28 Eylül 2009 Pazartesi

atilla ilhan - sohbet yazıları

Attilâ İLHAN Söyleşi


'Sivil' Küreselleştirme... 10 Ocak 2001
O pek ünlü 'Yalan Rüzgârı' TRT 'de gösterime yeni girmişti: sade suya tirit, bir 'pembe dizi' ! Kurum'daki görevinden ayrılmış, eski TRT görevlisi dostumun söyledikleri, hâlâ kulağımdadır: ''- ... yıllardır bu diziyi bize 'sokmaya' çalışırlardı; her defasında, yayın düzeyini nasıl düşüreceğini hesaplar, kabul etmezdik; işte, nihayet muratlarına kavuştular!'' Pembe diziler, ortalama seyirciyi, ağdalı bir duygusallıkla oyalayıp 'etkisiz hale getirirler' ; fonksiyonları budur. Yo, hayır: Bir işe daha yarıyorlarmış, öğrenmek istemez miydiniz? Hoş, o da aynı kapıya çıkıyor ya, neyse!..
Meğer o 'pembe diziler'...
Sırbistan 'da 'hayati' seçimler yaklaşırken 'bağımsız' (siz 'Amerikancı' anlayabilirsiniz) televizyonların baş kaygısı; önceki seçimlerde, sandıktan uzak duran kırsal seçmenleri; nasıl edip de oy vermeye razı edebilecekleri imiş! Eğer seçime katılırlarsa, 24 Eylül 'de sonuç değişecek! Çare kolay: Batı 'dan gizlice aktarılan dolarlarla, bu kanallar -ki aşağı yukarı Sırbistan 'da otuz kadarmış- her şeyi bırakıp; önce Meksika'dan ya da başka bir ülkeden 'pembe diziler'i satın alıyorlar; sonra, 'kırsal' ekranlara sokuyorlar; arkasından da, 'oy verme hakkını' savunan belgeseller gösterip sonuçları etkiliyorlar. Soros Vakfı'nın (Fondation Soros), Yugoslav media 'larına yardımlarını örgütleyen Gordanna Yankoviç , konuyla ilgili olarak ne demiş biliyor musunuz; aynen şunları: ''- ... bu yardımlar olmasaydı sonuçlar farklı olurdu!''
Bu da, 'Küreselleşme' nin bir türü, ama şehirlerarası uygulaması, daha ilginç görünüyor: 'Muhalefet' in elindeki bazı şehir belediyeleri de, BM 'nin ambargo koyması yüzünden sıkıntıdalar mı; Miloşeviç 'e karşı oy verirse, ne avantajlar sağlamış olacağını ahaliye anlatabilmek için; Avrupa Komisyonu, 1999 sonbaharında, bunlardan yedisine 20.000 ton fuel-oil tahsis ediyor; operasyonun adı ilginç, Energy for Democrasy / Demokrasi İçin Enerji. Almanlarla Norveçliler, daha da uyanık, onların operasyonları farklı: 'Asphalt for Democracy / Demokrasi İçin Asfalt' . Yani düzinelerce kamyon, NATO bombardımanlarında yıkılmış köprüleri ve yolları onarabilsinler diye, 'muhalif' belediyelere zift ve katran taşıyor. Şu anda İçişleri Bakanı olan Zoran Zivkoviç , bu konuda ne demiş, bakar mısınız: ''-...bu operasyonlar, 'muhalefet'in ve Kostunica'nın aldığı oyları yüzde 20 arttırdı; zaten 5 Ekim'de Parlamento'nun işgali sırasında, Belgrad'a yığılan kalabalık, Avrupa'nın destek verdiği şehirlerin belediyelerinden gönderilmişti; bana inanınız.''
'Cunta' ve 'darbe' değil, belediyelere, 'sivil toplum kuruluşları' na, partilere ve medialar'a 'yardım' ; Yeni Dünya Düzeni 'nin 'küreselleştirme' de tercih ettiği yeni yöntem bu!
Şimdi isterseniz Vinvent Jauvert 'in, rakamlara dayalı şaşırtıcı röportajına devam edebiliriz.
'Vakıflar' ne işe yarıyor?
''...İngilizlere gelince, Tony Blair 'in 1999 'da 30 milyon franklık bir vaadi vardı; masanın üstüne, önce onu koydular; bu meblağın büyük bir kısmı, üç İngiliz siyasi partisinin ortaklaşa yönettiği Foundation Westminister adındaki acayip devlet vakfı tarafından dağıtıldı. Almanlar da seçimlerden önceki son üç ay içinde 70 milyon frank ödediler; hangi kanallardan mı, onlar da siyasi partilerin, SPD ve CDU'nun güçlü vakıfları stiftungen'lerin aracılığıyla! Sırbistan 'da halkın çok iyi tanıdığı İskandinav ülkeleri de 'yardım' dan geri kalmamışlardı, özellikle Norveç 'in 20 milyon frank dolayında bir ödeme yaptığı biliniyor...''
''... Yugoslavya 'daki 'galeyan' ın bellibaşlı donatıcıları arasında kimler bulunmuyor ki? Sözgelişi ünlü milyarder George Soros 'un vakfı da bulunuyordu; Belgrad 'daki temsilcisi Sonia Licht 'in söylediğine bakılırsa, bu yıl Sırbistan'a 40 milyon frank sarfetmiş. Herkesin hantallığında ve aşırı bürokratlığında sözbirliği ettiği Avrupa Komisyonu bile, aşağı yukarı 20 milyon franklık bir bağış yapmış. Peki ya Fransa ?.. Fransa'nın 'yardımı' hayli 'marginal' , hatta bazılarına göre 'gülünç' . 1999 Kasımı 'nda Dışişleri Bakanlığı 'ndan Sırp 'sivil toplum kuruluşları' na, hepi topu 3 milyon frank çıkarılmış; çeşitli Fransız şehirlerinden de, 'muhalif' Sırp şehirleri için, bir o kadar -ama bu gerçekleşememiş bile! Nihayet seçim arifesinde Başbakanlık örtülü ödeneğinden, OTPOR ve G/17 Uzman Grupları 'na yardım olsun diye, 3 milyon frank tutarında bir ödenek ki, danışman Hubert Redrin 'e göre, bu onların bir 'Beyaz Kitap' yayımlayabilmelerine olanak sağlamış'' .
''...yani yüzlerce milyon, ama aslında kime? Önce medialar 'a! Beta Ajansı 'nın patronu Radomir Dikliç diyor ki: ''-...bu yıl kâğıt karaborsaya intikal etmişti, açık pazardan kâğıt alabilmek imkânsız; karaborsaya, kâğıt kaçakçılarına başvurmak zorundayız; alışveriş peşin, üstelik Alman Markı olarak ödeniyor...'' Durum, bu yüzden, geçen Mayıs'ta ümitsiz; çünkü gündelik ve haftalık 'bağımsız' ve 'muhalif' dergi ve gazeteler basılamıyor. O sırada Radomir Dikliç öğreniyor ki, Poncova 'da iki yüz ton kâğıtla yüklü bir gemi, boşaltılmayı beklemektedir; kağıt aslında 'resmî media' nın kâğıdı, ama gemiyi Miloşeviç 'in bir yakını tutmuş, patron o; Dikliç onunla temas kurup ona, 'yabancı bir hesaba, üstelik yüzde 30/40 daha pahalı, dövizle ödemeyi' öneriyor. Toptancı, önce tereddütten sonra kabul ediyor, ama bir şartı var; kâğıtların tesliminden önce ödeme güvencesi sağlansın!..''
Galeyan 'sivil mi, değil mi?'
''...kim mi ödedi? Hollanda'dan bir 'sivil toplum örgütü' Ross Now'un başkanı Paul Stall; eğer o olmasaydı, o iki yüz ton kâğıdı sağlamasaydı; ya da onların benzeri diğer yüzlerce kişi olmasaydı, seçimler esnasında Yugoslavya 'da 'bağımsız' gazeteler çıkamayacaktı. Bir başkası, Doğu Avrupa mediaları 'nın en iyi uzmanlarından birisi olan Benedicte Berner ne demiştir: '...radyo ve televizyonlar için de durum bu kadar vahimdi!' Örnekler arasından bir örnek: 'bağımsız' radyolardan B92 'nin yayın hakkı, Belgrad 'da elinden alınmıştı; ne var ki teknik bir ustalık sayesinde, aynı radyo, hemen hemen ülkenin her tarafından dinlenebiliyordu. Nasıl mı? Internet ve BBC'nin bir uydusu sayesinde; B92 habercilerinin röportajları, düzinelerce 'hür radyo'dan yayımlanıyordu: Batı, montaj masalarının, vericilerin, gidiş geliş yol masraflarının ve röportajcıların masraflarını 'cebinden' ödemişti...''
''...seçim kampanyası yaklaştıkça, B92 'nin sahibi Veron Matiç , 'rejim 'in, bu 'bağımsız' radyoları kapatacağından korkmaya başlamıştı. 'Sansür 'den kurtulmanın çaresi, komşu ülkelerden yayına geçmek; oralardan, sınır çevresine ulaşabilmekti. Romanya ile, Bosna Sırp Cumhuriyeti ile anlaşmalar yapıldı; oralara, Amerikalı ve Sırp uzmanlar, her türlü yayın bozma tekniğine dayanıklı büyük verici antenler yerleştirdiler. Veran Matiç, gerçeği saklamıyor, diyor ki: '-...masrafları, Amerikan Ajansı AID ödedi!'' (Le Nouvel Observateur, 7 Aralık 2000)
Ne buyrulur? 'Galeyan' 'sivil' mi, değil mi?




Söyleşi Attilâ İLHAN



İt Ürür, 'Tarih' Yürür!... 31 Ocak 2001
Bilin bakalım, bence şu son derece önemli haberi; hangi 'büyük' televizyon kanalımızın, haberlerinde gördünüz; ya da, hangi 'büyük' gazetemizin, sütunlarında okudunuz?
''...Dünya elektrik üretiminin, halen yüzde 18'ini karşılayan, nükleer endüstrisinin durumu; Uranyum Enstitüsü' nün, 25'inci yıllık sempozyumunda tartışıldı. / Dünyanın önde gelen nükleer kuruluşlarının üst düzey temsilcisi ve yöneticilerinin katılımıyla, nükleer enerji ile ilgili tüm sorunların ve gelişmelerin tartışıldığı bu önemli toplantı, 30 Ağustos / 1 Eylül 2000 tarihleri arasında Londra' da yapıldı. /...''
''...Sempozyum yaklaşık 500 delegenin katılımıyla gerçekleşti. Toplantıda 'Nükleer Gücün Geleceği', 'Nükleer Yakıt Endüstrisi', 'İletişim ve Kamuoyu Davranışı', 'Avrupa'da Nükleer Gücün Durumu', 'Elektrik Üretim Pazarında Rekabetin Etkisi', 'Nükleer Malzemelerin Taşınması', 'Nükleer Güç ve Çevre Politikaları' ana başlıkları altında, nükleer endüstrinin durumu, sorunları ve geleceği tartışıldı. / Sempozyum öncesinde ise, 'Business and Public Affairs' adı altında bir forum düzenlenmişti...''
Beyhude kafanızı yormayın! Ne televizyonda gördünüz, ne de basında gözünüze çarptı. Türkiye media' sı, dünyanın kaderini ilgilendiren bu önemli toplantıda yoktu. Hem de, Sempozyum öncesindeki Forum' da, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu' ndan, uzman B. Gül Göktepe, 'konuşmacı davetli' olarak katıldığı halde...
İnsan ülkesinin, uluslararası bir nükleer sorunlar toplantısında, hangi düzeyde ve hangi fikirlerle temsil edildiğini merak etmez mi? Eder, elbette eder: hele Nükleer Enerji konusunda kamuoyumuzda oluşturulan 'menfi' (olumsuz) atmosferle; Londra'daki sempozyuma yansıyan, dünyadaki 'müsbet' (olumlu) atmosfer arasındaki farkı öğrenirse!..
Ne dersiniz? Sorunu, hem de oradaki Forum' un onca davetlisi karşısında konuşmuş, 'uzman' B. Gül Göktepe' nin ağzından dinlemek, iyi olmaz mı?
Türkiye'de 'Manzara-i Umumiye'...
''... Türkiye' de 1999 yılında ve 2000 yılının ilk altı ayında, 'Nükleer Santral Gerek mi, değil mi?' tartışmaları, kamuoyunda ve Media' da devam ederken; Temmuz ayında, Akkuyu ihalesinden vazgeçildi. Hem de, 'resmen' üçüncü kez cayılmış oldu. Ya da, 'resmi beyanatlara göre', Türkiye' de Akkuyu Nükleer Santral projesi, bir süre için 'donduruldu'. Bazılarına göre, rafa kaldırıldı. Bazılarına göre, Türkiye' de bu işin üstesinden gelebilecek politikacılar zaten yoktu. Bazılarına göre de bu işin altında, başka işler yatıyordu; dışarıya sızan 'kötü kokular' sebebiyle vazgeçilmişti. Kimine göre ise, Türkiye' nin ilerlemesini istemeyen yabancılar, bir şekilde gene bu işi engellemişti. Bir diğer kesim, özellikle nükleer karşıtlarının başını çekenler, 'başbakanı biz etkiledik' gibilerinden, 'çevreselliğe' soyundular. İhalenin iptalinden duydukları memnuniyeti, internetten kutlama mesajlarıyla geçerek, kendilerine pâye çıkardılar...''
''...bu arada dünya yeni bir binyıla girmişti. En hayati meselelerin, özellikle, enerji sorunu ve iklim değişikliğinin üstesinden gelebilmek için, 'uzun dönem' plan ve politikaları yapılıyordu. Ne var ki, dünya yeni milenyuma yeni akımlarla ve yeni teknolojik 'sıçramalarla' girerken; Türkiye'de mektep münazaraları' şeklinde, 'Nükleer Teknoloji olsun mu, olmasın mı?' noktasından ileri gidilemedi. Oysa 20. yüzyıla damgasını vuran nükleer teknolojide, son yıllarda, özellikle güvenlik konusunda kaydedilen büyük ilerlemelerle, bir çağ daha atlanmıştı. Ancak Türkiye' de kamuoyu, anti/nükleer grubun sesini yükseltmesiyle ve aynı nakaratlarıyla, Çernobil' e takılı kaldı...''
Çağdaş sorunların 'odak noktası'...
''...Öyle ya, nükleer teknolojiyi isteyenler varsa, karşı çıkanlar da vardır. Dünyada nükleer enerji kullanımına karşı çıkanlar hep olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Ancak dünyadaki nükleer enerji aleyhtarı kişi, ya da örgütlerin ortaya çıkışı, eylemleri, istekleri; temel olarak dayandıkları argümanlar incelendiğinde, fevkalâde ilginç bulgular ortaya çıkmaktadır. Bu arada dünyada nükleer teknoloji gelişmiş, yerleşmiş, ekonomik olarak ispatlanmış, iki önemli santral kazası ardından, büyük değişimlere uğramıştır. XX.yy'a atom çağı damgasını vuran santrallar, tüm tartışmalara rağmen gelişmiş ve dünya elektrik üretiminin yüzde 18'ini karşılayacak kapasiteye ulaşmıştır...''
''...Nükleer teknoloji, geride bıraktığımız XX. yy'ın ve yeni milenyumun ilk yüzyılının, en önemli, en stratejik, aynı zamanda 'en geniş spektrumlu' meselesidir. Enerji, elektrik üretimi, nükleer silahlanma/silahsızlanma, çevre, tıbbî uygulamalar gibi en güncel, çağdaş ve hayati meselelerin odak noktasında oturmaktadır... ''.
''...Türk halkında negatif aşılama kampanyasına dönüşen, anti/nükleer algılamalarda; sürekli olarak ABD' de yeni santral kurulmadığı, Batı lı ülkelerin nükleer elektrikten, üretiminden vazgeçtiği, tamamen rüzgâra yöneldiği gibi iddialar gündemdeydi. Bazıları da Avrupa ve Amerika' nın, yirmi yıl önceki 'demode' nükleer karşıtı görüşlerini, buldukları her fırsatta tekrarlayıp durdular. Bunlara bir de köşe yazarları, radyo programcıları, sunucular, sanatçılar, milletvekilleri katıldı. Türkiye tam bir enerji kaosu içindeyken, nükleer santralların Türkiye için olası kötülüklerini anlata anlata bitiremediler...'' (12 Ocak 2001)
Her aşamada doğrulanacak...
Mevlidin 'firaklı yeri', daha sonra geliyor ama, sanırım 'nükleer teknoloji' sorununu kamuoyunda tartışmaya koyarken; daha ilk söyleşide mutabık kaldığımız 'tesbit', zaman içindeki gelişmelerle, her aşamada doğrulanacaktır: Gütenberg'in matbaasına, onun Devlet-i Aliyye-i Aliyye'ye 'girmesi'ne karşı çıkan, zamanın Osmanlı 'uleması', nasıl 'çağdaş medeniyet seviyesi'nin gerisinde kalmamıza yol açmışsa; nükleer teknolojiye, -şu veya bu nedenle- karşı çıkmayı marifet sayan, zamanımız 'uleması' da, aynı vahim yanılgıya düşmektedir.


Söyleşi Attilâ İLHAN



40 Yıldır, 'Havanda Su Dövülüyor' 21 Mart 2001
Plağı değiştirelim mi? Üst üste, iki şaşırtıcı okur uyarısı; taban tabana zıt, iki 'şahsiyet' le ilgili: biri Nâzım Hikmet , bunların; öbürü... (sıkı durun) Kemal Derviş ! İki 'vefakâr' okur, kamuoyunda tartışıldıkları sırada, yaklaşık yirmi yıl 'mukaddem' , benim 'Dünya' gazetesinde yazdıklarımı hatırlıyor: bir 'köşe yazarı' için, en büyük mükâfat elbette budur! Basının 'hacâleti' de, o yazıları okurdan önce hatırlayıp, şüphesiz güncele alamamak! Bilirsiniz Anatole France , ne yaman lâf etmiştir: ''İnek süt içmez!'' . Peki, gazeteci 'milleti' gazete okur mu?

İlk uyarı, Nâzım 'ın kişiliğiyle ilgili: nâ'şının Türkiye 'ye nakli, yeniden yurttaşlığa alınması filân tartışılıyor ya; 'Soğuk Savaş' artığı bazı ağızlar ve kalemler, şairin 'Komünistliği' ni ve 'vatan hainliği' ni; -o artık bıkkınlık veren, temcit pilâvını, yeniden ısıtıp- halkın burnuna dayadılar. Nâzım elbette 'Komünist' ti, komünistti ama, her zaman ' oppozitsiya /muhalefet' saflarındaydı; o kadar ki TKP 'den 'çıkarılmış' ; Komintern 'in dergisi Rundschau 'da, 'Ankara' ya 'çalıştığına' dair, 'jurnaller' yayımlanmıştır. Rusya 'ya intikalinden sonra, 'Brejnef toplumu' üzerine ne düşündüğü, daha o sıralarda; KUTV 'den tanıdığı Joseph Berger 'e anlattıklarından, açıkça anlaşılır: ''...Sovyetler'de bıraktığım bütün eski arkadaşlarım, Stalin tarafından ya öldürülmüş, ya sürgünde ölmüş; beni kurtaran, Türkiye'de cezaevinde bulunmuş olmam!'' Nâzım Hikmet 'in gerçek 'kimliğini' ve 'kişiliğini' açıklayan bu mülâkatı; 70'li yıllarda Türkçeye çevirip, 'Dünya' da, etraflıca yayımlamıştım (3-8 Şubat, 1977); okurun, tekrar yayımlanmasını arzu ettiği, işte o yazılardı.

