29 Eylül 2009 Salı

reşat nuri güntekin - çalıkuşu ( parça 10 )

170
Reşat Nuri Güntekin

Hacı Kalfa, beni tekrar arabaya bindirdikten sonra, derin derin içini çekti, elini göğsüne vurarak: "Tövbe olsun, hani şu ayrılık bana akşamki tekmeden ağır geldi doğrusu!" dedi.
Geceki hengâmeyi hatırlatan bu sözler beni bir kere daha güldürdü. Araba yürümeye başlamıştı. O hâlâ arkamdan parmağını sallıyor: "Gülürsün he çapkın, gülürsün!" diyordu.
Yol, şimdiden uzamaya başlamış olmayıp da gözlerimi görebilseydin, bu sözleri söylemeyecektin Hacı Kalfacığım.
*
Araba; inişli yokuşlu dağ yollarına girmişti; kâh kurumuş sel çukurlarından geçiyor, kâh boş tarlaların, bozulmuş bağların kenarlarını takip ediyordu.
Seyrek fasılalarla tek tuk köylülere, yorgunluktan inler gibi sesler çıkaran kağnılara tesadüf ediyorduk.
ince bir bağ yolundan, eşkıya gibi korkunç kıyafetli, uzun bıyıklı iki jandarma geliyordu. Yanımızdan geçerken arabacıya:
"Selamünaleyküm," dediler, dik dik bana baktılar.
Hacı Kalfa: "Yollar maşallah emindir, amma ne olur ne olmaz, peçeni kapa. Senin suratın öyle her yerde açılacak suratlardan değildir, anladın mı efendim?" demişti.
Uzaktan birisinin geldiğini görür görmez, hemen Hacı Kal-fa'nın tembihini hatırlıyor, yüzümü kapıyordum.
Saatler geçtikçe yollara mahzun bir ıssızlık çöküyordu. Bu Çeçen arabalarının ince, yanık sesli çıngırakları var. icat edenler ne iyi düşünmüşler. Yamaçlarda, derelerde uyandırdıkları, uzak akisler insana adeta bir teselli sesi gibi geliyor. Hele bir kayalığın içinden geçerken öyle sandım ki uzaklarda, şu yanmış gibi görünen kara taş yığının öte tarafında görünmez bir yol var, ince sesli kadın, hıçkıra hıçkıra ağlayarak bu yolun içinde arkamızdan koşuyor.
Yol, hâlâ bitip tükenmek bilmiyordu. Görünürde ne bir köy, hatta, ne bir ağaçlık...

ÇALIKUŞU 171
içimde yavaş yavaş bir korku uyanmaya başlamıştı. Ya geceden evvel, Zeyniler Köyü'nü tutamazsam. Ya dağ başlarında yalnız kalırsam?
Arabacı, ara sıra durarak hayvanlarını dinlendiriyor, insanla konuşur gibi onlarla konuşuyordu.
Bir taşlığın ortasında, yine böyle bir mola vermesinden istifade ettim:
- Daha çok var mı? diye sordum. O, ağır ağır başını sallayarak cevap verdi:
- Geldik.
Bu adam yaşlı bir insan olmasaydı, benimle eğlendiğini hükmedecektim.
- Nasıl olur? dedim. Allanın kırındayız. Görünürde köy falan yok.
İhtiyar adam, arabadan çantalarımı çıkarmaya çalışarak cevap verdi:
- Na, şu patikadan inceğiz, Zeyniler, buraya beş dakika çeker. Araba yolu yok.
Taşların arasından minare merdiveni gibi dik bir yoldan inmeye başladık.
Aşağıda, akşamın alacakaranlığı içinde kapkara bir servilik, etrafı çitle çevrilmiş, çıplak bahçeler arasında tek tuk kulübeler, tahta evler görünüyordu.
ilk bakışta Zeyniler bana, hâlâ yer yer dumanlan tüten bir yangın harabesi gibi göründü.
Köy deyince gözümün önüne yeşillikler arasında eski Boğaziçi yalılarındaki güvencinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralı kulübeler gelirdi. Halbuki bu evler, çökmeye yüz tutmuş, simsiyah viranelerdi.
Yıkık bir değirmenin önünde abalı, sarıklı bir ihtiyara rast geldik, kaburga kemikleri soyulmuş zayıf bir ineği, ipinden sürüye sürüye bu evlerden birine doğru götürmeye çalışıyordu. Bizi görünce, durdu, dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Bu ihti-

172
Reşat Nuri Güntekin

yar hoca, Zeyniler muhtarı imiş. Arabacı onu tanıyordu. Birkaç kelime ile benim kim olduğumu anlattı.
Belden büzmeli, bol siyah çarşafım, sımsıkı peçemle genç olduğumu anlamamak mümkün değildi. Böyle olduğu halde Muhtar Efendi, beni fazla süslü bulmuş olacak ki, tuhaf tuhaf baktı, sonra ineğini çıplak ayaklı bir çocuğa teslim ederek önümüze düştü.
Köyün dar sokakları içine girmiştik. Evleri şimdi daha iyi görebiliyordum. Hani Kavaklar'da önüne ağlar serilmiş, yağmurdan çürüyüp kararmış, Boğaz rüzgârlarından bir yana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır; bu evler, ilk bakışta onları hatırlatıyordu.
Altlarına dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda. Herhalde, Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm köylerden hiçbirisine benzemiyordu.
Etrafı tahta perdelerle çevrilmiş bir bahçenin kırmızı kapısı önünde durduk. Yapraklarına varıncaya kadar siyah görünen bu köyde gördüğüm ilk renk; kırmızı tahta oldu!
Muhtar, yumruğuyla kapıyı çalmaya başladı. Her vuruşunda kapı yıkılacak gibi sarsılıyordu.
ilk defa ağzımı açmaya cesaret ederek:
- içeride kimse yok galiba, dedim. Muhtar, başını sallayarak cevap verdi:
- Hatice Hanım akşam namazını kılıyor olmalı. Az bekleyeceğiz.
Arabacının beklemeye vakti yoktu; çantaları kapının önüne bırakarak bizden ayrıldı.
Muhtar abasının eteklerini toplayarak yere çömeldi. Ben, bavulumun kenarına iliştim, konuşmaya başladık.
Bu Hatice Hanım, pek Müslüman bir kadınmış. Tarikata da mensupmuş. Köyün ölüsüne, dirisine o yetişirmiş. Mevlitleri o okur, gelinlerin yüzüne o yazar, sekeratta bulunan hastala-

ÇALIKUŞU 173
rın ağzına son zemzem damlasını o akıtır, kadın cenazelerini o yıkayıp yaşmaklarmış.
Muhtar Efendi, herhalde medrese falan görmüş bir adama benziyordu. Fırsattan istifade ederek bazı nasihatlar vermek istediğini anladım. Usul-i cedidin aleyhinde bulunmuyor, fakat yeni mekteplerin din derslerini ihmal ettiklerinden şikâyet ediyordu.
Şimdiye kadar buradan birkaç hocanım geçmiş; fakat nafile, hiçbirisinin Kur'an-ı Kerim'e, ilmihale, kâfi derecede vukufu yokmuş.
Bu Muhtar Efendi, Hatice Hanım'dan hoşnutluk getiriyordu. Ben.bu dersleri yine bu saliha, akil, abide hatuncağıza bırakarak kendim başka dersler okutursam köyü daha ziyade memnun edermişim.
Ben, bu nasihatleri dinlerken içeriden bir nalın tıkırtısı gelmeye başladı. Muhtar Efendi ile ayağa kalktık. Kapının arkasında bir kol demiri şangırdadı, kalın bir ses:
- Kimdir o? diye bağırdı.
- Yabancı değil, Hatice Hanım, B.'den bir hocanım geldi.
Bu Hatice Hanım, iri yapılı, kocaman yüzlü, biraz kamburu çıkmış, yetmişlik bir ihtiyardı. Kınalı saçlarının üstüne yeşil bir yemeni örtmüş, arkasına ferace biçiminde koyu bir yeldirme giymişti. Meşin gibi sert, esmer yüzünün buruşukları arasında inanılmayacak kadar taze ve canlı gözleri, bembeyaz dişleri vardı. Peçemin arkasından yüzümü görmeye çalışarak: "Safa geldin hocanım, buyurun!" dedi.
Bahçeden sokağa çıkmak yasakmış gibi bir eliyle kapıya dayanıp öteki eliyle çantalarımı aldı; sonra, tekrar kapıyı demirleyerek önüme düştü.
O önde, ben arkada bahçeden geçtik, Maarif Müdürü Bey'in büyük fedakârlıklarla müceddeden ihya ettiği mektep binası da öteki evlerin eşiydi. Yalnız, alt kattaki direklerin etra-

