29 Eylül 2009 Salı

reşat nuri güntekin - çalıkuşu ( parça 8 )

66
Reşat Nuri Güntekîn

Akşamüstleri Müjgân'la kol kola gezerken genç bir süvari zabitinin etrafımızda dolaştığına dikkat etmiştim. Bu zabit, sözde atına talimler yaptırıyordu. Fakat Allah'ın kırında başka gidilecek yer yokmuş gibi mütemadiyen bizim gezdiğimiz yolda gidip geliyor, yanımızdan geçerken bize bakıyordu; hem de o kadar garip bir alaka ile ki, neredeyse durup konuşacak.
Bir gün o, yine atını oynatarak ve bizi duvar kenarındaki ağaçlar arkasına kaçırarak yanımızdan geçtikten sonra yavaşça güldüm, öksürdüm ve:
- Anlayalım Müjgân Abla! dedim. Müjgân yüzüme baktı:
- Ne demek istiyorsun, Feride? dedi.
- Şunu demek istiyorum ki artık eskisi kadar çocuk değiliz abla... Zabit Bey'le mükemmel kur yapıyorsunuz. Müjgân gülmeye başladı:
- Ben mi? Deli çocuk!
- Biraz akran muamelesi etmek tenezzülünde bulunmanızdan ne çıkar efendim?
- Zabitin benim için dolaştığını mı zannediyorsun?
- Onu zannetmemek için biraz aptal olmalı. Müjgân tekrar güldü. Fakat bu defaki gülüşte biraz ıstırap vardı. Sonra içini çekti:
- Yavrucuğum, ben öyle arkasından koşulacak bir kız değilim ki... O, senin için etrafımızda gidip geliyor...
- Ne söylüyorsun, abla! Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı.
- Evet, senin için... Sen gelmeden evvel yine görürdüm. Fakat beni yolun kenarındaki şu ağaçlardan ayırt etmeden geçer giderdi ve bir daha dönmezdi...
O gece, yemekten sonra Müjgân'la evin önüne çıkmıştık. Konuşmadan denize doğru yürüyorduk. .
Müjgân:
- Senin bir derdin var Feride, dedi. Hiç sesin çıkmıyor.

67
ÇALIKUŞU


Biraz durakladıktan sonra cevap verdim:
- Gündüz söylediğin münasebetsiz lakırdıyı aklımdan çıkaramıyorum, mahzun oluyorum. Müjgân şaşırdı:
- Ne dedim ben?
- "Ben arkasından koşulacak bir kız değilim ki," dedin. Müjgân, hafif bir kahkaha kopardı:
- Peki ama, bundan sana ne?
Ellerini tuttum, gözlerim dolu dolu, donuk bir sesle:
- Sen çirkin misin abla? dedim.
O yine güldü, benimle eğlenerek yanağıma bir fiske vurdu:
- Ne çirkin, ne güzel!... Ortayım diyeyim de kavgayı kısa keselim... Sana gelince, biliyor musun sen büyüdükçe dehşet bir şey oluyorsun!
Ellerimi Müjgân'ın omuzlarına koydum, onu öpecek gibi burnumu sürerek:
- Benim için de orta diyelim de mesele bitsin, dedim.
Bayırın kenarına gelmiştik. Yerden taş toplayarak denize atmaya başladım. Müjgân da bana uydu. Fakat zavallı, hem taş atmasını bilmiyordu, hem de kolları kuvvetsizdi.
Benimkilerin her zaman havada kaybolduktan sonra uzakta bir yakamoz parıltısıyla suları yıldızlandırmasına mukabil onunkiler gülünç bir patırtı ile bayırın taşlarına çarpıyor, yahut aşağı kumsala düşüyordu ve dehşetli gülüyorduk.
Ay ışığından sırılsıklam bir denizin iki genç kıza ilhamı bu olmamalıydı. Ama ne yaparsınız! Mamafih, biraz sonra Müjgân yorularak büyük bir kaya parçasının üstüne oturdu; ben de ayaklarının dibine çöktüm.
Bana mektep arkadaşlarıma dair sualler soruyordu. Ona benim Mişel'in birkaç vakasını anlattım. Sonra elimde olmadan kendi uydurma masalımdan bahse başladım.
Buna ne sebep vardı? Müjgân'a yaptığım itiraf sadece bir

68
Reşat Nuri Güntekin



gevezelik ihtiyacı mıydı? Bilmiyorum. Fakat ara sıra münasebetsizliğimi hissederek durmak istediğim halde bir türlü kendimi tutamıyordum.
Müjgân'a anlattığım şey, netice itibariyle, arkadaşlarımı nasıl bir kurt masalıyla aldattığımın hikayesiydi. Fakat o zaman rol icabı nasıl mahzunlaşıyorsam, şimdi de böyle bir mecburiyet olmadığı halde o hüznün yanına kendimi kaptırıyordum. Müjgân'ın yüzüne bakmaktan çekiniyordum. Kâh onun etekleriyle, düğmeleriyle oynuyor, kâh başımı dizine koyuyor ve daima denize, uzaklara bakıyordum.
Masalımın kahramanının kim olduğunu evvela Müjgân' dan saklamaya gayret etmiştim. Fakat sonradan bunu da ağzımdan kaçırdım.
Müjgân, bir şey söylemiyor, sadece saçlarımı okşayarak beni dinliyordu.
Sözümü bitirdiğim ve arkadaşlarıma uydurduğum yalanın ayıp bir şey olduğunu kendimin de anladığımı söylediğim zaman, o ne dese beğenirsiniz?
- Zavallı Ferideciğim. Sen, Kâmran'ı sahiden seviyorsun, dedi.
Bir çığlık kopararak Müjgân'ın üstüne atıldım, onu kuru otların içine yuvarlayarak tartaklamaya başladım:
- Ne dedin abla, ne dedin? Ben, sinsi san çıyanı... Müjgân, soluk soluğa kendini kurtarmaya çalışıyor, debeleniyordu:
- Bırak beni, dedi... Üstümü başımı yırtacaksın. Yoldan görecekler, rezil olacağız, Allah aşkına yapma! diye yalvarıyordu.
- Sözünü mutlaka geri alacaksın...
- Mutlaka geri alacağım, dedi. Ne istersen yapacağım, bırak beni...
- Ama öyle hatır için değil, beni aldatmak için değil...
- Peki, hatır için değil... Seni aldatmak için değil... Sahiden...

69
ÇALIKUŞU




Müjgân, ayağa kalkmış, üstünü silkiyor:
- Feride, sen sahiden deliymişsin, diye gülüyordu. Ben yerimden kalkmamıştım. Titreyerek:
- Allah'tan korkmadan bana nasıl iftira ediyorsun, abla, dedim. Ben daha çocuğum.
Sonra kendimi tutamayarak ağlamaya başladım.
O gece yatağımda beni şiddetli bir ateş bastırdı. Bir türlü uyuyamıyor, sayıklıyor, ağa düşmüş kocaman bir balık gibi kendimi oradan oraya atıyordum.
Bereket versin geceler kısaydı. Ortalık aydınlanıncaya kadar Müjgân beni yalnız bırakmadı.
Vücudumda bir şey değişmiş gibi kendi kendime karşı yenilmez bir korku ve tiksinti duyuyordum, ikide birde bir bebek hıçkınğıyla Müjgân'm boynuna sarılıyor, "Niçin öyle söyledin, abla?" diye hıçkırıyordum.
O, besbelli yeni bir hücuma uğramaktan ürktüğü için ne "evet", ne "hayır" diyor, sadece saçlarımı okşayarak, başımı kucağına alarak beni yatıştırmaya çalışıyordu. Yalnız, sabaha karşı o da asabileşerek isyan etti, hırçın bir sesle beni azarladı:
- Deli, sevmek ayıp mı? Kıyamet kopmadı ya... Daha olmazsa evlenirsiniz, olur biter... Uyu bakayım gözümün önünde... Ben öyle terbiyesizlik istemiyorum.
Müjgân Abla'nın bu umulmaz baskısı karşısında bu sefer de ben sindim. Zaten vücudumda da uğraşmaya kuvvet kalmamıştı. Bütün bir gece dağda kurtla boğuştuktan sonra sabaha karşı kendini bırakan Mösyö Seguin'in Keçisi'ne dönmüştüm.
Uykuya dalarken Müjgân'm tekrar katılaşmış bir sesle:
- Galiba o da sana karşı lakayt değil, diye fısıldadığını işittim, fakat artık isyana kudret bulamayarak uyudum.

70
Reşat Nuri Güntekin



Ertesi gün yerli zenginlerden birinin çiftliğine davetliydik.
Hayatımda bugünkü kadar azdığım ve eğlendiğim bir gün olmamış gibidir.
Ayşe Teyzem'le Müjgân'ı çiftliğin havuzu kenarında büyüklerle dedikodu yapmaya bırakarak çocukları peşime takmış, etrafta otu ota, suyu suya katmıştım. Hatta bir aralık çıplak bir ata binmeye uğraşarak ufak bir tehlike de geçirmiştim. Teyzemle Müjgân beni gördükçe birtakım el ve baş işaretleri yapıyorlardı.
Ne demek istediklerini gayet iyi anlıyordum. Fakat anlamak işime gelmediği için görmezlikten geliyor, ağaçların arasında tekrar kendimi kaybediyordum.
Evet, on beş yaşında, kendi nazik tabirleri üzere "at anası gibi" bir kızın baş açık, bacaklar çıplak, üst baş darmadağınık, işçiler, yanaşmalar arasında hoyratlık etmesi ayıptı, bunu ben de biliyordum ama, bir türlü kendime lakırdı anlatamıyordum.
Bir aralık, Müjgân'ı yalnız bularak kolundan yakaladım:
- Ne anlıyorsun bu Ermeni gelini edalı hanımlardan? Gel sen de benimle bareber, dedim. O, adeta kızdı:
- Sen hakikaten şaşılacak bir mahluksun, canavar gibi bir şeysin Feride, dedi. Akşam ne haldeydin? Sabahleyin iki saat bile uyumadın, tekrar ayağa kalktın. Halinde zerre kadar yorgunluk eseri yok. Rengin parlıyor, gözlerin parlıyor. Halbuki beni ne hale getirdin, bak!
Zavallı Müjgân, hakikaten acınacak haldeydi. Geceki uykusuzluktan sonra, yüzü gözlerinin beyazına kadar balmumu gibi sararmıştı.

ÇALIKUŞU 71
- Geceyi hatırlamıyorum bile, dedim ve tekrar kaçtım.
*
Akşamüstü, arabamız geciktiği için yaya olarak dönüyoruz. Bu tabii, daha iyi. Zaten çiftlik uzak bir yerde değil... Teyzem, kendi yaşında iki komşusuyla arkadan geliyor. Biz, nihayet biraz canlanmaya karar veren Müjgân'la kol kola hayli önden yürüyoruz. Yolun bir yanında yıkık duvarlar, çitlerle çevrilmiş bahçeler, öte yanında o büyük ümitsizliğe benzeyen yel-kensiz ve dumansız deniz var.
Bahçelerde vakitsiz bir sonbahar başlamış, duvarları, çitleri saran yeşillikler kurumuş, tek tuk çiçekleri toz içinde sara-np buruşmuş. Seyrek fasıllarla birbirinden ayrılan cılız gürgenlerin ince, titrek gölgeleriyle beraber yolun tozları üzerine kuru yapraklar dökülüyor.
Yalnız, ta uzaklarda, kendi haline bırakılmış bahçenin derinlerinde birtakım kırmızı benekler seçiliyor. Bunlar böğürtlendir ve muhakkak ki Allah onları çalıkuşları gagalasın diye yaratmıştır.
Bu sebepten, ümitsiz denizi bırakıyorum ve Müjgân'ın kolundan tutup böğürtlenlere doğru sürüklemeye başlıyorum.
Arkadakiler kaplumbağa adımlarıyla bizi geçip aşağı köşenin başına varıncaya kadar biz, seksen defa işimizi bitiririz.
Fakat Müjgân Abla insanı sabırsızlıktan çıldırtacak kadar mızmız. Tarlanın ortasında yürürken iskarpinin topuğu burkuluyor, kuru ekin saplarının ayaklarına batmasından korkuyor, iki karışlık bir hendekten atlamak lâzım geldiği zaman tereddüt ediyor.
Bir aralık bir köpeğin hücumuna uğradık. Müjgân'ın el çantasına sığacak büyüklükte bir köpek. Ablam, bunu görünce kaçmaya, imdat istemeye kalkıştı. Nihayet, böğürtlenlerden de korkuyordu. "Hastalanacaksın... Miden bozulacak" diye yemişleri elimden kapmak istiyordu. Ara sıra hafifçe boğuşuyorduk.