İstek, aklıma yattı: daha geniş bir kitleye hitap imkânı verdiğinden, onu 'Zaman İçinde Yolculuk' ta ( TRT/2 , Cumartesi, 20.35) yerine getirmeyi uygun gördüm; zira Nâzım Hikmet 'in, Mustafa Suphi Bey 'in katlinden itibaren, hep 'oppozitsiya' da kalan Şevket Süreyya , 'Sarı' Mustafa (Börklüce), Hamdi Şâmilof, Esat Âdil, Mehmet Ali Aybar gibi 'şahsiyetlerin' arasında olduğu, şaşmaz bir tarih 'gerçeği' dir.

ABD'yi 'yuva edinmiş' biri...

B ayram öncesi, İstanbul sayfiyesinde kaybolmak üzereyim, telefon; 'Akit' gazetesinden, bir sorumlu arıyor: onların bir köşe yazarı, benim yaklaşık yirmi yıl önce, Kemal Derviş 'ten 'Amerikalıların adamı' diye bahsettiğimi yazmış, acaba doğru muymuş? Şaşırmadım dersem, yalan! Dikkatli bir okur olduğu aşikâr, o köşe yazarını, elbette doğruladım: 'filhakika' , 'Dünya' daki 'ortaklaşa' söyleşilerimde, 'mumaileyhten' sıkça, -üstelik bu özelliğini belirterek- söz ederdim. Tatil dönüşü, tele/sekreterin ağzından, neyi duysam iyi; aynı 'Akit' sorumlusu, bana o yazılarımın 'Akit' te manşet olduğunu, bildirmemiş mi?

Aslına bakılırsa, kırk yıldır, 'havanda su dövülüyor' : 'Sistem' -mâhiyeti icabı- denetimine alacağı ülkelerden, bazı yetenekli çocukları 'himâyesine' alıp, 'çıkarlarına uygun' bir kafa yapısıyla 'yetiştiriyor' ; 'hin-i hâcette' , 'paralel' kuruluşlarında istihdam eylediği, bu 'zevatı' ; sırasına göre 'danışman' , sırasına göre 'prens' , sırasına göre 'kurtarıcı' rolünde, bir güzel kullanıyor. 12 Mart sonrasında kurulan, kabinedekileri kim hatırlamaz? 12 Eylül 'den sonraki, Özal 'ın 'prensleri' ni falan? Kemal Derviş , bunlardan biri; ABD 'yi 'yuva edinmiş' yıllar boyu; Üçüncü Dünya ülkelerinin 'evcilleştirilmesi' planlarını; IMF 'nin, malûm ve mahût 'yeniden yapılanma tasarıları' nı, sağa sola önerip, 'uygulanması' amacıyla ter döküyor. 70 'li yıllarda, Karaoğlan 'ın 'sağ kolu olmak' şerefine, o nâil olmuştu; CHP iktidarında, Planlama ile Yönetim arasında ilk uyuşmazlığı çıkarmak başarısı da vardır ki, kuşkusuz Dünya Bankası 'ndaki sicilinde kayıtlıdır.

Sonra ne düşündüm biliyor musunuz? 'Sistem' in 'el altından' denetlediği 'Soğuk Savaş' artığı politikacılarla; Türkiye 'yi gittikçe asıl istedikleri yere sürüklediklerini pek açık ortaya dökecek, bu son derece usturuplu 'kurgu' ve 'mizansenleri' , niye tekrar gündeme alıp, hâl-i pür-melâlimizi tartışmıyoruz da; 'mumaileyhi' , o dakika 'vatan kurtaran aslan' rolüne lâyık görüp, Dünya Bankası 'ndan 'menkul' kerâmetine övgüler düzüp duruyoruz?

İkincisini yapan pek çok, neredeyse bütün liberal sağcı basın; bâri ben, bu defa da, birincisini deneyeyim!..

Bir 'sistem'in temel taşı...

B ir de 'tespit' : ülkemizde 'Sosyalist Sol' dışından, hemen hiç kimse; Savaş ertesinde 'Sistem' in örgütlediği yeni ekonomik düzenin, kullanmak amacıyla geliştirdiği 'örgütlerin' mahiyetini, doğru dürüst kurcalamamıştı. 'Sosyalist Sol' da, ya 'mecburen' Kominform doğrultusundaki yayınları 'aynen' aktarıyor; ya da 'La Tribune des Nations' , 'Action' , 'Parallele' ve benzeri 'ilerici' ('progressiste') dergi ve gazetelerden yararlanıyordu ki, bendenizin durumu bu idi. Hem Dünya Bankası 'nın, hem de Uluslararası Para Fonu 'nun (IMF) gerçek mahiyetini; daha eserinin girişinde, şamar gibi adamın suratına çarpan, Cheryl Payer 'in 'Borç Tuzağı' kalitesinde bir eser henüz yayımlanmamıştı:

''... Uluslararası Para Fonu , günümüz dünyasının, en güçlü 'hükümetler üstü hükümeti'dir. Denetlediği kaynaklar ve kendisinden borç alan ülkelerin içişlerini etkileyebilme gücü, bu kuruluşa, Birleşmiş Milletler 'in hiçbir zaman erişemeyeceği kadar büyük bir güç sağlamaktadır...''

''... IMF bu korkunç gücünü, ne çalıştırdığı iktisatçılardan, ne de üye ülkelerin atadığı, yönetim kurulu üyelerinden almaktadır. IMF her şeyden önce, bir büyük 'sistem' in temel taşı olarak değerlendirilmelidir. 29 milyar dolar büyüklüğünde, ulusal katılma ödentilerini denetleyen IMF 'nin, 'özel çekme hakkı' biçiminde, para yaratma yetkisi de vardır. Ancak Fon 'un en önemli güç kaynağını, bu kuruluşun, uluslararası bir kredi kurumu olarak sürdürdüğü işlev oluşturur. Özel, resmi ya da Dünya Bankası gibi uluslararası hiçbir banka, IMF önerilerini uygulamamakta direnen bir ülkeye, kredi vermez. IMF 'nin önemi, tüm kapitalist dünya hükümetleri ve sermaye piyasalarının, bu kuruluşa verdikleri yetkiden kaynaklanmaktadır...''

''...II. Dünya Savaşı sonunda kurulan IMF, kuruluşundan başlayarak, uluslararası ve teknik bir kuruluş görüntüsü altında, 'yoksul ülkeleri' Emperyalizm'in mâli disiplini altına sokmanın aracı olarak kullanılmıştır. IMF'nin kuruluşundan sonra, bir ülkenin 'bağımsız kalkınma' çabalarının geleceğini, ülkenin IMF ile ilişkileri belirlemiştir...'' (a.g.e. s. 7/8, Yalçın Yayınları, 1981, İstanbul.)

Son paragrafı, lütfen birkaç kere daha, okur musunuz?









Madalyonun Arka Yüzü



İsmet Paşa'nin Demiryolu Politikası'nı, bir de,madalyonun arka yüzünü çevirerek,irdelemekte fayda yok mudur?Aslında bu ,'erken'Cumhuriyet dönemi iktisat politikasinin, mercek altına alınması demek; o politika,Gazi'nin şu sözlerinde mündemiç sayilabilir:

"...yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları 'iktisat programı'ndan çıkmalıdır.Binaenaleyh evlatlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara o suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, alem-i ticaret,ziraat ve sanatta ve bütün bunların faaliyet sahalarında müsmir olsunlar,faal olsunlar,ameli bir uzuv olsunlar". (Enver Ziya Karal,'Atatürk'ten Düşünceler',s.101,İş Bankası Kültür Yayınları,1956).

Bu düşüncenin nereden geldiğini anlamak için,Gazi'nin bir başka tesbitine göz atmak gerekiyor; O'nun 'fikr-i sabiti' ekonomiyi, dolayisiyla ticareti ve sanayii 'ağyar'ın elinden kurtarmak, yani 'millileştirmek'di; yarı yarıya sömürge olan Devlet-i Aliyye'nin 'ulusal' bir ekonomisi yoktu,oysa Mustafa Kemal'ulusal demokratik bir devrim'in lideriydi;ekonomide, tam bağımsızlıktan ve kendi içinde tutarlılıktan yanaydı.Demiştir ki :

"...ticarette düşüneceğimiz şey, ihracat ve ithalatimiza tavassut vazifesini gören ticareti ağyar elinden kurtarmaktadır.Maateessüf bu ticaret artık kendi elimizde değildi.Milli ticaret müesseseleri birer birer elimizden çıkmıştı.Artık halkımızın tüccar sınıfını zengin edebilmek için, ticaretin hariç ellerde bulunmasına mani tedabiri ittihaz etmek mecburiyetindeyiz..." (Aynı eser,s.195)

Tadına vardınız mı? Günümüzdeki 'küreselleşme' meraklılarını çatlatmak istermişcesine,'tüccarı zengin edebilmek için ticaretin hariç ellerde bulunmasını önleyecek önlemleri almak zorundayız' demiş! İşte,'Demiryolları politikası'nın, ülkemizde'devlet eliyle burjuvazi oluşturma' teşebbüsü, bu noktadan hareket etmiştir.

Haksız mıydı ? O tartışılabilir,ama gerçek budur...


İlk milyonerler nasıl yetişmişti?
Zaten İsmet paşa, o bahis açılınca ne demişti hatırlayınız:"...bu hatta çalışan mühendislerimiz, hiç bir yabancı mühendisin bulunmadığı istikametlerde, kendi başlarına, hatları yapacak hale gelmişlerdi.Muhendislerimiz ilk tecrübeleri kazandıktan sonra, zamanla daha iyi eserler vücüda getiriyorlardı."(Hatıralar, Cilt 1.s.256. Bilgi Yayınevi, 2.Basım, 1992) Öyleydi de, acaba yalnız mühendislerimiz mi, tecrübe kazanmış, en çetrefil arazide, en müşkül hatları döşer olmuşlardı? İşin içinde 'yerli' müteahhitler de yok muydu? Elbette vardı! Şimdi isterseniz, Doğan Avcıoğlu'nun, söylediklerine bir kulak verelim:

"...bu(demiryolculuk) politika, yerli kapitalistlerin yetişmesini sağlamıştır:Ankara/Ereğli, Kütahya/ Balıkesir,Keller/Diyarbakır hatlarının inşaı The Swedish Co.Julius Berger gibi yabancı firmalara verilmistir.İnşaatçılık konusunda yerli müteahhitler de, kendi başlarına iş almaya koyulmuşlar, Samsun/Turhal,Kayseri/Sivas,Turhal/Sivas hatlarını yapmışlardır.Mesela Nemlioğlu Galip Bey'in Samsun inşaatına talip olması, Gazi'yi çoşturmuş ve 'Efendiler,Merkezi Anadolu'nun iskelesi olan Samsun'u Sivas'a bağlayacak demiryoluna başlarken, Nemlioğlu'ların hakiki programa fiilen tevessülleri ne kıymetli misal olmuştur'diye onu övmüştür."(Türkiye'nin Düzeni, s.213. Bilgi Yayinevi,1968)

Daha da ilginci, ünlü (Limancı) Ahmet Hamdi Bey'e (Başar) göre, ilk milyonerlerimiz demiryollarının yaratmış olması.'Barış Dünyası' Dergisinin 63.sayısında demisti ki:

"...biz henüz kendi adamlarımızla ve kendi paramızla demiryolu yapamayacağımızı bildiğimizden, bu işleri başlangıçta bir İsveç grubuna vermiştik.Fakat aradan bir iki yıl geçince, bu grubun emrinde çalışan Türk taşeronları yetişmiş ve devletten, doğruca müteahhit olarak, işleri onlar üzerine almaya başlamıştı. En çok ve en çabuk ray döşeyen, hadsiz hesapsız para kazanıyordu.Vahit fiyat üzerine işi taahhüt edenler, bu fiyata esas olan işçi kazması yerine ekskavatör kullanınca maliyetler üç dört misli azalıyor, karlar da o ölçüde çoğalıyordu.İlk milyonerlerimiz böyle doğdu."

Nasıl, beğendiniz mi ? Mustafa Kemal'ini Sa'y Misak-i Millisi' ile tasarladığı, 'ulusal' ve 'bağımsız' ekonomi politikası; daha 'demiryolu politikası', uygulamada 'yerlileşmeye' başlar başlamaz; sonraki oligarşinin (bürokrasi + burjuvazi), öteki ayağını 'yaratmaya' koyulmuştu.Bu 'ikinci ayak', zamanla, günümüzdeki Dr.Frankenstein'in yarattığı 'Canavar' haline dönüşecek, 'bürokrasi'ye kök söktürecekti.


İki devrimin ortak talihsizliği
Demiryolu bahsini kapatmadan, o eski tartışmaya değinmek isterim:Sovyet Devrimi ile Anadolu Devrimi, ortak bir talihsizliği paylaşırlar; ikisinin de 'tabanlarında', onları yaratması gereken 'sosyal sınıflar' yoktur; ne Rusya'da çok gelişmiş ve kalabalık bir işçi sınıfı vardır, ne Anadolu'da çıkarını bilip ulusal pazarı ecnebiyle bırakmak istemeyen bir ulusal burjuvazi!

Her iki devrimi de, sonunda talihsiz bir merkeziyetçi bürokrasi diktasına dönüştüren bu olmamış mıdır? Ruslar, sanayileşme ve elektrifikasyon politikalarıyla, işçi sınıflarını 'sereda' yetiştirmeye kalkıştılar; biz, 'demiryolu politikası'yla başlayarak, ulusal burjuvazimizi 'sereda' yetiştirmeye kalkıştık; ne onların işçi sınıfı, klasik şemaya, gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfına benzedi, ne bizde burjuvazi, aynı şemaya göre gelişmiş ülkelerdeki burjuvaziye!

Şu içinde debelendiğimiz başıboşluğun altında bu yatıyor olmasın?

Attila İlhan

7.1.1998 Cumhuriyet



Parola Vatan, İşareti Namus”
“...Bu nereden geliyor, onu da söyleyeyim. İzmir’de gazetecilik yapıyorum o sırada. 1960’ların sonlarına doğru. Karşıyaka’da oturuyoruz. Araba ile gittiğim zaman Alsancak’tan dolaşıyorum. Alsancak’tan dolaşırken gözüme bir taş ilişti benim, dikili bir taş, etrafında bahçe. Gazetecilik o ya... Arabadan indim, gittim baktım bu ne diye. Üzerinde eski harflerle bir şeyler yazıyor. Ben eski yazı okuyamam. Onları tatbik ederek kağıda yazdım. Bu işten anlayan bir arakadaşa götürüp okuttum. “Vatan ve namus” yazıyor dedi. Oraya bir taş dikmişler. Niye dikilmiş bilmiyorum. Kurcalamaya başladım. 1922’de Fahrettin Paşa’nın süvarileri Manisa üzerinden İzmir’e giriyorlar. En önde Şerafettin Bey’in bölüğü var. Bu bölük Alsancak üzerinden Konak’a doğru gidecek ki, hükümet binasına bayrağı diksin. O yola girerken harap bir binanın içinde pusu kurmuş Yunanlılar ateş ediyorlar. Bu ateşle İzmir’e girmek üzereyken üç askerimiz şehit oluyor. İzmirliler bunu unutamıyorlar. Unutamadıkları için de bu abideyi dikiyorlar ve yazılabilecek yazıların en güzelini yazıyorlar. Çünkü İstiklal Savaşı’nın özeti o: Vatan ve namus. “Vatan ve namus” deyince gelmeyen zaten kahpedir. Bu çok açık. Onun için bu arkadaşların hepsine anlattım olayı. Şimdi yine aynı durumdayız. Kafalarına torba geçiriyorlar askerlerin, gık demiyoruz. Bize köpek muamelesi ediyorlar, gık demiyoruz. Daha ne kadar sürecek, ne dersiniz dedim…



Söyleşi
ATTİLA İLHAN



...Üstelik, Adı 'Liberal', Soyadı 'Demokrasi'!..
29 Nisan 2002

Venezüella 'da, Başkan Hugo Chavez 'in; nisan boyunca geçirdiği 'serencam'; -hele o 'hayati' dört gün,- nedense bana, gülümsemesi mahzun, bakışları mert, yüreği cömert, bir başka Güney Amerika 'lıyı; bir başka başkanı hatırlattı: Şili 'nin seçimle iktidar olmuş, özgürlükçü Sosyalist Başkanı Allende 'yi ve onun tragedyasını: Başkanlık sarayını, asla terk etmemiş; elinde silah, darbecilerle vuruşarak ölmüştü!

Onun için Attilâ İlhan 'ın, o tarihte, 'serbest gazel' tarzında bir şiir yazıp, yayımladığını kim hatırlıyor? Hadi son birkaç mısraını, paylaşalım:

''... kimsesiz bahçelerde besbelli yalnız dolaştığı / rüzgârsız akşam üstleri yaprakların titremesinden / duyulur ardında bıraktığı hayallerin gürültüsü / sinsi bir deprem gibi camların titremesinden / masasına gelip gittiği açıkça anlaşılır / daktilosu çalışmasa da şeridinin eskimesinden / durduğu yerde patlaması mürekkep hokkalarının / ömrünce biriktirdiği sosyalist öfkesinden / ne kadar yok etse ölüm vuruşu göklerde yankılanan / kocaman bir yürek kalır Şili'nin Allende'sinden...'' (Bkz. 'Tutuklunun Günlüğü', 6. basım. s. 57-58 'Allende Allende')

Kim bilir, belki de Venezüella 'daki darbeciler, Başkan Hugo Chavez 'i, palas pandıras tutuklayıp; Caracas 'ın yüz elli mil uzağındaki Orichilia Adası 'na sürgün götürdükleri sırada, varoşlardaki halkın ayaklanıp, Mirafroles 'e -Başkanlık Sarayı- yürüdüğü an; işte o yürek, Allende 'nin yüreği, orada da, gümbür gümbür vurmaya başlamıştı.

Nâzım, Şeyh Bedreddin Destanı 'nda, yanılmıyorsam Simavnalı 'nın bir sözünü aktarmıştır:
''... sen bakma deryanın sâkinliğine / derya dediğin / uyur uyur uyanır''.

Böyle uyanıyormuş!

Sopayla vurup, armutu dalında olgunlaştınmak!

O tarihte açıkça adı konmamış olsa da, Allende 'nin başına gelenler, az kalsın Hugo Chavez 'in başına geleceklerden, oluşmuştu: 'Küreselleşme' den! Her iki ülke de, ABD 'nin 'arka bahçe' edindiği Güney Amerika 'da değil mi; aralarında uzaklık ne olursu olsun, kökü ABD 'de olan çokuluslu şirketlerin 'küresel' egemenliği altında tutulmak isteniyor; ne vakit ki, Allende gibi, Chavez gibi bir başkan çıkıp, bu ulusal zenginliklerini, ülkesinde tutmak isterse, bela hazır. Şili 'deki durumu, o zaman, Armando Uribe şöyle özetlemişti:

''... bu konuda Allende'nin sık sık tekrarladığı sözleri anımsamak gerekir. Anaconda ve Kennecott'un -iki ÇUŞ- Şili'den sızdırdığı kârlar, en az memleketin var olmaya başladığı tarihten, yani 1541'den bu yana olan, bütün toplumsal sermayesine eşittir. Bu iki şirket, kısa zamanda Şili'den, bir bütün Şili koparmışlardır; - Şili'lilerin artık hiç ele geçiremeyeekleri, bir Şili, ki bu ülke Emperyalizm yüzünden, bugün olması gereken büyüklüğün, yarısı kadardır...'' ('Şili'de Amerikan Darbesi', s. 40, Bilgi Yayınevi. 1975).

Şili 'yi yalnız o ikisi 'yemiyordu', bir de ITT vardı ki, Allende 'nin iktidar olduğu gün, onun nasıl devrilmesi gerektiğini Washington 'la pazarlığa başlamıştı.