174
Reşat Nuri Güntekin

fini henüz kararmaya vakit bulamamış tahtalarla çevirmişler, dershane haline koymuşlardı.
Kapıdan gireceğim vakit Hatice Hanım, kolumu yakaladı: "Dur kızım" dedi.
Ben, birdenbire ürktüm.
O, dudaklarının ucuyla okuduğu kısa bir duadan sonra:
- Haydi kızım, besmele çek de evvela sağ ayağını at, dedi.
Alt kat, zindan gibi karanlıktı, ihtiyar kadın, beni elimden tutarak dar bir taşlıktan geçirdi, eskilikten basamakları oynayan karanlık bir merdivenden çıktık. Yukarıki kat; viran bir sofa, bir de yüksek pencerelerinin tahta kepenkleri sımsıkı kapalı kocaman bir odadan ibaretti. Maarif Müdürü'nün müjdelediği muallim dairesi.
Hatice Hanım, bavulu yere bıraktı, odanın bir köşesinde dolap vazifesi gören eski ocağın içinden bir lamba çıkarıp yaktı.
- Oda, bu sene boş kaldığı için tozlanmış. Yarın sabah erkenden temizlerim inşallah.
Bu zavallı kadın, mektebin eski hocasıymış. Maarif idaresi, mektebi bu şekle soktuğu zaman onu sokağa atmaya acımış, iki yüz elli kuruşla burada alıkoymuş. Yarı hoca, yarı hademe gibi bir şey. Artık, ben nasıl istersem öyle çalışacakmış.
Kadıncağızın benden korktuğunu anlıyordum. Hesapça, ben onun amiriydim. Bile bile kimseye fenalık yapacak bir kız olmadığımı birkaç kelimeyle anlattıktan sonra dairemi seyretmeye başladım.
Eskilikten delik deşik olmuş kirli kaplamalar, yağmurdan çürümüş, tahtaları sarkmış simsiyah bir tavan, bir köşede içine kırık dökük konmuş ocak, ötede çarpık bir kerevet. Demek bundan sonra, hayatım bu odada geçecekti!
Havasız bir mahzene düşmüş gibi göğsüm tıkanıyor, ellerim, ayaklarım üşüyordu.
- Kuzum Hatice Hanım, bana yardım et de şu pencere-

ÇALIKUŞU 175
lerden birini açalım, dedim. Kendi kendime beceremeyceğim galiba.
ihtiyar kadın, benim işe el sürmeme taraftar değildi. Uğraşa uğraşa kepenklerden birini açtı. Manzarayı görünce tüylerim diken diken oldu.
Karşımda korkunç bir mezarlık vardı. Tepelerinde, hâlâ akşam ışıkları sönmemiş serviler, sıra sıra mezar taşları, daha aşağıda sazlıklar içinde donuk donuk parlayan su birikintileri.
ihtiyar kadının derin bir göğüs geçirdiğini işittim:
- insan, sağlığında alışmalı kızım, hepimizin gideceği yer orası, dedi.
Bu söz tesadüf müydü, yoksa haberim olmadan bu manzara karşısında bir korku ve telaş mı göstermiştim? Fakat hemen kendimi topladım. Cesur olmak lâzımdı. Adeta şen denecek bir kayıtsızlıkla:
- Demek burada bir mezarlık var, bilmiyordum dedim.
- Evet kızım; Zeyniler kabristanı. Eski zamandan kalma. Şimdi cenazeleri başka yere gömüyorlar, burası tarih gibi bir şey. Ben, Zeyni Baba'nın fenerini yakmaya gidiyorum, şimdi gelirim.
- Zeyni Baba kim, Hatice Hanım?
- Himmeti hazır, nazır olsun, bir mübarek zat, na, şuradaki servinin altında yatar.
Hatice Hanım, yavaş sesle dualar fısıldayarak merdivene doğru yürüdü. Ben, şimdiye kadar, böyle şeylerden ürktüğümü bilmiyorum. Fakat bu dakikada, servi kokularıyla dolu bir karanlık odada yalnız kalmak bir ürkeklik veriyordu.
ihtiyar kadının arkasından koştum:
- Ben de geleyim mi sizinle? dedim.
- Gel kızım, daha iyi olur. Gelir gelmez, Zeyni Baba'yı ziyaret edersen daha makbule geçer.
Mektebin arka kapısından mezarlığa girdik, taşların arasından yürümeye başladık.

176
Reşat Nuri Güntekin

Bazı ramazan ve bayram arifelerinde teyzelerim beni Eyüp'teki aile mezarlığımıza götürürlerdi.
Fakat ben ölümün hazin ve ürkütücü bir şey olduğunu ilk defa bu karanlık Zeyniler mezarlığında duydum.
Taşlar, benim gördüğüm mezar taşlarından büsbütün başka şekildeydi. Dizi dizi asker safları gibi muntazam, yüksek, dimdik, tepeleri düz, bedenleri simsiyah taşlar. Yazılar okunmuyordu. Yalnız, başlarında birer küçük "Ya Rab" kelimesi seçiliyordu.
Küçüklüğümde bir masal dinlemiştim. Bilmem hangi küçük sultanı kaçırmak için uzak bir dağın arkasından bir eski zaman ordusu geliyormuş. Askerler, gündüz mağaralarda saklanıyor, geceleri yol yürüyorlarmış. Karanlıkta görünmemek için tekmil vücutlarını siyah kefenlere sanyorlarmış.
Böylece aylarca zaman yol gittikten sonra, tam şehri basacakları gece Allah küçük sultana acımış, karanlıkta sinsi sinsi ilerleyen bu siyah kefenli gece ordusunu taşa çevirmiş.
Bu sıra sıra dizilmiş siyah taşlara bakarken o eski masalı hatırladım: "Sakın burası o korkunç ölüm askerlerinin taşa döndüğü masal memleketi olmasın!" diye düşündüm.
- Bu Zeyniler kimlermiş Hatice Hanım?
- Ben de bilmem kızım, bu köy eskiden onlarınmış. Şimdi mezarlarından gayri bir şeyleri kalmamış. Himmetleri hazır nazır olsun, erenlerdenmiş. Zeyni Baba bunların en büyüğü. Kimsenin iyi edemediği hastaları, buraya getirirler. Ben, bir kötürüm kadın bilirim ki, buraya sırtta getirdiler, ayaklarıyla yürüye yürüye gitti.
Zeyni Baba'nm türbesi, mezarlığın en nihayetinde, kocaman bir servinin altında idi. Hatice Hanım, her gece, ona üç kandil yakarmış. Birisi servinin dalına, birisi kapının iç tarafına, öteki de sandukanın başına.
Türbe, toprağın içine gömülmüş bir mahzendi. Zeyni Baba, bu mahzende, yedi sene güneş aydınlığı görmeden çile dol-

ÇALIKUŞU 177
durmuş. Öldüğü vakit mübarek cesedine kimse el sürçmemiş. Üstüne, bir sanduka yapmışlar.
Hatice Hanım, kandillerden ikisini yakmıştı. Mahzene inen birkaç basamaklı merdiveni göstererek:
- Haydi kızım, içeri girelim, dedi.
Ben, bu basamakları inmeye cesaret edemiyordum. Arkadaşım tekrar döndü:
- Haydi kızım, buraya kadar geldikten sonra girmezsen günah olur. Gönlünde ne dileğin varsa Zeyni Baba'dan iste!..
Yüreğim hazan yaprağı gibi titreyerek merdivenleri indim. Mezara indirilen ölülerde, eğer bir parça his olsaydı, mutlaka bu dakikada benim duyduğum şeyi duyarlardı. Göğsüme ıslak, soğuk bir toprak kokusu doldu.
Zeyni Bana'nın sandukası yeşil boyalı bir çinko ile örtülmüştü. Sonradan, Hatice Hanım'ın anlattığına göre, bütün ömrünü kanaat ve sefalet içinde geçiren Zeyni Baba, öldükten sonra, üzeri süslü ve işlemeli örtüler istememiş. Ara sıra öteden, beriden gönderilen örtüler bir hafta dayanmıyor, parça parça çürüyüp eriyormuş.
ihtiyar kadın, hafif fısıltılarla dualar okuyarak evliyanın başındaki kandile yağ koydu, sonra bana döndü:
- Köyde birisi öleceği vakit, Azrail aleyhisselam, evvela Zeyni Baba'ya misafir olur, o vakit bu ışık kendi kendine söner. Şimdi kızım, Zeyni Baba'dan isteyeceğini iste, dedi.
Dizlerim kesiliyor, artık ayakta durmaya takatim kalmıyordu. Ateşler içinde yanan alnımı Zeyni Baba'nın serin örtüsüne dayadım; dudaklarımdan ziyade yaralı kalbimle söyler gibi yavaş yavaş: "Zeyni Babacığım, dedim. Ben, küçük, cahil bir Çalıkuşu'ndan başka bir şey değilim. Sana nasıl yalvarmak lazım geldiğini bilmiyorum. Kusuruma bakma. Senin hoşuna gidecek şeyleden hiçbirini bana öğretmediler, işittim ki, sen yedi sene güneş görmeden, burada çile doldurmuşsun. Sakın sen de, insanlığın zalimliğinden, vefasızlığından kaçmış olmaya-
Çalıkuşu - F. 12