72
Reşat Nuri Güntekin

Böğürtlenler eziliyor, yüzüme yapışıyor, benim geniş yakalarıma iki sırma çapa işlenmiş beyaz maren bluzumu lekeler içinde bırakıyordu.
Aradakiler bize yetişinceye kadar biz, işimizi bitiririz demiştim ama, ben Müjgân ve böğürtlenlerle devamlı halde çalışırken onlar yolun alt başını bulmuşlardı. Galiba bizi merak elikleri için köşeyi dönüyorlar, arkaya bakıyorlardı. Yanlarında bir erkek vardı.
Müjgân, "Kim acaba?" dedi.
- Kim olacak, bir yolcu, yahut bir köylü.
- Zannetmiyorum.
Doğrusu aranırsa onu ben de pek zannetmiyordum. Akşamın alacakaranlığı ve yol kenarındaki büyük ağaçların gölgeleri arasında pek iyi seçilmemekle beraber başka türlü bir insan olduğu görülüyordu.
Biraz sonra bu erkek bize el salladı, sonra onlardan ayrılarak bize doğru yürüdü.
Şaşırmıştık. Müjgân:
- Çok tuhaf! Herhalde bir bildik olacak, dedi ve biraz sonra heyecanla ilave etti:
- Feride, bu Kâmran'a benziyor. Sakın...
- İmkânı yok. Ne işi var burada, dedim.
- O, vallahi, ta kendisi.
Müjgân koşmaya başladı. Ben, bilâkis yürüyüşümü daha ağırlaştırmıştım. Soluğumun tıkandığını, dizlerimin kesildiğini hissediyordum.
Yolun kenarında durdum. Ayağımı büyük bir taşın üzerine koyarak eğildim, iskarpinlerimin bağını çözdüm; sonra ağır ağır yeniden bağlamaya başladım.
Yüz yüze geldiğimiz zaman ben, sakin ve biraz da alaycıydım:
- Hayret, dedim. Siz buralarda... Bu kadar uzun yolculuğu nasıl göze aldınız?

ÇALIKUŞU 73
O, bir şey söylemiyor, bir yabancı karşısında gibi çekingen bir gülümseme ile yüzüme bakıyordu. Sonra elini uzattı.
Ben, kendiminkileri hemen geri çektim, arkamda sakladım.
- Müjgân Abla ile kendimize bir böğürtlen ziyafeti verdik. Ellerim yapış yapış. Sonra da üstüne tozlar yapıştı. Teyzeler nasıl? Necmiye nasıl?
- Gözlerinden öpüyorlar, Feride.
- Mersi.
- Ne kadar yanmışsın, Feride... Derin pul pul olmuş.
- Güneşten.
Bir aralık Müjgân söze karıştı:
- Sen de öyle, Kâmran, dedi.
- Kim bilir... Şemsiyesiz mehtapta mı dolaştı, nedir? dedim.
Gülüştük ve yürüdük.
Biraz sonra Ayşe Teyzem ile Müjgân, kuzenimi aralarına aldılar. Teyzemin komşuları kırkı geçmiş yaşlarıyla kendilerini kadından, Kâmran'ı erkekten sayarak biraz alarga gidiyorlardı.
Ben, önde çocuklarla beraber yürüyordum. Fakat kulağım arkadaydı. Kuzenimin teyzemle Müjgân'a, kendisini hangi rüzgârın buraya attığını anlatmasını dinliyordum:
- Bu yaz istanbul'da çok sıkıldım, dedi. Ama bilemezsiniz ne kadar çok...
Topuğumu hiddetle yere vurdum, içimdem "Elbette, dedim, mesut dulu yad ellere kaçırdıktan sonra bundan tabii ne olur?"
O, devam etti:
- Evvelki gece ayın on beşi idi. Bir arkadaş grubuyla Alemdağı'na çıktık. Son derece güzel bir geceydi. Fakat benim yorucu eğlencelere tahammülüm yok. Sabaha doğru kimseye haber vermeden kendj kendime şehre indim. Hasılı, fena halde sıkılıyordum. Birkaç gün İstanbul'dan uzaklaşmayı düşündüm.

74
Reşat Nuri Güntekin



Fakat nereye gidersiniz? Yalova'nın mevsimi değil. Bursa bu aylarda cehennem gibi yanar.
Birdenbire aklıma siz geldiniz. Zaten sizi de dehşetli göre- j ceğim gelmişti.
Eniştemle teyzem o akşam Kâmran'ı geç vakte kadar" bahçede alıkoydular. Müjgân da yorgunluktan ayakta duramayacak halde olmasına rağmen, burunlarının dibinden ayrılmıyordu.
Ben, bilâkis gruba alarga duruyor, ikide birde içeride yahut bahçenin arka taraflarında kayboluyordum.
Bir aralık, bilmem niçin, yanlarına yaklaşmak lâzım gelmişti. Kâmran, halimden alındığını gösteren bir tavırla:
- Misafire hürmette kusur ediliyor galiba, dedi. Ben gülerek omuzlarımı kaldırdım:
- "Misafir misafiri çekemez" derler dedim.
Müjgân, beni tekrar kaçırmamak ister gibi sımsıkı bileğimden eteğimden tutuyordu. Silkindim ve yatmaya ihtiyacım olduğunu söyleyerek odama çıktım.
Müjgân, geç vakit odaya geldiği zaman ben yatağımda uyumuyordum. Karyolamın kenarına oturdu, yüzüme baktı. Güleceğimi hissederek öte tarafa döndüm, horlamaya başladım.
O, zorla başımı kaldırdı:
- Sahtekârlığa lüzum yok, aç gözlerini, dedi.
- Vallahi uyuyordum, diye gözlerimi iri iri açtım. Fakat ikimiz de kendimizi tutamayarak gülmeye başladık. Müjgân çenemi okşayarak:
- Tahminim doğru çıktı, dedi.
Sert bir hareketle karyola demirlerini zangırdatarak doğruldum:

ÇALIKUŞU 75
- Ne demek istiyorsun? O, birdenbire ürktü:
- Hiç... Hiç, dedi. Sonra gülerek ilave etti:
- Allah aşkına boğuşmaya falan kalkayım deme, yorgunluktan ölürüm. Sonra lambayı söndürerek yatağına girdi.
Birkaç dakika sonra da ben onun karyolasına gitmiş, başını yastığından kaldırarak kollanma almış bulunuyordum. Fakat o zavallı hakikaten uyumuştu. Gözlerini açmadan: "Yapma, Feride" diye yalvardı.
- Peki, dedim. Yalnız dilinin ucunda bir şey var ki mutlaka söylemezsen bu sefer ben uyuyamayacağım.
Odanın karanlığına, Müjgân'ın kapalı gözlerine rağmen yüzümü onun saçlarına saklayarak kulağına fısıldadım:
- Senin aklından delice bir şeyler geçiyor. Anlıyorum... Ona bir şey söyleyecek olursan seni zorla kucağıma alır, ikimizi birden denize atarım...
Müjgân:
- Peki... Peki... Ne istersen, dedi ve hâlâ hafif hafif başını sarsmakta devam etmeme rağmen tekrar uyudu.
Kâmran'ın gelmesi hakikaten keyfimi kaçırdı. Ona karşı duyduğum hiddete, korkuya, iğrenmeye benzer karmakarışık his günden güne artıyordu. Karşı karşıya geldiğiniz zaman hiç sebep yokken kabalık ediyor ve kaçıyorum.
Bereket versin Aziz Eniştem, misafirine fena halde kancayı takmıştı. Onunla görüştürmek için eve çeşit çeşit insanlar çağırıyor ve hemen her gün uzun bir araba gezintisine yahut yerlilerden birinin bağ ve bahçesine davete götürüyordu.
Bir sabah yine böyle bir davete gitmeye hazırlanırken kuzenimle merdiven başında karşılaştım. Yolumu kesti, işitilmedi-ğinden emin olmak ister gibi bir tavırla etrafına baktıktan sonra:
- ikramın fazlalığından öleceğim, Feride, dedi. Ben, onunla merdiven parmaklığı arasındaki aralıktan ona sürünmeden geçip geçemeyeceğimi hesap ederek:

76
Reşat Nuri Güntekin



- Fena mı? dedim. Sizi her gün gezdiriyorlar. Kâmran, komik bir yeisle gülümsedi, gözlerini tavana kaldırdı:
- "Misafir misafiri çekemez" ama, misafirin misafire ev sahibini çekiştirmesi eski usullerdendir, dedi. Bari ben de öyle yapayım...
Kuzenim nedense benim ilk gece söylediğim "misafir misafiri çekemez" sözüne içerlemişti. İkide birde bana bunun için taş atıyordu.
- iyi ama, dedim. Ortada şikâyet edilecek bir şey yok. Her gün yeni yerler, insanlar tanıyorsun. O, tekrar dudak büktü:
- Tanıdığım insanlar hiç öyle zevk verici insanlar değil. Artık kendimi tutamadım:
- Sizi eğlendirecek insanı nereden bulup getirsinler, zavallılar? dedim.
Kâmran, kendisini eğlendirecek insandan kimi kastettiğimi anlamıştı. Heyecanla elerini uzattı:
- Feride, dedi.
Fakat uzanan elleri boşta kaldı. Ben, onun vücuduyla merdiven parmaklığı arasındaki delikten fırlayıp kaçmıştım. Basamakları ikişer ikişer atlayıp şarkı söyleyerek bahçeye doğru koşuyordum.
Nihayet bir gün Müjgân bana edeceğini etti...
Bir sabah, onunla deniz kenarındaki bayırda dolaşıyorduk.
Gece yağmur yağdığı için havada tatlı bir sonbahar serinliği vardı. Dumana, sise benzeyen şekilsiz bir bulut, güneşi saklıyor, denizin durgun yüzünde nereden geldiği belli olmayan uçuk bir aydınlık titriyordu.

ÇALIKUŞU ___ __77
O gün nasılsa serbest kalan Kâmran'ın caddeden geçtiğini gördüm.
iri bir ağaç kökünde oturan Müjgân'ın yüzü deniz tarafına dönük olduğu için o, bunun farkında olmamıştı. Ben de görmezlikten gelerek bir yarım çevirme hareketiyle vücudumu aynı istikamete çevirmiştim. Fakat hiçbir şey görmediğim, işitmediğim halde onun bize doğru geldiğini seziyor, ensemde hafif bir ürperti hissediyordum. Müjgân:
- Ne o, sen birdenbire sustun, dedi ve başını çevirince on, on beş adım ileride Kâmran'ı gördü.
Ayaküstü birkaç dakikalık bir sabah sohbetinden kaçınmaya artık imkân kalmamıştı.
Kâmran, Müjgân'a takılmakla söze başladı:
- Bugün de şemsiyenizi unutmamışsınız, dedi. O, gülerek cevap verdi:
- Evet ama, bugün de yağmur tehlikesi var...
Kuzenim, kendi durgun ve kararsız mizacına benzeyen bugünkü havadan pek hoşlandığını anlatıyordu. Müjgân, buna itiraz etti. Elindeki şemsiyeyi açıp kapamakla eğlenerek:
- Güzel ama, insana hüzün veriyor, dedi. Bu mevsimden sonra günler ekseriya bugüne benzer. Sonra kış. Bilmezsiniz buranın kışı ne kadar sıkıcıdır:.. Babam aksi gibi öyle bir alıştı ki, başka bir yere kaydıracaklar diye ödü kopuyor.
Kâmran, şaka etti:
- O kadar aleyhinde bulunmayın. Kim bilir, belki zengin bir yerli ile evlenirsiniz.
Müjgân, işi ciddiye alarak başını salladı:
- Allah esirgesin, dedi.
Bu esnada yanımızdan -çıplak ayakla- bir balıkçı geçiyordu. Bir gün kendimi Marika diye tanıttığım ihtiyar balıkçı. Başı yine bir kırmızı mendille sanlı. Bana aşinalık etti:
- Çoktan görünmüyorsun, Marika, dedi.
- Bir gün sizinle balığa çıkmaya hazırlanıyorum, dedim.