''... artık ABD'nin ekonomik düzeyden askeri düzeye, bütün düzeylerde; Allende Hükümeti'ni, Halk Birliği'ni, Şili Devleti'ni ve Halk Hareketi'ni yıkmak amacıyla, sistemli olarak giriştiği eylemleri bütünüyle yargılayabilmek mümkündür. ABD'nin bu politikası, ekonomik düzeyde bir saldırı biçimini alınca; Şili'de 'armutu olgunlaştırmak' politikası olarak nitelendirilmişti. ABD bir bakıma Şili deneyinin, ağacı üzerinde olgunlaşmasını gözetliyor; Allende rejiminin kendiliğinden düşmesini sağlamak için, deneyin zorla olgunlaşıp çürümesine, tecavüz eylemleriyle katkıda bulunuyordu. ABD'nin niyeti açıktı; resmi ya da özel tecavüz eylemleri, İspanyolcada denildiği gibi, sopayla vurarak, armutu olgunlaştırmak, amacını taşımaktaydı: 'Harcerlo madurar a polo!'' (a.g.e.s. 138).

Venezüella 'da uygulanan, aynı 'politika' olmasın? Üstelik adı 'Liberal' , soyadı 'Demokrasi'!

Chavez kimin ayağına basmıştı?

Türk Media 'sı dışında, kulağı delik bütün herkes, Başkan Hugo Chavez 'in, günün birinde nasıl bir akıbete uğrayacağını merak ediyordu. Hugo Chavez, ilginç adam; meraklısı onun, önce 'hükümet darbesi' deneyen, bir subay olduğunu bilir; başaramayınca, başkanlık seçimlerine katılmış ve kazanmış (1998). Ünlü Fransız gazetesi Le Monde Diplomatique, daha ertesi yıl, herkesin dikkatini bu ad üzerine çekip duruyordu: Hele OPEC içinde kalkıştığı, fiyat arttırma operasyonu, alâkayı büsbütün arttırıyor:

Nasıl arttırmasın ki, Hugo Chavez, paraşütçü bir komando gözü karalığıyla, kimseyi dinlemez; OPEC üyesidir diye, gidip Irak 'ta Saddam Hüseyin 'le, ya da Libya 'da Muammer Kaddafi 'yle mutabık kalır. Saddam 'ı ve Kaddafi'yi, ülkelerini ulusal düzeyde 'bağımsız' tutmak 'kabahatini işleyen' bu iki lideri, 'Sistem' in ne kadar sevdiği(!) malûm: 'koynunda kar gibi(*)!'', onları sevmek, size düşman olunmasına yetiyor.

Yok ama, kimsenin hakkını yemeyelim; ülkemizde, hiç olmazsa Finansal Forum 'un sitesinde yaptığı yorumla, Mesut Önen olayın hem özgünlüğüne dikkati çekmiş, hem de neden üzerinde durulması gerektiğine önemle işaret etmişti.

''... Chavez'in yapmakta olduğu dış ülkeler gezi turunda Irak'ı da ziyareti, orada bizzat Devlet Başkanı Saddam Hüseyin tarafından çok yakın kabul görmesi, özellikle ilgi uyandırdı. ABD Dışişleri Sözcüsü Richar Boucher, Venezüella liderine 'Chavez yönetimiyle ilişkilerimiz kapsamında, bu ziyareti aklımızda tutacağız' uyarısında bulundu. Chavez'in cevabı kısa oldu: 'Korkma ABD, uğraşman gereken pek çok sorun varken, bu ziyaretle uğraşma'...''

Mesut Önen, sonra asıl önemli noktanın, başka olduğunu belirterek, yorumunu şöyle bağlamıştı:

''... Chavez OPEC bünyesinde yeni bir girişim geliştirmektedir. Buna göre Chavez Yönetimi, petrol fiyatlarının yükselmesi halinde üretimi otomatik olarak arttıracak, fiyatlar düştüğünde de otomatik olarak kısacak bir 'fiyat bandı' mekanizması oluşturma önerisi getirecektir. Bu kapsamda Chavez sadece Irak'a değil Endonezya'ya, Libya'ya, Nijerya'ya ve Cezayir'e de ziyaretler gerçekleştirmektedir. Petrol ihracatçısı ülkeler harekete geçmişlerdir. Ve ABD dünyada en önemli petrol ithalatçısıdır. Düşünceme göre dikkatler Chavez / Saddam samimiyetinden çok, bu petrol fiyatlarına getirilecek yeni düzenleme olgusu üzerinde toplanmalıdır...'' (15 Ağustos 2000).

Yanlış mı söylemiş? Olaya, bir de buradan bakınız.
Söyleşi
ATTİLA İLHAN




'Tatlısu Frengi' Kim? 'Tatlısu Türkü' Kim?
5 Temmuz 2002

Toplumcu Gerçekçi Türk romanının, en güzide isimlerinden Suat Derviş 'in; -eşi TKP 'nin lideri, kendisi de üyesi olduğundan-, eserlerini bulamazdınız; merak eder miydiniz, o aynı bahis! Bir süredir, o çağına göre şaşırtıcı ve ilginç eserler, birbiri ardınca basılıyor; yanılmıyorsam, ne doğru dürüst alıcısı var, ne 'sükûtla boğulmuş' nice edip ve edibemizden birisi olan, Suat Hanım (Derviş) hakkında, ele avuca gelir, inceleme ve araştırma yazan bir meraklı! Geçenlerde, Belgin(Sarmaşık) -ki bir süredir yazarın 'külliyâtını' okuyor- önemli bir 'tespitini' söyledi:

''-... Çok genç yaşında, belki Almanya'da büyüdüğünden toplumun sınıfsallığını da görmüş; bireyin ruhsallığını da; hikâyelerinde, neredeyse psikanaliz sayılabilecek 'tahliller' göze çarpıyor: hele Osmanlı Dönemi'nde, -Tanzimat sonrasında belirginleşen 'alafrangalığın', nasıl bürokratik bir aristokrasi oluşturduğunu, iyi yakalamış; beni daha da şaşırtanı, I. Dünya Savaşı'ndan sonra, bu 'taklit' aristokrasinin çözülüşünü ve dağılışını, etkileyici bir gerçekçilikle yansıtmış olması!..''

'Kültür ilericisi' -aslında Batılı 'nın 'maymunu'- 'alafranga' (Mason) Tanzimat Aristokrasisi de; İnönü sonrasında palazlanan, Cumhuriyet Burjuvazisi de; ülkenin başına gelen faciaları ısrarla yobaz bağnazlığına, İslâmi gericiliğe, 'çağdaşlığa' karşı çıkışa yıkmıştır ama; 'çağdaşlığı' Batılı'yı taklit etmekle 'karıştıran'; Emperyalizm'in dayattığı 'Kültürsüzleşme Operasyonu'nu (Bkz. 'Albertini'/'Azgelişmişliğin Mekanizması') 'ilericilik' zannedenin, kendisi olduğunu unutmuştur; ya da unutmak işine gelmiştir.

O kadar öyledir ki bu, bakınız üzerinden yıllar geçmiş; Suat Derviş gibi -önemi Hâlide Edib 'den hiç de aşağı olmayan, hatta belki yukarı olan- bir romancı; yıllardır karanlıkta kalmış eserleriyle, gün ışığına çıkıyor da, kimsenin kılı kıpırdamıyor: üstelik neymiş, bunlar Batılı'ymış, ilerici'ymiş, Avrupa lı'ymış!
Adama gülerler!..

'Kılavuz' bir metin ki...

Hele bir kesim var ki, bu türden 'tespitleri', 'orijinal olmak' için, uyduruyorum sanıyor; Kemalist Öğreti 'nin, 'tahtında müstetir' (içinde saklı) olduğundan, ne haberi var, ne de bilgisi! Suat Hanım'ın (Derviş) -bazı romanlarında işlediği- Cumhuriyet 'in o ilk dönemindeki Tanzimat 'perişanlığını'; ve 'alafrangalığın', ihtişâm ve sefâletini düşündüğüm sırada; İzmir 'den Av. Cengiz İlhan , okurken etkilendiği bir pasajı, bana ulaştırdı. Ben de etkilendim, o ilk Kemalist neslinin, gerçekten -hem de son derece bilinçli- inkılâpçılar olduğunu, bir kere daha görmüş oldum.

Metin, Fâlih Rıfkı Bey 'in ( Atay ), Türkiye 'de en az Hıristiyanları kadar ('Tatlısu Frenkleri') tehlikeli ve yanlış olan, 'Tatlısu Türkleri' ni irdeliyor; ama ne irdeleyiş! Düşündüm ki, ezkaza aranızdan bazıları merak edip, Suat Hanım 'ın ( Derviş ) bazı kitaplarını okumaya kalkışırsa Fâlih Bey 'in ( Atay ) bu tespitleri, onlara olağanüstü görünecek, iyi de kılavuzluk edecektir.

''... Evet, hele tatlı sularımızda, renk renk nilüferler, alabalıklar, göze ve ağza hoş gelen neler yetişmez? Fakat onu tatlılığına pişman eden, birtakım 'çıkmaz olsaydılar' da vardır. Tatlısu Frengi bu soydandır. Bana sorarsanız, 'Tatlısu Türkü'nü, ondan daha beter bulurum...''

''... Biz geçmişte çektiklerimizi, hep zorba yobazlardan biliriz. 'Garplılaşmayı' Türkten, Türklükten ve Türkiye'den 'sıyrılma fırsatı' sayan; nizam değişmelerinde, yalnız keyfini, kârını ve çıkarını düşünen; Garplılaşma'nın, yurt ve halk içine dalıp giderek, geri gelenek, kör görenek ve kara inanışlarla, can veresiye bir savaşma olduğunu hatırlasa, buna içinin ta tibinden gülen; ancak dışarıya fırlama İmkânı kalmazsa, İstanbul'un bir 'alafranga semti'ne şöyle böyle ilişip, doğum pişmanlığı çeken; sefir-i kebirlik'le 'sürgün', birkaç yüz altın maaşlı 'vezirlik'le menkûb; halkı zorba ve yobazlar sürüsüne bırakarak, 'büyük şehir' keyfi çatan; turunçgiller, ormanlar, çağlayanlar ve eski siteler yurdu Pamfilya'yı 'menfa'; orada, bir müddet kalacağı tutarsa, gezip tozma meraklısı bir kontese, koca bir Roma Kitâbesi'ni ayak kirası veren; harpte halkın kanına, barışta bir tek ter damlasını halkın ekmeğine katmayan, sonra durmaksızın hakâretçi, şikâyetçi, beğenmezci; hani hep bildiğimiz, doğumundan ölümüne kadar, ödeye ödeye kendisine borcumuzu tükedemediğimiz; okuttuğumuzla bizi küçümseyen, verdiğimiz ve kazandırdığımızla bizden uzaklaşan 'Tatlısu Türkü' yok mu; ondan, özentilerinden ve yaydığı ahlâktan ne çektiğimizi düşünmeyiz...''

''... Bu 'sivil aydınlar' arasında, hizmet fikrini soysuzlaştıran bir kötü örnek olmuştur. Ve biz dahi onun içine, yurtçu ve halkçı ruhu üfleyebilmiş değiliz. Üçüncü Selim'in tarihini okuyunuz. Başını zorbalar mı aldılar, 'Etebekân-ı Saltanat' denen keyif ehli 'alafrangalar' mı verdiler, görürsünüz...''

Bu 'tespitler'den niye yararlanılmamış?

''... Garplılaşmaya, halk ile yuğrulma ve kaynaşma mayası katmadıkça, ileri hareketin tam neticelerini alamayız. Zorba ve yobazın peşine polis ve jandarma takmaktan ne çıkar? Devrim 'aristokrasisi', olma!.. Devrim tepeden inebilirse de, tepede tutunamaz. En ileri kafalar, memleketin en geri bacaklarını, kendilerine 'savaşlık' seçmelidirler. Cesâret, bir inkılâp yapmaya yetebilir; fakat onu ancak, devamlı bir fedakârlık kökleştirebilir. Yenilenme ve ilerleme tarihimizin en acı talihi, halkçı ve yurtçu bir seçkinler takımını, memleket içine dağıtamamak olmuştur. Herkes nimeti arar; külfeti de, bir sırttan öbür sırta yüklerse; işte böyle döner döner, yine eski 'bina'yı okur gideriz...'' (Fâlih Rıfkı Atay, 'Gezerek Gördüklerim', s.34, 35, 87. '1000 Temel Eser, MEB: 1941)

Ne buyrulur? 'Solcu Kemalist' Fâlih Rıfkı Bey , 'Garplılaşma' yandaşı 'Tatlısu Türkü'nün, 'İhtilal' ve İnkılap' açısından, neyi ifade ettiğini, daha o zaman görmüş mü görmemiş mi? 'İnönü Cumhuriyeti' , acaba neden bu 'tespitler'den yararlanmayı düşünmemiş de; 'Garplılaşma'yı, 'Yunan/Latin' dümeniyle, daha da pekiştirmeye kalkışmış? Şimdi 'okuttuğumuzla bizi küçümseyen, verdiğimiz ve kazandırdığımızla bizden uzaklaşan 'Tatlısu Türkü' daha çoğalsın da, Osmanlı 'yı batırdığı gibi, Cumhuriyeti de batırmaya kalkışsın diye mi?

Meraklısı için not: Suat Derviş'in 'çarpıcı' birkaç kitabı: 'Çılgın Gigi', 'Doğan Kitap', 2000 / 'Aksaray'dan Bir Perihan', Oğlak Yayıncılık, 1997 / 'Hepimiz Birbirimizin Örneğiyiz' (Hikâyeler) Oğlak Yayıncılık, 1998.



Söyleşi
ATTİLA İLHAN



'... Kimlerin, Elinde Kalmıştık?'
1 Nisan 2002

Asım Sarp 'ı kim hatırlıyor? Ben hiç unutmadım: Gâvurdağları 'nın, dumanlı heybeti altına sinmiştim; harp, bütün cephelerde devam ediyor; '40 Karanlığı' nın ağır umutsuzluğu ve 'tehlikeli ihtimalleri' içindeyiz; bir yazısının, okuyanı Hemingway 'in ünlü romanına gönderen, o başlığı, her aklıma gelişinde, -nedendir bilmem-, yüreğimi tutuştururdu: ''Çanlar Bizim İçin Çalmıştı''. Sonradan Asım Sarp diye birisinin olmadığını, bu adı, sürgünde bulunan, toplumcu yazar Kemal Sülker 'in kullandığını, Ö. F. Toprak 'tan öğrenecektim; hani o, Karagümrük 'teki hasır iskemleli, esnaf kahvesi vardı ya, işte orada!...

Kemal Sülker dedin mi, orada dur! Onu hiç değilse, XX. yy ikinci yarısının, Türk İşçi Hareketi'nden herkes hatırlayacaktır: yanılmıyorsam, 46/47 'de çıkan 'Sendika' gazetesinden itibaren, şaşmaz ve yorulmaz bir gayretle, Türkiye 'de sendikacılığın seyrini izlemiş; daha önce, Lütfi Erişçi 'nin hazırladığı zemin üzerine, koskoca bir eser yükseltmiştir. Son defa, Ankara 'da görüşmüştük; yorgun, epeyce yaşlanmış; yine kibar ve sâkindi; o sıralar, TRT 'de ' Çalar Saat Programı'nı yapıyordum; epeyce gürültü koparmıştı; o, her zamanki gibi, beni yüreklendirdi: ümitsizliğe düştüğünü, hiç görmedim.

Kemal Sülker, eğer 'öbür tarafta', Türkiye 'deki İşçi Hareketi'ni izlemeyi sürdürüyorsa, şu sıralar en çok hayrete düştüğü şey; hiç kuşkusuz, DİSK 'le TÜRK/İŞ 'in yer değiştirmesi olacaktır: yahu, DİSK, TÜRK/İŞ, işçi sınıfının ve memleketin çıkarlarını görmezden geliyor diye, örgütlenmemiş miydi? İş nasıl böyle tersine döndü?

Avrupa tipi'ni bırakıp, Amerika türüne geçince...

Gençler bilmez, hadi onlar için sorunu, soldan ya da sağdan değil, ortadan ele almış bir ansiklopediden hatırlayalım:

''... TÜRK/İŞ'in, özellikle 1965 Seçimleri'nden sonra 'Kara Avrupa'sı' tipi sendikacılık anlayışından uzaklaşması ve sınıflar arası uzlaşmacı 'Amerikan tipi' sendikacı görüşünü benimseyip, 'partiler üstü' politika izleme kararı alması, bu konfederasyonun 1966'da yapılan Genel Kurulu'nda sert eleştirilere neden oldu...''

''... daha sonra da, Türkiye Mağden/İş, Lâstik/İş, Gıda/İş, Basın/İş ve Türk Mağden/İş (Zonguldak) sendikaları olağanüstü kongrelerini toplayarak (12 Şubat 1967) ayrı ayrı, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nu (DİSK) kurup, katılma kararını aldılar. Ertesi gün de İstanbul Valiliği'ne kuruluş dilekçelerini vererek, yasal işlemlerini tamamladılar...''

''... sendikaları adına kuruluş dilekçesini Kemal Türkler, Rıza Kuas; Mehmet Alpdündar, Kemal Nebioğlu ve İbrahim Güzelce verdiler. Bu sendika başkanları, yaptıkları açıklamada da 'Bizler, Türk İşçi Sınıfı'nın tüm çıkarları, hakları ve özgürlükleri ve de onuru için bir araya geldik' dediler...'' (Büyük Larousse, cilt 6, s. 3218)

Evet biliyorum, kurucu üyelerin bazıları, size başka bir örgütün kurucu üyelerini hatırlattı; doğrudur, Türkiye İşçi Partisi 'nin (TİP) kurucuları arasında olan, Rıza Kuas, Kemal Nebioğlu, Kemal Türkler ve İbrahim Güzelce, bu defa Türk İşçi Sınıfı 'nın haysiyet ve onurunu kurtarmak için, bir araya gelmiş ve DİSK 'i kurmuşlardı. 'Haysiyet ve onur' gerekçesi, son zamanlarda çok daha etkileyici -epeyce de rahatsız edici-; çünkü DİSK 'in, yeni 'marifetlerini' görüyor ve duyuyoruz da...

TÜRK/İŞ 'in de, DİSK 'in de ortaya çıkması, 'erken' Cumhuriyet dönemi nesilleri için, 'mucize' kabilinden şeylerdi; Kemal Sülker; bir keresinde demişti ki: ''-... olacak şey mi? Recep Peker, 30 'lu yıllarda, İzmir 'de faşizan 'İşçi taburları' örgütlemeye kalkışmıştı; CHP ilericiliği, köylü üzerine kurulmak isteniyordu, o dönemde yazılan romanları ve şiirleri okuyan biri, ülkede köylüden başka kimse yok zannedebilir! Ne yâni, işçileri köylü mü sanıyorlar?'' Yanılıp yakılıp, '-... şehir şiirleri ve romanları yazmaya heves ettiğim için, beni eleştiriyorlar' demiştim de!...

Doktorlar, doçentler,
profesörler neredesiniz?

Neden 'mucize' mi? Hay aklınızla yaşayın e mi? Siz 'Milli Şef Cumhuriyeti' nin; bırakın komünist'i, sosyalist'i, sosyal demokrat'ı, sol'u ve solcu'yu; düpedüz 'işçi' kelimesini bile, 'tabular' arasında saydığından habersiz misiniz?

