29 Eylül 2009 Salı

amin maalouf ( emin maluf ) - semerkant 1

SEMERKANT
Amin Maalouf, 1949'da Lübnan'da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe başladı; 1976'dan beri Paris'te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf, bugün vaktinin çoğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır. Yapıtlarında çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, ilk kitabı Les Croisades vues par les Arabes (1983, Arapların Gözüyle Haçlılar) ile tanındı ve bu kitabın çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986'da yayımlanan ve aynı yıl Fransız-Arap Dostluk Ödülü'nü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı) Leon l'Africain (Afrikalı Leo) ise bugün bir "klasik" kabul edilmektedir.
Maaloufun 1988'de yayımlanan ikinci romanı Samarcande (Semerkant) da coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. Maaloufun sonraki kitapları yine romandı: Les Jardins de lu-miere (1991, Işık Bahçeleri) ve Le Premier Siecle apres Beatrice (1992, Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl). Amin Maalouf, 1993'te yayımlanan romanı Le Rocher de Ta-nios (Tanios Kayası) ile Goncourt Ödülü'nü kazandı. Son romanı Echelles du Levant (Doğunun Limanları) ise 1996'da yayımlandı.
Amin Maaloufun dört romanı yayınevimizce Türkçeye kazandırılmıştır: Afrikalı Leo (1993), Semerkant (1993), Tanios Kayası (1995) ve Doğunun Limanları (1996).
AMİN MAALOUF
Semerkant
ROMAN
Semerkant / Amin Maalouf
Özgün adı: Samarcande
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ KİTAP
Şairler ve Sevgililer • 11
İKİNCİ KİTAP
Haşhaşiler Cenneti • 77
ÜÇÜNCÜ KİTAP
Bininci Yılın Sonu • 135
DÖRDÜNCÜ KİTAP
Denizde Bir Şair • 189

Ve şimdi, bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini ellerinde tutmuyor mu?
Edgar Allan Poe (1809 -1849)
Atlantik'in dibinde bir kitap var. Anlatacağım, işte onun öyküsü.
Belki nasıl sonuçlandığını biliyorsunuz: o tarihte gazeteler yazdı, bazı yapıtlarda da belirtildi: 14 Nisan 1912'yi 15 Nisan 1912'ye bağlayan gece, Titanic gemisi, Newfoundland açıklarında battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, İranlı bilge ozan, gökbilimci Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ının elyazması tek örneği idi.
Bu deniz faciasından söz edecek değilim. Benden başkaları, felaketi dolar ile değerlendirdiler, benden başkaları, ölülerin ve son sözlerinin dökümünü, yapılması gerektiği gibi yaptılar. Aradan altı yıl geçmiş olmasına karşın, layık olmadığım halde bir ara sahibi bulunduğum o deriden ve mürekkepten olma varlık, daha hâlâ kafama takılıyor. Onu, doğduğu Asya topraklarından söküp alan ben değil miyim? Ben, yani Benjamin O. Lesage. Onu Titanic gemisine bindiren ben değil miyim? Bin yıllık güzergâhını değiştiren, çağımın küstahlığı değilse, nedir?
O günden beri, dünya her gün biraz daha kana ve karanlığa bulandı. Bana gelince, artık hayat gülümsemiyor. Anıların sesini dinlemek, saf bir ümit beslemek, "onu yarın bulacaklar" hayalini kurmak için, insanlardan uzaklaştım. Altın kutusunun içinde, denizin derinliklerinden çıkacak, kaderine yeni bir macera eklenecek diyordum. Parmaklar ona dokunabilir, onu açabilir, içine dalabilir, gözler aşama aşama serüvenini izleyebilirdi. Keşfedecekleri: şairin kendisi olurdu ve onun ilk dizeleri, ilk aşkları, ilk korkuları! Ve de Haşhaşilerin mezhebi!
Sonra, boz ve zümrüt rengi bir resmin karşısında, kuşkuyla dururlardı. Resmin üzerinde ne tarih, ne de imza! Sadece coşkulu ya da bezgin şu sözler var:
"Semerkant, dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü."
BİRİNCİ KİTAP
ŞAİRLER VE SEVGİLİLER
Kim Senin Yasanı çiğnemedi ki, söyle?
Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle?
Yaptığım kötülüğü, kötülükle ödetirsen Sen,
Sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle?
Ömer Hayyam
Bazen Semerkant'ta, ağır ve kasvetli bir günün bitiminde, kentin işsiz güçsüz takımı, baharat çarşısının yanı başındaki iki meyhane çıkmazında, Sogd ülkesinin kokulu şarabını içmek için değil, ama gelen gideni gözetlemek ya da çakırkeyif bir kaç akşamcıya saldırmak için dolanıp durur. Ele geçirilen kişi yere serilir, hakaret edilir, baştan çıkartan şarabın kızıllığını ona yüz yıllar boyu hatırlatacak olan bir cehennem ateşine sokulur.
İşte Rubaiyat, 1072 yazında, böyle bir olay üzerine yazılmaya başlandı. Ömer Hayyam yirmi dört yaşındaydı ve bir süredir Semerkant'ta bulunuyordu. O akşam, meyhaneye mi gitmişti yoksa dolaşıp dururken rastlantılar mı onu oraya sürüklemişti? Bilinmeyen bir kenti arşınlamanın taze keyfi, biten günün binlerce biçim alışına açık gözlerle bakış... Gelincik Tarlası Sokağında bir küçük oğlan, aşırdığı elmayı göğsünde tutarak tabanları yağlıyor; çuhacılar çarşısında bir dükkânın içinde, bir kandilin kör ışığında tavla partisi sürüyor, iki zar atışından sonra bir küfür ve tıkırtılı bir gülüş duyuluyordu. İplikçiler geçidinde ise, katırcının biri çeşmenin önünde durup yüzünü yıkıyor, sonra da uyuya kalan çocuğunu öpercesine, dudaklarını uzatıp musluğa eğiliyor, susuzluğunu giderdikten sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip şükrediyor, içi boş bir karpuzu yerden alarak su ile dolduruyor ve hayvanının başından aşağıya, o da içebilsin diye boca ediyordu.
Tütüncüler Meydanında, gebe bir kadın Hayyam'a yaklaştı. Peçesini açtığında ancak onbeş yaşında olduğu anlaşılıyordu. Tek söz etmeden, çocuksu dudaklarında tek gülümseme olmadan, Hayyam'ın elindeki kestanelerden bir kaçını çalıverdi. Hayyam şa-şırmadı. Bu Semerkant'da eski bir inanıştı. Bir anne adayı, sokakta hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden almak cesaretini gösterebilmeliydi. Böylece, doğacak çocuk, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince uzun, onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacaktır. Ömer, uzaklaşan kadına bakarken, elinde kalan kestaneleri yemeye devam etti. O sırada duyduğu bir uğultu, hız-
13
I
lanmasına yol açtı. Az sonra kendini, zincirinden boşanmış bir güruhun ortasında buluverdi. Kolları ve bacakları upuzun, beyaz saçları dağılmış bir ihtiyar, yere serilmiş, çığlıkları öfke ve korkudan hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yeni gelene yalvarmaktaydı. Zavallının çevresini, yirmi kadar titrek sakallı, sopalı adam almış, az ötede keyifli bir seyirci kitlesi birikmişti. Aralarından biri, Hayyam'ın kızgın yüzünü görünce: "Önemli değil, bu uzun Cabir'den başkası değil" dedi. Ömer sıçradı, bir utanç dalgası gelip boğazında düğümlendi, kendi kendine: "Cabir, Ebu Ali'nin arkadaşı!" diye söylendi. Ebu Ali, aslında sık rastlanan bir isimdi. Ama ister Buhara'da olsun, ister Cordoba'da, ister Belh'de olsun, ister Bağdat'ta, adı saygı ile anılırsa, kim olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu, İbn-i Sina'dan başkası değildir. Batı'da Avicenne diye bilinen! Ömer onu tanımış değildi. Onun ölümünden onbir yıl sonra doğmuş,, ama onu, kuşağının en büyük ustası, bütün bilimlerin üstadı, Mantık havarisi olarak kabul etmişti. Hayyam tekrar söylendi: "Cabir, Ebu Ali'nin en sevdiği arkadaşı!" Cabir'i gerçi ilk kez görüyordu ama, talihsiz yaşamı hakkında bilgisi vardı. İbn-i Sina, Cabir'i kendi halefi sayar, yalnız düşüncelerini sergilemedeki ataklılığını ve pervasızlığını eleştirirdi. Cabir, bu kusuru yüzünden günlerce hapis yatmış, meydan dayağma çekilmiş, son kamçılanması Büyük Semerkant Meydanında, ailesinin gözleri önünde gerçekleşmişti. Cabir bu hareketi asla unutmamıştı. Cesur, gözüpek bir adam iken nasıl olmuştu da böyle ihtiyara dönüşmüştü? Herhalde karısının ölümü yüzünden! Karısı öldükten sonra, yırtık pırtık giysilerle, sendeleye sendeleye, saçma sapan konuşarak dolaşmaya başlamıştı. Cabir'in peşinden, gülüşüp bağrışan, ellerini çırpan, attıkları taşlarla onun, gözlerinden yaş akıtacak kadar, canını yakan bir çocuk ordusu giderdi.
Ömer, bütün bunları izlerken "Dikkat etmezsem, günün birinde ben de böyle olacağım" diye düşündü. Korktuğu sarhoşluk değildi; nicedir şarapla aralarında karşılıklı bir saygı oluşmuştu. Onun asıl korktuğu, içindeki saygınlık duvarını yıkmalarından ürktüğü, insan yığınlarıydı. Şurada duran zavallı, düşkün, etrafında çember oluşturulmuş adamı görmek istemiyor, uzaklaşmak istiyordu. Ama yine biliyordu ki, İbn-i Sina'nın bir dostunu böylesi bir güruha terk edemezdi. Ağır ağır ilerledi. Son derece sakin bir sesle:
— Bu zavallıyı bırakın gitsin! diye seslendi.
Elebaşı, Cabir'in üzerine gelmişken doğruldu, davetsiz konu-
14
ğunun karşısına dikildi. Yüzünde derin bir bıçak yarası vardı ve Ömer'e, suratının o yanını dönerek konuşmaya başladı:
— Bu adam bir sarhoş, bir zındık, bir feylesof! dedi. Hele bu son sözcük, ağzından tükürürcesine çıkmıştı.
— Semerkant'da artık tek bir feylesof istemiyoruz!
Kalabalıktan bir onama sesi yükseldi. Onlar için "feylesof sözcüğü, Yunanın din dışı bilimlerine, genelde din ya da edebiyat dışı her şeye ilgi gösteren adam anlamına geliyordu. Ömer Hayyam, genç yaşına karşın, tanınmış bir feylesoftu. Yani şu zavallı Cabir'e oranla çok daha büyük bir avdı. Anlaşılan, suratı yaralı adam onu tanımamıştı, çünkü arkasını dönerek işine koyulmuş, ihtiyarı saçlarından yakalayarak, kafasını üç, dört kez sağa sola sallamaya başlamış, en yakın duvara çarpacakmış gibi yapıp, bir anda bırakıvermişti. Sert olmakla birlikte, davranışının yine de temkinli bir yanı vardı, işi sonuna kadar götürmek istemiyormuş gibiydi. Hayyam, bundan yararlanarak tekrar araya girdi:
— Bırak şu ihtiyarı, o bir dul, bir hasta, bir deli, dudaklarını ancak kıpırdatabildiğini görmüyor musun?
Elebaşı bir sıçrayışta Hayyam'ın yanına geldi, parmağını gözüne sokarcasına sordu:
— Sen onu iyi tanıyor gibisin. Kimsin sen? Semerkant'lı değilsin! Seni bu kentte tanıyan yok!
Ömer, karşısındakinin parmağını itti. Adam bir adım geriledi ama yine de ısrar etti:
— Adın ne yabancı?
Hayyam duraksadı, sığmacak bir yer aradı, gök yüzüne baktı. Hilali örten bulutları gördü. Sustu, iç çekti. Düşünceye dalma, yıldızları adları ile tek tek sayma, uzaklara gitme, halk yığınından kaçma!
Kalabalık çevresini sardı, birkaç el omuzuna dokundu, kendine gelip doğruldu:
— Ben Ömer, Nişapur'lu İbrahim'in oğlu. Ya sen kimsin? Şeklen sorulmuş bir soruydu. Adamın kendini tanıtmaya hiç
niyeti yoktu. Burası onun kentiydi ve sorgu sual etmek yalnızca onun hakkıydı. Daha sonra Ömer adamın lakabını öğrenecekti. Kesik Yüz diye tanınırmış. Eli sopalı, ağzı laf yapar, gelecekte Semerkant'ı titretecek olan adam! Şimdilik sadece, bir işareti ile dilediğini yaptırdığı çevresindeki şu insanlara egemendi. Gözlerinde beliren ani pırıltı ile hempalarına döndü, sonra da kalabalığa seslendi:
— Vay canına, Nişapur'lu İbrahim Hayyam'ın oğlu Ömer'i na-
15
sıl oldu da tanımadım? Horasan'ın yıldızı, İran'ın, Irak'ı Arabî ve Irak-ı Acemî olmak üzere her iki Irak'ın dâhisi, feylesofların prensi Ömer!
Sözde derinden bir selam verip, parmaklarını sarığının iki yanında şakırdatınca, aylakların kahkahalarına yol açtı.
— İman sahibi, inanç sahibi, rubailer yazarını kim tanımaz?
Şarap testimi kırdın, Tanrım.
Zevk yolumu tıkadın, Tanrım.
Nar rengi şarabımı yere çaldın, Tanrım.
Tövbeler olsun, yoksa sarhoş musun Tanrım?
Hayyam, kızgın ve endişeli, dinledi. Bu biçimde bir kışkırtma, cinayete davetiye çıkartmak demekti. Tek bir saniye yitirmeden, kalabalıktan ayartılan olmasın diye, yüksek sesle haykırdı:
— Bu dörtlüğü ilk kez duyuyorum. Benim yazdığım rubai şöyle:
Hiç, hiç bir şey bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar.
Onlardan değilsen eğer, sana kâfir derler
Onlara aldırma Hayyam, yoluna devam et.
"Şu cahillere bak" derken, eliyle kalabalığı gösteren Hayyam, yanlış bir iş yapmış oldu. Eller kalktı, giysisini çekiştirmeye başladı, elbisesi parçalandı, sırtına indirilen bir diz darbesi ile kendini yerde buldu. Kalabalığın altında ezilmişti ama, kendini savunmaya kalkışmadı. Giysilerinin lime lime, bedeninin param parça olmasına ses çıkartmayacaktı, kurbanlık koyun uyuşukluğu ile kendini koyuverdi. Artık hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey duymuyordu. Kendi içine kapanmış, iç âlemine çekilmişti.
Hayyam, kıyamı durdurmaya gelen silahlı on adama, davetsiz konuklarmış gibi baktı. Keçe kalpaklarının üzerinde, Semerkant kent zabıtasının açık yeşil işareti vardı. Saldırganlar onları görür görmez, Hayyam'dan uzaklaştılar; ama davranışlarını haklı kılmak için, kalabalığı tanık göstererek haykırmaya başladılar:
— Simyacı! Simyacı!
Resmi makamlarm gözünde, feylesof olmak bir suç değildi ama simyacılığın sonu ölümdü.
— Simyacı? Bu yabancı bir simyacı?
Zabıta şefinin tartışmaya hiç niyeti yoktu.
— Bu adam gerçekten bir simyacı ise, onu yüce yargıç Ebu Tahir'e götürmek gerekir.
Herkesin unuttuğu Uzun Cabir, bir daha dışarıda dolaşmamaya kendi kendine and içip meyhanelerden birinden içeri süzülürken, Ömer kimsenin yardımı olmadan ayağa kalktı. Kimseye bakmadan, dosdoğru yürüyordu; gururlu tavrı, lime lime olmuş giysilerini ve kanlı yüzünü bir tül ile örter gibiydi. Önünde, meşaleli zabıta güçleri yol açıyor, ardında saldırganlar güruhu yürüyordu. En arkadan da ayak takımı gelmekteydi.
Ömer onları görmüyor, duymuyordu. Ona göre sokaklar ıssız, yeryüzü sessiz, gökyüzü bulutsuzdu ve Semerkant, daha hâlâ bir kaç gün önce keşfettiği o düş ülkesiydi.
Hiç durup dinlenmeksizin, üç hafta yürüyerek gelmişti Semerkant'a ve eskiden gelmiş olanların öğütlerine uyarak dosdoğru Kuhandiz kalesine çıkıp kenti seyretmişti. Ona "Su ve yeşillik, çiçeklikler ve bahçıvanların ustaca fil, deve, atlamaya hazır kaplanlar biçiminde budadıkları ağaççıkları göreceksiniz" demişlerdi. Gerçekten de kalenin batısında, Manastır Kapısının iç kısmından, Çin Kapısına kadar sık meyvelikler, şırıl şırıl akan dereler görmüştü. Sonra, şurada burada tuğladan bir minare, oymalı bir kubbe, bir küçük köşkün duvarının beyazlığı gözüne çarpmıştı. Salkım söğütlerin kapladıkları su birikintisinin kıyısında, saçlarını rüzgâra açmış bir kadın, çıplak, suya giriyordu.
Rubaiyat'ın elyazması kitabını resmeden ve kim olduğu bilinmeyen ressam, işte bu cenneti anlatmak istememiş miydi? Semer-kant'da, kadıların kadısı Ebu Tahir'in ikamet ettiği Asfizar'a götürülürken, Ömer'in hayalindeki görüntü bu değil miydi? Kendi kendine tekrarlayıp duruyordu: "Bu kentten nefret etmeyeceğim. Suya giren kadın bir serap bile olsa. Gerçeğin yüzü, Kesik Yüz'ünki gibi olsa bile. Bu serin gece, benim son gecem olsa bile."
16
17
II
Kadı Efendi'nin geniş divanında, şamdanlardan süzülen cılız ışık, Hayyam'ın yüzünün rengini balmumuna çevirmişti. İçeriye girer girmez, iki muhafız, kendisi tehlikeli bir deliymiş gibi, omuzlarından yakalamıştı. Onu bu durumda, kapının yanında bekletiyorlardı. Odanın öteki ucunda oturmakta olan Kadı, Hayyam'ı farketmemişti. Davayı bitirmiş, davacılarla tartışıyor, birine nasihat ederken, diğerini azarlıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla bu bir komşu dalaşması idi, eskiden birikmiş hınçlar yinelenmiş, saçma ayrıntılar ortaya dökülmüştü!
Ebu Tahir, açıkça usandığını gösterip, aile reislerinden öpüşüp barışmalarını istemişti. Hemen oracıkta, hiç ayrılmayacaklarmış gibi. Biri, bir adım atmış, dev gibi olanı ise geri çekilmişti. Kadı, hızla ona bir tokat indirip, orada bulunanları dehşete düşürmüştü. Dev gibi olanı, suratına vurmak için kalkıp uzanmak zorunda kalan öfkeli Kadı'ya bir an için bakmış, sonra denileni yapmıştı.
Herkes çıktıktan sonra, Ebu Tahir, milislere yaklaşmaları için işaret etti. Bunlar yaklaşıp raporlarını vermeye ve sokakta onca kalabalığın toplanmasına neyin sebep olduğunu anlatmaya başladılar. Sonunda sıra Kesik Yüz'e geldi. Adam Kadı'nın önünde eğildi, Kadı'nın onu uzun süredir tanıdığı anlaşılıyordu. Kesik Yüz heyecanla anlatmaya başladı. Ebu Tahir dinliyordu. Yüzünden, ne düşündüğü belli olmuyordu. Birkaç saniye durdu, düşündü, sonra:
— Ahali dağılsın, diye buyurdu. Herkes, en kısa yoldan evine dönsün. Sonra saldırganlara bakarak:
— Sizler de evlerinize dönün dedi. Yarından önce karar verilmeyecek. Sanık geceyi burada geçirecek. Yalnızca benim adamlarımın gözetiminde olacak, başkasının değil!
Böyle çarçabuk yok olması emredilen Kesik Yüz, karşı çıkacak oldu, ama kendini tuttu. Eteklerini toplayıp, iki büklüm selam verdi.
Ebu Tahir, sadece kendi adamlarının tanıklığında, Ömer ile karşı karşıya geldiğinde, şu şaşırtıcı sözleri söyledi:
- Bu yüce makamda, Nişapur'lu Ömer Hayyam'ı kabul etmek
bir şereftir.
Kadı alaycı da değildi, heyecanlı da... Hiçbir heyecan belirtisi göstermiyordu. Tekdüze bir ses tonu, düzgün bir konuşma, burma bir sarık, kalın kaşlar, kır bir sakal, bıyıksız bir yüz, meraklı bakışlar...
Böylesi bir karşılama, bir saattir ayakta, herkesin alaylı bakışlarına hedef olmuş durumda bekletildiğinden, Ömer için daha da şaşırtıcı oldu. Ebu Tahir, ustaca geçiştirdiği bir kaç saniyeden sonra, devam etti:
— Ömer, Semerkant'ın yabancısı değilsin! Genç yaşına karşın, bilgin dillere destan, başarıların okullarda örnek gösteriliyor. İbn-i Sina'nın kalın bir kitabını İsfahan'da yedi kez okuduktan sonra, onu Nişapur'da kelimesi kelimesine ezbere tekrarlayan sen değil misin?
Hayyam, hünerinin Maveraünnehir'de duyulmuş olmasından memnun, ama yine de endişeli idi. Bir Safi kadısının ağzından, İbn-i Sina'nın adını duymak, yine de güven verici değildi; üstelik, daha hâlâ oturmasına izin çıkmamıştı. Ebu Tahir devam etti:
— Anlatılanlar sadece buluşların değil. Pek tuhaf dörtlüklerin de varmış.
Ölçülü sözler, suçlayıcı değil, aklayıcı değil, sadece dolaylı biçimde sorgulayıcı. Ömer, sessizliği bozmanın sırası geldiğine karar verdi:
— Kesik Yüz'ün söyleyip durduğu rubai, bana ait değil. Kadı, elinin tersi ile bu çıkışa karşı koydu. Bu kez sesi sertti:
— Şunu ya da bunu yazmış olman önemli değil. Öylesine zındıkça sözler naklettiler ki, bunları tekrarlayacak olursam, kendimi yazarı kadar günahkâr sayarım. Sana itiraf ettirmek, seni cezalandırmak niyetinde değilim. Simyacılık suçlamaları, bir kulağımdan girip, diğerinden çıktı. Şimdi yalnızız, birbirini tanıyan iki kişi gibi ve ben sadece gerçeği bilmek istiyorum.
Ömer'in içi rahat değildi, bir tuzaktan kuşkulanıyor, konuşmaktan çekiniyordu. Kendini şimdiden cellada teslim edilmiş görüyordu. Uzuvları kesilmiş, parçalara ayrılmış ya da çarmıha gerilmiş olarak. Ebu Tahir, sesini yükseltti. Neredeyse bağırıyordu:
— Nişapurlu çadırcı İbrahim'in oğlu Ömer, bir dostu tanıyabilir misin?
Bu sözlerde, Hayyam'ı kamçılayan bir içtenlik hissediyordu. "Bir dostu tanımak mı?" Soruyu ciddiyetle tarttı, Kadı'nın yüzünü
18
19
inceledi, sırıtmasına, sakalının titreyişine dikkatle baktı. Güven duygusu yavaş yavaş içini kapladı. Yüz hatları gevşedi. Yumuşadı. Muhafızların ellerinden kurtuldu, zaten Kadı'nın işareti üzerine, onlar da onu sıkmıyordu. Kadı içtenlikle gülümsedi ama yine de sorusunu tekrarladı:
— Sen, söylendiği gibi zındık mısın?
Bu bir soru olmaktan çok bir ümitsizlik çığlığı idi. Hayyam yanıtladı:
— Yobazların gayretkeşliğinden çekinirim ama, Bir'in iki olduğunu asla söylemedim.
— Söylemedin ama düşündün mü?
— Asla, Tanrı tanığımdır.
— Benim için bu yeterli. Tanrı için de, sanırım. Ya halk için? Sözlerini, hareketlerini gözlüyorlar. Benimkileri de, Hükümdarınkini de. Sen şöyle demişsin: "Arasıra, Güneşe yardımcı olan gölgenin bulunduğu camilere giderim..."
— Sadece, Yaradanı ile barış içinde olan bir insan, ibadet yerinde rahat uyur.
Ebu Tahir'in kuşkulu bakışları üzerine, Ömer heyecanla devam etti:
— Ben, imanı Yargı korkusu, duası da secde etmek olanlardan değilim. Nasıl mı dua ederim? Güle bakarım, yıldızlara bakarım, yaratılışın güzelliğine hayran kalırım, Yaradan'ın en büyük, en güzel eseri olan insana, bilgiye açlık duyan beynine, sevgiye susamış olan yüreğine, duyularına, uyanışmış ya da doyuma ulaşmış tüm duyularına hayranlık duyarım.
Kadı, düşünceli düşünceli ayağa kalktı, gelip Hayyam'ın yanına oturdu, elini babaca omuzuna koydu. Muhafızlar şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyordu.
— Dinle genç dostum, Yüce Tanrı sana, bir Âdem oğlunun erişebileceği en değerli şeyi vermiş: zekâ, belagat, sağlık, güzellik, öğrenmek arzusu, hayattan zevk alma, erkeklerin takdiri ve sanırım kadınların hayranlığı. Seni, bilgelikten yoksun bırakmadığını umarım. Çünkü dilini tutma bilgeliği olmazsa, bütün bu saydıklarıma ne hayranlık duyulabilir ne de korunabilir.
— Düşündüğümü söylemek için yaşlanmayı beklemem mi gerek?
— Bütün düşündüklerini söyleyebileceğin gün, torunlarının torunları yaşlanacak zamanı bulur. Bizler, giz ve korku çağını yaşıyoruz. Senin iki yüzün olmalı, birini halka diğerini de kendine ve
Tanrı'ya göstermelisin. Gözlerine, kulaklarına, diline sahip olmak istiyorsan, gözlerin, kulakların, dilin olduğunu unut.
Kadı sustu, tepeden inme bir sessizlikti bu. Karşısındakini konuşmaya davet etmeyen, aksine odayı tümüyle dolduran, hizaya getirici bir sessizlik. Ömer, gözleri yerde, bekliyordu. Kadı'nın, kafasındaki sözcükleri seçmesine fırsat vermek istiyordu.
Oysa Ebu Tahir derin bir nefes aldıktan sonra adamlarına sert bir emir verdi. Adamlar çekildiler. Kapıyı kapattıklarında, kadı kalktı, bir duvar halısını kaldırdı, sonra oymalı bir kutunun kapağını açtı, içinden bir kitap çıkartarak özenle Ömer'e verdi. Artık yumuşamış, yüzü koruyucu bir ifade almıştı.
İşte bu kitap, benim, yani Benjamin O. Lesage'nin, ellerimle tuttuğum, dokunduğum kitaptı. Sanırım eskiden de, dokunulduğu vakit aynı duyguyu verirmiş. Kitap kalın ve sert bir ciltle kaplı ve yüzü kabartmalı idi. Yapraklarının kenarları yenmişti. Ama o unutulmaz yaz gecesinde, Hayyam kitabı açtığında, ikiyüzelli boş sayfa gördü, üzerlerinde ne bir yazı, ne bir resim, kenarlarında ne bir çıkıntı, ne bir not, her hangi bir yerinde ne bir minyatür!
Ebu Tahir, heyecanını gizlemek için, işi çığırtkanlığa vurdu:
— Bu Çin Kaghez'inden yapılmış. Bugüne dek Semerkantta imal edilmiş en iyi kâğıt cinsi. Maturid mahallesinden bir Yahudi, eskiden kalma yöntemle, beyaz dut ağacından imal etti bu kâğıdı. Salt benim için. Dokun bak, aynen ipek gibi.
Boğazını temizleyerek devam etti:
— Benden on yaş büyük bir ağabeyim vardı. Öldüğünde, senin yaşındaydı. Dönemin hükümdarının hoşuna gitmeyen bir şiir yazdığı için Belh kentinde işkenceyle öldürüldü. Onu, ayrı bir mezhep kurmakla suçladılar. Doğru mu bilmiyorum. Ama bir şiire, zavallı bir rubaiden biraz daha uzun bir şiire karşılık hayatını koymasını hiç affetmedim.
Sesi çatallaştı, nefes nefese ayağa kalktı:
— Bu kitabı sakla. Düşüncende bir mısra oluştuğu ve gün ışığına çıkmak için dudaklarına kaydığı her seferinde, onu kendine sakla, sır gibi gizlenecek bu kitaba yaz. Yazarken de Ebu Tahir'i unutma.
Kadı, bu davranışı ile, bu sözleriyle, edebiyat tarihinde en iyi korunmuş gizlerden birine yol açtığını biliyor muydu? Ömer Hayyam'ın o ince şiirlerini keşfetmek, Rubaiyat'ını çağların en özgün yapıtı saymak ve Semerkant'ın bu elyazması kitabının garip öyküsünü öğrenmek için, aradan sekiz yüz yıl geçmesi gerekeceğini nereden bilecekti?
20
21
III
Ömer o gece, Ebu Tahir'in geniş bahçesindeki tepelerden birinde, kendisine ayrılan yazlık köşkün içinde, uyumak için dönenip durdu. Yanıbaşında, alçak bir sehpanın üzerinde, kalemi, hokkası, sönmüş kandili ve ilk sayfası açılmış, üzerine hiçbir şey yazılmamış kitabı duruyordu.
Sabaha karşı bir rüya gördü: güzel bir cariye ona bir tepsi üzerinde dilimlenmiş kavunlar, yepyeni bir giysi, Çin ipeğinden sarıklık kumaş getiriyor, bir de kulağına fısıldıyor:
— Efendi seni sabah namazından sonra bekliyor.
Oda şimdiden dolmuş, şikâyetçiler, talepçiler, dalkavuklar, akrabalar, her çevreden ziyaretçiler ve bunların arasında, haber almak üzere gelmiş olan Kesik Yüz. Ömer, kapıdan içeriye süzülmüş, Kadı'nın sesi, herkesin dikkatini üzerine toplamış:
— İmam Ömer Hayyam aramıza hoş geldi. Hiç kimse, Peygamberimizin hadislerini onun kadar bilemez. Kimse, güvenilirliğini tartışamaz. Söylediklerine kimse karşı çıkamaz.
Ziyaretçiler tek tek ayağa kalkıp temenna ettiler. Ömer, kaçamak bakışlarla Kesik Yüz'e baktı. Adam köşede durmuş, patlayacak gibi ama yine de alaycı bir yüz takınmış.
Ebu Tahir, yanındakilere hızla yer açtırarak, Ömer'i sağına oturttu. Sonra da konuşmaya başladı:
— Değerli konuğumuzun başından, dün akşam bir olay geçmiş. Horasan'da Fars'ta, Mazandaran'da başlar üstünde tutulan, her kentin konuk etmek için birbiriyle yarıştığı, her hükümdarın sarayında görmek istediği konuğumuz, dün akşam Semerkant sokaklarında tartaklanmış.
Orada bulunanlardan öfkeli sesler yükseldi, Kadı durdurmadan önce, gürültü bir süre devam etti. Ebu Tahir devam etti:
— Daha da kötüsü, çarşıda az daha bir ayaklanma olacakmış. Tam da, Saltanatın Güneşi, sevgili hükümdarımız Nasır Han, Allah'ın izniyle bu sabah Buhara'dan kentimize geleceği sırada! O gü-
22
ruh durdurulmasa ve dağıtılmasaydı, bu sabah duyacağımız üzüntüyü, tahmin etmeye bile cesaret edemiyorum. Ama hemen belirteyim: nice kelle omzunun üzerine düşmüş olacaktı.