78
Reşat Nuri Güntekin



Konuşa konuşa bayırın kenarına doğru yürümeye başladık.
Biraz sonra tekrar yanlarına döndüğüm zaman, Müjgân, kuzenime bu Marika hikâyesini anlatıyordu. Sözünü bitirdikten sonra bileğimden tuttu:
- Beni değil ama, galiba Feride'yi büsbütün Tekirdağ'da bırakacağız, dedi. Kısmeti çıktı. Isa kaptan diye bir balıkçının oğluna istiyorlar. Balıkçı deyip de geçmeyin. Son derece zengin bir insan.
Kâmran gülüyor:
- Milyoner de olsa o kadar demokrat olamayız, değil mi, Feride? diyordu. Ben, kuzen sıfatıyla buna katiyen razı olmam.
Akıllı uslu Müjgân'ı bugün hangi hain şeytan dürtüyordu. Kâmran'm bu sözüne karşı ne dese beğenirsiniz?
- Hepsi o kadar değil, Feride'nin daha yüksek kısmetleri de var. Mesela ateş gibi bir süvari zabiti her akşamüstü atıyla evimizin karşısına geliyor, kendini Feride'ye beğendirmek için tehlikeli hünerler yapıyor.
Kâmran, bu sefer kahkaha ile gülüyor. Fakat bu kahkahanın içinde deminki gülüşe benzemeyen, tuhaf bir şey, bir kırıklık vardır.
- Buna diyeceğim yok. Cevap vermek kendi hakkı, diyordu.
Müjgân'a gizli bir "Sana gösteririm" işareti yaparak:
- Sen çok oluyorsun artık, dedim. Bilirsin ki, böyle lakırdılardan hoşlanmam.
O, ihtiyaten, Kâmran'm arkasına geçerek bana göz kırptı:
- Yalnızken böyle konuşmuyorsun ama, dedi.
- Yalancı, iftiracı...
Bu sefer, Kâmran, işi parmağına dolamıştı: j- Bunu bana da söyleyebilirsin, Müjgân, diyordu. Ben yabancı değilim ki...
Hiddetle ayağımı yere vurdum:

ÇALIKUŞU 79
- Anlaşıldı. Sizinle kavga etmeden konuşulmayacak. Allahaısmarladık, dedim ve hiddetle denize doğru yürümeye başladım.
*
Yürümeye başladım, fakat bir his bana bu uzaklaşmanın, başlamış lakırdıyı bırakmayacağını haber veriyordu. Bayırın kenarına gittikten sonra hiddetle denize taş atmaya başladım. Ara sıra yere eğilir gibi yaparak arkaya bakıyordum. Gördüğüm şeyler, hiç emniyet verecek gibi değildi. Müjgân, beni mahvetmek üzereydi ve bunun önüne geçmek için benim elimde çare yoktu.
Evvela gülerek konuşuyorlardı. Sonra ikisi de ciddileşti-ler. Müjgân, söyleyeceği şeyleri bulmakta güçlük çekiyor gibi şemsiyesiyle toprağa çizgiler çiziyor, kuzenim bir heykel gibi dimdik duruyodu. Nihayet ikisinin de dönüp bana baktıklarını ve fenası, yanıma doğru yürümeye başladıklarını gördüm.
işin anlaşılmayacak bir yeri kalmamıştı. Kendimi bayırın en dik yerinden olanca hızımla aşağıdaki kumsala kapıp koyuverdim. O gün, o inişte nasıl olup da yuvarlanmadığıma, hem de bir yerimden değil de birkaç yerimden kırılıp dökülmediği-me hâlâ şaşarım.
Mamafih, bu tehlikeli deligözlülük de beni kurtarmıştı. Başımı çevirince onların bayırın başka tarafından yavaş yavaş inmekte olduklarını görmeyeyim mi?
Koşmaya başlayacak olsam, bu nazlı insanların -ata da binseler- beni yakalayamayacakları muhakkak. Ancak şu var ki, benim kaçışım manalı olacak, her şeyi anladığımı, yahut hiç değilse bir şeyden şüphelendiğimi gösterecek.
Onun için, hiçbir zorum, sıkıntım yokmuş gibi, ara sıra denize taşlarımı atmakta devam ederek, hızlı hızlı yürüdüm, ilerideki burnu dönersem selamete çıkmış olacaktım. Fakat

80
Reşat Nuri Güntekin



aksiliğe bakın ki, bu sabah deniz çekilmiş, kayanın ucunda kupkuru bir geçit açılmıştı.
Planım hazırdı. Kumsalda biraz daha yürüdükten sonra, oradaki bir keçi yolundan tekrar bayıra tırmanmaya başlayacaktım. Burası, keçilerin bile zor çıkacakları bir yol olduğu için onlar beni kovalamaktan vazgeçecekler, izimi kaybetmiş olacaklardı.
Yalnız, buranın öte tarafında, birdenbire karşıma çıkan bir komedi yahut facia, birkaç dakika bana her şeyi unutturdu. Biraz evvel yanımızdan geçen ihtiyar balıkçı, elinde bir kürekle kara bir sokak köpeğini kovalıyordu. Hayvan, bağıra bağıra oradan oraya kaçıyor, ihtiyar, ara sıra yetiştikçe küreği biçarenin, ötesine berisine yapıştırıyordu.
Evvela köpeğin kuduz olması ihtimali aklıma geldi ve du-raladım. Fakat şimdilik balıkçı, ondan daha kudurmuş görünüyor, kendini kaybetmiş bir halde, çarpınıp çırpınıyor ve bağırıyordu.
Birdenbire yanına yaklaşmaya cesaret edemeyerek bağırdım:
- Ne var, ne istiyorsun zavallı hayvandan? ihtiyar, iyiden iyiye solumuştu. Bir an, dayağa fasıla vererek küreğine dayandı. Ağlar gibi bir sesle:
- Ne olacak, ateşte kaynayan katranı devirdi meret, dedi. Lâkin, bunu onun yanına bırakmayacağım.
Hiddetin sebebi anlaşılmıştı. Köpek, balıkçının kumsalda bir çalı ateşi üzerinde kaynamakta olan bir teneke katranını devirmişti. Büyük suç! Fakat, herhalde hayvancığın sandal küreğiyle öldürülmesini icap ettirecek derecede büyük suç değildi.
Köpek bir kaya kovuğunun içine, aklınca emin bir yere saklanmıştı. Biraz sonra kürekli düşmanının, ikinci bir hücumuna uğradığı zaman ne yapacağını, kendi ayağıyla girdiği bu kapandan nasıl kurtulacağını düşünmeden, kesik kesik uluyor-

ÇALIKUŞU 81
du. Kumsal boyunca dümdüz koşup gitseydi, yahut benim tasarladığım yoldan bayıra tırmansaydı mutlaka kurtulacaktı.
Vaktim olsa, bu zavallı köpeği kurtarmak için bir şey yapardım. Fakat ne çare ki, benim derdim de kendi başımdan aş-rkındı. Ben de onun gibi kovalanıyordum.
Müjgân'la kuzenimin, burnu dönmeleri tekrar aklımı başımdan aldı ve arkama dönmeden yine hızlı adımlarla biraz yürüdükten sonra, bayıra tırmanmaya başladım.
Mamafih, evvelce de düşündüğüm gibi, büsbütün kaçmaya da içim razı olmuyordu, ikide birde duruyor, belli etmeden yavaşça arkama, daha doğrusu aşağıya bakıyordum.
Facia, Müjgân'la Kâmran'ı da alakadar etmiş görünüyordu. Devrilmîş katran tenekesinin başında heyecanla konuşuyorlardı.
Nihayet, kuzenimin cebinden çantasını çıkardığını, balıkçıya paralar verdiğini gödüm. Daha garibi, sevinçle küreğini yere atan balıkçı, bana dönüyor, elleriyle işaretler yapıyordu.
Müjgân'ın yaptığını hatırladıkça, aklım çileden çıkıyor, bütün vücudumu ateş basıyordu. Ara sıra tırnaklarımla avuçlarımı kopararak: "Rezil oldum, alacağın olsun, Müjgân!" diyordum.
O hızla zannederim ki, istanbul'a kadar giderdim. Fakat kapının önünde Aziz Eniştem karşıma çıktı:
- Kız, ne o çehre? Pancar gibi kızarmışsın! Biri mi kovaladı, diye yolumu kesti.
Sinirli bir gülme ile "Ne münasebet!" dedim ve çocuk sesleri gelmekte olan arkaya bahçeye koştum.
Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı, bir kolan salıncağı vardı. Bazı günler komşu çocuklarını toplayarak, burasını bayram meydanlarına çevirirdim. Bugün, küçük arkadaşlarım, benim davetimi beklemeden irili ufaklı bir sürü halinde gelmişler, salıncağın etrafını sarmışlardı.
Ne güzel tesadüf! Eve gelirken odama kaçarak kapıyı kilit-
Çalıkuşu - F 6

82
Reşat Nuri Güntekin



lemeyi düşünmüştüm. Fakat onlar, muhakkak arkamdan gelecekler, zorla kapıyı açtırmak isteyerek, sofada rezalet çıkaracaklardı. Halbuki şimdi, çocukların arasına karışır, işi deliliğe vurarak onların yanıma sokulmalarına mani olabilirdim Arkadaşlarım arasında salıncağa önce binmek yüzünden kavga çık-" mıştı. Ben, hemen aralarına atıldım, kollarımla onları iki tarafa dağıtarak:
- Hepiniz kenara sıralanın, bakayım... dedim. Ben, sizi birer birer kendim sallayacağım.
Salıncağa atladım, küçüklerden birini de karşıma alarak, yavaş yavaş sallamaya başladım.
Çok geçmeden onlar sökün ettiler ve çocukların arkasında durdular.
Müjgân, hızlı hızlı soluyor, ara sıra eliyle göğsünü bastırı-yodu. Kuzenim, onu fazlaca koşturmuş olacaktı.
içimden: "Daha beter ol!" dedim ve salıncağı hızlandırdım.
Kenarda nöbet bekleyen çocuklar titizlenmeye, "Çok oldu ama, bizi de, bizi de!" diye bağrışmaya başlıyorlardı. Fakat ben, kulak asmıyor, basımdaki gürgenin sık yapraklarını hışırdatarak, gittikçe artan bir hızla havalanıyordum.
Bu hal, çocukları büsbütün hırslandırmıştı. Sabırsızlıklarından, çizdiğim sınırı aşarak, kendilerini salınacağın önüne atıyorlar, Müjgân'la Kâmran, onları kollarından çekerek yüzlerini, gözlerini çarpıp dağıtmalarına mani oluyorlardı. Daha fenası, benimle beraber sallanan küçük de kesilmişti. Dizlerimin arasında çığlık çığlığa haykıran bu yumurcağın ipleri bırakmasından, yere düşüp ölmesinden korkmaya başlamıştım.
Çaresiz salıncağı durdurdum ve çocuğa çıkışmaya başladım. Bir parça hızlı sallanmaktan korkacak çocuğun, kolan salıncağında ne işi vardı? Bunlar evde küçük kardeşlerinin beşiğinde sallansalar daha iyi olurdu. Daha buna benzer birtakım sözler. Yani açıkçası, Kâmran'ın bana lakırdı söylemesine

ÇALIKUŞU 83
fırsat vermemek için şirret bir yaygara. Bereket versin öteki çocuklar da ayrı perdeden, ayrı tempodan başka yaygaralar koparıyorlar, bahçeyi cehenneme çeviriyorlardı.
- Beni de, Feride Abla. Beni de. Beni de.
- Hayır, hiçbirinizi almayacağım, korkuyorsunuz.
- Korkmayız Feride Abla, korkmayız, korkmayız, korkmayız.
Bu esnada evin penceresinden teyzemin sesi işitildi:
- Feride, onların da biraz gönlünü ediver, canım.
- Teyze, böyle söylüyorsunuz ama, düşerlerse, bir yerleri kırıhrsa sonra beni haşlarsınız.
- A kızım, çocukları düşürtmek şart değil ya. Yavaş sal-layıver.
- Teyze, bilmez gibi söylemeyin, rica ederim. Kırk yıllık Çalıkuşu'nu daha tanımadınız mı? Bana güven olur mu? Uslu uslu başlarım. Sonra salıncak gidip geldikçe şeytan yavaş yavaş dürteler: "Haydi, haydi. Biraz daha!" diye. "Etme, eyleme, yanımda çocuklar var!" diye cevap veririm. Fakat o: "Haydi Feride, haydi Feride!" diye tekrar eder. Bu kadar teşvike bir zavallı Çalıkuşu nasıl dayanır, insaf etsenize!
Gevezeliğim tükeniyor, fakat arkam dönük olduğu halde, kuzenimi omuz başımda hissediyordum. Sesim kesilir kesilmez onun başlayacağına hiç şüphem yok. Ne yapmalı? Onunla yüz yüze gelmeden nasıl kaçmalı?
Eteklerime bir çocuğun sarıldığını görüyorum, koltuklarının altından tutarak havaya kaldırıyorum. Bu, misafirlerimin en miniminisi, yedi, sekiz yaşında bir bebekti. Yüzünü yüzüme yaklaştırarak:
- Hatırın kalmasın ama, seninle hiç olmaz diyorum. Bu tombul yanacıkları kanatırsak ne olur?
Çocuğun arkasını bir gölge kaplıyor. Bu, Kâmran'dır. Bu başı başımdan ayırır ayırmaz onunla yüz yüze, göz göze geleceğime hiç şüphe yok. Artık kurtuluş çaresi kalmadı. Ondan

84
Reşat Nuri Güntekin



kaçınmak, korkmak dünyada kibrime yediremeyeceğim şey, onun için küçüğü kollarımdan indiriyorum ve dimdik Kâm-ran'ın gözlerine bakıyorum:
- Haydi küçük, Kâmran ağabeye yanaş, o, hanım gibi nazlı, nazik bir çocuktur. Ninnisi eksik bir sütnine gibi seni sarsmadan, yormadan uslu uslu sallar. Yalnız, fazla kıpırdama. Çünkü nazik kollan seni zapt edemez, tkiniz de düşersiniz.
Niyetim, gözlerim gözlerine dikili, ona baş eğdirip neticeye kadar bu küstah ve zalim alaya devam etmek. Fakat o, gözlerini kaçırmıyor, mendilimle tozlu avuçlarımı silmeye başlıyorum.
Kâmran:
- Eğleniyorsun öyle mi yaramaz? dedi. Şimdi görürüz, beraber sallanacağız.
Çevik bir hareketle ceketini çıkardı. Müjgân'ın kollarına fırlattı.
Teyzem pencereden:
- Aman, Kâmran, çocukluk etme. O canavarla başa çıkamazsın, bir yerini kırar, diye bağırıyordu.
Çocuklar, eğlenceli bir şey seyredeceklerini anlayarak geri çekildiler. Biz salıncağın yanında yalnız kaldık.
Kuzenim gülerek:
- Ne bekliyorsun, Feride? dedi. Korkuyor musun? Bu sefer yüzüne bakmaya cesaret edemeyerek:
- Ne münasebet, dedim ve salıncağa atladım.
İpler gıcırdadı, salıncak yavaş yavaş hareket etti.
Ben, ihtiyatlı davranıyor, çok zorlu olacağını hissettiğim bu sallanmada kuvvetimi muhafaza etmek için dizlerimi hafif çe bükmekle iktifa ediyordum.
Gitgide süratimiz artmaya, gürgen, gittikçe çoğalan yaprak hışırtılarıyla sarsılmaya başladı.
ikimiz de dişlerimizi sıkıyor, bir kelime bize biraz kuvvet zayi ettirecekmiş gibi susuyorduk.