1946 'da, 'sınıf esası üzerine cemiyet kurma' yasağı kaldırılmıştı ya, 'sosyalist' partilerle birlikte, sendikalar da, pıtrak gibi adeta yerden fışkırmaya başladı; CHP hükümeti, olayı disiplin altına alıp, kontrol edebilmek için, bir kanun hazırlıyor; adı aynen şöyle, 'İşçi ve İşveren 'Meslek' Dernekleri ve Dernek Birlikleri Hakkında Kanun'! Güler misiniz ağlar mısınız, 'Demokrasi' ye geçilirken, 'sendika' demekten korkuyorlar; o 'ilerici aydınlar' yok mu, hani operaya giden, Sophokles okuyan, Halkevi ve Köy Enstitüsü 'edebiyatı' içinde boğulan 'zevat'; ağızlarını açıp da, gık diyemiyorlar; o kadar ki, sendikacılar, gazetelerinde şu satırları yazıyor:

''... doktorlar, doçentler, profesörler, ordinaryüsler, neredesiniz? Memleketimizdeki anti/demokratik kanunlar serisine, bir yenisi katılmak üzeredir, Çalışma Bakanlığı tarafından hazırlanan 'İşçi ve İşveren Meslek Dernekleri ve Dernek Birlikleri Hakkında Kanun' tasarısını, görmemiş olamazsınız. Bu tasarının insan hak ve hürriyetlerine aykırı hükümler taşıdığını, kendi hak ve hukuk anlayışınıza bile uymadığını, hukuk mantığı, kanun tekniği bakımlarından dahi iler tutar yeri olmadığını elbette fark etmişsinizdir. Niçin susuyorsunuz?...'' (Sendika, 14 Aralık 1946)

Sonucu 'eskiler' bilir; yeniler için, Kemal Sülker 'in o son derece yararlı ve 'ibretâmiz' kitabından, aktarayım:

''... 'tasarı işçi sendikaları çevrelerinde şiddetle eleştirilirken, bazı siyasi hadiseler cereyan etti, artık partilerin, sendikaların ve yayın organlarının durumu nazikleşti.' 'Bu teşekküllerin hükümetçe zararlı addedilen faaliyete giriştikleri veya bazı siyasi cereyanlara âlet olmak temayülü gösterdikleri iddia olundu, hükümet bunları kapattı'. Sıkıyönetim komutanlığı emri ile sendikalar, işçi kulübü ve iki siyasi parti kapatılıp, mes'ulleri mahkemeye verildi, gazeteler de tâkibata maruz bırakıldı...'' (Türkiye'de Sendikacılık, s. 55. Sendika Kültürü. 1. 1955).

Bu iki partinin de adında 'sosyalist' kelimesi vardı; iyi de, Gâzi'nin Türkiye tasarımında, 'devlet sosyalistliği' yok muydu?

Kimlerin elinde kalmıştık?





Söyleşi
ATTİLA İLHAN



İyi ki, Bugünleri Görmediler!..'
19 Nisan 2002

Söylemiştim sanırım, Duverger 'yi ben, geç okudum; okuyunca da, geciktiğime cidden çok hayıflandım; hele 'Diktatörlük Üstüne / De La Dictature' başlıklı eserinde, Türk aydınları için, alınacak hayli ders vardır; şu satırları, nasıl unutursunuz:

''...Kemalist devrimci Diktatörlük teorisi, meselenin özellikle siyasi yönünü, göz önünde tutmaktadır: tek parti, esas olarak, siyasi demokrasinin gelişini hazırlamak amacına sahiptir. Bu anlamda Jacobin'cilikle olan bağıntısı, Lenin'ci teorininkinden daha sıkıdır.'' (a.g.e., s.73, Dönem Yayınları, 1965)

Hele bizdeki o 'meyhane demokratları'nın, o 'alafranga ilericiler'in; ''Niye diktatörlük? Niye daha başlarken demokrasiyi uygulamadı?'' diye burun kıvırmaları yok mu; ona pek güzel bir cevap oluşturan, şu satırların; -hani demezler mi?- yeme de yanında yat:
''...Türkiye'de Mustafa Kemal, Batılı tipte müstakbel bir siyasi demokrasinin, şartlarını hazırlamak için, tek parti'nin Lenin'ci usûllerini kullanmıştır. O bunu, ampirik olarak yaptı; denemesinin ideolojisi, ancak sonradan hazırlanmıştır. Nüfusun büyük çoğunluğunun cahil, geri kalmış, okumaz/yazmaz olduğu, feodal ve tarımcı bir ülkede, çok partili ve serbest seçimli Batılı bir sistemin hiçbir anlamı yoktur. Bu yapmacık dekor arkasında, büyük mülk sahipleri ve geleneksel şefler seçim iplerini çekecek ve eski yapılar sürüp gidecekti. Demokrasi'yi kurmazdan önce, bunun şartlarını yaratmak gerekirdi: devrimci Kemalist diktatörlüğün amacı işte budur!..'' (a.g.e., s.72)

Gâzi , 'büyük mülk sahiplerine ve geleneksel şeflere' karşı; Mazlumlar 'dan oluşan bir Halk Cephesi 'ni kullanmak istiyor; gerçekleştirmeyi tasarladığı amaca en büyük engel olarak da, 'Emperyalizm' i -yâni ecnebi sermayeyi ve şirketleri-; bir de, 'ecnebi' yle işbirlikçiliği itiyat haline getirmiş, Tanzimat Bürokrasisi 'ni görüyordu. Yazmıştım, Gâzi 'nin Cumhuriyeti 'nin yozlaştırılmasında, en etkili unsur bunların olduğunu, Doğan (Avcıoğlu) çalışmalarında belirtmişti; sonradan Niyazi Berkes de işaret etti; fakat, yıllarca önce 'Solcu Kemalist' bir yazarın, -hem de büyük bir açık kalplilikle- bunu yazdığını bilir miydiniz?

Fâlih Bey açmış ağzını, yummuş gözünü...

Tahmin edeceğiniz üzere, bu kalem, 'Kadrocular' ın yakını, Fâlih Rıfkı Bey 'in kalemi idi. Fâlih Bey, günümüzün 'hızlı' demokrasi yandaşlarının 'anlamadığı', ya da anlamak istemediği, Türkiye gerçeklerine, daha o zaman, parmak basmıştı, hangi hassas noktaya dokunduğu, yazısının daha başlığından anlaşılmıyor mu? 'Demokrasi ve Liberalizm' . Ya şu satırlara ne buyrulur?

''...yeni Türkiye, yalnız hoca ve mürtecilere karşı harp açmış değildi. Bir de Galata vardı. Galata kelimesi 'Kapitülasyon Ecnebiliği', yahut bu 'Ecnebiliğin Simsarlığı' demektir. Liberalizm'in iktisat sancağı da, onların elinde idi. '...Sermaye kapılarını açınız, Ekalliyetler'e (azınlıklara) karşı Anadolu'daki tahditleri (kısıtlamaları) kaldırınız. Ferdi serbest bırakınız ve devleti işe karıştırmayınız' diyorlardı...''

''...Ankara ve Anadolu, ancak böylelikle yeniden fethedilecek; Osmanlı İmparatorluğu'nun sadece ismi ve merkezi değişmiş olacaktı. Turan Türkiye'sine karşı, Hoca ve Mürteciler, Tanzimat ve Bâbıâli, Galata; hep birlikte 'Liberalizm ve Demokrasi' kazanını kaldırdılar. Sorarım size, Yunan Ordusu ile İzmit'te el ele tutuşan Kuva-yı İnzibâtiye'nin kadrosunda da, bu üç unsuru bulmaz mısınız?..''

''...Cumhuriyet kendini Saltanata, Mektep kendini Medreseye, Lâik kendini Şeriata, Kanun-u medeni kendini Mecelle'ye nasıl kontrol ettirebilir? Ve böyle bir kontrol cihazı kurulduktan sonra, 'İşte Demokrasi' diye, nasıl avunulabilir?..'' ('Eski Saat', 1933)

Hani bir süre önce, 'Cumhuriyet Disiplini'nden söz etmiştim ya; o 'disiplin'in gerekçesi, Fâlih Bey 'in yazısıdır; hele gençler, gözlerini dört açıp okumalı, çünkü orada neye karşı çıkılıyorsa, günümüzde o, 'dramatik' bir gerçek olarak yaşanıyor: 'Solcu Kemalist', Cumhuriyet daha onuncu yaşındayken, yetmiş küsur yaşında, başına hangi belânın geleceğini öngörmüştür; kimler tarafından getirileceğini de, hangi 'esbab-ı mûcibe'ye dayanacağını da! Üstelik, sonucundan hiç şüphe etmez:

''...Türkiye'de Liberalizm ve Devletçilik arasındaki fark, Fransa'daki iktisadi meslek farkı değildir; şahsi menfaat ve millî ideal farkıdır: Liberalizm Türkiye'yi Kapitülasyonlara ve Türk milleti'ni iktisadi köleliğe götürür...'' (a.g.e.)

'Hortumcu' takımına, 'liberal' denilebilir mi? 'Millî' hiçbir endişeleri olmadığı, ulusal sanayicinin ve işadamının yakınmalarından anlaşılmıyor mu?

Kapitülasyonlar ''ı, Gümrük Birliği ve IMF Vesayeti ile yaşamaya başlamadık mı?

Peki niye böyle oldu?

Cevap Yâkup Kadri Bey'den...

Yakup Kadri Bey, bu vahim sorunun cevabını: Başvekil İsmet Paşa 'dan 'Kadro' dergisi için 'bizzat' aldığı 'Devletçilik' tarifiyle; onun 'devletçilik' uygulaması arasındaki çelişkinin, altını çizerek veriyor.

İsmet Paşa 'nın tarifi şudur: ''...devletin sanayiini ve iktisadi düzenlerini, devletin bütün vasıtaları ve imkânlarıyla, bir an evvel vücuda getirmek, taşıdığımız vazifelerin en mühimidir. Gelecek on sene zarfında ümid ederim ki, Türk Devletçiliği eserleri ve milletlerarası tesirleriyle, iktisadiyatta Devletçilik anlayışının, en mütekâmil, en ilmî bir şaheseri olarak zikredilecektir.''

Yakup Bey 'in eleştirisi şudur: ''...devletçilik sisteminin bu kesin tarifi, 'Kadro' dergisinde, aynı konuya dair ileri sürülen görüşleri, fersah fersah aşmaktadır. (...) İsmet Paşa inançlı ve kesin bir şekilde tarifini yaptığı Devletçilik Sistemi'ni gereği gibi tatbik etmiş olsaydı; bana öyle geliyor ki hem sanayileşme hareketimizin bize o kadar pahalıya mal olmasını önler; hem de evet hem de 'affariste' adını taktığı kimselere, beylik atlar üzerinde cirit oynamak imkânını vermezdi. Zira onlara bu imkânı veren, ekonomik ortamın kargaşalığından başka bir şey değildi...'' ('Politikada 45 yıl', s. 11/112 İletişim Yayınları, 1984)

Yakup Kadri Bey, bu satırları 60 'lı yıllarda yazmıştır; eserinin ilk yayın tarihi, 1965 . İyi ki, bugünleri görmedi; hâl-i pür-melâlimiz, onu çileden çıkarabilirdi. Yalnız onu mu? Başta Gâzi , bütün 'Solcu Kemalistler i!..



Söyleşi
ATTİLA İLHAN



'Irk Milliyetçiliği' Değil, 'Yurt Milliyetçiliği'!..
26 Nisan 2002

Bir değil, 'yaşamış' birkaç kalemden, okumuş olsam gerek!
Meşrûtiyet Kuşağı, Enver Paşa / Mustafa Kemal Paşa 'ikilemini', uzun süre yaşamıştır: hangisi daha iyi, hangisi daha başarılı? Cumhuriyet Kuşağı, mukâyesenin sonucu tarihe geçtiği için, rahattır: Enver Paşa, yetenekli bir asker, namuslu bir adamdır; fakat 'hayalperest'; Mustafa Kemal Paşa, yalnız başarılı bir başkumandan değil; 'gerçekçi' bir 'devrimci', aynı zamanda 'devlet adamı'! 'Radikal'di ama, 'rasyonel'di dedim, yâni akılcılığı elden bırakmıyor; Kurtuluş Savaşı 'nı beraber yaşamışların, verdiği örnek ünlüdür; gençler bilmeyebilir, öğrenmelidirler:

İzmir 'in 'istirdadı'ndan sonra, zaferden mağrur çevresi, Gâzi 'yi kışkırtıyor: ''...Yunanı dağıttık, taarruza Trakya'da devam edelim; Gümülcüne'yi, Selanik'i, Manastır'ı da kurtarırız!''.

Düşünebiliyor musunuz, bunlar onun bütün çocukluğu ve gençliği; 'inkılâpçılığı' öğrendiği şehirler; değil mi ki 'radikal'dir, 'Ordular, hedefiniz Rumeli'dir ileri' demez mi? Hayır, demez! Cevabı 'akıl dolu'dur:

''...harp Trakya'ya intikal etti mi, Yunanlıyla olmaktan çıkar; karşımızda İngiltere'yi buluruz; henüz bunu göze alamayız; kaldı ki son taarruzda ordularımız öylesine dağıldı ki, toplayabilmek hem müşkül, hem de çok uzun sürer!..''

Hayal ettiği 'ınkılâpçı Türkiye 'nin, neo/Tanzimatçı halefleri elinde bile, en azından yarı yarıya gerçekleşebilmesi, onun 'projeksiyonu'nun 'akılcılığı' sâyesinde olmuştur: 'Nutuk 'taki, o ünlü 'Gençliğe Hitâbesi 'ni hatırlayınız; geçirdiğimiz son çeyrek yüzyılın hikâyesi gibidir, o mertebe gerçek!

Unutulmayacak olan şu: 'Kemalist', siyaset esnafı olamaz, 'inkılâpçı 'dır; bu bakımdan, 'Sosyalist Sol' bu mirasın sahibi ve sorumlusu! Devâsâ bir sorumluluk, yâni; kahvehane ya da meyhane 'lâklâkiyâtı' ile baştan savılamaz!

Üç 'ulusal güç'ün birleşmesi ki...

Ogün başkaydı, günümüz başka; doğru ama, koşullara ne demeli, çok benziyor: temel 'diyalektik çelişki' aynı: yeryüzünü 'yiyenler'le, onların 'yedikleri' arasında; o devrin diliyle, 'Zalimler'le 'Mazlumlar'! Mazlumdan yana çıkmak, Sosyalistliğin, olmazsa olmaz koşulu: buysa, herhangi bir toplumdaki üç büyük gücün, bir araya gelmesini; Hakların savunulması (Müdafaa-i Hukuk) cephesinde birleşmesini zorunlu kılıyor:
'Üretim Gücü', 'Aydınlanma Gücü' ve 'Savunma Gücü'!

Liberal 'Sistem 'in, 'Küreselleşme 'sine kuyruk sallayan, 'Ulusal' bir 'Üretim Gücü' olur mu? Bu 'gel beni ye!' demek! 'İngiliz Muhibbi'dir o! Mütareke 'de Dersaadet Amelesi, -zamanın 'Üretim Gücü' - ecnebiye karşı grevin, birini bitirip öbürünü başlatıyordu. Kırk yılın 'uzlaşmacı' ve 'sarı' sendikacısı Türk/İş, 'tarihi hakikat' karşısında, birden ayağa kalkmıştır. Dikkat isterim, sadece bu tavır bile, öteki konfederasyonların, vahim bir ofsayta düşmesine yol açıyor. Ayrıca 'Üretim Gücü 'ne, işçi sınıfı kadar; -hakiki müstahsil (üretici) olan- köylü de dahildir; hatta 'yerli' küçük esnaf; ulusal tüccar ve sanayici de!

'Sosyalist Sol 'un birinci vazifesi, 'Üretim Gücü'nü 'yekpâre' kılabilmek!

Aydınlara büyük iş düşmektedir: bu saatini New York 'a, Londra 'ya, Brüksel 'e 'ayarlamak'la olmaz; çünkü o da 'muhiplik'tir, yâni 'kuyruk sallamak'! Aydınlığın gücünü, 'Solcu Kemalistler', 'Kemalist Müslümanlar', 'Türkçü Sosyalistler'; vatan için, aynı Kemalist/Sosyalist platformda birleşip, 'Üretim Gücü'ne ışık tutarak oluşturacaklar.

Olmaz mı. O nasıl söz? Bu millet, 20'lerin o içinden çıkılmaz bunalım sarmalında bile, çatır çatır gerçekleştirdiğini; günümüzde, neden gerçekleştirimezmiş bakalım?

Bu da yetmez! Önceki iki gücün arkasında, 'Ulusal Savunma Gücü' duracaktır: 'Ulusal Savunma Sanayii' (İmâlât-ı Harbiye), Ulusal (nükleer) Savunma Teknolojisi, Cihet-i Askeriye ve Mehmetçik'in, tartışılmaz işlevselliği ile! 'Ulusal Hakların Savunulması' (Müdafaa-i Hukuk-u Milliye), ancak bu sâyede, somut düzeyde mümkün olacak!

Bilmem farkında mısınız, ben benzer sözleri 'zaman içindeki bir yolculuk'ta sarf ederken; ansızın neyi fark ettim; bu 'platform' ve onu oluşturan 'Güçler', zaten 'Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 'ni oluşturan ve zafere kavuşturan güçlerdi.

"...önce kendi gücümüze dayanarak...''

Evet, 'Tanzimat Alafrangası' ilerici de, sosyalist de; buna 'Milliyetçilik' (Ulusalcılık) diye dudak bükecektir. Öyle yapacağına, biraz düşünse ya! Trotskiy, 'Beyaz' (İngiliz) Güçleri'ne; Stalin, 'Alman Faşist İstilâcıları'na; Maozedun, Japon saldırganlığına; ve Hoşiminh, Yankee Emperyalizmi'ne karşı savaşırken, 'ulusalcı' değil miydi? Bu savaşların adı, 'vatan müdafaa harbi' olmuştur. Gazi 'nin, üstelik Cumhuriyet 'senedinin' temeline yerleştirdiği 'milliyetçilik' - adı üstünde anti/Emperyalist -ayrıca Halkçı, Beşeri (humaniste) ve Sosyal bir 'Yurt Milliyetçiliği', Nazizmden kopya çekilmiş, bir 'ırk milliyetçiliği' değil!..

Kanıt mı? İşte onun ağzından yapılmış 'tesbitler', bundan iyi kanıt mı olur?

Tesbit/1. ''...bizim açık ve uygulama niteliği gördüğümüz öğreti ('siyasi meslek') 'millî siyaset'tir. (...) Millî siyaset dediğimiz zaman, kasdettiğim mana şudur: ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup, memleketin gerçek mutluluk ve imârına çalışmak!..'' (1920)

Tesbit/2. ''...Millî Mücadele'yi yapan, doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Milli Mücadele'de şahsi hırs değil, ulusal izzetnefs, gerçek itici güç olmuştur...'' (1923).

''...yüksek Meclis'inizi oluşturan kişiler, yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir; fakat hepsinden oluşmuş Müslüman unsurlardır, samimi bir toplamdır; şu halde bu yüksek heyetin temsil ettiği, hukukunu, şerefini ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir İslam unsuruna ait değildir, çeşitli İslam unsurlarından oluşmuş bir kitleye aittir'' (1920).

Tesbit/3. ''...gerçi bize 'milliyetçi' derler, ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyar ve riayet ederiz.''

''...bugün bütün dünya milletleri, aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler; bu bakımdan, insan mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar; bütün dünya milletlerinin de, huzur ve refahını düşünmeli; kendi milletinin mutluluğuna, ne kadar değer verirse; bütün dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye, elinden geldiği kadar çalışmalıdır...'' (1937).