178
Reşat Nuri Güntekin



sın? Babacığım, senden büyük bir şey isteyeceğim. Bu yedi sene içinde elbette güneşin, rüzgârların hasretini çektiğin zamanlar olmuştur. Seni o dakikaların acısına katlandıran o melek sabrından bana da ver. inlemeden, ağlamadan çilemi doldurayım!.."
*
Odamda yalnızım. Hatice Hanım, erkenden beni bıraktı. Mektebin alt katındaki, bodrum gibi izbesine çekildi. Orada gece yarısına kadar ibadet eder, teşbih çekermiş.
İki saatten beri lambanın ışığında bu satırları yazıyorum. Dışarıdan, uzak bir su sesi geliyor, ara sıra tavanda tıkırtılar oluyor. Ensemde hafif bir üşüme hissi ile kulak veriyorum. O vakit, harap binanın içinde, daha başka sesler duymaya başlıyorum. Merdiven tahtaları yavaşça gıcırdıyor, sofada insanlar fısıldaşıyor gibi sesler uyanıyor.
Çalıkuşu, haydi yat artık. Gecenin içinde gizli gizli söyleşen bu seslerden korkma. Onlar, ne kadar zalim olsa da "Sarı Çiçekleri"ne yetim teyze kızlarını çekiştiren dudaklar kadar sana fenalık edemez.
Zeyniler, 20 Kasım
Bu sabah hesap ettim. Ben Zeyniler'e geleli, aşağı yukarı. bir ay olmuş. Bu bir ay, bana şimdi on yıldan daha uzun görünüyor. Şimdiye kadar defterime bir şey yazmak istemedim. Daha açıkçası bundan korktum.
tik günlerin titiz ümitsizliği içinde, kim bilir ne münasebetsiz şeyler yumurtlayacaktım? Halbuki artık buraya alışmaya başladım. Sor Aleksi'nin hiç dilinden düşürmediği bir söz vardı:.
"Kızlarım, ümitsiz hastalıkların, mukadder felaketlerir son bir ilacı vardır: Tahammül ve tevekkül. Elemlerde bir giz

ÇALIKUŞU 179
şefkat var gibidir. Şikâyet etmeyenlere, kendilerini güler yüzle karşılayanlara karşı daha az zalim olurlar."
Çalıkuşu, bu sözleri daima gülümseyerek dinlerdi. Halbuki şimdi onları doğru buluyor ve gülmeye cesaret edemiyorum.
Zeyniler'deki bir ay içinde öyle saatlerim oluyordu ki, bu-nahyordum. "Uğraşmak beyhude! Daha fazla dayanamayacağım!" diyordum. İşte o zaman, Sor Aleksi'nin bu peygamberce sözleri imdadıma yetişiyordu, içim kan ağlarken gülmeye, şarkı söylemeye, ıslık çalmaya başlıyordum. O kadar ki, kalbim, nihayet bu neşenin yalanına inanıyor, suya konan kuru çiçekler gibi litreye titreye canlanmaya başlıyordu.
Sonra etrafımda yaşayan şeylerde teselli aramaya koyuldum. Elime geçirdiğim taze bir yaprağı yanağıma, dudaklarıma sürüyor, bahçede bulduğum cılız bir kedi yavrusunu göğsüme bastırıyor, nefesimle ısıtıyordum. Daha olmazsa kendi kendime: "Feride, aptallığın lüzumu yok. Biraz gayret. Biliyorum ki, yaşamak için artık güler yüzden, cesaretten başka sermayen kalmamıştır" diyordum.
Bu neşenin uydurma, uçucu bir şey olduğu malum. Varsın öyle olsun. Kapalı bir mahzende sızan bir ışık parçası, yıkık bir duvarın taşları arasında açmış cılız bir çiçek, her şeye rağmen bir varlık, bir tesellidir.
Bugün cuma, mektep yok. Birkaç günden beri yağan yağmurlar durdu. Sonbahar, dışarıda son bir ayrılık bayramı yapıyor. Uzaklardaki sıradağlar, sazlıktaki sular da güneşe karşı gülümsüyor gibi... Hatta, serviler, mezar taşları bile korkunç sertliklerini kaybetmiş gibi görünüyorlar. Kendimi derin derin yok-luyorum, görüyorum ki, alışmaya, hatta bu karanlık ve can sıkıcı memleketi biraz daha benimsemeye ve sevmeye başlamışım!
*

180
Reşat Nuri Güntekin

Geldiğimin ertesi sabahı derse başlamıştım. Bu ilk gün, hayatımın en unutulmaz bir günü olarak yaşayacaktır.
Maarif Müdürü'nün, büyük fedakârlıklarla yenileştirdiği dershaneyi şimdi, sabahleyin, daha iyi gördüm. Burası, herhalde eski bir ahır olacaktı. Yalnız, altına tahta döşemişler, pencereleri genişleterek, cam çerçeve taktırmışlardı.
Ocak bacaları gibi kapkara görünen duvar kaplamalarında tepe aşağı takılmış bir harita ile bir iskelet levhası, bir çiftlik ve bir yılan resmi sarkıyordu. Bunlar da herhalde yeni ders aletleri olacaktı.
Dershanenin bahçe tarafındaki duvarın dibinde -ahir zamanından kalma- bir hayvan yemliği vardı ki, kaldırmaya lüzum görmemişler, üstüne bir tahta kapak çakarak bir nevi dolap haline getirmişlerdi.
Çocuklar, yemeklerini, kitaplarını, mektebe yakılmak için kırlardan getirdikleri çalı çırpıyı buraya saklarlarmış.
Hatice Hanım, bu dolabın başka bir vazifesi olduğunu da söyledi. Öteden beri, dayakla uslanmayan yaramazları bunun içine hapsederek adam edermiş. Muhtarın, Vehbi isminde bir küçük oğlu varmış ki, hemen bütün zamanını bu sandığın içinde geçirirmiş. Bu çocuk, bir yaramazlık yaptığı zaman kendiliğinden dolaba girer, tabuttaki cenaze gibi sırtüstü yatar ve yine kendi eliyle kapağı kaparmış.
Ben, hayretle:
- Muhtar Efendi buna bir şey demiyor mu? diye sordum. Hatice Hanım, başını salladı:
- Muhtar, memnun oluyor. Aferin sana Hatice Hanım. İyi ki aklıma getirdin. Bizim evde bir dolap var. İnşallah, hınzırı yaramazlık ettiği zaman ben de onun içine kapatayım, diyor.
- Güzel terbiye usulü! Mektepte erkek çocuk da var mı?
- E, var, iki, üç tane. Büyücekleri Garipler Köyü'ndeki erkek mektebine gönderiyoruz.
- Garipler Köyü nerede?

ÇALIKUŞU 181
- Şu karşıdaki ağaran kayaların ardında.
- Yazık değil mi çocuklara, karda kışta oraya kadar nasıl gidip geliyorlar?
- Onlar yola alışıktır, yağmursuz havalarda bir saate bile kalmadan giderler. Sadece yağmurlu, çamurlu, karlı havalarda biraz zorluk çekiyorlar.
- Peki, niçin onları da burada okutmuyoruz?
- Kadın, erkek bir arada okur mu?
- Onları erkekten mi sayacağız?
- Elbette kızım, on ikişer, on üçer yaşında koca delikanlılar.
Hatice Hanım, biraz durdu, dilinin altında bir şey vardı ki, söylemeye çekiniyordu. Nihayet cesaret etti:
- Hele şimdi hiç caiz olmaz!
- Neden?
- Sen pek gencecik bir hocanımsın da ondan, kızım.
istanbul'da, bir "Horozdan kaçan namuslu kadın" tabiri vardır. Bizim Hatice Hanım, tam o cinsten bir insan olacaktı. Cevap vermeye lüzum görmeyerek başka şeylerle meşgul oldum.
Büyük fedakârlıklarla meydana gelen levazımdan mühim bir kısmı da beş tane eski biçimli, hantal mektep sırasıydı. Fakat tuhafı şu ki, bunları kullanmaya lüzum görmeyerek dershanenin bir köşesine alıvermişlerdi.
- Niye böyle yaptınız, Hatice Hanım? dedim.
- Ben yapmadım, eski hocanım yaptı kızım, dedi. Çocuklar böyle yerlere oturmaya alışmışlardır. Minare gibi şeyin üstünde adamın zihnine ders girer mi? Hocanım müfettiş falan gelir diye büsbütün atmaya da korktu. Çocuklar, mektebe geldikleri vakit evvela oraya oturtuyoruz. Sonra ders okuyacakları zaman şuradaki hasırın üstüne indiririz.
ihtiyar kadına, bana yardım etmesini söyleyerek hasırı

182
Reşat Nuri Güntekin

kaldırdım. Yerleri temizledikten sonra, sıraları dizerek bir sınıf haline getirdim.
Hatice Hanım'ın çehresinden memnun olmadığı anlaşılıyordu, fakat bana karşı koymaya cesaret edemiyor, ne dersem yapıyordu. Ben, ellerim toz toprak içinde bu işleri bitirmeye çalışırken talebelerim de birer birer sökün etmeye başlamışlardı.
Zavallıların kıyafetleri öyle sefil ve perişandı ki, hemen hiçbirisinde çorap, potin yoktu. Başlan, eski püskü bez parçalarıyla sımsıkı kundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınları şakırdata şakırdata dershanenin kapısına kadar geliyorlar, orada nalınlarını çıkartarak yan yana diziliyorlardı.
Çocuklar, beni görünce birdenbire ükmüşlerdi. Utana utana kapıdan bakıyorlar, kendilerini çağırdığım zaman kollarıyla yüzlerini kapıyorlar, yahut kapının arkasına saklanıyorlardı. O kadar ki, bazılarını bileklerinden tutarak yarı zorla sınıfa sokmaya mecbur oldum.
Yanıma geldikleri zaman gözlerini sımsıkı yumarak öyle bir el öpüşleri vardı ki, gülmemek için kendimi zor zapt ediyordum.
Besbelli, köyün bir âdeti olan bu öpücüklerden her biri gülünç bir ahenkle saklıyor ve elimin üzerinde hafif ıslaklık bırakıyordu. Yavrucakları kendime ısındırmak için her birine bir iki hoş kelime söylüyordum. Fakat onlara, mümkün olduğu kadar tatlı bir sesle sorduğum sualleri -insanı mahcup edecek kadar inatçı bir sükûnetle- cevapsız bırakıyorlar, yalnız birçok naz ve niyazdan sonra adlarını söylemeye razı oluyorlardı.
"Zehra, Ayşe, Zehra, Ayşe, Zehra, Ayşe."
Aman Yarabbi! Bu köyde ne çok Ayşe ve Zehra vardı. H ' de gülecek halde olmamama rağmen, aklıma tuhaf şeyler ge yordu: Mesela bir müfettiş gelse de talebelerimi tanıtmamı i tese: "Dokuz Ayşe ile on iki Zehra var!" diye çabucak işin için-, den çıkacaktım. Sonra, kolaylık olması için, Ayşeleri dershane-|

ÇALIKUŞU 183
nin bir tarafına, Zebraları öteki tarafına oturtmak, bahçede top oynatırken (çünkü teneffüslerde bu çocukları muhakkak eğlen-direcektim) Ayşeler bu yana, Zebralar bu yana, diye gruplar yapmak mümkündü.
Kendimi tutamayarak, gizli gizli eğlenmeye başlamıştım. Yeni gelen kız çocuklarına: "Kızım, sen Zehra mısın, yoksa Ayşe mi?" diye soruyor ve çok kere umduğum cevabı alıyordum.
Yumruk yüzlü bir küçük kız, hepsinden cesur çıktı. Kara gözlerini yüzüme kaldırarak "Sen ne biliyorsun benim adımı?" diye hayret etti.
Talebelerimi birer birer sıralara oturtuyor, yerlerini bellemelerini tembih ediyordum. Zavallıların hali görülecek şeydi. Bir türlü sıralara yerleşmesini beceremiyorlar, ağaç dalına yahut asma çardağına oturmuş gibi garip vaziyetler alıyorlardı.
Yanlarından ayrıldığım zaman göz ucuyla bana bakıyorlar tuhaf bir surette sallanan kirli bacaklarını -kabuğuna çekilen kaplumbağalar gibi- yavaş yavaş çekerek altlarına alıyorlar. Ne yapalım, yavaş yavaş alışacağız.
Bir şey pek tuhafıma gitmişti. Utana sıkıla yanıma gelen, gözlerini kapayarak el öpen, köylü gelini gibi nazlı ağızlardan bir kelime alınabilen bu çocuklar, kitaplarını açar açmaz dik bir sesle bağıra bağıra okuyorlardı. Sınıf kalabalıklaştıkça gürültü artmaya, başımı iyiden iyiye sersemletmeye başlamıştı.
Hatice Hanım'a:
- Her zaman böyle bağıra çağıra mı çalışırlar? Buna dayanılır mı? diye sordum.
O, biraz hayretle yüzüme baktı.
- Elbette kızım! Mektep bu. Keser vurmadan ağaç yontulur mu? Ne kadar ses çıkarırlarsa, ders o kadar zihinlerinde yer eder, diye eevap verdi.
Sınıf, hemen hemen dolmuştu. Mektebin tek güzel ve ye-

184
Reşat Nuri Güntekin



ni eşyası olan hoca kürsüsüne, kuvvetle elimi vurdum. Lakırdı söyleyerek, sessiz çalışmalarını tembih edecektim. Fakat benim gürültümü merak edip başını kaldıran bile olmadı. Hatta taşlanmış bir arı kovanı gibi, uğultu bilakis daha fazla arttı
"Euzübillahi, ebced, hevvez, huti, cim üstünde ce, cim esre ci."
Çocukları yola getirmek için, herhalde epeyce sıkıntı çekeceğim anlaşılıyordu. Fakat neticede muvaffak olacağıma hiç şüphem yoktu.
Hatice Hanım'a:
- Bugün, sen yine bildiğin gibi okut, Hatice Hanım. Ben, sınıfı nizama sokmadan derse başlamayacağım, dedim, ihtiyar kadın, şüpheli bir bakışla:
- Biz ne gördükse, onu okutuyoruz kızım. Sizin bildiklerinizi bilmeyiz, ne yapalım, mektepli değiliz ki, dedi.
Kadıncağızın ne demek istediğini sonradan anladım. Hati-j ce Hanım, kendisini imihana çektiğimi zannetmiş, iki yüz ellij kuruş aylığı kaybetmekten öyle korkuyordu ki...
Havanın açık olmasına rağmen kızlardan birkaçı başlar eski peştemallarla örtülü olarak mektebe gelmişlerdi. Hatic^ Hanım'a bunların niçin böyle yaptıklarını sordum.
O, hemen her sualim gibi buna da hayretle cevap verdi:
- ilahi kızım, bunlar koskoca gelinlik kızlar. Sokakta baş j açık gezecek değiller ya.
Aman Yarabbi, bu on, on ikişer yaşındaki solucan gibi so-| luk, renksiz çocuklar mı yetişkin kız? Ben, hakikaten çok tuha bir yere düşmüşüm.
Böyle olmakla beraber bir dereceye kadar sevindim. Bur lara gelinlik kız diyenler bana elbette evde kalmış ihtiyar gözüyle bakacak, kimse artık çocuk diye eğlenmeyecektir.
En geç mektebe gelenler erkek çocuklardı. Bu delikanlı lar, büyük adam gibi ev işi görürler, kuyudan su çekerler, ine sağarlar, dağdan odun taşırlarmış.

ÇALIKUŞU 185
Hatice Hanım, onlara, biraz dışarıda durmalarını söyledi, sonra mahcup mahcup:
- Galiba başörtüsünü unutmuşsun kızım, dedi.
- Buna lüzum var mı?
- E, hakçası aranırsa var. Ben karışmam ya, baş açık ders okutmak günah olmaz mı?
"Biliyorum" demeye utandım, hafifçe kızararak: "Gelirken başörtüsünü almayı unuttum da" diye yalan söyledim.
Hatice Hanım:
- Peki kızım, sana temiz bir tülbent vereyim, dedi. Odasında açılıp kapanırken çıngır çıngır öten bir sandıktan yeşil bir yemeni çıkarıp verdi.
Başa gelen çekilecek, ne çare! Yemeniyi saçlarımın üstüne attım, iki ucunu istanbul sokaklarında fal bakan Çingene kızları gibi çenemin altından iliştirdim.
Pencerelerden birinin kapalı kepengi, önündeki camı soluk bir endam aynasına benzetmişti.
Belli etmeden pencerenin önüne gittim, kendimi seyretmeye başladım. Ben, mektep hocası olduktan sonra, kendime bir kıyafet düşünmüştüm. Fikrime göre bir hoca vazife başında, başka kadınlar gibi giyinemezdi.
icadım çok sadeydi. Dizkapaklarıma kadar siyah parlak satenden bir gömlek, belde kayış bir kemer, kemerin altında mendil ve not defteri için iki küçük cep.
Yalnız bu siyahlıkları biraz açmak için beyaz ketenden geniş bir yaka. Ben, uzun saçı hiç sevmem, fakat hoca olduktan sonra başımı böyle bırakamazdım. Bir aydan beri, saçlarımı uzatmaya başladığım halde, henüz omuzlarıma inememişti.
ilk ders için bu dediğim tarzda giyinmiş, saçlarımı aksilik edip alnıma düşmesinler diye sıkı sıkı fırçalamıştım. Parlak siyah gömleğimin, fırçadan kuı tulur kurtulmaz isyana başlayan kısa saçlarımın üstündeki bu yeşil tülbent, o kadar tuhaf duruyordu ki, gülmemek için adeta dudaklarımı sıkıyordum.

186
Reşat Nuri Güntekin

*
Kendilerinden kaçmak için saçlarımı Hatice Hanım'ın yeşil tülbentiyle örttüğüm delikanlı talebelerimi takdim edeyim:
Evvela, fare gibi sandıkta vakit geçiren küçük Vehbi, hakikaten eğlenceli bir fındıksıçam. Boncuk gibi kara, parlak gözleri, küçük kurnaz yüzü, sivri çenesiyle mektebin en şeytan çocuğu...
Topaç gibi yusyuvarlak, ak gözlü, parlak dişli, kıpkırmızı ağızlı, kuzguni siyah bir Arap: Cafer Ağa... (Kendisine, sadece Cafer diyenlere mektepte cevap vermemekle iktifa eder, fakat sokakta taş atarmış.)
On yaşında, iskelet gibi kuru, çiçekbozuğu, süzgün, kirli çehreli, küçük dişli bir çocuk: Aşur.
Nihayet, sınıfın en ehemmiyetli siması: Hafız Nuri, on yaşındaymış, fakat yüzü, yetmişlik bir ihtiyar gibi buruşuk. Çenesinin altında yeni kapanmış bir sıraca yarası ki, dal gibi boynun çıplak kalmasına sebep olmuş. Kirpiksiz patlak gözleri, beyaz sarığının altında yumurta biçiminde bir kafa, hülasa, para ile gösterilecek acayip bir mahluk.
*
Hatice Hanım, o sabah, taze taze mezarlıktan kesilmiş uzun değnekleri yanına yerleştirdikten sonra, birer birer çocukları yanına çağırmaya, derslerini okutmaya başladı.
O ders verirken, ötede kıyametler kopuyordu.
Sor Aleksi, sınıfta gürültümüzden rahatsız oldukça, mum gibi sarı parmaklarını birbirine geçirir, berrak mavi gözlerini bir Meryem tasviri saflığıyla gökyüzüne kaldırarak: "Bana bir Kal ver azabı çektiriyorsunuz!" derdi.
Sınıftaki bütün gürültülerin, yaramazlıkların elebaşısı olan Çalıkışu, sana ettiklerini acı acı çekmeye başlıyor. Bu sersem edici gürültünün önünü almak, talebelerimi sessiz çalış-

ÇALIKUŞU 187
maya, sınıfta verilen bir dersi hep birden dinlemeye alıştırmak için iki hafta uğraştım.
Neyse, emeğim boşa gitmedi, ilk günlerde bütün gayretime rağmen çocuklarla başa çıkamıyordum. Hatice Hanım'ın sınıfta yılan gibi, ıslık çalan taze değneklerinden sonra sesim onlara öyle hafif geliyordu ki...
Bazen canıma yetiyor: "Gel Hatice Hanım!" diye dışarıya bağırıyordum. Onun, küpe binerek havalarda uçan masal cadısı gibi dershaneye girmesi bana yardım ediyordu.
Nihayet, bu gürültüyü yavaş yavaş söndürmeye muvaffak oldum. Şimdi, sınıf daha sakin. Çocuklar, yavaş yavaş söz anlamaya başlıyorlar. Hatta, onlar ne kadar bağırırlarsa, dersin o kadar kuvvetle zihinlerine yerleşeceğine inanan Hatice Hanım bile memnun, ikide birde: "Hay Allah razı olsun kızım, kafacı-ğım dinlendi" diyor. Fakat, benim istediğim, sadece bu değildi. Onlara biraz hayat ve neşe de vermek istiyordum, işte bu, bir türlü kabil olacağa benzemiyordu.
Bu köyün evleri, sokakları, mezarları gibi çocuklarında da siyah bir neşesizlik var. Renksiz dudakları gülmenin ne olduğunu bilmiyor, durgun gözleri ağır bir melal içinde ölümü düşünüyor gibi. Ben bile, yavaş yavaş onlara benzemeye başlamıyor muyum? Eskiden ölümü ben başka türlü düşünürdüm, insan elli sene, altmış sene, hülasa istediği kadar yorgunluktan bitap düşünceye kadar gezer, koşar, eğlenir. Sonra, gözleri tatlı bir uyku ihtiyacıyla mahmurlaşmaya başlar. O vakit bembeyaz, temiz bir yatağa uzanır. Yeni başlayan uykuların hafif sarhoşluğu içinde gülümseye gülümseye sönüp gider. Güneşe karşı parlayan beyaz mermerler üstünde kucak kucak çiçekler... O mermerlerdeki küçük yalaklardan su içmeye gelmiş birkaç kuş... işte ölüm denince benim gözümde böyle sevimli ve hemen hemen neşeli bir hayal uyanırdı. Şimdi, onun acı lezzetini, ödağacı ve servi kokuları içinde dilimle tadıyor, ciğerlerimle kokluyor gibiyim!

188
Reşat Nuri Güntekin

*
Çocukların bu kadar ağır ve neşesiz olmalarına Hatice Hanım'ın da hayli yardımı dokunmuş. Bu kadıncağız, hocanın vazifesini, kalplerde dünya emelini söndürmek diye öğrenmiş. Her fırsatta yavrucakları ölümle yüz yüze getiriyor. Duvardaki birkaç tabiyye levhasını sırf bu maksatla mektebe gönderilmiş sanıyor. Mesela:
"Bu dünya fanidir, kimseye kalmaz! Yürü dünya yürü, ahir zamanıdır!"
kabilinden korkunç bir ilahi okuttuktan sonra iskelet levhasını ortaya koyuyor: "Yarın biz ölünce etlerimiz böyle çürüyecek, kemikler böyle kuruyacak!" diye ölümün dehşetini ve kabir azaplarını anlatmaya başlıyor.
ihtiyar kadına göre, öteki levhalar da aşağı yukarı aynı şeyi ifade etmektedir. Mesela çiftlik resmini gösterirken: "Allah bu koyunları kullarım yesin de bana ibadet etsin diye yarattı. Koyunları kör boğazımız zifleniyor da, Allah'a borcumuzu ödüyor muyuz? Ne gezer? Amma, yarın toprağa girdiğimiz vakit, bakalım ne cevap vereceğiz?" yolunda bir şeyler söylüyor ve tekrar ölümün tasvirine geçiyor.
Yılan levhasına gelince: Hatice Hanım, onu Şahmeran diye tanıtmış. Hasta olan köylülerin isimlerini yılanın karşısına yazmak suretiyle, onların tedavisine de çalışıyor.
Evet, bu biçare çocukları bir parça neşelendirmek, güldürmek için ne maskaralıklar yapıyorum.
Fakat, emeklerim boşa gidiyor.
Mektebe teneffüs usulünü de koyduk. Çocukları yarım saatte, bir saatte bir, bahçeye çıkarıyorum, eğlenceli, meraklı oyunlar öğretmeye çalışıyorum. Nedense, bir türlü bunlardan tat duymuyorlar. O vakit, çaresiz onları kendi hallerine bırakarak bir köşeye çekiliyorum.
Bu mihnet çekmiş, yaşlı başlı insanlara benzeyen, yorgun

189
ÇALIKUŞU


çehreli, donuk gözlü kız çocuklarının en büyük eğlenceleri, bahçenin bir köşesine toplanıp ölüm, tabut, teneşir, zebani, kabir gibi korkunç kelimelerle dolu ilahiler okumaktan ibaret! Hele bir tanesi var ki, tüyler ürpertiyor.
Onlar seslerini titrete titrete hep bir ağızdan:
"Haramiler gibi soyarlar seni, Bir kuru tabuta koyarlar seni, Zalim ölüm sana çare bulunmaz."
diye uluşurlarken gözümün önünden sıra sıra cenaze alayları geçiyor.
Çocuklarımın en sevdikleri eğlencelerden biri de cenaze oyunudur. Ekseriya, uzun öğle teneffüslerinde oynana oynana bu oyun adeta bir tiyatro piyesi gibidir ve başlıca aktörleri Hafız Nuri ile Arap Cafer Ağa'dır.
Cafer Ağa, hastalanıyor; kız çocuklar, etrafına toplanarak Kuran okuyorlar, ağzına zemzem akıtıyorlar.
Küçük, akı çok gözlerini belirterek ruh teslim edince kızlar feryat ederek çenesini bağlıyorlar. Sonra Cafer Ağa'yı teneşirde yıkıyorlar.
Çocukların, kırık bir kapı tahtasını yeşil başörtülerle süsleyerek meydana getirdikleri tabutun korkunç bir sahici tabuttan farkı yok.
Hafız Nuri'nin dik, meşum bir sesle sela vermesi, ezan okuması, cenaze namazı kıldırması tüyler ürpetecek bir şey. Hele mezar başında: "Ya Cafer Ibn-i Zehra!" diye bir talkın verişi var ki, gece rüyalarıma giriyor.
Dediğim gibi, bu memleketin havasında insan, ölümü adeta kokluyor. Hele geceler... Onların vehimlerine, korkularına dayanmak daha müşkül!
Gecenin birinde dağda çakallar ulumaya başladı. Fena halde ürktüm. Ne olursa olsun Hatice Hanım'ın odasına inmek istedim.

190
Reşat Nuri Güntekin

Fakat, bu küf kokulu, bodrum gibi odanın kapısını açınca, gördüğüm manzara, bana çakal sesinden bin kat daha korkunç geldi.
ihtiyar kadın, baştan başa beyazlara bürünmüş, bir seccadenin üstünde kendinden geçmiş gibi, boğuk bir sesle bir şeyler okuyarak, iki yana sallanarak esma teşbihi çekiyordu.
*
Burada sevmeye başladığım üç şey var:
Birisi, penceremin altındaki akar çeşme ki, hiç durmayan sesiyle yalnız gecelerimde, adeta bana arkadaşlık ediyor.
ikincisi, küçük Vehbi: Hatice Hanım'ın saltanatı zamanında, ömrünü sandığın dibinde, sırtüstü ceza çekmekle geçiren" çocuk. Ben, bu afacana iyiden iyiye abayı yaktım. Buradaki! çocukların hiçbirine benzemiyor. K'leri C gibi telaffuz ederek| öyle serbest, şen bir konuşması var ki...
Vehbi, bir gün bahçede küçük, parlak gözlerini süze süze yüzüme bakıyordu:
- Ne bakıyorsun Vehbi? dedim. Hiç çekinmeden:
- Sen güzel çizmişsin be. Ağama ahvereyem seni..Bizim gelinimiz ol. Ağam, sana pabuçlar, entariler, taraklar alıverir.
Vehbi'nin her hali iyi, hoş amma, bir türlü beni saymıyor. O kadar ki, azarladığım, yavaşça ince kulağını çektiğim zaman bile bana ehemmiyet vermiyor. Mamafih, belki de bunun için onu bu kadar seviyorum.
Vehbi, bu münasebetsizliği de yapınca kaşlarımı çattım.
- insan, hocasına böyle lakırdı söyler mi? Işitilirse senin ağzını yırtarlar, dedim.
Çocuk, benim saflığımla eğlenir gibi:
- Yağma var mı, başcasına söyler miyim? dedi. Aman Yarabbi, bu parmak kadar köylü çocuğu neler biliyordu!

ÇALIKUŞU 191
Aynı fütursuzlukla devam etti;
- Sana istanbullu yence derim, cestane çetiveririm, ağam senin boynuna altınlar tacar.
- Senin yengen yok mu?
- Var amma, o cara cız, onu da çoban Hasan'a veririz.
- Senin ağan ne iş görür?
- Candarma.
- Candarma ne yapar?
Vehbi, düşüne düşüne başını kaşıdı; sonra:
- Canavarları çeser, dedi.
Vehbi'nin, hoşuma giden bir hali de, kibir ve inadıdır. O, kocaman bir erkek kadar kafa tutmasını bilir. Derste yanlışını çıkardığım vakit hem utanır, hem kızar. Bir türlü yanlışını düzeltmek istemez. Daha üstüne varacak olursam isyan eder. istihfafla yüzüme bakarak:
- Sen, kan kısmısın, aklın ermez, der.
Üçüncü sevdiğime gelince; o, kimsesiz küçük bir kızdır. Derse başladığımın, galiba beşinci sabahıydı. Sıralara göz gezdirirken birdenbire kalbim tatlı bir heyecanla çarptı. En arka sıranın ucunda, bembeyaz denecek kadar uçuk sarı saçlı, duru beyaz tenli, melek gibi güzel çehreli bir kız çocuğu, inci gibi dişleriyle bana gülümsüyordu.
Bu çocuk kimdi? Birdenbire nereden çıkmıştı?
Elimle işaret ettim.
- Yanıma gel bakayım, dedim.
Bir kuş hafifliğiyle yerinden atladı. Benim, mektepte yaptığım gibi, sıçraya sıçraya yanıma geldi.
Yavrucak, son derece fakirdi. Ayaklan çıplak, saçları darmadağınıktı. Arkasındaki rengi kaybolmuş basma entarisinin yırtıklarından beyaz, nazik teni görünüyordu.
Minimini ellerini tuttum:
- Yüzüme bak küçük, dedim.

192
Reşat Nuri Güntekin

Korka korka başını kaldırdı, kıvırcık kirpiklerinin arasında iki lacivert göz parladı.
Zeyniler'de, çektiğim ıstırap beni ağlatmamıştı. Fakat, bu yarı çıplak çocuğun gözleri, kırmızı ağzının içinde iki inci dizisi gibi gülen dişleri, o dakikada kendimi tutmasaydım, beni hıçkı-rı hıçkıra ağlatacaktı.
Hafifçe çenesini okşadım, bütün kızlara sorduğum gibi, ona da:
- Senin adın Zehra mı küçük, yoksa Ayşe mi? dedim. O, temiz istanbul telaffuzlu ve inanılmayacak kadar tatlı sesiyle:
- Benim adım Munise, hocanım, dedi.
- Sen, bu mektepte mi okuyorsun?
- Evet, hocanım.
- Niçin kaç gündür gelmedin?
- Abam göndermedi hocanım, işimiz vardı. Bundan sonra gelirim.
- Senin annen yok mu?
- Abam var hocanım. (Munise, ablaya aba diyordu.)
- Annene ne oldu?
Küçük kız, gözlerini önüne indirdi, sustu. Bana öyle geldi ki, bu çocuğun kalbinde, bilmeden bir gizli yaraya dokundum. Daha ziyade ısrar etmeyerek başka bir şey sordum.
- Dün akşamüstü türkü söyleyen sen miydin Munise?
Bir gün evvel civar bahçelerden birinde ince bir çocuk sesinin türkü söylediğini işittim. Bu ses, öyle tatlı, burada işittiğim seslerden o kadar başkaydı ki, başımı pencereye dayayarak gözlerimi kapamış, birkaç dakika kendimi başka yerlerde, adını anmak istemediğim vefasızlık memleketlerinde sanmıştım.
Türkü söyleyen bu küçük kızdan başkası olamazdı.
Munise, utana utana başını salladı:
- Bendim hocanım, 'dedi.
Çocuğu yerine gönderdikten sonra derse başladım. Ken-

ÇALIKUŞU 193
dimde bir fevkalâdelik hissediyordum. Bu küçük kız, bana ılık bir ilkbahar güneşi gibi tesir etmişti. Karlar içine gömülmüş kuş yuvalarına düşen sarışın bir ışık parçası...
Yuvanın soğuk neşesizliği içinde başını kanatlarının arasına saklayarak titreyen hasta ve küskün Çalıkuşu, yavaş yavaş canlanmaya, eski şenliğini tekrar bulmaya başlıyordu. Vücudumun hareketlerine tuhaf bir oynaklık, sesime, söyleşime hareketli bir ahenk geliyordu.
Ders verirken gözlerim gayri ihtiyari ona dönüyordu. O da bana bakıyordu, inci dişlerinde tatlı bir gülümseme, lacivert gözlerinde dudaklarıma sürünürcesine hissettiğim bir muhabbetle annelik hissini ben, ömrümde ilk defa bugün duydum.
Yalnız yaşamaya mecbur olduğuma göre, bari böyle bir küçük kızım olsaydı! Yazık, bu, bana nasip olmayacak.
Munise hakkında Hatice Hanım'dan pek az şey öğrenebildim.
"Abam" dediği kadın üvey annesiymiş. Babası ihtiyar bir orman memuruymuş, ikinci karısını bu köyden aldığı için tekaüt olduktan sonra beş on kuruş tekaüt aylığı sayesinde geçinip gidiyorlarmış.
Hatice Hanım'a dedim ki:
- Anlatışına göre, ailesinin hali, vakti pek fena değil, niçin bu çocuğa bakmıyorlar?
ihtiyar kadın, kaşlarını çattı:
- O kadar baktıklarına şükür, başkası olsa sokağa atardı.
- Niçin?
- Bu kızın annesi fena kadın, kızım, aklımda kalmadı, beş yıl evvel mi ne, bir jandarma mülazımıyle kaçtı. Bu kızcağız daha pek küçüktü. Ondan sonra, zabit de onu bırakıp başka memleketlere gitmişti. Kadın, dillenince delikanlılar dağa kaldırmışlar, hasılı kötü oldu gitti.
- Olabilir. Hatice Hanım, ama bu çocuğun ne kabahati var?
Çalıkuşu - F 13

194
Reşat Nuri Güntekin



- Daha ne yapsınlar? Öyle kadının çocuğuna diba kumaşları giydirecek halleri yok ya, dedi.
Munise, her gün mektebe gelemiyordu. Sorduğum vakit:
- Abam çamaşır yıkattı, abam tahta sildirdi, abama odun toplayıverdim dağdan, gibi cevaplar veriyordu.
Bu çocuğa, arkadaşları pek iyi bir gözle bakmıyorlardı. Sınıfta onu daima kendilerinden uzak tutuyorlar, fırsat buldukça gizli gizli canını yakarak ağlatıyorlardı. Bunda biraz benim de kabahatim vardı. Küçük kıza karşı duyduğum sevgiyi gizleye-memiştim. Sınıfta onu okşadığımı, bahçede yanıma alarak konuştuğumu görenler fena fena bakıyorlardı.
Bir gün Munise'nin mektep bahçesinde ağladığını, "Ne yapıyorum ben size, yapmayın!" diye yalvardığını duydum ve kendimi göstermeden pencereden baktım. Kızlar, çeşmeden ağızlarına su dolduruyorlar, Munise'yi kovalayarak bu suyu üstüne püskürtüyorlardı. Çocuk, ağlaya ağlaya köşeden köşeye kaçıyor, elleriyle yüzünü, gözünü, boynunu saklamaya çalışıyordu.
O ağır ve korkak tavırlı, durgun bakışlı kızlar; yaralı ceylanı kovalayan av köpeklerine dönmüşlerdi. Kara bacaklarının üstünde sert bir çeviklikle sıçrıyorlar, leş kargaları gibi vahşi çığlıklar kopararak etrafında dönüyorlardı. Küçük kızı kâh köşede sıkıştırarak, kâh toprakta yuvarlayarak avurtlarını şişi-rerek suyu yüzüne, yırtık entarisinin yarı açık bıraktığı göğsüne fışkırtıyorlardı.
Aklım başımdan gitmişti. Deli gibi odadan fırladım. Öyle koşuyordum ki, sağ ayağım merdivenin küçük tahtalarından birini çökerterek içine geçti. Ben, bahçeye çıktığım zaman muharebenin şekli değişmiş bulunuyordu. Munise'ye, kendi gibi küçük, fakat çetin bir yardımcı çıkmıştı. Küçük Vehbi.
Bu dokuz yaşındaki yaramazın kahramanlığını unutamayacağım. Vehbi, çeşmeden akan suların biraz ötede meydana getirdiği çamur batağına girmiş, bir ördek gibi çırpınıyor,

ÇALIKUŞU 195
Munise'ye hücum edenleri korkunç bir çamur yağmuruna tutuyordu. Kolları, ayakları, yüzü çamurdan simsiyah kesilmişti, ince sesi, kızların yaygaraları arasında keskin bir düdük gibi ötüyordu.
- Gavurun kızları, bırakın kızı, be. Hepinizi çeserim!
Kızlar, bu hücum karşısında gerilemeye mecbur oldular. Munise'yi yarı baygın bir halde kucağıma aldım, odama götürdüm.
Bu güzel, küçük kızı, kollarımda sıkarken duyduğum şeyleri söylemek mümkün değil. Kalbimin derinliklerinde gizli bir pınar kaynıyor gibi, göğsüme sıcak bir şeyler iniyor, bütün vücudumu, gözlerimi ıslatan, nefesimi kesen, ılık, baygın bir lezzet sarıyordu.
Ben, bu sarhoşluğu bir kere daha duydum gibi geliyor. Fakat acaba nerede? Ne vakit?
Şimdi, bunları yazarken kalbim duruyor, gözlerimi uzaklara dikerek düşünüyodum. Evet, nerede. Ne vakit? Bu, herhalde eski bir rüyanın hatırası olmalı. Çünkü, bu uzak, silik hayalde, rüya gibi aklın almayacağı şeyler var. Kendimi havanın boşluğu içinde uçar gibi görüyorum. Etrafımda sert hışırtılarla yüzüme, saçlarıma sürünerek akan bir yaprak seli var. Acaba nerede? Yok, yok, ben ömrümde böyle şeyi ilk defa hissettim.
Talebelerimi, o gün, biraz ihmal ederek Munise ile meşgul oldum. Fırtınalarla örselenmiş zambaklara benzeyen, güzel vücudunu, beyaz denecek kadar açık sarı saçlarını temizledim.
Biçare, hemen on dakika, için için ağlamakta devam etti. Ah, bu gözyaşları. Bana öyle geliyordu ki, onlardan dökülen damlalar, kızın küçük yüzüne değil, benim kalbimin içine sızıyor.
Çocuğun, yavaş yavaş emniyetini kazanıyordum. Ben, ona eski entarilerimden birini alelacele küçültüp dikerken, o,

196
Reşat Nuri Güntekin



bir kedi yavrusu gibi eteklerime sokuluyor, ıslak gözleriyle derin derin yüzüme bakıyordu.
Vakitsiz ve haksız bir mihnete uğramış bütün çocuklar gibi, Munise'de de büyük bir insan hali var. Benim daha bir iki aydan beri anlamaya başladığım bazı şeyleri o, çoktan öğrenmiş. Evet, üç küçük kardeşinin kahrını hep o çekermiş. Böyle olduğu halde, abasını bir türlü memnun edemez, her gün birkaç kere dayak yermiş.
Bir hafta evvel bahçeye, komşunun ineği girmiş. Munise, onu kovmaya uğraşırken, en küçük kardeşi salıncaktan düşmüş, Abası onu bir temiz dövdükten sonra ahıra kapamış. İki gün kuru ekmek kırıntılarından başka bir şey vermemiş.
Munise, bana, fildişleri gibi beyaz teninde mor lekeler, çürükler gösteriyordu. Bunlar, hep o dayağın izleriymiş.
Dayanamadım:
- Peki Munise dedim, baban sana acımıyor mu? Cahilliğime acır gibi, derin derin yüzüme bakıp gülümseyerek:
- O bana acıyor, ben de ona acıyorum, dedi. İkimizin de elimizde bir şey yok ki...
Bu sözleri söylerken, öyle bir göğüs geçirmesi, iki elini açarak bu minimini avuçlarındaki çaresizliği, öyle bir göstermesi vardı ki yüreğimi eritti.
Bebek oynar gibi seve seve, sevine sevine uğraşarak Mu-nise'yi süsledim. Küçük kıza, bir el aynası içinde kendisini gösterdiğim vakit, sevinçten kıpkırmızı oldu. Pembe bir kurdele ile iki yandan örülmüş saçlarına, lacivert yünlüden kısa entarisine, uzun siyah çoraplarına bir yabancıyı seyreder gibi korka korka bakıyordu.
Sonradan anladığıma göre, Munise'nin süsü günlerce Zey-niler Köyü'ne dedikodu sermayesi olmuş. Bazıları benim iyiliğimden hoşlanmış. Fakat birçok kimse de memnun kalmamış. Anası dağlarda gezen bir yılan yavrusuna, bu kadar merhamet

ÇALIKUŞU 197
fazlaymış. Sonra süsün bu derecesini günah sayanlar, çocuğu annesinin gittiği fena yola sapmaya bir teşvik addedenler de bulunmuş.
Zavallı Munise, pembe kurdelesinden, kısa etekli lacivert entarisinden, siyah çoraplarından hevesini alamadı.
Üvey annesi, bu elbiseleri kim bilir, ne düşünerek sandığa kaldırmış. Çocuk iki gün sonra aynı yırtık entari içinde mektebe geldi.
Munise, mektebe pek seyrek uğruyor. Hele üç günden beri hiç görünmedi. Bakalım, yarın küçük Vehbi'den ona dair havadis isteyeceğim.
Zeyniler, 30 Kasım
Mektebe günden güne daha fazla ısınıyordum. Viran dershane adeta temiz ve sevimli bir şekil aldı. Hatta, onu bir parça süslemeye de muvaffak oldum.
ilk günlerde o kadar vahşi, yabancı bulduğum çocuklar, şimdi bana daha cana yakın geliyorlar. Ben mi onlara alıştım, yoksa usanmak bilmeyen gayretim sayesinde onlar mı yavaş yavaş yola gelmeye başlıyorlar, pek bilmiyorum? Fakat, zannederim ki, ikisinin de tesiri var.
Çok çalışıyorum. Onlardan ziyade kendim için, kendimi işsizlik ve yalnızlığın müzmin melaline kaptırmamak için, geceli gündüzlü didiniyorum. Muvaffakiyetsizliğe uğradıkça meyus olmuyorum. Bu bulanık, durgun gözlü, karanlık ruhlu çocuklar da biraz düşünce, bir parça yaşamak zevki uyandırdığımı hissedince seviniyorum.
Köylü komşulardan bazıları ara sıra bana misafir geliyorlar. Bunlar da, konuşmaktan pek hoşlanmayan, hele gülmeyi bilmeyen şeyler. Galiba biraz da benden utanıp çekiniyorlar.

198
Reşat Nuri Güntekin

ilk günlerde o kadar sade giyinmeye alıştığım halde yine beni fazla süslü bulduklarını, halimi beğenmediklerini anlıyorum. Hatta, muhtarın karısı birkaç defa da taş atmıştı.
Ben, onlara elimden geldiği kadar sevimli görünmeye, hatırlarını hoş etmeye çalıştım. Hatta bazılarına mektup yazmak, entari biçip dikmek gibi hizmetlerde bile bulundum. Şimdi, öyle hissediyorum ki benim hakkımdaki fikirleri biraz değişti.
Evvelki gün, yine muhtarın karısı gelmişti. Kocasından bana selam getirdi. Muhtar Efendi demiş ki: "Ben onu ilk gördüğüm zaman pek gözüm tutmadıydı ama, Allah için iyi kızmış. Hanım hanımcık mektepte oturuyor. Bir işi olursa bana haber versin."
Bu iltifata, tabii teşekkür ettim.
Burada beni beğenen, sık sık ziyaretime gelen bir ehemmiyetli şahsiyet daha var: Köyün ebesi Nazife Molla. Adı Zehra, yahut Ayşe olmayışına göre, herhalde başka yerli bir kadıncağız ki, çok geveze olması da bunu gösteriyor.
Dedikodu yapıyor zannetmesinler diye fazla şey sormaya cesaret edemiyorum. Fakat köy hakkında bana, meraklı ve eğlenceli şeyler öğretiyor. Kendisine göre, çok anlayışlı ve incelikleri de var. Mesela, bir gün odada yalnız bulunduğumuz halde başkalarına işittirmekten korkuyormuş gibi, ağızını kulağıma yaklaştırdı, Munise'nin annesi için merhamet ve müsamaha ile dolu şeyler söyledi. Sonunda başını sallayarak:
- Kabahat, o papaz kocasında. Günahını o çeksin. Aman kızım, söylediklerimi başkasına söyleme. Adamı taşa gömerler diye, sonra ilave etti.
Ebe Hanım'ın bir hafız oğlu varmış. Bu ramazan B'ye cer-re gitmiş. Epeyce kârlı bir iş bulmuş olacak ki, daha dönmemiş. Bu sene Allah nasip ederse hafızı evlendirecekmiş.
Kadıncağız, sırası düştükçe hafızı methediyor, manalı manalı göz kırparak bana ümitler veriyor. Bazı kayıt ve şartlara riayet edersem Hafız Efendi'ye zevce olabilmek şerefine layık gö-

ÇALIKUŞU 199
rüleceğimi anlıyorum. Hasılı bu kadın, beni epeyce eğlendiriyor.
Ebe Hanım, bu sabah yine gelmişti. Bana mevlit okumayı bilip bilmediğimi sordu. Yakında bir düğün varmış da. Anlaşılan bu köyün düğünlerinde çalgı yerine mevlit okuyorlar.
Gülmemek için dudaklarımı ısırarak:
- Bilirim ama, sesim yok, Ebe Hanım, dedim.
Ebe Hanım, bana teessüf etti. Eski hocahanımlardan biri gayet güzel mevlit okur, bu sayede epeyce para kazanırmış. Mamafih, bugünkü ziyaretten asıl maksat bu değil. Fakir bir kızcağızı gelin ediyorlarmış. Komşular sevaplarına bir iki tencere ile yatak tedarik etmişler, gelini köşeye oturtmak için benden de bir eski entari istiyorlarmış-. Zaten bu kız, benim yabancılarımdan da değilmiş, mektepte talebelerimden biriymiş.
Bunu işitince hayret ettim:
- Benim çocuklar arasında gelinlik kız yok ki Ebe Hanım, dedim. En büyüğü on iki yaşında. Nazife Molla güldü:
- ilahi kızım, on iki yaş küçük mü? Ben, köşeye oturduğum zaman on beş yaşıdaydım da, bana evde kalmış kız dedi-lerdi. Şimdi, eski âdetler kalktı ama, bu öksüzün kimseciği yok, sokakta kaldı. Burada bir çoban Mehmet var, ona veriyoruz. Hiç değilse bir dilim ekmek yedirir.
- Kim bu kız, Ebe Hanım?
- Zehra.
Sınıfımda yedi, yahut sekiz tane Zehra var, onun için birdenbire hatırlayamadım. Fakat Ebe Hanım, hangisi olduğunu söylediği vakit hayretten donakaldım.
Çoban Mehmet'le evlenecek Zehra, insanın rüyasına girse korkutacak kadar acayip bir mahluk, bir nevi delidir. Kına renginde çalı gibi sert, karmakarışık saçları, balmumu gibi renksiz yüzünde yine o renkte çilleri, daracık alnıyla bir hizada korkunç gözleri vardır.
Daha ilk görüşte, bu çocuğun hasta olduğunu anlamıştım.