ÇALIKUŞU__ 85
Hareketin sarhoşluğu yavaş yavaş beni sarıyor kendimden geçiyordum. Alaycı bir sesle:
- Pişman olmaya başladınız mı acaba? diye sordum. O da, gülerek.
- Kimin pişman olacağını görürüz, dedi.
Dağınık saçlarının arkasından, pırıl pırıl yanan yeşil gözleri bende garip bir kin; bir zulüm meyli uyandırıyordu. Kuvvetle dizlerimi bükerek salıncağa çılgın bir sürat verdim. Şimdi, her gidiş ve gelişte başımız yaprakların içine dalıp çıkıyor, saçlarımız birbirine karışıyordu. Bir aralık, bir rüya içinde gibi teyzemin "Yeter, yeter!" diye bağıran sesini işittim.
Bunu Kâmran da tekrar etti: .
- Yeter mi, Feride? dedi.
- Onu size sormalı, diye vecap verdim.
- Benim için hayır, dedi. Müjgân'dan öğrendiğim güzel şeyden sonra, yorulmama imkân yok...
Dizlerim birden bire gevşedi, iplerin elimden kurtulmasından korktum.
Kâmran, devam etti:
- Bunu ümit ediyordum. Ben, buraya senin için geldim Feride...
- inelim artık, düşeceğim, diye yalvardım. O, düşkünlüğümü anlamadı:
- Hayır, Feride, dedi. Benimle evlenmeye razı olduğunu ağzından işitmeden seni bırakmam, beraber düşüp ölünceye kadar.
Dudakları saçlarımın arasından alnıma, gözlerime dokunuyordu. Dizlerim büküldü; birbirine kenetlenmiş ellerim açılmamakla beraber kollarım iplerin etrafına kaydı. Kâmran, beni bu esnada kavramamış olsaydı, muhakkak düşecektim. Fakat onun kuvveti beni muhafaza etmeye kâfi değildi. Muvazenesi bozulan salıncağın birdenbire dönen ipleri arasında yere yuvarlandık.

86
Reşat Nuri Güntekin



Hafif bir sersemlikten sonra gözlerimi açtığım zaman kendimi teyzemin kucağında buldum.
Islak bir mendille şakaklarımı siliyor:
- Bir yerin acıyor mu, kızım? diyordu.
- Hayır teyze, dedim.
- Öyleyse niçin ağlıyorsun? Gözlerindeki yaşlar ne?
- Ben mi ağlıyorum, teyze? Başımı teyzemin göğsüne soktum:
- Düşmeden evvel ağlamış olacağım, teyze dedim.
Üç gün sonra, Ayşe Teyzem'Ie Müjgân da bize katılmış olarak sürü sepet istanbul'a dönüyorduk. Havadisi oğlunun bir mektubuyla öğrenen Besime Teyzem ile Necmiye bizi, Galata rıhtımında karşılamaya koşmuşlardı.
Nişanlılığımın ilk haftaları herkesten kaçmakla geçti. Bunların başında Kâmran geliyordu. O, benimle yalnız kalmak, beraber gezinmek ve konuşmak istiyordu. Zannederim, bu, her nişanlı gibi onun da hakkıydı. Fakat ne çare ki, ben dünyadaki nişanlıların en acemi ve vahşisiydim. Kâmran'ın bana doğru geldiğini gördüğüm zaman ürkmüş bir at gibi patır patır kaçıyordum, arkamdan sapan taşı yetişemiyordu.
Müjgân vasıtasıyla ona bir ültimatom vermiştim. Karşı karşıya geldiğimiz zaman benimle nişanlı gibi konuşmayacaktı. Sözünü tutmazsa her şeyi bozacağımı yeminlerle söylüyordum. Müjgân, Tekirdağ'da olduğu gibi burada da ara sıra beni yatağımda sıkıştırıyor:
- Niçin bu deliliği yapıyorsun, Feride? diyordu. Biliyorum ki, onu ölesiye seviyorsun. Bunlar, sizin en güzel zamanlarınız-dır. Kim bilir, onun sana söyleyecek ne güzel şeyleri vardır...
Müjgân, bazen bu kadarla kalmıyor, incecik elleriyle saçlarımı okşayarak onun ağzından konuşuyordu.

ÇALIKUŞU 87
Yatağımda büzülerek:
- istemiyorum... Korkuyorum, utanıyorum, tuhaf bir şey işte... Anlatamayacağım ki, diye sızıldanıyor, daha üstüme varırsa ağlıyordum.
Sonra, beni bırakıp yatmaya gittiği zaman Kâmran'ın söylediği şeyleri kendi kendime tekrar ediyor, bu kelimelerin ahengi içinde uykuya dalıyordum.
Teyzem, bana özene bezene bir nişan yüzüğü yaptırmıştı. Benim yaralı parmaklanma yakışmayacak kadar göz alıcı, zengin taşı vardı...
Bunu teyzem, bir istanbul dönüşünde, beni bir pencere kenarına çekerek bir sürpriz gibi gösterdiği., karşıki ağaçların içinde kaybolmak üzere olan güneşe tutup parıldattığı zaman, gözlerimi kapayarak geri çekildim, ellerimi arkama sakladım, kızardığımı göstermemek için yüzümü perdenin karanlığına siper ettim.
Teyzem, beni anlamadı, sevinçle boynuna sarılmayışıma hayret eder gibi:
- Beğenmedin mi yoksa, Feride? dedi. Soğuk bir sesle:
- Çok güzel teyze, mersi, dedim.
Bu hareketime, canının sıkıldığı anlaşılıyordu. Mamafih, bu, uzun sürmedi. Tekrar gülümsemeye başlayarak:
- Elini uzat da bir tecrübe edelim, dedi. Eski bir yüzüğünü ölçü verdim, inşallah dar falan değildir.
Teyzem kolumu zorla çekecekmiş gibi, arkama sakladığım parmaklarımı birbirine kilitliyordum:
- Şimdi imkânı yok, teyze dedim. Daha sonra...
- Çocukluk etme, Feride.
inatla başımı önüme eğdim, ayaklarımın ucuna bakmaya başladım.
- Birkaç gün sonra akrabalarımıza bir küçük davet vereceğiz. Nişan takacağız.

88
Reşat Nuri Güntekin

Yüreğim hızlı hızlı çarpıyordu:
- İstemem, dedim. Buna mutlaka lüzum görüyorsanız ben mektebe gittikten sonra yapın.
Güzel bir azarı hak etmiştim. Fakat, teyzem, yine büyüklüğün kendinde kalmasını istedi. Gülümserken dudaklarını kısarak hafif bir alay geçti:
- Nasıl, nişan toplantısında senin yerine bir vekil mi koyacağız? Nikâhta öyledir ama kızım, nişanda henüz böyle bir âdet çıkmamıştır.
Verilecek cevap olmadığı için önüme bakmakta devam
ediyordum.
Teyzem, alacağım dersin şiddetini gidermek için bir eliyle belimden tuttu; ötek eliyle çenemi, saçlarımı, alnımı okşayarak:
- Feride, zannederim ki, artık çocukluğu bırakmak zamanı gelmiştir, dedi. Şimdi senin yalnız teyzen değilim, annenim de... Buna pelc mumnun olduğumu söylemeye lüzum yok değil mi? Sen, Kâmran için, huyunu bilmediğim herhangi bir yabancı kızdan çok daha iyisin. Yalnız... Yalnız biraz fazla havaisin. Çocuklukta bu, belki pek zararlı bir şey değildir. Fakat gitgide büyüyorsun. Büyüdükçe de elbette ağırlaşacaksın, akıllanacaksın. Mektebini bitirmene ve evlenmenize aşağı yukarı; dört sene var. Hayli uzun zaman. Böyle olmakla beraber sen, nişanlı bir kızsın. Ne demek istediğimi, bilmem anlatabiliyor muyum? Ciddi ve ağırbaşlı olmalısın. Çocukluğa, yaramazlığa, inatçılığa artık nihayet vermelisin. Kâmran'ın ne kadar ince hisli ve nazik olduğunu biliyorsun.
Kelimesi kelimesine aklımda kalmış olan bu sözlerde hakikaten yakıp hırpalayacak bir şey var mıydı? Bunu bugün bile anlamış değilim. Fakat, ne bileyim, teyzemin beni kıymetli oğlu için biraz küçük gördüğü korkusunu seziyordum.
Nasihatlerinin nasıl tesir ettiğini anlamak ister gibi: - Şimdi artık anlaştık, değil mi, Feride? dedi. Sırf akraba ve bir iki yakın dost için bir nişan ziyareti yapacağız.

89
ÇALIKUŞU


Kendimi çiçeklerle ve avizelerle süslü bir masada şimdiye kadar alışmadığım bir tuvaletle, bambaşka saçlar ve çehreyle onun yanında gördüm. Bütün bakışlar üzerimize toplanmıştı.
Birdenbire titreyek silkindim:
- imkânı yok bunun teyze, diyerek dörtnala aşağı kaçtım.
Müjgân, bugünlerde benim için bir abladan fazla bir şey, hemen hemen bir anne olmuştu. Geceleri odamızda yalnız kaldığımız zaman lambayı söndürüyor, onun hırpalanmaktan büsbütün incelmiş vücudunu kollarımın arasına alıyor, cevap vermemesi için elimle ağzını tıkayarak yalvariyordum:
- Dünyada en acıdığım, alay ettiğim insanlar, nişanlı kızlardı. Ben, onlardan biri oldum. Onlara yalvar. Kimse bana, nişanlı demesin. Yerin dibine geçiyorum, korkuyorum, ben daha çocuğum. Önümüzde daha dört uzun sene var. O zamana kadar daha büyürüm, alışırım. Kimse bana nişanlı muamelesi etmesin şimdi.
Nihayet, ağzı serbest kalan Müjgân:
- Peki, diyordu. Yalnız bir şartla. Daha doğrusu iki şartla. Evvela'benimle boğuşmayacaksın. Sonra, onu çok sevdiğini bana, yalnız bana, bir kere daha tekar edeceksin.
O zaman, Müjgân'in göğsüne yüzümü saklıyor, başımla üst üste birkaç kere "evet" işareti yapıyordum.
Müjgân, vaadinde durmuştu. Evdekilerden olsun, dışarı-dakilerden olsun kimse yüzüme karşı -nişanlandığımdan- bahsetmiyordu. Arada bir şakalaşmaya kalkanlar olursa benden, ağızlarının payını alıyorlar ve susuyorlardı Hatta, bunlardan biri bir gün benden, ağzına bir hafif şamarcık da yedi. Fakat bereket versin yabancı değil, kuzenimin ta kendisiydi bu... Benim