Ebu Tahir, nefes almak ve yarattığı etkiyi anlamak, korkunun yüreklere iyice sinmesini beklemek için durdu.
— Neyse ki bir eski öğrencim, ki şimdi aramızda bulunuyor, değerli konuğumuzu tanımış ve gelip bana haber verdi.
Kadı parmağı ile Kesik Yüzü işaret etti ve ayağa kalkmasını söyledi:
— İmam Ömer'i nasıl tanıyabildin? Cevap yerine bir mırıltı...
Kadı bağırdı ve yanında oturan ak sakallı ihtiyarı gösterdi:
— Daha yüksek! Şuradaki yaşlı amcan seni duyamıyor. Kesik Yüz, zoraki, konuştu:
— Değerli konuğumuzu belagatinden tanıdım. Onu kadımıza getirmeden önce, kimliğini sordum.
— İyi yapmışsın. Ayaklanma sürseydi, kan akardı. Gel, konuğumuzun yanına otur. Bu onuru hak ettin.
Kesik Yüz yapay bir uysallıkla yaklaştığı sırada, Ebu Tahir, Ömer'in kulağına fısıldadı.
— Sana dostluk göstermese de, en azından herkesin önünde sana sataşamaz. Sonra yüksek sesle devam etti:
— Başına gelenlere karşın, Hoca Ömer'in Semerkant'ı kötü anmasını istemeyiz.
Hayyam cevap verdi:
— Dün akşam olanları unuttum bile. İleride, bu kenti düşündüğümde, aklımda bambaşka bir görüntü kalacak. O da harika bir adamın görüntüsü. Ebu Tahir'den söz etmiyorum. Bir kadıya yapılacak en güzel övgü, onun meziyetlerini saymak değildir, sorumlu olduğu, yönettiği kişilerin dürüstlüğüdür. Semerkant'a geldiğim gün, katırım Kiş Kapısına giden son yokuşa da tırmanmış, ben de yere henüz ayak basmışken, bir adam yanıma geldi.
— Bu kente hoş geldin, dedi. Ailen, dostların var mı?
Bir yankesici, en azından bir dilenci olabileceği korkusu ile, bir taraftan yürürken bir yandan da cevap verdim: "Hayır yok!" Adam: "Benden korkma soylu ziyaretçi," dedi. "Ben burada bekleyip, gelen ziyaretçileri ağırlama emrini efendimden aldım." Adam, fakir bir adama benziyordu ama üstü başı temiz, kendisi de çok saygılı idi. Onu izledim. Biraz sonra, beni ağır bir kapıdan geçirip, bir kervansarayın avlusuna soktu. Orta yerde bir kuyu vardı. İn-
23
sanlar ve hayvanlar suyundan yararlanıyordu. Avlu, çepeçevre bir sürü odası olan iki katlı bir binayla çevriliydi. Adam, "Burada kalabilirsin" dedi. "İster bir gece, ister bir mevsim. Yatacak ve yiyecek bulursun. Katırın için de ot bulursun." Kaç para vereceğimi sorduğumda, "Sen burada efendimin konuğusun" dedi. "Bunca cömert, konuksever Efendin nerede, gidip ona teşekkür edeyim" dedim. "Efendim öleli yedi yıl oluyor. Bana, Semerkant'a gelen yolculara sarf etmem için gerekli parayı bıraktı" dedi. İyiliklerini anlatmam için, Efendinin adını söyle dediğimde, "Şükranını Yüce Tanrı'ya yönelt. Kimin için kendisine şükredildiğini bilir" dedi. Ve böylece, bir kaç gün, bu adamın konuğu oldum. Kervansaraya girip, çıkıyordum. Sofram nefis yemeklerle donanıyor, hayvanıma da benim bakacağımdan iyi bakılıyordu.
Ömer, kendisini dinleyenlere baktı, anlattıkları ne gözlerde bir ışıltı, ne dudaklarda bir pırıltı yaratmıştı. Şaşırdığını anlayan Kadı:
— Daha nice kent, İslam ülkesinin en konuksever kenti olduğunu iddia eder. Ama bu sıfatı sadece Semerkant hak eder. Bildiğim kadarı ile, bugüne kadar hiçbir yolcu, yatacak ve yiyecek parası vermemiştir. Yolculara ya da yoksullara yardım edebilmek için iflas etmiş nice aile tanırım. Ama tek bir gün övündüklerini duyamazsın. Sokak başlarında gördüğün çeşmeler, gelen geçenin su içmesi için yaptırılmıştır. Kimi tuğladan, kimi çiniden, kimi bakırdan iki bin çeşme vardır, hepsi Semerkant'lıların armağanıdır. Bir teki bile, teşekkür alacağım diye, üzerine adını yazdırmamıştır.
— Doğru, dedi Ömer. Hiçbir yerde buna benzer bir cömertliğe rastlamadım. Ama yine de, aklıma takılan bir soruyu sorabilir miyim?
— Ne soracağını biliyorum. Konukseverliği bunca ileri olan kişiler nasıl oluyor da, senin gibi bir konuğa şiddet gösterebiliyor?
— Ya da Uzun Cabir gibi zavallı bir ihtiyara?
— Cevabımı tek bir sözcükle vereceğim: korku! Burada gördüğüm şiddet, korkunun çocuğudur. Dinimize her yandan saldırılıyor. Bahreyn'deki Karmati'ler, Kom'daki İmamiyeciler, Konstantiniyye'deki Rumlar, tüm kâfirler ve özellikle Bağdat'ın ortasına kadar hatta Semerkant'a kadar gelmiş olan Mısır'daki İsmailiyeliler. Bizim İslam kentlerimizin nasıl olduklarını unutma. Mekke, Medine, İsfahan, Bağdat, Şam, Buhara, Merv, Kahire, Semerkant, her biri bir anlık ihmalin çölleştireceği kentler. Her biri, kum fırtmalarına açık.
Kadı, pencereden giren güneş ışığına baktı. Ayağa kalktı. Ellerini çırptı:
— Bize yolluk getirsinler.
Yol boyunca kuru yemiş yemeyi adet edinmişti. Dostları ve konukları da ona uyardı. Bu yüzden orta yere bir sini getirdiler. Üzeri tepeleme üzüm ile doluydu. Herkes ceplerini doldurdu. Sıra Kesik Yüz'e geldiğinde bir avuç alıp, Hayyam'a verdi:
— Üzümü, şarap olarak vermemi yeğlerdin.
Yüksek sesle konuşmamıştı ama, orada bulunanlar nefeslerini tutmuştu.
Herkes Ömer'e bakıyordu. O ise:
— Şarap içmek istenirse, saki de, içki arkadaşı da özenle seçilir, dedi.
Kesik Yüz, sesini hafifçe yükseltti:
•— Ben, tek damla içme heveslisi değilim. Cennete gitmek istiyorum. Bana eşlik etmeye niyetli görünmüyörsun.
— Hikmet yumurtlayan ulema takımı ile sonsuza dek ahirette olmak mı? Yok, hayır. Tanrı bizlere daha başka şeyler vaad etti.
Konuşma burada bitti. Ömer, Kadı'ya yetişmek için hızlandı. Kadı:
— Kent halkı seni yanımda görmeli, dedi. Dün akşamki izlenimleri silinir böylece.
Kadı'nın evi önünde biriken kalabalığın içinden, bir armut ağacını siper etmiş akşamki kestane hırsızını fark eder gibi oldu Ömer. Yavaşladı. Gözleriyle onu aradı. Ama Ebu Tahir onu iteledi:
— Çabuk ol. Han bizden önce gelmiş olursa, kemiklerini kırarım.
24
25
IV
— Müneccimler ta ezelden beri bunu söylüyor ve doğru söylüyor.
Dört kent var ki, isyan yıldızı altında doğmuş. Bunlar Semerkant, Mekke, Şam ve Palermo'dur. Bu kentlerin insanları, zorla olmadıkça asla yöneticilerine baş eğmemişler, adaletin kılıcı olmadıkça asla doğru yoldan gitmemişler. Peygamberimiz, Mekke'nin küstahlığını kılıcı ile gidermiş, ben de Semerkant'ın küstahlığına adaletin kılıcı ile son vereceğim!
Maveraünnehir'in hükümdarı Nasır Han, her yanı kakmalı, muazzam tahtının önünde ayakta durmuş, el kol hareketi ile konuşuyor, sesi etrafmdakileri titretiyordu. Gözleri, topluluk içinde bir kurban, kıpırdanma cüreti gösterebilecek bir çift dudak, inanmayan bir bakış, bir ihanet belirtisi yakalamaya çalışıyordu. Ama herkes, içgüdüsel olarak, yanındakinin arkasma saklanmış, sırtını, boynunu, omuzlarını, fırtına geçene dek, gizlemeye çalışıyordu.
Nasır Han, pençesine uygun bir av bulamadığı için, tören giysilerine saldırdı ve peşpeşe her birini sırtından çıkarmaya başladı. Türk-Moğol şivesi ile sıraladığı küfürlerin ardı arkası kesilmiyordu. Geleneğe göre, hükümdarlar, üst üste üç, dört, bazen yedi kat giyinirler ve gün boyu, bu işlemeli giysilerini, onurlandırmak istedikleri kimselerin sırtlarına geçirirlerdi. Böyle davranmakla Nasır Han, o gün onurlandıracağı kimse olmadığını göstermiş oluyordu.
Oysa, hükümdarın Semerkant'a her gelişinde olduğu gibi, o gün de şenlik yapılmalıydı ama daha ilk saniyelerden itibaren, herkesin keyfi kaçmıştı. Nasır Han, Siab ırmağı boyunca taşlı yolları aşıp, kentin kuzeyindeki Buhara Kapısından girmişti Semerkant'a. Yüzü gülüyor, iyice çekik gözleri pırıldıyor ve elmacık kemikleri alev alev yanıyordu. Sonra, birdenbire keyfi kaçıverdi. Aralarında Ebu Tahir'in de bulunduğu ikiyüz kadar eşrafa yaklaşmış, kalabalığa bir göz atmış, aradığını bulamayınca, atını mahmuzlayıp, anlaşılmaz sözlerle uzaklaşmıştı. Siyah kısrağının üzerinde dimdik, somurtkan, sabahın erken saatinden beri toplanmış kalabalığın al-
kışlarına cevap vermeden geçip gitti. Kimileri, "arzuhalci'lere yazdırdıkları dilekçeleri ellerinde sallıyordu ama, boşuna! Kimse dilekçesini hükümdara sunma cesaretini bulamamıştı. Daha çok vezirine başvuruluyor, o da kâğıtları toplamak üzere atının üzerinden eğiliyor ve ilgileneceği vaadinde bulunuyordu.
Nasır Han, önünde hanedanın kara bayraklarmı taşıyan dört atlı, ardında koca bir şemsiye tutan, yarı beline kadar çıplak bir köle ile, iki yanı ağaçlı yoldan geçti, arik adı verilen su yolları boyunca ilerledi ve Asfizar mahallesine vardı. Sarayını, Ebu Tahir'in evinin iki adım ötesinde, işte bu mahallede yaptırmıştı. Geçmişte, hükümdarlar kale içinde otururlardı, ama son savaşlarda kale yıkıldığı için, orayı terk etmek gerekmişti. Artık kalede sadece yurtlarını kuran Türk askerlerinin karargâhı vardı.
Hükümdarın keyifsizliğini gören Ömer, Saraya gitmeye çekinmiş ama Kadı, ünlü dostunun orada olması havayı değiştirir ümidiyle ısrar etmişti. Yolda giderlerken; Ebu Tahir neler olduğunu anlattı Hayyam'a: Kentin ileri gelen din adamları, Han, silahlı muhaliflerinin siper kurdukları Buhara'daki Büyük Cami'yi yaktırdığı için, onu karşılamaya gelmemişlerdi. Kadı:
— Hükümdar ile din adamları arasında bitmez tükenmez bir savaş var dedi. Bazen açık ve kanlı, çoğu kez kurnaz ve sinsi.
Ulema takımının, hükümdarın davranışlarından bezmiş olan bazı subaylarla ilişki kurduğu da söylenmekteydi. Anlatıldığına göre, Nasır Han'ın ataları, yemeklerini subayları ile bir arada yer, iktidarlarının, cengâverlerinin cesaretine dayalı olduğunu göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmazlarmış. Ama, kuşaktan kuşağa, Türk Hakanları, Acem hükümdarlarının kötü alışkanlıklarını edinir olmuşlar, kendilerini yarı-tanrı gibi görmeye başlamış giderek daha şatafatlı törenler düzenlemişler ve bu durumu subaylarına kabul ettirememişlerdi. Çoğu, dini liderlerle ilişki kurmuş ve onların Nasır'a dil uzatmalarını, İslam'ın yolundan ayrıldığını söylemelerini keyifle izler olmuşlardı. Dini bütün bir adam olmasına karşın babası, saltanatını, sarıklı kelleleri uçurtmakla başlatmış değil miydi?
İçlerinde bulundukları o 1072 yılında, Ebu Tahir, Hakan ile ilişkileri iyi olan ender din adamlarından biriydi. Onu sık sık Buhara'da ziyaret eder, hükümdarın Semerkant'a her gelişinde onu törenle karşılayıp ağırlardı. Onun bu uzlaşmacı tutumu, bir kısım ulemanın hiç hoşuna gitmiyordu ama çoğunluk, kadı ile hükümdar arasındaki bu yakınlıktan memnundu.
26
27
Kadı, bir kez daha uzlaşmacı tutumu ile, Nasır'a karşı çıkmaktan sakınarak onu yumuşatacak her yolu denedi. Öfkesinin geçmesini bekledi. Hakan tahtına oturduğunda ve sırtını yumuşak yastıklara dayadığında, Ömer'in de içini rahatlatan bir ustalıkla işi ele aldı. Vezire işaret eder etmez, içeriye bir cariye girdi ve savaş meydanını andıran yerden, Hakanın giysilerini toplamaya başladı. Havada hemen bir hafifleme olmuş, herkes gevşemiş, fısıldaşmalar başlamıştı.
Kadı, kabul odasının ortasına kadar ilerledi, hükümdarın karşısında durdu, başını eğdi ve tek kelime etmedi. Uzunca bir sessizlikten sonra Nasır, bıkkın fakat güçlü bir sesle: "Bu kentin tüm ulemasına, sabah ezanında gelip ayaklarıma kapanmasını söyle" diye buyurdu. "Baş eğmeyen kafa, uçurulacak; kimse kaçmaya yeltenmesin, öfkemden kaçıp sığınabilecekleri tek bir ülke yoktur." Herkes, fırtınanın geçmiş olduğunu, hükümdarm tutumundan anladı. Hükümdarın cezalandırmaktan vazgeçmesi için, din adamlarının yola gelmeleri yeterli olacaktı.
Ömer, ertesi günü kadı ile birlikte Saraya gitti. Hava tümden değişmişti. Nasır tahtına oturmuştu. Yanı başındaki kölelerden biri, üzeri pembe şekerlerle dolu bir tepsiyi tutmakta, hükümdar birini alıp dilinin üzerine koyarken, diğer elini, gülsuyu dökme telâşı içindeki köleye uzatmaktaydı. Bu hareket yirmi-otuz kez tekrarla-na dururken, heyetler de hükümdarın önünden geçmekteydi. Bunlar özellikle Asfizar, Panjkin, Zagrimah, Maturid gibi mahallelerin temsilcileriydi. Çarşıdaki esnafın ve loncaların temsilcileri, bakırcılar, kâğıtçılar, ipekçiler ve sakaların yani sıra, korunmaya alınmış toplulukların, yani Yahudilerin, Mecusilerin ve Nesturi Hıristiyanlarının temsilcileri de vardı.
Hepsi önce yeri öpüyor, sonra doğrularak, Hakan çekilmeleri için işaret edene kadar, iki büklüm bekliyorlardı. Hakan işaret verince, sözcüleri bir kaç kelime ediyor, geri geri giderek çekiliyorlardı. Odadan çıkarken, hükümdara sırtlarını çevirmeleri söz konusu değildi. Tuhaf bir alışkanlık! Bu usul, saygınlığına fazlasıyla düşkün bir hükümdar tarafından mı, yoksa pek kuşkucu bir ziyaretçi tarafından mı konulmuştu?
Sonunda sıra, merakla beklenen din adamlarına geldi. Yirmi kişi kadardılar. Ebu Tahir, gelmelerini hiç zorluk çekmeden kabul ettirmişti. Bütün kızgınlıklarını gösterdiklerine göre, bu yolda ısrar etmek kurban vermeyi gerektirirdi ki, buna da hiçbirinin niyeti
yoktu. İşte şimdi tahtın karşısına dizilmişler, her biri yaşına göre edilebildiği kadar eğilmiş, doğrulmak için hükümdarm işaretini bekliyordu. Ama işaret bir türlü gelmiyordu. On dakika geçmişti. Sonra yirmi dakika. En gençleri bile, bu rahatsız durumda kalabilmenin zorluğunu çekiyordu ama başka çare de yoktu. İzinsiz doğrulmak, Hakanın yıldırımlarını üzerine çekmek olurdu. Her biri, ardarda diz üstü düşmüştü. Bu da eğilmek kadar saygı göstermekti ama hiç değilse daha az yorucu idi. Sonuncusu da diz üstü çöktüğünde, hükümdar kalkmalarını ve hiçbir konuşma yapmadan çekilmelerini emretti. Kimse, işin böyle sonuçlanmasına şaşmadı. Bu, ödenmesi gereken bir bedeldi.
Daha sonra sıra Türk subaylarına, eşrafa ve köy ağaları dihkânlara. geldi. Rütbelerine ve mevkilerine göre, kimi hakanın elini, kimi ayağını, kimi de omzunu öpüyordu. Sonra bir ozan yaklaştı, hanı öven bir kaside okudu. Hakan, sıkıldığını açıkça belli etti, övücü sözünü bir işaretle kesti. Vezirine işaret etti, o da eğilip hakanı dinledikten sonra, orada bulunanlara seslendi:
— Efendimiz hep aynı şeyleri duymaktan bıktığını söylüyor. Artık ne aslana, ne kartala ne de güneşe benzetilmek istiyor. Başka söyleyecek şeyi olmayan çekilsin.
28
29
V
Vezirin bu konuşmasından sonra, sıranın kendilerine gelmesini bekleyen ozanlar arasında mırıldanmalar, kıpırdanmalar, karışıklıklar görüldü. Bazıları, usulca ortadan kaybolmak üzere, bir iki adım geri attı. Aralarından yalnızca bir kadın, sert adımlarla yaklaştı. Ömer'in meraklı bakışlarını gören kadı:
— Bu Buhara'lı bir kadın şair. Kendini Cihan diye çağırtıyor. Dünya gibi, âlem gibi Cihan. Bir hayli dedikoduya yol açmış aşk öykülerine sahip genç bir dul, dedi.
Sesi uyarıcıydı ama Ömer'in bir kez merakı kabarmıştı, gözlerini kadından alamıyordu. Cihan, peçesini hafifçe kaldırmış, boyasız dudakları ortaya çıkmıştı. Güzel bir şiir okumaya başladı. Şiirde, bir kere olsun hükümdarın adı geçmedi. Hayır, Semerkant'ı ve Buhara'yı sulayan, suyunu almaya hiçbir denizin layık olmaması yüzünden çölün derinliklerinde kaybolan Zerefşan ırmağını övüyordu.
Nasır Han, her zamanki alışkanlığı ile:
— İyi dedin, dedi. Ağzın altınla dolsun.
Cihan, üzeri altın para dolu geniş bir tepsinin önünde eğildi ve altınları tek tek ağzına doldurmaya başladı. Herkes yüksek sesle saymaya başladı. Cihan, boğazına takılan bir hıçkırık yüzünden boğulacak gibi olunca, başta hükümdar, herkes kahkahayla güldü. Vezir, kadının yerine dönmesi için işaret etti. Ağzından çıkan altın, tam kırkaltı dinardı.
Gülmeyen tek kişi Hayyam'dı. Gözleri Cihan'a takılmış, ona karşı ne gibi duygular hissettiğini anlamaya çalışıyordu. Şiiri o denli saf, söyleyişi o denli vakur, yüreği o kadar cesur bu kadının, bu aşağılayıcı ödüle boyun eğmesini anlayamıyordu. Cihan peçesini kapatmadan önce daha da yükseltmiş ve bir bakış fırlatmıştı. Ömer, bu bakışı yakaladı, içine çekti ve orada kalmasını istedi. Bu, kalabalığm kavrayamayacağı bir kısacık an, bir sevgili için upuzun bir sonsuzluktu. Hayyam, zamanın iki yüzü var diye düşünmek-
ten kendini alamadı. Zamanın iki yüzü, iki boyutu var. Uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış.
Bu eşsiz anı, koluna dokunmakla, Kadı bozmuş oldu. Artık çok geçti. Kadın yok olmuş, ortada sadece bir çarşaf kalmıştı! Ebu Tahir dostunu Han'a tanıttı:
— Yüce katınızda, Horasan'ın en büyük bilgini Ömer Hayyam bulunuyor. Onun için, hiçbir bitkinin, hiçbir yıldızın sırrı yoktur.
Ebu Tahir'in, Hayyam'ın bildikleri arasında tıptan ve müneccimlikten söz etmesi boşuna değildi. Hükümdarlar her zaman bu iki dala ilgi duymuşlardır. Birincisine, sağlıklarını ve yaşamlarını korumak, ikincisine yazgılarını anlamak için!
Hakan memnun olduğunu, onurlandığını söyledi ama, o gün bilimsel konuşmalar yapmak niyetinde değildi. Konuğunun durumunu değerlendiremeyerek:
— Ağzı altınla dolsun! dedi.
Ömer irkildi, şaşırdı ve yüzünde bir tiksinti belirtisi görüldü. Bunu anlayan Ebu Tahir ürktü; hükümdarı red etmek onu kızdırabilirdi. Dostunu kolundan tuttu ama geç kalmıştı. Hayyam konuşmağa başlamıştı bile:
— Haşmetlû beni mazur görsünler, ama oruçluyum. Ağzıma bir şey koyamam dedi.
— Yanılmıyorsam, oruç ayı geceli üç hafta oluyor.
— Ramazanda seferi idim. Nişapur'dan Semerkant'a gelirken orucu bıraktım. Sonradan borcumu ödeyeceğime and içtim.
Kadı dehşete düştü, odadakiler kıpırdadı, hükümdarın yüzünden bir şey anlamak olanaksızdı. Soruyu Ebu Tahir'e yöneltmeyi yeğledi:
— Sen ki dinin kurallarını bilirsin, ağzına altın sokup çıkartmakla Hoca Ömer'in orucu bozulur mu?
Kadı yansız bir sesle:
— Tam olarak söylemek gerekirse, ağızdan giren her şey orucu bozar, dedi. Altının yanlışlıkla yutulduğu da olmuştur.
Nasır bu görüşü kabul etti ama tatmin olmadı. Ömer'e dönerek:
— Red edişinin gerçek nedeni bu mu? diye sordu. Hayyam bir an duraksadı, sonra:
— Tek nedeni bu değil, dedi.
— Konuş öyleyse. Benden korkmana sebep yok. Bunun üzerine Ömer şu dörtlüğü okudu:
30
31
Beni sana getiren yoksulluk muydu?
İstekleri basitse, kimse yoksul değil.
Dürüstü ve özgürü onurlandırabiliyorsan,
Beklediğim, onur vermen, başka bir şey değil.
Ebu Tahir kendi kendine:
— Hey günlerin kararsın Hayyam, diye söylendi.
Böyle bir şeyi aslında istediği yoktu ama korkusundan söylemişti. Hakanın öfkeli sesi kulaklarından gitmemişti, bu kez işin üstesinden gelebileceğinden emin değildi. Han, derin bir düşünceye dalmışçasına sessiz, hareketsiz kaldı; yanındakiler, ağzından çıkacak ilk sözcüğü, bir idam hükmü beklercesine bekliyor, dalkavukların bir kısmı usulca yok olmanın yollarını arıyordu.
Ömer, bu genel şaşkınlık havasından yararlanarak, Cihan'ın gözlerini aradı. Cihan, bir sütuna dayanmış, yüzünü avuçlarının içine almıştı. Acaba Ömer için mi korkuyordu?
Sonunda Han ayağa kalktı. Ömer'e doğru kararlı adımlarla yürüdü. Ona kuvvetle sarıldı, elinden tutup peşinden sürükledi. Tarihçiler: "Maveraünnehir'in Efendisi, Ömer Hayyam'ı o denli sayıyordu ki, onu hep tahtında, yanı başında oturtuyordu." diye yazdılar.
Saraydan çıktıklarında, Ebu Tahir:
— Artık Han ile dostsunuz, dedi.
Az önce boğazını kurutan korku ne denli büyükse, şimdi de sevinci o denli büyüktü. Ama Hayyam:
— Denizin komşusu olmaz, hükümdarın dostu olmaz atasözünü unuttun mu? diye sormaktan kendini alamadı.
— Açılan kapıyı küçümseme. Saraydaki geleceğin çizilmiş görünüyor.
— Saray hayatı bana göre değil. Tek düşüm, tek tutkum, günün birinde bir rasathane, bir gül bahçesi sahibi olmak. Sonsuza dek, elimde şarap, yanımda güzel bir kadın, gökyüzünü incelemek istiyorum.
Ebu Tahir güldü:
— Şu şair kadın kadar güzel, dedi.
Ömer'in tek düşündüğü oydu ama sustu. Ağzından çıkacak en ufak bir sözcüğün kendisini ele vermesinden çekiniyordu. Kadı, biraz hafif davrandığını anlayarak, sözünü değiştirdi:
— Senden bir şey isteyeceğim.
- İsteklerimle beni şımartan sensin her zaman.
- Öyle olduğunu kabul edelim ve diyelim ki karşılığında bir
şey istiyorum.
Evin önüne gelmişlerdi. Ebu Tahir, konuşmalarını sofrada sürdürmeyi önerdi:
- Seninle ilgili bir tasarım var. Bir kitapla ilgili. Bir an için Ru-
baiyat'ı unutalım. O benim için bir dahinin kaprisleri. Sen asıl tıpta, astrolojide, matematikte, fizikte ve metafizikte başarılısın. İbni Sina'nın ölümünden beri, bu konuları senden iyi bilen yok derken yanılıyor muyum?
Hayyam cevap vermedi. Ebu Tahir devam etti:
— İşte bu dallarda senden bir kitap bekliyorum. Sonuncusu olacak bir kitap ve onu bana ithaf etmeni istiyorum.
— Sanmam ki bu alanlarda sonuncu kitap olsun ve bu nedenle bugüne dek hiçbir şey yazmadan sadece okudum, öğrendim.
— Açıkla.
— Eskileri ele alalım. Yunanlıları, Hintlileri, benden önceki Müslümanları. Tüm bu konularda pek çok kitap yazdılar. Yazdıklarını yineleyecek olursam, benim işim nafile iş olur. Onlara karşı çıksam, ki bunu hep istedim, benden sonrakiler de bana karşı çıkacaklar. Bilginlerin yazdıklarından geriye, yarın ne kalacak? Kendilerinden önce gelenleri karalamaları. Başkalarının kuramlarını nasıl yıktıkları belki anımsanacaktır ama kendi kurdukları kuramlar da başkaları tarafından yıkılacaktır, hatta ardından gelenlerce alaya alınacaktır. Bilinen yasadır bu; şiirde böyle bir yasa yoktur, sonraki ondan öncekini asla yadsımaz, ardından gelen de onu yadsımaz! Yüzyılları, büyük bir rahatlıkla aşar. İşte bunun için Rubaiyat'ı yazıyorum. Bilimde beni hayran bırakan nedir bilir misin? Onda, şiirin yüceliğini bulurum, matematikte sayıların baş döndürücü tadını, astronomide evrenin gizemli mırıltısını. Ama bana gerçek olandan lütfen söz etmeyin!
Bir an durdu, sonra devam etti:
— Semerkant'ın çevresinde dolaştığım günler oldu. Üzerlerinde, artık hiç kimsenin çözemediği yazılar olan harabeler gördüm. Kendi kendime dedim ki: Eskiden burada yükselen kentten, geriye ne kaldı? Nasıl bir krallık vardı, nasıl bir bilim, nasıl bir yasa, nasıl bir gerçek? Hiç. İstediğim kadar bu enkazın altını üstüne getireyim, bir çanağın üzerinde bir yüz, bir duvarda bir resim parçası bulabildim sadece. İşte bin yıl sonra, benim zavallı şiirlerim de böyle olacak. Kırık çömlekler, resim parçaları, sonsuza dek gömül-
32
33
müş bir dünyanın artıkları. Bir kentten geriye kalan, yarı yarıya sarhoş bir şairin üzerinde gezdirdiği kayıtsız bakışlardır. Ebu Tahir, pusulasını şaşırmış gibiydi:
— Sözlerini anlıyorum diyebildi. Ama yine de Safi bir kadıya şarap kokan şiirler adamak istemezsin herhalde.
Ömer, eğer şarabı sulandırmak denilebilirse, uzlaşmacı, minnet dolu bir tavır takındı. Bu konuşmayı izleyen aylarda, küp denklemleri ile ilgili ciddi bir eser yazmaya koyuldu. Bu cebirsel denklemin bilinmeyenine, Arapça şey diyordu. Bu sözcük İspanyolca yapıtlarda Xay diye yazıldığından, zamanla X biçimi alacak ve bilinmeyeni göstermekte kullanılan evrensel X harfine dönüşecekti.
Hayyam, Semerkant'ta tamamladığı eserini, koruyucusuna adadı: "Bizler bilim adamlarının gözden düşürüldükleri bir çağın kurbanlarıyız. Aralarında pek azı, gerçek bir araştırma yapmak olanağını bulabiliyor... Günümüz bilginlerinin bilmedikleri şeylerden biri, maddi sonuçlar çıkartmak... Bu nedenle, bu dünyada olup biten kadar Bilime ve insanoğlunun kaderine ilgi duyan bir kişiye rastlamak ümidini yitirmişken, Tanrı karşıma büyük kadı Ebu Tahir'i çıkarttı. Bu çalışmayı onun yardımı ile tamamlayabildim."
Hayyam o akşam, artık evi gibi kullandığı bahçedeki küçük köşküne döndüğünde, akşamın o saatinden sonra yazamam diye yanına lamba almamıştı. Yolunu ay ışığı aydınlatıyordu. Şevval'in bu son günlerinde, ay incecik bir hilâl biçiminde olduğu halde... Kadı'nın konağından uzaklaşır uzaklaşmaz, el yordamıyla yürümeğe başladı ve birkaç kez düşecek gibi oldu. Salkım söğütlerin dalları, yüzüne çarpıp duruyordu.
Odasına girdiğinde, tatlı bir sesin tatlı sitemi ile karşılaştı:
— Daha erken gelirsin sanmıştım.
Bu kadını aklından çıkarmadığı için mi sesini duyar gibi oldu? Usulca kapattığı kapının ardında durmuş, önce bir görüntü seçmeğe çalışıyordu. Boşuna. Ses, bir sis perdesinin ardından gelir gibi, yeniden duyuldu:
— Susuyorsun. Bir kadının, odanın mahremiyetini bozabileceğini sanmıyorsun. Sarayda bakışlarımız karşılaştı gerçi ama, Han oradaydı. Sonra Kadı ve tüm Saraylılar. Bakışlarını kaçırdın. Nice erkek gibi sen de kaçmayı yeğledin. Basit bir kadın için, kaderi zorlamak niye? Çeyiz olarak sivri dilinden ve kötü ününden başka bir şeyi olmayan bir dul için Hakanın öfkesine yol açmak niye?