Söyleşi Attilâ İLHAN



'Hancı Sarhoş, Yolcu Sarhoş!..' 3 Ocak 2001
Dayanamayıp sormuştum: ''-...Sen kaç çeşit korkabilirsin?'' Yakışıklı ve iddialı 'aktör', anlamadı: ''-...Korkmanın çeşidi mi olur?'' diye cevap verdi. Düşünebiliyor musunuz, ne kadar insan varsa, o kadar çeşit korku olabileceğinin farkında değil; sırasında, aynı insan bile, çeşit çeşit korkabilir. Provada, bir türlü başarılı olamıyordu; daha da kötüsü, yaptığı 'korku' jest ve mimikleri, 'korku' dan çok, 'hayret' ifadesiydi. Olay, kırk yıllık bir olay; senaryo benim, sette, reji asistanı olarak, rol çalıştırıyorum. O yakışıklı, sonradan, Yeşilçam' ın 'demirbaş' larından birisi olmuştur; ama hâlâ, oyunculuk sanatının, her rolde bir başkası olmak anlamına geldiğini, anlamış mıdır? Doğrusu, sanmıyorum; çünkü hâlâ, her rolde, 'kendisini' oynar, -daha doğrusu- 'gösterir'.
Hadi o, 'hasbelkader' sinemada diyelim; peki ya konservatuvar okumuş, yâni tiyatro 'formasyonu' na sahip olanın; zamanla, aynı 'tipleme' kısırlığına düşmesine ne diyelim? 'Yeşilçam', -günümüzde, özel televizyon dizileri- oyuncudan, 'karakter kompozisyonu' istemez; nasıl, filmin içeriği, herkesin önceden bildiği bir 'şablon' ise; filmin 'karakterleri' de, öyle birer 'şablon' dur; seyirci, çoğu zaman, hangi jesti yapacağını, hangi cevabı vereceğini bilir. Yeşilçam, tiyatro oyuncusunu da 'kompozisyon' zahmetinden kurtarmış; aynı 'esnaflığa' indirgemiştir. Sadri Alışık, bir keresinde demişti ki; ''-...Her filmde, aynı replikleri tekrarlamaktan bıktım, yahu!''
Bu ortamda, ciddi bir 'dizi' yi, ancak 'ciddi' bir rejisör kurtarabilir: oyuncusundan teknik ve dramatik kadrosuna kadar, herkesi titizlikle seçerek!
Yanlış mıyım?
'Kadronun tamamı Yeşilçam...'
B u rejisör, 'prestij' iddialı bir 'dizi' çekmekle görevlendirilmişse; 'şablon' oyuncularla 'şablon' bir 'gösteri' çekemeyeceğinin, bilincinde olmamalı mı? Bilincinde olmalı, sahici yönetmenlik yapmalı, bu şart!. Ne gezer!
'Baykuşların Saltanatı' nın yönetmeni, dizinin çok gecikmiş bir tanıtım filminde, ''-...Dizide, TRT'den sadece üç kişiyiz'' demiştir. ''... Kadronun tamamı, Yeşilçam'dan seçildi!'' Bakınız, hata nereden başlıyor. O 'kadro' ki, masraf olmasın diye, aksesuvarı yok etmiş; giyim kuşam özelliklerini silmiş, atmosferi oluşturacak yan unsurları hesaba -bilerek- katmamıştır; ''-...Masanın üstünü görecek misin ağbiy? Hayır mı? Öyleyse, kahvaltı aksesuvarına gerek yok!''
Tecrübeli bir senarist, rejisörün rol dağıtımından, onun 'kapasitesi' ni kestirebilir. Eğer, bu işi, 'tutturabildiğine' yapıyorsa, yandınız: filan, falan rolüne iyidir, çünkü feşmekânın tavsiyesidir; falan, filanı kıramayacağımız için, falan rolünü oynayacaktır; ondan vazgeçemeyiz, nerdeyse, 'bedava'ya oynuyor; vs... 'İnandırıcı' olmak istediğini söyleyen, rejisör, daha rol dağıtımında, yalnız kendisinin değil, bütün dizinin inandırıcılığını tehlikeye atıyor. Çünkü onun anladığı 'inandırıcılık', bir 'prestij' dizi'sini, 'piyasa dizileri'nin düzeyine çekmek!... Eski Yeşilçam 'şablonu'nu, 90'lar İstanbulu'nun 'hakikat'ı sanıyor; senaryodaki 'gerçeği'; yaşadıklarını, -sadece sosyete dergilerini ve paparazzi programlarını izlesek bile- görebileceğimiz kişileri; sağından solundan kesip biçerek, bu yüzden kuşa benzetiyor.
Sonuçta, 'tipler' sakatlandı: rol dağıtımının aksaması, sanat yönetmeninin şaşılacak bilgisizliği; 'kahramanları', kendilerinin müsveddesine dönüştürdü; mekânların, senaryoda belirtildiği gibi seçilmeyişi, 'atmosferi' dağıttı; ayrıca, atlamalar ve rasgele birleştirip düz çekimler yüzünden, film 'gerilim' ve 'entrika' ('suspence' ve 'thriller') unsurlarını hissettiremiyor. Şaşılır mı? Hayır: tamamı, 'hareketli kamera' ile çekilecek diye tasarlanmış, bir senaryonun çekim setinde; bir iki traveling, tek bir jimmy jeep kullanılmışsa; atmosferden de, gerilim'den de, zaten vazgeçilmiş demektir. Buna son derece pasif, varla yok arası mizansen yönetimini; provasız (evet, 'provasız') çekimleri katarsanız; montaj ve dublajla, neyin ne kadar kurtarılabileceği, elbette şüphe kaldırır: hele, efektlere hiç aldırmaz, dublajı da 'kötü' kaydederseniz!...
Önceki dizilerin çekim süresi, aylarca ('Kartallar...' yedi buçuk ay) sürerdi; 'Baykuşların Saltanatı' çok kısa sürdü (iki buçuk ay); çünkü 'kolay, çabuk ve ucuz' çekim mantığıyla; ortaya 'kabak ışık', 'kartpostal' görüntü; hareketsiz diz plan, bel plan vs ile, 'standart' bir seyir çıkarma telâşına düşülmüştü.
Belki de istenen buydu...
A nkara, -politika dahil- 'sanal ortam' da yaşar; oradakiler, ülke gerçeğini, 'sandıkları' ve 'söyledikleri' sanırlar. TRT Drama Bölümü 'nün, İstanbul 'a nakli 'gereği' yıllardır tartışılır; bu defa açıkça görüldü ki, bu bir 'zaruret' tir; dizilerin yapım/yönetimi, Ankara 'nın 'sanal' ve 'bürokratik' ortamından, İstanbul 'un dağdağalı 'gerçeğine' düşünce, başbayağı 'Kayboluyorlar': senaryoda, hangi semtte bulunacağı bile belirtilmiş, eski tarz bir konağı; ya da, bazı 'sosyete' teknelerini, bir türlü bulamayıp; İzmit 'te (evet, İzmit 'te) bir konak önerdiler; tekneler, arabalar zorlukla bulunabildi; bulduklarını da, doğru dürüst kullanamadılar ya, o ayrı bahis!.
Bunda mutlaka son dakikada tepeden inen, yönetmen değişikliğinin de etkisi olmuştur: önceki yönetmenle bir buçuk yıldır, devamlı temas ve muhâbere halindeydik; senaryoyu, daha iyi kavramıştı; daha sorumlu ve azimli bir tutumla, gerçekleştirmeye azimli görünüyordu; eski Drama Bölümü Başkanı'nın, 'Baykuşların Saltanatı' projesinin bütçesini 'fahiş' bularak onaylamayışı, görevinden alınmasına yol açtı (acaba, neden?); dizinin önceden belli yönetmeni, o göreve 'çekildi'; oysa çekimleri o yapsaydı, TRT Televizyonunun Drama Bölümü, belki güçlü ve başarılı, bir kadın yönetmen daha kazanmış olacaktı.
Kimbilir, belki de istenmeyen, buydu!
..................................
Meraklısı için not: Ne halt ettiysem, dizideki bir tipi, Johann Christian Bach 'ın Piyano Konçertosu'nu dinlemeye meraklı yazmışım; 'prestij dizi' sini çekmekle görevli ekip, Christian Bach 'ı, önce Johann Sebastian Bach zannetti, (öncekinin babasıdır); yanlış düzeltilince, bu defa, koca TRT Müzik Arşivi'nde, konçertoyu bulamadı; sonunda, çaresiz kalıp, benden istedi.
Mevlid'in firaklı yeri, asıl burası: onlara gönderdiğim 'bant kaydı', nereden yapılmıştı, biliyor musunuz? TRT/FM 'in bir klâsik müzik yayınından! O kadar 'hancı sarhoş, yolcu sarhoş' ki, Kurum'un imkânlarını bile kullanamıyorlar; çünkü, 'farkında değiller'.



Söyleşi Attilâ İLHAN



Halka Söylemeye Dilleri Varmıyor! 12 Ocak 2001
Yaşayanlar bilir: 27 Mayıs öncesindeki Menderes 'aleyhtarı' öğrenci eylemleri ve 'halk' gösterileri; -el altından-, zamanın 'muhalefet' i CHP' nin, 'dürtüleri' ile kotarılmıştı. Halklar, -hele demokratik geleneği bulunmayan toplumlarda- 'kendiliğinden' ya kılını bile kıpırdatmaz; ya ayaklanır, ortalığı dağıtır. 1908' de, Selânik 'Hürriyet' i ilan etmiştir; İttihat ve Terakki' nin 'nâşir-i efkârı' Tanin gazetesinin, 'sermuharriri' Hüseyin Câhit bey; 'Siyâsi Hatıraları' nda, ne yazar bilir misiniz? 'İstanbul'da, kimsenin tınmadığını!' 'Sevinç gösterileri', daha sonra, onlar tarafından örgütleniyor.
Slobodan Miloşeviç' in 'galeyana gelen', 'demokrasiye susamış' halk tarafından alaşağı edilmesi; ne kadar da 'halka rağmen' bir 'halkın galeyanı' olmuş; insan bilgi edindikçe, çok daha iyi anlıyor; hele 'olay' ın halktan nasıl 'saklandığını', bu işi becerenlerin kendi ağızlarından okudukça!: lütfen, şu satırlara bir göz atar mıydınız?
'Yardım' bahsi hiç açılmayacaktı...
''...bilindiği gibi Gençlik Örgütü OTPOR ('Direniş') de Batı' dan 'yardım' alıyordu. Belgrad' daki öğrenci hareketinin, 'sevilen' lideri Branko İliç diyor ki: '-...yardım yapanlarla aramızda karar vermiştik, bu konu, asla açılmayacaktı. Neden mi? Çünkü Miloşeviç tarafı sürekli olarak, NATO'nun ajanları olduğumuzun propagandasını yapıyordu. Batı'nın 'yardımı', dikta basınının mazereti olmuştu.' Kısa bir süre susup, arkasından ekliyor: '-...sonra şu da var: eğer söyleseydik, halkın bu 'yardımı' kabul edeceğinden, pek de emin değilim ben!'...''
''...yılın ilk aylarında OTPOR takımından, elli kadar genç, 'eğitim görmek üzere', Budapeşte' deki Hilton Oteli' ne gönderilmişti: bir haftalık 'staj' ve otel masraflarını IRI örgütünün Amerikalıları ödemektedir. OTPOR' un kurucularından birisi, olayı şöyle değerlendiriyor: '-...öfkemden, gözüm dünyayı görmüyordu. Ne yaptığınızın farkında mısınız, dedim, ömrümde Sırbistan dışına çıkmamış, beş parasız gençleri, kalkmış beş yıldızlı bir otelde ağırlıyorsunuz?' Aynı kurucu üye, sözlerini şuraya bağlıyor: '-...Amerikalılar, ne dediğimi anlamadılar; bana verdikleri cevapta, kısaca: -...para bahsini dert etme o kadar, dediler, bizde para bol!'...'' (Le Nouvel Observateur, 7 Aralık 2000).
İki küçük, fakat ne de ibret verici, olay: mağrur Sırpların, öğrendikleri takdirde, belki de 'kabul etmeyecekleri' bir 'yardım' ; o yüzden, 'gizli alıyorlar' mış anlaşılan; üstelik aldıkları adamlar, onların ne 'gerçek durumlarının' farkında; ne de 'halet-i ruhiyelerini' anlayabiliyorlar.
'Soğuk Savaş', Sosyalizm' in öncesini ve sonrasını yok saydığından, onu 'Sovyet totaliterliği' olarak netleştirmişti; bu da siyah/beyaz bir tabloda, taraf seçimini kolaylaştırıyordu; yeni 'Soğuk Savaş', 'Sistem' le 'ulusal devlet' arasında oluşturuluyor; o zaman tabloda renk çok, üstelik çoğu flu; bu da daha yumuşak, daha çok 'paraya dayanan yöntemlerin' kullanılmasını gerektiriyor: gizli servislerin ikinci plana çekilip, 'vakıflar' ın ('Foundation'), sicilleri fena halde karışık, 'Sivil Toplum Kuruluşları' nın, media' ların ve 'siyasi partiler' in ön plana çıkarılıp, 'kullanılmasını' yeğliyor.
Nasıl mı? Bakın nasılmış!
'En ucuza çıkacak aday', 'ideal aday'
''...1999 Ekim'inden itibaren, IRI 'siyasi pazarlama' stajları da örgütlemişti. 'Muhalefet'in kampanya tasarımcılarından Zoran Ostoviç, bunu şöyle anlattı: '-...bu iş Karadağ'da yapıldı, çok da şey öğrendim; meselâ, olumsuz kampanyanın etkisizliğini! Yâni, Miloşeviç'in kötülüklerini sergileme önerilerimiz yerine; kendi liderlerimizin meziyetlerini övmemizin, yerinde olacağını! Ayrıca Amerikalılar, afişlemenin rolü üzerinde çok duruyorlardı; onlara göre, seçim kampanyası yazın, yâni herkes dışarda iken geçecekti: sokak panolarına, o yüzden yatırım yaptık...'
''...Karadağ bölgesinde, IRI' nin eğitmenlerinden birisi olan Olja, -asıl adını saklıyor- diyor ki: '-...eğittiğimiz siyasi kadrolara, ayrıca, televizyonda konuşma, gönüllü devşirme ve kampanya örgütleme yollarını öğretmekte idik; Kostunica'nın partisi dışındaki her parti, stajımıza stajyer göndermişti...'..''
''...1999 Sonbaharı' nda, seçimlerden bir yıl önce NDI (National Democratic Institute) büyük bir sondaj yatırımı yapmıştı; amaç, belli: seçim kampanyasına gerekli 'temaları' ve de 'muhalefet' için en elverişli lideri bulmak! Zoran Zivkoviç diyor ki: '-...Kostunica bu anket sayesinde, ağırlığını koydu, rakamlara şöyle bir göz atmak yetiyordu. Durum apaçıktı. Öteki bazı liderlerde, lehlerine az övgü toplamıyorlardı ama, hesabı kesinlikle 'pozitif' çıkan hep oydu; yâni, 'ideal aday' ya da, en azından, öne çıkarılması, en 'ucuza çıkacak' olanı!'...''
''...NDI başka kamuoyu araştırmalarını da finanse etmiştir; seçim kampanyası sırasında, New York' taki, Sırpların seçim niyetlerini kestirebilmesiyle ün yapmış, bir sondaj enstitüsüne başvurdu; sonuçları uluslararası basında, 'bağımsız' medialar'da sürekli açıklanıyordu; her araştırmanın sonunda, Kostunica ve 'demokratik' partiler, 'muhtemel' galip ilan edilmekte idi...''
'Seçim kampanyasına para bulmak!..'
''...Atlantik ötesinden, başka örgütler de 'siyasi pazarlama' tasarımını gerçekleştirebilmesi için, 'muhalefet'e yardım etmişlerdi; New York' ta yıllarca 'siyasal bilgiler' okumuş; şimdi bir Amerikan halkla ilişkileri ofisinde çalışmakta olan Svetlana, daha başka bir şey anlatıyor: '-...Değişiklik İttifakı ('muhalefet') mensuplarına (Sorumlularına) bütün 2000 yılı süresince tavsiyede bulunduk durduk.' Verdiği örnek de şu: '-...şubat ayında Avrupa Birliği ülkeleriyle uçak trafiği açıldı. 'Muhalefet' sorumlularının hemen tamamı, Berlin'e ya da Londra'ya gitmek telâşına düşmüşlerdi. Biz onlara bunun imajlarını kötü etkileyip bozacağını söyleyip, hiç değilse bir hafta sabretmelerini istedik. Sözümüzü dinlediler.' Svetlana ek olarak, çalıştığı ofisin 'yatırım arama' çalışmaları da yaptığını açıklamış ama, sadece o kadar, ötesini söylemiyor; dediği şu: '-...seçim kampanyasına para bulmak gerekiyordu!'...''
''...Belgrad' da, pek de açıklığa kavuşturmadan, Alman ve İngiliz örgütlerinden bahsediyorlar. Kısacası, Sırbistan' a 'özgürlüğün bedeli' cesaretle ve Alman Markı'yla ödenmiş. İyi de bu gerçeği, Sırplara açıkça söylemeye kim cesaret edebilecek? Belgrad' da OTPOR' un lideri Branko İlic, bu soruya şu karşılığı veriyor: '-...bizim prestijimiz ve manevi gücümüz göz önünde tutulursa, bu riski göze alabilecek tek örgüt biziz!' Ama, arkasından ilâve ediyor: '-...bu tabuyu yıkacağız, ama yavaş yavaş', '-...peki, ne zaman?', 'belki yıl sonuna doğru! Belki gelecek sene! Belki de, daha sonra!..'...'' (Vincent Jauvert, Le Nouvel Observateur, 7 Aralık 2000).
Bilmem fark ettiniz mi? Delikanlı, halkına doğruyu söylemeyi, 'göze alınması gereken, bir risk' sayıyor.

Söyleşi Attilâ İLHAN




...Batılılaşma, Bir tuzak; Türkiye Uyanmalı!...'
3 Haziran 2002


Artık orası malûm: 'Tanzimat aydını' sözde bir 'kültür ilericisi'dir; yâni Mason 'alafrangası' ve 'komprador'; Türkçesi, 'Dersaadet' teki sabah ezanları'ndan rahatsız; Paris' teki katedral çanlarından pekâlâ hoşnut! 'Koca' Reşid Paşa dahil, 'İnhitat Dönemi' devlet adamlarından hiçbiri, 'Garplılaşma' nın, 'Sömürgeleşme' nin şart-ı evveli olduğunu kestirememiştir; Gâzi Mustafa Kemal Paşa, 'Emperyalizm' in, 'Garplılaşma' nın öteki adı olduğunu, Bolşevikler 'den öğrenmiş olduklarını, açıkça söylüyor. Oysa bakınız, onun vefatından sonraki 'siyaset esnafı'nın ağzında, Avrupa 'nın öteki adı 'medeni dünya' dır: gezegenin dörtte üçünü tutsak etmiş, hapır küpür yiyen bir medeniyet! Artık nasıl oluyorsa...



Mustafa Kemal 'in 'Garplılaşma' (Batılılaşma) yerine 'Muasırlaşmak' (Çağdaşlaşmak) kavramını benimsemesi, bundan mıdır? Çünkü, ne yanından baksanız, 'Modernizm' (Medeni Dünya) eski Yunan/Roma gibi kendi içinde 'demokrat', kendi dışında 'oligarşik' -bu manada 'Sömürgeci'- görünür. Bu ne demek? Siz ister Neo/Tanzimatçı, ister 'Cumhuriyetçi', ister 'Demokrat' olarak; onun 'medeniyetini' aynen benimsediniz mi, egemenliğine de başeğdiniz demektir; direnirseniz, her türlü ambargodan, silâhlı saldırıya kadar, bütün imkânlarıyla üstünüze gelecektir.



Yeryüzünün tarihinde son birkaç yüzyıl, hep bu filmin tekrarı ile geçmedi mi?



'Doğu Avrupa' bile 'Batılı' sayılmıyor!..



'Üçüncü Dünya' ülkesinde eğer 'Çağdaşlaşma' 'Batılılaşma' diye kabul edilirse, 'sömürge' statüsünden kaçınılamaz; çünkü Sosyalist II. Enternasyonal bile ne demiştir: 'Sömürgecilik'in zararlarına karşıyız ama, Avrupa fikri ve medeniyeti devam etmeli! Siz bunu, 'Avrupa'nın tahakkümü' devam etmeli diye anlamalısınız; zira gerçekte böyle olmuştur. Prof. Ziyaüddin Serdar, -London City Üniversitesi' nde konuk profesör, New Statesman , dergisinde yazar- bahis açılınca, aynı hakikati -benzer şeyleri- söylüyor:



''... Bana göre 'Batılılaşma'nın dönemi geçti. Hâlâ Batılılaşma'nın güdümünde olanlar ise, sadece düş görmekte. Batılılaşma'nın gerçekten işe yaradığı ve topluma faydalı olduğu, tek bir örnek bile yok! Batılılaşma'nın Modernite'yle doğrudan ilişkisi var. Ayrıca Modernite'nin hegemonyacı ve Emperyalist eğilimlere açık olduğu da, unutulmamalı: Batılılaşma bir tuzak!..''



''... Batı Avrupa, daima, kimlik krizleriyle uğraşmak zorunda kalmıştır; ve dünyanın geri kalanı, Avrupa'nın bittiği yerde başlar; ayrıca Avrupa'nın sınırları, onun kimlik krizinin, bütünleyici bir parçası; meselâ Doğu Avrupa, Avrupa sayılmıyor, Doğu'nun parçası olarak görülüyor: Slovaklar'ın, Romenler'in, Arnavutlar'ın, tam olarak Avrupalı sayılmamasının nedeni bu!..''



Bu perspektif içinde, 'ulusal eğitim sistemi'ni 'Medeni Dünya' ya göre ayarlamış; 'çağdaş' ve 'ulusal' bir 'sentez' değil de, 'Batılı taklidi' bir 'alafrangalık' peşinde olan, Türkiye gibi bir ülke ne olacaktır? Bu soruya cevap verirken Prof. Ziyaüddin , sözünü hiç sakınmamış:



''... Türkiye'nin AB'den dışlanmasının, iki nedeni var; birincisi, katıksız ve basitçe, 'ırkçılık'. Türkiye kendisini ne kadar Avrupalı görse de, karşı taraf Türkiye'yi kendi parçası olarak görmüyor. İkinci neden, Türkiye'nin 'insan hakları' sicili! Türkiye'de uygulanan insan haklarının İslâm'la ilgisi yok!'' (Radikal/Online, 13 Mayıs 2002)


İnsanı elbette asıl etkileyen, o iki kısa cümle: ''... Batılılaşma bir tuzak: Türkiye artık uyanmalı!..''



Batı'ya rağmen 'çağdaşlaşma'...



Nedenini yıllardır yazıp durmuşumdur (Bkz. Andre Siegfrid yazıları) ama bu defa, Prof. Dr. Necdet Sümer 'in 'tanıklığını' sunmak istiyorum; yazısında bakınız neler diyor:



''... Kilise, ortaçağ boyunca inanç sistemini ve egemenliğini güçlendirmenin de yollarını aramıştır; bulduğu, kurnazca bir yol, bütün ortaçağa damgasını vurmuştur: Yunan Felsefesi'nden, özellikle Aristoteles'den yararlanarak, aklın desteğini kazanmak! Akıl ile dinsel inancın bağdaşmayacağı anlaşıldığında, zaten ortaçağın sonu gelmiştir...''



''... Yeniçağ'la birlikte başka bir kurnazlık hayata geçirilir: Avrupa toplumları, bir yandan kendi içlerinde lâik bir toplum düzeni geliştirmeye çalışırken, öte yandan Hıristiyanlık İnancını 'uygarlık' adı altında dış dünyaya yaymanın, kârlı sonuçlarını keşfeder; ve böylece ekonomik sömürünün, dünya ölçüsünde, -moda deyimiyle, 'küresel ölçek'te- 'Misyonerlik' düzenini kurar...'' (Aydınlık, 19 Mayıs 2002)



Kısacası 'Medeni (Uygar) Dünya'nın, bir benzeri olmaya çabalamak; 'üçüncü ülkeler' için, bu 'misyonerlik düzeni'ne başeğmek demektir ki; hangi açıdan bakılırsa bakılsın, 1920'li yıllarda Anadolu Halkı 'Batılılaşmak' şiarıyla değil; 'Batı'ya rağmen Çağdaşlaşmak' şiarıyla, buna ilk karşı çıkan olmuştur.



Aksini söyleyen, yalan söyler!




Gâzi'nin 'Dev Yalnızlığı'!...
20 Mart 2002



Mehmet Ali Bey (Aybar) , şu hazin fakat gerçekçi 'tesbit'in sahibidir; her okuyuşumda etkilenirim:



''... İkinci Meşrutiyet 'ten günümüze kadar, Türkiye 'de çeşitli eğilimde sol partiler kurulmuştur. Bunlardan bir kısmı da, yasadışı 'ihtilâlci sol' görüşü savunan, Komünist ya da Komünizan partilerdir. Kurucuları, 'bey takımı'ndan, saygın kişilerdir, tüm bu partilerin. Bazen aralarına göstermelik bir iki işçiyi aldıkları da görülür...''



''... (İştirakçi) Hüseyin Hilmi Bey 'in 1910 'da kurduğu, ilk 'Sosyalist' parti olan 'Osmanlı Sosyalist Fırkası 'ndan beri, memleketimizde Sol'un çeşitli eğilimlerini temsil eden, belki kırk, belki daha çok parti kurulmuştur. Bunlar hep beyler tarafından, ya da teşvikleri ile kurulmuştur. Sadece 'Türkiye İşçi Partisi' , işçi kökenli sendikacılar tarafından kuruldu. Öncelikle bu olayın altını çizmek isterim...'' (TİP Tarihi, cilt 1, s. 167)



Gâzi 'nin 'anti/emperpyalist, laik ve demokratik' olmak arzusundaki Cumhuriyeti; eğer gerçekten 'Devlet sosyalizmi' yapacaktıysa; elbette, 'halkçı, inkılapçı, devletçi, milliyetçi, laik ve cumhuriyetçi' olmak zorundaydı: 'Halk Fırkası' nı ve programını, Edouard Heriot 'nun Fransa 'daki 'Radikal Sosyalist Partisi' programına benzettiğini, onun ağzından size aktardığımı hatırlıyorum. 'Bütünüyle mağdur ve mazlum' bir milletin, Gâzi gibi bir liderin arkasından, nasıl bir 'devlet sosyalizmi' ne yürüyeceği, 'Gazi Cumhuriyeti' nin, her düzeyde 'başarılı' yıllarına bakılarak anlaşılabilir; II. Enternasyonal de, III. Enternasyonal de, Ankara 'ya boşuna destek çıkmıyorlardı; İngiltere 'nin, sürekli 'bozuk çalmasının' nedeni de, bu!



Niye olmadı?



Peki niye olmadı? Çünkü, Gâzi yalnızdı; (yoksa Şevket Süreyya Bey, o yüzden mi 'Kadro' da ısrar ediyordu?) 'Solcu Kemalistler', o ve çevresindeki bir avuç 'aydın', 'Halk Fırkası' nı gittikçe parselleyen 'Tanzimatçı/aydınlar' tarafından, her fırsatta torpilleniyordu. Daha geçen gün, Falih Rıfkı Bey 'in tanıklığını, paylaşmamış mıydık; ne demişti o:



''... Atatürk ileri atılışlarında statükocu, el altından sinsi sinsi baltalayıcı Tanzimat bürokratlarının, daima pasif dayatışına uğramıştır. Gerçekte Atatürk partisi millet içinde değil, Atatürkçülük dediğimiz her şey, kendi partisi içinde azınlıkta idi. Ölümünden sonra parti güdümü, bu inançsızların eline geçti... ''



''... Türkiye 'nin Atatürk sonrası ve Demokrasi Tarihi, Dünya Tarihi 'ne, karaktersiz aydınların, bir millete yapabilecekleri kötülükler örneği olarak; Kurtuluş tarihi ise, sağlam karakterde bir aydının, nasıl yaratabileceğinin bir örneği olarak geçecektir...''



Türkiye İşçi Partisi 'ni kuran on iki sendikacı/işçi, acı deneyimleriyle yaşadıkları, bu sosyal ve siyasal gerçeğin itişiyle harekete geçmişlerdir. Aybar , olayın özgünlüğünü ve önemini, şöyle açıklamıştı:



''... on iki sendikacı bir siyasal parti kurmaya karar veriyorlar. Neden? Basına yaptıkları açıklamada, 'ezilen sınıfların haklarını korumak için parti kurduklarını' söylüyorlar. Ayrıca 'işçinin şimdiye kadar çeşitli partilerin içinde eriyip kaybolduğunu; TİP'in ise işçi sınıfının temsilcisi olmak amacıyla kurulduğunu' belirtiyorlardı. Bu açıklamada önemli ve daha önce işçilerden duymadığımız sözler var (...) sadece bu olay, Türkiye'de bir şeylerin değiştiğine işaretti...'' (a.g.e. cilt 1, s. 168).



Bu 'değişikliği', 'iktidar' la 'hâkimiyeti' , tekeline almış olan Oligarşi 'nin (Bürokrasi + Burjuvazi), hele 'Soğuk Savaş' gibi netâmeli bir dönemde, Türk halkına -dolayısıyla Türk İşçi Sınıfı 'na- bağışlayabileceğine inanmak, safdillik olmaz mıydı? Hele Gâzi 'nin, halkla beraber kurduğu 'Halk Fırkası' nın; aynı 'oligarşi'nin kıskacı altında, nasıl yozlaşıp önce faşizan, sonra ne idüğü belirsiz liberal, daha sonra 'Amerikancı' sosyal demokrat, başı bozuk bir partiye dönüştüğü hatırlanırsa!..



'İş âlemi' diyebileceğimiz, o 'çevre'...



Hadi bu defa, sonrasını ben söylemeyeyim; olayları Alpaslan Işıklı 'nın kaleminden okuyunuz:



''... Atatürk 'ün, zaten yetersizliği çok açık bir biçimde görülen ve kendisini izleme güçlüğü içinde bulunan kadrosu içinde, Nazizm 'in ve Faşizm 'in etkisine girenler oldu. Bunlardan biri olan parti genel sekreteri Recep Peker 'in Faşizm 'e eğiliminin, devletin Faşist modele göre yeniden yapılanmasını öngören bir projeyi, Atatürk 'ün onayına sunmasına neden olabilecek, bir ölçüsüzlüğe varmış olduğunu görmüş bulunuyoruz...''



''... bu dönemde, Türkiye 'ye özgü bir sosyalizm arayışıyla 1932 'de yayın hayatına başlayan 'Kadro' dergisi etrafında başlayan hareket, 1935 'te son bulmuştur. Atatürk 'ün isteğine uyarak sahibi olduğu Kadro 'yu kapatan Yakup Kadri , kendi deyimiyle 'Zoraki Diplomat' yapıldı. Hareket'in öncülerinden Şevket Süreyya Aydemir 'e göre: '... İstanbul'daki levantenler ve ekaliyet muhitleriyle, ithalatçı çevreleriyle, daha doğru iş âlemi diyebileceğimiz o günün insanları ile garip bir işbirliği içinde olan' İş Bankası çevresi, Kadro dergisi'nin kapatılmasını sağlamıştı (...) Kadrocular'a saldıranların başında gelen Recep Peker 'in 1936 'da Parti Sekreterliği'nden, İnönü 'nün ise 1937 'de Başvekillik'ten uzaklaştırılmaları, bu çatışmanın sonuçları bakımından, göz ardı edilmemesi gereken olaylardandır.''



''... Atatürk, İnönü 'yü Sol 'a karşıtlığından dolayı tasfiye zorunda kaldığı için, Celal Bayar 'a sarılmıştır. O Celal Bayar ki, 1950 'den sonra Türkiye 'yi 'Küçük Amerika' yapmak için yaptıkları bir yana; 1938 'de, Atatürk hasta döşeğinde iken, sendikaları yasaklayan yasa değişikliğinin, yürürlüğe girmesini sağlayan kişidir...'' ('Sosyalizm, Kemalizm ve Din', Alpaslan Işıklı, s. 142/146. 3. Basım. 2001.)



Gâzi 'nin 'yalnızlığı', pekâlâ görülüyor ki, bir 'dev yalnızlığı' idi.





Gâzi'nin Solculuğu!..
15 Nisan 2002

İster 'Sosyalist' olsun, ister 'Solcu Kemalist' ; yeni toplumcu kuşakların, Gâzi 'den ve Gâzi hakkında öğrenecekleri, ne çok şey var! 'Erken' Cumhuriyet dönemimiz, daha sonra, öyle kalın bir sis perdesiyle örtülmüştür ki, 'İhtilâl' ve 'İnkılâb' ın, ilk yönetici 'kadro' tarafından, nasıl anlaşıldığı ve nasıl va'zedildiği, unutulmuştur. Yoksa unutturulmuş mudur? Mustafa Kemal 'in anti/emperyalist ve Üçüncü Dünyacı 'tavrının' kanıtları olan, 'ısrarlı' Sovyet dostluğu ve Meclis 'te kurduğu Türkiye (Ankara) Komünist Fırkası , çoğu 'hatıralar'da ve araştırmalarda; daima Ruslardan yardım sağlamak için kalkışılmış, bir 'şark kurnazlığı' gibi sunulmuştur: Aslında politika diye, Gâzi 'ye riyakârlık (ikiyüzlülük) yakıştırdıklarının, farkında bile değiller; gözlerini o kadar hırs bürümüş!..

İddiada kullanılan 'kanıt' tektir ve şudur: ''... Atatürk , bir süre sonra, o 'fırkayı' kapattı; zaten, öteki Komünist 'fırkalarını' da kapatıyordu: çünkü karşı idi!'' Bilmem ama, bu bana doğru görünmüyor; İştirakiyûn 'un ( 'Baytar' Salih bey ) kapatılması, Ankara 'nın 'dışa bağımlılığa' alerjisiyle açıklanabilir; Ankara Komünist Fırkası 'nın kapatılması, acaba öyle midir? Sorunun, 'Çerkes' Ethem bey vak'asıyla bir ilişkisi olmasın? Hiç unutulmaması gereken nokta, Ethem bey 'in de, Yeşilordu Cemiyeti 'nin de, hem Bolşevik hem Çerkes görünmeye özel önem verdikleridir; Kuva-yı Seyyare mensuplarının, aralarında Çerkesçe konuştuklarını, Hatıraları 'nda Ethem bey yazmıştır; yani onlar da, hem Komünisttiler, hem de Çerkes; ve işin ilginç yanı, Meclis 'te kurulan Türkiye (Ankara) Komünist Fırkası 'nın lideri Hakkı Behiç bey de, 'Çerkes'di.

Fakat en iyisi galiba, konuyla ilgili olarak, Yavuz Aslan 'ın eserinde aktardığı önemli dipnotu, bir kere daha okumak. Üstü örtülmüş, birçok Müdafaa-i Hukuk gerçeğini, pek güzel anlatıyor.

'Oyun' mu, 'müdafaa-i nefs' refleksi mi?

''... Azerbaycan Cumhuriyeti Merkezi Devlet En Yeni Tarih Arşivi'nde, 24 Ocak 1921 tarihinde, Ankara'daki Sovyet Heyeti Sekreteri ile Mustafa Kemal Paşa'nın 'Komünist Parti' hakkında yaptıkları sohbetin tutanağı bulunmaktadır. Bu belgeye göre, sohbet esnasında Mustafa Kemal Paşa TKP hakkında şunları söylemiştir:
''... '-Şimdiki zamanda iki Komünist Parti vardır. Birincisi TKF, ki, siz haklı olarak onu hükümetçi olarak vasıflandırdınız; zira ben ona yardım ettim ve (buraya dikkat) bu partinin üyesiyim. Doğrudur Parti'nin bazı sorumlu üyeleri, İstanbul'la anlaşma ve çeteler meselesi hakkında, özünü lekeledi. Ama bu durum Parti'nin bütün öğelerini, gözden düşürmez. Partide gerçekten şerefli insanlar vardır; bunun yanında bazı egoist şahsiyetler de vardır ki, bunların çoğu Hakkı Behiç, Ethem'in kardeşi Reşit, Hacı Şükrü vs. Çerkesler'dir...'' ('TKP'nin Kuruluşu ve Mustafa Suphi', s. 295'teki dipnot, Dil ve Tarih Kurumu Yayını, 1997)

Kurtuluş Savaşı sırasında, Anadolu 'daki bazı 'etnik faaliyetleri' göz önünde tutmadıkça, Müdafaa-i Hukuk Hareketi 'nin ve Ankara Hükümeti 'nin, aldığı bazı önlemleri gerçek anlamıyla değerlendirmek yanlış olabilir; açıkça görülmektedir ki, direnişe katılanlar arasında, şu ya da bu etnik grubun çıkarlarını güdenler vardır ve bu, hareketin ulusal niteliğine zarar vermektedir. Çerkeslerin faaliyeti özellikle es geçilmiştir, oysa dikkatli okunursa, Bülent Tanör 'ün küçük fakat çok yararlı eserinde, şöyle bir cümle dikkati çekiyor:
''... Mütareke dönemi kongre hareketleri, yalnız Türkmenler cephesinde görülen, bir eylem ve örgütlenme biçimi değildir. Örneğin birtakım Çerkes grupları, ( buraya dikkat ) Yunanistan güdümünde bir Özerk Çerkes Kölemen Yönetimi kurma amacıyla, 'Şark-ı Karip Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti'ni kuracaklar; bu dernek de 24 Ekim 1921'de İzmir'de büyük bir kongre düzenleyecektir. Ayrıca Çerkes Teâvün Cemiyeti de, İstanbul'da benzer bir kongre toplamıştır...'' (Türkiye'de Yerel Kongre İktidarları, s. 17. 1998)

İzmir çocukluğumda, aile büyüklerinden, çevredeki Çerkes faaliyeti; hatta bazı aile dostu Çerkeslerin, Ethem bey ve Yeşilordu 'yla temasları hakkında, bazı şeyler işitmişimdir yaşım gereği, o zaman layıkıyla değerlendirememiştim ama; benzer 'istihbaratı' Mim Mim vasıtasıyla şüphesiz toplamış olan, Gâzi'nin ve yakın çevresinin; bazı 'egoist şahsiyetlerin' Yeşilordu, Kuva-yı Seyyare ve TKF perdesi altında, ne türlü bir faaliyet yürüttüklerini anlamış olacağı kesindir. Bu bakımdan, TKF'nin sonradan ikinci plana çekilip, kayboluşunu; Rusları kandırmak için bir oyun olmasından çok, yeni kurulacak devletin ulusal birliğini korumak amacıyla gündeme alındığını düşünmek, daha mantıklı görünüyor. Zira, Gâzi 'nin 'Solculuğu', yani anti/Emperyalist, Halkçı, Devletçi, Laik ve Demokratik tavrı, sonradan da sürüp gitmiştir.

Bir de, şu irkiltici soruya cevap bulmak, zorunluluğu var: o kadar 'Bolşevik'ti, 'Devrim' düşünüyordu da, acaba 'Çerkes' Ethem bey , niye sonunda; meselâ 'Baytar' Salih bey gibi, Bolşevikler 'e değil de; 'İşgalci' ve 'Emperyalizm'in 'kuklası' Yunanlılara sığınmıştı?
Şimdi bazı 'hızlı' solcu ve 'devrimcilerimizin', başları sıkışınca, 'Emperyalist' ülkelere sığınmaları gibi!

Bir 'tesbit' ve bir 'tahmin'...

Müdafaa-i Hukuk Doktrini 'nin 'İnkılâpçı' çekirdeği, hiç kuşkusuz Gâzi ile, etrafındaki 'Solcu Kemalistler' di; onların tavrı ve mücadelesi, 'Erken' cumhuriyet döneminde de, sürüp gitmiştir. Biliyoruz ki, 1933 'te, o takımın en hızlı kalemi Falih Rıfkı bey , kelimesi kelimesine, şunları yazmıştı: ''... Bu dava daha uzun müddet sürecek, her demagog, liberalizm ve demokrasi direğine sarılacaktır...'' Mustafa Kemal ise, çok değil vefatından bir yıl önce (1 Haziran 1937) zamanının Sovyetler Birliği Büyükelçisi M. Karskiy 'e demiştir ki: ''... SSCB ile işbirliği, Türk dış politikasının temelidir; Türkiye, hiçbir bedel uğruna, hiçbir şekilde bu işbirliğinden vazgeçmeyecektir.''

Gâzi'nin attığı 'temel' terk edilince, Falih Rıfkı bey 'in tahmini gerçekleşmedi mi?















Atilla İlhan _ Dünya Bankası Belgeleri
Bu yazılar Atilla İLHAN'ın Cumhuriyet Gazetesi'nde 8.5.2002, 10.5.2002, 13.5.2002; 15.5.2002 günleri yayınlandı.


'Dünya Bankası'nın 'Gizli 'Belgeleri...

Efendim, sorması ayıp, Joseph E. Stiglitz'ı tanır mısınız?
Pek sanmıyorum: Ne hikmetse Media'mız, işine gelmeyen, kişi, kuruluş ve sorunları, göz ardı etmekte rakipsizdir, oysa Stiglitz de, çalıştığı kuruluş da, uğraştığı konularda, bizim Me-dia'nın en 'işine gelmeyecek' şeylerle uğraşıyor!.
Önce kim bu zat? Columbia Üniversitesi'nde (ABD) İktisat Profesorüymüş, ünü büyük, zira 2002 yılı Nobel Ekonomi Armağanı ona verilmiş, evet! Bu arada, hani o çok içli dışlı olduğumuz 'küresel' örgüt var ya, Dünya Bankası, onun başkan yardımcısı olmuştu, görevde bir süre kaldıktan sonra, bir söylentiye göre kovuldu, bir iddiaya göre, istifa etti, çünkü Prof Stiglitz Dünya Bankası'nın ve -ikiz kardeşi- Para Fonu'nun (IMF), 'Küreselleşme' kamuflajı altında, gerçekleştirdiği 'tahribata' tahammül edememiş, olayları, dünya kamuoyuna açıklamaya başlamıştı: yaşadığı 'serencamı' kitap halinde de, yayımladı; neyi anlattığını, kitabın adı, özetlemeye yetiyor 'Büyük Düşbozumu' / 'La Grande Desillusion!' (Fayard Yayınevi, Paris, 2000)
Olay Türkiye dışında, her tarafta tartışılıyor, işin ilginç yanı, daha çok da Batı ülkelerinde: ünlü 'Le Monde Diplomatique', 'IMF'ye Karşı Etiyopya Kanıtı' başlığıyla, Stiglitz'ın eserinden, iki tam sayfalık pasajlar yayımladı (Nisan, 2002). Daha şaşırtıcı olanı, BBC'deki 'mülakat' The Observer'den (Guardian Media Grubu) Gregory Palast ile BBC'den Alex Jones bu mülakatta, 'Dünya Bankası'nın Gizli Belgeleri, Arjantin'i Bitiriyor' başlığı altında, Dünya Bankası ve IMF'nın olanca 'marifetini' sayıp döktüler (4 Mart 2002) Ülkemizde 'mülakatın', hâlâ bu kuruluşlardan yardım bekleyen, bazı 'bedbahtları intibaha getirebileceğini' düşünerek; internet'ten bana ulaştırılan metni, herkesle paylaşmaya karar verdim.
İbreti âlem için!
BBC / 4 Mart 2002 Pazartesi
Alex Jones: Bu dünyayı altüst edecek olan bir şey. Bunu bize açıklayabilir misiniz ve ekonomistler bu konuda neler yaptılar.
Gregory Palast: Evet önce size iki şey söyleyeceğim Bir, Dünya Bankası'nın kovmuş olduğu J.E. Stiglitz ile konuştum. Dolayısıyla, hem BBC'de, hem de Guardian'da, onu bu olay sonrası sorguya çekmek için vakit ayırmış biriyim. Tıpkı Görevimiz Tehlike dizisinde olanlar gibiydi, biliyorsunuz, karşı taraftan bir adam sizin tarafa iltica eder ve siz onu sorgulamak için saatler harcarsınız Böylece, Dünya Bankası'nda neler olduğu hakkında, içeriden bilgi almış oldum Bunun yanı sıra onun dışında başka kaynaklarım da vardı Stiglitz, bana Dünya Bankası veya IMF'ye ait herhangi bir gizli belge vermedi fakat diğer başka insanlardan bu iki kuruma ait yığınla gizli belge geçmiş bulunuyor.
AJ: Yani onu ayırıyorsunuz, başkası verdi diyorsunuz.
GP: Hayır, hakikaten böyle. Onun belge işiyle bir ilgisi yok, ben gerçekten farklı kaynaklardan yığınla belge elde ettim.
AJ: Yani aynen W199I belgesini sizin ve bizim aynı kişilerden almamız gibi
GP: Ve bu yüzden olan şeylerden biri de; Dünya Bankası Başkanı Jim Wolfensen ile CNN'e çıkacaktım, ama o, eğer beni çıkarırlarsa kendisinin CNN'e asla bir daha çıkmayacağını söyledi Ve CNN yapabileceği en çılgınca şeyi yaptı ve beni programdan çekti
AJ: Yani şimdi tam bir boykot tehdidi var
GP: Evet, doğru. Bizim bulduğumuz şuydu Söz konusu bu belgeler gösteriyor ki, temelde ulusları kendileriyle gizli anlaşmalar yapmaya zorluyorlar, o anlaşmalarda uluslar, stratejik varlıklarını satma sözü veriyorlar, kendilerini mahvedecek ekonomik adımları atma sözü veriyorlar ve eğer bu adımları atmaya yanaşmazlarsa, her ulusun ortalama olarak altına imzasını atması gereken yüz on bir madde var. Eğer bu adımları atmazlarsa uluslararası kredi imkânları kesiliyor. Uluslararası piyasada hiç borç para bulamaz hale geliyorsunuz. Hiç kimse kredisiz yaşayamaz, kişi de olsa, şirket de olsa, ülke de olsa yaşayamaz, borç para almadan, kredisi olmadan...
AJ: Yarattıkları borç-enflasyon çukuru yüzünden.
GP: Evet, şimdi, bakın, olan şeylerden biri şu idi 'Yakın zamanda elime geçen gizli Arjantin belgelerinden, gizli Arjantin planından örnekler var elimde. Bu belgede Dünya Bankası Başkanı Jim Wolfensen'in imzası var. Bu arada, bilinsin diye söylüyorum, belgeleri ele geçirdiğim için bana gerçekten çok kızdılar, ama belgelerin gerçek olup olmadığı konusunda rekabete girmediler. Önce denediler. Önce bu belgelerin varlığını inkâr ettiler. Televizyonda, onlara gösterdim. Ve internette bazı alıntıları yayımladım, aslında elimde bazı kopyaları.'
'Bizden ayrılmayın!..'
AJ: Greg Palast nokta com mu?
GP: Evet, gregpalast.com. Sonra bunlar geri adım attı ve dediler ki, evet bu belgeler gerçektir, ama biz sizinle bu konuyu tartışmayacağız ve sizi zaten yayından uzak tutacağız. Yani, bu iş böyle Ama dedikleri şu, bakın, Arjantin gibi bir ülkeyi alıyorsunuz, biliyorsunuz alevler içinde şimdi Beş haftada beş başkan değiştirmiş, çünkü ekonomi tamamıyla harap edilmiş.
AJ: Şimdi altı olmadı mı9
GP: Evet, haftalık başkanlar gibi gözüküyor, çünkü ulusu bir arada tutamıyorlar. Ve bu oldu, çünkü 80'lerin sonunda IMF ve Dünya Bankası emirleri ile tüm varlıklarını, kamu varlıklarını satmaya başladılar. Yani ABD'de asla yapmayı düşünmeyeceğimiz şeyler, içme suyu şebekesinin satılması vs.
AJ: Yani insanlardan vergi alıyorlar. Büyük hükümet yaratıyorlar ve büyük hükümet de topladığını özel IMF/Dünya Bankası'na transfer ediyor. Geri dönersek, sizin de zarif bir şekilde açıkladığınız dört bölüme geri dönmek istiyorum, politikacıların İsviçre hesaplarına milyarlarca dolar gönderiyorlar bu el değiştirmeyi yapmak için.
GP: Doğrudur.
AJ: Fakat bu şimdiye kadar görülmüş en önemli olaylardan biri o zaman, bayım Pardon, lütfen devam edin siz.
GP: Yani olan olay şu, - bu sadece bir tanesi, fakat bu arada, öyle her önüne gelen bu olaylarda rol alamaz Buenos Aires içme Suyu Şebekesi'ni üç kuruşa Enron denen şirkete sattılar. Arjantin ve Şili arasındaki boru hattı satıldı, Enron denen şirkete satıldı.
AJ: Ve şu Küreselleşmeciler, varlıkları Enron'dan kurdukları bir paravan şirkete devrettikten sonra Enron'u patlatıp çalıntı malları hallettiler.
GP: Anlamışsınız Ve bu arada, biliyorsunuz, boru hattını neden Enron'a verdiler, çünkü 1988'de George W. Bush diye bir adamdan telefon geldi.
AJ: İnanılmaz, bayım Bizden ayrılmayın. Greg Palast ile konuşuyoruz.




'...Ekonomiyi, Yerle Bir Ediyorlar!...'


'Sistem'in ruhu', Her çeşit Media'nın, sıkı denetim altına alınmasındadır; kamuoyu, onun vasıtasıyla 'uyutuluyor'; bu böyle! Dili uzun bir meslektaş olan Alex Jones, yürütülen 'küresel vurgunu', tek cümleyle özetleyivermiş, ne diyor: ".. bu 'özelleştirme'filan değil: halktan çalıyorlar ve IMF/Dünya Bankası'na devrediyorlar". Media'nın gıkı çıkmıyor, neden, çünkü o, zaten 'Küreselleşmeciler'in 'denetimi' altındadır. Gregory Palast, Lord Wakeham'dan bahsederken, bunu apaçık söylememiş mi?
"... bu adam gerçek bir olay, karışmadığı hiçbir danışıklı dövüş yok; yaklaşık elli yönetim kurulunda yer alıyor. (...) Yâni inceleyecek, 'Denetleme Komitesi'nin, başında bulunması bekleniyor. (...) Burada bu adama dokunamazsınız, çünkü dediğim gibi, Media'yı kendisi denetlemektedir; yâni şikâyet ederseniz, biliyorsunuz ki adamın eli kaleminizin ucunu tutuyor..."
Gazeteciyseniz, olayda iki nokta, sizi fena çarpacaktır: 'karşı' tarafın uluslararası çapına ve gücüne rağmen, Gregory Palast gibi, Alex Jones gibi, 'yürekli' meslektaşlar, elde kalem gerçekleri ve halkların çıkarlarını savunmaktan, asla geri durmuyorlar; bu, o meseldeki 'bardağın, dolu tarafı'; 'boş tarafına' gelince, onu galiba çevrenize bakarak, 'bizzat' bulmak zorundasınız: malûm ya bizde 'kumanda', 'idare-i maslahat'ın elindedir.
Yan cepte, yüz milyonlarca dolar!..
AJ: Greg Palast ile konuşuyoruz. Kendisi ödül sahibi bir gazeteci, BBC için, Londra Guardian için çalışan bir Amerikalı, büyük bir bombayı, Küreselleşmeciler ve onların suç harekâtları üzerine, daha yeni bıraktı. Yaptığına başka bir şey denemez. Yayınladığı diğer önemli raporlar için infowars.com'a bağlanabilirsiniz, veya kendi sitesi gregpalast.com'a bağlanabilirsiniz. IMF/Dünya Bankası'nın yaptıklarını yıllardır görüyoruz. Geliyorlar, içme suyu şebekelerini, demiryollarını, telefon şirketlerini, kamulaştırılmış petrol şirketlerini, benzin istasyonlarını devretmeleri için politikacılara para veriyorlar, böylece politikacılar onlara bedava veriyor Küreselleşmeciler kişilere ödüyorlar, İsviçre bankalarına milyarlar. Ve plan şu: tüm halk için tam bir kölelik. Tabii Enron, para aklama, uyuşturucu parası için falan, paravan bir şirketti., bunu burada daha önce röportaj yaptığımız gazetecilerden biliyoruz. Bu muazzam büyüklükte bir olaydır ve inanılması güçtür. Fakat şu an olan da budur. Greg Palast bunu tüm dünyaya açıklamış bulunuyor Dünya Bankası'nın eski baş ekonomisti ile görüştü. Efendim, lütfen buradan devam edin. Yani bizi dinleyen kendi kabuğunda, sıradan bir insan için, ifşa ettiğiniz sistem nedir?.
GP: İfşa ettiğimiz şu: Ekvador veya Arjantin, sistematik olarak ulusları parçalıyorlar. Sorun şudur, bu kötü fikirlerin bazıları ABD'ye geri akıyor. Diğer bir deyişle, artık kan alacakları başka yer kalmıyor. Ve sorun şu, söz konusu adam baş ekonomist, küçük bir memur değil. Bu arada, iki ay önce kovulduktan sonra, ona Ekonomi dalında Nobel ödülü verdiler. Yani, aptal biri değil. Bana söyledi, özelleştirmenin ve kamu varlıklarının satılmasının planlandığı ülkelere gitmiş. Ve aslında, biliyorlardı, ülkelerin liderlerinin, bakanlarının yüz milyonlarca doları yan ceplerine aldıklarını açıkça biliyorlardı, fakat başlarını öbür tarafa çeviriyorlardı.
AJ: Ama bu özelleştirme falan değil. Halktan çalıyorlar ve IMF/Dünya Bankası'na devrediyorlar.
GP: Genellikle tanıdıklara devrediyorlar örneğin, Citibank Arjantin işinde çok büyüktü ve bankalarının yarısını kaptı. British Petroleum da Ekvador'daki boru hatlarını kapmıştır. Enron'un da bütün ülkede içme suyu şebekelerini kaptığından bahsettim. Ve sorun şudur, bu şebekeleri de mahvediyorlar Artık Buenos Aires'te içme suyu bulamıyorsunuz. Yani bu sadece bir hırsızlık olayı değildir Musluklardan su akmıyor Yani bu, kamuyu soyarak zengin olmaktan da öte bir şey
AJ: Ve IMF, Büyük Gölleri devretti. Şimdi su arzının tamamına sahipler Chicago Tribune'de yazıldı.
GP: Şimdi buradaki sorunumuz şu, bakın, IMF ve Dünya Bankası yüzde 51 oranında ABD Hazinesi'ne ait. Yani soru şu oluyor, bunlara koyduğumuz para karşılığında ne alıyoruz? Öyle gözüküyor ki, aldığımız birkaç toplumda ortaya çıkan kargaşa ve yakıp yıkma. Endonezya alevler içinde Bana anlatıyordu, Baş Ekonomist, Stiglitz bana anlatıyordu, neler oluyor diye kendine sormaya başlamış. Bildiğiniz gibi, hangi ülkenin işine burnumuzu soksak, onların ekonomisini mahvediyoruz ve sonuçta alevler içinde kalıyorlar. Stiglitz işte bunu sorguladığı için atıldı. Fakat Stiglitz'in söylediğine göre ayaklanmalar bile planlamışlardı. Bir ülkeyi sıkıştırdığınızda ve onun ekonomisini mahvettiğinizde, sokaklarda ayaklanma olması doğaldır. Ve buna IMF ayaklanmaları deniyor. Başka bir deyişle, eğer sokaklarında ayaklanmalar varsa siz kaybediyorsunuz. Bütün sermaye ülkeden kaçıyor ve bu da IMF'ye yeni şartlar koşması için fırsat veriyor.
AJ: Ve bu onları daha da çaresiz yapıyor. Yani ülkeleri çökertmek için tam bir ekonomik savaş ve şimdi savaşı burada da Enron vasıtasıyla yapıyorlar
GP: Daha dün, buradan, Paris'ten, Kaliforniya'daki Enron'u araştıran eyalet başmüfettişleri ile konuştum. Bana bu adamların oynadığı bazı oyunları anlattılar Kimse işin bu tarafına bakmıyor. Kazığı yiyenler sadece hissedarlar değil. Özellikle Teksas ve Kaliforniya'nın kamu parasından milyonlarca, milyarlarca dolar emdiler.
AJ: Varlıklar nerede 'Bakın, herkes Enron hayali bir şirket olduğu için geriye hiçbir varlık kalmadığını söylüyor' burada konuşan uzmanlara göre, tüm varlıkları başka şirketlere ve bankalara transfer etmişler.
'Bul karayı, al parayı üçkâğıdı'
GP: Doğrusu, evet, bu iş tam bir bul karayı al parayı üçkâğıdına döndü. Demek istiyorum ki, esasen altta para var. Siz Kaliforniya'daki elektrik faturalarını ödediniz çünkü, müfettişlerin bana anlattıklarına göre bu faturalar olması gerekenden aşağı yukarı 9.12 milyar dolar fazla şişirilmişlerdi. Ve şimdi bilmiyorum kimden bu parayı geri alacaklar.
AJ: Evet, eyalet yöneticisinin megawatt başına 137 dolar ödediğini, sonra da bunu Enron'a geri 1 dolara sattığını ve bunu tekrar ve tekrar yaptığını ortaya çıkarmışlar.
GP: Evet, sistem tamamıyla kontrolden çıkmıştı ve bu adamlar da tam olarak neler olup bittiğini biliyorlardı. Anlamak zorundasınız ki, Kaliforniya'daki (kamu hizmetleri) sistemin serbestleşmesi için tasarımları yapanların bizzat kendileri işlerini bitirir bitirmez Enron'da çalışmaya başladılar. Aslında, şimdi ben burada Londra'dayım, ve İngilizlerin de bazılarının bunda sorumluluğu var Enron'u denetleme komitesindeki bir adam da, Lord Wakeham. Ve bu adam gerçek bir olay, karışmadığı hiçbir danışıklı dövüş yok
AJ: Ve bu adam NM Rotschild'in Başkanı.
GP: Bu adamın parmağının olmadığı bir şey yok Yaklaşık elli yönetim kurulunda yer alıyor. Ve sorunlardan biri şu, Enron'un kayıtlarını nasıl tuttuğunu inceleyecek müfettişler kurulunun başkanının da bu adam olma durumu var. Fakat aslında onlar (Enron), bu adama bir köşede danışma ücreti ödüyorlardı. Margaret Thatcher'ın hükümetinde yer aldı ve Enron'un İngiltere'ye gelmesine ve bu kuruluşun İngiltere'deki elektrik santrallarını satın almasına izin veren kendisiydi. Ve İngiltere'nin ortasında içme suyu şebekesi onlann mülkiyetindeydi. Bu adam işte bunları onayladı ve sonra buna yönetim kurulunda bir iş verdiler. Ve yönetim kurulunda bulunmaktan öte, büyük bir danışmanlık kontratı verdiler. Yani biliyorsunuz, şimdi bu adamın, hesapları nasıl verdiklerini inceleyecek denetleme komitesinin başında bulunması bekleniyor.
AJ: Medyayı denetleyen bir yönetim kurulunun da başında.
GP: Evet, öyle, ben büyük sorunlarla karşılaşıyorum, çünkü beni de denetliyor.
'Serbest değil, zorlama ticaret!'
AJ: Ayrıca şimdi yeni bir kanun çıkartıyorlar İngiltere'de, arazinizde bulunan 800 yıllık kuyulara, hatta kimi yerlerde Romalılardan kalma 2000 yıllık kuyulara su saati koyacaklarını söylüyorlar Kendi suyunuza sahip olamayacaksınız.
AJ: Evet, işte bu Lord Wakeham. Yani işte Enron'un adamı bu demek istiyorum. Bu adam tam bir olay. Burada bu adama dokunamazsınız çünkü dediğim gibi medyayı kendisi denetlemektedir. Yani şikâyet ederseniz, biliyorsunuz ki, adamın eli kaleminizin bir ucunu tutuyor.
AJ: N. M. Rotschild'ı eşelerseniz hepsini orda bulursunuz. Lütfen bize o dört noktayı anlatın. Elinizde belgeleri var. Yani IMF/Dünya Bankası çökertmesi, dört nokta, bir ülkeyi nasıl çökertiyorlar ve insanların kaynaklannı nasıl imha ediyorlar.
GP: Doğru önce sermaye pazarlarını açıyorsunuz Yani, yerel bankaları yabancı bankalara satıyorsunuz. Sonra fiyatları piyasa belirler diyorsunuz. Bu iş, her şeyi serbest piyasanın belirlediği, Kaliforniya'daki gibi, sonra evinize gelen su faturaları ortada - ABD'de su şirketlerinin satılabileceğini hayal bile edemeyiz Ama Enron gibi özel bir şirketin, suyunuzun sahibi olduğunu düşünün bir. Sonra da fiyatların tavana fırladığını. Sonra da sınırlarınızı serbest ticarete açıyorsunuz, tam serbest piyasacılık. Ve baş ekonomist olan Stiglitz -bu sistemi onun çalıştırdığını unutmayalım,- kendisi onların hesap adamıydı, ve bu işin afyon savaşlarına benzediğini söylüyor Bunun Serbest ticaret olmadığını, zorlama ticaret olduğunu söylüyor. Bu yolla ekonomileri yerle bir ediyorlar.


'Küreselleşme' Yürümüyor!..

Üniversiteli genç kız merak etmiş, e-mail'le soruyor "- Stiglitz'e, kitabına, ve yazdıklarıyla ilgili, BBC'deki 'mülakata', bu derece önem vermek gerekir mi? 'Özelleştirme'nin ve 'Küreselleşme'nin, aslında 'yağmacılık' olduğunu, 'Sosyalist sol' yıllardır söylemiyor mu?" Bir yerde, haklı, meraklısı hatırlayacaktır, son yirmibeş yıldır, söyleşilerimde, bilinmez kaç kere Cherill Player'ın -Türkçeye de çevrilmiş- 'Borç Tuzağı1 adlı eserinden söz edilmiştir ki, açıkladığı, IMF/Dünya Bankası 'ikizlerinin, 'Sistem'in hizmetinde olduğu gerçeği idi.
Stiglitz'in farkı nerede? Sanıyorum kendisi de 'Liberal' hatta 'Küreselleşme'ci olduğu halde, 'IMF/Dünya Bankası' 'ikizleri'nin, dünyanın başına bela kesildiğini, açık açık söylemesinde1 Bakar mısınız ne diyor "Şahsen Küreselleşme'nin, başta yoksul ülkeler olmak üzere, yeryüzü insanlarını zenginleştirme potansiyeline sahip, yararlı bir güç olabileceği kanısını taşımaktayım!"
Bu kafadaki bir 'liberal' iktisatçının, kitabını bitirirken şu söyledikleri, bizdeki -ve dünyadaki- tartışmasız ve heyecanlı IMF/Dünya Bankası 'yandaşlarını', iki kere düşündürmelidir " bugün 'Küreselleşme ' yürümüyor, hele yoksullar için, hiç yürümüyor, çevreciler için, hiç yürümüyor, dünya ekonomisinin istikrarı açısından, hiç yürümüyor!" Peki ya sizin yöneticileriniz, bu yürümeyen sürece umut bağlamış, Türk halkının Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirdiği 'birikimi' şuna buna, hele 'ecnebiye' peşkeş çekiyorsa?, öyle sanıyorum ki Stiglitz'in eserinin, o eserden yola çıkarak Gregory Palast'la Alex Jones'un, BBC'deki mülakatının, bizim için neden önem taşıdığı kolayca anlaşılır
Hoca'nın 'karla peynir ekmek yemek' meseli; bir kere daha doğrulanıyor 'Küreselleşme'yi icat eden onlar ama, kötü olduğunu ve işe yaramadığını, işte kendi ağızlarıyla itiraf ediyorlar

'Ve kamunun söz hakkı yok !'

AJ: Bakın Çin bize yüzde 40 vergi uyguluyor, biz onlara yüzde 2 uyguluyoruz Bu serbest ve adil bir ticaret değildir, bu Küreselleştirmeciler'in, endüstrileri tamamıyla denetim altına aldığı bir ülke olmaya zorlamaktır
GP: Evet" Walmart'ı biliyorsunuz - bir hikâye hazırlamıştım, aslında o, eğer kitabımı okursanız Yakında çıkacak, biraz sözünü edeyim, 'Paranın Satın Alabileceği En iyi Demokrasi', Amerika'nın nasıl satışa çıkarıldığını anlatıyor, bu hafta çıkacak kitapta, Walmart'ın Çin'deki yedi yüz üretim tesisinden bahsediyorum Siz duvardaki Amerikan kartallarına bakmayın, Walmart mağazalarında, Amerikan malı hiçbir şey bulunmaz
AJ: Orwel'in '1984' adlı eserinde anlatıldığı gibi, orada da Amerikan Malı Satın Alın' diye bayraklar asılıyordu ve pek az şey vardı içerde - Orwel'ci bir ikiyüzlülük!

GP: Hatta daha da kötüsü1 Bir fabrika kiralıyorlar, sonra bir tane daha kardeş fabrika kiralıyorlar, bu ikincisi bir hapishanenin içinde oluyor Walmart için tüm o sevimli şeyleri üreten işçilerin çalışma şartlarını bir düşünün Gerçekten de
AJ: Ve eğer elitçilere bir insan karaciğeri lazım olursa, bir telefon etmeleri yeterli.
GP: (Gülerek) Biliyorum, çok vahşi Aslında, bir adamla konuştum, adı Harry Wu, hapse girmiş biri, Çin hapishanesinde 19 yıl kalmış Anlattığı korkunç hikâyelere kimse inanmadı, içeri tekrar girdi, yanına bir de kamera aldı ve koşulların resimlerini çekti ve göstererek Walmart'ın mallarının üretildiği koşullar bunlar dedi, hepsi.
AJ: Ben de burada, Austin'de TV'den atılmakla tehdit edildim, çünkü zincire vurulmuş 4 yaşında toplama kamplarındaki Yahudilerden daha zayıf görünen, ölüme terk edilmiş küçücük kızlar vardı, onları yayımlamıştım. Ve aynı görüntüleri bir daha yayımlarsam tutuklanacağım şeklinde tehdit edildim.
GP: Biliyorsunuz, bunlar korkunç şeyler ne yazık ki, bunları bana verdiler ve Stiglitz ortaya çıkıp bunları söyleyerek çok cesurca davrandı Dediğim gibi, bana belgeleri veren o değil. Belgelere onay mührünü vurmuş oldular, çünkü o tam bunlar oluyor demişti. Gerçekten de adamların dedikleri şu; noktalı çizginin olduğu yeri imzalayın ve her ulus için uygulanan 111 koşulu kabul edin. Ve kamunun söz hakkı yok, başlarına ne belaların geldiğini bilmiyorlar bile Tüm bildikleri.

'Rüşvetleştirme'...

AJ: Özelleştirmeye dönsek Şu dört noktadan devam edelim Anahtar bu Politikacılara her şeyi elleriyle versinler diye milyarlar gönderiyorlar.
GP: Evet, o bu işe rüşvetleştirme adını taktı, diyelim ki, su şirketini satıyorsunuz ve değeri 10 yıllık getirisi üzerinden diyelim 5 milyar dolar, nedir yüzde 10'u, 500 milyon, bu işin nasıl döndüğünü bundan anlayabilirsiniz Ben iki hafta önce bizzat kendim bir Arjantinli senatörle görüştüm. Kamerayla kaydettim 1988'de George W. Bush'un kendisini bizzat aradığını ve Arjantin'deki gaz boru hattını Enron'a vermesini istediğini söyledi, bu adam bizim şimdiki başkanımız. Kendisinin gerçekten iğrenç bulduğu ise Enron kendilerine dünya gaz fiyatının beşte birini ödeyecekmiş ve o 'Böyle bir teklifi nasıl yaparsınız' diye sormuş. Ve ona denmiş ki -George Bush tarafından değil, onun işin içinde olan başka bir ortağı tarafından- valla eğer biz beşte bir ödersek o zaman sizin İsviçre bankası hesabınıza yatacak meblağ bayağı bir artar. Ve işte işler böyle yürüyor
AJ:Bu
GP: Film elimde. Bu adam çok muhafazakâr Bush ailesini çok iyi tanıyor. Arjantin'de kamu işleri yöneticisiydi ve dedi ki, evet, böyle bir telefon aldım. Ona sordum, dedim ki, George W. Bush mu? Evet dedi, Kasım 1988, adam aramış ve demiş ki Enron'a boru hattını verin Şimdi bu, 1994'e kadar Ken Lay'ı tanımıyordum diyen aynı George W. Bush'tur. Yani biliyorsunuz.
AJ: Yani şimdi bunlar şu sıra aklama soruşturmaları yapmaktalar Biliyorsunuz, dün Houston'da Enron'daydım, şimdi burada Austin'deyim Kapıdan 10 metre kadar uzakta, sağda kaldırımda kayıttaydım, goriller gelip dediler ki çekemezsiniz Ben de hadi durmayın, tutuklayın beni dedim Greg düşünsene kaldırımdayım o sıra.
GP: Biliyorsun, mayısta oradaydım. Britanya'daki insanlara diyordum ki, Enron'u hiç duymadınız, ama -Ve bu hükümeti nasıl çözmüş bu adamlar- aslında, bazı ilginç belgeler gördük. Bush başkanlığı devralmadan bir ay önce, Bill Clinton -Zannederim Bush'un büyük bağışçısı Enron'la hesaplaşmak adına- Enron'u Kaliforniya enerji piyasasından dışlıyor Enerji fiyatlarına bir ücret tavanı koyuyor Yani normal fiyatın 100 misli fıyatlandıramıyorlar. Bu Enron'u kızdırıyor Dolayısıyla Ken Lay'ın bizzat kendisi Dick Cheney'ye bir mektup yazıyor ve Clinton'ın fiyat tavanı uygulamasını kaldırmasını istiyor. George W. Bush ofisine geçtikten sonra 48 saat içinde Enerji Bakanlığı Enron'un kelepçelerini çıkartıyor. Peki, bunun o adamlar için parasal anlamı nedir? Biliyorsun ki, bir hafta içerisinde daha önce (Seçim sırasında Bush'a) yapılmış olan tüm bağışlar karşılanmış olmalı.


...Hani 'Sis Çanı' Görevindeydik?

Gregory Palast'la Alex Jones'ın, bu uyarıcı ve öğretici TV mülakatı, sizce hangi sona bağlanıyor'? Arjantin'de olup bitenler, Stiglitz'ın çarpıcı açıklamaları ve Venezüella'da oynanan dört günlük tragedya/komedya, bırakın Sosyalist Sol İntelligentsia'yı, oyunu, hiç değilse kurallarına uygun oynamak isteyen, Liberal/Kapitalist aydınları da, isyana sevk ediyor, kısacası, gelişmesi mümkün, fakat 'göze kestirilmiş' her ülkenin, elini kolunu bir güzel bağlayıp, seni kurtaracağız diye, onu bir güzel mahvediyorlar tablo bu! Ülkenin içinde, ele geçirdikleri Komprador/Oligarşi'yi (Bürokrasi+Burjuvazi) kullanarak, sözde yeni Dünya Düzeni'ni gerçekleştiriyorlar ama, bu yaptıkları, -bazı safdillerin sandığı gibi- özgür ve hakkaniyete uygun bir 'özelleştirme' ve ''küreselleşme'nin, gezegene uygulanması değil, tam tersine, 'küresel' bir 'Oligarşi'nin, duruma el koyması!
Türkiye, aşağı yukarı yarım yüzyılı geçen, halkçı ve toplumsal direnişine rağmen, adım adım, Palast ve Jones'ın pek etkileyici olarak anlattıkları 'uçurum'un, kıyısına getirilmiştir bir yandan IMF/Dünya Bankası 'ikizleri', bir yandan Avrupa Birliği (Karen Fogg 'rezaletleri' dizisi), ülkenin ekonomik bir tutarlılık içinde kalkınma teşebbüsünü, torpillemekle kalmamış, toprak bütünlüğüne ait kötü niyetleride açığa çıkarmıştır Dehşet verici olan, bu hile ve dolaplardan yararlanacak 'Sistem' ülkelerindeki, namus ve haysiyet sahibi aydınlar, seslerini yükseltir, dünya kamuoyunu uyarmaya çalışırken, Türkiye gibi bazı ülkelerdeki bilim, sanat (kültür) ve siyaset çevrelerinin, en derin bir hâb-ı gaflete yan gelmiş olmalarıdır Hani 'sis çanı' görevindeydık?

'Köpek balığı' bankalar, hangileri?

AJ: Patlatmakta olduğunuz bombalara bakın Bakanlar ile, IMF/Dünya Bankası başekonomisti ile röportaj yapıyorsunuz 'bütün bunlar ve elinizde belgeler var, insanların İsviçre'deki hesaplarına paralar yatırılıyor, bütün bunlar oluyor. Sonra ikinci bölüm başlıyor, çöküntüyü başlattıktan sonra ne yapıyorlar.'
GP: Evet, sonra size bütçenizde kesintiye gitmenizi söylüyorlar. Arjantin nüfusunun beşte biri ıssız ve onlara dediler ki, işsizlikle ilgili sosyal yardımları şiddetle kısacaksınız, emeklilik fonlarını kapatacaksınız, eğitim bütçenizi küçülteceksiniz, yani berbat şeyler kastediyorum. Şimdi siz, bu adamların yarattığı ekonomik durgunluğun tam ortasında bir de bütçenizi kısarsanız, hiç şüphe yok ki bu ülkeyi mahvedecektir. Eylül 11'deki saldırının arkasından hemen Bush çıktı ve ekonomimizi kurtarmak için 50 ila 100 milyar dolar harcamak zorundayız dedi. Biz bütçe kısmaya başlamıyoruz, siz önce ekonominizi kurtarmaya çalışmak zorundasınız. Fakat bu ülkelere, kesintiye, kesintiye ve kesintiye gitmek zorundasınız diyorlar. Peki neden, kendi iç belgelerine göre; yabancı bankalara ödemelerini yapabilmeleri için 'yabancı bankalar yüzde 21 ila yüzde 70 arasında faiz alıyorlar. Bunun adı borç verirken köpekbalığı gibi davranmaktır. Aslında o kadar kötüydü ki, Arjantin'e, bunu yapmayı önleyen yasalarını iptal etme şartı da koştular, çünkü neredeyse tüm bankalar Arjantin yasalarına göre borç veren köpekbalıkları haline gelmişlerdi.
AJ: Ama Greg, sen kendin dedin ve belgeler de gösteriyor. Bu ortamı yaratmak için önce ekonomiyi çökertiyorlar. Bunun için gerekli tüm iklimi yaratıyorlar
GP: Evet ve sonra diyorlar ki, şey, hay Allah, bu durumda size ancak şu köpekbalığı faizi oranları üzerinden borç verebiliriz! Biz ABD'de insanların yüzde 75 faiz işletmesine izin vermiyoruz. Bu köpekbalıklığı yapmaktır.
AJ: Bunu yaptıktan sonra 3 ve 4. bölümde ne yapıyorlar.
GP: Dediğim gibi, ticaret için sınırları açarsınız, çağımızın afyon savaşları budur. Ve bir kere ekonomiyi mahvettikten sonra, hiçbir şey üretemez hale gelince, en berbat şeylerden biri şu oluyor, ulusları ilaç ve benzeri şeyler için inanılmaz paralar ödemeye zorluyorlar. Ve bu arada uyuşturucu ticaretine sebep olan da budur, çünkü onlar için bizlere uyuşturucu satmanın dışında hayatta kalmanın başka bir yolu kalmamış oluyor...
AJ: Ve aynı CIA, yani ulusal güvenlik diktatörlüğü, bunları ülkeye sokarken yakalandı.
GP: Eh işte1 Sadece müttefiklerimize yardım ediyoruz!
AJ: Tüm bunlar inanılmaz. Ve böylece, tüm dünyayı dibe doğru sürüyorlar, ekonomilerini parçalıyorlar ve parçaları da binde bir fiyatına satın alıyorlar, IMF/Dünya Bankası Planı'ndaki 4. Bölüm nedir'?

'Darbe' gibi gözüküyor

GP: 4. Bölüm, devlet idaresinin parçalanması ile sonuçlanıyor. Ve bu arada, gerçek 4. Bölüm hükümet darbesidir. Size söylemedikleri bu. Ve ben de bunu Venezüella olayında yeni keşfediyorum. Venezüella Başkanı çok kısa bir süre önce beni aradı.
AJ: Ve kendi şirketsel hükümetlerini yerleştiriyorlar.
GP: Dedikleri şu, ortada seçilmiş bir hükümet başkanı var, ve IMF açıkladı, bakın dinleyin şimdi, eğer başkan görevden uzaklaştırılırsa IMF geçiş hükümetini destekleyecekmiş' Politikaya karışacağız demiyorlar 'sadece geçiş hükümetini destekliyorlarmış. Esasında dedikleri şu, eğer askerler şimdiki başkanı devirirse darbe hükümetinin parasını ödeyecekler, çünkü Venezüella'nın şimdiki başkanı IMF'ye hayır dedi. Bu adamlara pılınızı pırtınızı toplayın dedi. Uzmanlarını gönderdiler, sonra da şunu yapın, bunu yapın dediler. Ve o da dedi ki, Ben hiçbir şey yapmak zorunda değilim. Benim yapacağım şu dedi, petrol şirketlerinin vergilerini iki katına çıkaracağım, çünkü Venezüella'da petrolümüz çok. Petrol şirketlerinin vergilerini iki katına çıkaracağım ve dolayısıyla elimde sosyal programlar için ve hükümet için gerekli çok para olmuş olacak' ve çok zengin bir ulus olacağız. Şimdi bakın, bunu yapar yapmaz, orduyu kaşımaya başladılar ve bakın buraya yazıyorum Venezüella Başkanı üç ay içinde ya koltuğundan devrilecek ya da vurularak öldürülecek. Petrol şirketlerinin vergilerini arttırmasına izin vermeyecekler
AJ: Greg Palast, sorun şu. Bunu siz en başta söylemiştiniz Daha da hırslanıyorlar, şimdi bunları ABD'ye yapmaya başladılar Gördüğüm bütün deliller gösteriyor ki, Enron paravan bir şirketmiş, diğer bir çığırtkan şirket yani, varlıkları çalıp daha eski küresel şirketlere devrediyorlardı, sonra çuvalladılar ve emeklilik fonlarını çaldılar. Şimdi bize diyorlar ki, terörizm kapıda. Eğer haklarınızdan feragat etmezseniz sizi vuracak. Bush, bir nükleer saldırı halinde gizli hükümetin karar verme mekanizması içinde olması gereken insanları ve Kongre'yi bu işe karıştırmıyor. (Washington Post: Kongreye Gölge Hükümet Hakkında Bilgi Verilmedi) Elimizde bilgilendirilmemiş bir Temsilciler Meclisi Başkanı var bir kere Bu bir darbe gibi gözüküyor. Ben bunu tüm açıklığı ile söyleyeceğim Bizim bu gerçekleri yaymamız lazım, aksi takdirde bu hırslı yaratıklar sonuna kadar götürecekler bu işi.
GP: Bir konuda çok üzgünüm Bu hikâyeyi İngiltere'nin belli başlı yayın organlarında duyurdum Lord Wakeham'a rağmen BBC'de çalışıyorum Orda olmamdan hoşlanmadığını biliyorum BBC'deydım, ayrıca New York Times'a vs ye eşit sayılan en önemli günlük gazetelerden birinde çalışıyorum, yani bu bilgiyi (İngiltere'de) duyurduk. Ve çok çok üzgünüm ki, bizim bir alternatif basınımız olması şart (ABD'de), bir alternatif radyo şebekemiz ve anlamlı olan bilgiyi yayabilmek için başka ne lazımsa ona sahip olmamız şart Her Amerikalının bu tür bilgilere ulaşabilme olanağının olması gerektiğini söylüyorum Yani her şeyden önce bu bizim kendi hükümetimiz