90
Reşat Nuri Güntekin



tarafımdan gayet haklı bir şamarcık; fakat, Allah esirgesin, Besime Teyzem duysa, kim bilir, bana neler yapardı.
Böyle olmakla beraber, yine de köşkte pek rahat sayılmazdım. Mesela, mevkiim büyüdüğü için, günün birinde beni evin daha hatırlı bir odasına taşıyorlar, perdelerimi, karyolamı, gardırobumu değiştiriyorlardı ve bunun sebebini sormaya, tabii cesaret edemiyordum.
Bir gün, araba ile Merdivenköyü'nde bir köy düğününe gidilecekti. Araba, kalabahkçaydı. Boş bulundum:
- Arabacının yanma bineyim, dedim.
Bir kahkaha koptu. Ben, kızararak kös kös arabaya bindim.
Eskiden olduğu gibi ara sıra mutfaktan kayısı kurusu falan aşırmaya gittikçe hain aşçı:
- Ne istersen açık yeyiver, küçükhanım. Gayrı zatınıza hırsızlık yakışmaz, diye benimle alay ediyordu.
Kimse, henüz bir şey söylemediği halde artık sokaktan çocuk çağırmaya da cesaret edemiyordum. Kırk yılda bir ağaca çıkmak için bucak bucak saklanmak ve geceyi beklemek lâzım geliyordu. Fakat, bunların arasında en başa çıkılmazı, Kâmran'dı. Vakanın son günleri köşkte, onunla kovalamaca oynamakla geçti diyebilirim.
O, beni yalnız yakalamak için fırsat arıyordu. Ben, bütün şeytanlığımı, kendimi tenha bir yerde kıstırmamaya sarf ediyordum.
Ara sıra bana teklif ettiği araba gezintilerine yanaşmıyor, pek fazla ısrar ederse yanımıza -Müjgân'dan başka- birini alıyor ve yolda mütemadiyen onunla konuşuyordum. Müjgân'dan başka diyorum Çünkü Müjgân'ın yolda beni; onunla yalnız bırakmak için kaçmayacağına, yahut da lüzumsuz gevezelikler etmeyeceğine emniyetim yoktu.
Kâmran, bir gün bana:
- Biliyor musun, Feride, beni bedbaht ediyorsun dedi.

r
ÇALIKUŞU 91
Kendimi tutamadım:
- Şimdiden mi? dedim.
Bu suali, o kadar komik bir hayretle sormuştum ki, ikimiz de gülmeye başladık.
- Müjgân'a söylediğini bir kere de senin ağzından işitmek istiyorum. Zannederim ki, bu benim hakkım
Müjgân'a ne söyledğimi hatırlamıyormuşum gibi yalandan gözlerimi havaya kaldırdım, düşündüm. Sonra:
- Evet, ama, dedim. Müjgân kız. Cariyeniz de, zannederim, öyle. Aramızda konuştuğumuz her şey, herkese söylenemez.
- Ben herkes miyim?
- Yanlış anlamayınız. Tipiniz, biraz kadın tipi olmasına rağmen erkeksiniz. Demek ki, bir kız arkadaşa söylenecek her şey bir erkeğe tekrar edilmez.
- Ben, senin nişanlın değil miyim?
- Galiba bozuşacağız. Biliyorsun ki, ben bu kelimeyi istemiyorum
- Görüyorsun ki, kendime bedbaht demekte hakkım var. Yine belki ağzıma vurursun diye kelimeyi söylemeye cesaret edemiyorum. Fakat sana karşı, kimse için duymadığım bir his var içimde...
Ne vakitten beri, kaçtığım kapana tutulmak üzere olduğumu anladım. Konuşursam, ya sesim titreyecekti, ya başka bir münasebetsizlik yapacaktım. Kâmran'ın sözünü ağzına bırakarak sokağa doğru bir koşu kopardım.
Onun da, arkamdan geleceğini zannediyordum. Fakat öyle bir şey işitmeyince yavaşladım; biraz sonra, usulca arkama baktım.
O, sadece ağaçlardan birinin altındaki bir kamış kanepeye oturmuştu.
Kendi kendime:
- Galiba ben, ayıp yapıyorum, dedim.

Reşat Nuri Güntekin
92




11,1i!
Öyle sanıyorum ki, Kâmran bu esnada bana baksa pişmanlığımı anlayacak, tekrar yanıma gelecekti ve galiba, ben de artık kaçamayacaktım.
Kuzenimin oturuşunda, hakikaten bedbaht bir insan tavrı vardı. Kendi kendime gayret vermek için söylenmeye başladım:
- Sinsi sarı çıyan. Bu bahçede mesut dulun etekleri arkasından nasıl koştuğunu daha unutmadım. Pekâlâ yapıyorum.
Tatilin son günlerinde başımdan geçen bir kazayı da söylemeden geçemeyceğim.
Köşk halkı bir gün sağ elimin bir parmağının kocaman bir sargı beziyle bağlı olduğunu gördüler. Soranlara:
- Bir şey değil, bir parçacık kestim; ziyanı yok, kendi kendine geçer, diyordum.
Teyzem yarayı inatla sakladığımı fark edince:
- Mutlaka bir yaramazlık ettin. Ehemmiyetli bir şey ki, saklıyorsun. Bir hekime gösterelim, başımıza bir iş açar, diyordu.
Hakikat şuydu: Teyzem, beni bir gün yatak odasındaki gardırobundan galiba bir mendil almaya göndermişti. Gardırobun aralık bir gözünde mavi kadife kaplı bir mahfaza gördüm. Bu, benim nişan yüzüğümdü. Onu bir dakika parmağımda seyretmek hevesine karşı koyamadım. Fakat, bu kapris, bana pahalıya mal oldu. Yüzük, teyzemin korktuğu gibi biraz dar yapılmıştı; bir türlü parmağımdan çıkmıyordu. Manasız bir heyecan içinde bir hayli zorladım, sonra dişlerimle çıkarmaya çalıştım. Nafile. Ben, uğraştıkça parmak şişiyor, yüzük büsbütün daralı-yordu.
Söylesem muhakkak bir çaresini bulacaklardı. Fakat, nedense, bu yüzükle yakalanmak fena halde kibrime dokunuyordu. İşte o zaman, parmağımı bir sargı ile bağladım. Tam iki gün vakit buldukça odama kapanıp sargıyı çıkararak kendi kendime saatlerce uğraştım. Üçüncü gün, hakikati utana sıkıla tey-

ÇALIKUŞU 93
zeme itiraf etmeye hazırlandığım bir zamanda yüzük kendiliğinden çıkıvermesin mi?
Niçin? herhalde, geçen iki gün içinde üzüntü ve sıkıntıdan zayıflamış olacaktım.
Tatilin son günü, hazırlığa başlamıştım. Kâmran, buna itiraz etti:
- Bu kadar aceleye ne lüzum var. Feride? Birkaç gün daha kalabilirsin, dedi.
Fakat ben, model bir talebeymişim gibi razı olmuyor:
- Sörler, mutlaka mektep açıldığı gün gelmemi tembih ettiler. Bu sene de dersler çok sıkı, diye çocukça bahanelerle inat ediyordum.
Kâmran, bu ısrarım karşısında yine bir hüzün ve dalgınlık nöbeti geçirdi.
Ertesi gün, beni mektebe götürürken hiç konuşmadı ve ayrılacağım zaman:
- Benden bu kadar çabuk kaçmak isteyeceğini ummaz-dım, Feride, diye sitem etti.
Zaten, pek öyle aklı başında, çalışkan bir talebe değildim. Üstelik, bu dert çıkınca büsbütün kendimi şaşırdım.
İlk üç ayın notları son derece fena gitti. Bu, bir gayret yapıp kendimi toplarlamazsam, sınıfta kaldığımın resmiydi.
Bültenler dağıtıldığı günün akşamı Sor Aleksi, beni bir köşeye çekti.
- Notlan beğendin mi, Feride? dedi. Bedbin bir tavırla başımı saklayarak:
- Epeyce bozuk Ma Sor, dedim.
- Epeyce değil, pek çok. Ben sizin bu kadar düştüğünüzü hatırlamıyorum. Halbuki bu sene başka türlü çalışacağını umardım.

94
Reşat Nuri Güntekin



- Hakkınız var. Bu sene geçen seneden bir yaş daha büyüğüm.
- Sadece o kadar mı?
Garip şey! Sor Aleksi, çenemi okşuyor, manalı manalı gülüyordu. Ne yapacağımı şaşırarak gözlerimi gözlerinden kaçırdım.
Ah bu Sörler! Dünyaya ait hiçbir şeyin farkında görünmemelerine rağmen en küçük dedikoduları bilirler, öğrenirler. Kimden? Nasıl? On sene aralarında yaşadığım ve öyle pek alık, salak bir kız olmadığım halde bunu bir türlü anlayamamışım-dır.
Ben, bir bahane ile kendimi kurtarmaya uğraşırken, Sor Aleksi, daha açıldı:
- Zannederim ki, bültendeki numaraları herkese göstermekten sıkılacaksınız, dedi.
Arkasından daha ağır bir taş:
- Bu sene sınıf geçemezseniz bir sene, bir uzun sene daha burada beklemek tehlikesi var.
Baktım ki, taarruza geçmezsem Sor Aleksi'den yakamı kurtarmaya imkân yok. Çaresiz, yüzsüzlüğü ele aldım, yalansı bir saflıkla:
- Tehlike mi? Niçin tehlike? diye sordum.
Sor Aleksi, kadınca konuşmasının zaten son hadlerine varmıştı. Bundan ilerisine gitmek, aşağı yukarı, benimle yüz göz olmak demekti. Mağlup olduğunu bana göstermekten çekinmeyen koket bir tavırla yanağıma bir fiske vurdu:
- Onu, sen kendi kendine bulabilirsin, dedi ve yürüdü.
Misel, bu sene mektepte yoktu. Olsaydı, muhakkak, beni, konuşmaya mecbur edecek, zihnimdeki perişanlığı büsbütün arttıracaktı.

ÇALIKUŞU 95
Bir sene evvel uydurma bir masaldan bahsederken ne kadar serbest ve farfaraysam bu sene hakikaten nişanlı bir kız vaziyetine düştükten sonra o kadar korkak olmuştum. Arkadaşlarımdan beni tebrik edenleri kısa, kuru bir teşekkürle başımdan savıyor, yılışmak meylini gösterenlere yüz vermiyordum.
Yalnız, bir tanesi, bizim taraflardaki bir ermeni doktorun kızı, bu inadımı yenmeye muvaffak oldu. Hafta tatillerini mektepte geçiriyordum. Üç ay içinde, ya iki ya üç gece eve çıkmıştım.
Sebebini kendim de pek iyi bilmediğim bu inat, Besime Teyzem'le Necmiye'yi gücendiriyor, Kâmran'a ne düşüneceğini, ne yapacağını şaşırtıyordu. O, ilk aylarda her hafta mektebe uğruyordu. Sörler bir şey söylemeye cesaret edememekle bareber bir nişanlının bir talebeyi ziyaret etmesini skandal addediyorlar, kuzenimin beni parloir'da beklediğini haber verirken, yüzlerini ekşitiyorlardı.
Ben, parloir'ın mahsus açık bıraktığım bir kapı kanadına dayanıyor, ellerimi mektep gömleğimin kayış kemerlerine sokarak ayakta nihayet beş dakika konuşuyordum. Kuzenim, ara sıra bana, mektup yazmayı da teklif etmişti. Fakat Sörlerin, gelen mektupları, Türkçe bilen birisine okuttuktan sonra yırtmak âdetleri olduğunu söyleyerek vazgeçirmiştim.
Bu ziyaretlerin birinde, aramızda hiç hoş olmayan bir konuşma geçtiğini hatırlıyorum.
Kâmran, uzak durmama sinirlenerek kapıyı zorla kapamak istemişti. Fakat, o yaklaşırken ben, kendimi dışarı atmaya hazır bir vaziyet almış, alçak sesle:
- Rica ederim Kâmran, demiştim. Biliyorsunuz ki, odada görünür görünmez kaç delik varsa, o kadar da göz vardır. O birdenbire duraladır
- Nasıl olur, Feride? Biz nişanlıyız. Yavaş yavaş omuzlarımı kaldırdım:

96
Reşat Nuri Güntekin

- işte, asıl o bozuyor ya dedim, bir gün: "Ziyaretleriniz biraz sıkça oluyor. Affedersiniz ama, burasının mektep olduğunu hatırlamanız lâzım gelir!" yolunda bir söz işitmek istemezsiniz...
Kâmran, bembeyaz kesildi ve o günden sonra bir daha mektebe uğramadı.
Yaptığım, hakikaten fenaydı. Fakat, başka çare yoktu. Kâmran'ın yanında sınıfa dönüş, bütün başların bana çevrilmesi, yürekler acısı bir şeydi.
Ne anlatıyordum? Evet, bir gün doktorun hafta tatilinden dönen kızı bana:
- Kâmran Bey, Avrupa'ya gidiyormuş, öyle mi? dedi. Birdenbire şaşaladım:
- Nereden bu haber? dedim.
- Babamdan Madrid'deki amcası çağırmış. "Bilmiyorum" demeyi kibrime yediremedim.
- Evet, öyle bir fikir var; küçük bir seyahat, dedim.
- Pek küçük değil, sefaret kâtibi oluyormuş.
- Çok az kalacak.
Konuşmayı bu kadarla keserek ayrıldık. Arkadaşımın babası, bizim köşkten ayağı eksik olmayan bir insandı. Aile dostumuz gibi bir şeydi. Havadisin doğru olması mümkündü. Fakat, nasıl oluyor da, bana bir şey söylemiyorlardı. Günleri hesapladım. Yirmi günden beri köşkten haber alamamıştım.
O gece hep bu meseleyi düşündüm. Kâmran'a gösterdiğim manasız uzaklığı unutuyor, bu kadar mühim bir şeyi bana haber vermediği için içimden darılıyordum. İşin nihayetinde biz artık birbirine bağlı iki insandık.
Ertesi gün, perşembeydi. Hava, açık olduğu için öğleden sonra gezmeye çıkacaktık, tçim içime sığmıyordu. Bu düşünceler içinde bir gece daha geçirmek fikri beni korkuttu.
Sor Süperiyör'e giderek teyzemin hasta olduğunu söyledim ve izin istedim.