Ömer, sanki görünmeyen güçler tarafından yerine mıhlanmıştı. Ne kımıldayabiliyor, ne konuşabiliyordu. Cihan:
- Bir şey söylemiyorsun dedi. Ne yapayım, ben de kendi kendime konuşurum. Şimdiye kadar girişken davranan da benim zaten. Sen saraydan çıktıktan sonra, hakkında bilgi edindim, nerede oturduğunu öğrendim. Semerkant'lı zengin bir adamla evli olan bir akrabamda kalacağım bahanesi ile dışarı çıktım. Genelde, sarayla birlikte yolculuk yaptığımdan, haremde kalırım. Haremdeki arkadaşlarım beni sever, dışarı gidip onlara haber getirmemi isterler. Beni rakip olarak görmezler. Hanın karısı olmak gibi bir niyetim olmadığını bilirler. Gerçi hakanı baştan çıkartabilirdim ama hükümdar karılarının nemenem bir hayat yaşadıklarını yakından gördüm. Onun için de istemem. Benim için yaşamak, erkeklerden daha önemli. Birinin karısı olsam da olmasam da Hakan Divan'a gelip şiir okumamı istiyor. Benimle evlenmeyi düşündüğü an, beni dört duvar arasına kapatmakla işe başlar.
Şaşkınlığından zorlukla kurtulan Ömer, Cihan'ın söylediklerini aklında tutamadı ve ilk sözcükler dudaklarından döküldüğünde Cihan'a ya da kendisine değil, bir gölgeye konuşuyor gibi konuştu:
— Yetişme çağında ve daha sonraları bir bakış ile, bir gülümseme ile karşılaştığım çok oldu. Geceleri, bu bakış bedenlenip bir kadına, karanlıkta bir pırıltıya dönüşüyordu. Şimdi ise, bu karanlığın içinde, gerçek olmayan bir köşkte, gerçek olmayan bir kentte, sen, güzel kadın, üstelik şair kadın, kendini sunuyorsun.
Cihan güldü:
— Sunmak mı? Ne biliyorsun? Bana dokunmadın, beni görmedin ve herhalde görmeyeceksin, çünkü gün doğmadan gideceğim.
Koyu karanlığın içinde ipek kumaş hışırtısı ve koku birbirine karıştı. Ömer, nefesini tuttu, eti canlandı, bir çocuk safiyeti ile sormaktan kendini alamadı:
— Peçen hâlâ yüzünde mi?
— Geceden başka örtüm yok.
34
35
VI
Bir kadın, bir erkek... Adı bilinmeyen bir ressam onları yan yana uzanmış, birbirlerine sarılı olarak hayal etmiş. Güllerden bir yatak, ayakucunda akan gümüş rengi bir dere, Cihan'a Hint tanrıçasının dolgun memelerini yakıştırmış, Ömer'in bir elinde şarap kadehi, diğer eliyle sevgilisinin saçlarını okşuyor.
Her gün, Saray'da karşı karşıya geliyorlardı. Duygularını belli etmek korkusuyla birbirlerinden uzak duruyorlardı. Hayyam her akşam, küçük köşkünün yolunu tutup sevgilisini beklemeye gidiyordu. Acaba kısmette kaç gece beraberlik vardı? Her şey hükümdara bağlı idi. O gitmeğe kalkışırsa, Cihan da onlarla gidecekti. Hükümdar, önceden hiçbir açıklamada bulunmazdı. Bir sabah, atına atladığı gibi Buhara'nın, Kiş'in ya da Pencikent'in yolunu tutuverirdi göçebe oğlu göçebe! Saray, peşinden yetişmenin telâşı içinde.. Ömer ile Cihan, bu anın gelmesinden korkuyorlardı. Her öpüşte bir veda tadı, her sarılışta soluk kesici bir kaçamak lezzeti vardı.
Çok sıcak yaz gecelerinden birinde, Ömer Cihan'ı beklerken dışarı çıktı. Muhafızların sesleri yakından gelince, ürktü. Ama endişesi boşa çıktı. Cihan, kimseye görünmeden gelmişti işte. İlk öpüşler kaçamak, sonrakiler uzun uzun... Başkalarının gününü bitirip, kendi gecelerine başlamanın bir yoluydu bu.
— Bu kentte bizim gibi buluşan kaç sevgili var dersin? Soruyu soran Cihan, muzip muzip fısıldıyordu. Ömer, gece
takkesini düzeltti, yanaklarını şişirdi, sesine bir ağırlık verdi:
— Durumu yakından inceleyelim bakalım. Canları sıkılan evli kadınları, itaatkâr köleleri, kendilerini satan ya da kiralayan fahişeleri, iç çeken bakireleri bir kenara bırakırsak, geriye kaç kadın, kendi seçtiği erkekle buluşan kaç sevgili kalır? Yine acaba kaç erkek, sevdiği kadının, özellikle başka bir şey yapamadığı için kendini sunan değil, bir başka nedenle kendini veren bir kadının yanında uyur? Kimbilir? Belki bu gece Semerkant'ta tek bir seven kadın ve tek bir seven erkek vardır. Neden sen, neden ben, diyeceksin. Çün-
kü Tanrı nasıl bazı çiçekleri zehirli yaratmışsa, bizi de âşık yaratmış da ondan.
Ömer gülüyor, Cihan'ın gözyaşları akıyordu.
- İçeriye girelim ve kapıyı kapatalım. Mutluluğumuzun sesini duyabilirler.
Birkaç kez seviştikten sonra, Cihan doğruldu, yarı yarıya örtündü, sevgilisinden az öteye gitti:
- Sana bir sır vereceğim. Bunu Han'ın eşinden öğrendim. Neden Semerkant'a geldiğini biliyor musun?
Ömer onu durdurdu. Harem dedikodusu dinlemeye niyetli
değildi:
— Hükümdarın sırları beni ilgilendirmiyor. Bunları dinleyenin kulakları yakılır.
— Dinle beni. Bu sır, ikimizi de ilgilendiriyor, çünkü hayatımızı altüst edebilir. Nasır Han, askeri teftişte bulunmak için gelmiş. Yaz sonunda, sıcaklar geçer geçmez, Selçuklu Ordusunun saldıracağını sanıyor.
Selçukluları Hayyam çocukluğundan bilirdi. Müslüman Asya'nın efendileri olmalarından çok önce, doğduğu kenti ele geçirmişlerdi. Kuşaklar boyu dillere destan Büyük Korku, o günlerden kalma idi.
Hayyam'ın doğumundan on yıl önce olmuştu bütün bunlar. Nişapur'lular, bir sabah uyandıklarında, kentlerini Türk savaşçılarının kuşattıklarını görmüşlerdi. Ordularının başında iki kardeş vardı: "Şahin" diye tanınan Tuğrul Bey ve "Atmaca" diye bilinen Çağrı Bey. O sıralarda adları henüz duyulmamış ve daha yeni Müslüman olmuş göçebe aşiret reislerinden Selçuk Bey'in oğlu Mikâil Bey'in iki oğlu idiler. Kentin ileri gelenlerine şöyle haber göndermişlerdi:
"Erkeklerinizin küstah, sularınızın yer altında oldukları söyleniyor. Direnecek olursanız, yer altındaki su oluklarınız yer üstüne, erkekleriniz de yer altına gider."
Kuşatma sırasında sık görülen palavralar! Yine de, Nişapur'un ileri gelenleri, kent halkının canına ve malına dokunulmayacağı, su yollarına zarar verilmeyeceği sözüne karşılık teslim olmaya karar verdiler. Yenenin sözü ne işe yarar? Kuvvetler kente girer girmez, Çağrı Bey adamlarını kent içine ve çarşıya salmak istedi. Tuğrul Bey, ramazan olduğu ve bir İslam kentinin ramazanda yağmalanamayacağı gerekçesiyle karşı çıktı. Görüşü benimsendi ama Çağrı
36
37
Bey pes etmedi. Sadece halkın bağışlandığı ramazan ayından çıkana kadar beklemeye karar verdi.
Kentliler, iki kardeş arasındaki görüş farkını öğrendiklerinde, ertesi ay yağmalanacaklarını, saldırıya uğrayacaklarını ve öldürüleceklerini anladılar. İşte Büyük Korku böyle başladı. Saldırıdan kötüsü, saldırının beklenmesidir. Hiçbir şey yapamadan, aşağılayıcı bekleyiş. Dükkânlar boşalmıştı. Erkekler gizlenmişti. Kadınlar ve kızlar güçsüz kalmış, ağlaşıyorlardı. Ne yapmalı? Nasıl kaçmalı? Hangi yoldan gitmeli? İşgalci her yeri tutmuştu. Atlı askerler, Büyük Meydan Çarşısının çevresinde, Yanık Kapı'da mahalle aralarında, semt sokaklarında gidip geliyorlardı. Sürekli sarhoştular. Bir fidye, bir vurgun, bir rüşvet bekleyişi içindeydiler. Diğerleri de komşu köyleri yağmalıyorlardı.
Orucun bitmesi, bayramın gelmesi istenmez mi genelde? O yıl, orucun sonsuza kadar sürmesi, bayramın hiç gelmemesi istendi. Yeni ay gökyüzünde belirdiği vakit, kimse ne eğlenmeyi, ne gezmeyi, ne kuzu çevirmeyi düşünebiliyordu. Zaten bütün kent, biri aydır beslenen kurbanlık bir koyuna benziyordu.
Bayram öncesinde, dileklerin yerine getirildiği Kadir Gecesi'nde, binlerce kişi, dua ve gözyaşları içinde, geceyi camilerde, tekkelerde geçirmişti.
Kale içinde ise, Selçuklu kardeşler arasında hararetli bir tartışma sürmekteydi. Çağrı Bey, askerlerine aylardır para verilmediğinden sızlanıyor, bu zengin kenti yağmalamaları sözü verildiği için savaştıklarını söylüyor, ayaklanmak üzere olduklarını, onları daha fazla tutamayacağmı söylüyordu.
Tuğrul Bey, başka bir dilden konuşuyordu:
— Biz, fetihler öncesi bir dönem yaşıyoruz. Daha alacağımız! nice kent var: İsfahan, Şiraz, Rey, Tebriz ve daha niceleri. Teslim olduğu halde Nişapur'u yağmalayacak olursak, bize hiçbir kapıl açılmaz, hiçbir karargâh zaaf göstermez.
— Düşünü gördüğün tüm bu kentleri, ordumuz olmadan, askerlerimiz bizi terk edecek olurlarsa, nasıl alırız? En sadık olanları bile, şimdiden ayaklanmış durumda, tehdit savuruyor.
İki kardeşin yanında, aşiretin kıdemli subayları vardı ve hepsi Çağrı'yı doğruluyorlardı. Bundan cesaret alan Çağrı, ayağa kalkıp şöyle dedi:
— Çok konuştuk. Adamlarıma kent sizindir diyeceğim. Sen, seninkileri durdurmak istiyorsan, durdur. Herkes kendi ordusundan sorumludur.
Tuğrul cevap vermedi, kımıldamadı. Korkunç bir ikilemin tam ortasındaydı. Sonra birden sıçradı ve hançerini eline aldı. Çağrı kılıcını çekti. Oradakiler, müdahale etmek mi yoksa her zamanki gibi iki kardeşin hesaplaşmasını izlemek mi gerektiğini bilemiyordu. Sonra Tuğrul konuştu:
- Ağabey, bana itaat etmeni bekleyemem. Senin adamlarını
da durduramam. Ama onları kente salarsan, bu hançeri kalbime saplarım. Bunu deyip, hançeri kalbinin hizasına getirdi. Ağabeyi bir an duraksadı. Sonra kollarını açarak ona doğru ilerledi ve kardeşine sarıldı. Ona, bir daha karşı çıkmayacağına yemin etti. Nişapur böyle kurtuldu. Ama o yılın Ramazanında duyduğu Büyük Korku'yu asla unutmadı.
38
39
VII
Hayyam:
— İşte Selçuklular böyledir, dedi. Hem insafsızca yağmacı ve hem de en aşağılık ve en yüce duyguları besleyebilen aydın hükümdarlardır. Özellikle Tuğrul Bey, bir imparatorluk kuracak çaptaydı. İsfahan'ı aldığında, ben üç yaşmdaydım, Bağdat'ı aldığında on yaşındaydım. Halifenin koruyuculuğunu üstlenmiş ve "Doğu ve Batı Kralı Sultan" unvanını almıştı. Yetmiş yaşında olduğu halde Halifenin öz kızı ile evlenmişti.
Ömer, böyle konuşarak belki de hayranlığını belirtmiş oluyordu ama Cihan, saygısızca gülmeye başladı. Ömer ona baktı, alnı kırıştı, ciddileşti, alındı, bu ani kahkahaya bir anlam veremedi. Cihan, özür diledi:
— Bu evlilikten söz edince, bana haremde anlatılanları anımsattın.
Ömer, Cihan'm her bir ayrıntısını anımsadığı öyküyü hayal meyal hatırlıyordu.
Tuğrul Bey, Halifeden kızı Seyyide Hatunun elini isteyince, halife sararmıştı. Sultanın elçisi çekilir çekilmez de öfkesinden patlamıştı:
— Şu Türk, yurdundan yeni fırlamış! Daha düne kadar ataları, bilmem hangi puta tapan ve bayraklarına domuz resmi koy- duranlardan gelme şu Türk! Bir halifenin, soyluların soylusu bir adamın kızını nasıl ister?
Halifenin böyle tir tir titremesinin nedeni, isteği geri çeviremeyeceğini bilmesiydi. Aylarca duraksadıktan, kendisine iki kez haber gönderildikten sonra, cevabını verdi. En kıdemli danışmanını, Tuğrul Bey'in bulunduğu Rey kentine göndermişti. Adam önce vezir tarafından kabul edilmişti:
— Sultan sabırsızlanıyor. Beni sıkıştırıp duruyor. Neyse ki cevabı getirdin.
— Cevabı duyunca o kadar sevinmeyeceksin. Halife özür diliyor. Ona iletilen isteği yerine getiremeyecek.
Vezir etkilenmiş görünmedi. Yeşimden tespihini çekmeye devam etti:
— Şimdi buradan çıkıp, oradaki büyük kapıdan gireceksin ve Irak'ın, Fars'ın, Horasan'ın, Azerbeycan'ın Efendisine, Asya'nın Fatihine, gerçek dini savunan Mücahid'e, Abbasilerin tahtının Koruyucusuna: "Hayır, Halife sana kızını vermiyor" diyeceksin. Pek âlâ, şu muhafız seni ona götürür.
Muhafız göründü, elçi arkasından gitmek üzere ayağa kalktı. Vezir, en masum halini takınarak:
— Tedbirli bir adam olarak borçlarını ödemiş, servetini oğullarına dağıtmış, kızlarını evlendirmiş olmanı umarım dedi.
Elçi, vezirin yanına çöküverdi:
— Ne önerirsin? diye sordu.
— Halife sana bir talimat vermedi mi? Bir uzlaşma yolu göstermedi mi?
— Bana dedi ki, bu evlilikten kaçmanın hiçbir yolu kalmazsa, karşılığında üçyüz bin dinar altın iste.
— Bu daha iyi bir yaklaşım. Ama sanırım Sultanın, Halife için yaptıklarından sonra, Şiilerin kendisini kovdukları yurduna onu kavuşturduktan sonra, mallarını ve topraklarını kendisine iade ettirdikten sonra, bir karşılık istemek mantıklı bir şey olmaz. Tuğrul Bey'i kızdırmadan da bir sonuca ulaşabiliriz. Sen, Halifenin kızını vermeyi kabul ettiğini söylersin, ben de, onun bu sevinçli anından yararlanarak, ününe yakışır bir armağan vermenin yerinde olacağını söylerim.
Böyle davranıldı. Sultan büyük bir sevinçle, aralarında vezirinin, şehzadelerin, pek çok subayın, görevlinin, aile büyüğü bazı kadınların, yüz kadar muhafızın ve bir o kadar kölenin bulunduğu bir kafile oluşturdu. Bağdat'a bu kafile ile değerli armağanlar, kumaşlar, kıymetli taşlarla dolu kutular ve ayrıca yüzbin altın gönderdi. Halife, heyetin ileri gelenleriyle görüştü, nazik ama mesafeli davrandı. Sonra Sultan'ın veziri ile başbaşa kaldığında, bu evliliği onaylamadığını, zorlanırsa Bağdat'ı terk edeceğini söyledi.
— Halife hazretlerinin kararı bu ise, neden altın karşılığı uzlaşma önerisinde bulundunuz?
— Kesin red cevabı veremezdim. Sultan'ın bunu, istiskalimden anlıyacağını ve benden böyle bir şey istemeyeceğini sanmıştım. Bunu sana açıkça söyleyebilirim. Türk olsun, Acem olsun, daha önce hiçbir Sultan, Halifeyi böyle bir iş için zorlamamıştır. Bu bir onur işi. Onurumu savunmalıyım.
40
41
— Bundan birkaç ay önce, cevabın olumsuz olabileceğini düşünerek, Sultanı hazırlıklı kılmak istedim. Ondan önce hiç kimsenin böyle bir istekte bulunmaya cesaret edemediğini, böyle bir gelenek olmadığını, herkesin şaşıracağını söyledim. Verdiği cevabı asla tekrar edemem.
— Korkma, konuş!
— Halife Efendimiz beni affetsinler, o sözcükleri tekrar edemem.
— Konuş, emrediyorum, hiçbir şeyi gizleme!
— Sultan önce, bana hakaretler yağdırdı. Beni sizden yana, kendisine karşı olmakla suçladı. Beni prangaya vurmakla tehdit etti.
Vezir bile bile kemküm ediyordu.
— Sadede gel! Tuğrul Bey ne dedi?
— Sultan buyurdu ki: "Şu Abbasiler tuhaf herifler! Ataları, dünyanın yarısını fethettiler, en bereketli kentleri kurdular. Bir de bugünkü hallerine bak! Ellerinden imparatorluklarını alıyorum. Razı geliyorlar. Başkentlerini alıyorum. Mutluluk duyup beni hediyelere boğuyorlar. Halife de bana "Tanrının bana verdiği bütün ülkeleri sana veriyorum, bana emanet ettiği bütün Müslümanları sana teslim ediyorum" diyor. Sarayını, kendini, haremini korumam için yalvarıyor. Ama iş kızını istemeye geldiğinde, isyan edip, onurunu korumak istediğini söylüyor. Uğruna savaşmak istediği tek yer, bir bakirenin kıçı mı?"
Halife boğulacak gibi oldu. Ağzından tek söz çıkmadı. Vezir durumdan yararlanarak konuşmasını tamamladı:
— Sultan ayrıca şunu söyledi: "Git söyle, bu kızı alacağım. O İmparatorluğu ve Bağdat'ı aldığım gibi".
VIII
Cihan, büyük bir zevkle, ünlü adamların evlilik öykülerini ballandıra ballandıra anlatıyordu; onu suçlamaktan vazgeçen Ömer de, Cihan'in mimiklerine katılıyordu. Cihan, hınzırca sustuğunda, Ömer öykünün nasıl bittiğini bildiği halde, devam etmesi için yalvarıyordu.
Öykümüze devamla, Halifenin, içini karalar basa basa "Evet" demek zorunda kaldığını söyliyeyim. Tuğrul, cevabı alır almaz, Bağdat'ın yolunu tutmuş ve kente varmadan önce, düğün hazırlıklarını görmesi için önden vezirini göndermişti.
Halifenin sarayına vardığında vezire, nikâhın aktedilebileceğini ama buluşmalarının söz konusu olamayacağı söylendi. "İşin önemli yanı buluşup görüşmeleri değil, bu nikâhın taşıdığı şeref" idi. Vezirin sabrı taştığı halde, kendini tuttu:
— Tuğrul Bey'i tanıdığım kadarı ile söyleyeyim, işin şerefi kadar birleşmeye de verdiği önem yabana atılır gibi değildir. Gerçekten de Sultan, artık daha fazla sabredemeyeceği için, birliklerini hazırola geçirmiş, Bağdat'ın etrafını çevirmiş, Halifenin sarayını kuşatmıştı. Halife sonunda direnmekten vazgeçti ve "buluşma" gerçekleşti. Halifenin kızı, altın işlemeli bir yastığın üzerinde oturuyordu: Tuğrul Bey odaya girdi, yeri öptü, sonra "peçesini kaldırmadan, ona tek bir söz söylemeden, onu orada yokmuş varsayarak, onurlandırdı." Ondan sonra hergün gelip onu onurlandırdı, ama bir tek kez olsun, yüzündeki peçeyi açmıyordu. Her "buluşmadan" sonra, dışarıda yığınla adam bekliyordu. Çünkü Tuğrul Bey o kadar keyifli çıkıyordu ki, sunulan bütün dilekçelere olur diyor, sayısız "ihsan" dağıtıyordu. Meydan okuyarak yaptığı bu evlilikten çocuğu olmadı. Altı ay sonra Tuğrul Bey öldü. Kısırlığı nam salmıştı. Kendi kusuru olduğu halde, ilk iki karısını boşamıştı. Sayısız eş, cariye, odalıktan sonra, gerçeği kabul etmek zorunda kalkıştı. Ortada bir kusur varsa, kendisine aitti. Müneccimlere, sağaltıcılara, üfürükçülere ve şamanlara başvurulmuş, her dolunaydan
42
43
sonra, yeni sünnet edilen bir çocuğun kapçığını yutması tavsiye edilmişti. Sonuç yine aynı. Sonunda Tuğrul Bey de kaderine razı gelmişti. Ama bu kusuru yakınları üzerindeki saygınlığını yok eder korkusu ile, müthiş bir âşık olarak ün salmaya bakmıştı. Nereye gitse, ardından, her biri doyuma ulaşmış bir harem taşıyordu. Çevresinde, yeteneklerinden konuşulmasını isterdi. Subaylarının, hatta yabancı konukların hünerini merak ederek, bu işin sırrını kendilerine de yermesi ve geceleri edindiği bu gücün reçetesini, iksirini ulaştırması istenirdi.
Dediğimiz gibi Seyyide Hatun, altı ay sonra dul kaldı. Altın işlemeli yatağı boş kaldı diye yakınacak hali yoktu. İşin asıl ciddi olan yanı, iktidar boşluğu idi. Yeni doğan İmparatorluk, atası Selçuk'un adını taşısa da; asıl kurucusu Tuğrul'du. Çocuksuz ölümü, Doğu'daki İslam âleminde kargaşa yaratmıyacak mıydı? Bir sürü kardeş, yeğen, kuzen vardı. Türk'lerde ne büyük evlat hakkı ne de bununla ilgili veraset yasası vardı.
Ama bir adam ortaya çıktı: Bu Çağrı'nın oğlu Alp Aslan idi. Bir kaç ay içinde aşiret üyelerine, kimini katlederek, kimini satın alarak, kendini kabul ettirmişti. Kısa sürede, kendi vatandaşlarının gözünde büyük bir hükümdar oldu. Büyük, azimli ve adil bir hükümdar. Ama rakipleri dedikodudan vazgeçmediler. Kısır Tuğrul'un erkekliği ün saldığı halde, dokuz çocuklu Alp Aslan, cins-i latife az ilgi gösterir diye bilinirdi. Düşmanlarının ona taktığı ad "Efemine" idi. Çevresindekiler, böylesi tehlikeli konuya değinmekten ürkerlerdi. Haklı ya da haksız, bu ünü, henüz başlayan parlak saltanatına bir anda son verecekti.
Cihan ile Ömer bunu henüz bilmiyorlardı. Ebu Tahir'in bahçesindeki küçük köşkte çene çalıp dururlarken, otuz sekiz yaşındaki Alp Aslan yer yüzünün en güçlü insanı olmuştu. İmparatorluğu, Kabil'den Akdeniz'e uzanıyordu. İktidarı mutlak, ordusu sadık, veziri de çağının en yetenekli adamı Nizamülmülk idi. Alp Aslan, kısa süre önce Anadolu'da, Malazgirt'de, Bizans İmparatorunu yenmiş, ordusunu perişan etmişti. Bütün camilerde onun zaferleri anlatılıyordu. Savaşırken nasıl bembeyaz bir kefene büründüğü, nasıl kokular süründüğü, atının kuyruğunu kendi eliyle nasıl bağladığı, Bizanslıların gönderdikleri Rus keşif erlerini ordugâhının yanı başında nasıl yakaladığı, burunlarını nasıl kestirdiği ama bunun yanı sıra İmparatoru nasıl serbest bıraktığı anlatılıyordu.
Kuşkusuz İslam âlemi için büyük bir an, Semerkant için korkulu bir düş yaşanmaktaydı. Alp Aslan her zaman Semerkant'ı is-
44
temiş geçmişte onu ele geçirmeye çalışmıştı. Sırf, Bizanslılar ile anlaşmazlığa düştüğünden bu işe ara vermiş, iki hanedan arasındaki evlilikler de bir bırakışma sağlamıştı. Sultanın büyük oğlu Melikşah, Nasır'ın kız kardeşi Terken Hatun ile, Nasır Han da Alp Aslan'ın kızı ile evliydi.
Ancak bunun gibi düzenlemeler kimseyi aldatmaz. Kayın babasının Hıristiyanları yendiğini haber aldığı andan itibaren, Semerkant hükümdarı, kentin basına gelecekler için korkmaktaydı. Haksız da değildi. Olaylar hızla gelişiyordu.
İki yüz bin Selçuklu askeri "nehri" geçmeye hazırlanmaktaydı. O tarihte adı Ceyhun olan, daha eskiden Oxus dedikleri ve ileride Amu Derya adını alacak olan nehri. Birbirine bağlı kayıkların üzerinde kurulan köprüyü, sonuncu askerin geçmesi, yirmi gün almıştı.
Semerkant'ta taht odası ağzına kadar dolu, ama sessizdi. Han, sarsılmıştı. Saraylılar üzgündü. Kaçmak mı, şimdiden ihanette bulunmak mı yoksa beklemek mi gerektiğini bilemiyorlardı. Han günde iki kez, kale duvarlarından birini teftişe gidiyor, kendini askerlere ve ayak takımına alkışlatıyordu. Bu gidiş gelişlerinden birinde, genç kentliler yanma yaklaşmak istemişler, hükümdarın yanına yaklaştırılmayınca da, askerleri yanında savaşmaya, kenti ve hanedanı savunmaya hazır olduklarını haykırmışlardı. Nasır Han, bu girişimden hoşnut olacağı yerde, öfkelenerek gezisini yarıda kesmiş ve askerlere, onları gözlerinin yaşma bakmaksızın dağıtmalarını emretmişti. Saraya döndüğünde, subaylarına verdiği öğüt şu oldu:
— Büyük babam, Tanrı bize bilgeliğini unutturmasın, Belh kentini almak istediğinde, kentliler, hükümdarlarının olmadığı bir sırada silaha sarılıp askerlerimizin çoğunu öldürmüşler. Ordumuz geri çekilmek zorunda kalmış. Bunun üzerine dedem, Belh hükümdarı Mahmud'a sitem dolu bir mektup yazmış. Demiş ki: "Ordularımızın karşılaşmasını istersem, Tanrı kimi isterse, galip odur. Ama kavgamıza sıradan insanlar karışırsa, bu işin sonu nereye varır?" Mahmud dedeme hak vermiş, vatandaşlarını cezalandırmış, silah taşımalarını yasaklamış, savaştan doğan zararları onlara altınla ödettirmiş. Belh halkı için geçerli olan, asi mizaçlı Semerkant'lılar için de geçerlidir ve benim kurtuluşum kentlilere kalacaksa, tek başıma, silahsız gider Alp Aslan'a teslim olurum.
Subaylar Nasır Han'ı haklı bularak halkı yatıştırma sözü verdi-
45
ler. Bir kez daha sadakatlerini yenileyerek, yaralı hayvanlar gibi savaşacaklarını söylediler. Bunlar sırf laf olsun diye söylenmiş sözler değildi. Maveraünnehir ordusu, Selçuklu ordusu kadar değerli içli- Alp Aslan, sayıca üstündü ve Han'dan yaşlı idi. Tabii ki kendi yaşı değil, ama hanedanının yaşı daha fazlaydı. Alp Aslan, kuruluş heyecanını yitirmemiş ikinci kuşağa aitti. Nasır ise, yayılmaktan çok eldekini tutmak kaygısı içinde, soyunun beşinci sırasında yer alıyordu.
Bu karışık günlerde, Hayyam kentten uzak kalmak istedi. Tabii ara sıra Saraya ya da Kadı'ya görünmezlik etmiyordu, yoksa böyle bir zamanda kaçmış olduğunu sanabilirlerdi. Ama çoğunlukla evden çıkmıyor, çalışmalarına ya da gizli defterinin sayfalarına dalıyor, durmadan dört elle yazıyordu. Onun için savaş sanki, ona ilham veren sağduyu aracılığı ile vardı sadece.
Çevresindeki acı gerçeği ona hatırlatan, bir tek Cihan idi. Her akşam cephedeki, saraydaki haberleri getiriyor, Ömer de hiçbir heyecan belirtisi göstermeden onu dinliyordu.
Alp Aslan yavaş yavaş ilerliyordu. Çok kalabalık, disiplini gevşek, hastası çok bir ordunun bataklıkları geçerken gösterdiği yavaşlıktı onunkisi. Bazen, büyük bir direnişle karşılaştığı için yavaştı. Nehrin yakınlarındaki kalelerden birinin komutanı, Sultan'ın gününü karartanlardan biriydi. Gerçi ordu, kaleyi kuşatır ve yoluna devam edebilirdi ama bu, geriyi görevsiz kılar, geri çekilme halinde tehlike yaratabilirdi. Bu nedenle kale komutanının işini bitirmek gerekiyordu ve Alp Aslan, on gün önce bu kararı vereli, çatışmalar şiddetlenmişti.
Çatışmalar Semerkant'tan izlenebiliyordu. Üç günde bir, kaleden uçurulan bir güvercin geliyordu. Gönderilen haber asla bir yardım çağrısı değildi, insanlar ve yiyecekler tükeniyor diye bir sızlanma da değildi; sadece karşıdakilerin kayıplarindan söz ediliyor, aralarmda salgın hastalık söylentileri dolaştığı belirtiliyordu. Harzemli Yusuf, bir günde Maveaünnehir'in kahramanı haline gelmişti.
Ne var ki bir avuç savunucunun dağıtıldığı, kalenin surlarının yıkıldığı, burçlarına tırmanılıp içeriye girildiği gün geldi. Yusuf yaralanıp esir düşmeden önce, sonuna kadar savaşmıştı. Bunca sıkıntıya neden olan Yusuf'u merak ettiği için, onu Sultanın huzuruna çıkardılar. İki dev yapılı er, iki kolunu sıkıca tutmuştu. O ise, başı dimdik Sultanın karşısında duruyordu. Alp Aslan, üzeri yastıklar-
46
la dolu ahşap bir kerevette oturmaktaydı. İki adam, birbirine meydan okurcasına bakıştı. Sultan buyurdu:
— Dört kazığa bağlansın, gerip parçalayın!
Yusuf küçümseyen bir bakış fırlattıktan sonra haykırdı:
— Erkekçe dövüşene bu ceza hak mı?
Alp Aslan cevap vermedi. Başını çevirdi. Yusuf ona seslendi:
— Sana söylüyorum, karı kılıklı!
Sultan, akrep sokmuşçasına yerinden sıçradı. Yanı başındaki yayını aldı. Okunu kertikledi. Askerlere, esiri bırakmalarını buyurdu. Eli bağlı bir adamı vurmak istemezdi. Zaten korkusu da yoktu. O güne dek, hedefi hiç ıskalamış değildi.
