemiş ise gerçek oldu: yola çıkmam kararlaşmış, değerli armağanlar ihsan edilmiş., gökteki tanrılar sonu iyiliğe eriştirsin; ve dönünce, evde, kusursuz hatuna, eşlere dostlara sağ esen kavuştursun. Burada kalan sizlere de, nikâhlı karınızla oğlanlarınızla dirlik mutlu olsun: tanrılar cümlenize iyilikler bağışlasın ve ülkenizi belâdan kazadan esirgesin. O böyle dedi, onlar da alkışladılar ve böyle gereğince söz söyleyen garibi uğurlayalım, dediler. O zaman Kutsal Alkinoos Han çavuşu çağırıp dedi ki: — Pontonoos, sebuda şarap karıp divanhanedekilerin cümlesine üleştir, ta kim Zeus ataya dua etsinler, garibi ataları yurduna selametlemek kısmet olsun. O böyle dedi, ve Pontonoos bal gibi şarabı karıp cümleye üleştirdi. Onlar da geniş göğün sahipleri mutlu tanrılara, oturdukları yerlerden saçı kıldılar. O ara, Odysseus ayağa kalktı ve iki kulplu sağrağı Arete'nin eline sunarak kanatlı sözler söyledi: 248/431 — Dirlik sana mutlu olsun, ulu Hatun, insanlar için kısmet olan ihtiyarlıkla ölüm erişinceyedek. Ben böyle yurduma dönüş için yola çıkarken, sen de konağında mutlu dirlik içinde kal, oğlanlarınla, budunlarında, ve Alkinoos Hanla birlikte. Tanrısal Odysseus böyle dedi ve eşiği aşarak dışarı çıktı. O anda kutsal Alkinoos Han çavuşu önden yolladı ki ona tez yürüyüşlü gemiye ve deniz kıyısına kadar kılavuzluk etsin. Arete de karavaşlarını koşturdu: biri güzel yıkanmış bir entari ile bir kaftan, bir diğeri sağlam yapılı bir sandık getiriyor, bir üçüncüsü ise ekmek ve kırmızı şarap taşıyordu. Gemiye ve deniz kıyısına erişince, ünlü geçiriciler bütün yiyecek ve içecekleri alıp oyulmuş teknenin .içine yerleştirdiler, ve bu ara, rahat rahat yatsın diye, Odysseus'a oyuk geminin kıç güvertesinde halı döşediler ve keten çarşaf yaydılar; kendi de gemiye bindi ve ses çıkarmaksızın döşeğe uzandı. Tayfalar sırasıyla küreklerin başına geçtiler, palamarı delikli taştan çözdüler; sonra, abanıp kürekleriyle çarpa çarpa denizi köpürttüler; ve hemen Odysseus'un göz kapaklarında tatlı, derin, ölüme çok yakın bir uyku aktı. Ovada, beraber koşulmuş dört aygır, saklayan kamçının sızıları altında nasıl hızla atılıp yol alırsa, gemi de onun gibi şaha kalkıp ilerliyor, arkadan da çalkantılı denizin yağız dalgaları tekneyi dövüyordu; güvenle öyle tez yol alıyordu ki, kuşların en çeviği olan kara çaylak ona yetişemezdi Böylece, denizin dalgalarını yarıp ilerleyen gemi tanrılar gibi düşünen kahramanı götürüyordu, o kahraman ki bunca mihnetler çekip canı yanmış Karada erlerle savaşarak, denizde korkunç dalgalarla boğuşarak. Ve şimdi, bütün çektiklerini unutmuş, rahat rahat uyuyordu. Yıldızların en parlağı, sabah sisi içinde doğan Şafağın yükselişini müjdelerken, denizin dalgalarını yaran gemi Ada'ya yanaşıyordu. 249/431 Deniz ihtiyarı Phorkus adına İthaka ilinde bir liman vardır; bunu sarp yarlı iki burun sert rüzgârlardan ve dış denizin ulu dalgalarından saklar; ve içine girip demir atacak yerine gelen iyi kuruluşlu gemiler bağlanmak bile istemez. Limanın bir bucağında, gür dallı yapraklı bir zeytin ağacı ve bunun yanında Naiades denilen Nymphelerin loş ve serin, kutsal mağarası bulunur; bu mağarada taştan kraterler testiler ve amforlar iki kulplu küpler dizilmiştir, bunların içine arılar gelip peteklerini yaparlar. Ve kocaman taş tezgâhlar üzerinde Nympheler öyle erguvan rengi bezler dokurlar ki görenler hayran olur; onda hiç kurumayan pınarlardan da sular kaynayıp akar. Mağaranın iki kapısı vardır. Boreas yönüne açılmış olanı insanlar için, Notostan yana olanı tanrılar içindi, salt ölümsüzlere mahsus olan bu yoldan hiç insan geçmez. Eskiden bildikleri bu limana girdiler; gemi hızla gelip yarısına kadar karaya uzandı: onu kürekçilerin kolları öyle bir hamle ile sürmüştü. Tayfalar hemen denk yapılı tekneden karaya çıktılar; önce Odysseus'u yumuşak döşeği ve hareli keten çarşaflan içinde kaldırıp oyuk gemiden çıkardılar; uykuya ram olmuş bir halde, kumsal üzerine yatırdılar. Sonra, ünlü Phaiak hanlarının verdiği malları çıkardılar; zeytin ağacının dibinde, yoldan sapa bir yere yığıp koydular: Odysseus uykuda iken geçenlerden biri görüp alır diye korkmuşlardı. Ondan sonra yurtlarına dönmek üzere sefere çıktılar. Ama yeri sarsan Poseidon eskiden beri tanrısal Odysseus'a karşı güttüğü öcü asla unutmuyordu; ve şimdi Zeus'a başvurup dileğini sordu: Zeus Ata, benim bundan böyle tanrıların gözünde ne şerefim kalır ki, ölümsüzler, şu kendi ırkımdan olan Phaiaklar bile beni saymıyorlar artık! Odysseus'un ancak çok cefalar çektikten sonra yurduna 250/431 döneceğini biliyordum; ben onu büsbütün sıladan mahrum etmeyi düşünmemiştim, çünkü sen bir kere söz vermiş, and içmiştin. Ama işte onu, uykuda iken, Phaiaklar tez yürüyüşlü gemileriyle kaldırıp engin deniz üzerinden İthaka'ya getirmiş bulunuyorlar; ve ona pahada ağır öyle armağanlar sundular ki, Odysseus Troia'dan sağ esen dönseydi talan payı olarak bu kadar mallar alıp beraber getiremezdi. Buna karşı bulut devşiren Zeus dedi ki: — Vay vay! Sen neler söylüyorsun, güçlü kudretli Yeri sarsan! Ölümsüzler mi seni aşağı görecek? Tanrıların en eskisine ve en ileri gelenine hor bakmak ne mümkün? Ama, ölümlülerden, güçte kuvvette haddini bilmezlerden biri saygısızlık gösterirse sen de öç almaktan geri kalmazsın. Şimdi var, istediğin gibi, gönlün nice dilerse öyle işle. Buna karşı yeri sarsan Poseidon şöyle dedi — Ey kara bulutlar tanrısı, senin dediğini çoktan yerine geürirdim, ama daima senin gazabından korkarım ve buyruğunun dışına çıkmam. Şimdi hemen gider, yabancıyı uğurlamaktan dönen Phaiakların yosma gemisini engin denizin ortasında parça parça ederim, akılları başlarına gelsin ve bir daha garipleri selametlemek işine karışmasınlar diye. Buna karşı bulut devşiren Zeus cevap verdi: — Tanrı kardeş! Benim de gönlümün en iyi onadığı budur: ilerleyip gelen gemiyi seyretmek için halk şehirden dışarı çıkmışken, karaya yakın bir yerde, tez yürüyüşlü gemilerini kayaya çeviriver, tâ ki hepsi görüp şaşa kalsınlar. Yeri sarsan Poseidon bunu işitir işitmez Phaiakların oturduğu Skerie'ye doğru yola çıktı; ve orada durup, hızla ilerlemekte olan geminin yanına vardı, onu eliyle çarpıp derinden kök salmış bir kayaya çevirdi, ondan sonra oradan uzaklaştı. 251/431 Bu ara Phaiaklar, uzun kürekli ünlü denizci erler, aralarında oturup kanatlı sözlerle konuşmaktaydılar. İçlerinden biri olanı biteni farkederek yanındakine şöyle dedi: — Eyvah! Tez yürüyüşlü gemiyi denizin ortasında kim bağladı böyle? Ne kadar da yurda yaklaşmıştı, baştan başa görünüyordu! İçlerinden biri böyle diyordu, ve gördüklerinin nasıl olup bittiğini anlamıyorlardı. Bunun üzerine Alkinoos söze başlayıp dedi ki: — Eyvah! İşte babamın eski kâhinlikleri gerçekleşiyor; o bana, derdi ki, bir gün Poseidon'un gazabına uğrayacağız, bütün yabancıları sağ esen uğurladığımızdan ötürü. Ve bana demişti ki, yosma bir Phaiak gemisi, bir selametleme seferinden dönerken, yağız denizin ortasında mahvolacak ve kocaman bir dağ ile şehrimizin önü kapatılacak. İhtiyar böyle demişti ve işte dediği oldu. Şimdi, haydin, benim söyleyeceklerimi yerine getirin. Artık garipleri yurtlarına ulaştırmaktan vazgeçelim, şehrimize başvuracak olan kim olursa olsun. Poseidon'a on iki seçkin boğa kurban edelim, umulur ki acır da şehrimizin önünü kocaman dağ ile kapatmaz. Böyle dedi ve Phaiaklar korku içinde kalıp boğaları hazırladılar. 1 Homeros'ta görülen tripus: tripoda su ısıtmaya mahsus üçayaklı tunç kaplardı. Bunlara sacayak denemez. ODYSSEUS'UN İTHAKA'YA ULAŞMASI Phaiakeli'nin hanları ve danışmanları kurban yerinin çevresinde ayakta durup Poseidon hana dua ederken, tanrısal Odysseus vatan toprağı üzerinde uykudan uyanıyordu; fakat uzun zamandanberi ayrılmış kaldığı atalar yurdunu tanımıyordu, çünkü Zeus kızı Pallas Athena her yana sis dökmüştü, tâ kim bu yerleri hiç tanımasın ve her şeyin haberini kendi versin. Ne karısı, ne budunu, ne dostları onu tanımamalıydı, fodul yavuklulara taşkınlıklarının cezasını verinceye 252/431 kadar. Her şey hanın gözlerine başka türlü görünüyordu: patikalar, liman, sarp kayalar ve yemyeşil ağaçlar. Birden davrandı ve ayakta, atalar yurdunu seyre daldı. Ağlamaklı oldu ve iki eliyle dizlerine vurarak, iniltili bir sesle dedi ki: — Eyvah! Gene hangi insanların ülkesine gelmişim? Vahşi, töre tüze tanımaz haydutların mı, yoksa garipleri iyi karşılar, tanrılardan korkar insanların mı? Şimdi bu malları nereye taşımalı? Kendim ne yana yollanayım? Keşke Phaiakeli'nde kalaydım! Beni sevecek ulu güçlü başka bir hana rastlar, sığınırdım; o da beni bir gün vatanıma ulaştırırdı elbet. Şimdi bütün bu malları nereye koyacağımı bilmiyorum; burada da bırakamam, şunun bunun yağmasına uğramasınlar diye. Eyvah, eyvah! Şu Phaiak hanları ve danışmanları hiç de iyi niyetli ve adaletli insanlar değilmiş: beni yabancı bir yere göndermişler, halbuki muhakkak İthaka'ya ulaştıracaklarını söylüyorlardı. Dediklerini yerine getirmedikleri için sığınıcıların tanrısı Zeus cezalarını versin, o Zeus ki, insanların işlediklerini bilir ve suçları cezasız komaz... Haydi şimdi malları gözden geçirip sayayım: oyuk gemiden çıkarırken bir şeyimi aşırmış olmasınlar! Böyle dedi ve o güzelim üçayaklıları ve leğenleri, altını ve güzel dokumaları birer birer saydı; hiç eksiği yoktu. Fakat o şimdi atalar yurdu için ağlıyor, sızlıyor, çok uğultulu denizin kıyısında kendini yerden yere atıyordu. Derken, yanına Athena geldi; çoban gibi giyinmiş, genç bir şehzade suretine girmişti: omuzlarında güzel işlenmiş iki katlı kepenek, tombul ayaklarında çarıklar, elinde kargı vardı. Odysseus onu görünce sevinerek yanına geldi, kanatlı sözler söyledi: — Ey dost! Bu ülkede ilk rastladığım insan, selâm sana! Beni kem niyetle karşılama, mallarımı ve canımı koru! Sana bir tanrı gibi yalvarıyor ve aziz dizlerine kapanıyorum. Bana dosdoğru söyle, çünkü bilmek istiyorum: Burası hangi yer, hangi ülkedir? Ahalisi hangi soyun 253/431 erlerindendir?.. Denizin ortasında bir ada mıdır, yoksa bereketli bir karanın denize uzanmış ucu mudur? Athena, gökgözlü tanrıça, cevap verdi: — Yabancı, sen aklını mı kaçırdın, yoksa pek uzaktan mı geliyorsun da bu yerin neresi olduğunu soruyorsun? Çünkü hiç de aşağı sayılacak bir yer değildir, gerek şafak ve güneş yönünde gerek karanlık gece yönünde oturanların çoğu onu bilir. Doğru, taşlık bir yerdir, at cinsine yaramaz, biraz da ufaraktır. Fakat hiç de bereketsiz değildir. Buğdayı çok, şarabı çok, yağışı, çisentisi bol bir yerdir. Güzel keçi yatağı, sığır yatağı bir yer. Her cinsten ormanları da var, hiç kurumayan pınarlarından sular kaynar. Bunun için, yabancı, İthaka'nın adı Troia iline kadar yayılmıştır ki, Troia'nın Akhaieli'nden çok uzak bir ülke olduğunu söylerler. Böyle dedi ve çelebi Odysseus'un gönlü sevinçle doldu: Fırtına koparan Zeus'un kızı Pallas Athena'nın ağzında vatanının adını işittiği için seviniyordu. Ona dönerek söze başladı ve kanatlı sözler söyledi, fakat daima hile düşünmek huyundan vazgeçmeyip gerçeği saklıyordu: — İthaka mı? Bu adı ben geniş ovalı Krete'de duymuştum; Krete uzakta, deniz ortasında bir yerdir. Şimdi, buraya mallarımla gelmiş bulunuyorum, bu kadarını da çoluğa çocuğa bıraktım. Kaçıyorum, çünkü İdomeneus'un sevgili oğlu ayağına çabuk Orsilekhos'u öldürdüm: o, geniş ovalı Krete üzerinde, ayak çabukluğundan yana arpa ekmeği yiyen bütün erlere üstün gelirdi. Talan payımı elimden almak istemişti. Troia ilinde ben, onun ileri sürdüğü gibi, babasının emri altında hizmet etmiyordum, benim başkanlık ettiğim öz erlerim vardı. Bir akşam, kırlardan gelirken, önü tunç kargımla vurdum: yarenlerden biriyle, yolu üzerinde, pusu kurmuştum; en karanlık bir gece 254/431 gökleri bürümüştü; kimsenin görmesine imkân yoktu; gizlice vurup canına kıydım. Sivri tunç ucu ile öldürünce, ünlü Fenikelilerin bir gemisine koştum, beni beraber götürsünler diye yalvardım; mallarımdan da onlara hatırı sayılır bir pay verdim. Onlardan beni Pylos'a veya tanrısal Elis'e, Epei'lerin hüküm sürdüğü ile götürüp bırakmalarını dilemiştim. Fakat sert rüzgârlar yüzünden kendileri hiç istemezken, oradan uzaklaşmak zorunda kaldılar; yoksa beni aldatmak hiç niyetlerinde yoktu. Buraya, bu gece, rastgele geldik; limana çarçabuk sokulduk ve yorgunluktan, karnımız çok acıkmışken hiçbirimiz yemeği aklına bile getirmedi. Gemiden çıkar çıkmaz hepimiz serilip uykuya vardık. Hele ben, öyle yorgundum ki, üzerime hemen tatlı uyku bastı... Onlar, oyuk gemiden mallarımı çıkarmışlar, kumsalda yattığım yere yakın koyup gemilerine binmişler; şen, bayındır Sidon'a gitmek üzere yola çıkıp beni gönlümün kaygıları içinde bırakmışlar. Böyle dedi ve gökgözlü tanrıça Athena gülümsedi; onu eliyle okşadı ve kadın suretine girerek kanatlı sözler söyledi: — Hay seni kurnaz, yalana dolana doymaz adam! Hilenin türlüsünü kıvırmada sana ancak bir tanrı üstün gelebilir. Öz yurduna geldin, gene çocukluğundan beri bayıldığın haydut masalları uydurmaktan vazgeçmiyorsun. Ama bunları keselim artık; bu hileleri ikimiz de biliriz, sen gerçi insanlar arasında akıldan ve nutuktan yana cümleden üstünsün, fakat fentten, hileden yana da ben bütün tanrılardan üstün olmakla övünürüm. Zeus kızı Pallas Athena'yı, her başı sıkıldıkça yanına koşup seni koruyan beni tanıyamadın mı? Seni bütün Phaiaklara sevdiren ben değil miyim? Şimdi de yanına geldimse, ünlü Phaiak hanlarının, gene benim verdiğim akılla ve öğütle, yurduna dönerken ihsan ettikleri malları saklamak için beraber yol arayalım diye geldim. Şimdi bir de, güzel yapılı konağına varınca, kaderin sana çektireceği mihnetleri öğren, her cefaya katlanmak gerek; kimseye, erkekten kadından hiç bir ferde, bunca maceralardan sonra dönüp geldiğini 255/431 açmıyacaksın; insanlardan daha nice kemlik göreceksin, sesin çıkmaksızın hepsine sabredeceksin. Ona karşı çok sakıngan, Odysseus cevap vererek şöyle dedi: — Seni, insan, zor tanır, ey tanrıça, karşına çıkan en kurnaz adam dahi olsa; çünkü sen her surete girersin. Benim iyi bildiğim şu ki, biz Akhaioğulları Troia önünde savaşırken, sen bana hep yardımcı olmuştun; ama Priamos'un yüksek kalesini talan edip gemilerimize bindikten sonra bir tanrı Akhaiları perişan etti ve ondan beri, ey Zeus kızı, seni yanımda görmez oldum; ve benden belâları uzaklaştırmak için gemime bindiğini sezmedim. Daima, göğsümün içinde yüreğim kaygılı olarak dolaştım, durdum, beni tanrılar sıkıntıdan kurtarsınlar diye bekledim. Demek Phaiak erlerinin bereketli ülkesinde de sözlerinle sen yüreğime kuvvet vermiştin ve şehir içinde bana kılavuzluk etmiştin! Şimdi, dizlerine kapanarak, atan Zeus adına sana yalvarırım: deniz ortasındaki İthaka'ya gelmiş olduğuma daha inanmıyorum; mutlak başka bir diyarda bulunuyorumdur, sanıyorum ki, benimle eğlenmek ve aklımı çelmek için böyle söylüyorsun. Açıkça söyle bana! Gerçekten sevgili atalar yurduna mı gelmişim? Ona karşı gökgözlü tanrıça Athena cevap vererek dedi ki: — Demek ki senin göğsünde daima aynı kuşku var! Fakat seni kutsuz bir halde iken bırakamam, çünkü çok sezişli, çok akıllı, anlayışlı bir adamsın. Bir başkası, bunca zamanlar dolaşakaldıktan sonra, yurduna kavuşmak sevinci içinde, ancak hasretle konağına koşup karısını, oğlunu görmek istiyecekti. Ama sen, soruşturup onlardan bir haber almaya bile kalkışmıyorsun; en önce kendin, karını sınamayı düşünüyorsun; bil ki, o, konağında oturup geceleri tükenmez üzüntü içinde ve gündüzleri ağlamakla geçirmektedir. Ben hiç bir zaman şüpheye düşmüş değilim: bilirdim ki bir gün, bütün yarenlerini kaybettikten sonra, sılana kavuşacaksın. Lâkin Poseidon'la, babamın 256/431 kardeşiyle, bozuşmak elimden gelmezdi: oğlunun gözünü kör ettiğin için, o da yüreğinde sana karşı hınç besliyordu. Ama gel de sana İthaka'nın her yanını göstereyim de inanasın: Deniz ihtiyarı Phorkus'un adını taşıyan liman işte şurasıdır; limanın bir bucağındaki ulu zeytin ağacına da bak; şu kubbeli geniş mağarayı da görüyorsun: kaç defa onun içine gelip Naiadlara tam yüzlük kurbanlar sunmuştun. Şu da ormanla örtülü Neritos dağıdır. Böyle söylerken, tanrıça sisi dağıttı: yeryüzü meydana çıktı. Çok çekmiş tanrısal Odysseus'un gönlü sevinçle doldu. Sevincinden vatanının bereketli toprağım öpüyordu. Ve hemen ellerini göğe doğru uzatarak Nymphelere dua etti: — Hey Naiad Nympheler, Zeus kızları! Sizi bir daha görmeyeceğim, diyordum; şimdi sevinçle selâmlarım; gönlümün en gerçek dileklerini kabul edin. Yakında, eskisi gibi, size adaklar sunacağım, yeter ki talan tanrıçası, Zeus kızı bana iyilik dilesin, ben ömür süreyim ve oğlum büyüsün! Ona karşı gökgözlü tanrıça Athena şöyle dedi: — Yüreğini pek tut! Böyle kaygılar gönlünden ırak olsun! Ama haydi hemen şimdi malları kutsal mağaranın içine götürüp yerleştirelim; hiç bir şeyin yitmesin; sonra düşünüp en iyi yol ne ise onu kararlaştıralım. Böyle dedikten sonra, tanrıça loş mağaranın içine girerek inin köşelerini bucaklarını araştırıyordu; o ara, Odysseus gidip gelerek Phaiakların ihsan ettiği altını, bozulmaz tuncu ve iyi dokunmuş giyecekleri taşıyor, fırtına koparan Zeus kızı Athena da onları güzel güzel yerleştiriyor ve sonunda mağaranın eşiğini bir kaya ile kapıyordu. 257/431 İkisi kutsal zeytin ağacının dibinde oturup fodul yavuklu azgınlarının ölümünü tasarlıyorlardı, sözü açan gökgözlü tanrıça Athena oldu: — Zeus soyu, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus, şımarık yavukluları bir temizlemenin yolunu düşün: üç yıldır konağında buyruk kesildiler, karına istekli çıkıp nikâh hediyeleri sunuyorlar. O ise hep senin dönüşünü bekliyor; yürekten kaygılı, her birine ayrı ayrı haberci gönderip ümitler veriyor; aklından ise başka şeyler geçiriyor. Çok tedbirli Odysseus cevap verdi: — Vay vay! Demek ki, ey tanrıça, sen gelip her şeyi gereğince haber vermeseydin, ben de Atreusoğlu Agamemnon gibi, konağımda kahpece kurulmuş tuzakla karşılaşacaktım. Ama haydi onlardan öç almanın bir yolunu göster bana! Ve yanımda kalıp yüreğime cesaret ve kuvvet nefesi üfür, tıpkı o İlion'un ak surlarını yıkıp yere serdiğimiz günkü gibi... Eğer aynı çaba ile benim yardımcım olursan, ey gökgözlü tanrıça, üç yüz erle de başa çıkarım. Ona karşı gökgözlü tanrıça Athena cevap verdi: — Hiç şüphen olmasın, o işleri başarırken yanında bulunacağım ve seni bir an gözümün önünden ayırmayacağım. Şimdiden yerleri kanlarıyla ve beyinleriyle bulaşmış görüyorum o fodul yavuklu erlerin ki, mallarını sömürüp duruyorlar! Haydi şimdi seni bütün insanlar için, öz karın için giderken konağında bıraktığın oğlun için tanılmaz kılayım; sonra en önce çobanbaşın Eumaios'un yanına gitmelisin, çünkü o gönlü ile iyiliği ister, oğlunu sever ve akıllı Penelopeia'ya saygı güder; onu domuz sürülerinin yanında bulacaksın. Bu sürüler Karga Kaya'nın ve Arethuse Çeşme'nin yakınlarında otluyorlar, hoşlarına giden palamudu yiyorlar ve yağız kaynağının suyunu içiyorlar. Orada kal, usulle ondan soruşturup olanı biteni öğrenmeye çalış, tâ ki ben 258/431 güzel kadınlı İsparta'ya gidip oğlun Telemakhos'u çağırayım. çünkü o, Menelaos'tan senin haberini almak, sağ olup olmadığını öğrenmek için geniş ovalı Lakedaimon'a kadar gitmişti. Çok tedbirli Odysseus ona karşı şöyle dedi: — Niçin acaba ona bir öğüt vermedin, sen ki aklınla her şeyi bilirsin? O da uçsuz bucaksız denizin üzerinde sürünsün kalsın ve başkaları malını sömürürken kendisi cefalar çeksin diye mi? Ona karşı hemen gökgözlü tanrıça Athena cevap verdi: — Onun için sen hiç merak etme! Onu kendim kılavuzladım; istedim ki bu yolculukla iyi bir ad kazansın. Onun için hiç bir mihnet yoktur: o şimdi Atreusoğlunun konağında rahat rahat oturuyor ve her şey bol bol kendisine veriliyor. Evet, gerçek genç yavuklular bir kara gemiye binip ona pusu kurmaya gittiler, atalar yurduna dönmeden canına kıymak istiyorlardı; ama sanmam ki işin sonu böyle olsun ve umarım ki, daha önce, mallarını yiyenlerin çoğunu kara toprak yesin. Athena böyle deyip değneği ile ona dokundu ve hemen esnek üyeleri üzerinde derisi soldu; başından sarışın saçları döküldü; vücudunun üzerinde şimdi çok ihtiyar bir adamın derisi vardı; o güzelim gözlerin feri uçmuştu. Ona yırtık pırtık, kirli isli çaputlar giydirdi, sonra üstünü çevik ayaklı bir geyiğin tüyü dökülmüş pöstekisiyle örttü; nihayet eline bir değnek verdi, omzuna iğri büğrü bir kayışla kötü bir heybe astı. Böylece danışıp anlaştıktan sonra ayrıldılar ve Athena acele ederek tanrısal Lakedaimon'a, Odysseus'un oğlunu aramaya gitti. 259/431 ŞAN : XIV ODYSSEUS'UN EUMAIOS İLE GÖRÜŞMESİ Bunun üzerine Odysseus da limandan ayrılıp ormanlar arasında geçen taşlık patikayı tutmuş, yamaca yönelmişti: Athena'nın söylediği yere, ünlü domuz çobanının katına gidiyordu; o, tanrısal Odysseus'un mallarını, öbür kullarının hepsinden daha çok korurdu. Onu, evin önünde otururken buldu; çoban orada, avlu içinde, yüksek duvarlı, her yanı yolla çevrilmiş güzel ve büyük bir domuz ağılı yapmıştı; beyi yokken, ne hanımından ne de ihtiyar Laertes'ten yardım istemeksizin, kendiliğinden burayı uyduruvermişti. Çepçevre avluyu iri taşlarla kapamış, üstlerini de dikenli çalılarla örtmüştü; ağılın dışında, her yandan, sıra sıra kara meşe özü kazıklar çekmişti; içinde ise domuzlar için yanyana on iki mandıra ayırmıştı; her birinde elli gebe domuz barınırdı, erkeklerse dışarda kalırdı; bunlar çok daha azdı, çünkü tanrının belâsı fodul yavukluları ağırlamak için hep bunlar kesilirdi; çoban her gün onlara en yağlısını, en iyisini gönderirdi. Bunun için onlardan yalnız üç yüz altmış tane kalmıştı. Her biri kurda benzer dört köpek gece gündüz domuzları beklerdi. Köpekleri de çobanbaşı Eumaios besleyip büyütmüştü. Kendi oturmuş, iyi boyanmış sığır gönünden bir çift çarık biçip ayaklarına göre dikiyordu. Adamlarının üçü, her biri bir yana dağılarak domuzları otlatmaya gitmişti; dördüncüsünü ise şehre, fodul yavuklulara tayınları olan domuzu götürmeye göndermişti; haydutlar her gün böyle birini kurban kesip etlerini sömürürlerdi. Apansız, ulugan itler Odysseus'u gördüler, havlaya havlaya üstüne atıldılar. Hemen Odysseus, sakıngan davranarak olduğu yerde oturdu, değneği de elinden düştü. Kendi ağılının önünde felâketlerin en yamanı başına gelmek üzereydi ki, Eumaios çevik ayaklarla koşarak dış kapıya yetişti: çarık derisi elinden düşmüştü, itlere hızlı hızlı seslendi ve taş yağdırarak onları, her biri bir yana gitmek üzere dağıttı; sonra efendisine dedi ki: — İhtiyar, az daha, köpeklerim seni bir saldırışta paralayıverecekti, benim de adıma leke getirecektin. Zaten tanrıların verdiği tasalar, kaygılar başımdan aşıyor: Tanrısal Hanım için ömrüm ah ile vah ile geçerken başkalarına yağlı domuzlar yetiştiriyorum; o ise, kim bilir hangi yad ellerde, hangi yabancı dil konuşan insanların şehir veya kırlarında, belki de aç aç dolaşıp duruyor; sağ olup güneşin ışığını görür olsaydı bari! Ama, ihtiyar, arkam sıra gel, kulübeye girelim; sen de onun ekmeğiyle, onun şarabıyla canın istediği kadar karnını doyurasın, sonra bana nerden geldiğini söylersin, neler çektiğini anlatırsın. Böyle deyip, ünlü domuz çobanı önden yürüdü, onu kulübenin içine aldı; üstü bir yaban keçisinin sık tüylü postu ile örtülmüş çalıdan çırpıdan bir sedire oturttu; burası onun kaba saba döşeği idi. Çobanın bu iyi karşılamasını gören Odysseus sevindi ve söze başlayıp şöyle dedi: — Zeus ve öbür ölümsüz tanrılar, sana, konuklayanım, gönlün her ne diliyorsa, versinler, beni böyle güler yüzle karşıladığın için. Sen de ona, çoban Eumaios, cevap vererek dedin ki: — Konuğum, garipleri ağırlamak âdetimdir, isterse kapıma gelen senden de daha yoksul olsun; çünkü garipleri, yoksulları bize Zeus gönderir; eh, «Yarım elma, gönül alma» demezler mi? Ben de elimden geleni yapıyorum: Bilirsin ki, kullar verirken elleri titrer, hele toy efendilere hizmet ederlerse. Ah, benim Hanım, dönüşüne tanrıların engel olduğu Han'ım! O şimdi olsaydı bana nasıl bakardı! Beni 261/431 evlendirir, barklandırırdı: ev, tarla, çok hünerli avrat verirdi; sözün kısası, tanrıların ondurduğu bir kul, uğrunda çalıştığı efendisinin yumuşak yüreğinden ne bekleyebilirse, hepsini verir, bağışlardı. Ama elimizden gitti. Ah, şu Helena, bütün soyu sopu ile yok olaydı! Çünkü o da, Agamennon'un uğrunda, Troialılarla savaşmak için, İlion'a gidenlerdendir. Böyle dedi ve çarçabuk kaftanının üstünde kemerini bağladı; sonra mandıralara giderek orada kapalı duran domuz yavrularından bir çift aldı, götürüp boğazladı ve ütüleyip etlerini doğradıktan sonra şişlere geçirdi. Kebap kızarınca, burcu burcu dumanı çıkarken, şişleriyle beraber sofraya getirdi, etlere beyaz un ekerek Odysseus'un önüne koydu; çanağının içinde bal gibi şarap kardı, konuğun karşısına geçip oturdu ve onu yemeğe davet ederek dedi ki: — Ye, konuğum, biz kulların payına düşen şu domuz yavrusu etinden; çünkü besili domuzları o sıkılmaz yavuklular sömürüyor: kimseden çekindikleri, kimseye acıdıkları yok: Mutlu tanrılar yaman işleri sevmezler elbet; doğruluğun, töresince görülen işlerin karşılığını verirler! Haydut düşmanların en alçakları bile, Zeus'un verdiği kuvvetle, bir yabancı memleketi çapul edip dopdolu gemilerle yurtlarına dönerken yüreklerinde tanrıdan belâlarını bulmak korkusu vardır. Ama bizim haydutlar, şüphesiz, tanrının gösterdiği bir nişandan Han'ımızın acıklı ölümünü bilmiş olacaklar ki, kadınına bile yolunca istekli olmuyorlar ve yurtlarına döneceklerine, rahat rahat oturup bizim malları yiyorlar, hiç bir şeyleri eksik kalmamacasına evimizi sömürüyorlar: Tanrının günü, sabah akşam onlara kurbanlar yetiştirmeli! Hem bir tane değil, iki tane değil! Şarap küplerini kurutuyorlar, kilerin dibine darı ekiyorlar! Han'ımızın dirliği genişti: ne karşıda, kıyısının karaltısı görülen karada, ne İthaka'nın üzerinde 262/431 onun yaşayışını süren başka hiç bir er yoktu! Yirmisi bir araya gelse malları malına denk olmazdı. Sağısını bilmek istersen işte: Ulu kara üzerinde on iki sürü sığırı, o kadar da koyunu vardır; onları kulluğuna girmiş çobanlar veya konuklaştığı erler güderler. Burada, bizim İthaka'da, keçileri bulunur, hepsi on bir sürüdür; onlara da adanın öbür ucunda ehil çobanlar bakar; onlar da her gün oğlaklarının en tombulunu seçerek yavuklulara göndermek zorundadırlar. Ben de, gördüğün gibi, yetiştirdiğim domuzların en güzelini onlara yolluyorum. Böyle diyordu, Odysseus ise etleri atıştırıp üst üste şarap içiyor ve sessizce yavukluların ocağına nasıl incir dikeceğini aklından geçiriyordu. Yiyip içip keyfi yerine geldikten sonra, Eumaios son olarak kendi içtiği çamçağı ağzına kadar doldurup ona uzattı. Odysseus, daha şen bir gönülle maşrapayı aldı ve sesini yükselterek kanatlı sözler söyledi: — Ey dost, kendi malından verip seni satın alan kimdi? Çok varlıklı ve çok güçlü bir erdi, diyordun, Agamennon'un uğrunda helak olduğunu da söyledin. Böyle bir kahraman idiyse, adını söyle bana; onu bir yerde tanımış olabilirim. Zeus ve öbür ölümsüz tanrılar bilir ki, onu görmüşsem, benden doğru haber alırsınız; ben çok dünya gezmiş adamım. Ona karşı, hemen, çobanbaşı Eumaios cevap verdi: — İhtiyar, hangi dünya dolaşmış kişi buraya gelip onun haberini getirmiş olsa, artık karısını ve oğlunu inandıramaz. Maceracılar hacetlerini elde etmek için gelip her biri türlü yalan söyler, ağızlarından doğru bir lâf çıkmaz. Ne zaman bu serserilerden biri İthaka'ya düşse, Hanımımın yanına koşar, ona bir masal uydurur. O da onu iyi karşılayıp konuklar, gamlı gönülle dinler ve gözlerinden yaşlar dökülür, yadelde ölen kocası için ağlamak kadınların âdetidir. 263/431 Sen de, ihtiyarcık, hemen bir masal kıvırırsın, sana da entari, kaftan ve başka esvaplar versinler diye. Halbuki onu çoktan tazılar parçalamış, veya yırtıcı kuşlar etlerini kemiklerinden gagalamış, canı teninden uçup gitmiştir; belki de, onu, denizin dibinde balıklar yemiş, kemikleri bir kıyıya atılmış, üstlerine tepe kadar kumlar yığılmıştır. Şurada veya burada ölmüştür ve arkasından dostlarına ve hepsinden çok bana tükenmez kaygılar bırakmıştır: nereye gitsem ondan yüreği daha yumuşak bey bulamam. Anama babama kavuşsam, beni büyüttükleri eve dönsem avunamam; onların hepsini göresim geliyor ama hepsinden çok, gurbette kalan Odysseus'un hasretini çekiyorum. Onun adını, yabancı, kendi yokken dahi, saygı ile anarım; çünkü beni çok severdi, yüreğinde bana bir yer vermişti. O daima benim ağabeyimdir, varsın uzaklarda olsun! Bunun üzerine çok çekmiş tanrısal Odysseus şöyle dedi: — Dostum, sen bir kere inkâr yoluna sapmışsın, «o bir daha dönmez» demişsin; gönlünden inancın sıyrılmış. Öyle ise, sana masal filân anlatmıyacağım, Odysseus'un döneceğine and içeceğim; muştuluğumu da o konağına döndükten sonra versinler; ondan önce, yoksulluğum ne derece olursa olsun, hiç bir şey kabul etmem. Yoksulluk yüzünden yalan söyliyenler benim gözümde Cehennem kapılarından daha iğrençtir. Zeus ve bütün ölümsüz tanrılar tanık olsun! Şu nimet sofrasında and olsun! Her şey dediğim gibi olacak: ya bu ayın sonunda ya gelecek ayın başında Odysseus yurduna dönecek, ve bu adanın üstünde karısının ve şanlı oğlunun şerefine dokunanlara cezalarını verecek! Ona karşı sen, çobanbaşı Eumaios, cevap vererek dedin ki: — İhtiyar, sen benden hiç bir zaman böyle muştuluk alamıyacaksın, çünkü Odysseus evine dönmiyecek. Ama keyfini bozma, iç şarabını, ve başka beylerden söz açalım, çünkü ne zaman biri benim aziz 264/431 Han'ımın adını ansa gönlüme keder basar... Haydi şimdi andı bir tarafa barakalım; Odysseus da, benim dileğim gibi, Penelopeia'nın, ihtiyar Laertes'in, şanlı Telemakhos'un arzu ettiği gibi aramıza dönsün!.. Benim şimdi en büyük tasam Telemakhos için, Odysseus'un sevgili oğlu içindir; soyunun bu biricik fidanını tanrılar büyüttü: boyu bosu, görklü yüzü onu andırıyordu. Ölümsüz tanrılardan biri mi veya bir insan mı, uslu tedbirli durup dururken, aklını çeldi de, kalktı, babasından haber soruşturmak için mübarek Pylos'a gitti; ve bizim şı- marık yavuklular dönüşünü gözetliyorlar, İthaka üzerinde tanrısal Arkesios Hanedanını söndürmeği düşünüyorlar. Elimizden bir şey gelmiyor: yakalanacak mı? Kronos oğlu elini uzatıp onu kurtaracak mı? Ama şimdi, ihtiyarcık, sana gelelim; şimdi sen bize öz kaygılarını anlatmalısın; yalana dolana sapmadan söyle bana da anlıyayım: adın ne? kimlerdensin? Şehrin neresi? Anan baban kim? Hangi gemi ile buraya geldin? Denizciler seni İthaka'ya nasıl getirip atmışlar? Nereli olmakla kıvanırlardı? Çünkü bizim adaya yayan gelmiş değilsin, sanırım. Ona karşı çok tedbirli Odysseus cevap vererek dedi ki: — Hay hay! Bütün sorduklarına dosdoğru cevap vereceğim; ama bu yemeğe, bu tatlı şaraba uzun uzun devam etsek, buradan bir yere kımıldamadan başkaları işleri görse, tam bir yıl anlatadursam bütün çektiklerimi bitiremem. Geniş ovalı Krete üzerinde doğmakla kıvanırım. Babam çok zengin bir adamdı; nikâhlı karısından, başka oğulları vardı, bunlar, öz çocuklarıydı ve konağında büyütüyordu; bense satın alınmış halayıktan doğmuştum; bununla beraber, bana da öz çocukları gibi bakardı, babam Hylakeusoğlu Kastor; onun kanından olmakla kıvanç duyarım. Çünkü bir zamanlar ona bütün Kreteliler, başarıları, malları ve değerli oğulları için bir tanrı gibi saygı gösterirlerdi. Ama ecel tanrıçaları 265/431 Kere'ler onu alıp Hades konaklarına götürdüler, ve şanlı oğulları mallarını, kur'a çekerek, üleştiler. Bana da bir ev ile çok küçük bir pay ayırdılar. Ben de, erdemimle, çok zengin bir ailenin kızıyla evlendim, çünkü akılsız ve savaştan kaçar adam değildim; şimdi ise bütün bunlar geçeli çok oluyor! Ama samanına bakınca başağı anlaşılır: eh, ne çare, başıma bunca felâketler geldi!.. Ares ile Athena bana yılmazlık ve bahadırlık vermişlerdi; ne zaman düşmanları vurmağı aklımdan geçirsem, pusu için, yiğit erler seçerdim; cesur yüreğime, yılmaz gözlerime ölüm korkusu asla girmezdi; ön safta seğirtirdim, ve düşman erlerden benim kadar koşamayıp yetişebildiğim mızrağımla tepelerdim... Savaşta bu derece cesurdum, ama tarla işlerini hiç sevmezdim, övülen çocukları yetiştiren evcimentlikten de hoşlanmazdım; bayıldığım şeyler, kürekli gemilerdi, savaşlar, oklar, cilalanmış kargılardı; başkalarını titreten bütün ölüm pusatları benim sevgililerimdi, bir tanrı onları aklıma getirirdi; insanlar bir olmaz, herkesin zevk aldığı işler başka başka. Öyle ki, Akhaioğulları Troia iline ayak basmadan önce dokuz sefer yiğit erlere başkan olmuş, tez yürüyüşlü gemilerimle yabancı ülkelere akın etmiştim: bu talanlardan pek çok kazançlarını olurdu: her seferde ilk önce, kendime bir ödül seçerdim, sonra kur'a çekerek payımı alırdım. Böylece gitgide evim barkım kutlu olmuştu; Kreteliler arasında da değerim şerefim arta gitmişti fakat gür sesli Zeus, bunca kahramanının dizlerini büken şu yaman seferi kararlaştırınca, İlion'a gemileri iletmeğe beni ve şanlı İdomeneus'u seçtiler; sıvışmıya yol yoktu: halkın gözünde adım aşağıya düşerdi. Orada biz Akhai çocukları dokuz yıl savaştık, onuncu yıl Priamos'un şehrini talan ettikten sonra, gemilere binip yurdumuza döndük. Ama bir tanrı Akhaiları darmadağın etti; ben bahtıkara için ise kaderin sahibi Zeus nice belalar göndermeği düşünüyordu ! 266/431 Yalnız bir ay evimde barkımda kalıp çoluğumla çocuğumla hoş dirlik geçirdim, mallarımın hayrını gördüm; sonra kafamda bir Aigyptie Mısır seferi yeli esti: iyi yapılı gemiler donatıp çelebi yarenlerimle akma çıkmak hevesine düştüm. Dokuz tekne donattım, bir yandan da tayfalar üşüştü. Altı gün sevgili yarenler yiyip içip cümbüş ettiler; ben bol bol kurbanlar kestiriyordum: hem tanrılara sunmak, hem de erleri toylamak için. Yedinci gün gemilere bindik, geniş ovalı Krete'den uygun, dolu bir Boreas yeliyle açıldık, bir ırmak üzerinde sefer eder gibi gidiyorduk; gemilerin hiç birinde bir kaza çıkmadı; hepimiz, sağ esen, yerlerimizde oturuyorduk, gemileri rüzgârla kılavuzlar iletiyordu: beşinci gün güzel Aigyptos Nil ırmağına girdik. Oraya ulaşınca sevgili yarenlere gemilerin yanında kalıp beklemelerini söyledim; keşif için de gözetleme yerlerine gözcüler yolladım. Ama bunların gözlerini gurur bürüdü, güçlerine güvenerek Aigyptieli Mısırlı erlerin şen kırlarını çapul ettiler, erkekleri öldürüp kadınları ve küçük çocukları sürüp getirdiler; hemen de şehrin içinde vaveyla koptu. Bağrışları duyan halk, şafak söker sökmez, yürüyüşe geçtiler; ovayı yayalar, atlılar dolduruyor, tunç parıltıları her yanda ışıldıyordu. Yıldırımın sahibi Zeus yarenlerin yüreğine fena ürküntü getirmişti; kimsede karşı durmağa cesaret kalmamıştı; ölüm her yandan bizi sarmıştı. Orada bizimkilerin bir çoğunu tunç kılıçla öldürdüler, kalanları da angaryalarda çalıştırmak üzere götürdüler. O ara Zeus'un kendisi aklıma bir düşünce getirdi. Fakat keşke orada, Aigyptie'de ecelim gelip helak olaydım: çünkü ondan sonrası beni bunca belâlar bekliyormuş! Hemen tulgamı başımdan çıkardım, omuzumdaki kalkanı yere koydum, mızrağımı da elimden fırlatıp attım: öylece beyin atlarına koşup dizlerine kapandım, onları kucaklayıp öptüm. Yarlıgadı, ve beni koruyup arabasına bindirdi; gözlerim yaşlı, sarayına iletti. Kalabalık mızraklarını sallayıp ölümümü istiyordu: öfkeleri son derecede idi; ama bey 267/431 onları uzaklaştırıyordu: garipleri koruyan Zeus'un hıncından korkuyordu, çünkü tanrı daima kemlik işliyenlerin cezasını verir. Orada yedi yıl kalıp Aigyptieli erlerden çok mal biriktirdim, çünkü hepsinin vergisi boldu. Sekizinci yıl basınca, işi gücü yalan dolan, Foinikieli bir er geldi: insanlara çok kemliği dokunmuş biriydi. Beni Foinikie'ye iletmeğe kandırdı: onun evi barkı oradaydı. O yıl boyunca onun yanında kaldım. Günler ve aylar geçip yıl sonunda bahar dönünce, beni açık deniz seferine çıkan bir gemi ile Libie'ye iletti. Beni yüklerimle birlikte gemisine alabilmek için nice yalanlar kıvırmıştı; orada beni iyi bir paha ile satmağı düşünüyormuş. Gemisine bir kuşku içinde binmiştim başka çarem yoktu. Gemi gayet uygun bir Boreas yeliyle tez tez gidiyordu; Krete üzerine varıyorduk ki, Zeus bizi sındırmayı kurmuştu. Krete'den uzaklaşınca öyle bir zaman oldu ki, görünürde hiç bir kara yok: bir gök bir de deniz! O ara Kronos oğlu oyulmuş tekne üzerine bir kara bulut yolladı, ve onun altında deniz karardı. Zeus'un yıldırımı ile çarpılan tekne devrildi; içi dumanla doldu. Bütün yarenler gemiden dışarı atıldı. O ara, gönlüm gamlı iken, Zeus karabaşlı geminin uzun direğini kollarımın arasına koydu, ölümden kurtulayım diye. Sarıldığım direk üzerinde, ecel, rüzgârlarına göğüs gererek dokuz gün sürüklendim. Onuncu gün karanlık gece ortasında, iri bir dalga beni yuvarlayıp Thesprotların ülkesine attı. Orada Thesprotlar Hanı Phaidon alp kurtulmalık istemeksizin sığınmamı kabul etti: bu erin sevgili oğluna en önce rastlamıştım; beni soğuktan ve yorgunluktan bitkin bir halde görüp kılavuzum olmuştu, elimden tutmuş, babasının konağına iletmişti; bana giyecek vermişti: entari de kaftan da. İşte orada Odysseus'un haberini aldım; Han, bana onu, atalar yurduna dönmek üzere geçerken konuklayıp ağırladığını söyledi. Odysseus'un biriktirmiş olduğu malları da bana gösterdi: Altını, tuncu, güçlükle işlenmiş demiri; o kadar boldu ki, on neslin erlerini 268/431 geçindirmeğe yeterdi. Hanın konağında bu ağır pahalı mallardan bunca ve bunca vardı. Odysseus'un Dodone'ye gitmiş olduğunu söylüyorlardı: yüce Zeus Meşesinin tanrısal yapraklarından mübarek İthaka ülkesine dönmek için öğüt istiyecekmiş: bunca zamandanberi gurbette kaldıktan sonra, şimdi aşikâre olarak mı, saklanarak mı dönmeliydi? Odysseus konağından ayrılırken, Thesprotlar hanı tanrılara saçı kılarak and içmişti ki, onu sevgili atalar yurduna ulaştıracak gemi suya indirilmiş, tayfalar da hazırlanmıştı. Fakat bir Thesprot gemisi buğday pazarı Dulihion'a varmağa hazır bulunduğu için beni daha önce yola çıkarmıştı. Han adamlara beni sağ esen Akastos hanın yanına götürmelerini de tenbih etmişti. Ama onlar akıllarıyla fena bir karar verdiler, şüphesiz beni her türlü mihnetlerin içine atmak için. Gemi karadan açık denize açılınca bana kölelik günleri çektirmeyi kurdular, üstümden entari ile kaftanımı çıkardılar, ve sırtıma şu paçavraları, gözlerinle gördüğün yırtık pırtık abayı attılar. Akşama şen yüzlü İthaka iline ulaşıyorduk; beni gemi sıralarının altına, düğüm düğüm üstüne, iyi örülmüş bir iple bağladılar; sonra çarçabuk deniz kıyısına inip övünlerini aldılar. «Fakat tanrıların öz eli beni kolayca çözüverdi: hemen dümen, tarafından yüzükoyun denize atıldım, kollarımla yüzerek az sonra onlardan uzak, tehlikeden sıyrılmış bulunuyordum; çiçeklenmiş bir korunun en sık yerinde karaya çıkıp çömeldim; oradan koştuklarını, hızlı hızlı bağrıştıklarını işitiyordum; lâkin daha fazla vakit geçirmekten bir kazançları olmıyacağını görüp hemen oyulmuş gemilerine bindiler... Tanrılar beni kolayca saklamışlar, ve işte şu kulübede özü doğru bir adamın katına ilettiler. Daha yaşamak kısmetimde varmış demek. Ve sen, çoban Eumaios, ona karşı dedin ki: — Ey gariplerin en mutsuzu, yüreğimi derinden sızlattın bu anlattıklarınla, başından uzun uzun geçen mihnetlerle; ama, bir nokta var ki gereğince söylemedin, sanıyorum: Odysseus üzerine söylediklerine beni inandıramazsın. Şu 269/431 halinle bu boş yalanlar nene gerekti? Efendimin dönüşü üzerine kendim ne biliyorsam iyi biliyorum: şüphesiz o bütün tanrıların hoşlanmadığı bir erdir... Beni buraya, domuzlarımın yanına çekilmiş görüyorsun; şehre, ancak, akıllı Penelopeia bir taraftan salık alıp çağırdığı zaman giderim. Hepsi soruşturmağa koyulurlar: bir bölüğü gurbette kalan hanımız için tasalanmış olarak, bir bölüğü de mallarını pervasızca sömürmekten sevinerek! Ben artık haber soruşturmaktan ve işittiğimi nakletmekten hoşlanmıyorum, yalanlar kıvırarak bir Aitollu beni aldattığından beri: sözde bir adam öldürüp yad ellerde dolaşmış durmuş benim de kulübeme gelmişti; onu sevgi ile karşılamıştım; Krete'de, İdomeneus'un katında, efendimi gördüğünü ve orada fırtınalardan zedelenen gemilerini kalafat etmekle uğraş- makta olduğunu söyledi: onun dediğine göre Odysseus bu yaz veya bu güz dönecekti, bütün mallarıyla ve tanrıya benzer yarenleriyle beraber!.. Sen de, bir tanrının katıma gönderdiği çok çekmiş ihtiyarcık! Yalanlarla beni avutmaktan vazgeç, çünkü bunun için seni ağırlıyacak veya sana sevgimi verecek değilim. Ben seni garipleri koruyan Zeus aşkına esirgeyip konuklarım! Buna karşı çok tedbirli Odysseus cevap vererek dedi ki: — Göğsünde ne kadar inanmaz bir gönül varmış senin. And içmişken bile seni inandıramadım. Haydi öyle ise şimdi aramızda ahdedelim, Olympos'un sahipleri Tanrılar da tanık olsun: Hanın bu eve dönecek olursa, o zaman sen de bana giyecek verirsin, entari de kaftan da; beni bir de gitmek istediğim Dulihion'a yollarsın; ama Hanın dönmiyecek olursa, dediğim yalan çıkarsa, kullukçularına buyur da beni Koca Kaya'nın üstünden atsınlar, tâ ki bundan sonra başka yoksullar yalanlar uydurup aldatmağa kalkmasınlar. Çelebi domuz çobanı ona karşı şöyle dedi: 270/431 — Konuğum, böyle yapmış olsam adım sanım nice olur, bugünkü insanlar gözünde ve ondan sonrakiler katında?.. Seni ocağımda konuklayıp ağırlıyayım, sonra sana kıyıp canını alayım! Artık ondan sonra garipleri koruyan Zeus'a yalvarmaya ne yüzüm kalır? Ama işte yemek zamanı geldi, yarenler nerde ise şimdi yetişirler hep birlikte kulübede iyi bir övün hazırlarız. Aralarında böyle konuşmakta iken, domuzlar ve çobanları ağıla geldiler. Dişileri, gecelemek üzere mandıralara sürdüler; kapatılan hayvanlar arasından bitmez tükenmez homurtulu sesler yükseliyordu. Bu ara çelebi domuz çobanı yarenlerine seslenip dedi ki: — Gidip sürünün en iyi domuzunu getirin, uzaktan gelen garip için kurban keseyim; biz de keyfimizi yerine getirelim, biz ki beyaz dişli domuzları yetiştirmek için bunca emek çekeriz, başkaları ise rahat rahat oturup yorgunluklarımızın mahsulünü sömürürler. Böyle dedikten sonra keskin tunç balta ile odun yardı; öbür çobanlar da çok semiz beş yaşında bir domuz getirdiler, ocağın üstünde ayakta durdurdular; başçoban tanrıları unutmuyordu, çünkü aklında hep iyi düşünceler vardı; en önce beyaz dişli domuzun başından kopardığı kılları alevin içine attı, ve bütün tanrılara dua etti; sonra kolunu kaldırarak, yarılmamış bir meşe odunu ile kurbanı tepeledi: ve can hemen hayvanı terketti. Domuzu boğazladılar, ütülediler ve parça parça doğradılar. Ve Eumaios, kanlı kanlı içirikleri çıkarıp geniş bir iç yağı tabakasına sardı: üstlerine beyaz arpa unu ektikten sonra ateşe saldı; kalan etler doğranıp şişlere geçirildi. Hepsi gereğince kızardıktan sonra ateşten çekilen kebaplar ekmek tahtalarının üstüne serildi; o ara başçoban kalkıp payları böldü, çünkü o her şeyi töresince düşünürdü. Hepsini yedi pay ederek 271/431 üleştirdi: Bir payı ilk olarak andığı Zeus oğlu Hermes'e sundu, öbürlerini hazır bulunanlara dağıttı; beyaz dişli domuzun kaburga kesimi ile de Odysseus'u ağırladı; ve bu şerefli pay Hanın keyfini yerine getirdi. Bu ara çok terbiyeli Odysseus söze başlayıp şöyle dedi: — Kısmet ola, Eumaios, seni Zeus ata benim sevdiğim kadar seve! Çünkü beni şu halde iken, en şerefli pay ile ağırladın. Ona karşı sen, domuz çobanı Eumaios, cevap verdin: — Ye, mutsuz konuğum, hazır bulduğun yiyeceklerden keyfini yerine getir. Bir tanrı bunları bize verir veya bizden alır; o günlünün dileğince işler; her şey onun elindedir. Böyle dedi, bir yandan da bengi tanrılara kutsal payı sunuyordu; ve yanık yüzlü şarapla saçı kıldıktan sonra dopdolu çamçağı kaleler talancısı Odysseus'un elleri arasına koydu, kendi de öz payının önüne oturdu. Bu ara Mesaulios önlerine ekmeği koymuştu bu köleyi Eumaios kendi malından vererek Taphos'lulardan satın almıştı, ve cümlesi önlerindeki hazırlanmış yiyeceklere ellerini uzattılar. Yiyip içip keyifleri yerine geldikten ve Mesaulios ekmeği toplayıp kaldırdıktan sonra, ete ekmeğe tamamıyla doymuş, yataklarına çekildiler. Bu ara gece bastı: hırçın ve karanlık bir gece; sabaha kadar Zeus yağmur yağdırdı, daima su taşıyan büyük Zephyros da esti durdu. Odysseus domuz çobanını sınamak istiyerek söz söyledi; şunu anlamak istiyordu: bu derece ona baktığı gibi kepeneğini de çıkarıp verecek miydi, yoksa yarenlerden birinin kepeneğini mi istiyecekti! 272/431 — Hepiniz dinleyin, Eumaios ve arkadaşları! Sizlere geçmişi anmak için bir hikâye anlatacağım... Beni söyleten deli şaraptır, en akıllımızı türkü söylemeğe, hora tepmeğe, gözleri yaşarınca gülmeğe ileten, saklayacak sözleri ağzından kaçırtan odur. Ben de şimdi başlamışken susmak istemiyorum... Ah, hâlâ gençliğim, gücüm kuvvetim yerinde olaydı, Troia önünde pusu kurduğumuz bir günde olduğu gibi. Odysseus ile Atreusoğlu Menelaos başlarımız dı, beni de onlar üçüncü başkan olarak seçmişlerdi. Şehrin altına gelince bataklık içinde, sık sazlar arasına sokulup zırhlarımızın altında büzüldük; o ara hırçın gece bastı, dondurucu Boreas esmeğe başladı; üstümüze kar, tipi yağıyor, kalkanlarımız kırağı tutuyordu. Benden başkalarının entarileri de kaftanları da vardı; kocaman kaftanlarıyla omuzlarına kadar örtünerek rahat rahat yatıyorlardı. Ben, havanın bu derece bozulacağını düşünmeyerek, kaftanımı arkadaşlarıma bırakmış bir kalkanla ve tunç kemerle yola çıkmıştım. Gecenin son bölüğünde, yıldızlar batmak üzereyken, yanımda yatmakta olan Odysseus'a dirseğimle dokunup seslendim; o da hemen sözüme kulak verdi. — Laertesoğlu, Zeus dölü, çok tedbirli Odysseus! Böyle giderse helak olacağım: boran beni öldürüyor! çünkü kaftansızım: bir iblis aklımı çelip beni bir entari ile yola çıkarttı; ve şimdi hiç çarem kalmadı! Ben böyle deyince, o aklıyla bir yol düşündü: o daima böyle, danışmalarda tez, savaşlarda çevikti. En alçak bir sesle bana dedi ki: Sus şimdi, seni Akhailardan bir başkası işitmesin. Sonra, dirseği üzerine dayanıp başını açtı, şu sözleri söyledi: — Kulak verin, arkadaşlar! Uykumda tanrısal düş görüp uyandım: Biz gemilerimizden fazlaca uzaklaşmış bulunuyoruz; 273/431 içimizden biri budunlar çobanı Atreusoğlu Agamemnon'a seğirtip haber ulaştırmak gerek, tâ ki o da buyursun, gemilerden birçok er çıkıp yanımıza gelsin. Böyle dedi; ve hemen Andremonoğlu Toos kalktı, üstünden erguvan rengi kaftanını atıp gemilerden yana yola çıktı. Ben de onun kaftanına bürünerek altın tahtlı Şafak sökünceye kadar rahat uyudum... Buna karşı sen, domuz çobanı Eumaios, şöyle cevap verdin: 274/431 — Koca kişi, kusursuz bir hikâye dinlettin bize; içinde gerekmez ve faydasız tek bir kelime yok! Bunun için, bu gecelik, kaftandan, uzaktan gelen bir garibe verilmesi gereken hiçbir şeyden mahrum kalmıyacaksın, ama, yarın sabah, gene çaputlarını yamar, giyersin, çünkü burada fazla kaftanlarımız, yedek entarilerimiz yok: adam başına ancak bir tane vardır. Böyle dedi, ve kalkıp ateşin yanında koyun ve keçi postlarından bir döşek hazırladı. Odysseus oraya uzanıp yattı. Eumaios onun üstünü kaba ve kocaman bir kaftanla örttü; bunu pek soğuk kış geceleri için yedek olarak saklardı. Uzanıp yatan Odysseus'un yanında Eumaios'un uşakları da yattılar; fakat kendisi domuzlardan uzak uyumak istemediğinden silâhlarını alıp dışarı çıktı. Odysseus, efendisi yokken, mallarına nasıl kaygı ile baktığını görerek kıvandı. Eumaios, en önce, güçlü omuzlarına sivri kılıcını astı; sonra rüzgârdan koruyan kalın bir kepenekle örtündü; iri bir yaban keçisinin postunu da üstüne attı; köpeklere ve serserilere karşı kullanmak üzere ucu sivri lobutunu eline aldı; bu haliyle çıkıp domuzların yattığı yere yakın, Boreas'tan kuytu, oyuk bir kayanın altında yatmağa gitti. ŞAN : XV TELEMAKHOSUN SEFERDEN DÖNÜŞÜ Pallas Athena, o ara ovaları geniş Lakedaimon'a geliyordu, ulu gönüllü Odysseus'un oğluna dönüşünü hatırlatıp yola çıkmasını söylemek için. Telemakhos ile Nestor'un alp oğlunu buldu: Bunlar adlı sanlı Menelaos'un dehlizinde uzanıp yatıyorlardı; Nestor oğlu rahat rahat uyuyordu, fakat tatlı uyku Telemakhos'un gözüne girmiyordu: Tanrının tenha gecesinde aklıyla hep babasını düşünmüştü. Yanına gelen gökgözlü Athena ayakta durarak şöyle dedi: — Telemakhos, konağından daha uzun zaman uzak kalıp mallarını sıkılmaz erlerin elinde bırakmak gerekmez: sen geciktikçe, onlar evini barkını sömürüp varını yoğunu paylaşırlar, senin de bu yolculuğun boşuna gider. Çarçabuk gür nâralı Menelaos'un yanına gidip seni yola çıkarmasını söyle, eğer dönüşünde kusursuz ananı konağında bulmak istiyorsan; çünkü şimdiden babası ve kardeşleri onu Eurymahos'a varsın diye zorluyorlar; bütün yavuklulara armağandan yana üstün gelen odur, her gün de düğün harçlarını arttırıyor. Sakın haberin olmadan, konağından, mallarını biri alıp götürmesin! Kadının göğsünde nasıl bir gönül bulunduğunu bilirsin çünkü: kadın daima yeni vardığı erin evini zengin etmek ister; ölen kocayı unutur, ondan doğmuş çocukları artık hatırına getirmez. Onun için sen yurduna dönünce, mallarını halayıklarından gözünde en iyisi olana emanet et, tâ ki Tanrılar sana da kusursuz bir eş vereler. Ama sana başka bir söz söyliyeceğim, ve onu sen gönlünde sakla; yavukluların ileri gelenleri pusu kurup seni İthaka ile taşlık Same arasındaki boğazda gözetliyorlar; seni atalar yurduna dönmeden öldürmek istiyorlar. İyi yapılı gemini adalardan uzaklaştır ve yalnız geceleyin sefer et; ölümsüzlerden seni koruyan tanrı, arkandan, yurduna ulaştıracak rüzgârı yollayacak: Sen de İthaka'nın kıyısına yanaşınca gemiyi bütün yarenlerinle şehre yolla, sonra, herkesten önce domuzlarına bakan ve gönlü ile seni seven çobanı görmeğe git onun yarımda geceleyip kendisini kusursuz Penelopeiaya gönder, sağ esen Pylos'tan döndüğünü haber versin. Tanrıça, böyle deyip gözden kayboldu, yüksek Olympos'a yollandı. Bu ara Telemakhos, ayağı ile dürterek, Nestoroğlu'nu tatlı uykusundan uyandırdı, ve ona şu sözleri söyledi: — Kalk, Nestoroğlu Peisistratos, geniş duynaklı atları arabaya koş, hemen yola çıkalım. Nestoroğlu ise ona karşı şöyle dedi: — Telemakhos, yola çıkmağa ne derece acelemiz olursa olsun şu gece karanlığında buna yol yoktur; çok geçmeden ise şafak sökecek. Ünlü mızrakçı kahraman Atreusoğlu Menelaos gelip armağanlarını arabaya getirinceye ve seni sevimli sözlerle uğurlaymcaya kadar sabret: bir konuk, daima, dostlukla onu konuklamış olanın hâtırasını saklar. Böyle demişti ki, Şafak altın tahtına çıkıyordu, ve işte o ara gür nâralı Menelaos yanlarına geldi: güzel saçlı Helena'nın yatağından henüz kalkmıştı. Odysseus'un sevgili oğlu Hanın geldiğini görünce, çarçabuk parlak kaftanını giydi, ve kahramanımız geniş harmanisini güçlü omuzlarına atarak dehlizden dışarı çıktı, ve Menelaos'a yaklaşarak şöyle dedi: — Zeus'un büyüttüğü, Atreusoğlu, budunlar başkanı Menelaos! Vakti gelmişken beni atalar yurduna yolla; gönlümün yalnız bir dileği vardır, o da yurda dönmektir. Gür nâralı Menelaos ona karşı cevap vererek dedi ki: — Telemakhos, madem ki gitmek istiyorsun, seni daha çok alıkoyacak değilim; konuklarını aşırı ağırlamalar!; alıkoyan da onlara fazla soğuk davranan da bence kınan malıdır; her işi töresince görmek 277/431 yeğdir: Daha kalmak istiyen bir konuğu yola çıkmağa zorlamak da, çabuk sıvışmak istiyeni alıkoymak da yaramaz; konuğa gerekli olan şudur: kalmak istiyorsa, güleryüzle tutmak, gitmek istiyorsa engel olmamak. «Ancak sabret de armağanlarımı arabaya getireyim; onları gözünle görüp beğenmeni isterim: karavaşlara da konaktaki hazır yiyeceklerden bir övün hazırlamalarını söyliyeyim. Şerefe, şana gereken, faydalı da olan yiyip karın doyduktan sonra uzun sefere çıkmaktır! Bütün Hellas'ı ve Argos'u dolaşmak istersen kendim senin kılavuzun olurum; atları koşup seni şehirden şehre iletirim, ve göreceksin ki hiçbir yerde bizi fena karşılayan olmıyacak. herkes acele bir armağan sunacak: kimi tunçtan bir üç, ayaklı, kimi bir leğen, kimi bir çift katır veya bir altın sağrak. Buna karşı akıllı Telemakhos cevap vererek dedi ki: — Zeus'un büyüttüğü, Atreusoğlu, budunlar başkanı Menelaos! Yurdumuza hemen dönmek istiyorum, çünkü arkamdan mallarım üzerine bekçi bırakmadım ve korkarım ki tanrılara benzer babamı aramak için uzun zaman geçirirsem kendim yok olurum, veya konaktaki ağır pahalı mallarımdan aşıranlar bulunur. Böyle diyordu, ve gür nâralı Menelaos hemen karısına ve karavaşlara konaktaki bol yiyeceklerden bir övün hazırlamalarını söyledi; O ara Boetosoğlu Eteoneus yatağından çıkageldi, çünkü oradan pek uzakta oturmuyordu; gür nâralı Menelaos ona ateşi yakıp etleri kızartmasını söyledi, ve Boetosoğlu çarçabuk dediğini yerine getirdi. Ve Menelaos ıtır kokulu odaya girdi; yalnız değildi: kendisiyle birlikte eşi Helena ile oğlu Megapentes vardı. Ağır pahalı malların haznesine gelince kendi iki küplü bir sağrak aldı, oğluna da bir gümüş sebu götürmesini söyledi; Helena ise kendi elleriyle işlediği alaca 278/431 kumaşların saklanmış olduğu sandığın önünde durdu. Kadınların en tanrısalı Helena onun içinden nakışlı bir tül seçip çıkardı: hepsinin altında durulmuş duruyor ve renklerinin parlaklığı ile bir yıldız gibi parıldıyordu. İverek konağın içinden geçip Telemakhos'un yanına geldiler; Sarı Menelaos ona dönerek şu sözleri söyledi: — Telemakhos, yurda dönüşünü, Hera'nın gürler sesli kocası vere, aklınla düşündüğün gibi gerçekleşsin. Böyle diyerek, kahraman Atreusoğlu iki kulplu sağrağı eline verdi; güçlü kuvvetli Megapentes parlak gümüş sebuyu önüne koydu: güzel yanaklı Helena da, elinde geniş tülü tutarak ileri geldi, ve ona şöyle dedi: — Ben de, sevgili çocuk, sana bu armağanı veriyorum: Helenanın kendi elleriyle işlemiş olduğu bu andacı alacağın sevgili karına hediye edersin; düğün gününe kadar sevgili ananın yanında kalır. Buradan ayrılırken seni selâmlarım, yüksek tavanlı konağına ve atalar yurduna dönmeni dilerim. Böyle diyerek büyük tülü eline verdi, o da onu sevinçle aldı. Kahraman Peisistratos, gönlünün içinden beğendiği armağanları aldı, arabaya binerek sepetin içine koydu Bu ara sarı başlı Menelaos önden yürüyerek onları divanhaneye iletti; orada sıra ile iskemlelere ve koltuklara oturdular. Bir halayık gelip güzel altın ibrikten gümüş leğen üzerine yıkasınlar diye ellerine su döktü ve önlerinde bir cilâlı masa kurdu. Sayın kâhya kadın da ekmeği getirip önlerine koydu ve hazır yiyeceklerden ikram etti. Boetosoğlu da etleri doğrayıp payları dağıttı. Şakiliği de şanlı Menelaos'un oğlu ediyordu. Onlar da önlerindeki seçme yiyeceklere ellerini uzattılar. Yiyip içip keyifleri yerine geldikten sonra, Telemakhos ile kahraman Nestoroğlu atları koştular, ve parlak alaca renkli arabaya binerek 279/431 dışkapıdan ve yankılı eşikten dışarıya sürdüler. Arkalarından gelen Sarı Menelaos, sağ elinde bal gibi tatlı şarapla dolu sağrağı tutuyordu; atların yanında durdu, uğurlama saçısını kılmak üzere sağrağı kaldırıp dedi ki: — Esenlik dilerim çocuklar, size ve budunlar çobanı Nestor'a; o benim için, Akhaioğulları Troia elinde savaştığı müddetçe, yumuşak bir baba olmuştu. Ona karşı akıllı Telemakhos dedi ki: — Bütün söylediklerini, ey Zeus'un büyüttüğü, döndüğümüz gibi, Nestor'a nakledeceğimize emin ol. Ben de, İthaka'ya dönüşümde, Tanrılar vere, Odysseus'u ocağında bulayım, ve ona nakledeyim: Beni nasıl büyük bir dostlukla karşıladın ve bana nice ağır pahalı, güzel işlenmiş armağanlar bağışladın! Böyle derken, sağından bir kartal uçup havaya kalktı, pençelerinde büyük bir beyaz ev kazı tutuyordu. Kullar ve karavaşlar haykırışarak onu kovaladılar, ve kartal yaklaşarak atların sağ yanına geçti. Bunu görünce, gönülleri sevinçle doldu, ve Nestoroğlu Peisistratos ilkin söz alarak dedi ki: — De bakalım, Zeus'un büyüttüğü, budunlar başkanı Menelaos, bu alâmeti Tanrı bizim için mi gönderiyor, senin için mi? Böyle dedi, ve Ares dostu Menelaos buna nasıl sakıngan bir cevap vereceğini düşünüyordu; o ara geniş tüle bürünmüş Helena daha tez davranarak atıldı: — Beni dinleyin! Ölümsüz tanrıların gönlüme bildirdikleri gibi kâhinlikte bulunacağım, ve bunun gerçekleşeceğini sanıyorum. Nasıl ki kartal, ırkının ve yavrularının bulunduğu dağlardan inip bizim konakta beslenmiş kazı kapıp gittiyse, bunun gibi Odysseus da, çok çekip çok dolaştıktan sonra, evine dönüp öç alacak; belki de şimdi bile yurdunda bulunuyor ve fodul yavukluların ocağına incir dikiyordur. 280/431 Ona karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi: — Hay Zeus, Hera'nın gürler sesli kocası, dileğini kabul ede! Ve bundan böyle sana bir tanrıçaya imiş gibi dualarımı sunayım. Böyle dedi ve atları kamçılayıp tezlikle şehir arasından ovaya sürdü. Boyunduruk atların iki boynu üzerinde bütün gün titreşti durdu. Güneş batıyor, bütün yollar gölgeleniyordu; o ara Pheres'e giriyorlardı; oranın hanı Diokleus, Orsilakhos'un oğlu ve Alpheios'un torunu, onları konukladı, geceyi onun konağında geçirdiler. Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez atları koştular, ve güzel arabaya binerek avludan ve yankılı dışkapıdan çıktılar. Atları kamçıladılar, hayvanlar da istekli istekli ileriye atıldılar. Az sonra yüksek Pylos kalesine eriştiler, ve o ara Telemakhos Nestoroğluna dedi ki: — Nestoroğlu, söyliyeceğimi yerine getireceğine bana söz verir misin? İkimiz konukluk bağlarıyla, hiç bozulmamak üzere, birleşmiş olmakla kıvanıyoruz: babalarımızın eski arkadaşlığı, yaşlarımızın bir olması ve bu son yolculuk aramızda daha büyük bir düşünüş birliği yaratacak, şimdi beni, ey Zeus'un büyüttüğü, geminin yanına ilet ve kumsalda bırak! Korkarım ki koca atan beni konağında uzun uzun alıkoyup ağırlamağa kalkışır; benim için ise tezlikle yola çıkmak gerek. Böyle dedi ve Nestoroğlu gönlüne danışarak sözünü, kusursuzca, nasıl yerine getireceğini düşünüyordu; düşüne taşına en iyi olarak deniz kıyısına ve gemiye ulaşmağa karar verdi ve atları o yana çevirerek sürdü; şanlı armağanları, Menelaos'un verdiği kumaşları ve altını geminin kıç küpeştesine yerleştirdi ve Telemakhos'a dönerek kanatlı sözler söyledi: 281/431 — Şimdi, çarçabuk gemiye bin, ve bütün yarenlerini acele harekete getir, ben eve varıp koca ataya haber götürmeden önce! Çünkü aklımla ve gönlümle bilirim ki, o ulu, gönlü ile, seni salıvermek istemiyecek ve kendi buraya gelip arıyacak, buradan ellerin boş gitmene asla razı olmıyacak; mutlak buna çok kızacak! Böyle deyip güzel yeleli atları Pyloslularm şehrine doğru sürdü ve az sonra konağa erişti. Telemakhos da yarenlerini acele iş başına çağırarak şöyle dedi: — Aygıtları, arkadaşlar, kara geminin içinde yerli yerine koyun; kendiniz de binin, hemen yola çıkalım. Böyle dedi, onlar da söylediğini işitir işitmez gemiye binip kürekçi sıralarına oturdular. O böyle hazırlık görürken ve geminin kıç küpeştesinde Athena'ya tütsü yakıp dua ederken yadelden bir er çıkageldi: bir adam öldürmüş olduğu için Argos'tan kaçıyordu. Menelampos soyundan bir falcıydı; dedesi eskiden koyun yatağı Pylos'ta otururdu ve Pyloslular arasında çok varlıklı olup, pek güzel bir konağı vardı; sonraları ise ata yurdundan kaçarak başka ülkelere gitmişti, çünkü yaşıyanların en şanlısı ulugönüllü Neleus, tam bir yıl boyunca, bütün mallarını elinden zorla almıştı, kendi de ağır bağlarla bağlanmış, Phylake konağında işkence altında tutuluyordu; sebep de yaman tanrıça Erinny'un, Neleus kızına karşı gönlüne koymuş olduğu belâlı delilikti. Ama sonunda böğürücü sığırları Phylake'den Pylos'a sürerek ecelden yakayı sıyırabilmiş ve tanrıya benzer Neleus'un kemliğinden öç almıştı; sonra, öz kardeşini istediği kadınla evlendirmiş, kendi de at yatağı Argos'a gitmişti. Argoslulardan ulu budunlar üzerine hüküm sürmek ona kısmet olmuştu. Orada bir kadınla evlendi, yüksek konak yaptırdı, güçlü kuvvetli iki oğlu dünyaya geldi. Antiphates ile Mantios. 282/431 Antiphates Oikleus adında ulugönüllü bir oğul oldu, bundan da fırtına koparan Zeus ile Apollon'un herkesten üstün tuttukları erler başkanı Amphiaraos doğdu. Ama ihtiyarlık eşiğine ayak basmadan, Thebai'de, armağanlarla aklı çelinen karısının hainliğine kurban olmuştu. Onun da iki oğlu dünyaya gelmişti! Alkmaion ile Amphilokhos Mantios'tan da Polypheides ile Kleitos doğmuştu; ve altın taht üzerinde oturan Şafak, Kleitos'u, çok güzel bularak yanına kaldırmış, ölümsüzler arasına getirmişti; Amphiaraos ölünce Apollon şanlı Polypheides'i falcıların en ünlüsü kıldı. Bu ise atasının gazabına çarpılarak, Hyperesie'ye çekildi orada bütün insanlar için kâhinlik etti. Şimdi çıkagelen bunun Theoklymenos adında bir oğlu idi. Telemakhos kara geminin küpeştesinde saçı kılıp dua ederken yanına geldi ve ona şu kanatlı sözleri söyledi: — Ey dost, bu yerde seni saçı kılar ve dua ederken görüyorum, öyle ise benim de yalvarışımı sen kabul et: sunduğun adak hakkı için, gök aşkına, başın için ve yanında gördüğüm yarenlerin başı için! Yalansız dolansız, sorduğuma cevap ver! Adın ne? Hangi erlerdensin? Atalar yurdun neresi? Soyun sopun kimlerdir? Ona karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi: — Yabancı, sana her şeyi olduğu gibi, dosdoğru söyleyeceğim: soyum İthaka'dandır, babam da Odysseus'tur, eğer sağ ise; ama o ölmüştür, hem de en acıklı bir ölümle! Ben buralara, şu tayfalarımla birlikte, kara gemi üzerinde, çoktan beri gurbette kalan babamdan bir salık almak için gelmiş bulunuyorum. Ona karşı, hemen, tanrı benzeri Theoklymenos dedi ki: — Ben de bir eri öldürdüğüm için, doğduğum yerleri bırakıp kaç- mak zorunda kaldım. Onun at yatağı Argos'ta Akhaiların ileri gelenlerinden o derece güçlü ve çok kardeşleri ve hısımları vardı ki, ölümden, 283/431 kara ecelden sıyrılmak için kaçıyorum; benim artık nasibim ilden ile insanlar arasında dolaşmaktır. Beni gemine al, sana sığınıyorum: Beni öldüreceklerinden korkuyorum, çünkü her yerde kovalandığımı sanıyorum. Ona karşı akıllı Telemakhos dedi ki: — Seni artık, bana sığındıktan sonra, gemimden nasıl kovabilirim? Arkamdan gel; seni dost olarak yanıma almak için elden geleni yapacağım. Böyle deyip elinden tunç mızrağını aldı, getirip iki küpeşteli geminin güvertesine dikti; kendi de engin deniz sefercisi gemiye binerek kıç küpeşteye yerleşti, Theoklymenos'u da yanına oturttu. Tayfalar palamarı çözdüler, Telemakhos yarenlerine işbaşına! emrini verdi, onlar da çarçabuk dediğini yerine getirdiler: çam direği kaldırıp güvertedeki yuvasına diktiler, çarmıhlarla berkittiler; iyi bükülmüş kayışlarla beyaz yelkenleri gerdiler. Gökgözlü Athena arkadan esen bir rüzgâr yolladı, gemi de denizin tuzlu suyu üzerinde tezlikle yol alıyordu. Güneş battı, bütün yollar karardı; ve gemi, Zeus'un uygun rüzgârıyla ilerliyerek Pheras'ı dolaştı ve Epei'lerin hüküm sürdüğü tanrısal Elide'yi aştı. Bu ara gemiyi sivri burunlu adalar arasına yönelttiler, ve Telemakhos ölümden kurtulacak mıyım, yoksa ele geçecek miyim? diye düşünüyordu. KIRLIKTA Bu ara, kulübede, ikisi: Odysseus ile çelebi domuz çobanı övünlerini alıyorlardı, bunların yanında öbür adamlar da yemeklerini yiyorlardı. Yiyip içip karınları kana kana doyduktan sonra, Odysseus domuz çobanını sınamak istedi: kendisini gönlü ile sevip yanında alıkoyacak mı, yoksa şehre gitmesini mi öğütleyecek? Bunu anlamak isteyerek dedi ki: 284/431 — Şimdi hepiniz, Eumaios ve öbür arkadaşlar, beni dinleyin: ben yarın erkenden şehre gidip dilenmeği düşünüyorum, daha fazla sizlere yük olmamak için. Bana şimdi sen salık ver ve beni şehre iletecek iyi bir kılavuz göster. Çaresiz, kapı kapı dolaşıp kiminden yiyecek, kiminden içecek ele geçirmeğe bakacağım; ve Tanrısal Odysseus'un konağına varırsam uslu akıllı Penelopeia'ya bildiklerimi haber vereceğim. Şımarık yavukluların da yanına varacağım: Madem ki bunca yiyecekleri vardır, benim de karnımı doyururlar. Onlara hizmet etmekten de geri kalmam; çünkü, —beni iyi dinle ve sözlerimi aklında tut— insanların işlerini rastgetiren tanrılar savcısı Hermes sayesinde ben kulluktan yana bir taneyim: ateş yakmada, kuru odunu yarıp ocağa yerleştirmede, etleri doğrayıp kızartmada, şakilik etmede, yoksulların zenginler katında edebileceği her kullukta bana üstün gelecek yoktur. Buna karşı sen, domuz çobanı Eumaios, cevap verip dedin ki: — Tanrı göstermiye! Böyle bir düşünce, ey garip, aklına nasıl geldi? Gerçek, yavukluların arasına karışmak istemek kendine kıymak demektir. Onların şımarıklığı, yamanlığı Demirgöğe kadar ün salmıştır. Uşakları da sana benzer insanlar değildir: güzel entariler ve kaftanlarla giyinmiş, saçları yağlanmış, güzel yüzlü delikanlılardır: onların kulluğunda durup ekmekle ve etlerle donanmış sofralarını kuranlar, şakiliklerini edenler. Bunun için sen bizimle kal; şikâyet eden mi var? Senden ne ben bıktım, ne yanımdaki arkadaşlardan biri. Odysseus'un sevgili oğlu dönünce sana entari de verir, kaftan da; ve gönlün nereye dilerse seni oraya ulaştırır. Ona karşı çok çekmiş tanrısal Odysseus dedi ki: — Hay, Eumaios çelebi, Zeus ata benim kadar senden razı olsun! Beni kapı kapı dolaşmak sefilliğinden kurtardın! insanlar için dilenmekten daha yaman ne olabilir? Ah, şu uğursuz karın! insana rahat yüzü göstermiyen dirliğini kaygılarla, mihnetlerle dolduran odur. 285/431 «Madem ki beni alıkoyup onun Telemakhos'un gelmesini beklememi öğütlüyorsun, tanrısal Odysseus'un anasından babasından söz aç bana: Onları o, giderken, ihtiyarlık eşiğinde bırakmıştı; hâlâ güneşin ışıkları altında yaşıyorlar mı, yoksa ölüp Hades'in konağına göçmüşler mi? Ona karşı erler başkanı domuz çobanı dedi ki: — Konuğum, sana, dosdoğru, sorduğunun cevabını vereceğim: Laertes hâlâ sağdır; ama her gün canını teninden söküp alsın diye Zeus'a dua ediyor; konakta oturup yaşamaktan usanç getirmiştir, oğlu gurbete çıkıp gideli ve dirlik yoldaşı karısı öleli beri! Onu kemiren en yaman dert Bilge Hatun'un ölümüdür: O bu yüzden, çok yaşlanmadan, çökmüş bir ihtiyar oldu! Kadın da gurbette kalan tosun oğlunun kederinden en acıklı bir ölümle göçtü: beni sevmiş ve korumuş olanları tanrı esirgesin, öyle ölümden. Hatun sağ iken, büyük yası içinde de, yanına gitmemden hoşlanırdı: benimle konuşur, benden her şeyi sorardı. Beni o büyütmüştü, şanlı kızı, uzun tüllü Ktimene ile bir arada. Ktimene onun en son doğurduğu kızıydı, ikimiz beraber büyütülüyorduk; ben de hemen onun kadar bakılıyordum; her ikimiz gençliğin çok hevesli çağına erişince onu Same adasından biriyle evlendirdiler ve ondan sayısız armağanlar aldılar. Beni de hanımım güzel entari ve kaftanla giydirdikten ve ayaklarıma çarıklar bağladıktan sonra kırlara gönderdi, ve eskisinden çok candan severdi. Şimdi bütün bunlardan mahrum kaldım; ama mutlu tanrılar bu köşecikte emeklerimi ondurdular: onların bereketiyle yedim, içtim ve haketmiş yoksullara sadaka verebildim. Fakat bugünkü hanımımı görmemek, onunla konuşup halini soramamak bana çok ağır geliyor: Evi şımarık erler basıp kendisine kaygılar getirmişler! Ara sıra hanımın karşısına çıkıp onunla şundan bundan konuşmak, sofrasında 286/431 yiyip, içmek ve yanından ayrılırken gönül sevindirecek bir hediye alıp kırlara götürmek kulların çok hoşlandığı bir şeydir. Ona karşı çok tedbirli Odysseus dedi ki: — Vah, vah! Demek ki sen, başçoban Eumaios, pek küçükken yurdundan kaldırıldın, anandan babandan ayrıldın! Fakat bana bu hikâyeleri anlat ve her şeyi olduğu gibi söyle: Ananın, babanın oturduğu geniş caddeli şehri yıkıp talan ederlerken mi, yoksa sen koyunlarının, sığırlarının başında bulunurken mi, düşman erler seni kapıp gemilerine götürdüler ve zengin bir erin konağına iletip ağır paha ile sattılar? Buna karşı çobanlar başkanı Eumaios dedi ki: — Konuğum, madem ki sorup anlamak istiyorsun, oturduğun yerde susup dinle, keyfini yerine getirmek için şarap da iç. Geceler çok uzun: Uykuya da hikâyeler anlatmak zevkine de vakit var. Saati gelmeden yatmamalı: Uykunun fazlası da yorgunluk verir. Buradakilerden canı yatıp uyumak isteyen varsa, gitsin yatsın ve Şafak sökünce karnını doyurup domuzların arkasından gitsin. Biz ikimiz ise, kulübede yiyip, içip geçmiş kaygıların hikayesiyle keyfimize bakalım. Bunca dolaşıp çok çeken insanlar başlarından geçenleri anmaktan pek hoşlanırlar. Şimdi beni soruya çeken konuğum, sabredip hikâye dinle benden: «Syros adında bir ada vardır, —belki bu ismi işitmişsindir— Orgygie'nin altında, güneşin batı yönünde bulunur; ahalisi o kadar kalabalık değildir, ama bereketli bir ülkedir: Sığırı, koyunu çok, buğdayı, şarabı boldur. Orada hiç kıtlık olmaz, mutsuz insanları kırıp geçiren hastalıklar da bilinmez. Nesilden nesile, ihtiyarlık çağına erişenleri gümüş yaylı tanrı, Artemis'in yoldaşı Apollon, en yumuşak oklarıyla saldırıp öldürür, iki şehir bu ülkenin topraklarını aralarında 287/431 paylaşır, babam tanrı benzeri Ormenosoğlu Ktesios her ikisinin hanı idi. Buraya ünlü denizci Foinikeliler, madrabaz kişiler gelip kara gemileriyle binbir çeşit inci boncuk getirdiler. Babamın konağında, boylu boslu güzel bir Foinikeli kadın vardı; elleri evin güzel işlerine yatkındı. Kurnaz Foinikeliler bu kadını baştan çıkardılar: Bir gün, çamaşır yıkamağa gitmişti; onlardan birinin sevgisi gönlüne düşerek oyulmuş gemide yatağına girdi. Aşk ve yatak! Kadınların, en faziletli olanlarının bile aklını çelebilir! Sonra, o er, ona kim olduğunu ve nereden geldiğini sordu; kadın da cevap vererek, babasının yüksek konağından söz açtı: — Tuncu bol Sidon'dan olmakla övünürüm; Arybas isminde çok varlıklı birinin kızıyım. Taphoslu korsanlar beni kırlarda iken kaldırıp buraya, Ktesios'un konağına ilettiler, ağır paha ile ona sattılar. Buna karşı onu gizlice baştan çıkarmış olan kişi dedi ki: — Şimdi de sen istersen, bizimle yurduna dönüp babanın ve ananın yüksek tavanlı konağını ve kendilerini görebilirsin; çünkü onlar sağ esen yaşıyorlar ve zengin sayılıyorlar. Kadın yine söze başlayıp şöyle dedi: — Öyle olsun, şayet bütün gemiciler and içerek söz verirlerse ki beni sağ esen yurduma ulaştıracaklar. Böyle dedi, onlar da ona and içtiler; yemin töresince tamam olunca kadın yine söze başlayıp dedi ki. — Şimdi ağzınızı kapayın! Bundan sonra içinizden biri bir yerde, yolda veya çeşmede, bana rastlamış olsa yanıma gelmesin; çünkü gören olursa gider, ihtiyara haber verir; o da şüpheye düşerek beni ağır zincirlere vurur, sizin de ölümünüzü kurabilir. Sırrımı kimseye 288/431 açmayın! Kumanyanızı da acele tedarik edin. Geminin yükü, azığı tamam olunca bir haberci konağa gelip bana haber iletsin. Elimin altında ne kadar altın bulunursa hepsini size getireceğim, bundan başka navlun olarak bir armağan daha vermek isterim: Konakta Ktesios'un bir oğlunu büyütmekteyim: Afacan bir oğlan, ne zaman kapıdan dışarı çıksam arkam sıra gelir; onu gemiye iletsem... o yüzden kazancınız pek büyük olur, onu başka dil konuşan insanlar ülkesine götürüp satarsınız. Böyle dedi ve babamın konağına döndü. Bütün yıl tamam olmuştu, onlar hâlâ orada kalıp oyulmuş gemilerinde mal biriktiriyorlardı; ambarları dolunca yola çıkmak üzere olduklarını kadına bildirmek için bir haberci gönderdiler. Bu çok kurnaz kişi babamın konağına gelip bir altın gerdanlık getirdi: Bir dizi kehribarla süslenmiş olan bu bezeği halayıklar ve uslu, akıllı anam elden ele dolaştırdılar, gözleriyle danlayıp paha pazarlığına giriştiler. Bu ara haberci, söz söylemeden, kadına kararlaşmış işareti ederek oyulmuş gemiye döndü. Kadın beni elimden tutarak konağın kapısına doğru yürüttü; dehlizde, davetlilerin masaları üzerinde altın sağraklar vardı: O gün babam konuklarına ziyafet çekmişti ve o ara onlar budunun işlerini görüşmek üzere dernek yerine gitmişlerdi: Kadın üç sağrak alıp koynunda sakladı, yürüyüp dışarı çıktı, ben de hiç bir şey düşünmeksizin arkasından gittim. Güneş batıyor, bütün yollar kararıyordu. Biz de koşa koşa ünlü limana geldik, orada Foinikeli erlerin tez yürüyüşlü gemisi demir atmıştı. Denizciler ikimizi tekneye alıp kendileri de bindiler ve hemen denize açıldılar; Zeus da arkamızdan uygun rüzgârı estirdi: Altı gün, geceli, gündüzlü sefer ettik ve Kronosoğlu Zeus yedinci günü doğururken, yay sahibi tanrıça Artemis gelip kadını vurdu, o da bir deniz kuşu gibi geminin sintinesine yuvarlandı. Onu balıklar ve foklar yesin diye denize attılar; ben de kederli gönülle yalnız kaldım! Rüzgârla su 289/431 bizi İthaka'ya iletti; orada Laertes malından vererek beni satın aldı... İşte gözlerimle bu ülkeyi görüp tanımam böyle oldu. Buna karşı Zeus dölü, Odysseus dedi ki: — Eumaios, gerçek pek derinden yüreğimi deprettin, candan bütün çektiğin mihnetleri anlatmakla. Ama Zeus sana kemlikle birlikte iyilik de verdi; çünkü birçok çektikten sonra yumuşak huylu bir adamın konağına girdin, seni bol bol yedirip içiriyor; dirliğin neşeli geçiyor; ben ise, nice erlerin şehirlerini geze, dolaşa buraya erişip geldim. Aralarında böyle konuşurken uyku zamanının çoğu geçip pek az uyudular; ve hemen güzel tahtına çıkan Şafak göründü ve bu ara Telemakhos'un tayfaları karaya yanaşıyorlar, yelkenleri toplayıp direği yerinden söküyorlardı. Kendileri de karaya çıkıp övünlerini hazırladılar, yanık yüzlü şarap kardılar. Yiyip, içip keyifleri yerine geldikten sonra, akıllı Telemakhos söze başlayıp şöyle dedi: — Sizler, kara tekneyi şehre kadar iletin, ben ise kırlığa uzanıp çobanların yanına varacağım. Kır işlerini gözden geçirip akşama şehre döneceğim; ve yarın, erkenden, sizlere dönüş ziyafetini çekeceğim, bol etlerle ve en tatlı şarapla. O ara tanrı yüzlü Theoklymenos söze başlayıp dedi ki: — Ya ben, sevgili çocuk, nereye gideyim? Taşlık İthaka'da hüküm sürenlerden kimin evine baş vurayım, yoksa doğruca senin ve ananın konağına mı varayım? Buna karşı akıllı Telemakhos dedi ki: — Başka bir sırada olsa seni ancak kendi evimize gelmeğe davet ederdim, ağırlamada da kusurum olmazdı; ama bugünlük orası sana 290/431 uygun düşmez; çünkü ben kendim bulunmıyacağım; anam da sana bakacak halde değil: Konakta yavukluların gözünden kaçarak, üst katta, bez dokuyup duruyor... Fakat sana bir başkasını göstereceğim; aydın görüşlü Polybos'un şanlı oğlu Eurymakhos'un konağına var; İthakalılar ona bugünden bir tanrı gibi saygı gösteriyorlar; bütün yavukluların da en iyisi odur; anamın kocası olmağa ve Odysseus'un şerefli makamına geçmeyi en çok arzu edendir. Ne olacağını Aither'de oturan, Olympos'un sahibi Zeus bilir, dilerim ki düğünden önce hepsine ecel gününü eriştirsin! Ona böyle söylemekte iken sağ yanından bir kuş, bir kara çaylak uçtu, Apollon'un bu çevik habercisi pençeleri arasında tuttuğu bir güvercinin tüylerini yoluyordu: Tüyler Telemakhos'la gemi arasında, yere saçılıyordu. O ara Theoklymenos, tayfalardan uzak bir yana çekerek ve elini sıkarak, Telemakhos'a dedi ki: — Telemakhos, hiç şüphesiz, şu sağındaki kuş bir tanrı dileği olmaksızın gelmiş değildir. Ben, onu iyice görüp bir hayırlı fal olduğunu bildim; şu İthaka ülkesinde hanlığa sizinkinden daha ziyade yakışır kan yoktur; daima burada siz hüküm süreceksiniz. Ona karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi: — Taunlar vere, Garip, bu dediğin gerçek olsun! O zaman seni o derece seveceğim ve sana o kadar çok armağanlar vereceğim ki kimse kendisini senden kutlu ve mutlu saymasın. Ve sadık arkadaşı Peiraios'a dönerek dedi ki: — Klytis oğlu Peiraios, Pylos seferinde arkamdan gelen arkadaşlardan, her işte, bana en yakın ve en sadık olan sensin; şimdi sen bu garibi kendi evine ilet; gereğince bakıp konukla, ben gidip dönünceye değin. 291/431 — Telemakhos, dilediğin kadar kırlarda kal; bir konuğu nasıl ağırlamak gerekirse ona ben öyle bakacağım; bir eksiği olmıyacak. Böyle deyip gemiye bindi ve arkadaşlarına binip palamarı çözmelerini söyledi. Telemakhos da ayaklarına güzel çarıklarını bağladıktan sonra, geminin güvertesinden tunç uçlu parlak mızrağını aldı. Tayfalar da palamarı çözüp gemiye bindiler ve emrettiği gibi kürek çekerek şehrin yolunu tuttular. Telemakhos, çevik ayaklarla, çarçabuk, binlerce domuzun bulunduğu ağıla yollanıyordu: Efendilerine pek sadık, çelebi domuz çobanı da orada oturuyordu. 292/431 ŞAN : XVI TELEMAKHOS'UN ODYSSEUSU TANIMASI İkisi, Odysseus ile çelebi domuz çobanı, kulübede, şafak sökünce ateş yakarak sabah övününü hazırladılar ve çobanlarla birlikte domuz sürülerini yola çıkardılar. Bu ara yaklaşan Telemakhos'a köpekler kuyruklarını sallayıp hiç havlamadılar. Tanrısal Odysseus kuyruk sallıyan köpekleri gördü, hemen de ayak seslerini işiterek Eumaios'a kanatlı sözler söyledi: — Eumaios, eşten, dosttan biri bu yana geliyor, çünkü köpekler havlamayıp kuyruk sallıyorlar; bir ayak sesi de işitiyorum. Bu sözleri henüz söylemişti ki, sevgili oğlu dış eşikte dikilip durmuştu. Şaşakalan domuz çobanı ayağa kalkarak elinden kaplar düştü: Onlarda yanık yüzlü şarap karmağa bakıyordu. Efendisinin karşısına geldi, başından öptü, iki güzel gözünden ve iki elinden öptü; gözlerinden gür yaşlar döküldü! Bir baba on yıl gurbette kalıp uzaktan gelen sevgili oğlunu bunca zalim kaygıların konusu biricik yavrusunu nasıl kucaklarsa, tıpkı onun gibi çelebi çoban tanrı yüzlü Telemakhos'u kucaklayıp öpüyordu; onu ölümden kurtulmuş görerek hıçkırıyordu... Sonra kanatlı sözler söyleyip dedi ki: — Geldin artık, Telemakhos, gözümün tatlı aydını! Seni bir daha göremem diyordum, gemi ile Pylos'a gideli beri; ama, haydi içeri gir, sevgili çocuk, uzak seferden dönüyorsun, seni doya doya gözlerimle göreyim. Kırlığına, çobanlarının yanına ne kadar da seyrek gelirsin; yoksa şehirde eğlenip fodul yavukluların iğrenç kalabalığından pek mi hoşlanıyorsun? Buna karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi: — Dediğin gibi olsun, Eumaios ata! İşte şimdi de senin için buraya geliyorum, seni gözlerimle göreyim ve ağzından haberini alayım: Anam hâlâ konakta kalıyor mu, yoksa başka bir ere mi vardı ve Odysseus'un yatağı boş kalıp çirkin örümceklerin baskınına mı uğradı? Buna karşı çobanlar başkanı Eumaios dedi ki: — Anan, sabırlı gönlü ile, hep konağında kalıyor ve geceli gündüzlü, durmadan ağlıyor. Bu sözler üzerine domuz çobanı Telemakhos'un elinden tunç mızrağı aldı. Odysseus'un oğlu taş eşiği aşıp içeri girince babası kalkıp oturduğu yeri ona vermek istedi; lâkin Telemakhos onu işaretle durdurarak şöyle dedi: — Oturduğun yerden kalkma, yabancı! Biz kendi kulübemizde oturacak başka bir yer buluruz; burada onu hazırlayacak adam da vardır. Böyle dedi ve babası yine yerine oturdu. Domuz çobanı da hemen yeşil yapraklı dallarla doldurduğu sıranın üstünü bir posteki ile örttü ve Odysseus'un sevgili oğlu oraya oturdu. Sonra, Eumaios, et tepsileri üzerinde, geçen akşam yenen kebaptan artanı önlerine koydu ve çarçabuk sepetlere ekmek doldurup çanağında bal gibi şarap kardı, kendi de tanrısal Odysseus'un karşısına geçip oturdu. Bu ara, önlerinde hazır konmuş seçme yiyeceklere ellerini uzattılar. Yiyip, içip karınları doyduktan sonra, Telemakhos, çelebi domuz çobanına dönerek dedi ki: — Bu garip, Eumaios ata, sana nereden geliyor? Denizciler onu İthaka'ya nasıl ilettiler? Hangi ülkeden olduklarını söylemişler? 294/431 Ona karşı, sen çobanbaşı Eumaios, cevap vererek şöyle dedin: — Geniş ovalı Krete'de doğmuş olduğunu söylüyor; dediğine göre bir çok ülkeleri, şehirleri gezip dolaşmış. Bir tanrı ona bu talihi kısmet etmiş. Şimdi Thesprotların bir gemisinden sıvışıp benim kulübeme gelmiş bulunuyor. Onu sana ısmarlıyorum. Dilediğini yerine getirirsin: Kendi sana sığınıp ocağına düşmekle kıvanıyor. Ona karşı akıllı Telemakhos dedi ki: — Eumaios, yüreğime dokunan bir söz söyledin: Ben garibi evime nasıl kabul edeyim? Kendim gencim ve konuğumu haksız yere hor tutacak birine karşı kolumun gücüyle koruyabileceğime güvenim yok. Anamın gönlü ise iki istek arasında bocalamakta: Ya yanımda kalıp evime bakmak, kocasının döşeğine saygı gösterip halkın gözünde adlı sanlı yaşamak; veya Akhaiların en çelebisine varmak öyle bir ere ki, konakta ona istekli çıkıp en zengin armağanları versin. Senin çatının altına gelen garibe ben giyecek yeni şeyler veririm, entari de kaftan da ve kendisini gönlünün dilediği yere gönderirim. Belki de sen onu kulübende saklamak isterdin; o halde geçimliğini ben gönderirim; ekmeğini, çamaşırını, her şeyini; sana ve arkadaşlarına yük olmasın. Fakat yavukluların yanına gitmesini istemem; çünkü şımarıklıkları ve yaramazlıkları aşırı derecededir, gönlünü kıracak bir şey yaparlarsa, ben çok üzülürüm. İstediğin kadar yürekli ol, nasıl başa çıkarsın, onlar hem bu kadar çok hem bu derece kuvvetli iken? Çok sabırlı kahraman, tanrısal Odysseus ona karşı, şöyle dedi: — Ey dost, ben de bir şey söylersem haddimi aşmış olmam sanırım. İşittiklerim yüreğimi parça parça ediyor doğrusu; nedir o yavukluların senin konağında ettikleri yamanlıklar, çevirdikleri fırıldaklar? Şu yiğitliğinle sen bunlara razı değilsin elbet... Ama söyle bana: Göz mü yumuyorsun, yoksa halk bir tanrı buyruğu ile sana düş- man mı olmuş? Yoksa kardeşlerinden mi şikâyetin var? Savaşın en 295/431 katı zamanında onlardan beklenen yardımı mı görmedin? Ah! Bende, şu yüreğimin üstünde, senin gençliğin olsaydı! Ben kusursuz Odysseus'un oğlu veya kendisi olaydım! Başım düşman eliyle kesileydi eğer Laertesoğlu Odysseus'un konağına koşup hepsinin başına belâ getirmeseydim! Ben tek başıma kalıp çokluğun zebunu dahi olsaydım, yine de konağımda savaşıp ölmek bana yeğ gelirdi, her gün bu yakışıksız işlerin seyircisi olmaktansa! Buna karşı akıllı Telemakhos cevap vererek dedi ki: — Konuğum, sana her şeyi olduğu gibi, dosdoğru söyliyeceğim. Budunumun, ilimin bana karşı bir hıncı yoktur; kardeşlerden, savaşın katı anında beklenen yardımı görmediğim için de şikâyetçi değilim; Kronosoğlu soyumuza, her nesilde, yalnız bir oğul vermiştir: Arkeisos'un yalnız bir oğlu: Laertes, Laertes'in de yalnız bir oğlu: Odysseus dünyaya gelmiş, Odysseus de oğul olarak yalnız beni konağında bırakıp gurbete çıkmış doya doya sevemeden; ama bu işler tanrıların dizleri üzerindedir. —Şimdi sen, Eumaios ata, tezlikle var, anam bilge Penelopeia'ya Pylos'tan sağ esen dönüp burada bulunduğumu haber ver; sonra, ondan başkasına hiç bir şey demeden buraya dön: Akhailardan kimse geldiğimi duymasın, çünkü bana fırıldak çevirmek istiyenler çoktur. Buna karşı, sen çobanbaşı Eumaios, cevap vererek dedin ki: — Anladım, bildim: Ne diyeceğini önceden kavradım: Ama, haydi şimdi de dosdoğru söyle bana: Yola çıkmışken mutsuz Laertes'e de varıp haberi ileteyim mi? Eskiden, yalnız Odysseus için kaygılanırken, az da olsa işlere bir göz attığı görülürdü; evinde, uşakları arasında, gönlü diledikçe yiyip içtiği de olurdu: Ama şimdi senin Pylos seferine çıktığını işiteli, artık yemekten de, içmekten de büsbütün kesildiğini söylüyorlar: Kır işlerine de bakmayıp vakti iniltiler, 296/431 hıçkırıklar içinde geçiyormuş. Öyle bitki gibi etleri eriyip bir deri bir kemik kalmış. Buna karşı akıllı Telemakhos atıldı: — Acıklı şey! Ama kaygımız ne kadar büyük olursa olsun, onu kendi haline bırakalım: Çünkü dilediklerini yerine getirmek gücü insanlara verilmiş olsaydı, en önce babamın dönüş gününü tanrılardan dilerdim... Var, anama benden salık iletip geri dön ve kırlardan dolaşıp Laertes'e kadar yolunu uzatma. Ancak anama de ki, tezelden kâhya kadını gizlice yollasın; bu kadın ihtiyara haberi ulaştırabilir. Bu ara domuz çobanı ayağa kalktı, çarıklarını eline aldı, ayaklarına bağlayıp şehir yolunu tuttu. Tanrıça Athena'ya domuz çobanının ağıldan ayrıldığı gizli kalmadı; hemen boylu boslu, yakışıklı ve güzel işlere eli yatkın bir kadın kılığına giren tanrıça gelip kapının önünde ayakta durdu; yalnız Odysseus'un gözlerine görünmüştü; Telemakhos'un önündeydi, fakat o görmüyordu. Odysseus gibi köpekler de görmüşlerdi, fakat havlamadılar, yalnız korkudan, homurdanarak ağılın öbür bucağına kaçtılar. Tanrıça kaşlarıyla bir işaret etti; tanrısal Odysseus anlayıp avluya çıktı. Athena ona dedi ki: — Zeus dölü, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus! Artık oğluna açıl, ondan bir şey gizleme; ikiniz başbaşa verip fodul yavukluların tepelenmesini konuşun ve ünlü şehre gelmeğe bakın; ben de sizden uzun zaman uzak kalmıyacağım: Çünkü savaşa atılmağa benim de hevesim var. Bunun üzerine Athena'nın değneği ile ona dokundu ve ilkönce sırtını ve göğsünü iyi yıkanmış entari ve bürümcek ile örttü; sonra boyunu bosunu düzelterek ona yiğitlik verdi: Derisi esmerleşti, yanakları tombullaştı ve çenesine yağızca sakalı bitti. Ve Athena bunları 297/431 işleyip gitti, Bu ara Odysseus kulübeye girince sevgili oğlu donakalıp gözlerini çevirdi, bir tanrı önünde bulunmaktan korkup ona kanatlı sözler söyledi: — Ey garip, şimdi bana öncekinden başka türlü gözüküyorsun: Giydiklerin başkadır ve teninin derisi hiç de eskisinin aynı değildir. Acaba geniş göğün sahipleri tanrılardan biri misin? Sana zengin kurbanlar, altın armağanlar sunalım; yarlıgayıp bizi esirge. Ona karşı çok sabırlı, tanrısal Odysseus dedi ki: — Hayır; ben bir tanrı değilim, beni niçin ölümsüzlere benzetiyorsun? Ben ancak senin babanım; arkasından inleyip bunca üzüldüğün, onun yüzünden o kişilerin zulmüne uğradığın baban benim. Böyle deyip oğlunu öptü ve yanaklarından yere göz yaşları döküldü: O âna kadar kendini tutup ağlamamıştı. Lâkin Telemakhos hâlâ babası olduğuna inanamıyordu, yine cevap vererek şöyle dedi: — Hayır, sen babam Odysseus değilsin, sen bir tanrı olup beni aldatıyorsun, daha çok inleyip figan edeyim diye. Bir ölümlü kişi bu hünerleri, hiç bir zaman, kendi aklıyla düşünüp işliyemezdi, eğer bir tanrı gelip onu, kolayca ve dilediği gibi, değiştirmeseydi, yiğit veya kart kılmasaydı! Az önce sen çaputlara sarılmış bir ihtiyarken, şimdi geniş göğün sahipleri tanrılara benziyorsun! Buna karşı çok tedbirli Odysseus dedi ki: — Telemakhos, eve gelen sevgili babanın önünde böyle şaşırıp ürkmek sana yakışmaz; bundan sonra, artık buraya başka bir Odysseus gelecek değildir: Baban benim! Çok çektikten ve ülke ülke gezip dolaştıktan sonra, işte yirminci yılda, atalar yurduna dönüyorum; bu gördüklerin talan tanrıçası Athena'nın işleridir: Beni dilediği kılığa sokan odur, buna gücü yeter, çünkü; insanı şimdi üstü, başı yırtık bir dilenciye, az sonra vücudu güzel esvaplarla giyinmiş genç bir ere 298/431 çevirebilir. Çünkü geniş göğün sahipleri tanrılar için bir ölümlü kişiyi gönendirmek veya süründürmek kolaydır. Böyle dedikten sonra yerine oturdu. Bunun üzerine Telemakhos tosun babasını kucaklayıp hıçkırarak boşandı ve gözlerinden yaşlar aktı; her ikisi şimdi ağlamak ihtiyacına tutularak bol bol hıçkırıyorlardı: Ve inleyişleri daha yürek paralayıcı idi: Uçmak çağına gelmeden yavruları çobanlar tarafından çalınan deniz kartallarının veya akbabaların acı haykırışlarından; kaşlarının altından böylece acıklı yaşlar dökülüyordu. Ve batan güneş onları hâlâ hıçkırıklar içinde bulacaktı, eğer Telemakhos birden babasına dönerek şöyle sormasaydı: — Hangi denizciler, babacığım, seni gemileriyle İthaka'ya ilettiler? Nereli, hangi soydan olmakla övünüyorlardı? Ona karşı çok çekmiş tanrısal Odysseus şöyle dedi: — Çocuğum, sana her şeyi olduğu gibi söyliyeceğim! Beni buraya Phaiaklar, ünlü denizci erler getirdiler; onlar ülkelerine düşen başka insanları da sılalarına kavuştururlar. Ben uyurken, tez yürüyüşlü bir gemilerine bindirdiler, açık deniz üzerinde, beni İthaka'ya çıkardılar; ve bana nice armağanlar, altından, tunçtan, giyecek kumaştan ağır, pahalı şeyler verdiler; şimdi bu mallar tanrıların dileğiyle, mağarada yerleştirilmiş bulunuyor. Ben de Athena'nın öğütleriyle buraya geldim, seninle danışıp düşmanların ölümünü kararlaştırmak için. Fakat, haydi şimdi, bana fodul yavukluları birer birer say da kaç kişi ve ne gibi erler olduklarını anlıyayım; sonra kusursuz yüreğimle danışıp karar vereceğim: ikimiz, yardımcısız, haklarından gelebilir miyiz; veya başkasını yardıma çağırmalı mıyız? Buna karşı uslu, akıllı Telemakhos şöyle dedi: — Babacığım, senin büyük adını daima işitirdim. Savaşta elin çevik, danışta öğüdün makbul imiş, ama şimdi çok büyük söz söyledin, 299/431 beni hayrete düşürdün: Hiç görülmüş değildir, iki kişi bunca güçlü erlerle savaşa kalkışsın! Çünkü, doğrusu, yavukluların sayısı ne ondur ne yirmidir; çok daha fazladırlar, sen de yakında gidip kendin görürsün! Onların kimler olduğunu öğrenmek istiyorsun: Dulihion yiğitlerinden, seçme tam elli iki kişi; altı uşak da arkalarından gidiyor; Sameden yirmi dört, Zakynthos'tan yirmi kadar er; hepsi de Akhaioğullarından; bunlardan başka, bizim İthaka'nın en ileri gelenlerinden tam bir düzine; yanlarında Medon çavuşla tanrısal ozan ve sofracılıkta usta iki kullukçu vardır. Divanhanenin içinde, birden, hepsinin üstüne nasıl atılabiliriz?.. Bir bak ki, gelir gelmez öcalmağa kalkışman pek acı ve yaman bir felâkete mal olmasın! Fakat, gerçekten, bize yardımı dokunacak başka kimsen yok mudur? Buna karşı çok çekmiş, tanrısal Odysseus şöyle dedi: — Sana yardımcıları söyliyeyim, sen de kulağını açıp beni dinledikten sonra söylersin: Zeus ata ile kızı Athena bizimle beraber olsa yeter mi, yoksa başka yardımcı aramağa hacet var mı? Buna karşı akıllı Telemakhos dedi ki: — Bu söylediklerinden daha iyi yardımcı olmaz... Gerçi çok yüksekte, bulutlar arasında otururlar... ama şurası da doğrudur: İnsanlar ve ölümsüz tanrılar üzerine hükümlerini oradan yürütürler. Buna karşı çok çekmiş, tanrısal Odysseus şöyle dedi: — İkisi de uzun zaman bizden uzak kalmayacaklar: Divanhanede, bizimle yavuklular arasında kopacak savaşın en katı anında, Ares'in gücünden başka yargıcımız olmıyacağı sırada, onları yanımızda göreceksin! Sen yarın, şafak görünür görünmez, eve git, şımarık yavuklularla buluşup görüş; az sonra da domuz çobanı beni şehre iletir, yine ihtiyar dilenci kılığını takınmış, çaputlara sarınmış olacağım. Konakta beni 300/431 aşağılatan olursa göğsünde yüreğin buna katlansın. Beni ayaklarımdan sürükleyip kapıdan dışarıya atsalar, veya değneklerle vursalar, sen uzaktan seyirci kal! Onları taşkınlıktan vazgeçirmek için ancak yumuşak sözler söyle. Onlar seni dinlemiyecek, çünkü o gün onların ecel günü olacaktır! Sana başka bir şey söyliyeceğim ve onu sen iyice aklına koy: iyi öğütçü Athena aklıma getireceği anda ben sana başımla işaret edeceğim, sen de bunu görünce anlayıp hemen, divanhanedeki savaş pusatlarını kaldıracaksın, yukarki katta bulunan hazne odasına götürüp yerleştireceksin; yavuklular farkına varıp sebebini sorarlarsa, yumuşak sözlerle onlara şöyle dersin: «Onları dumandan korumak için kaldırdım, çünkü Odysseus Troia seferine çıkarken ne halde bırakmışsa artık o halde değildirler; ocağın buğularından paslanıp bozulmuşlar... Bundan başka Zeus'un aklıma getirdiği daha büyük bir düşünce var: İçkili bir gününüzde, aranızda bir çekişme çıkabilir, birbirinizi yaralayabilirsiniz, bu yüzden sofra hakkı ve evlenme şerefi kirlenir diye korktum: Çünkü demir insanı kendine çeker. dersin, ikimiz için yalnız iki mızrak, iki kılıç ve elde tutulacak sığır derisinden iki kalkan bırakırsın: Pallas Athena ve büyük yardımcımız Zeus onların gözlerine gaflet perdesi çektiği zaman bu silâhları kapıp üstlerine atılırız. Şimdi bir öğüt daha dinle ve onu iyice aklına koy. Sen gerçekten benim oğlum, benim kanımdan doğmuş isen, kimse Odysseus'un burada bulunduğunu duymayacak; Laertes de, domuz çobanı da, bütün kullukçular da Penelopeia'nın kendisi de bilmiyecek. ikimiz yalnız, senle ben, kadınların doğruluğunu eğriliğini anlamalıyız ve erkek kullukçulardan kimin, candan gönülden, sayıp sakındığını ve kimin senin gibi bir yiğidi saymadığını sınamalıyız. Ona karşı tosun oğlu cevap vererek şöyle dedi: 301/431 — Baba, yüreğimi az sonra anlıyacaksın, can evimde gevşeklik, korkaklık bulmayacaksın sanırım; ama dediğini bizim için pek faydalı bulmuyorum ve bunun üzerinde durup düşünmeni dilerim, Kullukçuları sınamak için kırlar arasında dolaşmak fazla uzun olur, halbuki bu ara yavuklular rahat rahat konağına oturmuşlar, hayâsızca ve hiç bir şey esirgemeksizin, mallarının altından girip üstünden çıkıyorlar!... Kadınları her halde, soruşturup anlamalısın, derim; ama erkekleri sı- namak için kulübe kulübe dolaşmak fikrinden şimdilik vazgeçmeli, bu işleri sonraya bırakmalısın: Gerçekten fırtına koparan Zeus'un bir alâ- meti sende varsa. Aralarında böyle söyleşirken, Telemakhos ile yarenlerini Pylos'tan getirmiş olan iyi yapılı gemi İthaka limanına giriyordu. Çok derin koyun iç tarafına ulaşınca kara tekneyi kumsala çektiler ve hemen o güzelim armağanları Klytios'un evine götürdüler ve bir çavuşu Odysseus'un evine gönderdiler, bilge hatun Penelopeia'ya salık götürsün, oğlu Telemakhos dönüp kendi kırlığa gitmiş, gemiyi ise şehre yollamış, desin diye; ta ki bu haberle ünlü hatunun içi rahat edip yufka yüreği üzülmesin, artık gözlerinden yaş dökülmesin, ikisi, çavuşla çelebi çobanbaşı, hanımlarına aynı haberi iletmek üzere gelirken birbirleriyle karşılaştılar. Tanrısal hanın konağına varınca, çavuş halayıkların ortasında durup dedi ki: «Müjde sana, ey Hatun, sevgili oğlun geldi!» Domuz çobanı ise yanına giderek Penelopeia'ya sevgili oğlunun buyurmuş olduğu sözleri söyledi ve kendisine ısmarlanan işi bitirdikten sonra, divanhaneden ve avlulardan çıkıp domuzlarının yolunu tuttu. Canları sıkılıp suratlarını asan yavuklular divanhaneden avluya çıktılar; duvar dibinde, dışkapı yakınında durup danışak kurdular. En önde Polybos'un oğlu Eurymakhos söze başlayıp şöyle dedi: 302/431 — Arkadaşlar! gerçekten çok saygısızca bir iş oldu, Telemakhos'un şu seferi! Halbuki biz ona gitmemesini söylemiştik. Ama, haydin şimdi, en iyilerinden bir kara gemi seçip denize indirelim, içine usta kürekçiler koyalım, çarçabuk gidip arkadaşlara hemen dönsünler, diye haber iletsinler. Sözünü bitirmemişti ki, koydan yana dönen Amphinomos bir geminin çok derin limana girmiş olduğunu gördü: Tayfaları yelkenleri toplamış, küreklere sarılmıştı bile; Amphinomos alaycı bir kahkaha ile gülerek yarenlerine dedi ki: — Haber vermek zahmetine hacet kalmadı: Onlar işte limana girmişler bile. Kendilerine bir tanrı ilhamiyle mi malûm oldu? Yoksa öbür geminin geçtiğini gözleriyle görmüş iken yetişemeyip kaçırdılar mı? Böyle dedi ve cümlesi kalkıp deniz kıyısına indiler; tayfalar çarç- abuk kara gemiyi kumsala çektiler, çevik kullukçular pusatları götürdüler ve kendileri toplu olarak dernek yerine gittiler. Genç, ihtiyar, bütün tanıklar uzaklaştırıldıktan sonra, Eupithes'in oğlu Antinoos onlara dedi ki: 303/431 — Vah, vah! Bu eri işte tanrılar ölümden kurtarmışlar! Gündüzleri gözcülerimiz, rüzgârlı yarlar üzerinde, güneş batıncaya kadar, nöbet beklediler; geceleri, kumsala çıkıp yatmadık, tanrısal şafak sökünceye değin tez yürüyüşlü geminin içinde kalıp dolaştık, Telemakhos'u yakalayıp öldürmek üzere pusu kurduk! Fakat onu bir tanrı yurda ulaştırdı; şimdi biz burada, merhametsizce, onun ölümünü konuşalım; Telemakhos elimizden kurtulmamalıdır: O sağ oldukça işlerimizi başarabileceğimizi sanmıyorum; çünkü kendi, doğrusu, ihtiyatta, hilede ustadır, budunların rızası ise, şimdiden hiç de bizden yana değildir. Ama haydin iş başına, o Akhaiları dernek meydanında toplamadan!... Çünkü çok gecikmeden buna baş vuracaktır, sanırım; belki, bize inat, cümlenin ortasında durup, öldürmek istediğimizi, fakat beceremediğimizi anlatacak. Halk da onu dinliyerek bu kötü işleri onamıyacak. Olmıya ki bize karşı bir fenalığa karar versinler ve bizi kendi yurdumuzdan çıkarıp başka ülkelere sürsünler! Haydin, tez yetişip onu kırlarda veya yolda iken, şehre gelmeden, ele geçirelim; azıklarını, mallarını alıp aramızda kur'a ile paylaşalım; konağı da, varacağı er kim olursa olsun, anasına verelim. Bu sözlerimi makbul görmüyorsanız, onun sağ kalıp bütün ata mirasının kendine kalmasına karar veriyorsanız; o halde artık burada cemaatle toplanıp mallarını yemekten vazgeçelim; evli evine, yerli yerine, çekilelim, ayrı ayrı armağanlar sunarak Penelopeia'ya istekli olalım; sonunda o varsın en çok verene veya talihli olana kısmet olsun! Böyle dedi, ötekiler ise onu dinleyip sustular. İçlerinden Amphinomos ilk önce söze başlayıp; Nisos'un ünlü oğlu ve Aretes Hanın torunu Dulihion'dan, bu buğday yatağı yemyeşil adadan gelen yavukluların başıydı ve söylevleri en çok Penelopeia'nın hoşuna gidendi: Çünkü gönlünde saf duygular vardı. Cümlenin iyiliği için söze başlayıp dedi ki: — Dostlar! ben şimdilik Telemakhos'un ölümüne razı değilim. Hanların döllerine kıymak büyük suçtur. Önce tanrıların dileğini soruşturmalıyız; Zeus'un kararı bize uygun gelirse, kendi elimle Telemakhos'u öldürürüm, öbürlerini de vurmağa davet ederim; ama tanrıların izni olmazsa el çekmemizi dilerim. Böyle dedi Amphinomos; öbürleri de sözünü beğendiler ve hemen kalkıp Odysseus'un konağına girdiler, divanhaneye gelip cilâlı koltuklara oturdular. Bu ara bilge Hatun Penelopeia'nın aklına başka bir şey geldi, zulümleri aşırı yavuklulara görünmeyi düşündü. Çünkü kötü niyetlerini öğrenen Medon çavuş yanına gelip konakta oğlunun ölümü üzerine konuşulduğunu kendisine haber vermişti. Böylece divanhaneye geldi ve yanında halayıkları vardı. Tanrısal kadın yavukluların yanına gelince geniş merdiven başında durup parlak tüllerini yanaklarının üstüne getirdi. Antinoos'a dönerek ve adını anarak şöyle dedi: — Antinoos, zulüm işleyen, kötü fırıldaklar çeviren er! Seni İthaka ülkesi içinde, tedbirden ve söylevden yana bütün yaşıtlarından üstün diyorlarsa da, bana sen böyle görünmüyorsun! A düşüncesiz, Telemakhos'un kanına girmeği sen mi düşünüp ölümüne yol arıyorsun? Sığınanların da dileklerine kulak vermiyorsun? Fakat Zeus onların tanığı değil midir? Başkalarına kötülük düşünüp fırıldak çevirmek tanrı töresine uymaz. Bilmez misin ki, bir gün baban buraya gelmiş, halkın ona karşı olan büyük öfkesinden kaçıp sığınmıştı; çünkü Taphos korsanlarıyla birleşip dostlarımız Thesprotları talan etmişti; kendisini tepeleyip yüreğini koparmak istiyorlardı, cümlenin gözü onun sayısız mallarındaydı, onları elinden alacaklardı. Ama Odysseus araya girdi, öfkelerini yatıştırdı. Bugün ise sen pahasını ödemeden onun evini sömürüyor, karısına istekli çıkıyor, oğlunu öldürmeği kuruyorsun! Beni de büyük kederler içine atıyorsun! Sana «el çek» diyorum, öbürlerini de vazgeçirmeni öğütlüyorum. Ona karşı Polybos'un oğlu Eurymakhos araya girerek şöyle dedi: 305/431 — İkarios kızı, bilge Penelopeia, yüreğine umut gelsin, içinden bu kaygıları at! Öyle bir adam yoktur ve olamaz: Ben sağ iken ve gözlerim görür iken, oğlun Telemakhos'a eliyle dokunsun! Buna söz veriyorum, göreceksin, dediğim olacak: Buna cesaret edenin kara kanı süngümden damlıyacaktır! Hiç unutur muyum? Kaç defa şehirler talancısı Odysseus beni dizlerine oturtup kebap olmuş etten yedirmiş, kırmız şaraptan içirmişti! Benim için Telemakhos bütün erlerin en sevgilisidir, inan bana, korkmasın, yavukluların elinden ona ölüm gelmez; lâkin tanrıların yarlığından kaçınmak yoktur. Yüreğini yatıştırmak için böyle diyordu, fakat içinden oğlunun ölümünü tasarlıyordu. Penelopeia yukardaki şanlı odalarına döndü, sevgili erkeği Odysseus için ağlamaktaydı, tâ ki gökgözlü tanrıça Athena gelip göz kapaklarına tatlı uyku ekti. Akşama doğru çelebi domuz çobanı, Odysseus ile oğlunun yanına geldi; onlar bir yaşında bir domuz kurban etmişler ve birlikte emek vererek övünü hazırlıyorlardı. Athena Laertes oğlu Odysseus'un yanına gelmiş ve değneğiyle dokunarak onu yine vücudu eski püskü giyeceklere bürünmüş bir ihtiyara çevirmişti: Domuz çobanı karşısında görünce tanımasın ve gidip Penelopeia'ya haber vermesin diye. İlk önce Telemakhos söze başlayıp ona şöyle dedi: — Geldin mi, çelebi Eumaios? Şehirden ne haberler? Taşkın yavuklular pusudan geri döndüler mi, yoksa, ben geri dönmüş iken onlar hâlâ beni bekliyorlar mı? Ona karşı, sen çobanbaşı Eumaios, cevap vererek şöyle dedin: — Şehri dolaşıp bunları arayıp sormak aklıma bile gelmedi; gönülden dilediğini: Haberi iletip çarçabuk buraya dönmekti; ama yarenlerinin haberci gönderdiği ayağına çabuk çavuşa rastladım, 306/431 anana da ilk önce müjdeyi veren o oldu. Bir şey daha biliyorum, kendi gözlerimle gördüğüm bir şey: Dönerken şehirden çıkmış Hermes tepesine ulaşmıştım ki, tez yürüyüşlü bir geminin limanımıza girdiğini gördüm: içinde çok insan yardı, kalkanlarla, iki ucu temrenli mızraklarla yüklü idiler. Bence onlar yavuklular olsa gerek; ama bundan fazla bir şey anlamadım. Böyle dedi ve Kutsal Telemakhos, Han babasının gözleri içine bakıp gülümsedi; domuz çobanı bunun farkına varmadı. Yemek hazırlıkları görüldükten sonra sofra kuruldu, denk paylara ayrılan kebaplar keyifle yendi ve doya doya yiyip, içtikten sonra yatmağı hatırladılar ve tatlı uykudan pay aldılar.