r
ÇALIKUŞU 97
Allahtan o gün, sörlerden biri Kartal'a gidiyordu. Erenköy istasyonuna kadar beraber gitmek şartıyla, Sor Süperiyör, istediğim izni verdi.
Elimde küçük valizimle köşke vardığım zaman ortalık kararmak üzereydi.
Kapıda beni, köşkün köpeği karşıladı. Bu, ihtiyar köpek, son derece açgözlü ve dalkavuktu. Çantamda, iyi kötü daima yenecek bir şey bulunduğunu bildiği için yolumu kesiyor, karşımda ayağa kalkarak geri geri yürüyor, ön ayaklarıyla bana tutunmaya çalışıyordu. Ağaçların arasından Kâmran'ın bana doğru gelmekte olduğunu görerek yere çömeldim, köpeğin üstüme sürünmesini istemediğim kirli ayaklarını yakaladım.
O, kocaman ağzını güler gibi açarak dilini sarkıtıyor, ben, onun burnunu sıkıyordum. Hasılı, aramızda bir oyun, bir cilveleşmedir gidiyordu.
Kâmran ta yanıma geldiği zaman keşfetmiş gibi görünerek:
- Şu gülüşe bakınız, dedim. Aman, ne kocaman ağız! Timsaha benzemiyor mu?
O, şimdilik dudağında acı bir tebessümle yalnız bana bakıyordu.
Köpeği bırakarak eteklerimi silkeledim; mendilimle ellerimi de sildikten sonra birini kuzenime uzattım:
- Bonjur, Kâmran, teyzem nasıl? Ehemmiyetli bir şey değil inşallah...
O, biraz hayretle:
- Annem mi? diye sordu. Annemin hiçbir şeyi yok. Hasta diye mi duydun?
- Evet, hasta diye işittim de merak ettim; pazara kadar sabredemeyerek izin aldım.
- Kim söyledi?
Yeni bir yalan uydurmaya vakit olmadığı için:
- Doktorun kızı, dedim.
Çalıkuşu - F 7

98
Reşat Nuri Güntekin

- O mu sana söyledi?
- Evet, söz arasında: "Babamı size çağırdılar, galiba teyzeniz hastaymış" dedi.
Kâmran, hayret ediyodu:
- Yanlış olacak. Hatta doktor, son günlerde, ne annem, ne de başkası için köşke uğradı.
Bu nazik bahis üzerinde fazla durmadan:
- Çok sevindim, dedim. Öyle merak ediyorum ki... Onlar, tabii, içerdeler...
Çantamı yerden alarak yürümek istedim. Kâmran, elimden tuttu:
- Neden bu acele Feride? Adeta benden kaçıyorsun! dedi.
- Ne münasebet, dedim. Botlarım sıkıyor da... Zaten içeriye beraber gidecek değil miyiz?
- Evet, ama, içeride de, çaresiz herkesle bareber konuşacağız. Halbuki, ben seninle yalnız konuşmak istiyorum. Heyecanımı gizlemek için alaycı bir tavır alarak:
- Emir sizin, dedim.
- Mersi. O halde, istersen kimseye görünmeden bahçede biraz dolaşabiliriz.
Kaçmamdan korkuyor gibi elimi bırakmıyordu. Öteki eliyle çantamı aldı. Yan yana yürümeye başladık. Nişanlandık ni-şanlanalı ilk defa yan yana...
Yeni yakalanmış bir kuşun yüreği, göğsünde nasıl atarsa benimki de öyle atıyordu. Fakat zannederim ki, beni bıraksa da artık kaçmaya kuvvet bulamayacaktım.
Birbirimize bir şey söylemeden bahçenin sonuna kadar yürüdük. Kâmran, beklediğimden çok fazla müteessir ve dargın görünüyordu. Bu üç ay içinde ne olmuştu, aramızda ne değişmişti, bilmiyorum. Fakat, bu saatte kendimi ona karşı suçlu görüyor, şimdiye kadar gösterdiğim vahşiliğe pişman oluyordum.

ÇALIKUŞU 99
Kış ortasında olduğumuzu unutturacak kadar güzel ve sakin bir akşamdı. Etrafımızdaki kuru dağ tepeleri bir mercan kızıllığı içinde yanıyordu. Kâmran'a karşı suçlarımı bu kadar kolay kabul etmemde bunun da mı tesiri vardı acaba, bilmiyorum.
Bu saatte, onun gönlünü alacak bir kelime bulmak benim için dayanılmaz bir ihtiyaçtı. Fakat, aklıma hiçbir şey gelmiyordu.
Artık geri dönmekten başka yapılacak iş kalmayınca Kâmran:
- Şuraya biraz oturabilir miyiz, Feride? dedi.
- Sen, nasıl istersen, dedim. Vakadan sonra ilk defa sen diyordum. Kâmran, pantolonuna dikkat etmeden oradaki bir kayanın üstüne oturuverdi. Onu, hemen kolundan tutup kaldırdım:
- Sen, naziksin; kuru yere oturma, dedim ve arkamdaki lacivert pardösüyü çıkararak oturacağı yere serdim.
- Ne yapıyorsun, Feride? dedi.
- Hasta olmaman için, dedim. Zannederim ki, seni muhafaza etmek bundan sonra benim vazifem oluyor.
Kuzenim bu sefer de galiba kulaklarına inanamadı:
- Ne söylüyosun, Feride? dedi. Bunu sen mi bana söylü-yosun? Nişanlandığımızdan beri senden işittiğim en tatlı söz.
Başımı önüme eğdim ve sustum.
Kâmran, pardösümü tekrar eline almıştı. Okşar gibi hareketlerle kollarına, yakasına, düğmelerine dokunuyordu.
- Sana biraz sitem yapmaya hazırlanıyordum, Feride, dedi. Fakat şimdi hepsini unuttum. Gözlerimi kaldırmadan:
- Ben sana bir şey yapmadım ki, dedim. O, beni tekar vahşileştirmekten ürküyormuş gibi yanıma yaklaşmaktan korkarak:
- Zannederim ki, yaptın, Feride, dedi. Hatta fazlaca bile.

100
Reşat Nuri Güntekin

Bir nişanlı, bu kadar ihmal edilir mi? içimde fena şüpheler de uyandı. Sakın Müjgân yanılmış olmasın?
istemeden güldüm. Kâmran, merakla sebebini sordu, evvela cevap vermek istemedim. Fakat, o, ısrar edince gözlerimi kaçırarak:
- Müjgân yanılsaydı, böyle olmazdı ki, dedim.
- Böyle ne demek? Yani benim nişanlım mı? Gözlerimi kapayarak üst üste iki defa başımı salladım.
- Feridem!
Bir küçük feryada benzeyen bu ses hâlâ kulağımdadır. Gözlerini açtım ve onun büyümüş gibi görünen gözlerinde iki iri yaş damlası gördüm.
- Beni, bu dakika içinde o kadar mesut ettin ki, ölürken aklıma gelirse ağlayacağım. Öyle yüzüme bakma. Sen daha pek küçüksün. Mümkün değil, öyle şeyleri anlayamazsın. Hepsini unuttum artık.
Kâmran, bileklerimi tutmuştu. Onları geri çekmedim, fakat hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bu, böyle bir nöbetti ki, Kâmran, adeta korktu.
Aynı yollardan geriye dönerken ben, hâlâ ikide bir içimi çekiyor ve hıçkırıyordum. O, artık bana elini dokundurmaya cesaret edemiyordu. Fakat, ben onun gönlünün rahat ettiğini anlıyor ve memnun oluyordum.
- Sen önden gitmelisin, dedim. Ben havuzda yüzümü iyice yıkayacağım. Beni, bu suratla görürlerse ne derler? •
Birdenbire aklıma gelmiş gibi Kâmran'a sordum:
- Avrupa'ya bir seyahat varmış öyle mi? O, cevap verdi:
- Bir fikir. Daha doğrusu, benim fikrim de değil. Madrid'deki amcamın bir tasavvuru. Nereden duydun? Kısa bir tereddütten sonra:

ÇALIKUŞU 101
- Doktorun kızından, dedim.
- Doktorun kızı, sana ne çok haberler veriyor, Feride?
Kâmran dikkatle yüzüme bakıyordu. Kızararak başımı çevirdim.
- Sakın annemin hastalığı bir bahane olmasın?
- Doğru söyle, Feride. Sen bunun için mi geldin?
Yanıma yaklaşmıştı. Elleriyle başımı okşamak istiyor, fakat ürkütmekten korkuyordu. Halbuki ben, bilâkis, ona alışmaya başlamıştım. Sualini bir kere daha tekrar etti:
- Tahminim doğru mu, Feride?
Kâmran'ı çok memnun edeceğini hissederek: "Evet" diye başımı salladım.
- Ne güzel... Dünden beri talihim ne kadar değişti!
Ellerini oturduğum koltuğun kenarlarına dayayarak bana doğru eğildi. Bu vaziyette dört tarafımdan kuşatılmış bulunuyordum. Bana el dokundurmadan yaklaşmak için kurnazca bir buluş. Oturduğum yerde kirpi gibi büzülüyor, omuzlarımı kaldırarak geri çekiliyordum. Çok yakın olan yüzüne bakmamak için mendilimle oynayarak sordum:
- Amcan ne teklif ediyor.
- Olacak gibi değil. Beni, sefaret kâtibi olarak yanına almak istiyor. Muayyen bir mesleği, yahut bir memuriyeti olmamasını bir erkek için eksiklik sayıyor. Ben, tabii onun fikirlerini söylüyorum. "İlerde bir sefaret memuruyla beraber Avrupa'ya gitmek belki Feride'yi de memnun edecektir" diyor. Ne bileyim, birtakım sözler...
Bahis ciddileştiği için Kâmran muhasaraya nihayet vererek doğrulmuştu. Ben de, hemen yerimden kalktım.
Konuşmamız devam etti:
- Bu teklife niçin "Olacak şey değil" dedin? Avrupa'ya gitmek seni memnun etmeyecek mi?

102
Reşat Nuri Güntekin

- O cihetten söylemiyorum. Bundan sonra, ben artık hareketlerimde serbest bir insan değilim. Hayatıma taalluk eden her şeyi seninle konuşmaya mecburum. Öyle değil mi?
- O halde gidebilirsin.
- Demek, benim istanbul'dan ayrılmama razı oluyorsun, Feride?
- Mademki bir erkek için mutlaka bir meslek lazımmış...
- Sen, benim yerimde olsan gider miydin?
- Zannederim ki, giderdim. Yine zannedirim ki, senin de şimdi öyle yapman lâzım.
itiraf etmeliyim ki, bu sözleri yalnız dudaklarım söylüyordu. Yoksa, içimden bu dakikada büsbütün başka türlü konuşuyordum. Mamafih, bana da hak vermen lâzım. "Ben seni bırakıp gideyim mi?" diye sorana başka türlü cevap bulunur mu?
Öte taraftan, Kâmran da, bu ayrılığı bu kadar kolay kabul etmeme müteessir oluyordu. Bana bakmadan odanın içinde bir iki adım yürüdükten sonra döndü, aynı suali tekrar etti:
- Demek amcamın teklifini kabul etmemi doğru buluyorsun?
- Evet.
- O halde düşünürüz. Kati bir karar vermek için, daha vaktimiz var.
Yüreğim hafifçe burkuldu. "Düşünürüz" deyince artık mesele kalmıyor muydu?
Herkesin daima benden istemiş olduğu gibi, bir büyük insan ağırbaşlılığıyla konuşmaya başladım:
- Ben, daha fazla düşünmeye değer bir şey görmüyorum. Amcanın teklifi hakikaten hoş bir teklif. Kısa bir seyahat hiç fena olmaz.
- Bir memuriyet, o kadar kısa bir şey mi, Feride?
- Doğrusu, pek uzun da sayılmaz. Bir, iki, üç, dört senecik. Göz yumup açmcayakadar geçer... Tabii arada geleceksin de...