Sinirli oluşu, acele edişi, bunca kısa mesafeden ok atmaya kalkışı yüzünden midir nedir, Yusuf'u vuramadı. İkinci okunu çekemeden, esir üzerine saldırdı. Giysileri arasında saklı duran hançerini Sultana sapladı. Üzerine çullandılar, vücudunu paramparça ettiler. Suratında ölümün dondurduğu bir sırıtış vardı. Öcünü almıştı, Sultan da çok yaşamayacaktı.
Alp Aslan dört gün, dört gece can çekişti. O acılı dört gün boyunca, acı düşüncelere daldı. Söylediği sözleri, o dönem tarihçileri şöyle naklettiler:
"Geçen gün, yüksek bir yerden orduma bakıyordum. Ayaklarımın altındaki toprağın titrediğini hissettim. Kendi kendime Dünyanın hakimi benim! Benimle kim boy ölçüşebilir? dedim. Tanrı bana, insanların en sefilini gönderdi. O savaşta yenilmiş bir esir, bir mahkum. Benden güçlü çıkıp beni vurdu. Beni tahtımdan etti, beni canımdan etti."
Ömer Hayyam bu olayın ardından mı yazdı şu dörtlüğü?
Zaman zaman bu dünyada bir adam kalkar,
Şişinerek: îşte buradayım! der.
Kısa bir düş boyunca sürer zaferi,
Ölüm gelmiştir bile ve: îşte buradayım! der.
47
IX
Bayram sevinci yaşayan Semerkant'ta, bir kadın ağlama cüreti gösterebilmekteydi: O da, sevinci başına vurmuş Han'ın karısı idi. Çünkü hançerlenen sultan; onun babası idi. Gerçi kocası ona başsağlığı dilemiş, haremin yas tutmasını buyurmuş, sevincini çokça belli eden bir harem ağasını kırbaçlatmıştı ama, Divan'a döndüğünde: "Tanrı Semerkant'lıların duasını kabul etti" demekten kendini alamamıştı.
O çağda, bir kent ahalisi, bir Türk hükümdarına diğerini neden yeğ tutsun denilebilir. Ama Semerkant'lılar yine de dua et-mislerdi çünkü ardından gelecek katliam, yağma ve çapulculuk nedeniyle sahip değiştirmekten korkuyorlardı. Bir başka hüküm- darın, kendi hükümdarlarını yenmesini dilemeleri için, onun kendilerini korkunç bir vergi yükü altında ezmesi, süresiz huzursuz kılması gerekirdi. Oysa Nasır Han böyle bir hükümdar değildi| Belki en iyisi değildi ama, en kötüsü de sayılmazdı. Semerkant'lılar Nasır ile geçinmenin yolunu bulmuşlar, gerisini de Allah'a havale! etmişlerdi.
Semerkant'ta, savaş önlendiği için bayram edilmekteydi. Koca Ras-el-Tak alanında, çığlıklar duyuluyor, dumanlar yükseliyordu. Duvar diplerine seyyar satıcılar dizilmiş, sokak lambalarının alt şarkıcılar ile çalgıcılar kapmıştı. Meddahların, falcıların, yılan oynatıcıların çevresi kâh kalabalık kâh tenha idi. Alanın tam ortalık yerinde, derme çatma bir kürsüye çıkan ozanlar, ele geçirilmeyen, fethedilmeyen, eşi bulunmayan Semerkant adına şiirler okumaktaydı. Halkın kararı anlıktır. Yükselen yıldızların yanı sıra, kayan yıldızlar da vardır. Aylardan aralık idi. Geceleri sert geçiyordu. Sarayda şarap testileri dolup boşalıyor, Han mutlu bir sarhoşluk yaşıyordu.
Nasır Han, ertesi günü camide sâlâ okuttuktan sonra, kayınbabasının ölümü nedeniyle taziyeleri kabul etti. Bir gün önce, güle oynaya kutlamaya gelenler, şimdi de yaşlı gözlerle üzüntüle-
rini belirtiyorlardı. Bir kaç ayet okumuş olan Kadı, Ömer'e de aynı şeyi yapmasını işaret etti, sonra kulağına fısıldadı:
— Hiç şaşma. Gerçek, iki yüzlüdür. İnsanlar da öyle.
Nasır Han, aynı akşam Ebu Tahir'i çağırttı ve Semerkant'ı temsil eden taziye heyetine katılmasını istedi. Yüzyirmi kişilik heyette Ömer de vardı. Gittikleri yer, tam nehrin kıyısında, Selçuklu Ordusunun karargâhı idi. Çevrede binlerce çadır ve yurt görülüyordu. IVlaveraünnehir'in saygı değer temsilcileri, geçici olarak kurulmuş olan bu kentte, aşiretlerinin bağlılığını yenilemeye gelen askerlere kaygı ile bakıyorlardı. Onyedi yaşmda, çocuk yüzlü bir deve benzeyen Melikşah, babasının düştüğü basamakta, ayakta duruyordu. Ondan bir iki adım geride, İmparatorluğun güçlü adamı, Melikşah'ın saygı belirtisi olarak "ata" diye çağırdığı, başkalarının ise takma adı ile andıkları Nizamülmülk duruyordu. Nizamülmülk, devlet düzeni anlamına gelmekteydi ve bu adı onun kadar hak eden bir başkası olamazdı. Ziyaretçilerinin her yaklaşışlarrnda, genç hükümdar bakışlarıyla ona danışıyor, kimsenin görüp anlamadığı bir işarete göre, ya saygılı, ya yakın, ya soğuk ya da ilgisiz davranıyordu.
Semerkant heyeti olduğu gibi Melikşahın ayağına kapanmıştı. Aralarından ileri gelen bir kaç kişi, kalkıp Nizam'a doğru gitti. Nizam kıpırdamadan duruyordu. Yardımcıları çevresinde dolanmaktaydı. Nizam, onları hiç kıpırdamadan dinliyordu. Onu, bağırıp çağıran bir amir olarak değil, nasıl davranılması gerektiğini hareketleri ile gösteren bir yönetici olarak görmek gerekir. Suskunluğu dillere destandı. Bir ziyaretçinin, onun huzurunda tek bir söz etmeden bir saat oturduğu görülmüştü. Çünkü o ziyaretçi sırf onunla konuşmak için değil; sevgisini sağlamak, kuşkularına son vermek, unutulmasını önlemek için gelmişti. Semerkant'lılardan oniki kişi, İmparatorluğu yöneten eli sıkma onuruna sahip oldu. Ömer, Kadı'nın yanı sıra Nizam'a yaklaşmış, o da başını kaldırıp, ellerini avucuna almış, sonra da alçak sesle kulağına:
— Gelecek yıl bu vakit İsfahan'a gel. Konuşalım, demişti.
Hayyam, doğru duyup duymadığından emin değildi. Karşısındaki adam gözünü korkutmuş, törenden etkilenmiş, ayrıca, ağlayıcıların bağrışmaları onu serseme çevirmişti. Bir doğrulama, bir onay bekler gibi durmuş ama ardındaki insan seli onu sürükleyip vezirden uzaklaştırmıştı.
Dönüş yolunda Hayyam sadece bunu düşünüyordu. Acaba bu
48
49
sözler yalnızca kendisine mi söylenmişti? Kendisini, başkasıyla karıştırmış olamaz mıydı? Sonra gerek zaman gerek yer bakımından neden bu kadar uzak bir buluşma?
Kadıya açılmaya karar verdi. Kadı, tam önünde durduğuna göre, bir şeyler görmüş, bir şeyler duymuş, bir şeyler hissetmiş olabilirdi. Ebu Tahir, Hayyam'ı dinledikten sonra alaycı bir tavırla:
— Vezirin sana bir şeyler fısıldadığını gördüm dedi. Ne dediğini duymadım. Ama kesinlikle şunu söyleyebilirim ki, seni başkası ile karıştırmış değildir. Çevresindeki bütün o yardımcıları görmedin mi? Ne işe yarıyorlar sanıyorsun? Her heyet kimlerden oluşuyor, adları nedir, işleri nedir, bunlar hakkında bilgi verirler. Senin adını öğrendikten sonra, Nişapur'lu bilgin, gökbilimci Ömer Hayyam'mı diye sordular. Kimliğin hakkında yanılgıları yok. Zaten Nizamülmülk'ün kendisi yaratmak istemedikçe, yanılgı söz konusu olamaz.
Taşlı bir yoldan gidiyorlardı. Sağda, ta uzaklarda, yüksek dağların tepeleri bir çizgi oluşturmuştu. Pamir'in kollarıydı bunlar. Hayyam ve Ebu Tahir yan yana at sürüyor, eyerleri birbirine sürtüp duruyordu.
— Peki benden ne isteyebilir?
— Bunu öğrenmek için bir yıl sabretmen gerekecek. O tarihe kadar tahminde bulunacağım diye kendini yorma, önünde çok zaman var, yorulursun. Bundan kimseye söz etme!
— Konuşkan olduğumu gördünüz mü hiç? Hayyam'ın sesi sitemliydi. Kadı oralı olmadı:
— Dobraca söylemek gerekirse, o kadına bundan söz etme! Ömer'in kuşkulanması gerekirdi aslında. Cihan'ın gidip gelmeleri günün birinde anlaşılacaktı. Ebu Tahir devam etti:
— Daha ilk buluşmanızda, muhafızlar haber verdiler. Onun ziyaretlerini meşru kılacak bir takım bahaneler uydurmak zorunda kaldım. Onu görmezlikten gelmelerini ve seni her sabah uyandırmalarını söyledim. Sakın telaşlanma, o ev hâlâ senin evindir, bunu bugün de yarın da böyle bil. Ama sana bu kadını anlatmalıyım.
Ömer bozuldu. Dostunun "bu kadın" deyiş biçimini sevmedi. Aşkını tartışmak niyetinde değildi. Kadı kendisinden büyük olduğu için karşılık vermedi ama yüzü asıldı.
— Sözlerimin seni kızdırdığını biliyorum. Ama ne diyeceksem, sonuna kadar söyleyeceğim. Gerçi dostluğumuz yeni ama, yaşım ve başım bana bu hakkı veriyor. Bu kadını sarayda ilk gördüğünde, ona tutkuyla baktın. Genç ve güzel bir kadın. Şiirleri ho-
50
suna gitmiş, cesareti kanını alevlendirmiş olabilir. Ama gel gör ki, o bir tepsi altın karşısındaki davranışlarınız farklı idi. Senin iğrendiğin şeyi o ağzına soktu. O bir saray şairi gibi, sen ise bir bilge gibi davrandınız. Ona bunu söyledin mi?
Ömer bir şey söylemedi ama Kadı, cevabın hayır olduğunu anladı. Devam etti:
— Genellikle bir ilişkinin başında hassas konulara değinilmez. Binbir zahmetle kurulan bu kırılgan yuvanın yıkılmasından korkulur. Ama bana kalırsa, seni o kadından farklı kılan şey, ciddi ve önemlidir. İşin özüdür. Hayata aynı bakışla bakmıyorsunuz.
— O bir kadın ve dahası bir dul. Bir efendiye bağlı olmadan yaşamaya çalışıyor. Bu cesaretine hayran olmamak elde değil. Şiirinin hak ettiği altını aldı diye, onu neden suçlamak?
Ebu Tahir, Hayyam'ı bu tartışmaya sürüklemiş olmaktan memnun, devam etti:
— Kabul edelim. Ama sen de kabul et ki bu kadın, saraydaki kadınlardan farklı bir hayat süremez.
— Belki.
— Yine kabul et ki, sen saray hayatından nefret ediyorsun ve gerektiğinden bir saniye fazla kalamazsın.
Sıkıntılı bir sessizlik oldu. Ebu Tahir kısa kesti:
— Ben sana gerçek bir dosttan duyabileceğin şeyleri söyledim. Bundan sonra, sen açmadıkça benden tek söz işitemezsin!
51
X
Semerkant'a vardıklarında soğuktan, at sürmekten ve aralarındaki] huzursuzluktan yorgun düşmüşlerdi. Ömer, attan iner inmez küçük köşküne gitti, yemek bile yemedi. Yol boyunca üç adet rubaiî yaratmıştı ve şimdi onları yüksek sesle on kez, yirmi kez tekrarf ediyordu. Bu dörtlükleri, kitabının derinliklerine gömmeden önceJ şurasını burasını düzeltiyor, ya da değiştiriyordu.
Her zamankinden erken gelen Cihan, aralık duran kapıdan süzüldü, çarşafını çıkardı. Ayaklarının ucuna basarak ilerledi. Ömer dalgındı. Çıplak kollarını aniden boynuna doladı, yanağını yanağına değdirdi, güzel kokan saçlarıyla yüzünü örttü.
Hayyam'ın bundan çok hoşnut olması gerekirdi. Kim, hangi sevgili, bundan daha sevecen bir saldırıya uğrayabilirdi? Şaşkınlığı geçtikten sonra, sevgilisini belinden yakalayıp, özlemin acısını çıkartması gerekmez miydi? Ama sanki Ömer, bu ziyaretten rahatsızdı. Kitabı önünde açık duruyordu. Keşke onu gizleyebilseydi. Cihan'ın geri çekilmesini önlemek istedi ama Cihan bu soğuk karşılayışı hemen hissetti. Nedenini anladı. Kuşkulu bakışlarını açık kitabın üzerinde gezdirdi. Sonra:
— Bağışla! dedi. Seni bir an önce görmek istiyordum. Seni rahatsız edebileceğimi düşünmemiştim.
Ağır bir sessizlik oldu. Ömer sessizliği bozdu:
— Bu kitabı sana göstermeyi hiç düşünmedim. Onu senden hep sakladım. Onu bana hediye eden, gizlememi tembih etmişti.
Kitabı uzattı. Cihan bir kaç sayfasını çevirdi. Bir sürü boş sayfa arasında karalanmış bir kaç sayfaya ilgisiz gözlerle baktı. Sonra:
— Neden gösteriyorsun ki? dedi. İstemedim ki... Zaten okuma bilmem. Öğrenmedim. Bildiğim ne varsa, kulaktan dolma,
Ömer şaşmadı. O tarihte nice iyi şairin okuma yazma bilme mesi olağandı; üstelik kadınların hepsi cahildi.
— Bu kitapta ne gizli? Simyacılık formülleri mi?
— Ara sıra yazdığım şiirler.
— Yasaklanmış şiirler mi? Din dışı? Mezhep dışı? Kışkırtıcı? Cihan kuşkulu bakışlarla bakıyordu. Ömer gülerek kendini savundu:
— Yok canım, nereden aklına geldi? Hiç komplocuya benzeyen bir yanım var mı? Bunlar şaraba, yaşamın güzelliklerine ve hayatın boşluğuna dair rubailer.
— Rubai mi? Sen mi?
Cihan'ın ağzından çıkan şaşkın çığlık aynı zamanda bir küçümsemenin de ifadesiydi. Rubailer, avam şairlerine özgü, hafif hatta bayağı, yazınsal değerleri olmayan şeyler sayılırdı. Ömer Hayyam gibi bir bilginin, ara sıra bir dörtlük yazması, oyalanmak diye nitelendirilebilirdi ama, yazdıklarını son derece ciddi bir biçimde, sır perdesine bürünmüş bir kitapta saklaması, bu kıstaslara önem veren bir kadm şairi şaşırtacak bir işti. Ömer utanmış gibiydi. Cihan ise meraklanmıştı:
— Bana bir kaç satır okur musun? Hayyam'ın daha ileri gitmeye niyeti yoktu.
— Günü geldiğinde hepsini okurum, dedi.
Cihan daha fazla üzerinde durmadı. Başka soru sormadı. Ama fazla alaycı görünmemeye çalışarak:
— Bu kitap bittiğinde sakın Nasır Han'a verme dedi. Rubaiyat yazarlarına pek saygı göstermez. Seni, bundan sonra bir daha yanı başına oturtmaz.
— Bu kitabı kimseye sunmak niyetinde değilim. Bundan bir kazanç beklemiyorum. Saray şairlerinin hırsı bende yoktur.
Cihan Hayyam'ı, Hayyam da Cihan'ı yaralamıştı işte. Aralarındaki sessizlikte, her ikisi de çok ileri gidip gitmediklerini, geriye bir şeyler kalmışsa, onları kurtarmanın şimdi sırası olup olmadığını düşündüler. Hayyam, şu anda Cihan'a değil, Kadı'ya kızıyordu. Onu konuşturmuş olmaktan pişmandı. Söylediklerinden dolayı, sevgilisine başka gözlerle bakıp bakmadığını bilemiyordu. O güne dek, büyük bir saflık ve umursamazlık içinde, onları birbirlerinden ayırabilecek şeyleri akla getirmeme isteği ile yaşıyorlardı. Hayyam: Acaba Kadı gözlerimi mi açtı, yoksa sadece mutluluğunu mu gölgeledi" diye düşünmekten kendini alamadı.
— Değiştin Ömer. Nasıl değiştiğini söyleyemem ama, bana bakışın, konuşuş biçimin, tanıyamayacağım bir şekil aldı. Sanki, kötü bir şey yapmışım da benden kuşkulanıyorsun, sanki bir nedenden °türü bana kızıyormuşsun gibi. Anlamıyorum ama birdenbire içini hüzün kapladı.
52
53
Ömer, onu kollarına almaya çalıştı. Cihan hızla geri çekildi.
— Beni bu biçimde yatıştıramazsın. Ne oldu? Söyle bana.
— Cihan; gel yarına kadar konuşmamayı kararlaştıralım.
— Yarın burada olmayacağım. Nasır Han, şafak vakti Semer-kant'dan ayrılıyor.
— Nereye gidiyor?
— Kiş, Buhara, Tirmiz, ne bileyim? Bütün saray peşinden, tabii bu arada ben de...
— Semerkant'da, yeğeninde kalamaz mısın?
— İş, bahane yaratmaktan ibaret olsaydı! Sarayda bir mevkim var. Bunu elde edinceye kadar, on erkek gücüyle savaştım. Ebu Tahir'in bahçesinde eğlenmek için bu yeri yitirecek değilim.
Ömer, düşünmeden atıldı:
— Eğlenmek için değil. Hayatımı paylaşmak istemez misin?
— Hayatını paylaşmak mı? Paylaşacak bir şey yok!
- Cihan hiç öfke belirtisi göstermeden bu sözleri söylemişti. Bir gözlemde bulunuyordu ve sevgisini yitirmiş değildi. Ömer'in dehşete düşmüş yüzünü görünce, yalvarmaya ve ağlamaya başladı:
— Bu akşam ağlayacağımı biliyordum. Ama bu yüzden değil. Birbirimizden uzun süre, hatta sonsuza kadar ayrılacağımızı biliyordum ama bu sözler, bu bakışlarla değil. Yaşadığım en güzel aşktan bu bakışları, bir yabancıya aitmiş gibi olan bu bakışları götürmek istemiyorum belleğimde. Bana son kez bak Ömer! Senin sevgilin olduğumu anımsa. Beni sevdin, ben seni sevdim. Beni tanıdın mı?
Hayyam sevgi ile kolunu beline doladı. İçini çekti:
— Keşke içimizi dökmeye, açıklama yapmaya zamanımız olsaydı. Bu budalaca kavga yok oluverirdi. Ama zaman çabuk geçiyor. Bu karmaşık saniyelerde, geleceğimiz ile oynamamız için bizi zorluyor.
Ömer de bir damla gözyaşının döküldüğünü hissetti. Gözyaşlarını saklamaya çalışırken, Cihan onu durdurdu. Hızla kollarını boynuna doladı, yüzünü yüzüne dayadı:
— Yazılarını saklayabilirsin ama gözyaşlarını saklayamazsın. Onları görmek, onlara dokunmak, kendileriminkilere katmak, izlerini yanaklarımda hissetmek, tuzlu tadını dilimde tutmak istiyorum.
Sanki birbirleriyle didişmek, boğuşmak, birbirlerini yok etmek ister gibiydiler. Elleri delirmiş, giysileri uçuşmuş halde, yakıcı gözyaşları ile alevlenen bedenlerinin, bir benzeri olmayan aşk gecesine
54
dalışı idi yaşadıkları. Ateş yayılıyor, onları sarıyor, çevreliyor, mest ediyor, coşturuyor, zevkin doruğuna dek, eti etin içinde eri-Hrcesine birleştiriyordu. Masanın üzerindeki kum saati, damla damla zamanı eritiyordu. Ateş hafiflemiş, titremeye başlamış, sönmeye yüz tutmuştu. Soluk soluğa bir gülümseyişin habercisi gibiydi Birbirlerini uzun süre içlerine çektiler. Ömer, ona ya da meydan okuduğu kadere seslendi usulca:
— Kavgamız yeni başlıyor!
Cihan, gözleri kapalı, ona sarıldı:
- Gün doğana kadar beni uyutma!
Ertesi gün, Hayyam'ın elyazması kitabında iki yeni mısra yer alıyordu. El yazısı titrek, çekingen ve bozuktu:
Hayyam, yalnızdın sevgilinin yanında! Şimdi gitti, artık ona sığınabilirsin.
55
XI
İpek Yolu'nun üzerinde, Tuz Çölü'nün berisinde, alçak konutlardan oluşan bir uğrak yeridir Kaşan. Kervanlar, İsfahan varoşlarını haraca kesen haydutların sığınağı, uğursuz Akbaba Dağı'na tırmanmadan önce, orada soluklanırlardı.
Kaşan bir kil ve çamur kentiydi. Oraya varan, doğru dürüst bir duvar, süslü bir bina cephesi bulma ümidini boş yere beslerdi. Semerkant'tan Bağdat'a binlerce camiyi, sarayı, medreseyi yeşile ve altına boğan o ünlü cilalı tuğlalar bu kentte yapılmaktaydı. Doğu'daki İslam aleminde fayansın adı Kâşî ya da Kâşanî idi. Tıpkı porselenin Acemce ve İngilizce, Çin'e atfen Çinî adını taşıması gibi!
Kentin dışında, dut ağaçlarının gölgesinde bir kervansaray vardı. Dikdörtgen surları, gözetleme kuleleri, hayvanlar ve yükler için bir dış avlusu, odacıklarla çevrili bir iç avlusu vardı. Ömer, bu odalardan birini tutmak istedi ama han sahibi üzgündü. Hiçbiri boş değildi, İsfahan'lı zengin tüccarlar, oğulları ve hizmetkârları ile gelmişlerdi. Bunun doğru olduğunu anlamak için, han defterine bakmaya gerek yoktu. Her yan, gürültücü satıcılar ve semiz hayvanlarla doluydu. Kışın ilk günleri olduğu halde, Ömer açık havada yatabilirdi ama, Kâşan'ın akrepleri, çinileri kadar ünlüydü.
— Sabaha kadar kıvrılacağım en ufak bir köşe de mi yok? Adam kafasını kaşıdı. Karanlık basmıştı. Bir Müslümanı geri
çevirmek olmazdı:
— Ufacık bir oda var. Bir öğrenci kalıyor. Söyle de sana yer açsın, dedi.
Odaya yöneldiler. Kapısı kapalıydı. Hancı, kapıya vurmak gereğini duymadan açtı, titrek bir mum ışığının önünde bir kitap hızla kapandı.
— Bu saygı değer yolcu üç ay önce Semerkant'dan yola çıkmış. Senin odanı paylaşabileceğini düşündüm.
Genç adam sıkıldıysa da belli etmedi. Nazik ama hareketsiz durdu.
Hayyam içeriye girdi, selam verdi. Kendini ihtiyatla tanıttı:
— Nişapur'lu Ömer.
Karşısındakinin gözlerinde bir ışık yanıp söndü. O da kendini
tanıttı:
—- Ali Sabbah'ın oğlu Hasan. Kum doğumlu, Rey'de öğrenci, İsfahan yolcusu.
Bu ayrıntılı tanıtış Hayyam'ı huzursuz etti. Bu, kendi hakkında daha fazla bilgi vermesi için bir çağrı idi. Buna bir neden görmüyor, bunu yapmaktan çekiniyordu. Sustu. Yerine oturdu. Sırtını duvara dayadı ve ufak tefek, esmer, kadidi çıkmış delikanlıyı incelemeye başladı. Yedi günlük sakalı, simsiyah sarığı, yerinden fırlamış gözleri birbirine hiç uymuyordu. Delikanlı gülümseyerek ona baktı ve:
— İnsanın adı Ömer olunca, Kaşan çevresinde dolaşmak tehlikelidir, dedi.
Hayyam, büyük bir şaşkınlık gösterir gibi yaptı. Oysa atılan taşı anlamıştı. Adını, Peygamberin ikinci halifesi Ömer'den almıştı. Halife Ömer, Ali'den yana olan Şiilerce sevilmezdi. İran nüfusunun çoğunluğu Sünni olduğu halde, özellikle Kum ve Kaşan kentleri, Şiilerin çoğunlukta oldukları yerlerdi ve buralarda bir takım garip âdetler türemişti. Her yıl, Halife Ömer'in katlinin yıldönümünde, kutlamalar yapılmaktaydı. Kadınlar süslenir, tatlılar, fıstık kavurmaları yapar, çocuklar evlerinin önünden geçenlerin üzerine: "Allah Ömer'in belasını versin!" diyerek su dökerlerdi. Halifeye benzettikleri bir kukla yaparlar, eline tezekten yapılan bir tespih takarlar ve mahalle mahalle dolaşarak şöyle bağırırlardı: "Sen Ömer, cehennemliksin. Sen hainsin, sen gasıpsın." Kum ve Kâşan'ın ayakkabıcıları, yaptıkları kunduraların tabanına "Ömer" diye yazarlar, katırcılar hayvanlarını "Ömer" diye çağırırlar ve her sopa vuruşta bu adı keyifle tekrarlarlardı. Avcılar, sonuncu oklarını atarken "Bu da Ömer'in kalbine" diye bağırırlardı.
Hasan, bütün bu âdetleri birkaç kelime ile anlatıverdi, ayrıntıya girmedi. Ömer ona dik dik baktıktan sonra, tok bir sesle şunları dedi:
— Adım yüzünden yolumu, yolum yüzünden adımı değiştirecek değilim.
Uzun süren bir sessizlik oldu. Birbirlerinden bakışlarını kaçırdılar. Ömer ayakkabılarını çıkartarak, uykuya dalmak için uzandı. Hasan tekrar konuştu:
— Bunları anlatmakla belki de seni incittim. Sadece, buralarda adını söylerken dikkatli olmanı istedim. Niyetimi yanlış anlama.
56
57
Çocukken, Kum'da bu şenliklere ben de katılırdım. Büyüdükten sonra bunlara başka gözle bakmaya başladım. Bu gibi taşkınlıkların, bir bilgine yakışmayacağını düşündüm. Peygamberin öğrettiklerine de uymuyordu. Öte yandan, müezzinler, Kaşan işi minarelerden "Ali'nin lanet olası mezhepçileri" diye bağırdıklarında, bu da Peygamberin öğrettiklerine uymuyor, diye düşünüyorum. Ömer hafifçe doğruldu:
— İşte akıllı bir adamın sözleri, dedi.
— Akıllı olmasını da, deli olmasını da bilirim. Sevimli olmayı da, itici olmayı da. Ama, kendini tanıtma zahmetine bile katlanmayan biri ile odamı nasıl paylaşabilirim?
— Bana tatsız şeyler söylemen için, adımı söylemem yetti. Ya bir de kimliğimi açıklamış olsaydım?
. — Belki o zaman bunlardan hiçbirini söylemezdim. Halife Ömer'den nefret edilebilir de, hendeseci Ömer, gökbilimci Ömer ya da feylesof Ömer sevilebilir.
Hayyam ayağa kalktı. Hasan kazanmıştı.
— İnsanların kim oldukları sade adlarından mı anlaşılır sanıyorsun? Bakışlarından, yürüyüşlerinden, konuşma biçimlerinden de anlaşılır. Daha sen içeriye girer girmez, bilgili bir adam olduğunu, şana da şerefe de yabancı olmadığını, ama aynı zamanda ünü de unvanı da önemsemediğini, yolunu sormadan bulanlardan olduğunu anladım. Admı söyler söylemez iyice emin oldum. Ben, tek bir Nişapurlu Ömer bilirim.
— Beni etkilemeye çalışıyorsan, başardın. Ya sen kimsin?
— Sana adımı söyledim ama bir şey ifade etmedi. Ben, Kum'lu Hasan Sabbah'ım. Hiçbir şeyle övünmüyorum ancak onyedi yaşımdayken din, felsefe, tarih ve yıldızlar hakkında ne varsa okudum.
— Her şeyi okumak asla olası değildir. Her gün öğrenilecek
nice yeni şeyler vardır.
— Sına beni.
Ömer, oyun oynar gibi, karşısındakine bir kaç soru sordu. Eflatun, Euklides, Porphyrios, Ptolemaios, Dioscorides, Galenos ve İbn-i Sina hakkında. Sonra Şeriatın yorumlanması konusunda. Arkadaşının yanıtı her seferinde doğru, kesin ve kusursuzdu. Gün ağarırken, ne biri ne de diğeri uyumuştu. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Hasan sevinçliydi, Ömer ise etkilenmişti.
— Bunca şey bilene bugüne kadar rastlamadım, diye itiraf etti. Tüm bu birikimle ne yapmak niyetindesin?
Hasan önce sitemle, ruhunun derinliklerinden bir sırrı çalmışlarcasına baktı, hemen sonra gevşedi, gözlerini yere indirerek:
— Nizamülmülk'ün yanma gitmek istiyorum, dedi. Belki bana vereceği bir iş vardır.
Hayyam, kendisinin de büyük vezirin yanma gittiğini söylemekten son anda vazgeçti. İçinin ta derinliklerinde yok olmamış kuşkusu, onu alıkoymuştu.
İki gün sonra tüccarlar kervanına katıldılar. Yanyana yürüyor, Farsça veya Arapça şiirleri ezbere okuyorlardı. Arasıra tartışıyorlar, hemen ardından tartışmayı kesiyorlardı. Hasan "kesin doğrulardan", "tartışılmaz gerçeklerden" söz ederken bile, Ömer kuşkulu bekliyor, düşüncelerini belirtmede aceleci davranmıyor, nadiren tercihte bulunuyor, bilmediği bir şey olursa bilgisizliğini içtenlikte söylüyordu. Ama tekrarladığı sözler hep şunlardı: "Ne söyleyeyim istiyorsun? Bu şeyler örtülü. Sen ve ben, her ikimiz de örtünün bu yanındayız. Örtü kalktığında, artık burada olmayacağız."
Bir haftalık yoldan sonra, İsfahan'a vardılar.
58
59
XII
Isfahan, nısf-ı Cihan! Acemler, böyle derler. Yani: "İsfahan, dünyanın yarısı". Bu deyim, Hayyam'dan çok sonra ortaya çıkmış ama daha 1074'de, kenti övmek için neler söylenmemiş: "Taşları cevher, sinekleri arı, otu safran!" "Havası mis, ambarları kurtsuz, etleri dayanıklı!" Beşbin ayak yükseklikte kurulduğu bir gerçek! Ama yine de' altmış kervansaray, ikiyüz banker ve sarraf, bir o kadar da çarşısı vardır. Atölyelerinde ipek ve pamuk dokunur. Halıları, kumaşları, kilitli çekmeceleri uzak ülkelere ihraç edilir. Zenginliği dillere destan! Acem ülkesinin bu en kalabalık kenti, iktidar, servet ya da bilgi arayanları kendine çeker.
Bu kent dediysem de, tam anlamı ile kent sayılmaz. Rey'den; gelen bir yolcunun öyküsü anlatılıp durur. Adam, İsfahan'ı görmek için öyle acele etmiş ki, kervanından ayrılıp tek başına at sürmüş. Birkaç saat sonra kendini, "hayat veren ırmak" anlamına gelen Zende-Ru'nun kıyısında bulmuş. Kıyı boyunca gidip, kerpiçten yapılma bir kalenin önüne varmış. Gerçi orası da kalabalıkmış ama, geldiği yer olan Rey'in eline su dökemezmiş. Kapıya gelince, muhafızlara sormuş:
— Burası Cay kentidir demişler.
İçeriye girmeyi değer bulmayıp batıya yönelmiş. Atı yorgun düşmüş. Sonunda bir başka kentin kapısına varmış. Yaşlı bir adama sormuş:
— Burası Yahudiye'dir diye yanıtlamış yaşlı adam. Yahudi kenti.
— Bu ülkede o kadar çok Yahudi mi var?
— Bir kaç aile var. Oturanların çoğu, senin benim gibi Müslümandır. Buraya Yahudiye derler, çünkü Kral Nabukodonozor, Kudüs'ten getirdiği Yahudileri yerleştirmiş. Bazıları da der ki: Bir Acem Şahı ile evli olan Yahudi bir kadın, kendi ırkından gelenleri, daha İslam'dan önce buralara yerleştirmiş. Hangisi doğrudur, onu Allah bilir.
Yolcumuz oradan da dönmüş, yoluna devam etmek istemiş ama, atı yıkılır gibi olmuş. İhtiyar adam sormuş:
— Böyle nereye gidiyorsun oğul?
— İsfahan'a!
Adam kahkahayı basmış.
— Sana İsfahan diye bir yer yoktur diyen olmadı mı?
— Nasıl olur? O, İran'ın en güzel, en büyük kenti değil mi? Çok eski zamanlarda Part Kralı Artaban'ın başkenti değil miydi? Kitaplarda güzellikleri ile övülmedi mi?
— Kitaplar ne diyor bilemem, ama ben burada doğdum. Tam yetmiş yıl önce. Sadece yabancılar İsfahan'dan söz eder. Ama onu bugüne dek görmedim.
İhtiyar, pek o kadar abartmamıştı. İsfahan adı, ne zamandan beri tek bir kentin adı değil, birbirinden bir saat mesafede, biri Cay diğeri Yahudiye olmak üzere iki ayrı kentten oluşan bir mahallin adı idi. Bu iki kentin ve çevresindeki köylerin gerçek bir kente dönüşmesi için, XVI. yüzyılı beklemek gerekecekti. Hayyam'ın zamanında henüz kurulmamıştı ama, on iki millik kale surları tüm bu yöreyi çepeçevre korumak üzere yapılmıştı.
Ömer ile Hasan geç vakit kente girdiler. Tirah Kapısına yakm bir kervansarayda yatacak yer bulmuşlardı. Buraya gelir gelmez, tek kelime bile konuşmadan, yatıp derin bir uykuya daldılar.
Ertesi gün Hayyam, Büyük Vezire gitti. Sarraflar Meydanında, gezginin ve satıcının her türlüsü vardı. Andaluzlu, Çinli, Yunanlı, hepsi sarrafların çevresinde toplanmış, onlar da terazilerinin başına geçmiş Kirman'dan, Nişapur'dan, Sevilla'dan gelen bir dinarı tırnakları ile kazımakta, Delhi'den gelen bir tanka 'yi koklamakta, ya da değeri yeni düşürülmüş olan bir Konstantiniye nomisma'sına yüz buruşturmaktaydılar. Hükümet Konağı ve Nizamülmülk'ün resmi konutu olan Divan Kapısı, hemen oracıktaydı. Günde üç ya da beş kez Büyük Vezirin onuruna borazan çalmmaktaydı ama bu Şatafata karşın dileyen kapıdan rahatça girip çıkmaktaydı. Büyük toplantı odasma gidip, İmparatorluğun en güçlü adamma yaklaşmaları ve gözyaşı dökmeleri ya da bir istekle bulunabilmeleri zor değildi. Ancak burada, nizam'm çevresinde duran muhafızlar, gelenleri sorguya çekip, can sıkıcıları uzaklaştırmaktaydılar.
Ömer, kapının eşiğinde durdu. Odayı, çıplak duvarları, üç katli yer halılarını inceledi. Orada bulunanlara çekingen bir selam verdi. Nizam'ın çevresinde her türlü insan vardı. Nizam ise bir Türk
60
61
subayı ile konuşuyordu. Nizam göz ucuyla, yeni geleni gördü, dostça gülümsedi, oturmasını işaret etti. Beş dakika sonra Ömer'e yaklaşıp, iki yanağından ve alnından öptü.
— Seni bekliyordum dedi. Vaktinde geleceğini biliyordum. Sana o kadar anlatacaklarım var ki...
Sonra Ömer'i elinden tuttu, yalnız kalabilecekleri küçük bir odaya götürdü. Yerde duran koca bir minderin üzerine yanyana oturdular.
— Bazı söyleyeceklerim belki seni şaşırtacaktır ama umarım sonunda davetimi kabul ettiğin için pişman olmayacaksın.
— Hiç Nizamülmülk'ün kapısından giren, pişman olmuş mudur?
Vezir acı bir gülümseme ile:
— Olmuştur, dedi. Kimilerini gökyüzüne kadar yükselttim, kimilerini yerle bir ettim. Her gün hayat ve ölüm dağıtıyorum. Tanrı beni, niyetime göre yargılayacaktır. Her kudretin kaynağmda O vardır. En yüce iktidarı bir Arap halifesine devreden O'dur. Halife de onu bir Türk Sultanına, Sultan da bir Acem vezire vermiştir. Başkalarının bu iktidara boyun eğmesini istiyorum. Senden ise Hâce Ömer, düşlerime saygı göstermeni istiyorum. Evet, önünde uzanıp giden bu muazzam topraklar üzerinde en güzel, en zengin, en istikrarlı, en iyi korunan devleti kurmak istiyorum. Her eyaletin, her kentin, içinde Allah korkusu olan, adil, vatandaşlarının şikâyetlerine kulak veren yöneticilerce yönetilmesini istiyorum. Kurt ile kuzunun yanyana su içebilecekleri bir devlet düşlüyorum. Ama düşlemekle kalmıyor, o devleti inşa ediyorum. Yarın İsfahan mahallelerinde bir dolaş. Bir alay işçinin temel atıp bina yaptığını, bir sürü sanatkârın arı gibi çalıştığını göreceksin. Her yanda imarethaneler, camiler, kervansaraylar, kaleler, saraylar yükseliyor. Yakında her önemli kentte bir büyük okul bulunacak. Adma "Nizamiye Medresesi" denilecek. Bağdat'daki açıldı bile. Planlarını ellerimle çizdim, tedrisat programını ben hazırladım, en iyi öğretmenleri seçtim. Her öğrenciye burs verdim. Gördüğün gibi, bu imparatorluk muazzam bir şantiye, yükseliyor, genişliyor, zenginleşiyor. Tanrı bize, yaşanmaya değer bir devir bahşetti.
Kumral bir uşak içeriye girdi, eğildi, gümüş tepsinin üzerindeki buz gibi gül şerbetlerini sundu. Ömer birini aldı. Dudaklarına değdirdi. Niyeti, şerbetin keyfini yavaş yavaş çıkartmaktı. Nizam ise bardağını bir yudumda dikmişti. Konuşmasını sürdürdü:
— Burada olmandan çok memnunum ve çok onurlandım.
Hayyam karşılık vermek istedi ama Nizam onu durdurdu:
— Seni pohpohladığımı sanma. Ben ancak Tanrı'yı övecek kadar güçlüyüm. Ama biliyorsun Hoca Ömer, bir imparatorluk istediği kadar büyük, kalabalık ve zengin olsun, daima adam yokluğu çekilir. Uzaktan baktığmda bir sürü yaratık, bir dizi kalabalık, bir yumak kitle! Oysa, dört bir yana dağılmış orduma, ezan okunduğunda camiye gelenlere, çarşıyı dolduranlara, hatta divanıma baktığımda, bu adamlardan tek birinde acaba ussallık, bilgelik, bağlılık, doğruluk var mıdır diye sorarım. Bunun cevabını bulmak için, önce kalabalığın seyrekleştiğini sonra geriye kalanların eriyip bittiğini görmek zorunda kalırım. Yalnız bir adamım ben Ömer, umutsuzca yalnız! Divanım boş, sarayım da öyle. Bu kent de boş, bu imparatorluk da! Alkışlayacaksam, hep bir elim arkada alkışlamak zorunda kalacakmışım gibi geliyor. Senin gibileri Semerkant'dan getirtmek bir yana, gelmeleri için ayaklarına gitmeye hazırım.
Ömer, mahcup, "Estağfurullah!" gibilerden bir şeyler mırıldanacak oldu, Vezir sözünü kesti:
— İşte benim düşlerim ve kaygılarım bunlar. Günler ve geceler boyu, bunları anlatmaktan usanmam ama seni dinlemek istiyorum. Bunlar seni etkiledi mi? Bunları gerçekleştirmek için yanımda olmak ister misin?
— Tasarıların heyecan verici, güvenin ise onurlandırıcı!
— Benimle çalışmak için ne istersin? Açık söyle. Ben seninle nasıl konuştuysam, sen de öyle davran. Ne istersen, verilecektir. Sakın çekinme, çılgınca cömertliğimden yaralanmaya bak.
Vezir güldü, Hayyam ise gülümsemeyle yetindi.
— Yokluk çekmeden çalışmalarımı sürdüreyim, bana yeter, dedi. Yiyip içeceğim, barınacağım olsun yeter. Daha çoğunu istemem.
— Barınman için sana İsfahan'ın en güzel evlerinden birini vereceğim. Sarayım yapılana kadar benim oturduğum evdi. Bahçeleri, bostanları, halıları, uşakları, odalıkları, cariyeleri ile senindir. Harcamaların için on bin dinarın olacak. Bu para, ben yaşadıkça, her yılın başında sana ödenecektir. Yeterli olur mu?
— Artar bile. Bu kadar para ile ne yapacağımı bilemem. Hayyam içtenliklidir ama Vezir kızmıştır:
— Ne yapacağını bilemez misin? İstediğin bütün kitapları sabrı alır, tüm şarap testilerini doldurur, bütün sevgililerini mücevhere boğar, kalanı da fakirlere sadaka diye dağıtır, Mekke kervanlarına yardım eder, adına bir de cami yaptırırsın.
62
63
Tokgözlülüğünün ve alçak gönüllülüğünün, ev sahibinin hoşuna gitmediğini anlayan Hayyam, heyecanla atıldı:
— En büyük emelim bir rasathane kurmaktır. Güneş yılının uzunluğunu tam olarak ölçmek istiyorum.
— Kolay! Gelecek haftadan sonra, bu konuda ödenek alırsın. Rasathanenin yerini seçersin, bir kaç ay içinde yapılmış olur. Ama söyle bana, istediğin başka bir şey yok mu?
— Tanrım! Başka ne isteyebilirim ki?
— O zaman belki ben de senden bir şey isteyebilirim?
— Bana verdiklerinden sonra, ne kadar minnet duyduğumu göstermenin bir yolunu bulursam, ne mutlu bana!
Nizam uzatmadı:
— Sır sakladığını, az konuştuğunu, bilge bir insan olduğunu, dürüstlüğünü, adil olduğunu, her konuda doğru ile yanlışı ayırabildiğini, sana güvenilebileceğini bilirim. Senden çok hassas bir görev yapmanı isteyeceğim.
Ömer en kötüsünü beklerken, en kötüsü onu bekliyordu.
— Seni Sahib-i Haber olarak atayacağım.
— Sahib-i Haber mi? Ben mi? Casusların başı yani?
— İmparatorluğun İstihbarat Teşkilatının başkanı. Hemen ce-vap verme. Senden beklediğim, iyi insanları ihbar etmen, mümin- lerin evlerini dinletmen değil. Söz konusu olan, herkesin huzurlu yaşamasını sağlamak. Bir ülkede, en basit yolsuzluk, en ufak halssizlik hükümdar tarafından bilinmeli ve suçlu, kim olduğuna bakılmaksızın, cezasını bulmalıdır. Şu ya da bu eyaletin kadısı ya da valisi, yoksulun sırtından küpünü dolduruyor mu diye nasıl bileceğiz? Adamlarımız aracılığı ile! Çünkü zarara uğrayanlar korkularından şikâyet edemezler!
— Ama bu adamların, kadılar ya da valiler tarafından satın alınmamaları, suç ortakları olmamaları gerekir!
— Sahib-i Haber'in görevi, işte bu yoldan çıkmışları bulup, onları azletmektir.
— Böyle namussuzlar varsa, işin doğrusu bunları kadı ya da vali yapmamak değil mi?
Hayyam bunu safiyetle söylemişti ama Nizam bunu alay gibi aldı. Aniden ayağa kalktı:
— Tartışacak değilim, dedi. Sana ne verebileceğimi ve senden ne beklediğimi söyledim. Git, önerimi düşün. Eğrisini doğrusunu tart. Cevabını yarın getirirsin.
64
XIII
Düşünmek, tartmak, değerlendirmek, bir karara varmak, Hay-yam'ın o gün yapamayacağı şeylerdi. Divan'dan çıkar çıkmaz, çarşının dar ve dolambaçlı yollarına daldı. Her adımda, sokak biraz daha kararıyor, kalabalık daha yavaş hareket ediyor, konuşmalar ve küfürler birer fısıltı gibi çıkıyor, satıcılar ve dükkân sahipleri sanki birer maskeli oyuncu, birer uyurgezer rakscı oluveriyordu. Ömer, bir sağa bir sola yalpa vura vura ilerliyordu. Birden, ormanlıktaki düzlük misali, aydınlık bir meydancığa çıkıverdi. Güneş gözlerini kamaştırdı, doğruldu. Nefes aldı. Ona ne oluyordu böyle? Sanki cehenneme zincirlenmiş bir cennet sunmuşlardı. Nasıl evet desin, nasıl hayır desin? Büyük vezirin huzuruna hangi yüzle çıksın, kenti hangi yüzle terketsin?
Sağ tarafmda açık bir meyhane kapısı gördü. Kapıyı itti, birkaç tozlu basamaktan indi, alçak tavanlı, loş bir yere vardı. Zemin nemli topraktı, oturma yeri var mı yok mu belli değildi, masalar da pisti. Kum şarabı istedi. Pürtüklü bir testi içinde getirdiler. Uzun süre, gözleri kapalı, şarabı koklayıp, içine çekti.
Genç, gençliğimin güzel günleri, Unutmak için içerim şarabı. Acı mı? Öylesi gider hoşuma, Bu acılıktır ömrümün tadı.
Birden aklına bir şey geldi. Bunu akıl etmek için, meyhane diplerine gitmesi gerekiyormuş meğerse! Burada, bu pis masada, üçüncü ya da dördüncü kadehten sonra aklına gelecekmiş meğerse! Hesabı çarçabuk ödedi, hatırı sayılır bir bahşiş bıraktı, kendini dışarıya attı. Gece olmuş, herkes dağılmıştı. Çarşının han sokağı ağır bir cümle kapısı ile korunuyordu. Ömer'in, kervansaraya var-mak için dolaşması gerekti.
Ayaklarının ucuna basarak odasma girdiğinde, Hasan çoktan
65
uyumuştu. Ömer, bu ciddi ve acılı yüzü uzun süre incelendi. Aklına bin çeşit soru geldi. Cevaplarını aramak zahmetine katlanmadan, her birini defetti. Kararını vermişti, kimse bu kararı değiştiremezdi.
Kitaplarda yer almış bir öyküdür. Üç arkadaştan söz eder. Derler ki: Binli yılların başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah.
Derler ki, her üçü de Nişapur'da okumuştur. Ama doğru değildir bu! Nizam, Ömer'den otuz yaş büyüktü, Hasan da tahsilini Nişapur'da değil, Rey'de ve doğduğu kent olan Kum'da yapmıştır.
Gerçek, Hayyam'ın elyazması kitabında yer alıyor mu? Derler ki bu üç adam ilk kez İsfahan'da, Büyük Vezir'in Divanında buluşmuştur ve kaderin cilvesine bakın ki bu buluşma Hayyam'ın çabalarıyla gerçekleşmiştir.
Nizam, küçük odasına çekilmişti. Kapı aralığından Ömer'in yüzünü görür görmez, cevabının olumsuz olacağını anladı.
— Demek ki tasarılarım seni ilgilendirmiyor. Hayyam sıkılarak ama kararlı bir biçimde cevap verdi:
— Çok yüce olan düşlerinin gerçekleşmesini dilerim. Ama benim katkım, senin önerdiğin biçimde olamaz. Giz ile gizi açığa çıkaran arasmda, ben gizden yanayım. Bana bir konuşmayı nakletmeye gelen muhbire söyleyeceğim ilk söz, "Onu kendine sakla, sus konuşma. Anlatacakların ne seni ne de beni ilgilendirir. Bir daha da evime gelme" olur. Ben insanlarla ve olaylarla başka açıdan ilgilenirim.
— Kararını saygı ile karşılıyorum. Devletin, salt bilim ile uğraşanlara da ihtiyacı vardır. Sana vaat ettiğim ev de, altın da, rasathane de senindir. Gönül rızası ile verdiğimi asla geri almam. Seni, yapacaklarıma ortak etmek istedim. Yine de, tarihçilerin, "Ömer Hayyam, Nizamülmülk ile aynı dönemde yaşadı. Büyük vezire, onun gözünden düşmeden hayır diyebilen ender kişilerdendi" diye yazmaları ile avunurum.
— Senin bu büyüklüğünü bir gün ödeyebilecek miyim bilmem?
Ömer sustu. Bir an duraksadı.
— Belki, olumsuz cevap verişimi, yeni karşılaştığım birini tanıştırmakla giderebilirim. Çok akıllı, çok bilgili, çok becerikli birini.
Sahib-i Haber görevi için biçilmiş kaftan gibi geldi bana. İsfahan'a, yanında çalışmak ümidiyle geldiğini söyledi.
— Bir tutkulu, bir hırslı adam, diye söylendi Nizam. Benim kaderim de bu! Güvenilir birini buluyorsun, ihtirassız çıkıyor ve iktidarın gücünden çekiniyor. Verdiğim göreve atılmaya hazır biri çıktığında da, sabırsızlığı beni ürkütüyor.
Nizam bıkkın gibiydi:
— Peki bu adam kim?
— Hasan bin Ali Sabbah. Ama hemen uyarayım: Kum kentinde doğmuş.
— Yani bir Şii imam? Aldırmam. Bütün aşırılıklara karşı olsam da... Yardımcılarım arasmda en iyilerinden bir kısmı Ali mezhebin-dendir, en iyi askerlerimden bazıları Ermeni'dir, veznedarlarım da Yahudi'dir. Onlardan güvenimi de himayemi de esirgemem. Bir tek İsmaililerden çekinirim. Arkadaşın İsmaili mezhebinden değildir, umarım?
— Bilmiyorum. Hasan buraya kadar benimle geldi. Dışarıda bekliyor. İznin olursa, onu çağırayım, kendin sorabilirsin.
Ömer, birkaç saniye yok oldu, sonra arkadaşı ile geri geldi. Hasan, hiç de etkilenmiş görünmüyordu. Yine de sakalının altında, çenesinin titrediğini farketti Hayyam.
— Hasan Sabbah'ı takdim ediyorum. Böylesine sıkı sarılmış bir sarığın altında bu denli bilgi bulunması, görülmüş şey değildir.
Nizam gülümsedi:
— Demek çevremi bilginler almış. Bilginlerle düşüp kalkan hükümdar, hükümdarların en iyisidir denir. Öyle değil mi?
Bunu Hasan yanıtladı:
— Yine denir ki: hükümdarlarla düşüp kalkan bilginler, bilginlerin en kötüsüdür.
Büyük bir kahkaha sesi duyuldu. Kısa ama içten olan bu gülüş, onları bir an için yakınlaştırdı. Ama Nizam, kaşlarını çatmış, ciddileşmişti. Her türlü Acem palavrasmı içeren laf ebeliğinden bir an önce kurtulup, Hasan'a ondan beklediklerini anlatmak için sabırsızlanıyordu. Daha ilk sözcüklerden itibaren, kanları kaynaştı, Ömer'e sessizce çekilmekten başka yapacak iş kalmadı.
Böylece, Hasan Sabbah, Büyük Vezir'in vazgeçemediği yararcılarından biri oluverdi. Sahte tüccardan, sahte dervişten, sahte acılardan oluşan ve Selçuklu İmparatorluğunu baştan aşağı dola-
66
67
şan bir muhbirler şebekesini kısa zamanda kurmuştu ve her saray da, her çarşıda, her evde kulağı vardı. Komplolar, dedikodular, söylentiler rapor ediliyor, açığa çıkarılıyor, oyunlar bozuluyordu.
Nizam, ilk günler çok memnundu. Bu korkunç şebekenin ipleri kendi elindeydi. O güne dek; bu işe soğuk bakan Melikşah'a varıp, övüneceği sonuçlar sunuyordu. Aslında, Melikşah huzursuzdu. Babası Alpaslan, böyle bir siyaset gütmemeyi tavsiye etmemiş miydi? "Dört bir yana muhbir yerleştirecek olursan, sana sadık olan gerçek dostların bundan kuşkulanmayacak, düşmanların ise tetikte, önlemlerini almış olacaklardır. Zaman geçtikçe, muhbirleri etkilemeye çalışacaklar, gün gelecek dostlarının aleyhine, düşmanlarının lehine raporlar almaya başlayacaksın. İyi olsunlar, kötü olsunlar, sözler birer ok gibidirler. Bir kaçını bir arada fırlattın mı, biri mutlaka hedefi bulur. Sonunda, kalbini dostlarına kapatır, düşmanlarına açarsın. Yanına gelip kurulanlar, düşmanların olur. O zaman, gücünden geriye ne kalır?"
Ama Melikşah'm muhbir kullanmanın yararı konusundaki kuşkuları, hareminde onu zehirlemek istiyen bir kadının yakalanması ile yok oldu. Hasan Sabbah, Melikşah'ın yanından ayıramadığı adamı haline geldi. Sultan ile Hasan arasmdaki bu sıkıfıkılık, Nizam'in hiç hoşuna gitmiyordu. Bir kere, her ikisi de gençti. Cuma günleri düzenlenen şölen sırasında, iki delikanlı, Veziri ihmal ederek eğleniyorlardı.
Bu şölenlerin birinci kısmı, resmi ve ciddi bir biçimde cereyan ederdi. Nizam, Melikşah'ın sağında otururdu. Okuma yazması olanlar, bilginler, çepeçevre dizilir, Hint ya da Yemen kılıçlarını methederler, Aristo'nun yazdıklarına kadar her konuda tartışırlardı. Sultan bir süre bu konulara ilgi duyar, sonra bakışları donukla-şırdı. İşte o zaman Vezir, gitme vaktinin geldiğini anlar, diğerleri de onu izlerdi. Onların yerini sazcılar, rakkaseler, oyuncular alır, şarap testileri dolar, içki sofrası da, hakanın keyfine göre uzun ya da kısa sürerdi. Güçlü vezirinden vazgeçmeyen Sultan öcünü eğlenmekle almış olurdu. Günü geldiğinde "baba"sını nasıl vuracağını tahmin etmek için, çocuksu bir taşkınlıkla ellerini nasıl çırptığını izlemek yeterliydi.
Hasan, Sultan'ın Vezir'den nefret etmesi için elinden geleni yapmaktaydı. Nizam hangi konularda erişilmez sayılıyordu? Bilgisi ile mi? Ussallığı ile mi? Tanrı ve İmparatorluğu savunma yeteneği ile mi? Hasan, kısa bir sürede benzeri bir yetenek sergiliyordu. Vezirin sadakati mi söz konusuydu? Sadık olduğunu göstermek-
ten kolayı yoktu. Sadakat, yalancı ağızlardaki kadar doğru olamaz.
Hasan, Melikşah'ın dillere destan pintiliğini harekete geçirmeyi de iyi biliyordu. Sürekli biçimde Vezir'in yaptığı harcamalardan söz ediyor, aldığı yeni giysileri, Vezir'in yakınlarının aldıkları eşyaları anlatıyordu. Nizamın iktidarı ve şatafatı sevdiği bir gerçekti. Hasan ise sadece iktidarı seviyordu. Dünya nimetlerinden el etek çekmiş biri olarak görünmeyi iyi beceriyordu.
Melikşahı iyice körükledikten sonra, ateşi yakmayı kararlaştırdı. Olay, bir cumartesi günü, taht odasında meydana geldi. Sultan, öğleye doğru, baş ağrısı ile uyanmıştı. Canı son derece sıkkındı. Vezirinin, Ermenilerden oluşan muhafızlarına altmış bin altın dağıttığını öğrenmiş, fena içerlemişti. Haber, tabii ki, Hasan ve şebekesi aracılığı ile kendine ulaşmıştı. Nizam, sabırla, ayaklanmayı önlemek için birlikleri beslemek gerektiğini en ufak bir ayaklanmada, harcamanın on misli fazlasını harcamak gerekeceğini anlatıyordu. Melikşah ise, avuç dolusu altın saçmakla, sonunda maaş verilemeyecek duruma düşüleceğini, ayaklanmanın işte o zaman başlayacağını söylüyordu. İyi bir hükümet, altınını, ihtiyaç duyulacak günler için saklamamalı mıydı?
Nizam'm on iki oğlundan biri, söze karışmanın yerinde olacağını düşündü:
— İslam'm ilk günlerinde Halife Ömer, fetihlerde sağlanan altınları saçmakla suçlandığında şöyle demişti: "Bu altın bize Tan-rı'nın lütfü değil mi? Tanrı'nın daha fazlasını bahşedeceğine inanmıyorsanız, hiçbir şey sarfetmeyiniz. Bana gelince, Allah'ın cömertliğine inanıyorum. Müslümanların iyiliği için sarfedebilece-ğim altından bir tekini bile kasamda tutmam."
Melikşah'ın böyle bir davranışta bulunmaya hiç niyeti yoktu. Hasan'ın kafasına soktuğu bir düşünce, nicedir içini kemiriyordu. Emrini verdi:
— Hazineme giren her bir kuruşun ve sarfedilen her bir akçenin ayrıntılı hesabını istiyorum. Sonuç ne zaman hazır olur?
Nizam çökmüş gibiydi.
— Bu hesabı verebilirim ama, zaman alır, dedi.
— Ne kadar zaman, hoca?
Sultan'ın "Ata" değil de "Hoca" demesi dikkati çekti. Gerçi saygılı bir sesleniş biçimiydi ama, gözden düşmenin işareti de sayılabilirdi. Nizam, şaşırmış, anlatmaya çalışıyordu:
— Her eyalete bir muhasip göndermek ve uzun hesaplar yap-
68
69
mak gerekecek. Tanrı'nın inayeti ile, geniş bir imparatorluğa sahi-; biz. Böyle bir çalışmanın sonucunu iki yıldan önce almamız zordur.
Hasan, saygılı bir biçimde yaklaştı:
— Efendimiz, dedi. Olanak verilir ve Divan'ın bütün evrakının verilmesi emredilirse, böyle bir çalışmayı kırk gün içinde tamamlarım.
Nizam cevap vermek istediyse de, Sultan ayağa kalkmıştı. Büyük adımlarla kapıya gitti ve:
— Pekâlâ, dedi. Hasan, Divan'a girecektir. Divan kalemi onun emrinde olacak. Onun izni olmadan hiç kimse kaleme giremeyecek. Kırk gün sonra bu iş bitmiş olacak.
70
XIV
O günden sonra, bütün imparatorluk büyük bir telaşa düştü, idari kesimlerde çalışma yürümez oldu, birliklerin ayaklanacağı haberleri gelmeye başladı, iç savaştan söz edilir oldu. Nizam'ın İsfahan'ın bazı mahallelerini silahlandırdığı söyleniyordu. Çarşıda esnaf malını gizler olmuş, belli başlı çarşıların kapıları kapatılmış, özellikle kuyumcular dükkânlarını öğleden sonraları açmaz olmuşlardı. Divan'da gerginlik büyüktü. Koca Vezir kalemini Hasan'a bırakmak zorunda kalmıştı ama, ikameti hemen yanı başındaydı. Arada sadece küçük bir bahçe vardı. Ancak bu küçük bahçe, gerçek bir karargâha dönüşmüştü. Nizamın kişisel korumaları, tepeden tırnağa silahlı olarak kol geziyorlardı.
Ömer son derece sıkkındı. Ortalığı yatıştırmak için araya girmek istiyor, uzlaşma yolları arıyordu. Nizam onu kabul etmeye devam ediyordu ama "zehirli hediyesi" için sitem etmekten kendini alamıyordu. Hasan'a gelince, evrakların içinde kaybolmuştu ve Sultana sunacağı sonucun telaşı içindeydi. Hasan geceleri, bir avuç adamının ortasında, Divan'ın toplandığı odanın halısından başka yere yatmıyordu. Kader gününden üç gün önce, Hayyam son bir girişimde bulunmak istedi. Hasan'ın yanına gitti, onu görmek için diretti. Ancak Sahib-i Haber toplantıda olduğu için, bir saat sonra gelmesi söylendi. Kapıdan çıkacağı sırada, tepeden tırnağa kırmızılar içinde bir harem ağası yanına gelip:
— Hoca Ömer beni izlemek lütfunda bulunurlar mı? diye sordu. Bekleniyorsunuz.
Adam onu çapraşık yollardan, bir takım merdivenlerden geçirdikten sonra, bir bahçeye soktu. Hayyam, böyle bir bahçenin olabileceğini aklına bile getirmemişti. Tavus kuşları serbestçe dolaşıyordu. Kayısı ağaçları çiçek açmıştı. Bahçedeki çeşmenin arka tarafından geçip sedef işlemeli bir kapının önüne geldiler. Ağa kapıyı açtı. Ömer'i buyur etti.
Burası, duvarları ipek kumaşla kaplı geniş bir odaydı. Dip ta-
71
rafta, bir perdenin örttüğü, tonozlu bir girinti göze çarpıyordu. Perde kıpırdadı, orada birinin durduğu açıktı. Hayyam içeri girince, hafif bir kapı tıkırtısı duymuştu. Bir kaç saniye bekledi. Sonra bir kadın sesi duydu. Ses yabancıydı ve Türkçe konuşuluyordu. Ses kısıktı ama sözler kaya gibi sertti. Hayyam ne söylendiğini anlamadı, konuşanın sözünü kesmek istedi, Farsça konuşulmasını rica etti, ya da Arapça, ya da daha tane tane konuşulmasını... Ama bir perdenin ardına gizlenmiş bir kadınla konuşmak kolay değildi. Kadının sözlerini bitirmesi için bekledi. Ardından bir başka ses:
— Sultanımızın eşi, hanımım Terken Hatun, buraya geldiğin için sana teşekkür ediyor, dedi.
Bu kez Farsça konuşulmuştu. Ömer sesi tanıdı. Bağırmak istedi ama ağzından sevinçli bir mırıltı döküldü:
— Cihan!
Kadın örtüyü kaldırdı, peçesini açtı ve gülümsedi ama Ömer'in yaklaşmasını elinin bir hareketiyle önledi:
— Hatun, Divan'daki kavgadan endişe duyuyor. Huzursuzluk artıyor. Kan dökülecek. Hakanımız dahi çok kaygılı, yanına yaklaşılmaz oldu. Harem, Hakanın öfkeli bağırmaları ile titriyor. Bu durum böyle süremez. Terken Hatun iki tarafı barıştırmak için, senin büyük çaba sarfettiğini biliyor. Senin başarılı olmanı çok istiyor ama pek ümidi yok.
Hayyam başıyla onayladı. Cihan devam etti:
— Terken Hatun, iş bu noktaya vardığına göre, iki rakibi saf dışı bırakıp, yönetimi huzur sağlayacak birine vermenin daha doğru olacağını düşünüyor. Sultanın, çevresini sarmış entrikacılara değil, akıllı, bilgili, çıkarcı olmayan, mantıklı birine ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Hakanımız seni çok takdir ettiği için, Büyük Vezir olarak senin atanmanı önermek istiyor. Sen atanırsan bütün ülke rahatlayacak. Ama böyle bir öneride bulunmadan önce, senin onayını almak istedi.
Ömer, kendisinden bekleneni bir süre kavrayamadı. Sonra haykırdı:
— Tanrı aşkına, Cihan, beni mahvetmek mi istiyorsun? Beni, imparatorluğun ordularına kumanda ederken, bir emirin kellesini uçururken, bir köle ayaklanmasını bastırırken görebiliyor musun? Beni yıldızlarımla başbaşa bırak.
— Dinle beni Ömer. İşleri yönetmeye niyetin olmadığını biliyorum. Sen sadece orada bulunacaksın. Kararları başkaları verip uygulayacak!
— Yani gerçek vezir sen olacaksın, hanımın da gerçek Sultan. İstediğin bu, öyle değil mi?
— Bundan niçin rahatsızlık duyuyorsun? Onuru sana, tasası bize ait olacak. Bundan iyisi can sağlığı!
Terken Hatun, öneriyi yumuşatmak için araya girdi, Cihan söylediklerini çevirdi:
— Hanımım diyor ki: Senin gibi adamlar siyasete sırt çevirdikleri için, bu kadar kötü yönetilmekteyiz. Çok iyi bir vezir olabilecek bütün niteliklere sahip olduğunu söylüyor.
— Ona de ki: Yönetmek için gerekli olan nitelikler ile, iş başına gelmek için gerekli olan nitelikler arasında fark vardır. İşleri iyi yönetmek için, kendi işlerini unutup sadece başkalarına, özellikle en yoksul olanlara bakacaksın; iktidara gelmek içinse, insanların en aç gözlüsü, en bencili, kendi dostlarının bile gözünün yaşına bakmayanı olacaksın. Ben ise kimseyi incitemem!
İki kadının tasarısı öylece yarım kaldı.
Ömer önerilerini red etti. Zaten bir işe de yaramazdı. Nizam ile Hasan'ın karşı karşıya gelmeleri önlenemez olmuştu.
O gün kabul odası bir arenaya benziyordu. Orada bulunan on-beş kişi, birbirinin hareketini gözlemekteydi. Her zaman taşkın mizacı ile tanınan Melikşah bile alçak sesle konuşuyor ve her zamanki gibi bıyığını çekiştirip duruyordu. Arada bir, iki gladyatöre bir bakış fırlatıyordu. Hasan, siyah buruşuk giysileri, siyah sarığı ile ayakta duruyordu. Sakalı sanki her zamankinden daha uzundu, avurtları çökmüş, gözleri Nizam'ınkilerle karşılaşmaya hazır ama uykusuzluktan ve yorgunluktan kıpkırmızı idi. Arkasında bir kâtip, geniş bir kurdele ile bağlanmış bir sürü evrak taşıyordu.
Büyük Vezir, kıdemine duyulan saygıdan ötürü, oturmaktaydı. Giysileri beyaz, sakalı kır, alnı kırışıktı. Sadece gözleri genç, hareketli ve parlaktı. Oğullarından ikisi yanında duruyordu. Çevrelerine kinci bakışlar fırlatıyorlardı.
Sultan'ın hemen yanında duran Ömer bitkin ve kaygılı idi. Kafasının içinde, herhalde söylemeğe hiç fırsat bulamayacağı sözleri tasarlayıp duruyordu.
Melikşah:
— Hazinemizin durumu hakkında bugün bilgi verme vaadinde bulunulmuştu. Hazır mı? diye sordu.
Hasan eğilerek selam verdi.
— Sözümü tuttum. Her şey hazır, dedi.
72
73
Kâtibine döndü, adam yanına geldi ve ona evrakı verdi. Sab-bah okumaya başladı. İlk sayfalar, uzun teşekkürler, hayır duaları, bilgece söylenmiş cümlelerle doluydu. Âdet böyle idi. Orada bulunanlar daha fazlasını bekliyorlardı. Sonunda iş oraya da geldi. Hasan:
— Her eyaletin, her ünlü ve büyük kentin, Sultanımızın Hazinesine ne verdiğini tam olarak hesap ettim. Düşmandan elde edilen ganimeti de değerlendirdim. Bu paraların nasıl sarfedildiğini artık biliyorum, dedi.
Boğazını temizledi, okuduğu sayfaları kâtibine uzattı, diğerini aldı. Okumak üzere gözlerinin hizasına getirdi, dudakları aralandı, sonra kısıldı. Sayfayı uzaklaştırdı, diğer sayfalara baktı, kızgın bir biçimde evrakı karıştırmaya başladı. Kimseden ses çıkmıyordu. Sonunda Hakan sabırsızlandı:
— Ne oluyor? Seni dinliyoruz, dedi.
— Efendimiz, gerisini bulamıyorum. Sayfaları sıraya koymuştum, ama aradığım kâğıt aradan kaymış olacak. Onu bulacağım.
Aramaya devam etti. Durumdan yararlanan Nizam, üst perdeden konuşmaya başladı:
— Herkesin başına gelebilir. Genç dostumuza bu yüzden kızmamak gerek. Böyle bekleyip duracağımıza gerisini dinleyelim.
— Haklısın ata, gerisini dinleyelim.
Herkes, Hakanın Vezirine yeni baştan "ata" dediğini farketmişti. Bu yeniden göze girdiğine işaret mi sayılmalıydı? Hasan utançtan kıvranırken Vezir, lehindeki durumu daha da sağlama bağlamak istedi:
— Kaybolan sayfayı unutalım. Hakanımızı bekletmek yerine, kardeşimiz Hasan'ın bazı önemli kent ve eyaletlere ait rakamları vermesini öneriyorum.
Hakan onayladı. Nizam devam etti:
— Örneğin, aramızda bulunan Ömer Hayyam'ın memleketi Nişapur'u ele alalım. Bu kent ve eyalet, acaba hazineye ne getirmiş?
Hasan:
— Hemen sunayım, dedi.
Ayaklarına kapanmak ister bir hali vardı. Alışkın bir biçimde dosyaya el attı. Otuzdördüncü sayfayı çıkartmak istedi. Nişapur'a ait ne varsa, bu sayfaya yazdığını biliyordu. Boşuna.
— Sayfa yok, kaybolmuş... diyebildi. Çalmışlar... Kâğıtlarımı karıştırmışlar.
74
Nizam ayağa kalktı. Melikşah'ın yanına vardı ve kulağına:
— Efendimiz en yetenekli hizmetkârlarına, işlerin zorluklarını bilen ve oluru olmazdan ayırabilenlere güven duymazsa, sonunda ya bir deli, ya bir şarlatan ya da bir cahil tarafından işte böyle hakarete uğrar, diye fısıldadı.
Melikşah, müthiş bir oyuna getirildiğine, bir saniye olsun, kuşku duymuyordu. Tarihçilerin belirttiklerine göre, Nizamülmülk Hasan'ın kâtibini satın almış, bazı sayfaları yok etmesini, bazılarının yerini değiştirmesini emretmiş ve böylece rakibinin sabırla ve özenle yaptığı çalışmaları boşa çıkartmıştı. O istediği kadar komplo yapıldığını söylesin, çevresindeki gürültü sesini bastırıyor, Sultan da oyuna getirilişinin, dahası vezirinin vesayetinden kurtulma girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının kusurunu Hasan'da buluyordu. Askerlerine onu tutuklamalarını söylemiş ve anında idamını emretmişti.
Ömer ilk kez söz aldı:
— Efendimiz merhamet etsinler. Sabbah belki kusur işlemiştir, belki çok aceleci ve çok işgüzar olmakla günah işlemiştir, ki bu yüzden kovulması gerekir, ama kimseye büyük bir kötülüğü dokunmamıştır.
— Öyleyse gözlerine mil çekilsin. Demiri kızdırın.
Hasan ses çıkarmıyordu. Ömer yeniden söz aldı. Kendisinin işe soktuğu bir adamın öldürülmesine ya da gözlerine mil çekilmesine gönlü razı olamazdı:
— Efendimiz diye yalvardı. Genç, gözden düşmüş olmanın tesellisini okumada bulacak bir adama, bu cezayı uygun görmeyin.
Bunun üzerine Melikşah:
— İnsanlarm en bilge olanı, en saf yürekli olan senin için Hoca Ömer, kararımdan vazgeçiyorum. Hasan Sabbah sürgün edilecek ve ömrünün sonuna kadar uzak beldelerden birinde yaşayacaktır. İmparatorluk topraklarına bir daha asla ayak basmayacaktır, dedi.
Ama Kum kentinin adamı geri gelecek ve görülmemiş bir intikam alacaktır.
75
İKİNCİ KİTAP
HAŞHAŞÎLER CENNETİ
Cennet de cehennem de senin içinde. Ömer Hayyam
1) Başlığın aslı: "Paradis des Assassins", yani "Caniler Cenneti" dir. Ancak, 1090 yılında Hasan Sabbah tarafından kurulan ve haşhaş kullanmalarından ötürü Haş-haşin (Haşhaşiler) adı verilen gizli örgüt, Fransızca Assassins (Caniler) sözcüğünün kökeni olarak bilinir. Konumuz dolayısı ile Cani yerine Haşhaşi sözcüğü daha uygun görülmüştür. (Ç.N.)
XV
Aradan yedi yıl geçti. Gerek Hayyam, gerek İmparatorluk için görkemli yedi yıl! Son barış yılları!
Üzerinde asma yaprakları olan çardakta sofra kurulmuş, üzerine Şiraz'ın, kokusu kıvamında, en iyi beyaz şarabı konmuş, sürahinin çevresinde binlerce pırıltısı olan kâseler dizilmişti. İşte haziran akşamları, Ömer'in kameriyesinde görülegelen manzara! Önce hafif olandan başlamalı. Şarap ve çerez. Sonra karışık olanı tatmalı: yaprak dolmaları, ayva tatlıları. Hafif esinti, Sarı Dağları aşıp, çiçekli meyve bahçelerinden gelir. Elinde udu ile Cihan, hafiften tıngırdatır. Rüzgâra eşlik eder udunun sesi. Ömer kadehini kaldırdı, uzun uzun içine çekti. Cihan onu izliyordu. En büyük, en kaygan, en koyu renkli pestili seçti, erkeğine verdi. Bu, meyveler dili ile "Hemencecik bir öpücük" demekti. Ömer eğildi, dudakları birbirine değdi, kaçtı, yeniden buluştu, ayrıldı, birleşti. Parmakları dolandı. Hizmetçi kız geldiğinde, acele etmeksizin ayrıldılar, her biri kendi kadehine döndü. Cihan gülümseyerek mırıldandı:
— Yedi yaşamım olsaydı, birini mutlaka burada geçirir, şu kerevete uzanır, şu şarabı içer, parmaklarımı şu kâseye daldırır, mutluluğu şu tekdüzelikte bulurdum.
Ömer:
— Bir, ya da üç, ya da yedi yaşamım olsaydı, her birini burada geçirir, elim saçlarında şuraya uzanırdım, diye yanıtladı.
Birlikte ama birbirlerinden değişik idiler. Dokuz yıllık sevgili, dört yıllık karı koca idiler ama düşleri aynı çatı altında değildi. Cihan zamanı yutuyor, Ömer yudum yudum tadına varıyordu. Cihan'ın arzusu, dünyaya egemen olmaktı. Hanımının kulağı idi, ha-rurrtı da Sultan'm kulağı! Gündüzleri Sultanm hareminde düzenler kuruyor, tüm haberlere el koyuyor, yatak odası dedikodularına kulak kesiliyor, zehirleme kuşkularından haberdar oluyordu. Heyecanlı, hareketli, coşkulu idi. Akşamlan ise kendisini aşkın mut-
79
luluğuna kaptırıveriyordu. Ömer açısmdan durum farklıydı . Bilimin zevkine, zevkin bilimine varıyordu. Geç kalkıyor, aç karnına bir kadeh sabah içkisini içiyor, daha sonra çalışma masasma geçerek yazıyor, hesap yapıyor, çizgiler ve resimler çiziyor, yine yazmaya koyuluyor, sonra gizli kitabına bir kaç satır şiir döktürüyordu.
Gece olduğunda, evinin üst katına yaptırdığı gözlem kulesine çıkıyordu. Sevdiği, elleriyle bakıp onardığı aletlerine kavuşması için bahçeden geçmesi yeterliydi. Arasıra, kentten gelip geçmekte olan bir bilgin olurdu yanında. İsfahan'da bulunduğu ilk üç yılını, -rasathaneyi kurmakla geçirmişti. Yapı, gereçler, birer birer denetiminden geçmişti. Ömer, 21 Mart 1079'da büyük törenlerle ilan edilen yeni Celali takvimini hazırlamak için de, büyük emek sarfet-mişti. Onun yaptığı hesaplamalar sonucu kutsal Nevruz bayramının tarihinde bir takım değişiklikler olduğunu, Balık burcunun ortasına rastgelen yeni yılın Koç burcunun başlangıcına kaydırıldığını, bu değişiklikten sonra İran ay adlarının burç adı aldıklarını ve böylece Favardin'in Koç ayı, Esfand'ın Balık ayı diye çağrıldığını hangi İranlı unutabilir? 1081 yılının Haziran'mda İsfahan'da ve bütün İmparatorluk topraklarında oturanlar, yeni takvimin üçüncü yılını yaşamaktaydılar. Bu takvim resmi olarak Sultan'ın admı taşı-sa da, halk arasında "Ömer Hayyam Takvimi" olarak bilmiyordu. Kim, sağlığında böyle bir onura sahip olabilir? Kısacası, Hayyam otuzüç yaşma geldiğinde, tanınan ve sevilen bir insan olmuştu. Onun, şiddetten ve hükmetmekten nefret ettiğini bilmeyenler için de, çekinilen ve korkulan bir insan...
Bütün bunlara karşm, onu Cihan'a yaklaştıran neydi? Bir ayrıntı ama önemli bir ayrmtı: ikisi de çocuk istemiyordu. Cihan, ardında bırakacağı bir varlığın yükünü kesinlikle taşımak niyetinde değildi. Hayyam da, hayranı olduğu Suriye'li şair Ebu'l-Alâ'nın sözlerini aynen benimsemişti: "Beni döllendirenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek."
Bu tutumu bizi yanıltmamak, Hayyam hiç de kötümser biri değildi. Şu satırları yazan o değil midir?: "Acın sonsuz olduğunda, dünyanın kararmasmı istiyecek olduğunda, yağmurdan sonra parıldayan yeşilliği, bir çocuğun uykudan uyanışını düşün." Ömer çocuk sahibi olmak istemiyorsa, yaşamın güçlüğünü düşündüğü içindir. "Dünyaya hiç gelmemiş olana ne mutlu!" deyip dururdu.
Görüldüğü gibi, ikisinin çocuk yapmak istemeyiş nedenler
80
aynı değildi. Cihan ihtiraslı olduğu, Ömer de ihtirassız olduğu için çocuk istemiyordu. Ama bir erkek ve bir kadın olarak, İran'daki bütün erkeklerin ve bütün kadınların kınadıkları bir davranışla, birbirlerine bağlı idiler ve birinin ya da diğerinin kısır olduğu söylentisine aldırmadan aralarında müthiş bir ortaklık kurmuşlardı.
Ama bu, yine de sınırları olan bir suç ortaklığı idi. Cihan, hiç bir ihtirası olmayan bir insan olan Ömer'den değerli fikirler alıyor ama kendi yaptıkları hakkında ona asla bilgi vermiyordu. Yaptıklarını Ömer'in onaylamayacağını biliyordu. Bitmeyen kavgalar yaratmak kime yarardı? Gerçi Hayyam Saraya uzak bir insan değildi. Saray hayatını, dalaverelerini ne kadar küçümsese de, bazı kaçınılmaz yükümlülükleri olduğunu biliyordu. Arasıra Cuma yemeklerine girmesi, bazı hasta Emirleri muayene etmesi, Melikşah'a takvimi hakkında bilgi vermesi ve yıldız falma bakması gerekiyordu. Melikşah da herkes gibi, ne yapması ve ne yapmaması gerektiği konusunda yıldız falma danışırdı. "Ayın 5'inde seni gözleyen bir yıldız var, Saray'dan dışarı çıkma, Ayın 7'sinde, hiçbir biçimde kan aldırma, ilaç içme. Ayın 10'unda sarığını tersinden sardır. Ayın 13'ünde kadınlarından hiçbirine yanaşma." Sultan, bu söylenenlere karşı çıkmayı asla düşünmezdi. Ömer'in elinden kendi yıldız falmı alan Nizam da, iyice inceler ve harfiyen uyardı. Yavaş yavaş başkaları da, bu ayrıcalıktan yararlanmaya başladı; mabeyinci, İsfahan'ın büyük kadısı, hazinedarlar, bazı amirler, bir takım zengin tüccarlar sıraya girdi; bu da Ömer için bir hayli iş demekti, özellikle ayın son on günü ve gecesi! İnsanlar fala öylesine düşkündüler ki... talihli olanlar Ömer'e baktırabiliyor, diğerleri daha âz tanman gökbilimcilere başvuruyordu. Genellikle de bir din adamına gidiliyor, o da Kur'an'ın bir sayfasını rasgele açarak bir ayet okuyordu. Meraklarının cevabını bu ayette bulmak kalıyordu onlara! Bir karar öncesinde olan yoksul kadınlar ise, çarşıya gidip ilk duydukları sözcükten bir anlam çıkartmaya çalışıyorlardı.
O gece Cihan:
— Terken Hatun, Tir ayı için falının hazır olup olmadığını sordu, dedi. Ömer dalgındı.
— Bu gece hazırlarım. Gökyüzü berrak, yıldızlar gizlenmiyor, rasathaneye gitme vakti, diye yanıtladı.
Kalkacağı sırada içeriye bir hizmetçi girdi ve:
— Kapıda bir derviş var dedi. Geceyi geçirmek için konukseverliğinize sığınmak istiyor.
Ömer:
81
— Gelsin, diye izin verdi. Merdiven altındaki küçük odayı ver, sonra söyle bizimle yemeğe otursun.
Cihan, yabancının girmesine olanak tanımak için başını örttü, ama hizmetçi yalnız döndü:
— Odasında dua etmeyi tercih ediyor. Bu mektubu size vermemi istedi.
Ömer kâğıdı okudu, sarardı. Bir robot gibi ayağa kalktı. Cihan meraklandı:
— Kim bu adam?
— Birazdan dönerim.
Kâğıdı bin parçaya ayırdıktan sonra, hızlı adımlarla çıkıp küçük odaya yöneldi, içeri girip kapıyı kapattı. Bir an durdu, sonra bir kucaklaşma ve bir sitem:
— İsfahan'da işin ne? Nizamülmülk'ün bütün adamları seni arıyor.
— Seni ayartmaya geldim.
Ömer yüzüne baktı, adamın aklının başında olup olmadığından emin olmak istiyordu. Ama Hasan güldü, tıpkı Hayyam'la karşılaştıkları kervansaray odasında güldüğü gibi:
•— Merak etme. Mezhep değiştirtmeyi düşüneceğim en son insan sensin. Ama saklanmam gerekiyor. Sultan'ın müneccimi, Vezir'in danışmanı Ömer Hayyam'ın evinden daha güvenli sığınak mı var?
— Sana duydukları nefret, bana duydukları sevgiden büyük. Evime hoş geldin ama burada olduğundan kuşkulanırlarsa, seni kurtarabileceğimi sanma.
— Yarın uzaklara gitmiş olacağım. Ömer kuşkulandı:
— Öç almaya mı geldin?
Ama öteki, onuruna dokunulmuşçasma sıçradı:
— Ben kişisel bir öç peşinde değilim, benim peşinde olduğum, Türk egemenliğini yıkmak!
Ömer arkadaşına baktı, siyah sarık yerine şimdi beyaz sarıklıydı ama her yanı kuma bulanmıştı giysileri kaba ve eskiydi.
— Kendinden pek emin görünüyorsun; oysa bana göre, sürgün edilmiş, izi sürülen, evden eve gizlenen ve tüm silahı şu çıkın ile şu sarıktan ibaret olan bir adamsın. Bir de kalkmış, Doğu'dan Batı'ya uzanan bir İmparatorlukla boy ölçüşmeğe kalkışıyorsun.
— Sen olandan söz ediyorsun, ben olacaktan. Selçuklu İmparatorluğunun karşısına Fedailer dikilecek. Örgütlü, korkunç bir güç
82
olarak! Sultanları ve vezirleri korkudan titretecek. Sen ve ben doğduğumuz vakit, yani aradan çok zaman geçmedi, İsfahan Acemlerin ve Şiilerin elindeydi ve Bağdat'taki halifeye hükmünü geçiriyordu. Bugün ise, Acemler Türklerin uşağı durumunda ve Nizamülmülk bu uşakların en aşağılık olanı. Dün nasıl idiyse, yarın da öyle olamaz mı?
— Zaman değişti Hasan, şimdi güç Türklerde, İranlılar yenik düştü. Bazıları, Nizam'ın yaptığı gibi, güçlülerle uzlaşmaya çalışıyor; diğerleri, benim yaptığım gibi, kitaplara sığınmaya bakıyor.
— Başkaları da savaşıyor. Belki henüz bir avuç insan, ama yarın sayıları binleri bulacak, kalabalık, kararlı, yenilmez bir ordu olacak. Ben, Yeni Görüş'ün havarisiyim. Hiç ara vermeden, ülkeyi boydan boya katedeceğim, hem ikna hem zor yoluna başvuracağım ve Yüce Tanrının inayeti ile kokuşmuş iktidarı yerle bir edeceğim. Hayatımı kurtarmış olan sana söylüyorum Ömer: pek yakında dünya, anlammı pek az kişinin kavrayabileceği olaylara tanık olacak. Sen anlayacaksın, ne olup bittiğini kavrayacaksın, bu dünyayı kimin sarstığını, bu kargaşanın nasıl son bulacağını bilecek-
sin.
— inandığın şeylerden kuşku duymuyorum ama, Melikşah'ın Sarayında Türk olan Sultanın gözüne girebilmek için Nizamülmülk ile rekabete giriştiğini anımsıyorum.
— Yanılıyorsun. Ben, artık ima ettiğin o aşağılık adam değilim,
— Benim bir şey ima ettiğim yok, sadece birkaç tutarsızlığa değiniyorum.
— Bu tutarsızlıklar, geçmişimi bilmenden kaynaklanıyor. Görünüşe bakarak hükme varmanı eleştirmiyorum ama, sana gerçek öykümü anlattığımda olaylara başka türlü bakacaksın. Ben eski bir Şii ailesindenim. Bana her zaman, İsmaililerin mezhep sapkını oldukları söylendi. Ta ki günün birinde bir dervişe rastlayana kadar... Benimle tartıştı, inancımı sarstı. Ona boyun eğerim korkusuyla konuşmamaya karar verdiğimde hastalandım. Öylesine hastalandım ki, son saatimin geldiğini sandım.,Bunda bir hikmet var dedim, Yüce Tanrı'dan bir işaret! Yaşarsam, İsmailiye mezhebine girmeğe ahdettim. Ertesi gün iyileşmiştim. Ailemde, bu kadar çabuk iyileştiğime kimse inanmadı, bir anlam veremedi. Tabii verdiğim sözü tuttum ve and içtim. İki yıl sonra, bana bir görev verdiler. Nizamülmülk'ün yanma girecek, Divan 'ında yer alacak ve zorda olan İsmaili kardeşlerimi koruyacaktım. Böylece Rey'den çıkıp İsfahan'a vardım ve yolda, Kâşan'da bir kervansarayda konakla-
83
dim. Küçük odamda Nizam'ın yanına nasıl gireceğim diye düşü-
nüp dururken, kapı açıldı. Kim girdi dersin? Hayyam! Büyük Hay-
yam, onu bana Allah göndermişti.
Ömer şaşkındı:
— Bir de Nizamülmülk bana, senin İsmailiye mezhebinden olup olmadığını sordu da, ben de "sanmam" dedim!
— Yalan söylemedin, bilmiyordun! Şimdi biliyorsun. Hasan durdu, sonra:
— Beni yemeğe davet etmemiş miydin? dedi.
Ömer kapıyı açtı, hizmetçiye seslendi, yemek getirmesini söyledi, sonra soru sormayı sürdürdü:
— Yedi yıldır, böyle sufi kılığında mı dolanıp duruyorsun?
— Çok dolaştım. İsfahan'dan çıkınca, beni öldürmek istiyen Nizam'ın adamlarınca izlendim. Kum'da onlardan kurtuldum, arkadaşlarım beni sakladılar. Sonra Rey'in yolunu tuttum- Orada bir İsmaili Mısır'a, kendisinin de gitmiş olduğu medreseye gitmemi tavsiye etti. Daha önce, Şam'a gitmeden, Azerbaycan'a uğradım. Mısır'a kestirmeden gitmeyi tasarlıyordum ama Kudüs çevresinde Türkler ile Mağribiler arasında savaş vardı. Bu yüzden kıyıdan gidip, Beyrut, Saida, Tir ve Akra'dan geçmek zorunda kaldım. Orada bir gemiye binip İskenderiye'ye ulaştım. Orada Ebu Davut başkanlığında bir heyet tarafından karşılandım.
Hizmetçi içeri girdi. Yere bir kaç çanak koydu. Hasan dua eder gibi yaptı, hizmetçi çıkınca konuşmasına devam etti:
— Kahire'de iki yıl kaldım. Medrese'de kalabalıkçaydık ama aramızdan sadece bir avuç insan Fatımi ülkesinin dışmda iş görmeye layık bulunmuştu.
Hasan fazla ayrıntıya girmek istemedi ama çeşitli kaynaklardan derslerin iki ayrı yerde görüldüğü biliniyordu. Dinin ilkeleri El-Ezher'de, ulemalar tarafından, bunları yayma teknikleri de Halife Sarayında öğretiliyordu. Fatımi Sarayının önemli kişilerinden biri olan dervişlerin başı, öğrencilerine insanları inandırma yöntemlerini, bir görüşü geliştirme sanatını, mantığa olduğu kadar duygulara da nasıl hitap edileceğini öğretiyordu. Birbirleriyle iletişimde hangi gizli şifreyi kullanacaklarını da... Her dersin sonunda, öğrenciler onun önünde diz çöküyor, o da başlarının üzerinden, İmam'm imzasmı taşıyan bir fetva geçiriyordu. Daha sonra, daha kısa bir ders başlıyor ama o sadece kadınlara veriliyordu.
Hasan:
— İhtiyacım olan bütün bilgiyi Mısır'da öğrendim, dedi.
Hayyam:
— Bana, onyedi yaşıma geldiğimde her şeyi biliyordum, dememiş miydin?
— Onyedi yaşıma kadar bilgi birikimi yaptım. Sonra inanmayı öğrendim. Kahire'de inandırmayı öğrendim.
— Peki, inandırmak istediklerine ne söylüyorsun?
— Onlara, öğretecek hoca olmadıkça din işe yaramaz, diyorum. Bizler "Allah'tan başka Tanrı yoktur" derken, hemen ardından "Muhammed O'nun Resulüdür" diye ekliyoruz. Neden? Çünkü Tek bir Tanrı var derken, kaynağını belirtmeyecek olursak yani bir gerçeği bize öğretenin adını vermezsek, anlamı kalmaz. Ama o adam, o resul, o peygamber, uzun süre önce öldü, yaşadığını ve bize söylenen gibi konuştuğunu nereden bileceğiz? Ben ki senin gibi Eflatun ve Aristo okudum, kanıt gerek diyorum.
— Ne kanıtı? Bu konuda gerçekten kanıt olabilir mi?
— Siz Sünniler için aslında kanıt yok. Sizler, Muhammed'in mirasçı bırakmadığına, Müslümanları kendi başlarına bıraktığına, en güçlü ya da en kurnaz olanın kendilerini yönetmelerini kabul edeceklerine inanırsınız. Bizler ise, Resulün bir mirasçı, sırlarını bilen bir halef bıraktığına inanırız: o da damadı, yeğeni, neredeyse kardeşi İmam Ali'dir. Ali de bir mirasçı gösterdi. Meşru İmam'ların soyu işte böyle oluştu. Onlar aracılığı ile Muhammed'in Resullüğünün ve Tek Tanrı'nın varlığının kanıtı günümüze kadar devredildi.
— Bütün bu anlattıklarında, diğer Şiilerden ne farkın var, anlayamıyorum.
— Benim inancım ile aileminki arasında çok büyük fark var. Onlar, yeryüzüne adaleti getirecek olan ve gerçek müminleri ödüllendirecek olan Gizli İmam gelene kadar, düşmanlarımızın egemenliğine sabırla katlanmamız gerektiğini öğrettiler bana. Oysa ben, şimdiden harekete geçmek, bu ülkede İmamımızın "zuhuru" için gerekli ortamı her yoldan hazırlamak gerektiğine inanıyorum. Ben, bütün Zamanların İmamı'nı kabul edecek duruma gelmesi için dünyayı düzenlemek üzere gönderilen Öncü'yüm. Peygam-ber'in benden söz ettiğini biliyor muydun?
— Senden mi? Kum doğumlu Hasan bin Ali Sabbah'tan mı?
— "Kum'dan bir adam gelecek, insanlara doğru yola germeleri Çağrısında bulunacak, çevresine adamlar toplayacak, hiçbir rüzgâr, hiçbir fırtına onları dağıtamayacak, savaşmaktan yılmayacaklar, zaaf göstermeyecekler ve Tanrı'dan güç alacaklar" demedi mi?
84
85
— Ben böyle bir şey söylediğini bilmiyorum. Oysa Hadisleri okumuştum.
— Sen istediklerini okumuşsun. Şii'lerin ellerinde başka Hadisler var.
— Ve senden söz ediyor, öyle mi?
— Bekle ve gör.
86
XVI
Yuvalarından fırlamışçasma koca gözlü adam, gezginciliğine devam etti. Hiç yorulmayan bir derviş olarak İslam ülkelerini, Belh'i, Merv'i, Kaşgâr'ı, Semerkant'ı dolaşıp durdu. Her yerde vaaz verdi, tartıştı, inandırdı, örgütledi. Bir fedai bulmadan, beklemekten usanmış Şiiler'i ve Türk egemenliğinden şikâyetçi Acem ya da Arapları çevresinde toplamadan, o kentten ayrılmadı. Hasan'ın ordusu gün geçtikçe büyüyordu. Onlara "Batıni" deniliyordu, yani gizli işlerin adamları! Onlara din sapkını, Allahsız da deniliyordu. Ulemalar tehdit üzerine tehdit savuruyorlardı: "Onlara katılanların vay hallerine! Kanlarını dökmek, bahçe sulamak kadar sevaptır."
Ses tonu yükseliyor, şiddet sözde kalıyordu. Savah kentinde bir vaiz, diğer müslümanlar gibi camide değil de ayrı olarak toplananları ihbar etmiş, onları polisin cezalandırmasını istemişti. Onse-kiz tarikatçı tutuklanmıştı. Bir kaç gün sonra muhbir bıçaklanmış olarak bulundu. Nizamülmülk ibret olacak bir ceza verilmesini istedi. İsmailiye mezhebinden bir marangoz yakalandı, işkence edildi, çarmıha gerildi, sonra da ölüsü kent sokaklarmda gezdirildi.
Bir tarihçi "O vaiz İsmaililerin öldürdükleri, o marangoz da verdikleri ilk kurban oldu" diye yazdı. İlk zafer de Nişapur'un güneyindeki Kain kentinde alındı. Kirman'dan altı yüz tüccar, hacı ve önemli miktarda yük getiren bir kervan gelmekteydi. Kain kentine yarım günlük yolda, yüzleri maskeli, silahlı adamlar yolu kesmişlerdi. Kervancı onları haydut sanmış, haraç verip kurtulmak istemişti. Oysa durum farklıydı. Yolcular bir kale-kente götürülmüş, bir kaç gün tutulmuş ve mezhep değiştirmeleri istenmişti. Bazıları kabul ettikleri için serbest bırakılmış, diğerleri öldürülmüştü.
Kervan olayı, ardından gelecek şiddet olaylarının sadece küçük bir habercisiydi. Katliam, karşılıklı öldürme eylemleri, her kentte, her kasabada, her köyde cereyan ediyor ve "Selçukluların barış düzeni" aşınmaya yüz tutuyordu. İşte unutulmaz Semerkant krizi o sıralar patlak verdi. Bir tarihçi "Olayların ardında Ebu Tahir var" diye kestirip attı. Oysa işler o kadar basit değildi.
87-
Gerçi, Ömer Hayyam'ın eski velinimeti, günlerden bir Kasım | günü çıkıp İsfahan'a gelivermişti. Tirah Kapısından kente girer girmez doğruca arkadaşının evine varmış, o da minnetini belirtebilmenin mutluluğu içinde, evini ona açmıştı. Geleneksel nezaket sözleri kısa kesilmiş ve Ebu Tahir yaşlı gözlerle:
— Nizamülmük'ü hemen görmem gerek demişti.
Hayyam kadıyı hiç bu halde görmüş değildi. Onu yatıştırmaya çalıştı:
— Vezire bu gece gideriz. O kadar vahim mi?
— Semerkant'tan kaçmak zorunda kaldım.
Kadı sözlerine devam edemedi, tıkandı, gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Son görüşmelerinden bu yana yaşlanmıştı, cildi kırışmış, sakalı beyazlaşmış, sadece kaşları kapkara kalmıştı. Ömer teselli edici birkaç söz söyledi, Kadı kendine geldi, sarığını düzeltti, sonra:
— Hani şu Kesik Yüz denilen adamı hatırlıyor musun? diye sordu.
— Ölümüme susamış adamı nasıl unuturum;?
— En küçük bir farklı düşünce sezinleyince zıvanadan çıktığını hatırlıyorsun değil mi? İsmailiyelilere katıldığı üç yıldan beri, eskiden Gerçek Din'i savunmak için gösterdiği gayretkeşliği, bu kez O'nun hatalarını kanıtlamak için gösteriyor. Yüzlerce, binlerce kişi peşinde gidiyor. Sokağın hâkimi o; kendi yasasını esnafa zorla kabul ettirdi. Kaç kez Han'ı görmeğe gittim. Sen Nasır Han'ı tanımıştın, aniden öfkelenir, anında sakinleşirdi. Allah rahmet eylesin, her duamda ona da okuyorum. Şimdi yeğeni Ahmet işbaşında. Toy, kararsız, ne yapacağı belli olmayan biri. Ne yönden yanaşacağımı bilemedim hiç. Kaç kez bu yobazların yaptıklarından şikâyet ettim, beni hep bir kulağı ile dinledi, canının sıkıldığını göstermeyi de ihmal etmedi. Hiçbir şey yapamayacağını anlayınca, milis kuvvetlerinin komutanlığını ve bana yakm olan bazı yargıçları çağırdım, îsmailiyelilerin hareketlerini yakından izlemelerini istedim. Kesik Yüz'ü izlemek üzere üç gönüllü çıktı. Amacım Han'a ayrıntılı bilgi vererek gözlerini açmaktı. O sırada adamlarım tarikatçıların reisinin Semerkant'a geldiğini haber verdiler.
— Hasan Sabbah mı?
— Ta kendisi! Benimkiler îsmailiyelilerin toplandıkları Ghatfar mahallesinde Abdak sokağının iki başını tuttular. Sabbah, kılık değiştirmiş olarak dışarı çıktığında üzerine çullandılar, kafasına bir çuval geçirip bana getirdiler. Onu hemen Saraya götürdüm. Yaptı-
88
ğım işi beğenileceğini sanıyordum. Han ilk kez ilgi gösterdi, adamı görmek istedi. Sabbah huzuruna çıkartıldığında, ellerinin çö-zülmesini ve onunla yalnız kalmak istediğini söyledi. Han'ı o tehlikeli yobaza karşı uyarmak istedim ama fayda etmedi. Adamı, doğru yola gelmesi için inandırmak istediğini söyledi. Görüşmeleri uzayıp gitti. Arasıra Han'ın adamlarından biri kapıyı aralayıp bakıyordu. Görüşme devam ediyordu. Gün ağardığında, ikisinin yanyana namaza durdukları görüldü. Aynı sözleri bir ağızdan tekrarlıyorlardı. Adamlar, onlara bakmak için birbirlerini itekleyip duruyorlardı.
Ebu Tahir bir yudum şerbet içtikten sonra devam etti
— Gerçeği kabul etmek gerekiyordu. Semerkant'ın Efendisi, Maveraünnehir'in Hükümdarı, Karahanlıların Vâris'i tarikata girmişti. Gerçi bunu açıklamış değildi ve Gerçek Din'e bağlıymış gibi görünüyordu ama, çevresindeki danışmanların yerini İsmaililer almıştı bile. Sabbah'ı yakalatan kuvvet komutanları teker teker öldürüldü. Benim muhafızlarımın yerini, Kesik Yüz'ün adamları aldı. Bana yapacak ne kalmıştı? İlk hacı kafilesi ile yola çıkmak ve İslam'ın kılıcını taşıyan Nizamülmük ile Melikşah'a durumu anlatmaktan başka?
Aynı akşam, Hayyam Ebu Tahir'i Nizam'a götürdü. Onları başbaşa bıraktı. Nizam sessizce kadıyı dinledi, yüzü gölgelendi. Kadı konuşmasını bitirdiğinde:
— Semerkant'taki felaketin ve hepimizi tehdit eden belanın gerçek sorumlusu kim, biliyor musun? diye sordu. Seni buraya getiren adam?
— Ömer Hayyam mı?
— Başka kim olabilir? Onu öldürtebileceğim gün, Hasan Sab-bah'ın hayatını Hoca Ömer kurtardı. Onu öldürmemizi engelledi. Şimdi bizi öldürmesini engelleyebilecek mi bakalım?
Kadı ne diyeceğini bilemiyordu. Nizam içini çekti. Kısa, sıkıntılı bir sessizlik oldu.
— Ne yapalım dersin?
Soruyu soran Nizam'dı. Ebu Tahir'in cevabı hazırdı. Tane tane söylemeğe başladı:
— Selçuklu bayrağının Semerkant üzerinde dalgalanmasının zamanı geldi.
Vezirin yüzü karardı:
— Sözlerin altın değerinde dedi. Yıllardır, İmparatorluğun Maveraünnehir'i içermesi, Semerkant ve Buhara gibi zengin kent-
89
leri kapsaması gerektiğini tekrarlayıp duruyorum. Boşuna. Melik-şah dinlemek istemiyor.
— Oysa Han'ın ordusu çok zayıf. Emirlerine maaş veremiyor, kaleleri harabeye dönmüş durumda.
— Bunu biliyoruz.
— Melikşah, babası Alpaslan gibi, nehri geçecek olursa, aynı akıbete uğramaktan mı korkuyor?
— Katiyyen.
Kadı daha başka soru sormadı. Bir açıklama bekledi. Nizam:
— Sultan ne nehirden, ne rakip bir ordudan korkuyor. Onun korktuğu bir kadın! dedi.
— Terken Hatun mu?
— Melikşah nehiri geçecek olursa, onu yatağına almayacağını, Harem'i cehenneme döndüreceğini söylemiş. Unutma ki Semer-kant, Terken Hatunun vatanı. Nasır Han ağabeyi idi, Ahmet Han da yeğeni. Maveraünnehir onun ailesine ait. Atalarının kurduğu saltanat son bulacak olursa, onun da saray kadınları arasındaki konumu değişir ve oğlunun Melikşah'a vâris olma olasılığı ortadan kalkar.
— Ama oğlu daha iki yaşında!
— İyi ya, çocuk ne kadar küçükse, anası o denli savaşmak zorunda!
— Anladım dedi Kadı. Sultan asla Semerkant'ı almak istemeyecek.
— Bunu söylemedim. Ama bunun için fikrini değiştirmek gerekir. Ne var ki, Hatunun silahlarından daha güçlü silahlar kullanmamız gerekecek.
Kadı kızardı. Nazikçe gülümsedi, yine de önerisinden vazgeçmedi:
— Size anlattıklarımı Sultan'a tekrar etmem yetmez mi? Hasan'ın çevirdiği dolapları ona anlatmam yetmez mi?
Nizam:
— Hayır, diye kestirip attı.
O an tartışamayacak kadar düşünceliydi. Kafasında bir plan oluşmak üzereydi. Kadı sessiz, vereceği kararı bekliyordu. Vezir:
— Yarın sabah Sultan'ın Harem'ine gidip, baş harem ağasını görmek istediğini söyliyeceksin. Semerkant'tan geldiğini ve Terken Hatun'a ailesinden haber getirdiğini söyliyeceksin. Memleketinin bir kadısı, hanedanının sadık bir hizmetkârı olduğun için, seni kabul edecektir.
90
Kadı başıyla onaylamak gereğini bile duymadı. Nizam devam
etti:
— Kabul odasma girdiğinde, yobazlarm Semerkant'ı ne hale getirdiğini anlatacak ama Ahmet'in onlara katıldığını söylemeyeceksin. Tam aksine, Hasan Sabbah'ın tahtını tehlikeye soktuğunu ve ancak bir mucizenin onu kurtarabileceğini söyleyeceksin. Beni görmeğe geldiğini, ama seni gereği gibi dinlemediğimi, hatta Sultan'a bunları anlatmaktan seni vazgeçirmek istediğimi söyleyeceksin.
Ertesi günü, strateji hiçbir engel görmeden aynen uygulandı. Terken Hatun, Semerkant'ı kurtarmak için, Sultan'ı ikna etmeyi üzerine alırken, Nizamülmülk buna karşı çıkar gibi yapıyor ama bir yandan da seferberlik hazırlığında bulunuyordu. Bu kandırma savaşı sonunda Maveraünnehir'i almaktan, Semerkant'ı kurtarmaktan çok, İsmaililerin bozgunculuğu yüzünden sarsılan saygınlığına yeniden kavuşmak istiyordu. Bunun için de kesin ve etkili bir zafere ihtiyacı vardı. Yıllardan beri, casusları Hasan'ın yerinin bilindiğini, yakalanmasının an meselesi olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı ama, asi ele geçmiyor, en ufak bir karşılaşmada adamları adeta buharlaşıp yok oluyorlardı. Bu nedenle Nizam, yüzyüze savaşmanın yollarını arıyordu. Semerkant ona, hiç ummadığı bir anda bu fırsatı verdi.
1089 ilkbaharında, ikiyüz elli bin kişilik bir ordu, filleri ve silahları ile harekete geçti. Onu harekete geçiren yalanlar ve entrikalar bir yana, her ordunun yaptığı işi yapmaya hazırdı. Önce Buhara'yı ele geçirdi sonra Semerkant'a yöneldi. Kentin kapısına geldiklerinde, Melikşah Ahmet Han'a, duygulu bir üslupla, kendisini yobazların ellerinden kurtarmaya geldiğini yazdı. Han, soğuk bir ifadeyle "Saygıdeğer biraderimden böyle bir isteğim olmadı" diye cevap verdi. Melikşah şaşırdı ama Nizam hiç heyecanlanmadı: "Han, hareketlerinde özgür değil, yokmuş gibi davranalım" dedi. Zaten ordunun geri gidecek durumu yoktu, Emirler paylarına düşecek olanı istiyorlardı, her halde elleri boş dönecek değillerdi.
Daha ilk günlerden itibaren, kule muhafızlarından birinin ihaneti ile saldırganlar kente sızmışlardı. Batı'da, Manastır Kapısının yakınında mevzilendiler. Savunucular ise güneye, Kiş Kapısının yanma çekildiler. Halkın bir kısmı Sultan'ın birliklerini tutmaya karar vererek, onları beslemeye, teşvik etmeye girişti. Diğerleri ise, inançlarından ötürü, Ahmet Han'dan yana oldular. Savaş iki hafta
91
bütün şiddeti ile devam etti. Ama sonucu belli idi. Kubbeler mahallesinde bir dostunun evinde gizlenen Ahmet Han ile tüm İsmaili liderler esir alındı. Sadece Hasan, bir lağım kanalından kaçmayı başardı.
Tabii kazanan Nizam oldu ama Sultan'ı ve Hatun'u kandırarak! Saray ile ilişkileri, onanmaz biçimde bozuldu. Melikşah, Ma-veraünnehir'in en ünlü kentlerini ele geçirmekten memnun olduysa da, aldatılmış olmanın ezikliğini fazlasıyla duydu. Hatta birlikler için verilen geleneksel zafer ziyafetini vermeyi red etti. Nizam, duyması gerekenlere "pintilik" demekle yetindi.
Hasan Sabbah'a gelince, bu yenilgiden önemli bir ders çıkarttı. Hükümdarları kazanmaktan vazgeçip, insanlığın o güne kadar tanıdığı en korkunç terör örgütünü kurdu. Bu örgüte Haşhaşiler Tarikatı denildi.
XVII
Alamut. Bir kaya üzerinde bir kale. Altı bin ayak yükseklikte. Manzara olarak: Çıplak dağlar, unutulmuş göller, dik yarlar, dar boğazlar. Bu boğazlardan en kalabalık ordu bile, ancak tek tek geçerek girebilir. Bu kayalıkları en hızlı kurşunlar bile delip geçemez.
Elburz Dağları'nm karları, ilkbahar olup da eridiği, ağaçları yerlerinden ettiği için "deli ırmak" diye adlandırılan Şah-Rû, hâkimdir yöreye. Yaklaşanın vay haline, vay kıyılarında konaklamaya yeltenen orduya!
Nehirden ve göllerden hergün kaim bir sis tabakası yükselir, uçurumu olduğu gibi kaplar, yer ortasmda öylece asılı kalır. Orada bulunanlar için Alamut kalesi, bulutlar okyanusunda bir adadır. Aşağıdan bakıldığında da cinlerin sığınağı!
Yerli deyişe gire Alamut: "Kartal Yuvası" demek. Anlatıldığına göre, bu dağları denetlemek için bir kale yaptırmak isteyen bir hükümdar, oralara terbiye edilmiş bir kartal bırakmış. Kuş gökyüzünde dolanıp durduktan sonra bu kayanın üstüne konmuş. Sahibi de en iyi yerin burası olduğunu anlamış.
Hasan Sabbah da tıpkı o kartal gibi yaptı. Adamlarını toplayacağı, okutacağı, örgütleyeceği bir yer bulmak için bütün İran'ı dolaştı. Semerkant olayından sonra büyük kentleri zaptetmenin hayal olduğunu, Selçuklular ile anında çatışmaya girmek zorunda kalacağını, bunun da İmparatorluğun lehine olacağını anlamıştı. Ona gereken başka bir yerdi, girilmez, alınmaz, ulaşılmaz, dağlık bir sığınak!
Maveraünnehir'de ele geçen bayraklar İsfahan sokaklarında sergilendiği sırada, Hasan da Alamut dolaylarında bulunuyordu. Burası onun için bir esin kaynağı oldu. Daha Alamut'u uzaktan görür görmez, kendi yükselişinin, devletinin doğuşunun gerçekleşeceği yerin ancak burası olacağını anlamıştı. Alamut o sıralarda pek Çok kent gibi, içinde birkaç askerin, birkaç köylünün, bir o kadar da esnafın, aileleri ile birlikte yaşadıkları tahkim edilmiş bir yerdi.
92
93
Başında, Nizamülmülk'ün atadığı, adı Mehdi Alayit olan bir vali bulunuyordu. Adamm bütün derdi ceviz, üzüm ve nar yetiştirmek ve sulamada kullanacağı suyu bulmaktı. İmparatorluktaki çalkantılar uykusunu hiç kaçırmıyordu.
Hasan önce, Alamut'lu birkaç müridini oraya salıverdi. Adamlar vaaz vermeğe ve mezhep değiştirtmeye başladılar. Birkaç ay sonra lidere, durumun elverişli olduğu haberini gönderdiler. Hasan, her zaman olduğu gibi, sufi bir derviş kılığında kente girdi. Çevreyi dolaştı, teftiş etti, denetledi. Vali bu mübarek adamı huzuruna kabul etti. Neyin hoşuna gideceğini sordu. Hasan:
— Bana bu kale gerek, diye yanıtladı.
Vali gülümsedi, dervişin şakacı bir adam olduğunu sandı. Ama konuğu hiç de gülümsemiyordu:
— Ben bu yeri almaya geldim. Karargâhrndaki bütün adamlar benden yana, dedi.
Sonrası ne duyulmuş ne görülmüştür. Özellikle îsmaililer tarafından tutulmuş o günlerdeki tutanakları incelemiş olan doğubi-limcileri, yanılmadıklarından iyice emin olmak için, onları birkaç kez okumak zorunda kaldılar. Bir de biz görelim:
XI. yüzyıl sonlarındayız, tam olarak 6 Eylül 1090 tarihinde. Haşhaşilerin dâhi kurucusu Hasan Sabbah, 166 yıl boyunca Ta-rih'in en korkunç tarikat merkezi olacak kaleyi ele geçirmek üzeredir. Oysa şuracıkta, valinin karşısında oturmuş, sesini yükseltmeden:
— Alamut'u almaya geldim diye tekrarlayıp durmaktadır.
— Bu kale bana Sultan adına verildi. Onu almak için para verdim.
— Ne kadar?
— Üç bin altın dinar!
Sabbah bir kâğıt alıp yazar: "Alamut kalesinin bedeli olarak Mehdi Alayit'e üçbin altın dinar ödensin. Bize Tanrı yeterlidir. Koruyucuların en iyisidir." Vali endişelendi. Derviş kılıklı bu adamm imzasının bu miktarda bir parayı ödetmeye yetmeyeceğini düşündü. Damgan kentine vardığında, hiç beklemeden altınını aldı.
XVIII
Alamut'un alındığı haberi İsfahan'a geldiğinde, telaş yaratmadı. İs-hafan daha çok, Nizam ile Saray arasındaki çekişmeyle meşguldü. Terken Hatun, ailesine karşı giriştiği eylemden ötürü, Nizam'ı af-fetmemişti. Melikşah'ı, güçlü vezirinden kurtulması için sıkıştırıyordu. Sultanm, babası öldüğü vakit bir vasi sahibi olması çok doğaldı, çünkü o tarihte daha onyedi yaşındaydı, oysa bugün otuz-beş yaşında olgun bir erkek olarak işlerin yönetimini ata'sına bırakamazdı, İmparatorluğun gerçek efendisinin kim olduğunun öğrenilmesinin zamanı gelmişti! Semerkant olayı, Nizam'ın gücünü kanıtlamak, efendisini aldatmak ve herkesin önünde onu küçük düşürmek istediğini göstermemiş miydi?
Melikşah harekete geçmede duraksayıp dururken, bir olay karar vermesini çabuklaştırdı. Nizam, Merv valiliğine kendi torununu atadı. İddialı, dedesinin gücüne güvenen delikanlı, herkesin önünde yaşlı bir Türk Emirine hakaret etmişti. O da ağlayarak Me-likşah'a şikâyete gelmişti. Çileden çıkan Sultan, Nizam'a şöyle bir yazı gönderdi: "Sen benim yardımcımsan, bana itaat etmen ve yakınlarının adamlarıma çatmalarmı önlemen gerekir; yok kendini, benimle eş düzeyde iktidar ortağı sanıyorsan^ bilesin ki bundan böyle, gerekli kararları verme hakkı bana aittir."
İmparatorluğun önemli adamları ile gönderilen mesaja Nizam şöyle yanıt verdi: "Sultan'a sorun, bugüne kadar onun ortağı olduğumu ve şayet ben olmasaydım bu güce erişemeyeceğini bilmiyor mu? Babası öldüğünde işleri benim ele aldığımı, diğer taht vârislerini benim saf dışı bıraktığımı, bütün asileri etkisiz kıldığımı unuttu mu? Ülkenin en uç sınırına kadar sözü dinleniyorsa, benim sayemdedir. Evet, gidin söyleyin, külahının kaderi, benim hokkamın kaderine bağlıdır."
Heyettekiler donakaldılar. Nizamülmülk gibi akıllı bir adam, nasıl oluyor da Sultana, kendini azlettirecek hatta kellesini uçurtu-racak sözler söyleyebiliyordu? Küstahlığı delilik derecesine mi varmıştı?
94
95
O gün bu davranışın nedenini tam olarak bilen bir tek adam vardı, o da Ömer Hayyam'dı. Haftalardan beri Nizam, kendisini iş yapamaz, gece uyuyamaz hale getiren korkunç ağrılardan şikâyetçiydi. Ömer onu uzun uzun muayene ettikten sonra, Ni-zam'da, çokça vakit bırakmayan, bir doku kanseri teşhis etmişti. Hayyam'ın bu acı gerçeği dostuna söylediği gece, çok hazin bir geceydi.
— Ne kadar zamanım kaldı?
— Birkaç ay.
— Daha fazla acı çekecek miyim?
— Acını hafifletmek için sana afyon verebilirim ama o zaman da sürekli uyuklar ve çalışamazsın.
— Yazı da yazamaz mıyım?
— Uzunca konuşma da yapamazsın.
— Öyleyse acı çekmeği yeğlerim.
Her cümleden sonra uzun süren bir sessizlik oluyordu.
— Ahretten korkar mısın Hayyam?
— Neden korkayım? Ölümden sonra ya hiçlik var ya da günahların bağışlanması.
— Ya yapmış olabileceğim kötülükler?
— Günahın ne denli büyük olursa olsun, Tanrı'nın bağışlaması daha büyüktür.
Nizam'ın içi rahatlamış gibiydi:
— İyilik de yaptım. Camiler, okullar yaptırdım, dinsizlikle savaştım.
Hayyam sözünü kesmediği için devam etti:
— Yüz yıl sonra, bin yıl sonra, beni hatırlayacaklar mı?
— Nereden bilirsin?
Nizam kuşkuyla Ömer'e bakıp devam etti:
— "Hayat yangına benzer. Oradan geçen, alevleri unutur, rüzgâr külleri üfürür, yaşamış olan insandır" dememiş miydin? Ni-zamülmülk'ün kaderi de bu mu olacak dersin?
Nefes nefeseydi. Ömer susuyordu.
— Arkadaşın Hasan Sabbah, ülkeyi baştan başa geçip, benim Türk'lerin uşağı olduğumu söylüyor. Gelecekte de söylenen bu mu olacak dersin? Beni, Arilerin yüz karası olarak mı anacaklar? Sultana otuz yıldır kafa tutan ve istediğini yaptıranın ben olduğum unutulacak mı? Orduları zaferler kazanırken başka ne yapılabilirdi? Bir şey söylemiyorsun?
Dalmış gibiydi:
96
— Yetmiş dört yıl, gözlerimin önünden geçiyor. Onca düş kı-rıklığı onca pişmanlık, başka türlü yaşamak istediğim onca şey!
Gözleri kısılmış, dudakları büzülmüştü:
— Vay haline Hayyam! Hasan Sabbah onca-kötülük yapabiliyorsa, senin yüzündendir!
Ömer, şöyle demeyi çok isterdi:
— Seninle Hasan'm nice ortak yönleriniz var! Bir davayı benimseyecek olursanız— ki o ister bir İmparatorluk kurmak, ister İmam'ı hükümdar kılmak olsun— sonuç elde etmek için öldürmeyeceğiniz adam yoktur. Oysa benim için ölümle sonuçlanacak her dava, dava olmaktan çıkar. İstediği kadar güzel olsun, benim gözümde çirkinleşir, değersizleşir, bayağılaşır.
Ömer haykırmak istedi ama kendini tuttu, arkadaşını kaderi ile başbaşa bırakmayı yeğledi.
Bu korkunç geceden sonra Nizam kaderine razı oldu. Artık var olmayacağı düşüncesine alışmıştı. Devlet işlerinden uzaklaşmış, Siyasetname adını verdiği kitabına kendini vermişti. Bu, dört yüz yıl sonra Batı için Machiavelli'nin Prens adlı eseri ne ise, Müslüman Doğu için aynı paralelde, yönetme sanatı ile ilgili eşsiz bir yapıttı. Ancak ikisi arasında önemli bir fark vardı: Prens, siyasette düş kırıklığına uğramış, iktidardan yoksun kalmış bir adamın eseriydi, oysa Siyasetname, İmparatorluk kurmuş bir insanın eşi olmayan deneyiminin meyvesi idi.
Kısacası, Hasan Sabbah uzun süredir düşünü kurduğu ele geçirilmez sığınağını fethettiği sırada, İmparatorluğun güçlü adamının Tarih'teki yerini almaktan başka arzusu kalmamıştı. Sultana sonuna dek kafa tutmaya hazır, hoşa giden sözcükler yerine gerçeği yansıtan sözcükler kullanmayı yeğliyordu. Hatta artık, görkemli bir ölüm, çapma uygun bir ölüm beklediği söylenebilirdi. Bunu da elde edecekti.
Melikşah, Nizam'dan dönen heyeti kabul ettiğinde, söylenenlere inanamadı:
— Benim ortağım, benim eşitim olduğunu söyledi, öyle mi? Elçiler, sıkkın bir halde onaylayınca, Sultan patladı. Vasisini
kazığa oturtmaktan, canlı canlı doğramaktan, kalenin burçlarından sallandırmaktan söz etti. Sonunda Terken Hatun'a varıp, Nizam'ı tüm görevlerinden alacağını ve ölmesini istediğini söyledi. Ancak işi, Nizam'a sadık askeri birliklerin tepkisini yaratmadan çözümlemek gerekiyordu. Terken ile Cihan, çareyi bulmakta gecikmediler. Madem ki Nizam'ın ölümünü istiyenlerin başında Hasan Sabbah
97
vardı, o halde Sultan'ın üzerine kuşkuları çekmeden, bu iş bu yolla yapılamaz mıydı?
Alamut'a bir birlik gönderildi. Birliğin başmda Sultana sadık bir Emir bulunuyordu. Görünürde, İsmaililerin elindeki kaleyi almak söz konusuydu ama aslında, kuşku uyandırmadan görüşmede bulunmak amaçlanıyordu. Olayların akışı en ince ayrıntısına kadar gözden geçirildi. Sultan'ın, Nizam'ı İsfahan ile Alamut arasında bulunan Nihavend'e getirmesi kararlaştırıldı. Oraya gelindiğinde, Haşhaşiler işini bitireceklerdi.
O günden kalma metinlere bakılırsa, Hasan Sabbah adamlarını toplayıp şöyle demiş: "Bu ülkeyi, Nizamülmülk denilen beladan kim kurtaracak?" Aralarından, Arrani denilen biri "ben" dercesine elini göğsüne bastırmış, Alamut reisi de ona bu görevi vererek "Bu, iblisin ölümü, mutluluğun başlangıcıdır" demiş.
Bütün bunlar ola dursun, Nizam evine kapanmıştı. Yanına varıp gelenler, gözden düştüğünü öğrenince onu yalnız bırakmışlardı. Bir tek Hayyam ve Nizamiye muhafızları evine girip çıkıyorlardı. Nizam, vaktinin büyük bir kısmını yazmakla geçiriyordu. Büyük bir çabayla kalemine sarılmıştı ve arasıra Ömer'e, yazdıklarını gösteriyordu.
Hayyam, metni okurken bazen gülümsüyor, bazen surat asıyordu. Nice büyük adam gibi Nizam da, ömrünün sonbaharında, oklarını savurmaktan, hıncını çıkartmaktan kendini alamamıştı. Hele de Terken Hatun'dan... Kırküçüncü Bölüm, "Perde Arkasındaki Kadınlar" adını taşıyordu. Nizam şöyle demekteydi: "Eski günlerden birinde, krallardan birinin eşi kocasına hükmedermiş. Bunun sonucu olarak karışıklıklar ve anlaşmazlıklar çıkmış. Daha fazlasmı söylemeyeceğim, herkes bu örneği başka çağlarda da bulabilir. Bir işte başarı elde edilmek isteniyorsa, kadınların dediklerinin aksini yapmak gerekir."
Daha sonraki bölümlerden altısı İsmaililere ayrılmıştı. Şöyle bitiyordu: "Bu mezhepten söz ettimse, dikkatli olunmasmı uyarmak içindir... Sultanm sevdiği kişileri, bu imansızlar yok ettikleri vakit bu sözlerimi hatırlayın. Meydana gelen kargaşada hükümdar bilmelidir ki söylediklerim doğrudur. Tanrı Efendimizi ve Devletimizi kötülüklerden korusun!"
Sultan tarafından bir haberci gelip onu, Bağdat'a yapılacak bir yolculuk için çağırdığında, Vezir kendisini neyin beklediğinden emin gibiydi. Veda etmek üzere Hayyam'ı çağırttı.
Ömer:
— Senin durumunda bu kadar uzun yola çıkmamalısın dedi.
— Benim durumumda artık hiçbir şey farketmez. Beni öldürecek olan yol değil.
Ömer ne diyeceğini bilemedi. Öpüştüler ve vedalaştılar. İster ince işlerin doruk noktası, bilinçsizliğin en üst aşaması, ister aşırı sapıklık denilsin, gerek Sultan, gerek Vezir ölümle oynamaktaydı. Ölüm "noktasına" gelmeden önce, Melikşah "babasına" şöyle dedi:
— Daha ne kadar yaşayacağını sanıyorsun? Nizam hiç duraksamadan cevap verdi:
— Uzun, çok uzun zaman. Sultan öfkeliydi:
— Bana karşı küstahlığını geçsek bile, Tanrı'ya karşı da küstahsın! Yüce İradesi belli olduğu halde, nasıl böyle konuşursun? Yaşama da Ölüme de hükmeden O'dur!
— Böyle konuştum, çünkü geçen gece bir rüya gördüm. Peygamberimizi gördüm. Ne zaman öleceğimi sordum. İçimi rahatlatan bir cevap aldım.
Melikşah sabırsızlandı:
— Nasıl bir cevap?
— Peygamberimiz bana dedi ki: "Sen, İslam'ın temel direğisin. Çevrene iyilik yapıyorsun, senin varlığın müminler için değerlidir, ölüm vaktini seçme ayrıcalığını sana veriyorum." Ben de dedim ki: "Tanrı korusun, kim böyle bir seçimde bulunabilir ki? Hep daha çoğu istenir ve en uzak tarihi seçmiş olsam bile, o gün yaklaşıyor korkusu ile yaşar ve bir ay ya da yüz yıl sonra olsa bile, o günün öncesinde korkudan tirtir titrerim. Tarihi ben seçmek istemiyorum. İstediğim tek şey, Sultan Melikşah'ın ardma kalmamaktır. Onun büyüdüğünü, bana baba dediğini gördüm, onun öldüğünü görmek mutsuzluğunu ve acısmı tatmak istemem." Peygamberimiz kabul buyurdular. "Sultandan kırk gün önce öleceksin" dediler.
Melikşah bembeyaz kesildi, titredi, neredeyse kendini ele verecekti. Nizam gülümsedi:
— Gördün mü? Hiç de küstah değilim. Artık uzun süre yaşayacağımı biliyorum.
Sultan, o sırada vezirini öldürtmekten vazgeçti mi? Geçseydi pek iyi yapmış olurdu. Çünkü rüya bir ima bile olsa, Nizam müthiş önlemler almıştı. Yola çıkmadan bir gün önce, muhafız subayları, Nizam öldürülecek olursa, düşmanlarından hiçbirini sağ koymayacaklarına dair Kitap üzerine yemin etmişlerdi!
98
99
XIX
Selçuklu İmparatorluğu, dünyanın en güçlü devleti olduğu dönemde, bir kadın iktidarı eline alma cüretini gösterebilmişti. Perde arkasında oturmuş, Asya'nın bir ucundan diğerine orduları sevkediyor, beyleri, vezirleri, kadıları, valileri atıyor, halifeye yazılacak mektupları yazdırıyor ve Alamut'un reisine elçiler gönderiyordu. Birliklere emirler yağdırdığını görüp de söylenen komutanlara: "Bizde savaşan erkeklerdir, ama kime karşı savaşacaklarını kadınlar söyler" diyordu.
Haremde ona "Çinli" denilirdi. Semerkant'da, Kaşgâr asıllı bir ailedendi ve tıpkı ağabeyi Nasır Han gibi, karışık soydan gelmediği yüzünden anlaşılıyordu. Ne Arab'ın Sami çizgilerini, ne Acem'in Ari çizgilerini taşıyordu.
Melikşah'ın en kıdemli karısı idi. Onunla evlendiğinde Melikşah dokuz, kız da onbir yaşındaydı. Sabırla olgunlaşmasını beklemişti. Çenesindeki ayva tüylerini okşamış, bedeninde ilk uyanış-mayı görmüş, uzuvlarının gerildiğine, pazılarının şiştiğine tanık olmuştu. En sevilen, en sayılan ve özellikle sözü en çok dinlenen gözdeydi. Melikşah, bir aslan avı sonunda, kanlı bir yarışmanın bitiminde ya da Nizam ile yorucu bir çalışma yaptığı bir günün akşamında, huzuru Terken'in kollarında bulurdu. Üzerindeki tülleri çıkartır teni tenine değer, oynaşır, kükrer, keşiflerim ya da sıkıntılarını anlatırdı. "Çinli", kızışmış kaplanını sarmalar, okşar, onu bedeni ile bir kahraman gibi karşılar, uzun süre içinde tutar ve tekrar içine çekmek üzere koyuverirdi. Bir fetih gibi nefes nefese, olanca ağırlığı ile kendini koyuvermiş Sultanını, zevkin doruğuna çıkartmasını bilirdi.
Sonra usulca ince parmaklarıyla kaşlarını, gözkapaklarını, dudaklarını, kulak memelerini, nemli boynunu okşardı; kaplan bitkin düşerek mırıldanır, ağırlaşır, doymuş bir kedi gibi gülümserdi. Terken'in sözleri ruhunun derinliklerine kadar işler, Terken Melik-
100
sah'ı övücü sözler söyler, çocuklarından, yaptığı işlerden söz eder, şiirler okur, öğüt verici meseller söyler; Melikşah onun yanında bir saniye olsun sıkılmaz ve her geceyi onunla geçirmeye ahdederdi. Terken'i kendine göre, hoyratça, sertçe, çocukça, hayvanca sevmektedir ve son nefesine kadar sevecektir. Zaten Terken de en ufak bir isteğinin geri çevrilmeyeceğini bilir. Neyi nasıl fethedeceğini söyleyen Terken'dir. Bütün imparatorlukta Terken'in tek rakibi Nizam'dır ve 1092 yılına gelindiğinde, artık işini bitirmek üzeredir.
"Çinli" mutlu mudur? Nasıl olsun ki? Sırdaşı Cihan ile başbaşa
kaldığında, ağlamaya başlamaktadır. Bunlar bir annenin gözyaşla-rıdır. Haksızlığa lanetler yağdırmaktadır ve kimse onu, bu yüzden suçlamamaktadır. Oğullarından büyüğü Melikşah tarafından veliaht tayin edilmişti; bütün gezilere katılıyor, bütün törenlerde hazır bulunuyordu. Babası onunla o kadar övünüyordu ki, her yere taşıyor, bütün kentleri gezdiriyor, yerini alacağı günden iftiharla söz edip duruyordu. "Hiçbir sultan, oğluna bu kadar büyük bir İmparatorluk bırakmamıştır" diyordu. Terken'in çok mutlu olduğu o günleri karartacak hiçbir neden yoktu.
Sonra, veliaht öldü. Ani, acımasız, vurucu bir ateş. Kanı alındı, lapa konuldu, ne yapıldıysa fayda etmedi, iki gün içinde yuvarlanıp gitti. Nazar değdi diyenler, hatta zehir verildi diyenler oldu. Yasa boğulan Terken, yine de kendini toparladı. Yas bittiğinde oğullarından ikincisini veliaht ilân ettirdi. Melikşah'ın çocuğa kanı çabuk ısındı, dokuz yaşında olmasına karşın ona görülmedik sıfatlar verdi. Zaten devir de görkem ve gösteriş devriydi: "Kralların Kralı, Devletin temel direği, Müminler Emiiinin Muhafızı" gibi sıfatlar hiç de garipsenmiyordu. Uğursuzluk, nazar, ne denilirse denilsin, yeni veliaht da ölüme yenildi. Ağabeyi gibi aniden ve onun gibi kuşkulu biçimde...
"Çinli"nin bir oğlu daha vardı ve Sultan'dan onu da veliaht ilan etmesini istedi. Ama bu kez iş o kadar kolay değildi; çocuk bir buçuk yaşındaydı ve Melikşah'ın her biri daha büyük üç oğlu vardı. İkisi bir cariyeden olmaydı ama üçüncüsü teyzezadesinden olma Berkyaruk idi. Onu nasıl saf dışı bırakabilirdi? Hangi gerekçe ile? Anadan ve babadan Selçuklu kanı taşıyan bir şehzade kadar veliahtlığa layık olanı var mıydı? Nizam da böyle düşünüyordu. Türklerin aralarındaki çekişmeleri düzene sokmak isteyen, her zaman hanedanın devamına önem vermiş olan Nizam, son derece sağlam gerekçelerle, en büyük oğlun veliaht ilan edilmesi için ısrar
101
etmişti. Ama boşuna. Melikşah, Terken'e karşı çıkmaktan çekinmisti. Terken'in oğlunu seçemediğine göre, kimseyi veliaht göstermeyecekti. Babası gibi, bütün ailesi gibi tahta bir vâris bırakmadan ölmeyi yeğliyordu.
Terken huzursuzdu, ancak kendi soyundan biri vâris ilan edil-diği takdirde rahat edecekti. Bu yüzden, tutkularına set çeken Ni-zam'ın gözden düşmesini, herkesten çok o istiyordu. İdam ferma-nını elde etmek için, her yolu denemeğe hazırdı. Haşhaşiler ile ya-pılan görüşmeleri günü gününe izlemesinin nedeni de buydu. Sul-tan'a ve Vezir'e Bağdat yolunda eşlik ediyordu. İnfaz sırasında orada bulunmak istiyordu.
Bu, Nizam'ın son yemeği idi. İsa'nın son akşam yemeği gibi onunkisi de bir iftar yemeği idi. Ramazanın onuncu akşamında. Üst düzey görevlileri, saray erkânı, ordu komutanları, hepsi alışılmadık biçimde az yiyordu. Sofra, muazzam bir yurdun içinde kurulmuştu. Kölelerden bir kısmı meşale tutuyordu. Büyük gümüş sahanlar içinde en iyi deve veya kuzu parçaları, en besili keklik butları dizi dizi serilmiş, üzerlerine altmış aç el uzanmıştı. Etler parçalanıyor, bölünüyor, yutuluyordu. Önlerine güzel bir parça geldiğinde, ikram olsun diye yanlarında oturanlara veriyorlardı.
Nizam az yiyordu. O gece, her zamankinden çok ağrısı vardı. Göğsü alev alevdi. Karnının içini, görünmez bir devin eli kucaklı- | yordu. Dik durmak için büyük çaba sarfediyordu. Yanıbaşmda oturan Melikşah, ikram edilen her parçayı kemirmekle meşguldü. Arasıra vezirine bir bakış fırlatıyordu. Korktuğunu sanmış olmalıydı. Birden elini bir incir tabağına uzattı, en olgun olanlarından birini seçti ve Nizam'a uzattı. Nizam kibarca inciri aldı, dişlerinin ucu ile dişledi. Tanrı tarafından, Sultan tarafından ve Haşhaşiler tarafından üç kat mahkûm edildiğini bilince, bir incirin tadı ne fark eder?
Sonunda iftar yemeği bitti, gece bastırdı. Melikşah aniden ayağa kalktı, bir an önce "Çinli"sinin yanına varmak istiyordu, vezirinin nasıl yüzünü ekşitip durduğunu anlatacaktı. Nizam ise dirseklerinin üzerinde doğruldu, zorlukla ayağa kalkabildi. Hareminin çadırı uzak değildi, teyzesinin kızı ona esaslı bir yatıştırıcı hazırlamış olacaktı. Atacağı adımların sayısı yüzü geçmezdi. Çevrede her zamanki gürültüler vardı. Askerler, hizmetçiler, seyyar satıcılar, arasıra bir cariyenin kıkır kıkır gülmesi...Yol ne kadar da uzun görünüyordu. Tek başına sürüklenir gibiydi. Her zaman yanında bir
kaç insan olurdu ama, gözden düşmüş bir adamla kim birlikte görünmek ister? Her zamanki dilekçe sunucuları bile görünürlerde yoktu, gözden düşmüş bir ihtiyardan kim ne istiyebilirdi?
Yine de bir adamın yaklaştığı görüldü. Sırtında yamalı bir palto vardı. Bir takım dualar mırıldanıyordu. Nizam kesesini yokladı ve üç altın çıkardı. Daha hâlâ ona gelebilen şu adamı ödüllendirmek gerekirdi.
Bir parıltı, bir bıçak parıltısı, her şey bir anda oluverdi. Nizam, elin hareket ettiğini gördüğü anda, hançer giysisini, etini delip ciğerine saplandı. Bağırmak fırsatı bile olmadı. Sadece bir şaşırma, son bir nefes... Yere yıkılırken, o parıltıyı, o uzanan kolu ve o tükürük saçan ağzı görebildi: "Bu armağan sana Alamut'dan!"
İşte o an çığlıklar yükseldi. Katil kaçtı, çadır çadır arandı, bulundu, hemen orada boğazı kesildi, ayaklarından sürüklenip ateşe atıldı.
Bunu izleyen yıllarda, Alamut fedaileri hep aynı biçimde öldürüldüler, ne var ki artık kaçmaya gerek görmüyorlardı. Hasan onlara: "Düşmanlarımızı öldürmek yetmez. Bizler katil değil, infazcıyız. İbret olsun diye açıkça iş görmeliyiz. Bir kişiyi öldürmekle, bin kişiye dehşet salıyoruz. Yine de infaz etmek, dehşete düşürmek yeterli değildir. Ölmesini bilmek gerekir. Çünkü öldürmekle düşmanlarımızı harekete geçmekten caydırıyorsak, ölmekle halkın hayranlığını kazanıyoruz. Bize katılacak olanlar işte o halkın arasından çıkacak. Ölmek, öldürmekten önemlidir. Biz kendimizi savunmak için öldürüyoruz, mezheplerini değiştirmek ve fethetmek uğruna ölüyoruz. Fethetmek bir amaç, kendimizi savunmak bir araçtır" demişti.
Bunu izleyen günlerde toplu öldürmeler, genellikle cumaları, camilerde, herkesin biraraya geldiği namaz vakti yapılıyordu. Kurban, ister bir vezir, ister bir şehzade, ister din adamı olsun, ezan vakti çevresi kalabalık, halkın gözü üzerinde olur. Alamut fedaisi, oralarda bir yerlerde, en şüphe çekmiyecek kılıkta bekliyordur. Örneğin, saray muhafızı kılığındadır. Bütün gözler, seçilen kurbanın üzerinde olduğu sırada, darbeyi indirir. Kurban yıkılır, celladı kıpırdamaz. Öğretilen sözleri haykırır, meydan okuyan bir hal takınır, çileden çıkmış muhafızların kendisini paramparça etmelerini bekler. Mesaj verilmiştir; kim öldürülmüşse, onun yerine geçen kişi artık Alamut'a daha hoşgörülü davranacaktır; halk arasından da On, yirmi ya da kırk kişi onlara katılacaktır.
102
103
Bu inanılmaz sahneleri görenler, Hasan'ın fedailerinin afyonlu olduklarını tekrar edip durmuşlardır. Ölüme gülümseyerek gitmeleri, başka türlü nasıl açıklanır? Haşhaşın etkisinde oldukları görüşü, giderek ağırlık kazanır. Bunu Batı'ya duyuran da Marco Polo olur. İslam aleminde, bunlardan olmayanlar, onlara haşhaşiyun adını takmışlardır. Yani "haşhaş içiciler." Bazı doğubilimcileri bu deyimi, Avrupa dillerinde katil ya da cani anlamına gelen "assassin" sözcüğünün kökü saymışlardır. "Haşhaşiler"in yani "Assassins: Katiller"in öyküleri daha da ürkütücüdür.
Gerçeğin bir diğer yüzü vardır: Hasan adamlarını, Dinin Esasına bağlı anlamına gelen "Esasiyun" diye çağırmaktan hoşlanır-mış. Anlamını kavrayamamış olan gezginlerin bu sözcüğü haşhaşiyun ile karıştırdıkları söylenir.
Sabbah'ın bitki tutkunu olduğu, bitkilerin tedavi edici, dingin-leştirici, uyarıcı özelliklerini tanıdığı bilinirdi. Kendisi de bitki yetiştirip, adamlarını hasta olduklarında tedavi eder, her birine uygun ilacı hazırlardı. Beyindeki öğrenme gücünü artıran reçetesi ünlüydü. Bal, ceviz ve kişniş karışımı bir şeydi. Görüleceği gibi pek basit bir ilaç! İnatçı ve cazip geleneklerine rağmen gerçeği kabul etmek gerekir: Haşhaşilerin, çok bağnaz bir imandan başka uyuşturucuları yoktu. Ve bu iman, öğretilerin en bağnazı, örgütlerin en etkilisi, görev anlayışının en katısı ile sürekli pekiştiriliyordu.
Hiyerarşilerinin doruk noktasında Hasan Sabbah bulunuyordu, Büyük Usta, Yüce İmam, tüm Sırların Bilicisi diye tanınan! Çevresinde bir avuç propagandacı-misyoner bulunurdu. Bunlara dai denilirdi. Aralarından üçü, Hasan'm başyardımcıları idi. Bu yardımcılardan biri, İran'ın doğusuna, Horasan'a, Kuhistan'a ve Maveraünnehir'e bakardı; ikincisi, İran'ın batısına ve Irak'a; üçüncüsü de Suriye'ye bakıyordu. Bu ekibin hemen altında refik denilen, hareketin yöneticileri vardı. Mükemmel bir eğitim görmüşlerdi; bir kaleyi, bir kenti hatta bir eyaleti yönetebilecek durumdaydılar. En yeteneklileri, günü geldiğinde misyoner çıkartılıyordu.
Hiyerarşinin en alt basamağında lassek'ler, yani örgüt üyeleri vardı. Bunları ne eğitime ne eyleme yetenekleri olurdu. Sadece mümin idiler. Çoğunlukla Alamut çevresindeki çobanlardan, kadınlardan ve yaşlılardan oluşurlardı.
Sonra mucip ler yeni acemiler gelirdi. İlk eğitimlerinden sonra, yeteneklerine göre yönlendirilirlerdi. Ya mümin olurlar, ya refik olurlar ya da o zamanın Müslümanlarına göre Hasan Sabbah'ın gerçek gücünü oluşturan "fedai" sınıfına seçilirlerdi. Büyük Usta
104
onları, iman sahibi, beceri ve direnç sahibi kişiler arasından seçerdi. Bunların okuma düzeyleri düşük olurdu. Misyoner olabilecek birini asla fedailer sınıfına almazdı.
Fedai'nin eğitilmesi, Hasan'ın büyük önem verdiği hassas bir işti. Hançerini saklamayı bilmek, aniden çıkartmayı becerebilmek, kurbanın tam kalbine saplayabilmek ya da kurban zırhlı ise şah damarını kesmek; posta güvercinlerini kendine alıştırmak, şifreleri akılda tutmak, Alamut ile süratli ve gizli haberleşme sağlamak, bazen bir yörenin lehçesini öğrenmek, yöresel şive ile konuşmasını bilmek, yabancı bir çevreye sızabilmek, bir çevreyle bütünleşmesini becerebilmek, infaz saati gelene kadar kuşku çekmemek, avı bir avcı gibi izlemek, yürüyüşünü, giyinişini, alışkanlıklarını, gezdiği yerleri akılda tutmak, yanına yaklaşılması zor biriyse yakınları ile ilişki kurup geliştirmek gibi şeyler öğretilirdi. Kurbanlardan birini öldürmek için, iki fedainin iki ay süresince, keşiş kılığı ile bir manastıra kapandıkları anlatılır. Bukalemun gibi renk değiştirme yeteneği, basit bir haşhaş kullanımı ile açıklanamaz. Her şeyden önce, tarikata girenin, çileden çıkmış kitlelerin onu param parça etmek üzere üstüne geldiğinde, ölümle burun buruna gelecek kadar imanlı olması gerekir.
Hasan Sabbah'm, Tarih'in en korkunç ölüm makinasını yarattığını kimse yadsıyamaz. Yine de bu kanlı yüzyılın sonunda, bu örgütün karşısına bir başkası dikildi. O da katledilen Vezir'e bağlı olanların Nizamiye'si idi ki o da, belki daha kurnaz ve daha az gösterişli yöntemlerle ölüm saçmış ve etkileri, diğeri kadar yıkıcı olmuştu.
105
XX
Kalabalık, Sabbah'ın fedaisinden arta kalan parçalara hücum ettiği sırada, Nizam'ın henüz soğumamış cesedi başında ağlayan beş subay, her bir ağızdan: "Rahat uyu efendimiz; düşmanlarından hiç biri ardına kalmayacak" diye and içti.
Kimden başlamak gerekiyordu? Kara listeye alınanların sayısı çoktu ama, Nizam'ın talimatı açıktı. Beş subay, birbirlerine danışma gereği duymadılar. Ellerini cesedin üzerine uzatıp, dizlerini yere dayadılar. Hastalıktan tüy gibi olmuş ancak ölümün ağırlığı çökmüş cesedi birlikte kaldırdılar ve usulünce evine taşıdılar. Ağlamak için bir araya toplanmış olan kadınlar, ölüyü görünce ulumaya başladılar. Subaylardan biri öfkelenip: "Öcü alınmadıkça ağlamayın" diye bağırdı. Ağlayıcılar korkarak sustu, hepsi subaydan yana döndü. O uzaklaşmıştı bile. Tekrar çığırtkanlıklarını sürdürdüler.
Bir süre sonra Sultan geldi. İlk bağrışmalar başladığında Ter-ken'in yanındaydı. Haber alması için gönderdiği bir harem ağası titreyerek döndü: "Nizamülmülk imiş efendimiz. Bir katil saldırmış. Geri kalan ömrünü sana vermiş efendimiz," dedi. Melikşah ile Terken bakıştılar. Sultan ayağa kalktı. Karaçul paltosunu sırtına aldı, karısının aynasına bakıp yüzünü tokatladı, ölünün yanına koştu. Son derece şaşkın ve üzgün görünmeyi ihmal etmedi.
Kadmlar, ata 'sının yanına varması için ona yol verdiler. Eğildi, bir dua okudu, başsağlığı diledi ve için için sevinerek Terken'in yanına döndü.
Melikşah'ın tutumu garipti. Vasisinin kaybı ile işleri ele alacağı, İmparatorluğu kendisinin yöneteceği beklenirdi. Öyle olmadı. Aşırılıklarını frenleyen adamdan kurtulmanın sevinciyle kendini eğlenceye verdi. İş toplantıları kesiliverdi, elçi kabullerine son verildi, günler cirit ve av, geceler içki alemleri ile geçmeğe başladı.
Daha da kötüsü, Bağdad'a vardığında halifeye: "Kışları burasını başkentim yapmak istiyorum. Sarayından çık, kendine yer ara"
106
diye haber göndertti. Ataları üçbuçuk asırdır Bağdat'ta yaşamış olan Peygamber'in Halifesi, işlerini yola koymak için bir aylık süre istemek zorunda kaldı.
Terken, otuz yedi yaşına gelmiş, dünyanın yarısına egemen bir hükümdara yakışmayan bu hafifliklerden endişe duyuyordu ama, Melikşah da buydu işte, hafifliklerine göz yumup, kendi otoritesini kurmaya kalktı. Emirler ve memurlar artık ona başvuruyorlardı. Bunlar, Nizam'a sadık adamların yerlerini almıştı. Sultan'a, iki oyun ya da iki içki kadehi arasmda, sadece işin onaylanması kalıyordu.
18 Kasım 1092 günü, Melikşah Bağdat'ın kuzeyinde, ormanlık ve bataklık bir yörede ava çıkmıştı. Attığı oniki oktan sadece biri hedefi vuramamıştı, yanındakiler övgü yarışçıdaydılar. Açık hava ve yürüyüş, Sultan'ın iştahını açmıştı. Bunu küfürlerle belirtti. Köleler işe koyuldular. Oniki kadar köle vardı ve vurulan hayvanları temizleyip, kesip, biçip şişe geçiriyorlardı. En yağlı parça hükümdara aitti. Eliyle alıp dişliyor, bir yandan da mayalandırılmış içkisini içiyordu. Arasıra da bir turşu atıştırıyordu. Bu onun en sevdiği yiyecekti ve aşçısı her gittikleri yere turşu taşırdı.
Birden korkunç bir karin ağrısı ile avaz avaz bağırmaya başladı. Yanındakiler titrediler. Sultan hırsla bardağını fırlattı, ağzındakini tükürdü. İki büklüm olmuştu. İçi boşaldı, sayıklamaya başladı, bayıldı. Çevresindekiler şaşkın, korkudan titriyorlardı. İçkiye kimin zehir koyduğu hiçbir zaman öğrenilemedi. Yoksa turşuya mı? Yoksa av etine mi? Ama insanlar hesapladılar: Nizam öleli otuzbeş gün olmuştu. "Kırk güne kadar" dememiş miydi? İntikamcıları zamanı ayarlamasını bilmişlerdi.
Terken Hatun, olayın cereyan ettiği yere bir saatlik mesafede, Saltanat karargâhında bulunuyordu. Hareketsiz ama henüz ölmemiş olan Sultanı bulunduğu yere getirdiler. Tüm meraklıları uzaklaştırıp sadece Cihan'ı ve iki üç sadık adamını bir de Saray hekimini alıkoydu.
— Efendimiz iyileşebilecek mi? diye sordu
— Nabız hafifliyor. Tanrı ışığına son verdi, sönmeden önce titreşiyor. Dua etmekten başka yapacak bir şey yok.
— Yüce Allah'ın buyruğu buymuş. Söyleyeceklerime kulak verin.
Bu sözleri dul kalacak bir kadın tavrıyla değil, bir imparatoriçe edası ile söyledi.
107
— Bu çadırın dışında hiç kimse, Sultanın artık aramızda olmadığını bilmeyecek. Yavaş yavaş iyileştiğini, dinlenmesi gerektiğini, kimsenin kendisini göremiyeceğini söyleyin sadece.
Terken Hatun'un öyküsü kadar kısa ve kanlı bir öykü olamaz. Daha Melikşah'ın kalbi durmadan, adamlarına, o sırada dört buçuk yaşında olan Sultan Mahmud'a sadakat yemini ettirdi. Sonra Halifeye bir haberci göndererek, kocasının öldüğünü, oğlunun verasetini onaylanmasmı istedi. Buna karşılık Halife, ülkesinde rahat bırakılacak ve İmparatorluk topraklarında okunan hutbelerde adı saygıyla anılacaktı.
İsfahan'a doğru yola çıktıklarında, Melikşah öleli birkaç gün olmuş ama, "Çinli" haberi birliklerden gizlemeyi sürdürmüştü. Ceset, altı atm çektiği ve üzeri çadırla örtülü bir arabaya konulmuştu. Ama hile sürüp gidemezdi. Tahnit edilmemiş ceset, çürüyüp varlığını belli etmeden canlılar arasında daha fazla kalamazdı. Terken ondan kurtulmak istedi ve böylece: "Sayılan ve sevilen Sultan, Yüce Şehinşah, Doğu'nun ve Batı'nın Hükümdarı, İslam'ın ve Müslümanların temel direği, Dünyanın ve Ahiretin Medar-ı iftiharı, Fetihler Babası, Yüce Tanrı'nın Halifesinin tek dayanağı" bir gece yarısı, alelacele, bir yolun kenarına gömülüverdi. O gün bugün kimse mazarını bulamadı. Tarihçiler böylesine güçlü bir hükümdarın, duasız, törensiz, gözyaşsız gömüldüğü ne görülmüştür ne duyulmuştur, diye yazdılar.
Sultan'ın yok olduğu duyuluverdi ama Terken mazereti bulmuştu: Ordunun ve Saray erkânının başkentten uzak olduğu bir sırada haberin, düşman tarafından duyulmasmı istememişti. Aslında, oğlunu tahta oturtmak ve dizginleri ele geçirmek için vakit ka-zanmıştı.
O günün tarihçileri yanılmadılar. İmparatorluk birliklerinder söz ederlerken: "Terken Hatun'un Orduları" diyorlardı. İsfahan'dan söz ederlerken: "Hatun'un başkenti" diyorlardı. Çocuk Sultan'a gelince -ki neredeyse unutulmuştu- "Çinli'nin çocuğu" diyorlardı.
Terken'in karşısına Nizamiye subayları dikilmişti. Kara liste nin ikinci sırasında Terken Hatun vardı. Melikşah'tan hemen sonra! Şah'ın büyük oğlu Berkyaruk'ı destekliyorlardı. Çevresinde toplanıyor, tavsiyelerde bulunuyor, savaşa hazırlıyorlardı. İlk çatışmalar lehlerine sonuçlanmış, Terken, çevresi kuşatılan İsfahan'a çekilmek zorunda kalmıştı. Ama yenilgiyi kolay kolay kabul edecek
108
kadınlardan değildi. Kendini savunurken, ünü günümüze kadar gelen hilelere başvurmuştu.
Örneğin eyalet valilerine şöyle yazmıştı: "Dulum, reşit olmayan, adım atmasını öğretecek bir babası olmayan bir çocuğun sorumluluğunu taşıyorum. Kim, senden daha iyi bu işi yapabilir ki? Birliklerinin basma geçip, doğru buraya gel, İsfahan'ı kurtaracak, bir fatih gibi kente gireceksin. Seninle evleneceğim, iktidar senin olacak." Hile tutmuştu. Valiler, emirler Azerbaycan'dan, Suriye'den koşup geldiler, İsfahan kuşatmasını kaldıramadılarsa da, Sultan'ın rahat aylar geçirmesini sağladılar.
Terken, Hasan Sabbah ile de ilişki kurdu: " Sana Nizamülmülk'ün kafasını vaad etmemiş miydim? Sözümde durdum. Şimdi sana İmparatorluğun başkenti İsfahan'ı sunuyorum. Bu kentte pek çok adamın olduğunu biliyorum. Niye karanlıkta yaşasınlar? Ortaya çıkmalarını söyle, altın ve silah sahibi olabilecek, açık açık vaaz verebileceklerdir." Gerçekten de, tüm o baskı yıllarından sonra, İsmaililer su yüzüne çıktılar. Tarikata girmeler çoğaldı. Bazı mahallelerde, Hatun adına silahlı çeteler kurdular.
Terken'in en son hilesi, en korkunç olanıydı: Yanındaki emirler, günün birinde karşı karargâha gittiler ve Berkyaruk'a Hatunu terk ettiklerini, birliklerinin isyana hazır olduğunu, kendileriyle birlikte kente girecek olursa, bir işaretleriyle ayaklanmayı başlatabileceklerini söylediler. Terken ve oğlu öldürülecek, Berkyaruk tahta rahatça oturacaktı. Yıl 1094'tür ve tahta hak iddia eden kişi henüz onüç yaşındadır. Öneri hoşuna gitmiştir. Emirlerinin bir yıldır kuşattıkları halde ele geçiremedikleri kenti, tek başına almaya gidecektir! Hiç duraksamamış, ertesi gece gizlice karargâhtan çıkarak, Terken'in adamları ile Kahab Kapısmda buluşmuştur. Kapı, sihirliymişçesine kendiliğinden açılmıştır. Kararlı adımlarla içeriye girmiş, çevresindekilerin keyfini zafere yormuştur. Adamlar yüksek sesle güldüklerinde susmalarını söyler, onlar da saygıyla, söz dinler gibi yaparak, makaraları koyuverirler.
Bu kadar neşenin kuşku verici olduğunu farkettiğinde artık çok geçtir. Onun hareketsiz hale getirip, ellerini, ayaklarını, gözlerini bağlarlar, Harem Kapısına götürürler. Başağa uyanarak, Terken'e haber vermeğe koşar. Oğlunun rakibi hakkında kararı verecek olan odur. Boğmak mı gerekecek yoksa sadece gözlerine mil çekmek mi? Ağa, loş koridorlardan geçtiği sırada, bağrışmalar, ağlaşmalar, çığlıklar duyar. Yasak bölge olmasına rağmen, subaylar meraklanıp içeriye girerler ve geveze bir hizmetçiden haberi alır-
109
lar: Terken Hatun yatağında ölü bulunmuştur. Yanında, onu boğan kuş tüyü yastık durmaktadır. Güçlü kuvvetli bir harem ağası sırra kadem basmıştır. Onu hareme alan hizmetçi, birkaç yıl önce Nizamülmülk'ün tavsiyesi ile geldiğini hatırlar.
XXI
Terken Hatun yandaşları, garip bir çıkmazla karşı karşıya idiler. Bir yandan Sultanları ölmüştü, öte yandan en büyük rakibi ellerinde tutsaktı. Bir yandan başkentleri kuşatılmıştı, öte yandan kuşatan ellerine düşmüştü. Onu ne yapacaklardı? Çocuk Sultan'ın sorumluluğunu, Terken yerine Cihan üstlenmişti. O güne kadar binbir görüş sahibi olduğu halde, Harun'un kaybı ile üzerine bastığı toprak kaymıştı. Kime başvurmalı, kime danışmalıydı? Ömer'den iyisi bulunamazdı.
Ömer geldiğinde, Cihan'ı Terken'in yatağına oturmuş, başı eğik, saçları dağınık durumda buldu. Çocuk Sultan, baştan aşağı ipek kaftanı ve ipek sarığı ile yanı başında oturuyordu. Minderinin üzerinde hareketsizdi. Yüzü kırmızı ve sivilceli, gözleri yarı kapalı, canı sıkılıyormuş gibiydi.
Ömer Cihan'a yaklaştı. Sevecenlikle elini tuttu, avucuyla yüzünü okşadı. Alçak sesle:
— Terken Harun'u söylediler. Beni çağırtmakla iyi ettin dedi. Saçlarını okşayacakken, Cihan elini itti:
— Seni, beni teselli edesin diye çağırtmadım. Önemli bir konuda danışmak istedim.
Ömer bir adım geri attı, kollarını kavuşturdu ve dinlemeğe başladı:
— Berkyaruk'a tuzak kurulmuştu, şimdi bu sarayda tutsak. Onu burada tutup tutmama konusunda adamlarımız ikiye bölündü. Bazıları, özellikle bu tuzağı kurdukları için hesap verme korkusu içinde olanlar, onu öldürmek istiyor. Bazıları da onunla anlaşıp tahta geçirmek istiyor, gözüne girmek ve yapılanı unutturmaktan yan&! Bir kısmı da onu rehin tutup kuşatmacılara karşı pazarlık konusu yapmak istiyor. Sence ne yapmalıyız?
— Beni kitaplarımdan bunu sormak için mi ayırdın? Cihan öfkeyle ayağa kalktı:
— Konu yeterince önemli değil mi sence? Hayatım buna bağlı.
110