ÇALIKUŞU 103
Bu bir, iki, üç, dört seneyi parmaklarıyla o kadar kolay sayıyordum ki...
Kâmran'ı bir ay sonra, Galata rıhtımından vapura bindiriyorduk. Onu, Avrupa'ya gitmeye teşvik ettiğim için, arkabala-nmın hepsi beni tebrik ediyorlardı. Yalnız Müjgân, bundan memnun olmadı. Tekirdağ'dan bana yazdığı mektupta, "Hiç iyi yapmadın, Feride" diyordu. "Mani olmalıydın. En güzel senelerinizi ayrı geçirmekte ne mana vardı? Dört sene, biter tükenir şey mi?"
Mamafih bu dört sene Müjgân'ın korktuğundan çok daha çabuk geçti.
Kâmran tekaüt olan amcasıyla beraber büsbütün istanbul'a döndüğü zaman ben bir ay evvel mektepten çıkmış bulunuyordum.
Mektepten çıkmak! Ben, içinde yaşadığım müddetçe bu loş binaya "güvercinlik" adını vermiştim. Elimde iyi kötü bir diploma ile kendimi dışarı atacağım günün benim için bir kurtuluş bayramı olacağını söylerdim. Fakat günün birinde güvercinliğin kapısı açılınca kendimi; boyumu bir hayli uzatan yeni siyah çarşafım, uzun topuklu iskarpinlerimle sokakta bulunca neye uğradığımı şaşırdım. Üstelik teyzem de köşkte düğün hazırlıklarına başlamış. Bu, beni büsbütün çileden çıkardı.
Köşk, boyacılar, dülgerler, terziler, uzak semtlerden gece yatısına gelmiş akrabalarla dolup boşalıyordu. Hekes, kendine göre bir işle meşguldü. Kimi, şimdiden davet mektupları yazıyor, kimi, eksikleri tamamlamak için çarşı pazar dolaşıyor, kimi dikişle uğraşıyordu. Ben, şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe vurmuştum. Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının işlerine bile engel olacak türlü münasebetsizlikler yapıyordum. Son parti bana, bir delilik arız olmuştu. Eskiden olduğu gibi,

104
Reşat Nuri Güntekin



misafir çocuklarını peşime takıyor, köşkün altını üstüne getiri-yordum.
Her yer gibi, mutfakta da tamir ve boya vardı. Bunun için yeni aşçı, kabını kaçağını arka bahçede kurduğu bir çadıra nakletmiş, açıkta yemek pişirmeye başlamıştı.
Bir akşamüstü onun, çadırın önünde tatlı kı/artığını gördüm ve derhal aklıma bir şeytanlık geldi:
- Çocuklar, dedim. Siz şu kümeslerin arkasına saklanınız. Hiç sesinizi çıkarmayın. Ben.'size tatlı çalıp getireceğim.
Aradan beş dakika bile geçmeden elimde dolu bir tabakla küçük arkadaşlarımın yanına dönüyordum.
En iyisi, çocuklara paylarını dağıttıktan sonra, herbirini bahçenin bir köşesine dağıtmak ve tabağı kümesin içine saklamaktı. Fakat ben bunu, daha doğrusu aşçının, hırsızlığı fark edince hiddetle öteye beriye koşacağını akıl edememiştim.
Biraz sonra, mutfak çadırının önünde bir kıyamettir koptu. Aşçı, "Bunu yapanın vallahi billahi kemiklerini kıracağım!" diye bağırıyordu. Fena halde korkan küçükler beni dinlemeyerek, kaçışmaya başladılar ve şüphesiz pek iyi de ettiler. Çünkü, biraz sonra, aşçı izimizi keşfediyor, elindeki kocaman kepçeyi bir sopa dehşetiyle sallayarak deli gibi üstümüze saldırıyordu.
Hain adam, aralarında beni en büyük gördüğü için, ötekileri bırakıp beni kovalamaya başlamıştı. Bu arada ayağı takılıp yere boylu boyunca yuvarlanınca, hiddeti büsbütün arttı.
Aşçı yabancı, vaziyet ise çok nazikti. Yakalanırsam, derdimi anlatıncaya kadar hiç olmazsa bir, iki kepçe yiyecek, rezil olacaktım.
Köşk tarafına doğru manevra yapmaya imkân olmadığı için, çaresiz sokak tarafına koşuyor, çığlık çığlığa haykırıyor-dum.
Allah'tan olacak, sabahtan beri çalışan terzi matmazel, Dilber Kalfa ile beraber bahçeye hava almaya çıkmış. Yolun bir

ÇALIKUŞU 105
köşesinde onlarla karşılaşınca, "Geliyor" diye boyunlarına sarıldım ve arkalarına saklandım.
Dilber Kalfa, aşçının kepçesine karşı ellerini uzatarak:
"Ne yapıyorsun, aşçıbaşı, çıldırdın mı? O, gelin hanım, diye bağırdı.
Başka bir zamanda olsaydı, bu kelime için, Dilber Kalfa'yı, mutlaka hırpalardım. Fakat, o kadar korkmuştum ki, ben de gayri ihtiyari onunla beraber bağırıyordum:
"Vallahi ben, gelin hanımım, aşçıbaşı!"
Ben, bu aşçı kadar çılgın ve aksi insan görmedim. Kalfa ve matmazelin teminatlarına bir zaman inanmadı. "Yok, böyle hırsız gelin hanım olmaz!" diye söylendi; neden sonra, aklı yatınca da: "Öyleyse aferin gelin hanım sana!" dedi. "Alırsın öyleyse yeni pantolunu; bak, pantolonun dizkapağını da patlattırdın bana!"
Adamcağız, düştüğü zaman burnunu da çarpıp sıyırmıştı ama, bereket versin, onu tazminat hesabına katmıyordu.
Gizli kalması için, yaptığım işarlara rağmen, bu komedi duyuldu ve her yemekte bana bakıp bakıp gülmek âdet sırasına girdi.
*
Düğüne üç gün kalmıştı. Yine her akşamüstü mahut arka bahçenin kapısında çocuklarla ip atlarken, yeni bir hücuma uğradım. Fakat bu seferki hücumu yapan, ilkinde beni aşçıdan kurtarmaya çalışan terzi matmazel, altmış yaşında olmasına rağmen, bu akşam o da bana karşı ateş püskürüyodu.
- Rica ederim, matmazel, birkaç güne kadar size madam diyeceğim. Doğrudur bö yaptığın? Son provanızı yapmak için yarım saattir sizi arıyorum.
Daha fenası, Besime Teyzem de matmazelle beraberdi ve çatkın çehresi, münakaşa uzarsa ondan yana çıkacağını gösteriyordu.

106
Reşat Nuri Güntekin

- Pardon matmazel, buracıktaydım. Temin ederim ki işitmedim, dedim.
Teyzem, artık dayanamadı, bana çıkışacağı her zaman yaptığı gibi eliyle çenemi tutup okşayarak:
- Yavrucuğum, sen, kendi sesinden, kahkahandan kimseyi işitecek halde değilsin ki, dedi. Üç gün sonra da davetlilerimiz arasında yine böyle bir şey yapmandan adeta korkmaya başladım.
Her zaman, daha haşarı ve hoyrat görünmeme rağmen, o gün benim, en karışık heyecanlarla sarsıldığım, okşanmak ve anlaşılmak ihtiyacıyla için için eridiğim bir tarihti.
Çenemi teyzemin elinden çekmeden eteklerimi parmaklarımla iki yanından tuttum ve hafif bir reveransla dizimi büktüm:
- Üzülmeyin teyze, dedim. Çok değil, daha üç güncük dişinizi sıkmanız lâzım. O zaman benim için, teyzeden başka bir adınız ve sıfatınız olacak. Çahkuşu'nun teyzesine yaptığı naz ve şımarıklığı Feride'nin, o hanımefendiye yapmaya cesaret edemeyeceğini size temin ederim.
Teyzemin gözleri yaşardı, beni yanaklarımdan öperek:
- Senin her zaman annen oldum ve öyle kalacağım, Feri-dem, dedi.
Taşkınlığım o haldeydi ki, ben de onu birdenbire kalçalarından yakalayıp havaya kaldırdım ve tıpkı bana yaptığı gibi yanaklarından öptüm.
Matmazel, ufak bazı rötuşlardan başka eksiği kalmayan beyaz elbisemi ellerinde kaldırdığı zaman, kıpkırmızı kesildiğimi hissettim. Odadakileri birer birer okşayıp öperek yalvarmaya başladım.
- Ne olursunuz, siz dışarı çıkın. Gözünüzün önünde giyinmeyeceğim. Arasında etekli elbisesiyle Çahkuşu'nun bir

ÇALIKUŞU 107
tavus kuşu şekline girdiğini bir tasavvur edin. Aman,' ne gülünç! Kendim bile güleceğim. "Ne olur, bu iş adi tuvaletle olsun!" diye o kadar yalvardım, kimselere derdimi dinletemedim.
Matmazel, elindeki elbise ile üzerime geldikçe -birisi beni yakalamaya geliyormuş gibi- köşelere kaçıyor, tir tir titri-yodum.
Dışarıdakiler, gürültüyü artırıyorlar, mutlaka içeri girmek istiyorlardı.
- Bir parça daha, rica ederim, bir dakikacık, hepinizi çağıracağım, diye yalvardım. Fakat onlar inanmadılar:
- Aldatıyor, soyunduktan sonra çağıracak, diye bağrışarak kapıya dayandılar.
işte o zaman, iki taraf arasında heyecanlı bir uğraşmadır başladı.
Dışarıdakiler, çocuk, büyük karmakarışık itişerek, gülüşerek kapıyı zorluyorlardı. Ben kollarımın bütün kuvvetiyle içeriden müdafaa ediyordum.
Sofada demirli potinleriyle tepinerek: "Hücum... Hücum... Muharebe var" diye bağrışan çocukların sesine bütün köşk halkı koşuyordu.
Matmazel, omuz başımdan:
- Yapmayınız, Allah aşkına, çekilin, elbise parçalanıyor, diye bağırıyor, fakat sesini işittirmeye muvaffak olamıyordu.
Bir aralık, nedense gürültü kesilir gibi oldu. Kapıya bir ayak sesi yaklaşıyordu. Kâmran'ın sesi:
- Aç, Feride, benim. Bana yasak yok tabii. Bırak, sana yardıma geleyim, dediğini işittim ve büsbütün çıldırdım. Bu sefer:
- Hepsi gelsinler, ziyanı yok, sen olmaz. Sen Allah aşkına git. Vallahi ağlayacağım, iyice yalvarmaya başladım.
Fakat Kararan, bu yalvarışıma aldırmadı, kapıya hızla dayanarak iki kanadını ardına kadar açtı.

108
Reşat Nuri Güntekin

Ben çığlık çığlığa odanın bir köşesine kaçtım ve elime geçirdiğim bir mantoya sarılarak büzüldüm. Matmazel, bayılacak haldeydi:
- Güzelim elbise gitti, diye adeta saçını, başını yoluyordu. Kâmran mantoyu bir ucundan tuttu ve gülerek:
- Mağlubiyetini artık teslim etmen lâzım Feride, dedi. Aç, elbiseni göreyim.
Bende, artık ne ses vadi, ne hareket. O, biraz bekledikten sonra devam etti:
- Feride, şimdi sokaktan geldim. Çok yorgunum. Uğraştırma beni, elbiseni o kadar merak ediyorum ki, inat edersen zora müracaat etmek mecburiyetinde kalacağım. Bak, beşe kadar sayıyorum: Bir iki, üç, dört, beş...
Kâmran mümkün olduğu kadar geciktirdiği bu beşten sonra, mantomun ucunu çekince yüzümü gözyaşlarına bulanmış gördü, fena halde şaşırdı ve yarı zorla odayı boşaltarak kapıyı kapadı.
Matmazelin hayretten dili tutulmuştu. Kâmran da aşağı yukarı o haldeydi, biraz sonra mahcup ve müteessir bir sesle:
- Affet beni, Feride, dedi. Ben, sana küçük bir şaka yapmak istemiştim. Buna hakkım var sanıyordum. Fakat, hâlâ o kadar çocuksun ki... Beni affediyorsun değil mi?
Başımı hâlâ mantomun içinde saklayarak cevap verdim:
- Peki ama sen, hemen odadan çıkmalısın.
- Bir şartla. Seni bahçenin nihayetindeki kayanın yanında bekleyeceğim. Hatırlıyor musun, dört sene evvel bir akşam, seninle orada barışmıştık. Şimdi de öyle yapacağız. Söz mü?
Kısa bir tereddütten sonra:
- Peki, gelirim, dedim. Ama sen, şimdi git.
Zavallı matmazelin bu acayip tabiatlı gelinle konuşmaya bile artık cesareti kalmamıştı. O, ağzını açmadan beni soyduktan sonra, tekrar kısa etekli pembe elbisemi giydim, üstüne siyah mektep önlüğümü geçirdim, sonra Müjgân'ın bile yüzüne

ÇALIKUŞU 109
bakmadan odadan kaçtım ve gözlerimdeki kırmızılık geçinceye kadar soğuk su ile yüzümü yıkadım. Bahçeye indiğim zaman ortalık kararıyordu. Şimdi asıl mesele, kendimi kimseye göstermeden onun yanına kapağı atmaktı.
Kendi kendime dolaşıyor gibi yaparak, mutfağın arkasından dolaştım, aşçı ile bir iki kelime konuştum. Sonra ağır ağır dış kapıya yürümeye başladım. Maksadım, izimi büsbütün kaybettirdikten sonra bahçe duvarının dibinden onun yanına inmekti. Fakat...
*
Daima açık duran sokak kapısının dışında siyah çarşaflı, uzun boylu bir kadın gözüme ilişti. Peçesi kapalıydı. Köşkten bir şey sormak istediği halde, içeri girmeye cesaret edemiyor gibi bir hali vardı.
Kâmran, epeyce zamandan beri beni bekliyordu. Bu peçenin altından bir bildik çehresi çıkmasından ve beni söze tutmasından korkarak yolumu değiştirdim ve ağaçların arkasına da-laya çalıştım. Fakat.o, birdenbire beni çağırdı.
- Küçükhanım, biraz zahmet eder misiniz, efendim? Çaresiz, döndüm, kapıya doğru yürümeye başladım:
- Buyurunuz hanımefendi, bir emriniz mi var?
- Merhum Seyfetin Paşa'nın köşkü değil mi?
- Evet, efendim.
- Siz köşkten misiniz, efendim?
- Evet.
- O halde sizden bir ricada bulunacağım.
- Emrediniz, efendim.
- Ben, Feride Hanımefendi ile görüşmek istiyorum. Hafifçe irkildim, gülmemek için başımı eğdim, ilk defa işittiğim bu "hanımefendi" sözü bana öyle tuhaf geliyordu ki... Feride Hanı-mefendi'nin ben olduğumu mümkün değil, söylemeye cesaret edemeyecektim. Dudaklarımı ısırarak:

110
Reşat Nuri Güntekin



- Çok âlâ hanımefendi, dedim. Buyurun, lütfen içeri; köşkten sorarsanız size Feride Hanım'ı çağırırlar.
Siyah çarşaflı kadın, kapıdan girmiş yanıma yaklaşmıştı:
-Size tesadüfüm çok iyi oldu, çocuğum, dedi. Sizden bir yardım rica edeceğim. Benim Feride Hanım'la yalnız olarak konuşmama delalet edeceksiniz. Mümkünse kimsenin bundan haberi olmamalı.
Hayretle yüzüne baktım. Ortalık kararmış olduğu ve peçesini hâlâ açmadığı için yüzünü fark edemiyordum. Hafif bir tereddütten sonra:
- Hanımefendi, dedim. Acayip bir kıyafette olduğum için birdenbire cesaret edemedim. Fakat Feride benim. Kadın, hafif heyecanlandı:
- Kâmran Bey'le evlenecek Feride Hanım mı?
- Köşkte bir tane Feride var hanımefendi, diye gülümsedim.
Siyah çarşaflı kadın, birdenbire durmuştu. Biraz evvel kendisini Feride ile görüştürmemi sabısızhkla istediği halde şimdi karşımda put kesilmesine ne mana vermeliydi? Acaba Feride'nin ben olduğuma hâlâ inanamıyor muydu? Yoksa başka bir şey mi vardı? Merakımı gizlemeye çalışarak tekrar konuşmaya mecbur oldum:
- Emrinizi bekliyorum, hanımefendi. Garip şey, kadın hâlâ ağzını açmıyordu. Biraz ileride ağaçların arasında bir bahçe kanepesi gözüme ilişti:
- isterseniz şuraya gidelim, hanımefendi, dedim. Kimse bizi rahatsız etmeden konuşabiliriz.
Kadının sükûtu, biz kanepeye oturduktan sonra da devam etti. Fakat, nihayet karar vermiş olacak ki, elinin sert bir hareketiyle peçesini kaldırdı ve otuz yaşlarında, zeki ve sinirli bir kadın çehresi meydana çıktı. Havanın karanlığına rağmen benzinin korkunç surette sararmış olduğu görülüyordu.

ÇALIKUŞU . IH
- Feride Hanım, dedi. Ben, bir eski arkadaşımın zoruyla bir elçi vaziyetinde buraya geliyorum. Fakat, üzerime aldığım vazifenin bu kadar güç olduğunu kestırememiştim. Biraz evvel sizi görmek için ısrar ettiğim halde şimdi adeta kaçmak istiyorum.
Vücuduma bir titreme yapıştı; kalbim şiddetle çarpıyordu. Fakat biraz cesur olmazsam onun dediğini yapacağını, kaçacağını hissettim. Mümkün olduğu kadar sakin bir tavır takınmaya çalışarak:
- Vazife vazifedir, hanımefendi, dedim. Cesur olmak lazım. Bahsettiğiniz, beni tanıyor mu?
- Hayır. Daha doğrusu şahsınızı görmemiş. Yalnız Kâm-ran Bey'in nişanlısı olduğunuzu biliyor.
- Kâmran Beyi tanıyor mu?
Artık, bende de daha fazla sormaya kuvvet kalmamıştı. Bu dakikada meraktan çıldıracak gibi olduğum halde, o, sahiden gitmeye kalksa, zannederim yolundan çeviremeyecektim.
- Dinleyin beni Feride Hanım. Niçin birdenbire durakladığımı anlamıyorsunuz. Burada ermiş, yetişmiş bir hanımla karşılaşacağımı umuyordum. Halbuki önüme adeta bir mektep çocuğu çıktı. Sizi fazla müteessir etmekten korkuyorum. Te-reddütümün sebebi bu.
Yabancı kadının bana acır gibi bir hali vardı. Bu, izzetinefsime dokundu ve bana bütün kuvvetimi iade etti.
Ayağa kalktım, kanepenin önündeki ağaca arkamı dayadım, kollarımı kavuşturarak sakin ve hatta vakur bir sesle:
- Bu vaziyette tereddüt doğru değil, dedim. Görüyorum ki, konuşacağımız şey mühim. Onun için teessürü falan bir tarafa bırakarak açık konuşursak daha iyi olur.
Kadın benim bu cesur tavrım karşısında biraz kendini topladı ve bir sual sordu:
- Kâmran Bey'i çok seviyor musunuz?

112
Reşat Nuri Güntekin



- Bunun sizinle alakasını göremiyorum, hanımefendi.
- Belki vardır, Feride Hanım.
- Açık konuşmazsak işin içinden çıkamayacağımızı evvelce söyledim, hanımefendi.
- Peki, öyle olsun. Size Kâmran Beyi, bir başkasının da sevdiğini haber vermeye mecburum.
- Olabilir, hanımefendi, Kâmran, birçok meziyetleri olan bir gençtir. Bir başkasının onu gözüne kestirmiş olmasında hiç fevkalâdelik görmem.
Bu, bir yaprak bile kımıldamayacak kadar sakin ve güzel yaz akşamında beklenilmez bir fırtınanın gelip çattığını gayet iyi anlıyor, fakat nereden geldiğini anlayamadığım bir kuvvetle buna karşı durmaya kendimi hazır buluyordum.
Kadına söylediğim son cümlede bir parçajalay bile vardı. Ayağa kalkmamakla beraber yerinde doğrulusundan, sinirli bir hareketle çarşafının eteklerini düzelterek kanepenin tahtalarını tutuşundan, onun da artık bu işi kısa kesmeye karar vermiş olduğunu anladım. Makine gibi çabuk ve adeta renksiz bir sesle söyledi:
- ilk bakışta sizi bir çocuk gibi görmüş olmakla beraber, mükemmel yetişmiş yüksek bir genç kız karşısında bulunduğumu anlıyorum. Kâmran Bey maalesef sizi lâzım geldiği kadar takdir edememiş. Yahut, ne bileyim, belki takdir ettiği halde geçici bir zaafa kapılmış. Hasılı, iki sene evvel bahsettiğim arkadaşla Avrupa'da tanışmışlar. Bilmem, size daha fazla tafsilat vermek doğru olur mu?
Başımı salladım:
- Sözlerinizin doğru olduğunu ispat için evet.
- Arkadaşımın adı Münevver'dir. Eski mabeyincilerden birinin kızıdır, ilk defa sevdiği bir adamla evlenmiş, bahtiyar olamamıştı. Sonra hastalandı. Doktorlar Avrupa'ya gönderilmesini tavsiye ettiler. Tam iyi olup memleketine döneceği bir sırada başına bu geldi. Kâmran Bey, bir aralık isviçre'ye gitmiş.

ÇALIKUŞU 113
izinle mi, vazifeyle mi, pek bilemiyorum. Tesadüfleri orada olmuş. Kararan Bey, bir hafta için İsviçre'ye geldiği halde iki aya yakın bir zaman orada kalmış, Hatta bu yüzden galiba bir cezaya da uğramış.
- Müsaadenizle bir sual, dedim. Arkadaşınızın bunları benim haber almamı istemekten maksadı ne?
Yabancı kadın, bu defa ayağa kalkmaya mecbur oldu. Eldivenli ellerini ovuşturarak:
- İşte bunu söylemek güç, dedi. Münevver, bugün sizin düşmanınız vaziyetindedir.
- Estağfurullah.
- Öyledir, Feride Hanım. Fakat hiç fena bir insan değildir. Gayet içlidir. Kâmran Bey, onun için rasgele bir macera değildir. Onunla evlenmeyi umuyordu. Bir kabahat varsa tamamıyla Kâmran Bey'de. Çünkü bir başkasıyla sözlü olduğunu bile saklamış. Beni bu çirkin vazifeyi üstüme almaya sevk eden şu ki, zaten hasta olan bu içli kadının ölmesinden korkuyorum.
- Doğru söylediğinizden nasıl emin olayım?
- Niçin yalan söyleyeyim, öyle? Münevver, bu haberden sonra katiyen yaşamaz.
- Yazık zavallıya.
- Daha doğrusu ikinize yazık.
Fazla ileri gittiğini anlatmak ister gibi elimle bir işaret yaptım ve güldüm:
- Beni karıştırmayınız, siz şimdilik yalnız onu düşünebilirsiniz.
- Niçin, Feride Hanım? Gerçi Münevver, bunca senelik arkadaşım. Fakat, siz de çok iyi ve bu işte tamamıyla suçsuz, günahsız bir genç kızsınız. Onun için size de acırsam...
Bu defa, daha sertleştim, mağrur bir tavırla:
- Ona müsaade edemem, dedim. Hem zannederim ki artık konuşacak şeyimiz de kalmadı.
Yabancı kadının, bir şey aramak ister gibi, ara sıra el çan-
Çalıkuşu - F.8

114
Reşat Nuri Güntekin



tasını açıp kapadığını görüyordum. Benim artık konuşmaya nihayet vermek istediğimi görünce bir buruşuk kâğıt çıkardı.
- Feride Hanım, sözlerimden belki şüphe edersiniz diye size Kânıran Bey'in bir mektubunu getirdim. Bilmem, onu görmek sizi müteessir edecek mi?
Mektubu evvela elimle itmek istedim. Fakat sonra yanlış bir şey yapmış olmaktan korkarak aldım.
- İsterseniz onu size bırakayım. Sonra okursunuz. Arkadaşıma artık lüzumu kalmadı. Omuzlarımı silkerek:
- Bana bir faydası olmayacak dedim. Bir hatıradır; kendisinde kalması daha iyi olur. Yalnız bir dakika müsaade ederseniz bir göz gezdireyim.
Karanlık artmıştı. Ağaçların arasından yola çıkarak mektubu gözlerime yaklaştırdım, zaten bu yazıya alışık olduğum için okumaya başladım:
"Benim Sarı Çiçeğim" diye başlıyordu. Arkasından bir sürü edebiyat. Güneş doğmadan evvel nasıl dünyaya belli belirsiz bir aydınlık yayılırsa, "Sarı Çiçeği" görmeden evvel de onun kalbine böyle bir aydınlık yayılmış, "içimde anlaşılmaz bir sevinç var. Ben, mutlaka fevkalâde bir şeyle karşılaşacağım!" diyormuş. Nihayet o fevkalâdelik olmuş, bir akşamüstü otelin bahçesinde ışıklar yanarken "Sarı Çiçeği" karşısında görmüş...
Ondan ötesini o kadar çabuk okuyordum ki, gözlerim gittikçe artan karanlık içinden yazıları o kadar fena seçiyordu ki, hemen hiçbir şey aklımda kalmadı, diyebilirim. Yalnız bilmem neden mektubun birkaç defa tekrar ettiğim şu son satırlarını hâlâ şimdi bile gözümün önünde buluyorum:
"Gönlüm boştu. Sevmeye ihtiyacım vardı. Sizi uzun ince vücudunuzla, menekşe gözlerinizle karşımda görünce her şeyin rengi değişti."
Yabancı kadın, ağır ağır yanıma gelmişti, sesi titreyerek: