29 Eylül 2009 Salı

falih rıfkı atay - çankaya 3

dar bulabilip de verdiğimiz para 500 liraya varmamıştı.

***

Zindanda yalnız umut ışığı sönmez. Büyük koğuştakiler Mustafa Kemal'in bir çete göndererek bir gece hepimizi kaçıracağını fısıldaşmakta idiler. Bu çete İstanbul yakasına nereden geçecekti? Nasıl Sultanahmet'e kadar gelecek ve tevfikhaneyi basarak bizleri kurtaracaktı? Hepsi mümkün olsa bile, Mustafa Kemal bunca fedayinin hayatını tehlikeye atarak bizleri kurtarmakla ne kazanacaktı?

Gerçi o günlerde Kuvay-ı Milliye çetelerinin Gebze'ye kadar aktığından bahsedildiğini gelen gidenden işitiyorduk. Ali Kemal bile, Peyam-ı Eyyam'da: ''Beykoz'a Gegboza'dan gelse aceb mi kartal?'' diye bu rivayetleri alaya tutardı.

Nihayet bir gece tevkifhanenin dışından gelen yaylım ateş sesleri arasında uykumuzdan sıçradık. Muhafızlar avludaki çadırda idiler. Hemen hükmettik ki bizi kurtarmaya gelmişler ve muhafız bölüğü ile vuruşmaya başlamışlardır.

Tevkifhane avlusunda karmakarışık bir uğultu, çığlık ve telâş. Karyolamdan koğuşun karanlığına doğru sarktım. Beyaz gecelikli paşalardan biri baş ucundaki mumu yaktı. Koğuşun karanlığı bulandı, alaca hayaletler, gözlerinin yalnız korkudan büyümüş bebekleri görünerek, yarı bellerine kadar doğrulmuş sessiz bakışıyorlardı.

Tüfek sesleri susmuştu. Fakat içeriye bir akın olduğunu duymuyorduk. Paşalardan biri sızlandı:

- Canım, dedi, şöyle böyle kendi başımıza uğraşıp duruyorduk. Onlara kim bizi kurtarınız dedi?

Bir daha ihtiyarcası: ''Süngüleneceğiz!'' diye içini çekti.

Baskın yapanlardan hepsinin yakalanmış veya öldürülmüş olduğunu farz edenlerden biri:

- Zavallılar! Delilik kurbanları! Yahu çoluk çocuğumuz var!

Koridordan Yasin Efendinin sesi geliyordu:

- Yakarım, yakarım...

Büyük koğuştan birtakım sesler de onu yatıştırmaya çalışıyor:

- Beybaba silâhını bırak.. Beybaba silâhını bırak.. Gel de kendin gör, ne kaçan var, ne bir şey...

Telâşla uyanan Yasin Efendi tabancasını yakalamış, don paça bizim koğuşa doğru geliyormuş. Kurşun mu, süngü mü, birdenbire tevkifhaneye ihtilâl tarihlerindeki ölüm gecelerinden birinin dehşeti içine düştü.

Meğer yanımızdaki binada yatan meşhur yankesici Fantoma Mehmet o gece de kaçmaya kalmışmış. Nöbetçi olup olmadığını anlamak için önce yatak çarşafını büzüp katlayıp iple pencereden sarkıtmış. Karşıdaki nöbetçi, acelesinden pencereye doğru silâh atmış. Çadırlarında uyuyan nöbetçilerimiz de neye uğradıklarını bilmiyerek tüfeklerine sarılmışlar ve rasgele havaya boşaltmışlar.

Sabahleyin hikâyeyi duyanlar, Mustafa Kemal'in kendilerini kurtarmak için Anadolu'dan bir çete göndermediğine ne kadar sevindilerdi.

***

Bu Hayran Baba'nın ölüm hikâyesidir. Vaktiyle bir yazıma da konu olarak almıştım.

Hayran Baba, Erzincan eşrafından Hafız Avni Efendinin saz şiirlerinde kullandığı ismi idi. Olgun bir ehl-i dil olduğundan bütün derdi, gamı kendi içinde idi.

Tevkifhanede içkiye vurmuştu. Gitgide sinir muvazenesi iyiden iyiye bozulduğu için doktor raporu üzerine hastaneye yolladılar. Ertesi gün Divan-ı Harp Reisi Hayran Baba'yı istedi. Hastanede olduğundan getirmediler. Mustafa Paşa müdürü çağırarak:

- Bu adamı niçin getirmediniz? diye sordu. Hastanede olduğunu söylediler:

- Ben bu adamı asacağım! Nasıl şuraya buraya gönderirsiniz? diye bağırdı.

Nihayet iş muhafız komutana geldi. Muhafız, Doktor Necip Bey'i yanına çağırıp:

- Hayran Baba'yı niçin hastaneye gönderdiniz? diye sordu. Doktor:

- Bu emirle! diyerek cebinden hasta mevkuflar hakkındaki tamimi çıkarıp okudu, ve:

- Ben rapor vermeğe mecburum, gönderip göndermemek makama aittir, dedi.

Merkez Komutanı, Hayran Baba'nın Divan-ı Harp'e yollanmasını emretti. Muhakeme günü hastaneye bildirildiyse de hastane doktorları Hayran Baba'nın bir yere çıkamıyacağı hakkında bir rapor verdiler.

Daha hiçbir muhakemeye çağırılmıyan Hayran Baba'nın idam olunacağı ağızdan ağıza söylenmekte idi. Bu sırada bütün hasta mevkufların ancak Selimiye Hastanesinden tedavi olunacağı hakkında bir karar verildiğinden Hayran Baba da Selimiye'ye gönderilmek üzere raporu ile beraber tevkifhaneye teslim edilmiş, fakat Selimiye'ye gönderilmeyip hapsedilmiştir.

Hayran Baba'nın sağlık durumu gitgide fenalaştığından doktor yeni bir rapor daha verdiyse de okumadılar bile.

Bir gün Hayran Baba'nın çektiği ıstıraba kalbi dayanamıyan doktor her türlü tehlikeyi göze alıp bir rapor daha vermeye cesaret etti. Hayran Baba'yı muhafaza altında Selimiye Hastanesine gönderdiler. Divan-ı Harp Reisi vak'ayı haber alır almaz gece yarısı bir zabit yolladı, hastanın bileklerine kelepçe vurdurdu. Hayran Baba'yı sürükliye sürükliye Haydarpaşa iskelesine indirdiler, zavallı adam doğruca sehpaya gittiğini sanıyordu:

- Beni asmağa götürüyorsunuz, biliyorum, sabaha kadar sabretseniz ne olur? diyordu.

Hayran Baba'yı getirdiler, o bitkin hâlinde taş locaya attılar. Bizler Sultanahmet tevkifhanesine naklolunacağımız sırada eline kelepçe vurulduğunu ve omzuna bütün eşyasının yüklendiğini gören Hayran Baba:

- Ölüm eziyeti dediğin beş dakikalıktır. Bu cevrü cefaya ne lüzum var? diye inliyordu.

Hayran Baba idam olunacağını bilerek yirmi gün yirmi gece taş locada aç ve ilâçsız yattı. Biraz merhamet duygulu gardiyanlar bile aynı locanın yanındaki locada yatan bir öğretmene:

- Şu pencereden zavallıya biraz süt veriniz! diye yalvarıyorlardı.

Hayran Baba bu yirmi günün ölüm bekleyişi içinde kıvrandı. ''Şu kapıyı bir lâhza açınız, biraz hava alayım!'' diyordu.

Ve böylece loca rutubeti ve açlık içinde yirmi gün işkence çektikten sonra, bir gece sabaha karşı kendini asılmak için uyandırdıkları zaman, tıpkı hürriyete kavuşuyor gibi sevindi, subayın omuzlarını okşadı.

***

Hüseyin Hüsnü Paşa, âyan azasından ak sakallı, inmeli ihtiyar bir efendi idi. Gündüzleri çoluğu çocuğu paşayı kolundan, koltuğundan tutup kendisine bahçede biraz nefes aldırırlardı. Bir gün çocukları yine paşayı köşkün kapısından bahçeye çıkarmak üzere iken, dış kapının zorlandığını, subaylarla polislerin içeriye daldığını gördüler.

Hüseyin Hüsnü Paşa Hareket Ordusu kıt'alarının başında bulunanlardan olduğu için hapsedilecekti. Tutmaya gelenlerin başında, muharebede toplarını bırakarak kaçtığı için askerlikten kovulan ve mütarekede yine hizmete alınan bir binbaşı vardı. Paşanın köşke alınmak üzere olduğunu görünce hemen tabancalarını çektiler ve kapıya hücum ettiler.

- Çabuk açınız!

- Kimi arıyorsunuz?

- Paşanızı almaya geldik...

Hüseyin Hüsnü Paşa ihtiyar bir feriktir. Gelenler mülâzım ve başları binbaşı. Bir yandan çizmeleriyle vurmakta, kapıyı omuzlariyle itmekte, kasaturalariyle kilidi zorlamakta idiler. Kadınların çığlıkları arasında kapı kırıldı, sinema ilânlarındaki polis baskınlarına imrenen bu binbaşı ile küçük subaylar başları öne uzanmış, parmakları tabancaların tetiğinde, ak sakallı inmeli komutanın ve kadınların üzerine atıldılar:

- Haydi, gideceğiz!

Paşa:

- Müsaade ediniz, giyineyim! diye rica etti. Çünkü arkasında entarisiyle robdöşambrı vardı. Mülâzım: ''Hayır, lüzumu yok, böyle gideriz!'' diyordu.

Nihayet bir başkası bir elinde saati, bir elinde tabancasını tutarak:

- Haydi beş dakika müsaade! dedi.

Hanımı ve çocukları yukarıdan esvap namına ne buldularsa aşağı koşturdular. Entarisinin üstüne ceketini, pantolonunu geçirdiler, ayağına bir çift pabuç soktular.

- Çabuk, çabuk, diyorlardı.

Beş dakika nihayet bulur bulmaz hemen ihtiyar paşayı kolundan, omzundan, ayağından tutarak otomobile bindirdiler. Hanımı kalpağını otomobile dar yetiştirebilmişti.

İhtiyar hasta sandal içinde İstanbul'a geçti. Önce Merkez Komutanlığına, oradan Sultanahmet tevkifhanesine götürdüler. Tevkifhanede Hüsnü Paşa'nın hâline acıyarak kendisini ayrı bir odaya koydular. Gece yarısı yaklaşıyordu. Merkez Komutanlığından tevkifhaneye sordular:

- Hüsnü Paşa orada mı?

- Evet!

- Nereye koydunuz?

- Odalardan birine...

- Hayır, şimdi locaya atacaksınız.

Bu emir, Hüsnü Paşa'nın hasta ve inmeli olduğu haber alındıktan sonra veriliyordu. Loca taş, çıplak, rutubetli ve ışıksızdı. Hastayı intiltileri arasında uyandırıp:

- Sizi başka bir odaya nakledeceğiz! dediler.

Hüsnü Paşa sendeliyerek kalktı. Demir parmaklıklar içinden geçerek localar koridoruna girdi. Kapıyı açtılar. Hüsnü Paşa bu tek delikli dar locayı görünce:

- Beni diri diri mezara mı gömüyorsunuz? diye sızlandı.

Gece yarısı bu loca kapağı açılmış bir lâhde benziyordu. İhtiyarı içine atıverdiler.

***

Mutasarrıf Nusret'in ölümü eşsiz bir faciadır.

Terbiyeli, özü sözü birbirinden temiz bir Türk milliyetçisi idi. Tehcir sanığı olarak bizim koğuşta yatıyordu. Bir gün kendisini acele Merkez Komutanlığına istemişlerdi. Malta'ya sürüleceği havadisini duyduk ve sevindik.

Sapsarı geri döndü:

- Benden hayır yok, beni öldürecekler... dedi.

Sonra anlattı:

- Kulağımla duydum. Yan odada İngilizlerden gelen subaya Mustafa Paşa yalvararak: ''Onu bırakınız. Birkaç güne kadar idam edeceğiz,'' diyordu. Bu söz üzerine beni tekrar aranıza yolladılar.

Birinci Divan-ı Harp'te muhakeme edilerek, sadece vazifesini kötüye kullanmak suçu ile 3 yıla mahkûm edilmişti.

Yeni Reis Mustafa Paşa üyelerden biri ikisiyle birleşerek Nusret'in idamını istemiş. Ötekiler muhalif kaldıklarından on beş yıl kürek cezası üzerinde anlaşmışlar. İkinci tutanak böyle yazılmış. Fakat Divan-ı Harp kâtibi tutanağı bir türlü beyaza çekmez, soranlara:

- İşlerimiz çok, birkaç güne kadar çıkartırız, cevabını verirmiş.

Mustafa Paşa arada kendiliğinden bir şahit daha icat eder. Kararın yeniden ağırlaştırılmasına karşı koyan üyelerle kavga çıkar. Bir iki gün sonra bu üyelerin değiştirildiğine dair nezaretten emir gelir. Merkez Komutanlığı vak'ası bu sırada olmuştur.

Nusret'i tekrar mahkemeye çağırdılar. Patrikhaneden dört yeni kadın şahit getirilmişti. Nusret hâkimlerin karşısında iken, ezberlediklerini söyliyen kadınlara:

- Nusret Bey burada mı? Tanıyor musunuz? diye sorulunca kadınlar:

- Tanıyoruz ama, burada değil! cevabını vermeleri üzerine, tekrar dışarıya çıkarmışlar, bir müddet sonra yerlerine dönerek:

- Nusret budur, diye göstermişlerdir.

Hükûmet düşmesi üzerine Mustafa Kemal aleyhine koğuşturma yapıldığı zaman bu çift tutanaklar meydana çıkmıştı.

Nusret kullanılmaktan kayış hâline gelen iskambil kâğıtları ile fal açarak ölümünü bekliyordu. Nihayet bir akşam locaya indirmek üzere aramızdan aldılar. Bize ağlayışlı bir sesle veda etti. Sanki hayattan kopup gittiğine değil de, dostlarından ayrıldığına yanıyordu. Kapıdan çıkarken pantolonunun yamasını gördüm.

Sabaha doğru koridorda süngülü muhafızların ayak seslerini duyduk. Nusret, sehpaya gidiyordu. İbrahim Fevzi karyolasının ucuna çıktı, ezan okumaya başladı.

Karısına ve çocuklarına bile gösterilmemişti. Göğsüne asılan yaftada ''para çalmak için kıtal yaptığı'' söylenen Nusret'in yamalı pantolonu cebindeki cüzdanında yalnız bir kâğıt lira bulmuşlardı.

Sabahın ilk saatlerinde tevkifhane avlusundan, zavallı karısının çığlıkları geliyordu.

***

Bir akşam da eski vali ve Dahiliye Nazırı Hâzım Bey'i müdürün yanına çağırdılar. Koğuşa dönmediği için merak ettik: Aşağı locaya indirmişler, ertesi sabah asacaklarmış.

Hâzım Bey dürüstlüğünden, namusundan ve kanun saygısından başka hiçbir hikâyesi söylenmiyen bir devlet emektarı idi. Bu idam, tam bir ''katil''di.

Hâzım Bey locaya iner ve ölüm nöbetini bekler. Sabaha doğru biraz dışarı çıkmak ihtiyacını duyar. Loca kapısının deliğinden subayı çağırtarak:

- Tuvalete kadar gideyim. Kapıyı açar mısınız? der,

Subay: ''Canım efendim yarım saat sonra ölüp gideceksin. Biraz kendini tutuver!'' cevabını verir.

Sultan Hamid'in Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa'nın oğlu damatlardan idi. Hâzım Bey'le eski tanışıklığı olduğu için, meğer o akşam saraya gitmiş. Vahdettin'in yanına çıkmaya muvaffak olmuş. El öpmüş, etek öpmüş, nihayet Hâzım Bey'in idamdan affedilerek cezasının ebedî hapse çevrilmesi için müsaade alabilmiş. Mahkûmu sehpaya götürecek olanlar son hazırlıklarını yaparken, nefes nefese koşan memurlar iradeyi tevkifhane müdürüne getirmişler.

Hiç uyumamıştık. Sabaha doğru koridordaki ayak seslerini bekliyorduk. Sesler duyuldu. İbrahim Fevzi ezana başlamadan, koğuş kapısı açıldı. Yataklarımıza dikilip baktık: Hâzım Bey!

İpten indirilmiş kadar sarı idi. Bir müddet yutkundu, sonra:

- Kurtuldum, diye ağladı.

Yuvasına pek bağlı bir aile babası idi. Hıçkırık içinde hikâyesini dinledik. Hâzım Bey Fransızca manzumeler yazardı. Hikâyesini bitirdikten sonra:

- Bakınız, cebimde ne ile asılmaya gidiyorum, dedi.

Eser-i cedid denen büyükçe beyaz bir kâğıt çıkardı, okumaya başladı.

Bu, oğluna yazılmış Fransızca bir manzume idi.

Kaç türlü güldük, bilseniz... Kahvaltılarımızı birbirimize ikram ettik.

Hâzım Bey sonra İkinci Meclise mebus geldi. Cumhuriyetin ilânı kanunu konuşulduğu sırada, kürsüye çıktı, memleketten gönderilecek hanedan azalarından damatların çıkarılmaması için birkaç söz söyledi:

- Vay hanedancı... Vay mürteci... sesleri arasında nutkunu tamamlayamadı.

Nasıl bir borç ödemek istediğini yalnız ben biliyordum.


*** *** ***


ÇANKAYA

III. Cilt




GERİLLA DEVRİ



Kuruluş



Önsöz



Anadolu'da yeni bir Türk devletinin temeli 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldığı gün atılmıştır. Mustafa Kemal bu Meclis Başkanı seçildiği gün, gerçekte, yeni Türk devletinin ilk başkanı olmuştur.

23 Nisan 1921'den 13 Eylül 1921'de Sakarya zaferi kazanılıncaya kadar bu devir büyük ve tehlikeli krizler içinde geçmiştir. Mustafa Kemal'in eşsiz liderlik nitelikleri asıl bu krizler sırasında kendini gösterir.

Gerilla devri 1920 sonlarında kuzey ve güneybatı cephesi komutanlıkları Genelkurmay Başkanı İsmet Bey'le Dahiliye Vekili Refet Bey'e (Bele) verilerek nizamlı ordu devri başlayıncaya kadar sürer. Kara günler üstüne Sakarya zaferi ışık tutuncaya kadar on altı aydan fazla geçecektir.



Ortam



Birinci Dünya Savaşının sonunda Anadolu anarşi içinde idi. Seferberliğin daha ikinci yılında asker kaçakları irili ufaklı çeteler kurmuşlardı. Halk ordudan da hükûmetten de türlü çetelerden de bezgindi. O yılları yedinci ordu komutanlığından çekildiği vakit Başkomutanlığa verdiği ve kopyesini Sadrazam Talât Paşa'ya yolladığı raporda Mustafa Kemal açıkça anlatmıştır. Halk, içinden, devlete karşı idi. Savaştan hiçbir şey beklediği yoktu.

Bir örnek vermek istiyoruz. Çanakkale'de düşman boğazı zorlarken arkalarda Laz Mehmet, Arnavut İzzet ve asker kaçağı çeteleri yolları tutmakta, köyleri basmaktadır. Biga'nın Kayapınar köyünden Kara Hasan'ın da otuz kişilik bir çetesi vardır. Parası olduğu söylenen kasabalı veya köy ağasına haber gönderir veya çocuğunu dağa kaldırır. Haraç başlıca gelir kaynağı. 1916 Kasım ayında hükûmet kaçakları affetmekten başka çare bulamaz. Kara Hasan da altmış kişilik çetesi ile Biga'ya gelip silâhları kendilerinde kalmak şartiyle teslim olmuştur. Çeteden kimse köyüne dönemez. Arada kan vardır. Hak ve öç vardır. Kara Hasan yirmi odalı Piti hanını kira ile tutarak çetesini yerleştirir. İçlerinden kimse okuyup yazma bilmediği için belinde fişekliği omzunda tüfeği ile okur yazar bir celep de aralarına girer. Geçinmek lâzım. Kara Hasan alacak verecek, evlenme boşanma gibi işlere bakmakla kendi kendini görevlendirir. Han bir karargâhtır. Kimin kimden alacağı varsa ona gelir. Borçlu ya öder veya kefil gösterir, yahut hanın mahzenine hapsolup dayandığı kadar jop yer. Ölenler de olmuştur. Alınan paranın yarısı Kara Hasan'ın. Bir kızı gözüne kestiren Kara Hasan'a başvurur. Kocası ile geçinemiyen kadın, damadını istemiyen kaynata hanın kapısındadır. Mahkeme dosyaları çete karargâhına aktarılmıştır. Mal mülk anlaşmazlıkları önce handa, sonra tapuda çözülür. Resmî makamlar ileri gitmemesini diledikleri vakit de:

- Ben bu kadar adamı ne ile besliyeceğim öyleyse? Masraflarımı siz mi vereceksiniz? der.

Bir defa çete adamları borcunu ödetmek istedikleri okumuş bir genç:

- Siz kim oluyorsunuz? Alacaklı varsa mahkemeye gider, demesi üzerine dövmüşler, o da karşı koyunca öldürmüşler, kurtarmak için araya giren kıza bir kurşun sıkmışlardır.

Suçüstüdür. Öldürenler yakalanıp hapse atılmıştır. Kara Hasan savcıya gider:

- Bir yanlışlık olmalı. Onlara bir ceza veririz, der ve savcının biraz direnmesi üzerine de:

- Akşama bana uğra. Yoksa yeniden dağa çıkarız, tehdidini savurur. Hapistekileri kurtarır.

Burası Biga'dır. Başkomutan korkunç Enver Paşa İstanbul'dadır. Artık Anadolu'nun öbür taraflarını düşününüz. Harp bitip de İngilizler ve müttefikleri İttihatçı ve hele Ermeni öldürüşçülüğü hesaplarını sormak yoluna gidince ne kadar gocunan varsa silâhlanıp bir çeteye katılmıştır.

Yunanlılar İzmir'e çıkınca gâvura karşı ilk dayatma cephesinde çeteler vardır. Sonra bu cephe Mustafa Kemalci damgasını yiyince onlara karşı giden halifeci kuvvet de gene bu çetelerdir.

Mustafa Kemal Sivas'tan Müdafaa-i Hukuk teşkilâtı yapılması için Biga'ya da yazmıştır. Kaymakam ve müftü halkı uyarmıya gidince Karabiga'da iken gelenler:

- Padişah var. Şeyhülislâm Sabri Efendi gibi ulema var. Mustafa Kemal Paşa'nın emri ile teşkilât olmaz. Bu isyan demektir, derler. Üç yüz kişi ile Balıkesir cephesine gönderilen Kara Hasan'dan yardım istemek lâzım. Müftüye: "Korkma, memleketi gâvurdan kurtarmak için çarpışa çarpışa Mustafa Kemal'e kadar gideceğiz," diye haber gönderir.

Dayatışmacılar arasında yalnız haydut çeteleri yoktur. Asker ve sivil kahramanlar vardır. Fransızlar elindeki Akbaş cephaneliğini basıp Anadolu'ya kaçıran Hamdi Bey, Edremit kaymakamı idi. Teşkilât yapmak, silâh toplamak, vermiyeni cezalandırmak, evleri aramak gibi ciddî hareketlere girişince Kara Hasan:

- Bir kümeste iki horoz ötmez, der. Sapıtmıştır da!

Bir punduna getirip Kara Hasan'ı öldürmek lâzım gelir. Halifeci çete reisi Anzavur da Kuvay-ı Milliyeci Hamdi Bey'i işkenceler içinde öldürtmüştür.

Batıda Kuvay-ı Milliye'nin ilk kahramanları arasında çeteciler başta gelir. Çerkez Ethem'i bir zamanlar Mustafa Kemal'in üstünde görenler olmuştur. Ethem gençken askerliği sever. Babası istemezse de 19 yaşında Osmanlı Harbiye Nazırlığı muhafız süvari alayına girer. Staj görür. Başçavuş, daha sonra Balkan Savaşına katılarak süvari yedek subayı olmuştur. Birinci Dünya Savaşında İttihatçılar ordu dışında hareketler yapmak üzere Teşkilât-ı Mahsusa denen çeteler kurmuşlardı. Ben hem asker yaşında hem gazeteci olduğum için bu teşkilâta girmek üzere Merkez-i Umumî'ye giderek Dr. Nazım'ı gördümdü: "Onları hapishanelerdeki katillerden topluyoruz. Ne işin var aralarında?" demişti. Ethem bu teşkilâta girmiştir. Rauf Orbay'ın yanında İran'a gitmiştir. Mütareke sırasında Bandırma'dadır. Yunanlılar İzmir'e gelmeden önce çetesini Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine besletmekte idi. Bu sırada İzmir Valisi Rahmi Bey'in oğlunu dağa kaldırarak 30.000 lira haraç almıştır. Adapazarı'nda tüccar Arapzade'den de 50.000 ve Karacabeyli birinden 5.000 lira almış olduğunu Atina'da yazdırdığı hatıralarında söylemiştir. Gezer Divan-ı Harp'i vardır. Konduğu yerde darağaçları kurar. Devlet gelirine el koyar. Bir kasabada tütün stoku mu buldu, hemen paraya çevirir. Bir defa Ankara Maliye Bakanı Ferit Bey ondan önce davrandığı için:

- Sen orada bülbül gibi ötüyorsun. Biz burada canımızı ortaya koymuşuz. Ankara'ya gelince sana hesabını sorarım, demekten çekinmez. Nitekim Ankara'ya gelince çete adamları Ferit Bey'i bulmuşlar, "Ethem Bey istasyonda seni ister," diye götürmek istemişler, iki polis ve birkaç kişi bakanı ellerinden güç kurtarmışlardır. Bir gün Nazilli'ye, Yunan geliyor, diye haber gelmesi üzerine kasaba boşalmıştır. Sonra düşman hareketinin durduğu haber alınması üzerine kasabaya dönenler ne görseler beğenirsiniz, Ethem çetesinin develeri tüccar malını yükleyip götürmektedir.

Ethem'in iki büyük kardeşi vardır. Biri Millet Meclisindedir. İkincisi Divan-ı Harp'in ve gerektiği vakit kuvvetlerin başındadır. Adı Tevfik. En sonu Ethem kuvvetlerinin ordu emri altına girmesi istendiği vakit Tevfik Bey komutanlığa verdiği cevapta, "Bizim kuvvetimiz ne tümen, ne de herhangi bir ordu kuvveti hâline sokulamaz, bu serserilerin başına ne bir subay, ne de hesap memuru konamaz, subay gördüler mi, Azrail görmüş gibi isyan ederler, bizim birliklerimiz, Pehlivan Ağa, Ahmet Onbaşı, Sarı Mehmet, Halil Efe, Topal İsmail gibi adamlar tarafından idare edilmektedir. Bölük emirleri de yazdığını okuyamaz, okuduğunu yazamaz kimselerdir," der.

Ethem 1919 Haziranında harekete katılmıştır. Temmuzda Demirci Efe denen eşkıya gâvura karşı cepheye gelmiştir. Bu efe generalleri bile hapsetmiştir. Öldürülen efendisinin öcünü almak için Denizli'ye yaptığı akın Kuvay-ı Milliye tarihinin en acı hatıraları arasındadır. Denizli'ye bir efe ile birkaç kızanı gitmişti. Düşman gelmek ihtimaline göre Kuvay-ı Milliyeci görünmek için halktan bazı kimseler efe ile kızanları vurmuşlardır. Demirci büyük kuvvetle geldi. Elini eskiden beri saygı ile öptüğü eşraftan biri ile iki yüz kişi karşılamıya gittiler. Demirci tam ağasının elini öpmek için eğildiği sırada, yaralı ve donlu bir kızan sürünerek geldi, bunlar bizi bu hâle koydular, dedi ve Demirci, Tevfik Bey'i tabancasını çekerek vurmuş, iki yüz kişiyi öldürtmüştür. Sonra:

- Hepsinin kanları helâldir, dedi.

Bulduklarını kestiler.

Soyguncu idi. Sonraları demiştir ki: "Yedi vilâyete kumanda etmek bana düştü, idare ya ilim ile olur ya zulüm ile, bende ilim olmadığından zulüm ile idare ettim."

Demirci Efe'yi kullanmak üzere yollanan Refet Bey (Bele), onun emrine girmişti. Gâvura karşı yararlığı görünen Demirci Efe de nizamlı ordu kurulduğu vakit Ethem ayaklanmasına katılmak istedi ise de gözü tutmamış, Refet Paşa İğdecik'te basarak efeyi kaçırmıştır. Refet Paşa, bir top savurdum, kaçtı, tam yüz bin lirası elime geçti, ama bu parayı sonraları gene onlara harcadım, demiştir. Bu baskın yüz bin lirası hayli dedikodu konusu olmuştu.

Bir Yörük Ali Efe de vardır. Vurguncu değildir. Gözü pektir. Aydın baskınında iki yüz kişi ile bir alay Yunanlı kaçırmıştır.

Çeteler Kuvay-ı Milliyesi Yunan tehlikesi ile batıda, Ermeni tehlikesi ile güneyde, Pontus tehlikesi ile Karadeniz bölgesinde kendini göstermiştir. Bir ara Pontus Rum çeteleri altı - yedi binden yirmi beş bine yükselmiştir. Bunlara karşı koymak için de Kel Oğlan ve Topal Osman gibi halk kahramanları çıkmıştır. Topal Osman beş on kişi ile harekete geçti. Bir Türk evine karşı üç Rum evi yakmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanına kömür yerine canlı adam atmak gibi zulüm ve işkenceleri ile tanınmıştır. Sonunda Pontus Rumluğunu iyice yıldırdı idi. Yanındakiler azıtarak dağa eşraf kaldırmak gibi haydutluklara başlamaları üzerine Samsun'daki tümen komutanı Topal Osman'ı Ankara'ya aldırmak istemiş, Mustafa Kemal imzası ile bir telgraf uydurmuştur. Cumaları mızıka ile selâmlık yapmak kadar kendini gözünde büyülten ve varlıklıyı haraca kesen Osman Ağa:

- Değil Mustafa Kemal, Allah emretse yerimden kımıldamam, gidecek zamanı ben bilirim, demişti.

Komutan sabırlı davrandı. Kan gütme davasından çekindiği bir adamı kullanarak gitmesini sağlıyabildiler. Sakarya Savaşı arifesi idi. Mustafa Kemal, Osman Ağa ile çetesini muhafız kuvvet olarak yanına almakla onu hareketsiz kıldı. Fakat zaferden sonra bir milletvekilini kovdurarak Mustafa Kemal'in başına büyük dert açmıştır.

Adana, Maraş, Antakya, Urfa, Kilis ve Antep'te Ermeni lejyonları ile güçlendirmeli iki Fransız tümenine karşı, Ermenistan olmamak için ayaklananlar haydut çeteleri değildirler. Yerli vatanseverler ve askerlerdir.

İngiliz ve Fransızlar güneye Ermeni milisleri ile birlikte girmişler, Adana Ermenileri onları yollara halılar sererek karşılamışlardı. İlk dayatış cephesini kuranlar Mustafa Kemal'den yardım istedikleri vakit, silâhımız çok az, eğer Diyarbakır'a adam yollarsanız bir şeyler alabilirsiniz, ama bunu gizli tutunuz ve eşkıyadan sakınınız, cevabını almışlardı. Sivas Kongresi ve Mustafa Kemal adı dayatışmacılara manevî dayanak olmuştu. Bir aralık Suriye Fransız Yüksek Komiseri George Picot Sivas'a giderek (Kasım 1919) Mustafa Kemal'le görüştü idi. Onlar Ermenileri çekecekler, halka zulmetmiyecekler, biz de Fransızları rahat bırakacaktık. İngilizler bu sözde yaklaşmayı bile içlerine sindirememişlerdir. 16 Marttan önce bir rapor veren Dış Bakanı Lord Curzon şöyle diyordu: "Fransa Doğu İslâm dünyasına Arabistan, Irak, İran, Afganistan ve Hindistan'la bir Batı İslåm dünyası katarak hepsini himayesi altına almak istemektedir. Picot, Sivas'a gitti. Harbe girişi ile onu en az iki yıl uzaktan yenilmiş düşman Avrupa'dan çekilmelidir. Beş yüz yıldan beri süren bu meseleyi kökünden çözmek için elimizdeki fırsatı kaçırmamalıyız."

Picot sözünde de durmamış, 1919 sonlarında ve 1920 başlarında Urfa, Maraş, Antep ve bütün Adana çevresinde çarpışmalar olmuştur.

Batı cephesinde yalnız haydut çeteleri değil, fedayi vatanseverler ve büyük küçük rütbeli askerler de savaşa atılmışlardır. Bursa'da Gökbayrak taburunu kuran Dağıstanlı Cemal Bey'in İnönü Harbine kadar büyük hizmetleri olmuştur. Bu tabur ilk aldığı emirle ordu saflarına girmiştir. Osmanlı Genelkurmayı cephe kuruluşlarına el altından yardımcı idi. Albay Bekir Sami ile Akhisar'a teşkilât yapmıya giden Albay Kâzım İstanbul'a dönerek 61 inci tümen komutanlığını istediği vakit Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'ya:

- Bandırma'daki tümenin komutanlığına gitmeliyim. Sizden emir aldım demem, Yunanlılarla çarpışırım, demişti.

Cevat Paşa da:

- Yahu yapabilir misin bunu? diye gözlerinden öpmüştü.

Hükûmetin Harbiye Nazırı ise:

- Zorda kalmadan Yunanlılarla çarpışmamaya dikkat edin, diyordu.

Demirci Efe'ye kadar ilk dayatma hareketlerini üç albay yönetmişti. Balıkesir bir askerî cephe idi.



Halk ve Ordu



Ortam havasını iyice anlatabilmek için halkın ve ordunun durumunu yorumlamalıyız. Çünkü bu çeteler iç ayaklanmaları bastırmışlar, dünyaya Türklüğün: "Hayır!" sesini duyurmuşlar, fakat Yunan saldırışı önünde dağılmışlar ve pek az dayandıktan sonra çekilmişlerdir.

Halk bıkkın ve bitkin hâlde idi. Yurdu Erzurum'a dönen Cevat Dursunoğlu'nun geçtiği köyler bomboş, ot yok ocak yok. Geçen dört yılın kışında insan eti yemeye alışan kurt sürüleri akın etmekte. Birçok günler yavan ekmek bile bulamaz. Kaldığı her köy ışıksız ve ateşsiz. 80.000 nüfuslu eski Erzurum yıkık, harap, kalanlar üç - dört bin kılıç artığı. Köylü göçmenler. Doğu savaş bölgeleri hep böyle.

Trakya ve Anadolu halkının Balkan Savaşından beri kıtlıktan, seferlerden, eşkıyadan çekmediği kalmamıştır. Mustafa Kemal halk yığınları hareketsizliğinin millet için iyi yorumlanmıyacağını anlatmak ister. İster sivil her yöneticiye halkı uyarma görevini verir. Kırklareli'nden gelen rapora göre Balkan Savaşı bölgeyi çok sarsmıştır. Eşraf çekingendir. Fedakârlık beklenemez. Raporda "Âlî hissiyat namına bir şey yok," demektedir. Keşan'daki 60 ıncı tümenin raporuna göre yerli halk "teşkilâtsız, duygusuz, kaygısız, silâhsız"dır. Teşkilât isteyen yok. Ellerindeki silâhları Rumlara satanlar bile var. Rumeli göçmenleri ile Pomaklardan belki faydalanılabilir.

Zorlu çetelere karşı kimse baş kaldıramaz. Fakat Fransızlar elindeki Akbaş iskele ve deposunu basarak Akhisar ve İzmir cephesine cephane kaçıran Hamdi Bey, halkı çetelere haraç yerine cepheye para ve gönüllü vermek için baskı yaptığı için, bir kışkırtma ile, esvapları soyulup, don gömlek, işkence edilerek, yalınayak dolaştırılarak, sopa atılarak, sırtına binilerek öldürülür.

Albay Bekir Sami Akhisar'a geldiği vakit hemen askerlik dairesine gider. Yapayalnızdır. Bir odada bir kişi. Dışarda sekiz on kişi. Sert, disiplinci albay şaşalamıştır. Pencereden bakınca eğerli atını görür. Koca kolordu bir kişiye inmiştir. Kimsenin asker olmıya hevesi yok. Herkes subaya ve üstlere karşı. Jandarma bölüğünden kaçan kaçana. Birçokları da Uşak'a doğru göç yolunda. "Bandırma'dan Balıkesir'e geldik. Bütün istasyonlara Yunan bayrağı çekilmişti. Herkes Yunanlıyı bekliyordu. Eğer Yunanlı gelirse malını canını emniyete alacağı kanısında idi. Terzi dükkânları Yunan bayrakları dikiyordu."

- Biz bir şey yapamayız. Devlet asker gönderirse gönderir. Yunanlıya boyun eğeriz, derler.

O sıralarda o çevrede bulunan Rauf Orbay:

- İntibam iyi değil. Bu şartlar altında bir şeyler yapılamaz, der.

Bu devir Çerkez Ethem'ler, Demirci Efe'ler, Yörük Ali'ler, Topal Osman'lar devridir. Uzun, ta 1912'den beri devamlı bir işkence gibi sürüp giden savaş sıkıntısı halkın devletten de ordudan da sıtkını sıyırmıştır.

Birinci Dünya Savaşı'na 22.000.000 nüfus ve 1.700.000 km2 toprakla girmiştik. Toprağımızın hemen hemen 1.000.000 km2'sini ve 12.000.000 nüfus kaybetmiştik. Türklüğü seferlerde, sonra açlıktan ve kıtlıktan tüketirce harcamıştık. Dört cephede devlerle dövüşen ordulardan, meselâ, Yıldırım Orduları grubunda son savaşlarda 75.000 esir de verdikten sonra 2.500 kadar piyade kalmıştı. Kuvay-ı Milliye'nin ilk devirlerinde seferberlik yapmak imkânı yoktu. Eldeki kuvvetleri kullanmak da, hele padişah ve halife halk yığınlarına Anadolu'ya "asi" tanıttıktan sonra tehlikeli idi. Halk ayaklanma bölgelerinde göreve giden kuvvetleri tekbirler getirerek karşılıyor, kolayca kandırıp dağıtıyordu. Ankara çevresi güvenliği için yola çıkan Arif Bey kuvveti Baypazarı ve Ayaş'ta başarı kazandıktan sonra komutan kendi erleri tarafından öldürülmüş ve kuvvet dağılıvermiştir. Kütahya'da uzun müddet iyi giden bin beş yüz mevcutlu millî tabur bir gün ansızın dağılmış, komutanı güçlükle canını kurtarmıştır. Propaganda o kadar kötü idi ki subaylar bile çetelerde görev almak peşinde idiler. Çerkez Ethem çetesi ayaklanmaları bastırdığı sırada subay ve milletvekilleri arasında bile klâsik teşkilâtlanmanın lüzumsuz olduğunu ileri sürenler az değildi. Sonradan ordu komutanı İzzettin Çalışlar batıda Ali Fuad Paşa'nın başkanlığındaki bir toplantıda yalnız kendisinin yakası kapalı olduğunu söyler. Hâlbuki toplantıda tek sivil Çerkez Ethem'di.

Çetelere bu aşırı güvenlik sırasında Keskinli Rıza denen haydut, ki milletvekili idi, sonraları asılmıştır, bir süvari alayı ile kendi bildiği bir geçitten Bursa'ya girip düşmandan alacağını söylemiş, Meclis Mustafa Kemal'e rağmen kendisine bu alayı kurdurmak kararını vermiştir. Tabiî bu alay ilk ateşte dağılmıştır. Fakat hepsi Türk köylerini yağmaya koyulmuşlar, bu defa da bin güçlükle silâhları geri alınabilmiştir.

Çetelerin itibarı Yunan ileri hareketleri karşısında hiçbir işe yaramadıkları günlere kadar devam etti. İlk zamanlarda Meclis'te ordunun görev yapamadığı tartışma konusu olduğu vakit, 12 Temmuz 1920'de, Mustafa Kemal:

- Uzun müddet çarpışabilmek ve halkın savaş şevkini ayakta tutmak için harb-ı sağir (1) yapacağız. Buna başladık. Hedefimiz düşman maneviyatını kırmak, kendi maneviyatımızı ayakta tutmaktır, demişti.



Kuşatılma



19 Mayıs 1919'dan hayli gerilerdeyiz. Henüz İzmir'e Yunanlılar gelmemiştir. Ama İstanbul'da düşman baskısı vardır. Türkiye için ne kadar kötü şeyler düşünüldüğünü de biliyoruz.

Yurtsever Osmanlı aydınları aranış içindedirler. Ne yapsak da millî bir uyanış hareketi yaratabilsek, yarın katlanılmaz barış şartları diktası altında kalırsak, hayır diye haykırabilsek! Toplantı yerlerinden biri de göz hekimi Esat Paşa'nın evi. Dertleşenler arasında Profesör Akçoraoğlu Yusuf ve Ferit (Tek) beyler de var. Hepsinin birleştiği nokta İstanbul düşman baskısı altındadır. Burada bir şey yapılamaz. Çıkar yol Anadolu'yu hazırlamaktır. Fakat kim yapabilir bu işi? Kimi göndermeli Anadolu'ya? Refet Bey (Bele) Jandarma Komutanı, Gazze savaşlarından tanınmıştır. Bir defa da ona danışalım, demişler ve kendisini toplantıya çağırıp fikrini almak istemişler. Refet Bey:

- Siz düşünün, ben de aradığınız adamın kim olabileceğini araştırayım, gelecek defa görüşürüz, der.

Ertesi toplanışta sormuş:

- Kimi tasarladınız?

- Rauf Bey'e (Orbay) ne dersiniz?

- Yüzde elli bulmuşsunuz. Bende bir yüzde yüz var, bizi kurtarır ama, sonra biz ondan nasıl kurtulabiliriz, bilmem.

- Canım gâvura kalmaktansa ona kalırız.

- Mustafa Kemal!

İttihatçıların daha Selânik'te iken vurdukları damga üstündedir: "Haris"dir, hiçbir rütbe ve makamla doymaz. İnsanca yaşamayı, eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre "sefih"tir. Ve durmadan tenkit ettiği ve İttihatçıların tutumunu beğenmediği için "uzlaşılmaz" bir adamdır.

Mustafa Kemal, Osmanlı düzenini altüst eder devrimler yapılmadıkça bizim bir Batı medeniyeti toplumu olamıyacağımız ve bunu da, her çeşit yoklamalardan sonra, gerçekleştirebileceği inacında idi.

Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay gibi kendisine, başımızdasın, diyen arkadaşlarının bile başkan olmaması için nasıl çalıştıklarını biliyoruz. Onsuz olmazdı, o olmalı idi, ama başta olmamalı idi, hareket kollektif, Mustafa Kemal bu kollektifin gölgesinde kalmalı idi.

Nitekim 16 Mart İstanbul işgalinden sonra Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye'yi geçici bir hükûmet olarak tanıtmak ve o vakit ''Meclis-i Müessesan'' denen bir ''Kurucu Meclis'' toplamak ister. Bütün asker ve sivil otoritelere, artık yetkili otorite biziz, İstanbul'la bütün ilgilerinizi keseceksiniz diye bildirir. Komutanların fikirlerini sorar. ''Kurucu Meclis'' sözü başta Kâzım Karabekir'i kuşkulandırır. Komutanlara ve sivil makamlara bildirdikleri arasında şunlar da vardı: 1- İstanbul işgali her tarafta protesto edilecektir. 2- İstanbul'da hiçbir resmî makamla temas edilmiyecektir. 3- Hristiyanlara kötü davranılmıyacaktır. 4- İngiliz subayları rehin olarak tutulacaktır. Bu rehin ilerde Malta sürgünlerinin kurtarılmasına yarayacaktı.

Bazı irkilmeler üzerine ikinci bir bildiri ile Kurucu Meclis yerine olağanüstü bir meclis toplanmaya karar verildiğini söyler. Seçim 19 Martta yapılacaktır. İstanbul'da kaçanlar Meclise katılacak, gelmiyenler yerine yenileri seçilecek, belediye ve vilâyet meclisleri ile Müdafaa-i Hukuk heyetleri de temsilci yollıyacaklardı. 441 yerine 381 milletvekili ile yeni Meclis kurulmuştur. 115 memur ve emekli, 61 sarıklı, 51 asker, 26 çiftçi, 37 tüccar, 49 avukat, 21 hekim, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi.

İngilizler ve İstanbul hükûmeti 16 Marttan sonra Ankara'yı yıkmak için türlü tedbirler almışlardı. İlk deneme, İngiltere şiddet gösteriyorsa sebebi başta Mustafa Kemal olduğundandır, eğer onu bırakırsanız barış şartları da hafifler, fitnesi idi.

Mustafa Kemal'in son İstanbul Meclisine güveni yoktu. Kâzım Karabekir'e yazdığı bir telgrafta ''mebusların ikbal düşkünlüğü yüzünden grupta dayanışma sağlanamadığını, daha fazla hükûmetin aldatıcı politikasına kapıldıklarını'' söylemişti. Bazı vali ve komutanlar da Ankara'nın İstanbul ile ilgi kesilmek emrine karşı, hükûmet İstanbul'da onunla ilgiyi kesmek nasıl olur, yollu tenkitlerde bulunmuşlardı. Bir 23 Nisan akşamı Çankaya'da Atatürk o günün hikâyesini şöyle anlattı idi: ''İç isyan Ankara kapılarındadır. Başta ben olmazsam tehlikenin hafifliyeceği fikrinde olanlar böyle bir denemenin faydalı olacağını bana kadar işittirdiler. Ben nereye gidebilirim, diye sormaklığım üzerine de, şarka doğru, tavsiyesinde bulunmuşlardı. (Sofrada bulunan Recep Peker'e dönerek) Hatırlar mısın Recep, yeni gelmiştin, sana da fikrini sordum, memleketin menfaati bunda ise fedakârlık etmelisiniz, demiştin. Fakat ben, tarihî bir görevimiz var; Meclisi açmak! Bu görevi yerine getirelim de sonra düşünürüz, cevabını verdim ve Meclisin hemen toplanması için tedbir aldım.''

Hiçbir zaman söz altında kalmıyan Recep bu hatırlatma üzerine başını önüne eğdi idi.

23 Nisan 1920 Cuma günü Cuma namazından sonra dinî törenle Meclis açılmış ve her idare merkezinde hatim duaları, Buhari-i Şerifler, minarelerde sala ve ''sevgili padişahımıza sadakat'' yeminleri ile aynı tören yapılmıştır. Meclis toplanır toplanmaz ''ilk ve son sözü padişah ve halifeye bağlılık'' olduğuna yemin edilmiştir! ''Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekrem'i namına yemin ederiz ki padişaha ve halifeye isyan sözü yalandan ibarettir.''

Mustafa Kemal ilk amacına ermiştir. Bir Millet Meclisi vardır. Onun başbakanı ve hükûmeti vardır. Yeni devlet kurulmuştur. İstanbul için tek umut bunu yıkmakta, hatta düşmana yıktırmakta, yeni devletin de tek dayanağı vatanı düşmandan kurtarmaktadır. Ya hep ya hiç!

Mustafa Kemal Ankara'ya geldiği vakit 1200 lirası kalmıştı. Bu da müfettişliğe verilen 20.000 liranın artığı idi. Sonradan Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Hoca tüccarlardan 6.000 lira toplıyarak kendisine vermişti. Para bulmak, bu küçücük sermaye ile kurulan devleti beslemek daima çetin bir mesele olacaktı.

19 Martta Fevzi Paşa (Çakmak) İstanbul'da Harbiye Nazırı idi. Ankara İstanbul hükûmeti ile haberleşmeyi kestiği için Bursa'daki Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa Harbiye Nazırı ile görüşmek için kendisine yol verilmeyince görevinden çekildi idi. 19 Martta bir İngiliz torpidosu Harbiye Nazırı Fevzi Paşa'nın emrini getirip kendisine yolladı. Emir şu: ''Amiral Galtrop Anadolu İstanbul hükûmetini tanımamak yoluna girdiği için daha şiddetli tedbirler alınacağını bildirmiştir. İstanbul'un işgal edilmesi mütareke şartlarına aykırı değildir. Anadolu'da bazı sergerdelerin hareketleri menafi-i hakikiyye-i Osmaniyye'ye muhaliftir. Anadolu'da taraf-ı şahaneden mansup (tayin edilmiş) en kıdemli kumandan sizsiniz. Harbiye Nezaretinin emrini bütün kıt'alara tebliğ ederek ordunun İstanbul hükûmetini tanımakta devam etmesini temin ediniz.'' Yusuf İzzet Paşa emri komutanlara bildirir. İçlerinden Bekir Sami Ankara'da Heyet-i Temsiliye ile görüşeceği cevabını verir. Konya'da Fahrettin Altay hemen itaat eder. Bu pek tehlikeli bir şeydi. Hemen hal çaresi bulunmalı idi. Mustafa Kemal, Refet Bey'i (Bele) hemen Konya'ya gönderir. Refet bir istasyon önce treni durdurur. Fahrettin Altay'a görüşmek için haber gönderir. Gelince hemen treni hareket ettirerek komutanı Ankara'ya götürür. Onun yerine o sıralarda ikinci defa Ankara'ya gelen İsmet Bey gönderilecekti. Fakat Fahrettin Altay, Mustafa Kemal'in emrine girdiğine ve emrinde kalacağına söz vererek görevi başına döner.

Damat Ferit Paşa yeni hükûmetini 5 Nisanda kurdu idi. Eski kabine ile Harbiye Nazırlığından çekilen Fevzi Paşa bu hükûmete de girmek için Boğaziçi komşusu Cemil Molla'nın aracılığını ister. Gerekçesi, Anadolu ile ancak kendisinin başa çıkacağı, eski paşalardan hükûmetin faydalanamıyacağı idi. Cemil Molla gider, Damat Ferit'e bunu söyler. O da doğru bulur. Fakat padişah İngilizlerin Fevzi Paşa'ya güvenmediklerini söylemesi üzerine Damat vazgeçer. Fevzi Paşa da Beykoz'daki evine çekilir. İstanbul'dan Anadolu'ya adam kaçıran o çevre komitesinin başı kendisine gelir. Malta'ya sürüleceğini, en yakın kafile ile Anadolu'ya kaçmasını tavsiye eder. Fevzi Paşa'nın Ankara'ya gitmesi böyle olmuştur. Adapazarı ayaklanma bölgesi olduğundan Fevzi Paşa kendini götüren subayla, Geyve'de Ali Fuad Paşa'nın (Cebesoy) karargâhına gider. Ali Fuad Ankara'ya haber verir. Mustafa Kemal, Fevzi Paşa'yı affetmez. Ali Fuad, İstanbul hükûmeti Harbiye Nazırının bile Ankara'ya gelip millî idareye katılmış olmasının çok iyi bir hava yaratacağını anlatarak Mustafa Kemal'i caydırır. İşte ikinci Mareşal ve ikinci kurtuluş kahramanımızın, yakalanıp İstanbul'a getirerek, padişaha teslim etmek istediği, sonra da bütün komutanlara kendisini tanımamak emrini verdiği Mustafa Kemal'le birleşme hikâyesi budur. Ankara'ya gider gitmez, gericilerin de hoşuna gider tipte olduğundan Fevzi Paşa'yı Meclis kürsüsüne çıkarmış, İstanbul'a yerdirmiş, daha birinci günü hizmetine almıştır.

İnönü'nün tarihçilerine göre, İsmet Bey Anadolu'ya ilk önce 1920 başında gelmiş ve Atatürk'e karargâhında misafir olmuştu ve karargâhta savunma hareketlerini bir kurmay subay gibi takip etmekle görevlendirilmişti. Bu, Anadolu'da savunmanın tam bir gerilla niteliği taşıdığı devirdir. Şubat ortasında Harbiye Nazırı Fevzi Paşa İnönü'yü İstanbul'a istemiştir. Onun üzerine Atatürk'le aralarında durum şöyle ele alınmıştır: Gelecek ordu savaşını hazırlamak için para ve subaya ihtiyaç vardır. İstanbul'un yardımı lâzımdır. İhtiyaçları anlatmak ve hazırlıkları yapmak üzere İsmet Bey İstanbul'a gitmelidir. Atatürk nutkunda meseleyi böyle anlattı idi.

Ali Fuad Cebesoy bu ilk gidişinde İsmet Bey'i yanında alıkoymak için hayli çalıştığını, İsmet Bey'in ise Atatürk'ten bir teklif almadığını ileri sürerek geri döndüğünü söylediğini yukarda yazmıştım. Mustafa Kemal, Ali Fuad'ın aracılığını iyi karşılamamıştır. İstanbul işgalinden sonra kendisini de, ya Ankara ya Malta, diye sıkıştırarak Maltepe yolundan götürmüşler, bir söylentiye göre de adını Ankara'dan istenenler listesinde görmediği için geri bile dönmek istemişse de bırakılmıştır.

Atatürk'ün ilk devirlerdeki yalnızlığını anlamak için bu gerçekleri öğrenmek lâzımdır. Daha sonraları Fevzi Paşa'dan da, İnönü'nden de Atatürk'ün nasıl faydalanmış olduğunu ve ikisinin güç günlerde hangi boşluğu doldurduklarını anlatacağız.

***

Yunanlılar Milne hattını tutmuşlardı. Bu hat Menemen boğazı demek. İngilizler bir Yunan saldırısına başvurmazdan önce halife ve hükûmetinin Ankara'yı ordu itaatsizliği ve halk ayaklanmaları ile sararak yıkmak istemişlerdi. Mustafa Kemal orduyu tuttu ise de Ankara hükûmetini tanımayı küfür sayan halife fetvalarına dayanan ayaklanmalar Mustafa Kemal'e pek güç günler geçirtmiştir.

Paris'te bize zorlanacak barış antlaşması hazırlanmıştı. Damat Ferit 22 Nisan 1920'de çağrılarak antlaşma ona verilecekti. İstanbul ister istemez bu şartlara boyun eğecekti. Daha önce Anadolu dayatışı son bulmalı idi. 11 Nisanda Şeyhülislâm Dürrizade Ankara ile birlikte olanların dinden çıkacaklarını bildiren fetvalarını verdi ve türlü yollardan bu fetvalar Anadolu'ya yayıldı. 19 Nisanda İstanbul'un başlıca isyancısı Anzavur büsbütün ortaya çıkmıştır.

Halkı okur yazar olmıyan, medrese softalarının baskısı altındaki o zamanki Türkiye'de din kuvvetine karşı koymak kolay değildi. 9 Mayıs 1920 Edirne Kongresi'nde Mekteb-i Mülkiye'den (Siyasî Bilgiler Okulu) diplomalı istatistik müdürü:

- Savaş padişahımızın emir ve iradesine bağlıdır. Bizde bu yetki var mıdır? Dinimiz buna elverişli midir? Önce meselenin dince tarafı çözülmelidir? diyordu.

İpsala müftüsü:

- Cihadı imam ilân eder. İmam olmadıkça harp olmaz. Padişahımız serbest değildir. Cihadı kimse ilân edemez, derken öteki müftüler de ona katılıyorlardı.

Halifeci hocalar büyük sarsıntı yaratmışlardı. Aralarında silâhlı olanlar da vardı. Eskiden ''mektepli subay'' düşmanı yobazlar, Bolu ve Gerede dolaylarının Kör Ali Hocası, Biga'nın Gâvur İmamı, Düzce'nin Ahmet Hocası ve daha bir sürü hoca ve şeyh halkı kışkırtıyordu. Konya'da Çukurova cephesini hazırlıyan Adanalı yurtseverler Ereğli'ye varınca kendileri ile birlik görünenler Konya'da fetva bildirilerinin duvarlara asıldığını duydukları zaman dağılıvermişler, ısmarlanan ve söz veren arabalar gelmemiş, hayli de ağırlıkları da olduğundan pek güçlükle yola çıkabilmişlerdir.

Ayaklanmalara karşı Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi zorbaları kullanmaktan başka da çare yoktu. Atatürk: ''Boğucu isyan dalgaları Ankara'daki karargâhımızın kapılarına kadar çarpıyordu. Dört aydan fazla kan ve ateş içinde çırpındık. 'İhanet-i Vataniyye' Kanunu çıkararak komutanlara olağanüstü yetkiler verdik, istiklâl mahkemeleri kurduk,'' der.

Çeteler ise diledikleri gibi asıp kesiyorlardı. İlk baş kaldırma 1919 Ekim ayında, Sivas Kongresi'nden sonra Gönen çevresinde kendini göstermiştir. İstanbul'dan emekli Jandarma Binbaşısı Anzavur Ahmet Kuvay-ı Milliye'ye karşı teşkilât yapmaya gelmişti. Parolası, ''Yanımda Kuran, göğsümde iman, elimde ferman, padişahınızın emri ile geldim'' sözü idi. Susurluk'ta halkı toplıyarak:

- Artık askerlik yok. Askerler evlerine gitsinler. Kuvay-ı Milliye için toplanan paraların hesabını soracağız, demişti.

Damat Ferit İzmit mutasarrıfı ve Mir-i miran paşası olan Anzavur'a, İngilizlerden izin alarak, Maçka silâhhanesinden 600 tüfek, 30.000 fişek, 80.000 makineli tüfek cephanesi verdiydi. 1920 Nisanının ilk haftasında Gönen ve Manyas çevresine Anzavur hâkimdi. Fetvalar devrinde Ankara'ya karşı ayaklanma Balıkesir kuzey bölgesinden başlayıp Adapazarı, Hendek, Düzce, Bolu yönlerinde gelişti. Bursa'ya doğru Eskişehir'den yollanan askerler kaçmışlardır. Subaylar nefer esvabı giyerek kaçma sebeplerini anlamak istediler, köylü ve hoca kıyafetli kimseler:

- Anzavur ve adamları padişahın Müslüman askerleridir. Onlara silâh atmak cinayettir, padişaha isyan etmektir, diyorlardı.

Anzavur Kuvay-ı Ahmediye komutanı idi. 13 Nisanda Heyet-i Temsiliye Anzavur'a karşı hareket emri verdi. Yunan cephesi boşalarak çete kuvvetleri ayaklanma bölgesine gidiyorlardı. Padişah isyancılara nişan veriyor, ayrıca İzmit'ten harekete geçmek üzere Kuvay-ı İnzibatiye adı altında bir ordu kuruyordu.

Balıkesir cephesinden Kâzım Özalp'ın Çerkez Ethem'e gönderdiği telgrafta, cephemize yakın yerlere kadar her tarafta durum kötüdür. Anzavur Rahmi Bey olayını yendi, esir aldığı subay ve erleri halife adına yemin ettirmektedir, askerin Bursa'ya çekilişi ile durum güçleşti, bizzat ve her hâlde hareket ediniz, diyordu. Ethem Kirmastı'da Anzavur kuvvetleri ile karşılaştı. Çarpışma on saat sürdü. Ethem, Anzavur kuvvetlerini bozdu. Kirmastı'ya girdikleri vakit kasabayı ikiye ayıran köprü yanında üç darağacı gördüler. Anzavur Divan-ı Harbi üç kişi için idam ölüm kararı vermiş, hemen asılmak üzere idiler. Divan-ı Harp üyeleri henüz şehirde idiler. Başkan subay Tatar Hasan'ın ipini, ellerini çözdükleri üç ölüm hükümlüsüne çektirdiler.

Daha sonra Biga'ya yürüdü. Aynı gün bir harp gemisi Anzavur'u Karabiga'dan alıp götürmüştü. Günün bir tanığı diyor ki: ''Biga alındıktan sonra adamlar asılıyordu. Cellât İbrahim, açkurt gibi, darağacına çekilecek adam peşinde idi.''

Bu arada Genelkurmay Başkanı Miralay İsmet Bey, Ethem'i telgraf başına çağırdı. Önce zaferini tebrik ettikten sonra dedi ki: ''Umumî durum iyi değildir. Mustafa Kemal Paşa ve kardeşiniz Reşid Bey (milletvekili seçilmişti) yanımdadır. Makine başındayız. Acı haberler vereceğim. Merkezde kuvvetimiz yok. Miralay Mahmut Bey fırkasına Hendek boğazında hücum ettiler. Mahmut Bey öldü. Ankara'nın kuzeybatı tarafındaki isyan bölgesine yolladığımız kaymakam Arif Bey'in birliği yenildi ve geri gelirken kendisi de suikasta kurban gitti. Askerleri isyancılara katıldı ve dağıldı. Geyve boğazını isyancılara karşı müdafaa eden 22 nci kolordu komutanı Ali Fuad Paşa'nın (Cebesoy) durumu da tehlikededir. Orada Miralay Kâzım Bey'i (Özalp) bırakarak en kestirme yoldan Geyve boğazında Ali Fuad Paşa'ya yardıma yetişiniz.''

Ethem, Manyas bölgesinde teslim olanları da kendi çetesine aldığından kuvveti beş bini aşıyordu. Gerilla devri havasını anlatmak için bir fıkrasını yazımıza aktaralım: ''Kuvay-ı Milliyecilerin topladıkları para listesine baktım. Arnavut Galip Paşa adı karşısında 150 lira. Altın mı, kâğıt mı, diye sorup da kâğıt para olduğu cevabını alınca, toplantıda hazır bulunan Galip Paşa'ya:

- Sen birahanede elli lira yersin. Nasıl şey bu? dedim.

- İanedir. İsteğe bağlıdır. Fazlasını vermem, dedi.

Fena kızdım. Tutun, götürün, dedim. Bir gece hapiste kaldı. Ertesi sabah erkenden beş bin lira getirdiler.''

Dinlenmek için daha önce Bursa'ya gidecekti. Ali Fuat Paşa, rahata ihtiyacımız var ama durum kötü, Geyve'ye geliniz, diye telgraf çeker (27 Nisan 1920).

Ertesi günden sonra geleceğini bildiren telgrafının altındaki imza şöyledir: ''Salihli Cephesi ve Kuvay-ı Tadibiye Kumandanı Ethem.''

Kuvay-ı İnzibatiye denen halife ordusu Geyve boğazına hâkim bir durum almak üzeredir. Ethem'in azıtmaya doğru nasıl gittiğini gösteren ilk olay: Hemen ertesi günü taarruza geçecektir. Ali Fuad Paşa acele bir taarruzun başarısızlığa uğramasından çekinmektedir. Gece Mustafa Kemal ve İsmet Bey'le görüşülür. Onlar daha emniyetli bir sonuç alabilmesi için kendisine üç günlük bir yürüyüşten sonra kuzeydoğu ve Ankara yönünden hücum etmesini sağlık vermişler. Bu plân tehlikesizdi ama, iki gün yürümek lâzımdı. Dinlemedi, saldırıya geçti, yendi.

Bu yeniş Başçavuş Ethem'i büyük komutanları gölgesinde görmek gururunu vermiştir.

Eline düşen subayları Adapazarı'ndaki kendi Divan-ı Harbine verdi. İstanbul kuvvetlerinden artanlar harp gemilerine sığınarak kaçabildiler. Subaylar Ankara'ya gönderilerek fesat sanıkları darağaçlarına çekildiler. Sonra Düzce'ye girerek isyancılardan ele geçenleri astı. Mustafa Kemal bütün Millet Meclisi adına kendine Ali Fuad aracılığı ile teşekkür etti. Ethem hem Salihli cephesini idare etmek, hem gerektiğinde içeriye kuvvet gönderebilmek için Eskişehir'e yerleşti.

Düzce-Bolu bölgesi temizlenmiştir, ama, Yozgat ve çevresi ayaklanması tehlikeli bir hâl almıştır. Oraya da Ethem'i göndermek şart. Ethem, kuvvetlerinden bir kısmını Salihli cephesine gönderir. Sözde Yunan ordusu saldırmak üzeredir de onu geri çevirecek. Ankara bu kuvvet yollanışını duyunca telâşa düşer. Şimdi Ethem'in gururuna bakınız: ''Ben kuvvetlerimin hepsini cepheye göndermediğimi Ankara'dan gizlemiştim. Bundan maksadım da Ankara merkezini dua edici hâlinden çıkarıp onlara Yozgat isyanını söndürme vazifesini gördürmek ve Ankara'yı faaliyete alıştırmaktı. Maalesef Ankara'nın kuvetlice bir eşkıya çetesini bile tedip etmekten âciz olduğunu anlamıştım.''

Ethem ısrarlı çağrıları üzerine Ankara'ya gitti. İstasyonda kendisini karşılıyanlar arasında bulunan Mustafa Kemal Paşa, Ethem'i otomobiline aldı. Doğruca ziraat mektebine gittiler. Bu okul hem Genelkurmay Başkanlığı, hem Millî Savunma Bakanlığı idi. İlk gecesini de orada geçirdi.

Şimdi şu acı hâle bakınız. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa (Çakmak) ve İsmet Bey (İnönü) çeteci başçavuşla karşı karşıya oturmuşlardır. Ethem'in büyük kardeşi Tevfik de beraber. Duruşta davranışta l i d e r Ethem. Yalnız kuvvet değil, akıl da onda.

İsmet Bey durum üzerine bir açıklama yaptı. Ethem:

- Buraya gelişim bence önemsiz sizce önemli. Yozgat isyanı hakkında bilgi edinmek, Yunan cephesi ile mi Yozgat'la mı uğraşmak daha gerekli olduğuna karar vermektir, dedi.

Ethem'in anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa hiç ses çıkarmamakta. Fevzi Paşaya İsmet Bey'e, ya Ethem'e hak vermektedir. Ama Fevzi Paşa'ya göre bir Yunan saldırısı henüz beklenemez. İsmet Bey'e göre isyan bastırılmadan ne Ethem, ne de kuvvetleri cepheye dönmemelidir.

Şimdi başçavuşun Anafartalar kahramanı ile iki komutana yaptığı çıkışmaya bakınız:

- Sivas'ta Heyet-i Temsiliye ve Ankara'da Meclis kurulduğundan beri bir yıldan fazla zaman geçmiştir. Bu müddet içinde Anadolu'da neden esaslıca bir harekette bulunulmamış olduğuna şaşırıyorum. Niçin merkezinizi kuvvetlendirmediniz? Cephe için de hiçbir esaslı gayret görmedik. Sonunda bizi cepheden gerilere gelip size düşen vazifeleri yapmaya mecbur ettiniz.

Sonra kendisi Yozgat'a giderse içlerinden birinin cephe işlerini üstüne almasını şart koştu. Mustafa Kemal Paşa Yozgat hareketi devam ettiği kadar Fevzi Paşa'nın cephe işleri ile uğraşması uygun olacağını söyledi: ''Şikâyetlerinizde haksız değilsiniz, ama milletvekillerinden birtakımının nasıl fesatlıklar çevirdiklerini, birtakımının da İstanbul hükûmeti tarafını tuttuklarını bilmiyorsunuz. Çoktan beri çıkarmaya çalıştığımız İhanet-i Vataniyye Kanunu'nu Meclisten geçirinceye kadar göbeğimiz çatladı. Karşı taraf da çalışmalarımızı felce uğratmak için her şeyi yapıyor. Son fetvaları ve fesatları ile az çok edindiğimiz kuvvetleri dağıtmışlardır. Faaliyetlerimiz bu yüzden sekteye uğramıştır. Onun için sizi cepheden çağırmak zorunda kaldık," dedi.

Ethem kuvvetlerini topladığı günlerde Ankara'da Mustafa Kemal düşmanlarının iyice telkinleri altında kalmıştır. Lider Ethem'di. Kuvvet onda idi. Kendilerini Mustafa Kemal'den kurtarmıya bakmalı idi. Mecliste alkışlarla ayakta karşılanan Ethem'in kurumu yamandı.

İsyan bölgesinde Zile'ye giden bir birliğimiz çarpışmada bozulmuştu. Yalnız Cemil Cahid kendi bölgesinde isyanın genişlemesini önliyebilmişti.

Ethem Yozgat'a varınca şehri hemen temizlemiş, Harp Divanı'nı kurmuş, on iki kişi de asılmıştır. Harp Divanı Başkanı ağabeyisi Tevfik'ti. Divan, Yozgat mutasarrıfını hapse atmıştı. Sözde soruşturmalara göre ayaklanmadan asıl suçlu Ankara Valisi Yahya Galip'ti. Vali suç yeri Yozgat'a gelmeli idi. Hastalığını bahane etti. Gene Harp Divanı'na göre valiyi göndermiyen Mustafa Kemal'di. Çünkü soruşturma sonunda onun da hesap vermesi gerekecekti. Mustafa Kemal, Ethem'in milletvekili kardeşi Reşid'i Bursa'dan getirterek ve Yozgat'la telgraf başında görüştürerek, Yahya Galip olayının güçlükle önüne geçti.

Ethem o günlerde Ankara'ya gelerek Mustafa Kemal'i Meclis önünde asacağını söylemişti. İşiten ve haber verenlerden biri de Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı idi. Mustafa Kemal, Reşid Bey aracılığı ile, Yunan Taarruzu da başladığı için, Ethem ve kuvvetlerinin Konya üstünden cepheye gitmelerini sağlamak istemiştir. Ethem'in kardeşine son cevabı şu idi:

- Benden niçin müsamaha istiyorsunuz? En son defa vicdanım razı olmıyarak vali hakkındaki kararımı iptal ediyorum. Konya'dan geçerek gitmeğe ise lüzum görmüyorum.

Ethem kuvvetleri Türk köylerini yağma ederek Ankara'ya gelmişler, talan eşyasını açıkça Ankara pazarında satmışlardır. Mustafa Kemal Paşa, bir ihtiyat tedbiri olarak, o sırada Afyon'a gitmiştir.

Mustafa Kemal, kısa bir müddet için daha Ethem'den faydalanmakla beraber artık ondan kurtulmayı, gerilla devrinden çıkarak Millet Meclisi ordularını kurmayı tasarlamaktadır.

Ankara'yı içinden yıkamıyacaklarını görünce İngilizler Yunanlıları taarruza geçirmişlerdi. Yunanlılar bütün dayanışları çöktürerek ilerlemekte idiler. Bursa kolayca düşmüştü. Ethem, Demirci üzerinden hareketine devam eden düşman kolu üzerine karşı saldırıda bulunacaktı. Kütahya çevresindeki hapishanelerde birçok mahkûm olduğunu öğrenerek bunlarla, kendi deyimi ile, bir ''kaatiller taburu'' da kurdu. Çetesine yol vermiyen, Simav'daki isyancılarla vuruşarak ova batısındaki Yunanlılara hücum etti. Simav ayaklanışı Yunan kışkırtması eseri idi. Ethem'in Yunanlılara karşı tek kazancı, bu akın sırasındaki Demirci savaşıdır. Mustafa Kemal, Afyon'dan çektiği bir telgrafta o çevrelerde Yunanlılara karşı koyabilecek kuvvet bulamadığını, umutlarının Ethem'in denenmiş savaşçılarında olduğunu bildirmekte idi. Demirci'yi geri aldığı için kendisini tebrik eden Mustafa Kemal, hemen Ankara'ya dönmek zorunda kaldığını da yazmıştı. Mecliste bozguncu takımının fesatlarını durdurmak lâzımdı.



Meclis



24 Nisan 1920'den beri Mustafa Kemal Paşa Meclis ve Hükûmet Başkanı idi. 18 Haziranda Meclis Misak-ı Milli'ye yemin etmiş, 22 Nisanda Paris Barış Konferansı'na çağrılan İstanbul hükûmeti 25 Haziranda Damat Ferit heyetini görevlendirmişti. Ankara'yı içten yıkma denemesi suya düştüğünü gören İngilizler 25 Haziranda Mudanya ve Bandırma'ya asker çıkarmışlar ve aynı gün Yunanlıları taarruza geçirmişlerdi. İstanbul nasıl olsa Paris diktalarına boyun eğecekti. Şimdi Ankara'yı da İstanbul hükûmetine uymaktan başka çare olmadığına inandırmak için Yunanlılar ilerlemeli, Meclis bozguncularına fırsat verilmeli idi. Sevres Antlaşması 10 Ağustosta Osmanlı delegeleri Rıza Tevfik ile Hadi Paşa tarafından imzalanmıştır. Yunan taarruzu sırasında Kuvay-ı Milliye'nin Ayvalık'ta beş-altı yüz, Soma bölgesinde yedi yüz, Akhisar bölgesinde dört-beş yüz, güneydeki 57 nci tümende beş bin kadar silâhlı, sonra Demirci Efe, Yörük Ali çeteleri kalmıştı. Bu, barış baskısı yapmak için en elverişli zamandı. Türk cephesi gerçekten de bozguna uğratılarak iki hafta içinde Bursa, Akşehir, Nazilli hattına kadar gelen Yunanlılar, 9 Ağustosta Uşak bölgesini de ele geçirmişlerdi.

İttihat - ve - Terakki'nin çatısı açık numune mektebine biraz çeki düzen verilerek yerleşen Meclis, yazdığım gibi, 115 memur ve emekli ile 61 hoca, 51 asker, 26 çiftçi, 37 tüccar, 49 avukat, 51 hekim, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi, 2 mühendisten kurulu idi. Meclisteki eski İttihatçılardan çoğu Mustafa Kemal'e hep eski gözle bakmışlar, onun yerine Enver'i getirmeyi düşünmüşlerdir.

Mustafa Kemal'in başında Enver de bir derttir. İstanbul'dan kaçtığı vakit kendi yerine Mustafa Kemal'i Harbiye Nazırlığı için salık veren Enver, şimdi Anadolu'daki millî kurtuluş savaşının lideri olmak hırsındadır. Mustafa Kemal'i, hâlâ, başkumandan iken emri altındaki ordu kumandanı gibi görmektedir.

Bir yandan İstanbul hükûmeti ve İngilizler Anadolu hareketine İttihatçı damgası vurmakta, Mustafa Kemal ve arkadaşları da bu tehlikeli istinattan kurtulmıya çalışmaktadır. Enver yalnız İttihatçılığın değil, girdikten çıkıncaya kadar, bütün harp sorumluluklarının sembolüdür.

Enver, Berlin'den Makova'ya oradan Bakû'ye gelmiştir. Şark ve İslâm kongresine katılmıştır. Trabzon'daki partizanları ile haberleşmektedir. Kahvelerde Enver Paşa gelecek, sözleri dönüp durmaktadır. Kâzım Karabekir, Albay Sabit'i Enver'in içeri girmesini önlemek görevi ile Trabzon'a gönderir. Ardahan Milletvekili Hilmi Salim Sabit'e gider:

- Sen kime dayanarak Enver Paşa'ya karşı cephe açmışsın?

Salim Sabit, göğsünü göstererek:

- Kendime!

- Azizim biz Mecliste kırk üstünde İttihatçıyız. İstediğimiz vakit Mustafa Kemal'i alaşağı eder, Enver'i onun yerine geçirebiliriz.

İttihatçıların fikri, Mustafa Kemal yetersizdir, bu irade böyle devam edemez, yolunda idi.

Mustafa Kemal, Enver'e şu tekliflerde bulunmuştu: Ankara'ya gelmemelidir. Harpten sonra da bir müddet memleket iktidarını rahat bırakmalıdır.

Enver, 1920'de Mustafa Kemal'e bir mektup yollamıştı: "Bir Hristiyan Kızıl Ordunun yardımı kötü sonuçlar doğurur. Ben Dağıstan ve Kafkasya Müslümanlarından kuvvet toplıyarak ilkbaharda size yardıma geleceğim. O zamana kadar dayanın. Güçlükler içinde imişsiniz. Ruslardan medet ummayın. Masrafları kısmaya bakın!" Bu bir çeşit direktif vermekti. Ama 4 Ekim 1920'de amcası Halil Paşa'ya yazdığı mektupta içini açmıştır: "Yapılacak iş Osmanlı saltanatını federasyon olarak yaşatmaktır. İngilizler elbet razı olmazlar buna! Onun için bir kuvvetle ilkbaharda Anadolu'ya geçeceğim. Eğer Ruslar Müslüman asker toplamıya izin vermezlerse gizli gireceğim."

Halil Paşa, Makova'da dış bakanlığında Karahan'a yazdığını, kuvvet verilmesi güç olduğu, Anadolu'ya geçerseniz seçimle iktidarı alabileceğini söylemesi üzerine Trabzon'a geçmesine izin verileceği cevabını aldığını bildirir.

Enver, Anadolu durumunun kendisinin oraya gitmesini gerektirdiğini, Rusların ilkbaharda kendisine kuvvet verip vermiyeceğini anlamasını tekrar Halil Paşa'ya yazmıştır.

Karahan, kuvvet vermeyi reddetti ve üstelik:

- Bu Anadolu'da ikiliğe sebep olacak ve ancak İngilizleri sevindirecektir, dedi.

İki hafta sonra Enver, amcasına yeni bir mektup göndermiş, bunda İslâm İhtilal Cemiyeti'nin kendi elinde olduğunu, Şükrü'ye (eski yaveri, Yenibahçeli) direktif vererek memleket içinde doğrudan doğruya kendine bağlı arkadaşlarla bir teşkilât kurmasını ve silâhlamasını bildirdiğini yazmıştır. Halil Paşa, Enver'e Anadolu'ya geçmemek öğüdü vermiştir.

Enver'in tasarladığı, Arap liderleri ile anlaşarak Misak-ı Millî disiplini altındaki Anadolu kurtuluş savaşını, Irak-Suriye-Filistin ve Türkiye arası bir federasyon yönüne çevirmekti. Kanatları yumurta akı ve patatesle korunan tek uçaklı ve tanksız Türk ordusunun karşısına İngilizleri ve Fransızları da almış olacaktık. Enver'in bu davranışı Sakarya zaferine kadar sürdü. Sonra Orta-Asya sergüzeştine atılarak Kızıl Ordu ile çarpışırken ölmüştür.

İttihatçılar da Ankara'ya haber vermeden Ruslarla yaklaşmak istemişlerdir. Fikirleri şu idi: Biz bu işi kendimiz başaramayız. Rus devrimine yanaşmalıyız. Müslüman dünyasında komünist devrimini örnek edinecek bir sosyalist ihtilâl yapmalıyız. Tarihe Yeşil Ordu diye geçen kuruluş bu düşüncenin eseridir. Yeşil Ordu Cemiyeti umumî kâtibi Hakkı Behiç, ki bir ara Maliye Bakanı idi: "Biz cemiyeti gizli kurmuştuk. Türkistan'da, İran'da, Azerbaycan'da birçok kuruluşların bulunduğunu haber almıştık. Hepsini birbiri ile bağlamak istedik," demişti. Bu İslâmlar arası geniş bir el birliği plânı idi. Batı emperyalizmine karşı büyük Doğu devrimi ile daha sıkı bir yakınlık sağlanacaktı. Sonra da eğer gene Rusya ile sınırdaş olursak (henüz değildik) bundan doğabilecek tehlikeleri önlemekti. Anadolu halkının da morali yükselecekti.

Mustafa Kemal: "Faydalı olur," diye hareketi başlangıçta tuttu. Güvendiği arkadaşlarından birkaçını da teşkilât içine soktu. Daha sonra Çerkez Ethem Yeşil Ordu'nun başlıca dayanağı sayılmıştır. Eskişehir'de Arif Oruç adındaki adamının başında bulunduğu gazete iyice solculuk karakteri almıştır. Durum tehlike gösterince Mustafa Kemal, Yeşil Ordu Cemiyetini, hayli güçlükle dağıtmak zorunda kalmıştır.

Mecliste daha azılı ve açık komünist takımı da Mustafa Kemal'e karşı idi. Bolşevikler daha ilk günlerde Meclise el atmışlardı. Lenin, emperyalizmle savaşan millî hareketleri tutmalıyız, emperyalistlerin çekildiği yere biz yerleşiriz, diyordu. İhtilâlci Moskova'nın ilk burjuva devlet olarak Ankara'yı tanıyışının mantığı budur. Daha 1919'da parçalanmış Türkiye'ye Bolşevikliğin ilk doyumluğu gibi bakan Çeçerin 13 Eylülde Türk "köylü ve işçilere çağrı" bildirisinde şöyle diyordu:

- Ülkemiz sömürücü paşaların elinde. Sizi ne asker yöneticileriniz, ne de demokrasi partileri bundan kurtaramaz. Bütün dünya emekçileri kendilerine baskı yapanlara karşı birleşmelidirler. Bu bakımdan Rusya hükûmeti umut eder ki siz Türk köylüleri ve işçileri bize kardeş elinizi uzatasınız.

O tarihte Moskova'daki Türk komünistlerinin başı Mustafa Suphi idi. Daha 1918'de partiyi kurmuş, Stalin'in güvenini kazanarak "Yeni Dünya" gazetesini çıkarmıştı. Bolşevikler Azerbaycan'ı alınca o da parti merkezini Bakû'ya götürmüş, oradan vatanlarına dönecek Türk esirlerine komünist eğitimi vermiştir. Onun çabası ile 14 Temmuz 1920'de Ankara'da üçüncü enternasyonalin merkezi kurulmuştur. Türk komünistleri daha ilk "Doğu Milletleri Birinci Kongresi"nde Mustafa Kemal'i karşılarına almışlardır. Kongre başkanı şöyle demişti:

- Başında Mustafa Kemal'in bulunduğu hareketin bir komünist hareketi olmadığını bir an bile unutmuyoruz. Bu hareketin amacı İngiliz efendilerine masadan ayaklarını çekmelerini dilemektir. Sonra da Türk ağalarının ayaklarını masa üstüne koymalarına izin vermektir. Biz Türkiye'de gerçek bir halk ihtilâli çıkıncaya kadar beklemek zorundayız.

Ankara, Rusya ile anlaşmak zorunda idi. Silâhı ondan, parayı ondan bekliyorduk. Kafkasya'daki İngilizler iki komşuyu birbirinden ayırıyordu. 1919 Mayısından 23 Nisan 1920'ye kadar iç savaşlarla uğraşan Rusya ile ilişki kuramamıştık. İlk defa Enver'in amcası eski ordu komutanı Halil Paşa para ve silâh istemek için Rusya'ya gönderilmiştir. Erzurum'dan geçtiği sırada Kâzım Karabekir, bize Rus yardımı sağlayın, demiş ve Taşnaklar yüzünden bütün kuvveti doğuda tutup batıya asker yollayamamaktan yakınmıştı. Ruslar 1920 Nisanında Azerbaycan'a girmişlerse de Ermenistan ve Gürcistan henüz Menşevikler elinde idi.

23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra Başkan Mustafa Kemal Paşa 29 Nisanda Moskova'ya ilk telgrafını çekmişti. Meclis Rusya ile daha yakınlaşmak ve bir antlaşma yapmak üzere bir heyet yollamıya karar verdi. Bekir Sami heyeti Paris'te Osmanlı delegelerine ağır barış şartları dikta edildiği sırada hareket etti. Trabzon'dan deniz yolu ile Rusya'ya geçerek 19 Temmuz 1920'de Moskova'ya vardı. Bu arada doğudaki kuvvetimiz yirmi iki bini bulmuştu. Karabekir 1920 Haziranında Sarıkamış-Kars yönünde harekete geçerek, İngilizlerin bizden alıp Ermeni ve Gürcülere verdiği toprakları geri almak, Paris konferansında Ermeni heyetine yapılan vaitlerden ve İngiliz desteğinden faydalanmıya kalkışan Ermenistan tehlikesini durdurmak istiyordu. Mustafa Kemal Moskova'ya "Emperyalist hükûmetlere karşı Rusya ile işbirliğine Türkiye'nin hazır olduğunu, Ruslar Menşevik Gürcistan'a karşı harekete geçerse Türkiye'nin de emperyalist Ermenistan'a yürüyeceğini, Azerbaycan'da Sovyet yönetimin kurulmasını kabul ettiğini" yazmış ve para yardımı istemişti. Çeçerin ise Ermenistan, Kürdistan, Lazistan, Batum ve Trakya bölgesinde bir referandumdan söz etmesi Ankara'yı kuşkulandırmış, Kâzım Karabekir'e bekleme direktifi verilmiştir. Moskova'da 22 Temmuz - 24 Ağustos arasında hazırlanan dostluk anlaşması, Dışişleri Bakanı yoldaş Çicerin Van, Bitlis ve Muş illerinin Ermenistan'a verilmesine bağlayınca, geri kalmıştır. Rusya o sırada Menşevik Ermenistan'la bir anlaşma yaparak Nahçıvan bölgesini ona bırakmıştı. 11 Eylül 1920'de bizim heyet Moskova'dan Kafkasya'ya inmişti. Bir milyon altın ruble, silâh ve cephane yardımını denizden motörlerle alıyorduk.

Heyetten Türkiye'ye gelen Yusuf Kemal (Tengirşek) Moskova'da iken Lenin'in kulağına:

- Ermenilerle anlaşma yapmakla yanıldık. Biz düzeltmiye çalışacağız. Bir yapmazsak siz düzeltirsiniz, demiş olduğunu anlattı.

24 Eylül 1920'de Ermeniler Sevres Antlaşmasındaki büyük Ermenistan vaitlerine ve Yunan saldırısına ve Çicerin'in Türk heyetine söylediklerine güvenerek ve dayanarak taarruza geçti. 30 Eylülde Sarıkamış'ı aldık. Ruslar ve Gürcüler anlaşmalı olduklarından ordu Kars'a yürümeği sakıncalı gördü. Fakat Mustafa Kemal ancak Kars ile bir çözüm yoluna gidilebileceği kanısında olduğundan vekiller heyeti 11 Ekimde harekete devam etmek kararını verdi. Kars'ı aldık. Gümrü Antlaşmasını yaptık. Ermenistan'ın Bolşevikliği de sağlanmış olduğu için Lenin, Mustafa Kemal'e dostça ve tutarca bir telgraf çekti. Menşevik Gürcistan elindeki Ardahan, Artvin, Ahıska ve Batum'u almıştık. Sovyetlerle anlaşma sonunda Batum ve Ahıska Gürcülere bırakılmıştır.

Bu zaferle Ankara'nın itibarı kadar Rus sevgisi de artmıştı. Bir hayli milletvekili rejimin hâlâ komünistlikte ayarlanmamasından şikâyetçi idiler. "Ne bekliyoruz? Niçin komünizmle halka yeni bir ruh aşılamıyoruz? Hangi mal, hangi servet kaldı ki korkalım?" diyorlardı.

Belediye bahçesinde masa masa açıkça propaganda yapılmakta idi. Kalpak üstünde kırmızı renk ve boyunlarda kırmızı kravat moda olmuştu.

- Sen de mi komünistsin?

- Rusya'dan başka nerde umut var. Sevres Antlaşmasını okudum. Bizi çorak steplere atmışlar. Burada bile serbest değiliz. Yokluğumuz fermanı çıkmıştır. 20.000.000 Yunanistan kurulma yolunda. Bu hâlde iken başımdaki çuhanın rengini neden sorarsın?

Meclis içinde ve dışında Tokat Milletvekili Nazım, Bursa Milletvekili Şeyh Servet ve Afyon Milletvekili Şükrü alabildiklerine çalışmakta idiler. Meclisteki teşkilâtlanma Sovyet elçisinin eseri idi. Büyükelçi Medivani Ankara'ya kadınlı erkekli iki yüz kişi ve telsiz cihazları gelmişti. Daha önce Kars'ta bir iki gün yerine bir ay kalıp propagandaya koyulmuştu. Ankara'da Kurşunlu Cami yanında biri geniş birkaç ev tutmuştu. At sırtında kırlarda gezintiye çıkar, şehrin içinden kalabalıkla ve gürültü ile geçerdi. Direktifçi bir hâli vardı. El altından Meclisteki partizanlarını çoğaltmış, kırmızı çuhalı kalpak sayısı artmıştı. Yeşil Ordu ve Ethem'i iyice avcu içine aldığı anlaşılmakta, Arif Oruç'un "Yeni Dünya"sı Ankara'da satılmakta idi. Meclistekiler artık işi açığa vurmuşlardı. Bir gün Tokat Milletvekili Nazım Hacıbayram yakınlarında yeni açtıkları kulübe birçok kimseleri çağırdı. Kapıda karşılayıcı Şeyh Servet'ti. "Mecliste bir grup yapalım. Memleketin buna ihtiyacı var. Komünistlik İslâm esaslarına uygundur. Ebubekir komünisttir. Müslüman olduktan sonra bütün varını yoksullara dağıttı idi," diyordu.

Anadolu'da teşkilâtlarını yapmak için Rusya'dan dört yüz bin altın almak için Mustafa Suphi ile haberleştiler. Moskova ise bu işleri Radek'in kontrolü altında ancak Mustafa Suphi'ye emanet edebilecekti. Mustafa Suphi arkadaşları ile Trabzon'a geldi. İç duruma o kadar güveniyordu ki Ankara'ya:

- Üçüncü Enternasyonalin Türkiye ile işbirliği yapması için çalışacağız. Fakat bu sırada sosyal devrim esaslarını hazırlamak üzere propaganda yapacağız. Eğer menfi davranırsanız yardımdan mahrum olursunuz, diyordu.

Çerkez Ethem onlarla idi: "Yurdun Kafkastır, uludur oymağın" diye başlıyan bir marşı bile vardı.

İş çığrından çıkmak üzere idi. Mustafa Suphi ve on yedi arkadaşı Yahya Kaptan'la adamları tarafından bir takaya bindirilerek denize atılmışlardır. Meclis komünistleri vatana hiyanet suçu ile İstiklâl Mahkemesi'ne verilmişlerdir. Mecliste partizanları üçte bire çıkmışken dokunulmazlığının kaldırılması görüşmesinde yapayalnız kalmışlardı.

Mecliste altmış yaşındaki Isparta Milletvekili Mehmet Nadir Bey de İtalyan casusluğu ile yargılanmıştır. "Niçin casusluk yaptın?" sorusuna şu cevabı vermişti: "Yunan ordusu ilerliyordu. Çetelere güvenmiyorduk. Bir araya geldik. Kurtuluşu İtalyanlara sığınmakta bulduk."

Mecliste Mustafa Kemal'den kuşkulanan en tehlikeli ve azgın grup muhafazakâr takımı idi. Mütareke yıllarında Osmanlıca irtica dediğimiz gericilik İstanbul'da da, Anadolu'da da alıp yürümüştü. İttihatçılar şer'iye mahkemelerini Şeyhülislâmlık dairesinden adliye dairesine taşımayı devrimsi bir hareket saymışlardı. Yukarda yazdığım üzere bu taşınma bile geri alınmıştı. İstanbul Maarif Nazırı okuma kitaplarından "Türk" kelimelerinin kaldırılarak yerine "Osmanlı" sözü konmasını emretmişti. Ankara'da Maarif Vekilliği resim dersini çizgi dersine çevirmiş, alabildiğine yeni medrese açmıştı. Anadolu'da Tanzimat'tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı. Şair Akif, sarıklı hocalardan çoğu, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü bu grupta idiler. Ali Şükrü, bir deniz kurmayı olduğu hâlde en azılı olanlardan biri idi. 26 yaşında Meclise gelmişti. Cür'etli ve atılgandı. Bir sağlık kanunu tartışmasında: "Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmıyacağız!" diye haykırmıştı. İstiklâl Marşı'nı yazan şair Akif Mecliste bir defa ağzını açmıştı: Neden sivil gazete "Hâkimiyet-i Milliye"ye ödenek verilmiş de Şeriatçı Sebilürreşad dergisine verilmemiştir, kavgasında bu yardımı esirgiyenlere "Dalkavuklar!" diye bağırmak için!

Sıhhiye komisyonunda o vakitler Anadolu'yu saran frengi illetini önleme tedbirleri arasında evlenecek kadınların daha önce muayene edilmesi için kanun hazırlanmıştı. Gericiler hemen, bir bakire kadın hekime gösterilemez, diye ayaklanıverdiler. Bir hoca, evlenecek olanı ebe kadın görür, hekime gördüklerini söyler, lâzımsa, hekim ilaç verir, diye teklif etti. Komisyon sözcüsü Dr. Emin Bey dayattığı ve tartışma sırasında bir hocaya tokat attığı için az daha linç edilecekti.

1920 Nisan 20'sinde İkinci Mahmud'un Rumlardan taklit ettiği fes için dışarıya milyonlarca lira verildiğini ileri sürerek kalpağın başlık olarak seçilmesini ileri süren bir teklif yüzünden kıyamet koptu:

- Hayır, hayır.

- Fes Türkün ruhuna yerleşmiştir.

- Fas ve Tunus İslâmları fes giyer.

- İslâm dünyası için fes alâmet-i farikadır, hücumları arasında teklif reddedilmiş,

- Yaşasın fes!

- Yaşasın kalpak! çığlıkları arasında Meclis birbirine girmiştir.

Men-i müskirat adlı içki yasağı kanunu deniz kurmayı Ali Şükrü'nün teklifi üzerine bir şeriat kanunu olarak çıkmıştır. Maliye Vekili boş hazinenin bu yüzden yirmi milyon lira daha kaybedeceğini boş yere anlatmaya çalıştı:

- Ağır vergi koyalım, diyordu.

Hatta kiliselerde dinleri gereği Hristiyanların şarap bulundurma hakkı bile tanınmamıştır. Bir hoca:

- Kiliseleri meyhaneye çevirip Müslümanları soyarlar, diyordu.

Başkanlık eden Hoca Vehbi, Hadd-i Şeri denen dayak cezasını da teklif etti. İlk defası için 80 değnek vurulacaktı. Bir milletvekili:

- Yahu dört kadeh içene dört kere seksen sopa! Nasıl dayanır buna insan! diye haykırdı.

Gericiler için Meclis de hükûmet de geçici idi. İlk fırsatta Osmanlı meşrutî saltanat sistemine dönülecekti. Mustafa Kemal'in gelecekte yeni bir rejim kurma korkusunda gerici olmıyanlar da onlarla birlikti. Kâzım Karabekir tanıdıklarına:

- İdare tek ele doğru gitmektedir, diye şikâyet ediyordu.

Kuvvetler birliği üzerine yapılan ilk anayasa tartışmaları ağır olmuştu. Bir hukukçu Mustafa Kemal'e:

- Sizin kurmak istediğiniz sistem hiçbir hukuk kitabında yoktur, demesi üzerine Mustafa Kemal:

- Uygulanıp denemeden geçen işler prensip ve kaide hâlîne gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız, cevabını vermişti.

22 Haziran 1920'deki Yunan saldırısı sonunda Burhaniye-İvrindi-Soma-Akhisar, Salihli-Nazilli cephesindeki çok zayıf millî cephemizin iki günde çökmesi ve iki hafta içinde Yunanlılar Nazilli-Akşehir-Bursa hattına kadar ilerlemesi ve üçüncü bir saldırı ile Uşak ve Doğu Trakya bölgesi de düşman eline geçmesi üzerine Mecliste muhalefet alabildiğine azıttı. Mustafa Kemal'in cepheden Ankara'ya koşması bu yüzdendir. Hamdullah Suphi (Tanrıöver) gibi yakın arkadaşları ile bile sert tartışmalar zorunda kaldı.

Artık nizamlı ordu devrine girmenin ve Ethem çetesini de ordu içine almanın sırası gelmişti. Mecliste ordu fikrini tutmıyanlar çoktu. Milis kuvvetleri ile savaşa devam etmek daha uygun olacağını ileri sürenler arasında komutanlar bile olduğu bilinen bir şeydi.

Mantıklı bir düzen millî kurtuluş savaşını doğu ve batı cephelerine ayırmak, ikisini bir başkomutanlığın emri altına vermekti. Mustafa Kemal:

- Bu doğrudur ama bir geri çekilişte yenilen ben olursam başka sermayemiz kalmaz, diyordu.

***

İstanbul, Ankara'yı yıkmak için Yunan saldırısına bel bağlamıştır. Adliye Nazırı Ali Rüştü Efendinin, gazete muhabirinin:

- Hükûmet Yunan ordusu tarafından yapılan hareketleri protesto etmek niyetinde midir? sorusuna:

- Hükûmetimiz Mustafa Kemal taraftarlarını resmen mahkûm etmiş ve hilâfetle vatana hain olduklarını ilân etmiştir. Vazifesi asilere lâyık oldukları cezayı vermekti. Kendi programımız içinde bulunan bir hareketi nasıl protesto ederiz? cevabını verdiğini yazmıştım.

Nazır:

- Bazı haberlere göre Mustafa Kemal taraftarları arasında anlaşmazlık baş göstermiştir, sorusuna da:

- Bu söylentilere dair henüz bir resmî havadis almadık. Fakat doğru olduğu fikrindeyim. Halk barış ve sükûnet istemektedir, cevabını vermişti.



Gerilla Devrinin Sonu



Ordu devrine geçmezden önce gerilla devri özelliklerinin bir özetini yapalım: Bir zamanlar Topal Osman Karadeniz kıyılarının destan kahramanı idi. Pontus Rum Krallığını kurmak için silâhlanan çeteler, Türk köylerine ölüm, talan ve ateş saldıkları zaman, karşılarına o ve onun gibi yiğitler çıktı. Yunan istilâsının ilk aylarında Türk halk edebiyatı Demirci Efe'nin şöhreti ile çalkalanmıştır. Atlı çetelerinin başında yıldırım hızı isyandan isyana koşan ve hepsini olduğu yerde bastıran Çerkez Ethem, bir gün Millet Meclisinde göründüğü vakit bütün milletvekilleri onu ayağa kalkarak selâmladılar ve alkışladılar.

Yalnız Anadolu için değil, İstanbul hükûmeti ve düşman için de bu bir çeteler devri idi. Başta Anzavur olmak üzere, memleketin hemen her köşesinde halifeci şefler saf halk yığınlarını kışkırtmakta, Konya'da olduğu gibi, fırsat elverince hükûmete bile el koymakta idiler.

Halifenin fetvalarına göre Topal Osman'lar, Demirci Efe'ler ve Çerkez Ethem'ler asi, Anzavur'lar kahraman, Anadolu hocalarının fetvalarına göre de Mustafa Kemal ve Büyük Millet Meclisine karış koyanlar asi, onları vuranlar kahramandı.

Eğer devlet otoritesinin bu çözülüp dağılışı Ortaçağ'ın sonlarına doğru olsaydı, çete reislerinden her biri yeni beylikler kuracaklar, ya Anadolu'yu aralarında bölüşecekler, yahut içlerinden biri rakiplerini yenip yeni bir devlet banisi (kurucusu) olacaktı.

Hâlbuki başlarında komutanları ile doğu cephesinde kuvvetlerimiz, şurada burada fırkalarımız ve alaylarımız da vardı. Çeteler sözde, fakat onlar geçrekten Büyük Millet Meclisi hükûmetinin emrinde idiler. Ayrıca niçin daha önceden nizamlı ordu millî dayatış hareketlerine hâkim olmamıştır? Niçin, nizamlı ordu millî dayatış hareketlerine hâkim olabilmek için Kuvay-ı Milliye çetelerini vurmak lâzım gelmiştir?

İçlerinden yalnız Topal Osman kuvveti Mustafa Kemal'in muhafız kıt'ası olarak İzmir zaferinden biraz sonraya kadar ayakta kalmıştır. Zaferin ilk günleri İzmir'e vardığım vakit Topal Osman'ı Buca'da görmüştüm. Söz arasında:

- Ah Mustafa Kemal Paşa o kadını bana verse de karşı koymak nedir, ona göstersem... diyordu.

Bahsettiği kadın Halide Edip Hanımdı. Karşı koymak dediği şey de, Halide Edip Hanımın her türlü şiddet hareketlerini önlemek için Başkomutan ve cephe kumandanından daimî dileklerde bulunması idi.

Bir defasında da: "Mustafa Kemal Paşa'dan bir şey isterim. İstanbul'a gidince çadırlarımı Fener'de kurayım," diyordu. Fener, Rum Patrikhanesi'nin bulunduğu semtin adıdır. Daha sonra İstanbul'a gelip Beyoğlu caddesinde dolaştığı zaman da, çarşaflı, peçesi açık bir kadın görmüş:

- Biz bu karıları böyle görmek için mi dövüştük? diye mırıldanmıştı.

Karadeniz kıyılarının bu destan kahramanı, sonuna kadar Mustafa Kemal'e bağlı kalan, çetesinin adamlarına Çankaya'da ve köşkle şehir arasındaki yolda nöbet bekleten Topal Osman da, en sonunda, nizamlı ordunun kıt'a komutanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal'in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur.

Sonra, uzun yıllar, bu hikâyeleri Atatürk'ten, İnönü'den, rahmetli General İzzeddin Çalışlar'dan, Başkomutanlık ve Garp Cephesi Karargâhında bulunanlardan merakla dinleyip notlar almıştım.

Kuvay-ı Milliye çetelerinin başında kahramanlar da, haydutlar da, sahtekârlar da bulunmuştur. Kahramanlardan pek çoğunun adı unutulmuştur. Bunlar görevlerini bitirince yuvalarına çekilmişler, zaferden sonra da ne edebiyattan, ne devletten hizmetlerinin ödenmesini istememişlerdir.

Bazıları sadece kahramandır. Bazıları, kahraman-haydut karışımıdır. Bununla beraber 1920-1921 yılı arasındaki yer yer ayaklanmalar, bu çete kuvvetleriyle bastırılmıştır. Bir defa yirmiden fazla yerde çıkan isyanlardan birinin ucu Ankara sırtlarına dayanmıştı. Başka isyanların, İstanbul hükûmetinin de, Büyük Millet Meclisi hükûmetinin de emri geçmiyen, nüfuzu olmıyan büyük doğu bölgeleri dışında olduğunu unutmayınız.

Bir çete reisi kimdir? Bazen bu Ethem gibi bir çavuştan ibaret. Ethem, kuvvetlerini kendisi toplamıştır. Silâhlarını kendi bulmuştur. Bu kuvvetleri besliyecek parayı kendi sağlamıştır. Astığı astık, kestiği kestiktir. Ethem'e kanundan, mahkemeden, meşruluktan bahis açılamaz. Bir isyan bastırmıştır. Dönüşte kendi adamları Ankara çarşısında sırmalı kuşaklar satar. Her uğradığı yerde, çarşılar talandan geçer. Ambardan devlet malı tütünleri alıp mektepli bir subayın komutasında neferleriyle Ankara'ya satılmaya gönderir. Maliye Vekili, devlet malıdır, der. Sattırmamak ister. Ethem: "Seni gelip asarım," diye telgraf çeker. Sonra İsmet Bey'i cephede görünce:

- Senin hatırın için gelip de asmadım, der.

Bir başka öfkesinde Ankara valisini asmaya kalkar. Etrafına topladıklarına Mustafa Kemal'i, Meclis önünde sallandıracağını söyliyerek övünür. Hatta, başucunda yalnız onu fazla ve fuzulî gördüğü için, istasyondaki evine giderek hasta yatağında Mustafa Kemal'i öldürmek ister. Fakat binanın etrafı Mustafa Kemal'in muhafızları tarafından sarılıp kendisi için de kurtulmak imkânı kalmadığını anlayınca, yanındakine Çerkezçe bir şeyler söyliyerek vazgeçer.

Bir köyde birini öldürmüştür. Cinayete köylülerden birkaçını da katmıştır. Bu suçlular artık onun kulu kölesidirler. Çetesinin sadık erleridirler. Herhangi bir alay veya tümende bulunan bir subay komutanı tarafından cezalandırılacağını anladığı vakit, gidip onun kuvvetlerine girer. Ethem'den bu kaçaklardan hiçbirini geri almak mümkün olmamıştır.

Ordu kurulsa ve çeteler kalksa, Mustafa Kemal askerî kuvvetlerin başına geçecektir. Millet Meclisindeki birçok hasımları bunu istemez. Bazıları da, samimî olarak, ancak gerilla yapılabileceği fikrindedirler. Hepsi çete şeflerini tutarlar. Elde bir bahane daha vardır: Millet Birinci Dünya Harbinden bitkin çıkmıştır. Ordu yapmak, seferberlik yapmak demektir. Vergi almak, bütçe yapmak demektir. Bunları başarabilir miyiz? Hayır! Ordu aleyhindeki propaganda İstanbul'da ve batı illerinde o kadar kök salmıştır ki subaylardan bile millî kuvvetlerde görev almayı tercih edenler çoktu. Birtakımı da ordunun eğitim ve disiplin sıkıntısından uzakta kalmak isterdi.

Bundan başka iç isyanlarda ordu kuvvetleri bir türlü başarı gösterememişti. Bazı isyan bölgelerine giden birlikler ellerinde halife fetvalarını tutanların tekbirleriyle karşılanmışlar, güler yüzle misafir edilmişler ve geceleyen baskın yapan asiler bu birliklerin silâhlarını alıp dağıtmışlardır. Hâlbuki yaşlı, tecrübeli ve gönüllü çeteciler, her türlü fesada karşı koymuşlardır.

Ama bu çeteler de, bir yandan, asker ve para toplamışlar, keyfi cezalandırmalar, yağmalar yüzünden itibarlarını kaybetmişler, bir yandan da düşmanın nizamlı ordusuna karşı hiçbir başarı kazanamadıkları için, ordu kurmak ihtiyacını sonunda iyice hissettirmişlerdir.

Bir gün kardeşiyle seferlerinin birinden dönen Ethem:

- Bir düzine adam astık, demişti.

- Tabiî muhakeme ettiniz, diye sorulunca, birbirlerine bakıştılar. Dış görünüşü kurtarmak için ezbere bir ilâm düzdürülmüş, o sırada düzme de olsa ölümleri bir ilâma bağlamak, soyma, vurma da olsa alınan paralar için kuru senet verdirilmek bile büyük bir ilerleme sayılmıştır.

Kahramanlıkları gibi, çetelerin zulümleri de dillerde destandı. Çete şeflerinden biri, Topal Osman bir gün bir kaymakama kızmış, eline kazmayı vermiş:

- Burada bir çukur kaz! diye emretmiş, derinlik kıvamını bulunca:

- Gir içine! demiş ve kaymakamı kendi eliyle kazdığı mezara gömmüştü.

Bir defasında bir çete reisinin, içindekilerle beraber yaktırdığı evden, bir ananın dışarı attığı çocuğu soğukkanlılıkla kucaklayıp tekrar aleve doğru fırlattığı görülmüştür. Gemi ocağına kömür yerine sürülenlerin hikâyesi uzun müddet tüylerimizi ürpertmişti.

Ah bu vatan, bu vatan, ne güç şartlar içinde, dosta karşı ve düşmana karşı, ne uzun, ne çetin sabır ve çile işkencesinden sonra kurtarılmıştır. O zamanları görmemiş olanlar, vicdanın unutulmasını emrettiği bu hikâyeleri, Mustafa Kemal ile onun medeniyetçi fikir arkadaşlarını iyi tanımamız için yazıyorum.

***

Biraz da İstanbul havasına dönelim:

Beyoğlu'nda İngiliz karargâhına uğrıyalım, Yüzbaşı Armstrong'la bir defa daha görüşelim. Armstrong der ki:

''Londra'da iken Türkiye'deki yanılmalarımızın sebebini anlamak istedim. Fakat boşuna uğraştım. Londra'da sanılıyordu ki Türkiye'ye ait kararlar İstanbul'da verilmektedir, İstanbul'da ise bunun aksi sanılmakta idi. Asıl mesele harp ruhunun sönmüş olmasında idi. Hiçbir sınıfta kuvvet kullanmak hevesi yoktu. 'Kızıl bayrak' tahrikleriyle çalkalanan İngiliz adalarının yanı başında İrlanda ateş içinde idi. Hükûmet dış politika ile uğraşmaya vakit bulamıyordu. Yakınşark'a önem verilmiyordu. Yeni bir Türkiye'nin doğduğu, müttefikler karşısında dayanabilecek bir kuvvet meydana geldiği anlaşılmıyordu. Şark işlerini bilmeyen Lloyd George'u güden duygu ve düşünce, Gladston'kârî Türk düşmanlığı idi. Yunanistan büyümeli ve İngiltere ile yeni büyük Yunanistan'ın menfaatleri birleştirilmeliydi. Lloyd George'un bilgisi, eski Yunanistan'ın şairleri ve filozofları olmuş olmasından ibaretti. Bir defa Clemenceau demişti ki: 'Lloyd George'un okumak bildiğini biliyorum, fakat okuduğundan şüphe ediyorum.' Venizelos'un sihrine kapılan Lloyd George'a göre Yunanistan, Avrupa ve Anadolu'da eski şan ve şerefine kavuşacak, Boğazlar'ı Avrupa'ya açık tutacak, Akdeniz'de İngiltere ile beraber yürüyecekti. Yunanistan oyun bozanlığa kalkarsa, İngiltere donanması onu uslandırmaya yeterdi. Lloyd George'un aldandığı nokta, Yunanlıların kendilerine verilen görevi başarabilecek güçte olmadığı idi.

''Birbiri arkasından gelen üç ağır çarpma, Lloyd George'u uyandırmalıydı. Biri, bir maymun ısırması ile ölen Kral Aleksandır'ın yerine Yunanlılar Kral Kostantin'i getirmiş, Venizelos'u düşürmüşlerdi. Fransızlar Yunanlılara yardım etmekten vazgeçerek Türk milliyetçileri tarafını tutmuşlardı. Bolşevikler Vrangel ordusunu yenerek güneydeki son ihtilâl düşmanı kuvvetleri denize döktüklerinden beri, Mustafa Kemal Lenin Rusyasında yeni bir yardımcı bulmuştu.

''Durumun gerçeği anlaşılmadan Sevres Antlaşmasının uygulanmasına geçilmiştir. Birçok komisyonlara ben de katılmıştım. Her taraftan iyi iş aramaya gelen küçük büyük rütbede subaylar, Türkiye'nin, Kitchner devrindeki Mısır gibi, yeni feldmareşaller yetiştirecek bir yeni fırsat yeri olacağı fikrinde idiler. Türkiye'de işler Sir Charles Harrington'un reisliği altında yürütülecekti. Komisyonlarda generaller, albaylar ve subaylar doluydu. Kitaplar, haritalar, diyagramlar çizilip duruyordu. Hepsi boş, hepsi lüzumsuzdu. Sevres Antlaşması kuvvet kullanılmadan uygulanamazdı. Müttefikler ise kuvvet kullanamaz hâlde idiler. Yunanlılar Türklerle başa çıkamıyacaklardır. İngiltere yalnız İngiltere'yi düşünmek zorunda idi.

''İstanbul, bu şehri dünyanın hiçbir tarafı ile temas ettirmiyen bir Yunan duvarı ile çevrili idi. Her tarafta Yunanlılar vardı. Bunlar Karadeniz'den Marmara'ya, Marmara'dan Çanakkale'ye ve Akdeniz'e kadar bütün kıyıları tutmuşlardı. Gelibolu yarımadası ile Trakya da onların elinde idi.

''Mustafa Kemal artık bir İstanbul hükûmeti kalmamış olduğunu ilân etmesine rağmen Sevres Antlaşmasının uygulanma hazırlıkları devam etti.

''Bir gün Dolmabahçe Sarayı'na yakın olan Beşiktaş iskelesinden bir kayığa binerek Üsküdar'a gidiyordum. Sular henüz sisli idi.Güneş doğmamıştı. Boğaz'ın kıyılarına beyaz köşkler, saraylar, camiler ve duvarlı bahçeler sıralanmıştır. Birçoğu haraptı.

''Üsküdar'a giderken akıntı bizi Yunan zırhlısı Averof ile hemşiresi Kılkış'ın yanından geçirdi. Bir nöbetçi baktı. Ben bu gemilerin burada emniyetle durabilmelerine şaşıyordum. Müttefiklerin tarafsız bölge ilân ettikleri yerde idiler. Hasım tarafından hiçbirinin gemisi burada duramazdı. Yunanlılar Osmanlı başkentini üs diye kullanmakta, buradan Karadeniz ve Marmara kıyılarına akın ederek Türk köylerini ateşe tutmakta idiler. Türklerin de bu gemileri batırmaya girişmediklerine şaşıyordum. Küçük bir çabayla batırılmaları mümkündü.

''Üsküdar eski bir tuhaf yerdir. Caddeleri, Beyoğlu sokakları gibi dik ve dolambaçlı. Evlerinin damlarına yağan yağmur geçenlerin başlarına dökülür. Üsküdar iptidaî, mutaassıp, garip ve henüz on yedinci asırda yaşayan bir yer. Mesafece Avrupa'nın biraz ötesinde iken asrımızdan üç asır geriydi.

''Üsküdar mutasarrıfı şişman, tembel ve yetersiz bir adam. Benimle Türkçe konuşmaktan utanarak Fransızca söylemek isterdi.

''Padişahla birlikte kalanlar böyle işe yaramaz adamlar, iyi Türklerin çoğu Mustafa Kemal ile beraber.''

***

Sizleri İngiliz karargâhının havası içine sokmaktan maksadım belli. İtilâf devletleri Yunanlıları yalnız bizim illerimizi alıp kendi vatanına katmak değil, kendi davalarını da yürütmek için Anadolu'ya çıkarmışlardır.

Ahval öyle gelişiyor ki İtilâf devletleri Türkiye'ye karşı uygulanacak politikada artık beraber değildirler. İtalya karmakarışıktır. Zati Yunanlıların Anadolu'ya yerleşmesini de kıskanmıştır. Fransa Suriye'deki toprak kazançlarını yeter görmektedir.

Mustafa Kemal, Misak-ı Millî andı ile Türk davasını öz Türk vatanı sınırları içine aldığı ve İrredantizm yapmadığı için, Osmanlı saltanatı mirasçılarının Anadolu hareketinden bir korkusu yoktur.

Artık Yunanlılar, kendi ordulariyle Anadolu'ya boyun eğdirmek zorundadırlar. Mustafa Kemal de Yunan ordusunu yenerse, Türkiye'yi kurtarmış olacaktır.

Bu küçük bir ordu değildir. Ve elbette iyi komutanların yönetimindeki nizamlı bir ordunun savaşları ile yenilebilir. Kuvay-ı Milliye devri görevini bitirmiştir. Büyük Millet Meclisi hükûmetinin ve ordusunun devri gelmiştir.

Nitekim millî çeteleri kolaylıkla sürüp dilediği bölgeleri işgal eden Yunan ordusu, Büyük Millet Meclisi ordusu ile Birinci ve İkinci İnönü harplerinde duraklıyacak, Sakarya harbinde duracak ve geri dönecek, Afyon ve Dumlupınar harplerinde ise mahvolacaktır.



ORDU DEVRİ



Ordu



İstanbul hükûmetinin Ankara'yı içinden yıkmak için son başarılarından biri Konya'da Delibaş isyanını çıkarmaktır. Beş yüz kadar asker kaçağı toplıyan Delibaş, önce Çumra'yı, sonra Konya'yı bastı. Beyşehri ve Akşehir ilçelerinden de ayaklanma haberleri geldi. Bu son isyanlar fedakârca harekete geçen komutanlarımızca bastırılmıştır.

Batı cephesi kurularak çetelerin de ordu içine alınacağı haberleri Ethem ve kardeşleri ile Meclisteki partizanları harekete geçirmiştir. Mecliste:

- Ordudan fayda yok. Hepimiz Kuvay-ı Milliye olalım, yollu propaganda aldı, yürüdü.

Bu günlerde bir yenilgi Mustafa Kemal'in işine yaramıştır. Gediz'deki Yunan tümeninin ordu ile bağsız kaldığını ileri sürerek bir taarruz yapılmasını istiyen Ethem ve kardeşlerini destekleyen batı cephesi komutanı Ali Fuad Paşa (Cebesoy) Ankara'ya bir teklif yaptı. Genelkurmay bu teklifi doğru bulmadı ve reddetti. Taarruz buna rağmen iki tümenimiz ve Ethem kuvvetleri ile birlikte yapılmıştır ve yenilmişizdir. Yunanlılar bir karşılık olarak Yenişehir ve İnegöl'ü işgal ettiler. Suçlu orduya göre Ethem, Ethem'e göre ordu idi. Bu taarruzun yapılması için Meclisteki bütün gerilla partizanları da seferber olmuşlardı.

Gerilla devrinin en fırtınalı günlerini geçiriyorduk. Mustafa Kemal Paşa batı cephesini ikiye ayırarak Albay İsmet'le Albay Refet'in komutası altına vermişti. Genelkurmay Başkanlığı Albay İsmet'in üstünde idi. Refet'i can düşmanı bilen ve Konya'da kendine karşı hazırlık yaptığını öğrenen Ethem iyice huylanmıştı.

Albay İsmet'in komutası altındaki birliklere ilk emri şu idi:

1- Komutanlar ihtiyaçları olan parayı cepheden istiyeceklerdir. Hiçbir sebeple ve hiçbir ihtiyaç için halktan para istemiyeceklerdir.

2- Komutanlar ihtiyaçları olan askeri cepheden istiyecekler ve kendileri memleket içinden ne asker toplıyacaklar ne askere gelmiyenleri kovuşturacaklardır.

3- Komutanlar halktan hiç kimseyi tutuklamıyacak ve yargılamıyacaklardır. Şikâyetlerini cepheye bildireceklerdir. Cephe komutanından başka hiç kimsenin idam hükümlerini oylamaya ve uygulatmıya yetkisi yoktur.

Bu bildiri doğrudan doğruya Ethem gibi, Demirci Efe gibi çete başlarını amaç edinmekte idi. İlk önce Ethem, Mustafa Kemal Paşa'ya bir telgraf çekerek bundan böyle raporlarını Meclis Başkanlığına vereceğini ve yalnız ondan emir alacağını bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa ordu ile çeteler arasında bir çatışma için hazırlanılmasını emretti. Asıl isteği ise bu çatışmayı önlemek ve çetelerin ordu ile kaynaşmasını sağlamaktı. Bunun için son dakikaya kadar çalıştı.

Ama işler kötü gitmekte idi. Herhangi bir birlikte bir subay veya er suç işlerse hemen Ethem kuvvetlerine katılıyordu. Onlar da hiçbir suçluyu birliğine geri göndermiyorlardı. Ethem kuvvetleri herhangi bir depoya veya cephaneliğe istedikleri zaman gidip istediklerini alıyorlardı. Anadolu içinde suçlu saydıkları vatandaşları kendi adamları ile kovuşturuyorlardı. Ordu karargâhı ile Ethem kuvvetleri karargâhı aynı kasabada bulundukları vakit birbirlerine karşı güvenlik tedbirleri alıyorlardı. Bir defa Eskişehir'de uzun bir konuşmadan sonra Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Bey aynı vagonda kalmışlar, İsmet Bey üniforması ile asker karyolasına uzanmış ve uyandığı vakit Mustafa Kemal Paşa'nın sabaha kadar uyanık beklediğini görmüştü. Mustafa Kemal Paşa:

- Şimdi sen çalışmaya başla, ben Ankara'ya döneceğim, demişti.

Mecliste çok kimseler eğer çeteler ortadan kalkarsa, ordusu ile baş başa kalan Mustafa Kemal'le baş edilemiyeceği fikrinde idiler. Cephe komutanlığından pek kuşkulanan Ethem'in kendi anlattığı şu olay o günlerdeki havayı pek iyi kavratmaktadır: "15 kadar muhafızımla ve doktorumla trene binerek Kütahya'dan Eskişehir'e gittim. Maksadım cephe komutanı ile karşı karşıya anlaşmazlıkları görüşmekti. Bundan sonra da Ankara'ya gidip Mustafa Kemal Paşa ile konuşacaktım. Pek uygunsuz giden işlerin bir yola girip giremiyeceğini anlamak istiyordum. Akşamdan önce Eskişehir'e vardım. Kendi yerimde dinlenirken Kuvay-ı Seyyare'de Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi çıkageldi. İzinli olarak Eskişehir'de bulunuyormuş. Kendisine şu emri verdim:

- Git bak. İsmet Bey karargâhında ise kendisini gör. Görüşmeye geleceğimi haber ver.

Yüzbaşı gitti, bir saat sonra geldi. Güneş batmıştı. Bana şu cevabı getirdi:

- Karargâh komutanını gördüm. Ordu komutanının işi varmış. Bu akşam kimseyi almayınız, diye emir vermiş. Yarın gelirlerse görebilirler, dedi komutan.

Bu cevap beni büyük hayrete düşürdü. Düşünceye daldığımı gören ve henüz ayakta duran yüzbaşının şu sözleri ile uyandım:

- Efendim, Kuvay-ı Seyyaremizin ordudaki 'irtibat zabiti' ile dün konuşmuştum. Onun söylediğine göre İsmet Bey bugünlerde hastaneden çıkmış Kuvay-ı Seyyare subaylarına rasladığı zaman onlara hakaret etmek için bahane arıyormuş. Ben de karargâh subayından nezaketsizce bir muamele gördüm.

Bu sözler, acısı altında inlediğim hastalığın gerdiği sinirlerim üzerinde öyle bir kırbaç tesiri yaptı ki, hiçbir taraftan ciddîlik ve samimîlik eseri görmediğim bu ortaklık hayatına bir son vermeliyim, bu artık kaçırılmıyacak bir fırsattır, yeter ki İsmet Bey'le buluşayım, hele beni hafife aldığını göreyim, diye düşündüm ve içimden böyle bir hâl karşısında ne yapacağıma da karar vermiştim. Oturduğum yatağımdan fırladım. Arkadaşlarıma:

- Arkamdan gelin! dedim.

Hep birlikte sokağa fırladık. Karargâh oturduğum eve uzak değildi. Yürürken en güvendiğim arkadaşlardan ikisine bazı direktifler verdim. Karargâh kapısına yaklaştık. Çifte nöbet bekliyen askerler emir almış olacaklar ki:

- Yasaktır efendim, nöbetçi subayına haber verelim, dediler.

Birisi zili çalmak istedi ise de önlendi. Nöbetçilerin yanına arkadaşlarımdan dördünü bırakarak ötekilerle Nizamiye kapısından içeri daldım. Bu atakla İsmet Bey karargâhının kapısı bizim elimize geçmiş demekti. Hızla İsmet Bey'in bulunduğu ikinci kata çıktık. Yaver ve kurmaylar odasının kapısına bakan merdivenin başına iki nöbetçi diktikten sonra kendimi koridorun sonundaki komutanlık odasının kapısında buldum. Onların kapısını vurmakla açıp içeri girmekliğim bir oldu. Arkadaşlarımı koridorda bıraktım.

İsmet Bey koltukta idi. Karşısında ayakta levazım subayı duruyor, yüksek sesle kendisine bir şeyler söylüyordu. En son işittiğim kelimeler 'Kuvay-ı Seyyare' idi. İsmet Bey beni görünce şaşırmış hâlde ayağa kalkarak kısa bir duraklama geçirdi. Sonra gergin adımlarla bana doğru geldi. Yüzündeki şaşkınlık gülümsemeye çevrilmişti. Ellerimi tutarak, nabzımı yoklıyarak, kollarımı okşayarak:

- Ne vakit teşrif ettiniz? Sizi ateşli ve sıkıntılı buldum. Rahatsızlığınız nasıl? diye beni masaya doğru çekti. Karşı karşıya oturduk. İsmet Bey'e:

- Beyefendi izin veriniz de levazım reisiniz bizi yalnız bıraksınlar, dedim.

İsmet Bey'in işareti üzerine reis elindeki kâğıtları masanın üzerine bırakarak çıktı. Ben hemen şunları söyledim:

- Samimîlikten eser kalmıyan aramızdaki münasebetlere son vermiye geldim. Şu günlerde aleyhimdeki maskeli ve maskesiz hareketlerden maksat nedir? Eğer bana ve Kuvay-ı Seyyare'ye ihtiyaç kalmamışsa açıkça söyleyin, hemen dağıtayım. Görüyorsunuz ki hastayım. Kafaca vücutça dinlenmiye ihtiyacım var. Ben sizinle açık görüşüyorum ve böyle cevap vermenizi istiyorum.

İsmet Bey:

- Allah şu fesatçıların cezasını versin, dedi. Samimî söylüyorum ki ben sizi Fuad Paşa'dan daha çok seviyorum. Emin olunuz, memleket müdafaasında size ve kuvvetlerinize lüzum kalmadığı inancında değilim. Fakat görüyorum ki bire bin katan nifakçılar sizi hakkımda şüpheye düşürmüşler. Bütün bu anlaşmazlıkların eskisi gibi ortadan kalkmasını istiyorum. Ben sizin gibi arkadaşların fedakârlığına güvenerek ordu komutanlığını alıp geldim. Önce şunu söyleyim ki sizi hizmetlerinize uygun düşecek bir askerî üniforma içinde görmek istiyorum. Rütbenin derecesini siz tayin ediniz. Karar vermek ve emrini almak benim vazifemdir. Refet Bey meselesine gelince İstiklâl Mahkemesi'ne verdiğiniz dosyayı geri aldırınız. Bu yargılamanın bırakılmasını rica ederim. Refet Bey sizi daima takdir etmiştir. Size istediğiniz yerde tarziye verecektir.

İsmet Bey kulaklarını avcunun içine almış, gözlerini gözlerime dikerek vereceğim cevabı bekliyordu. İltifatına teşekkür ettim. Rütbe meraklısı olmadığımı söyledim. 'Sırası düşünce zararlı gördüğün bazı vatandaşların, hatta bazı akrabamın idam kararlarını imza ettim. Rütbe alırsam küçülürüm. Ben bu lütfa kuvvetlerinle çalışan subayları lâyık görürüm,' dedim. Refet Bey'e gelince o mahkemede beraat etmesine imkân olmıyan bir sanık olduğu için Dahiliye Vekili olması bile doğru değilken nasıl olurmuş da Güney Cephesi Komutanlığına gönderilirmiş? Yarın Ankara'ya gideceğim. Dönüşte tekrar bu meseleyi görüşmek isterim. Karargâh komutanımızı da uyarmanızı rica ederim. Bu akşam size karşı biraz nezaketsizce hareket etmekliğime o sebep olmuştur."

Ethem: "İsmet Bey'in konuşması tasarladığımı yapmaktan beni vazgeçirdi" diyor. Bu tasarladığının ne olduğunu derinleştirmeye hacet yok. Bir müddet sonra Ethem'in nasıl bir ruh hâli içinde olduğunu Mustafa Kemal Paşa ile Ankara'dan Eskişehir'e geldiği zaman daha iyi anlıyacağız.

Ethem, ertesi gün Ankara'ya gitti. Ankara'da bütün nifakçılar etrafını sarmışlar, Ethem'i alabildiğine kışkırtmışlardı. "Nasıl, sen Mustafa Kemal'e güvenme, dediğimiz vakit bize inanmamıştın. Senin için ne düşündüklerini görüyorsun!" diyorlardı. Mustafa Kemal'i ise üzgün bulmuştu. Mustafa Kemal: "Siz Kütahya'dan ayrıldıktan sonra kardeşiniz Tevfik Bey'le cephe komutanı arasında anlaşmazlık artmıştır. Acele Kütahya'ya dönmelisiniz," diyordu. Tevfik Bey Kuvay-ı Seyyare bölgesine gönderilen kaymakam İbrahim Bey'i komutası altındaki süvari kuvveti ile birlikte geri göndermişti. Sözde İbrahim Bey Kuvay-ı Seyyare aleyhine bildiriler dağıtmıştı. Tevfik Bey: "Bize şerefsizlik isnat eden sizin gibi bir komutanı bundan sonra tanıyamam, sizinle münasebetlerimi kesiyorum," diyordu.

Tevfik, Ankara'dan Ethem'e de bir telgraf çekerek, gel işi düzelt, yoksa ben bu şartlarla bu görevde kalmam, bundan böyle de fesatlık yapanların karargâhıma yollanmasını emrettim, hepsini muhakemesiz ve kayıtsız şartsız idam edeceğim, diyordu.

Cephe komutanının Kuvay-ı Seyyare'ye karşı tutumu meydanda idi. Ethem bu telgrafı aldığı gece Nazilli'den Demirci Efe kendisini telgraf başına çağırdı. Efe diyordu ki: "Bundan iki buçuk ay önce Konya isyanı üzerine oraya gönderilmiştim. Miralay Refet Bey'le çalıştıktan sonra Nazilli'ye döndüm. Dinlenmeye ihtiyacım olduğundan kendim köyümde kaldım. Kuvvetlerimi cepheye göndermiştim. Konya'dan döndüğümde apaçık görüyorum ki şahsıma karşı entrikalar çevrilmektedir. Yanımdakiler bile bile aleyhime kışkırtılmaktadır. Refet Bey'den dün bir telgraf aldım. Askerî birliklerden birine komuta etmek üzere Konya'ya gel, diyor. Benim bulunduğum yer cepheye Konya'dan daha yakın. Sonra ordu birliğine benim komutan olmaklığım ne demek? Ben bunda bir samimîlik görmüyorum. Bilmem siz ne dersiniz?" Ethem şu cevabı verdi: "Refet Bey'in istediğini yapıp yapmamak senin bileceğin şey. Onu benden daha iyi tanıman lâzım. Yakın vakte kadar sizinle beraber bulunmuştur. İhtiyatlı bulun. Ben de bu meseleyi Meclis yolu ile halletmek için Ankara'ya gelmiştim. Fakat Mecliste bir şaşkınlık var. Bu uygunsuzluklara tam bir son vermeden Kütahya'ya dönmek zorundayım. Sür'atle dönüşüm Kuvay-ı Seyyare ile cephe arasında bir fenalığa meydan vermemek içindir. Refet Bey'i geri aldırmak yolu ile meseleyi halletmek isteyen mebuslar var. Refet Bey İstiklâl Mahkemesi'nde sanıktır. Yörük Ali ile aranız nasıldır? Birkaç gün önce bir mektubunu almıştım. Cevap veremedim. Cevabımda bize sadık kalmasını tavsiye edeceğim."

Her şey yoluna konacağı söylendiği için Kütahya'ya gitti. İsmet Bey Eskişehir'de olmadığından onunla görüşemedi.

***

İngilizler Anadolu'ya asker yollamak ve Yunanlılara yardım niyetinde değil idiler. Venizelos Yunanistan'ın kendi ordusu ile İzmir ve hinterlandını ele geçirmeyi başaracağını söylemişti. Ülke dışındaki Yunan zenginlerinden de büyük yardım görmüştü.

Yunan taarruzu yalnız işgal bölgesini genişletmekten ve kuvvetleri yayıp dağıtmaktan başka sonuç vermeyince İngilizler bir barış taarruzuna geçtiler. Padişah ekim başlarında Damat Ferit'i çekerek yerine ihtiyar vezir Tevfik Paşa'yı getirdi. İzzet ve Salih paşalar da kabinede idiler. Yeni hükûmet Serves Antlaşmasını hafifletme ve İngilizlerle anlaşma umudu belirdiğini bildirerek Ankara'yı yumuşatmaya kalkıştı. Uzaktan haberleşme ile sonuç almayınca İzzet ve Salih paşalar bazı önemli şahsiyetlerle birlikte Mustafa Kemal Paşa ile buluşmak istediler. Mustafa Kemal kendilerini Bilecik'te bulacağını yazdı.

Ethem tehlikesi de o aralık durmalı ve Kuvay-ı Seyyare'nin başı boş bırakılmamalı idi. Mustafa Kemal Kütahya'da Ethem'e şu telgrafı çekti: "İstanbul'dan Ankara'ya gelmek üzere yola çıktıklarını bildiren İzzet Paşa heyetinin karşılanması için Meclis tarafından bir heyet gönderilmesini ve bu heyet arasında sizinle benim de bulunmaklığımızı arkadaşlar uygun bulduklarından rahatsızlığınıza rağmen hususî trenle Ankara'ya dönmenizi bekliyorum."

Atatürk'e göre Ethem ve Tevfik kardeşler isyan etmeğe karar vermişlerdi. Cephede Tevfik Bey fırsat aramakta idi. Ankara'da kardeşi milletvekili Reşid Bey ve Ethem takımı hareketlerini buna göre ayarlıyorlardı. Önce cephe komutanını itibardan ve makamından düşürmek, orduya hâkim olmak, ondan sonra Meclis havasını lehlerine çevirerek başarıyı tamamlamak lâzımdı. Mustafa Kemal cephede ve Ankara'da her türlü tedbirleri aldırdıktan sonra Ethem'i davet etmişti. Sonuna kadar kendilerini yola getirmeye çalışacak, olmazsa son kararını verecekti. Ankara'ya gelen Ethem'i ve kardeşi ile bazı şahsiyetleri yanına alarak önce Eskişehir'e gitmek ve orada İsmet Bey'le buluşarak görüşme açmak istiyordu. Ethem hastalığını ileri sürerek beraber gidemiyeceğini bildirmesi üzerine Dr. Adnan'ı (Adıvar) yoklamıya gönderdi. O da rahatsızlığının doğru olduğunu söyledi ise de Mustafa Kemal ısrar etti. Beraber trene bindiler. Gidenler arasında Kâzım Paşa (Özalp) ve Celâl Bayar'dan başka Ethem'in güvendiği Hacı Şükrü de vardı. Mustafa Kemal diyor ki: "Henüz ben uykuda iken tren Eskişehir'e vardı. Daha önce İsmet Bey'in Bilecik'te bulunduğunu öğrenmiştik. Eskişehir'de uyandığım zaman trenin niçin durduğunu sordum. Yaverlerim arkadaşların kahvaltı yapmak üzere istasyon karşısındaki lokantaya gittiklerini ve gelmek üzere olduklarını söylediler. Çabuk gelmeleri için haber yollattım. Birkaç dakika sonra, hazırız, dediler. Bütün arkadaşların gelip gelmediklerini sordum. Herkes hazırdı ama, Ethem ve bir arkadaşı yoktu. Ethem Bey olmaksızın Bilecik'e gitmemizde bir fayda yoktu. Daha önce ve hususî görüşmemiz lüzumlu olduğundan ben de bir iki istasyon ileri giderek buluştuk."

Hikâyeyi burada bırakarak Ethem'in anlattığını dinliyelim: "Ankara'da trenden inince Meclis yakınındaki otelde Hacı Şükrü Bey'in yatağına uzandım. Biraz sonra kabine ve Meclis üyelerinden bazıları yoklamıya geldiler. Biraz sonra Mustafa Kemal Paşa ile Dr. Adnan Bey de geldi. Adnan Bey beni muayene etti. Ateşimin yüksek olduğunu ve dinlenmem lâzım geldiğini söyledi. Mustafa Kemal Paşa ayakta söylenenleri dinliyordu. Bir ara Adnan Bey'e şöyle dediğini işittim: 'Üç dört saat sonra, karşılama heyeti ile biz de hareket etmek zorundayız. O zamana kadar ateşi düşürecek çareler bulunuz. Trende yataklı ve hususî bir yerin Ethem Bey için hazırlanmasını temin ediniz. Gelen heyet her hâlde Ethem Bey'i de aramızda görmelidir.' Mustafa Kemal Paşa bunları söyledikten sonra ayrılıp gitti. Bu defa paşanın yüzünde bir anormallik gözüme çarpar gibi oldu. Acaba gelen heyete çok mu önem vermekte idi? Yoksa bana karşı içinde kurduklarının bir belirtisi mi idi? Bunları düşünecek hâlde değildim. Adnan Bey'in verdiği ilaç da ateşimi biraz sonra düşürmüştü. Mustafa Kemal Paşa gittikten sonra gelen mebuslar beni uyarıyorlardı. Şahsıma karşı bir şey tasarlandığında şüphe etmek istemiyor gibi idiler. Vakti gelince istasyona giderek Mustafa Kemal Paşa ile buluştuk ve Eskişehir'e doğru hareket ettik. (Ethem burada beraber giden heyettekilerin adlarını saymaktadır. Yalnız Kâzım Paşa'nın adı eksik.) Mustafa Kemal Paşa'nın elli kişilik sivil bir müfrezesi, benim ise on beş kişi kadar adamım ve yaverim vardı. Bunlar ayrı ayrı kompartımanlarda idiler. Mustafa ayakta durarak sağlığımı soruyor, sonra ayrılıp gidiyordu. Yüzünde bana karşı güler yüzlülüğün samimî olmadığını gösterir bazı belirtiler görüyorsam da derinliğine varamıyordum. Dik bakışlı gözlerinde sözlerinin zayıflığını okuyordum. Tren güneş doğarken Eskişehir istasyonuna geldi. Trenin burada su gibi ihtiyaçları için bir müddet duracağını tahmin ediyordum. Bilecik'e yetişmek için aceleye lüzum yoktu. Bu sırada trenden inmiş olan yaverim dönüp geldi. Ordudan iki subayın benimle hususî görüşmek istediklerini söyledi. 'Tren burada iki üç saat kadar kalacak, daha iyi dinlenebilmek için şehirdeki makamınıza gitmeniz uygun olmaz mı? Aynı zamanda sizi görmek istiyen subayların ne söylemek istediklerini de öğrenirsiniz!' dedi. Trenden yanımda gelenlerle birlikte indim. Şehirdeki yerime geldim. Kendi subayım beni görmeye gelenlerin birliklerini ve adlarını haber verdi. Beni neden görmek istediklerini sordum. Şu cevabı verdi: 'Efendim Ankara'ya gittiğiniz günden beri ordu birlikleri arasında tertipli değişiklikler var. Dün gece hususî trenle İnönü'nden hücum taburunu Eskişehir'e getirdiler. Aynı zamanda başka bir piyade alayı da Kütahya yolu üzerindeki Porsuk Nehri köprüsüne yakın bir yerde yerleştirilmiştir. Çok gizli tutulmak istenen bir faaliyet var. İsmet Bey iki günden beri Bilecik tarafında. Ne olduğu bilinmiyen bu hâller karşısında Eskişehir halkı da telâşlı ve heyecanlı. Bazı vefalı ordu subaylarından sızan haberlere göre bu tertiplerin hepsi sizin içindir. Bu iki subay da bu maksatla sizi görmeye ve uyarmıya gelmişler. Bana biraz açıldılar. Söyledikleri benim anlattıklarıma uygun. Kendilerini getireyim, siz de görüşün.' İki subayla konuştum. Aldığım bilgilere göre şu kanaati edindim: Ustaca tertiplenen bu tren yolculuğunda herhangi bir noktada çalımına getirebilirlerse, ben ve lüzum olursa az olan adamlarım ortadan kaldırılacaktık. Yolda buna imkân bulunmazsa Bilecik istasyonuna vardığımızda seçme bir müfreze ben ve yanımdakileri çevirecek, diri olarak teslim olmazsam ölü olarak ele geçirileceğim. Eskişehir'e getirilen taburun vazifesi halkta ayaklanma olursa onu bastırmak, Porsuk köprüsü yakınlarında dikilen piyade alayının vazifesi de Kuvay-ı Seyyare Eskişehir üstüne yürürse onu önlemektir. Ben bu bilgileri edindikten sonra işi talihe bırakmayı uygun bulmadım. Hemen güvendiğim arkadaşlarımdan birini odama çağırdım. Şu direktifi verdim: Dikkati çekmiyerek açık göz bir arkadaşı silâhsız olarak istasyona gönder. Vazifesi bizi getiren treni gözaltında bulundurmak. Mustafa Kemal Paşa ile dışardan gelip buluşanları sıkı bir kontrol altında tutmak. Dikkati çekecek küçük bir hâl oldu mu, hemen bana haber yetiştirmek. İkinci bir arkadaşa da şu emri verdim: Kuvay-ı Seyyare'den olup da izinli olarak burada bulunan veya tedavi için gelip de iyileşen güvenilir adamlardan beş altı kişiyi silâhlandırıp buraya getirecek. Bunlar size katılacaklar ve hemen harekete hazır bulunacaksınız. İki arkadaşı salona çıkıp yolladıktan sonra odama döndüm. Kararım şu idi: İstasyona sür'atle dönmek, Mustafa Kemal'le lâzım geldiği gibi görüşmek ve kendisini kapana sıkıştırmak."

O sırada heyetten birkaç kişi geliyor. Merak etmişler. Hatır sormuşlar ama, kaygılı ve düşünceli imişler. Neden Ethem trenden indi ve şehre niçin geldi, diye! Aralarından biri salona giren iki silâhlıyı görür. "Gözleri velfecri okuyor," der. Ethem bu adamdan emindi, teklif etsem hemen bana katılacaktı, diyor. Hacı Şükrü olmalı idi.

Heyetten başka biri Mustafa Kemal'den selâm getirdiğini ve kendisini beklediğini söyler. Ethem istemeksizin bu gelene soğuk davranmıştı. Etrafta gördüklerinden şüphelenen bu kimse heyetten olanlara:

- Paşanın bir siparişi var. Ben hemen gideyim, siz de gelirsiniz, dedi ve gitti.

Ethem de ziyaretçilere:

- Siz de buyrun, ben arkanızdan geliyorum, dedi.

Ve hemen salona çıktı. Bekliyen adamlarına:

- Kaç kişisiniz? diye sordu.

- Silâhlı olarak 17 kişiyiz, cevabını verdiler.

"Haydi düşelim yola, diyerek evden çıktık. İstasyona doğru biraz yürümüştük ki karşıdan birinin koşarak geldiğini gördük. Yaklaşınca tanıdım. Gözcülük vazifesi verdiğim arkadaşımızdı. Nefes nefese idi. Sormaya vakit bırakmadan söyledi:

- Tren hareket etti.

- Heyet yetişti mi?

- Hayır efendim, istasyona geldilerse de binemediler.

Kontrole gelen ve bir ısmarlama bahane eden tam vaktinde haber ulaştırmış olmalı idi.''

Belli ki Ethem büyük bir şaşkınlık içinde idi. İstasyonda treni ve Mustafa Kemal'i bulsaydı ne yapacaktı? Mustafa Kemal'in de hazırlıklı olduğuna şüphe yoktu.

Ethem'in kendi ağzı ile de anlattığı ikinci hesaplaşma atılışıdır bu. Birincisini Mustafa Kemal'den dinlemiştim. O da bir istasyonda, fakat ayrı şartlar altında geçmiştir. Mustafa Kemal henüz Ankara istasyonundaki evde idi. Rahatsız olduğu için odasında yattığı sırada Ethem ve kardeşinin gelmek üzere olduğunu haber vermişler. Ethem'in Mustafa Kemal'i başlarından atmak istiyenlerce iyiden iyiye doldurulduğu günlerde idi. Mustafa Kemal: ''Ethem'le kardeşi odama geldikleri vakit penceremden görülecek gibi evin etrafını askerle sarınız,'' emrini verir ve tabancası yastığının altında, soğukkanlılıkla bekler. Ethem kapıya ve merdiven basamaklarına adamlarını koyarak odaya girer: ''Yatağımdan yarı doğruldum. Tüfekleri ile gelip karşımda oturdular. Mecliste çok dedikodu varmış. Dış ve iç politika iyi gitmiyormuş. Bunun sonu ne olacakmış. Ağır ağır, tavrımı bozmadan kendilerine iç ve dış durum üzerine düşündüklerimi söylemeye koyuldum. O sırada dışardan sarıldıklarını da görmüşlerdi. Kardeşi Ethem'e Çerkezçe bir şeyler söyledi. Benimle konuştuklarından hoşnut kalmış gibi görünerek gittiler.''

Kardeşinin adını söyledi mi idi, hatırlamıyorum. Fakat Tevfik idi.

Mustafa Kemal istasyon olayı akşamı Eskişehir'e döndü. Kalan arkadaşları ile bir lokantada yemek yediler. Ethem yoktu. Rahatsız olduğunu söylediler. Hâlbuki İsmet Bey'in karargâhında hep birlikte konuşulacaktı. Kardeşi Reşid Bey, Ethem'in rahatsız olduğunu söylerken karargâhtaki toplantıya gelebileceğini de söylemişti. Yemekten sonra karargâha gidilince Mustafa Kemal, Ethem'in ne zaman geleceğini Reşid'e sordu. Reşid kısaca:

- Ethem Bey bu dakikada kuvvetlerinin başındadır, dedi.

İsmet Bey, Tevfik'in serkeşliğini anlatıyor, Reşid Bey kendisi ve kardeşleri adına cevap veriyordu. Konuşması sert ve saldırışçı idi. Kardeşleri birer kahramandı. Hiç kimsenin emrine giremezlerdi. Herkes bunu böyle kabul etmek zorunda idi. Mustafa Kemal'i dinliyelim: ''Dedim ki bu dakikaya kadar sizinle eski bir arkadaşınız olarak ve lehinize bir sonuç almak için görüşüyordum. Artık arkadaşlık sıfatım son bulmuştur. Şimdi karşınızda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükûmetinin reisi bulunmaktadır. Devlet reisi sıfatı ile garp cephesi komutanına ne yapmak gerekse yetkisini kullanmasını emrediyorum."

İsmet Bey de: ''Ben onu yola getirmeyi bilirim,'' deyince avazı çıktığı kadar bağırarak konuşan Reşid Bey durumun ciddîliğini görerek sığınırca bir davranış aldı. İleri gidilmemesini, kardeşlerinin yanına giderse bir çare bulacağını ileri sürdü. Maksadı kardeşlerini aydınlatmak, zaman kazanmaktı. Buna rağmen teklifini kabul ettiler. Kâzım Paşa da, Reşid'le birlikte gidecekti. Hareket ettiler.

Mustafa Kemal sonra Bilecik'te İzzet ve Salih paşalarla buluşmaya gitti. Kendisini:

- Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti reisi... diye tanıttıktan sonra:

- Kimlerle konuşuyorum? diye sordu.

Salih Paşa kendisinin Bahriye ve İzzet Paşa'nın Dahiliye Nazırı olduğunu söyleyince, Mustafa Kemal, İstanbul'da bir hükûmet tanımadığını, eğer öyle bir hükûmetin temsilcileri olarak görüşeceklerse kendisinin buna katılmıyacağını bildirdi. Sıfat ve yetki söz konusu edilmeksizin konuşma açıldı. Mustafa Kemal, bir müddet sonra, kendilerinin İstanbul'a dönmelerine izin vermiyeceğini, birlikte Ankara'ya gideceklerini haber verdi. Gelenlerin şahsiyetlerinden faydalanmayı düşünüyordu. Ajans yolu ile de paşaların ve heyetin Ankara rejimine katıldıklarını ilân etti.

Bu sırada Ethem ve kardeşleri kuvvetlerini arttırmak, Ankara çevresinde hazırlıklar yapmak, Mustafa Kemal'i oyalıyarak cepheyi ele geçirici tertiplere girişmek yolunu tutmuşlardı. Meclisteki adamlarını da olanca güçlerini seferber etmişlerdi. Mustafa Kemal eğer bazı şartları kabul ederse, Kuvay-ı Seyyare'nin olduğu gibi kalmasına izin verileceği vaadine kadar uysalca davrandı. Son defa Kütahya'ya bir heyet de yolladı. Ethem ve kardeşleri bu heyeti diledikleri gibi kullanmışlar, telgraf çektirmişler, heyet üyeleri Ankara'da kendilerine daha faydalı olacaklarını söyliyerek güçlükle ellerinden kurtulmuşlardır. Bu arada İsmet Bey'i ve Refet Bey'i cepheden çektirmek için Mecliste kıyametler kopmuştur. Ethem partizanları ile Mustafa Kemal'e karşı olanlara göre bütün sorumluluk Ethem'le pek iyi anlaşan Ali Fuad Paşa'nın cephe komutanlığından alınmasında idi.

Sonunda Mustafa Kemal vekiller heyetinden bir türlü yola gelmiyen Kuvay-ı Seyyare'nin asker kuvveti ile serkeşliğini önlemek kararını almış, çetin bir çarpışmadan sonra Ethem kuvvetleri bozguna uğratılmış ve kendisi de Yunanlılara sığınmıştır. Ethem'den orduyu gocunduran son vesika kendisi tarafından İstanbul'a çekilen bir telgraftır. Ethem ''Kongre'' adını verdiği Büyük Millet Meclisini dağıtacağını bildiriyordu. Bursa taraflarında bir sınır istasyonundan çekilmek istenen telgraf memur tarafından İstanbul'a değil, İsmet Bey'e gönderilmiştir. Daha önce Refet Bey Demirci Efe'nin köyünü basmış, kaçan efe bir müddet sonra sığınmıştır. Ethem'in Yunanlılara teslim olduğu zamanki çırpıntıları arasında bir ahbabının şu sözü hatırlamıya değer:

- Canım Napolyon bile fitne fesat içinde kaldı. Başka çare bulamadı. Karşısındaki düşmanlara teslim olup esirlik ve sürgün hayatı içinde öldü.

Yağmalar, darağaçları ve baskınlar kahramanı Yunanlılara sığınınca daha bir iki gün önce Mustafa Kemal Mecliste kürsüye çıktığı vakit onu Ethem gibi bir kahramanı feda etmekle suçlıyanlar, şimdi, Mustafa Kemal ''Ethem'' ve ''Reşit'' isimlerine ''Bey'' sıfatını ekleyince:

- Hayır, hayır onlara bey diyemezsiniz, hain deyiniz diye bağırıyorlardı.

Mustafa Kemal:

- Ethem için pekiyi... Fakat Reşid Bey henüz Meclisimiz üyesidir, dedi.

Bir nefeste Reşid'in milletvekilliğini üstünden alıverdiler.

Yozgat isyanını bastırır gibi Ankara devletini ortadan kaldırmaya kalkan ve ara sıra: "Bolşeviklik nasıl olsa bizde de olacaktır. Önce biz kuralım", hayallerine kapılan sergüzeştler kahramanı Yunanlı elinde postsuz koyuna dönmüştür: ''1920 Şubatının sonları idi. Susurluk'a gelen kardeşim Tevfik Bey, Kaymakam Aleksandır, Teğmen Yorgiyadis, Şevket Bey, ben ve birkaç arkadaşım trene binerek İzmir'e hareket ettik. İstasyonlarda durdukça yerli Müslüman ve Rum halk, kimi nefret ve hakaretle, kimi sevinçle bize bakıyordu. Kırkağaç istasyonunda kolu başçavuş işaretli biri içeriye girerek bana Rumca ve Türkçe küfürler etti. Aleksandır ile Yorgiyadis seslerini çıkarmıyorlardı. Çavuşun etrafında Yunan askerleri gittikçe artıyor, küfürler çoğalıyordu. Gelen inzibatlar çavuşu alıp götürdüler.''

Türk ordusunda Mustafa Kemal komutanlarının emri altına, hatta imtiyazlı bir birlik başında kalmak kibrine dokunan bir çetebaşının şerefli sonu bu idi.

***

Pek güç şartlar içinde nihayet Büyük Millet Meclisi'nin nizam ordusu kurulmuştur. Gerilla devri sona ermiştir.

İşte Birinci İnönü Savaşı bu güç askerî ve siyasî şartlar içinde olmuştur. Kuvvetlerimizin bir kısmı artık Yunan safları arasında idi. Ordu 5 Ocağa kadar Ethem'i kovaladı. Yunanlılar 6 Ocakta bütün kuvvetleriyle kıt'alarımıza karşı taarruza geçtiler. Birinci İnönü Harbi kazanılmalıydı. Rahmetli İzzettin Paşa, Atatürk'ün pek sevdiği ve güvendiği komutanlarımız arasındadır. İyi ve gözü pek bir asker, pek dürüst bir vatansever, Mustafa Kemal'in de âşıkı idi. İsmet İnönü'nün şöhretini ve hizmetini küçültmek için, Birinci İnönü zaferini söndürmeye uğraşan zamane politikacılarını ölünceye kadar affetmemiştir. Son yazısında diyordu ki: ''Bu muharebe tam bir zaferimizdir. Birtakım kalemler bu zaferi Yunanlılar gibi, hiçe saymak istemişlerdir. Yunanlılar bu muharebeden kendilerini Aksu-Dimboz müstahkem hattına atarak kurtulabildiler.''

Asıl sevinç Mustafa Kemal'de idi. Birinci İnönü zaferi olunca: ''Bu muharebe ile pek çok şey kurtarılmıştır!'' demiş, sonra bu sözünü şöyle tamamlamıştı: ''Hayır, her şey kurtarılmıştır!''

Mustafa Kemal gibi askerlik sanatını âdeta mukaddes sayan, tam askerliğini takındığı vakit yakın dostlarını tenkit etmekten ve nefret ettiği düşmanlarının hakkını vermekten çekinmeyen bir adam, Birinci İnönü'nde ilk ordu zaferiyle ne kazanılmış olduğunu bilmekte idi.

Bu savaşın yıldönümünde Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya ''Akşam'' gazetesi adına bir tebrik telgrafı yollamıştık. İsmet Paşa'nın cevabı bugün de okunmaya değer: ''Birinci İnönü'nde şehit olanlar, memlekette nizamı ve cephede ordu ile müdafaayı temin için feday-i hayat etmişlerdir. Hiçbir muharebenin şehitleri bu kadar fevkalâde şartlar içinde ve o derece dünyevî, hatta uhrevî menfaatlerden azade olarak feday-i hayat etmemişlerdir.''

Çünkü halifenin fetvalarına göre Anadolu türedilerinin emirlerine uyarak Yunanlılarla dövüşenler şehit sayılmak şerefinden ve hakkından mahrum idiler.

Teşbihte hata olmaz derler. Mareşal Petain İkinci Dünya Harbinde Almanlarla işbirliği ettiği için Fransız vatanseverleri tarafından idama mahkûm edilerek bir zindan köşesinde ölmüştür. Fakat Mareşal Petain'in Birinci Dünya Harbinde Fransız ordusuna kazandırdığı şeref, bir millî şeref olarak kalmıştır. Hatta o şeref Petain'in adından ayrılmamıştır. Hiçbir Fransız politikacısı, Petain'in ne kadar kötü bir Fransız olduğuna kendi milletini inandırmak için, Fransız tarihinin bir şerefine hakaret ve iftira etmeyi düşünmemiştir.

İsmet İnönü'nün 1938'den sonraki politikasını haklı veya haksız olarak sevmiyenler yahut, onunla haklı veya haksız bir geçmişi olanlar, vatana yaptığı son fenalık Türk milletini İkinci Dünya Harbine katılarak bugün bir demir perde peyki olmak faciasından kurtaran bu devlet ve politika adamını kötülemek için, İnönü savaşlarını Türk tarihinden silmeye kadar gitmişlerdir.

İnönü savaşları, çete devrinden çıkan Anadolu'nun nizamlı ordusu ile ilk kazandığı zaferlerdir. Bu iki zaferin arkasından Sakarya, onun arkasından da Afyon ve Dumlupınar gelir. Sakarya, Afyon ve Dumlupınar, sadece yüksek bilgili sanatçı komutanların emri altındaki nizamlı ordular tarafından başarılabilecek tarihî savaşlardır. Gerilla işleri değildir.

Bir Fransız Kuvay-ı Milliyesi de vardır. Dayatma edebiyatı ve bu sıradaki şeref yarışmaları hâlâ, Fransız edebiyatını süsler, durur. Ama Fransa Normandiya kıyılarında karaya çıkan nizamlı orduların zaferi ile kurtulmuştur.

Unutulmamalıdır ki, Birinci İnönü Savaşı, cephe gerisinde orduyu istiyenler ve istemiyenler arasındaki kavga ile aynı günlerde olmuştur. Şahsî rakiplikler ve hırslar yüzünden davanın kazanılması ile kaybedilmesi oynak talihin küçük bir cilvesine bağlı kaldığını öğrenmek şimdi bile tüyler ürpertici bir şey değil midir?

Mustafa Kemal'in, iç kargaşalıklar arasında umutsuzluğu yenecek bir lider olmak için hep bildiğimiz vasıfları vardı. Fakat Türkiye'yi kurtarmak için bir ordusu olmalıydı. Sonunda komutanlık vasıflarını göstermek fırsatını bulmalıydı. Alaylarının başında bilgili ve sanatlı komutanlar, fırkalarının başında kumandanlar, kolordu ve ordularının başında kumandanlar, nihayet hepsinin başında kendisi bulunmalıydı.

Bu ordu, Ethem üzerine yürüyüşten Birinci İnönü zaferi kazanılıncaya kadar süren beş on kat'î çalışma günlerinin eseridir.

Kolay şöhret, güç sanatın şerefini daima kıskanmıştır. Bir kasabada asileri temizliyen bir çeteci karargâh masasının başındaki kurmay başkanı için: ''Bu adam da kim?'' der. O adamın kalemi kurtuluş zaferinin plân taslaklarını hazırlamaktadır. Baskıncı ya bir alaylı subay, yahut ona yakın bir şeydir. Hatta bu Atatürk'ün sık sık:

- Simple soldat... diye eğlendiği kültürsüz, görüşsüz, sanatsız ve çala pala vurup kırıcı bir kumandan da olabilir:

Sonra harp, kıdemleri ve nizamname hiyerarşilerini altüst eder. Bir harbe general giren emekli çıkar, yüzbaşı giren general çıkar. Harp, zekâ, irade ve sanat taşlarını ileri süre süre, oyun tahtasının üstünde nihayet birkaç taş kaldığı görülür.

Fakat bu kader, kıdem gururlarının sonuna kadar hırslanmalarını yatıştırmaz. ''Nutuk''un bu türlü şahıs hikâyeleri içine doğrusu hiç girmek istemiyordum. Bu hikâyeleri, insanî ve tabiî de buluyordum.

Ancak Mustafa Kemal ayarında bir süvarinin, seferde, kendini dilediği konağa eriştireceğinden şüphe ettiği atlara hatır için binmesi akla gelir şey midir?

Mustafa Kemal son derece hesapçı idi ve bir başarı hesapçısı idi.

***

Birinci İnönü ile Kuvay-ı Milliye'nin başıbozuk devri son bulduktan, ordu ve Meclis otoritesi kurulduktan sonra, Mustafa Kemal saray ve Bab-ı âli ile her türlü pazarlığı kesti. Artık hakikî devlet reisi idi.

İstanbul'da Tevfik Paşa hükûmeti vardır. İtilâf devletleri Vahdettin ve Damat Ferit tertipleriyle Anadolu'nun yıkılmıyacağını ve Sevres Antlaşmasının olduğu gibi uygulanılmıyacağını anlamışlardır. İstanbul düşünür ki madem Yunanlılar zayıflamışlardır, madem büyük devletler zor kullanabilecek hâlde değildirler, ne olur, Mustafa Kemal de inadından vazgeçse, İstanbul ve Ankara anlaşsalar, Sevres Antlaşmasını şimdilik ne kadar mümkünse o kadar yumuşatsalar, gerisini tarihin gidişine bıraksak...

Nitekim bu fırsat da çıkmıştır. Büyük devletler Londra'da Türkler ve Yunanlılarla bir arada konuşmak üzere bir konferans toplamaya karar vermişlerdir. Osmanlı delegeleri arasında Ankara temsilcilerinin de bulunmasını şart koşmaktadırlar. Bir yanda Birinci İnönü, bir yanda Londra konferansı var. Herkesin içinde bir umut ve gönüllerin ta içinde:

- Ah bir uzlaşsak, bitirsek... sesi.

Mustafa Kemal ise Misak-ı Millî der, ne Nuh ne Peygamber demez. Sadrazam Tevfik Paşa'ya aksi cevaplar verir. Türk Milletini yalnız Büyük Millet Meclisinin temsil ettiğini söyler ve Ankara delegelerinin İstanbul heyetine asla katılmıyacaklarını bildirir. Tevfik Paşa gibi vatanın hayrını isteyen şahsiyetler eğer bir şey yapacaklarsa, Mustafa Kemal'e göre, Vahideddin'den Büyük Millet Meclisini tanıdığını gösterir bir irade almalıdırlar. Tevfik Paşa gerçekten vatanın hayrını isteyen bir ihtiyar vezirdir ama, İstanbul'da padişahın bir hükûmeti kalmamak gibi ihtilâlci bir fikir onun bütün anlayışlarına aykırıdır. Misak-ı Millî'yi daha o ve arkadaşları şüphesiz bir ham hayal saymaktadırlar. Yunanlı ve yabancı ordular Türkiye'nin her yerinden çekilip gidecekler, İzmir'i, İstanbul'u, Edirne'yi kayıtsız şartsız Büyük Millet Meclisi hükûmetine teslim edecekler, Türkiye'nin kayıtsız şartsız bağımsızlığını tanıyacaklar. Yoksa ordularımızla düşman topraklarındayız da onlara şartlarımızı mı dikte ediyorduk?

İstanbul'dakilere ve Büyük Millet Meclisinin yüzde yüz Mustafa Kemalci olmıyanlarına göre Anadolu ne Yunan ordusunu ve yabancı kıt'aları yurdumuzdan atabilir, ne de İngiliz donanmasını denizlerimizden kovabilir. Memleket bir Enver'den öteki Enver'e çatmıştır. Biri imparatorluğu harbe soktu, batırdı, biri de nasılsa elimize geçen güzel imkânları tehlikeye sokmaktadır.

Nasıl mı? Fakat bu güzel imkânları yaratan adam Ankara'dadır. Bu güzel imkânlar uğrunda halkın damarlarından, oluktan su akar gibi, kan akmıştır. Antlaşmanın maddelerinde birtakım tavizler ne demek? Tam ve kesin bir millî kurtuluş yolunda sonuna kadar irkilmeksizin yürümek lâzımdır.

Büyük adam, küçük adamdan bir yıl daha uzağı görmezse bu sıfata nasıl hak kazanabilir? Herkes 1921'in eşiğinde, büyük stratej ve lider ise 1922 Ağustosunun son haftalarındadır:

- Ah bana inanınız... Geri gideceğiz, ileri gideceğiz, fakat düşman bize boyun eğdiremez. Sonunda onu yeneceğiz. Hürriyet denen şeyi böyle bir zaferden başka bir temel üstünde tutturamayız, diyordu.

İstanbul'a böyle diyor, dönüp Büyük Millet Meclisine böyle diyordu. Belki de çok defa kendisine yalnız kendisi inanıyordu.

Mustafa Kemal artık zar atmıyordu. Satranç oynuyordu. Bu oyunun da, bilmiyenlere seyri bile, yorgunluk verir.

Türlü durumları, fırsatları ve şartları pek iyi kollamasını ve kullanmasını bildiğinden, harp ve politika işlerini de kıskıvrak iradesine bağlamıştır. Önde, gidip daima yerinde bulacağı bir ordusu, arkada, gelip daima kavuşacağı bir insanlar takımı vardır. Fakat her günkü kürsü kavgalarından sonra:

- Canım efendim bu Meclis de nedir? İzin veriniz, dağıtalım, gibi tekliflerde bulunan dar kafalı gayretkeşlerden de, ürpererek uzak durur. Mustafa Kemal Meclissiz yaşamayı aklı almıyan bir yirminci asır lideridir. Söyler, inandırır, zora getirir, susturur, fakat Meclissiz yapamaz.

***

Londra konferansına giden Ankara heyetinin başında Bekir Sami Bey'in bulunuşu bir talihsizlik olmuştur. Bekir Sami Bey İngiliz ve Fransız nazırlariyle bazı meseleler üzerinde hususî konuşmalarda kendiliğinden tavizlerde bulunmuştur. Konferanstan bir şey çıkmıyacağı belliydi. Teklif olunan antlaşma tadilleri pek sudan şeylerdi. Fakat sonra Bekir Sami Bey'in tavizlerini birer birer geri almak lâzım geldi. Bekir Sami Bey bu ikinci Avrupa yolculuğunda tam bir Bab-ı âli adamı olmuştur. Onun da inancı, harbe devam etmenin bir felâket olacağı idi.

Konferanstan Yunanlılar hoşnut muydu? Hayır. İtilâf devletleri Anadolu ile onun sırtından pazarlık etmek yolunda idiler. Ankara gibi, Atina'nın da elindeki çare, ordusunun zaferinden ibaretti.

Nitekim Yunanlılar konferanstan umut keserek büyük bir taarruza daha geçtiler. Bu taarruzu da İkinci İnönü zaferi durdurmuştur.

Zafer İstanbul'a gökten bir müjde gibi indi. Gazetelerin ilk sayfaları büyük resimler ve zafer edebiyatı ile kaplanıp bezendi. O sırada, 8 Nisan 1921, bazı ukalâ gazeteciler İzzet Paşa'ya giderek İnönü zaferinin kendisi Ankara'da iken hazırladığı plânlarla kazanıldığı rivayetinin doğru olup olmadığını sormuşlar. İzzet Paşa: ''Zaferde hiçbir hissem yok,'' dedikten sonra ''İsmet bir dâhidir,'' diyor. Ama daha sonra, Yunan orduları birliklerimizi yenerek Sakarya'ya doğru yürüdükleri vakit, bu dâhiye bir mektup yazarak Ankara'da iken kendi dehasına inanmadıkları için başlarına gelen felâkete şaşmamaları lâzım geldiğini hatırlatacaktır.

Mustafa Kemal, yine o günlerde, bir başka gazeteciye:

- Millî mukavemet bu hâlini buluncaya kadar kaç defa ölümle göz göze geldik, diyor.

İstanbul da rahatsız. Gazetelerimizde yalnız Büyük Millet Meclisi hükûmetinden bahsediyoruz. Hürriyet - ve - İtilâfçı gazetelere ağız açtırmıyoruz.

Adalar'da lâtarnalar, ''Zito, zito Venizelos'' şarkıları susmuştur.

Haziranda İngiliz nazırları, Türk - Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmıyacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.

Fakat aramızda düşmandan da düşman var. Bab-ı âli caddesinde, ah Mustafa Kemal zaferi kazansa da kurtulsak, diyen milliyetçiler, ah Yunanlılar şu ordunun hakkından gelseler de Mustafa Kemal'den ve İttihatçılardan kurtulsak, diye bekleşen bozguncu ve hainlerle karşılaşıyoruz. Verçinlur Ermeni gazetesinin sahibi Zaven iki taraflı Türk gazetelerini dolaşıp haber sızdırmağa bakarken:

- Anadolu'da Mustafa Kemal, İstanbul'da Ali Kemal, asayiş berkemal... diye alay eder. Size bir İstanbullu Türk'ün o zamanki yazısından bir fıkra alıyorum: ''Hep oturuyorduk. Bir adama sorduk:

- Bu memlekette tekrar İttihat - ve - Terakki'nin mi, yoksa Yunanlıların mı hükmetmesini istersiniz?

Bilâtereddüt:

- Yunanlıların! dedi.

Bunun üzerine ev sahibi:

- Ben evimde böyle bir söz söylenmesine tahammül edemem, diye haykırdı.''

Nihayet Temmuz sıcaklarında Kral Kostantin zarını attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir şeydi. Kral ordulariyle Ankara'ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal'e dikte edecekti.

Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü. Rum gazetelerine göre artık hiçbir dayatış imkân kalmamıştı. Hürriyet - ve İtilâfçıların da fikri bu idi. Saray, yeniden bir Damat Ferit hükûmeti kurmak için Kral Kostantin'in Ankara'ya ayak basmasını bekliyordu. O kara günlerde ''Akşam'' gazetesinde bir yazı yazmıştım. Bu yazı: ''Eskişehir de şehir olarak Bursa'dan kıymetli değildi. Ordumuz bize yeter!'' diye bitiyordu. Büyükada vapuruna bindiğim vakit, zafer ve sevinç günlerinde gülerek birbirlerine beni gösterenler, şimdi ''Bu hain... İşte bu hain...'' der gibi parmaklarını uzattıktan sonra başlarını çeviriyorlardı.

Ertesi gün gazetelerde:

- Babanın malı mı Eskişehir? diye başlıyan ağız dolusu küfürler çıkıyordu.

Peyam-ı Sabah: ''Sivas'a çekileceğiz de orada dayanacağız ha... Heyhat!'' diyor, yazısını: ''Hamaset ve celâdet neye yarar? Zavallı Türk âkıbet ricate mecbur değil mi?'' diye tamamlıyordu.

Hilâl-i Ahmer'e koşuyorduk. Başlangıçtan beri burası bir vatansever ocağı idi. Gizli Anadolu haberlerini hep oradakilerden alırdık. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Fevzi Paşa'ya ''Akşam''dan bir telgraf çektik; ''Ordumuz manevra kabiliyetini muhafaza ediyor'' diye manasını sökemediğimiz bir cevap geldi. Bilir sandıklarımızdan sorduk, ''Her şey bitmiştir diyemez a...'' cevabını verdiler.

Yalnız Anadolu'dan geldiğini duyup görüştüğümüz bir erkân-ı harp miralayı:

- Benim bildiğim Mustafa Kemal, Anadolu'nun son tepesine kadar gider, yine teslim olmaz, diyordu.

Son tepe... Son tepe... Ona da razı idik. Adalarda gene sabahlara kadar, sarhoş kafilelerinin önüne düşen lâtarnalar, Türk kapılarının eşiğinde durup marş çalıyorlardı. Rumların sokucu bir gülüşleri vardı. Ne gazete açabiliyor, ne sokağa çıkmaya katlanıyorduk. İlk mütareke günlerinden de azgın, şımarık ve boğucu bir hava idi.

- Acaba Londra konferansında daha uysal mı olmalıydık?

- Sonunu getiremeyiz, azizim, sonunu getiremeyiz. Biz böyleyiz, diyenler çoğalmıştı.

Meclislerde: "Ben demedim mi idi"lerden geçilmiyordu.

En coşkun Anadolucular bile caymışlardı.

Mustafa Kemal... Bütün öfkeler, hakaretler ve küfürler onun üstüne doğru köpürdüğü gibi, son umutlar, bir türlü cevabı bulunmıyan sualler de onun üstünde düğümleniyordu.

Felâkette idik. Tek sorumlu o idi. Acaba kurtulunca zafer şerefini ona verecek miydik?

***

Mustafa Kemal Karacahisar'daki karargâhında Garp Cephesi Komutanı ile durumun ağırlığını inceledikten sonra:

- Birliklerinizi toparlıyarak düşmanla kendi aranıza büyük bir mesafe koymaya bakınız. Düşmanı üslerinden uzaklaştırmak için Sakarya doğusuna kadar çekilebilirsiniz. Şehirler bırakmak halk efkârını sarsabilir. Biz askerliğimizi yapalım, der.

Büyük sanat, soğukkanlı karar iradesiyle el ele vermiştir. Ordu, nesi kalmış ve kurtarabilmişse, dağıtmamağa çalışarak gerilemeye devam eder.

Meclis kaynaşmaktadır:

- Nerede o kahraman?

Mustafa Kemal'in düşmanları, Mustafa Kemal'i sormaktadır:

- Millet nereye götürülmektedir? Ordu nereye gitmektedir? Bu faciaların sorumlusu nerede? Onu cephenin başında görmek isteriz.

Eğer Mustafa Kemal de bir yenilmeye uğrarsa ortada hiçbir otorite kalmıyacağını düşünen ve onun cepheye gitmesini doğru bulmıyan birkaç arkadaşı müstesna, dostu da düşmanı da Mustafa Kemal'i ordunu başına geçirmek ister. Dostları samimîdirler. Mustafa Kemal'in askerlik dehasına güvenmektedirler. Düşmanları ise, nasıl olsa dönüş ve bozgun faciaları içinde onun da kaynayıp gideceğini ummaktadırlar.

Nihayet Mustafa Kemal, Başkomutanlığı kabul eder.

Meclistekiler:

- Hayır, hayır Başkomutanlık hakkı Meclisindir. Başkomutan vekili olabilirsiniz, derler.

Düşmanlarının oyununu sezen Mustafa Kemal, onları kendi oyununa getirmeyi bilir. Yalnız Başkomutan olmak değil, Başkomutan oldukça Meclisin yetkilerini kullanmak hakkını ister. Bu diktatörlük demektir. Sakarya cephesi tutunmazsa, Mustafa Kemal mücadeleyi bırakacak mı? Hayır. Ama Meclis onu bırakabilir. Ne Ankara üstüne yürüyen Kral Kostantin, ne de Meclisin içindeki hasımları nasıl bir zekâ ve karakter kuvveti ile boy ölçüştüklerinin farkında değildirler.

Meclis, istediği sıfatı da, yetkileri de kendisine vermiştir. Mustafa Kemal, Başkomutan.

Bilhassa cephe gerisi için pek kat'î tedbirlere başvurur. Asker toplamak, umutsuzluk yüzünden artan kaçaklığı önlemek, ayaklanmalara fırsat vermemek için İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Milletin varından yoğundan ordu ihtiyaçlarının temin edilebilmesi için bir sürü emirler verir.

Hikâyesini bir yerde okuyabileceğiniz Sakarya Meydan Muharebesi, orta Anadolu'nun bağrından kopmuştur. Önde zaferlerine güvenen gururlu bir kral ve ordusu, arkada bin türlü fesat vardır. Rahmetli Necati ile beraber Kastamonu İstiklâl Mahkemesinde bulunan dostum Nebizade Hamdi'den dinlemiştim. Binlerce kandırılmış, fesatlanmış kaçak toplayıp cepheye sürmüşler:

- Yalnız bir kişi idam ettik, o da onuncu defa kaçtığı için... demişti.

Kılıksız kıyafetsiz, yoksul ve biçare halk, batan bir devletin yerine geçecek yeni bir Türk devletinin temellerini attıklarını bilmeksizin, dişi ile tırnağı ile uğraşıyordu. Bu, komutanların ve subayların erlerle omuz omuza, kara namlu deliği ve süngü pırıltısı önünde insan cesaretini tarife ihtiyaç bırakmadıkları bir ölüm kalım boğuşması idi. Atından inerken bir kemiği kırılan Mustafa Kemal, güçlükle doğrularak:

- Ya sen, ya ben... demişti.

Ya Kral Kostantin, ya o...

Eskişehir bozgunundan sonra düşmanla teması keserek iki yüz kilometre geri çekilmiş ve Sakarya cephesini kurmuştuk. Bu cephe yüz kilometre genişliğinde ve yirmi kilometre kadar derinliğinde idi.

Ankara ve Meclisteki vatanseverler de, umutların pek zayıfladığı günlerde bile, şehri bırakıp Anadolu içine gitmek tekliflerini reddetmişlerdir.

Bütün Türklerin kalpleri Sakarya cephesindedir. İstanbul'un her sokağı bu cephenin bir parçası idi.

Ne kadar da uzun sürmüştü bilseniz... Tarih kitaplarından hangi gün başlayıp hangi gün bittiğini öğrenerek bu uzunluğu ölçemezsiniz. Sakarya Harbinin her dakikası kendi başına bir ''zaman'', gelen, geldiğini duyuran, giden, gittiğini duyuran bir zamandı. Uyanıklığımızda, uykuda imiş gibi sıçrıyorduk. Çünkü ben şimdi İstanbul'un bir köşesinde bu satırları, Sakarya Savaşını kazandığımız için yazabiliyorum. Bu sırada siz İstanbul denizini hâlâ o zafer şerefine seyrediyorsunuz.

Nihayet müjde erişti. Sayfalarımızı Mustafa Kemal'in üniformalı resmiyle kapladık. Bu resim, o günlerde sancak gibi bir şeydi.

Dil tutulur gibi, kalemlerimiz tutuluverdi. Hepimiz bir şevk denizi içinde öçlerimizden, yaslarımızdan, acılarımızdan yıkanmışa döndük.

Sakarya Savaşının son günlerine ait hatıralarını Atatürk'ün kendisinden dinlemiştim:

"Cephe Kurmay Başkanı odama geldi. Kemiğim kırık olduğu için yatıyordum. Bana umutsuz bir sesle son raporları okudu. Bu raporlara göre düşman taze kuvvetler alıyordu. Raporlar ara sıra kanatlanan uçağımızın görüşleri idi. 'Bir daha oku!' dedim. Dikkatle dinledim. Raporu veren, Yunan cephesinin bir kanadından öbür kanadına giden (bu sanatların adlarını hatırlıyamıyorum) kuvvetleri yeni kıt'alar sanmış olduğunu anlamakta gecikmedim. Bu aktarma ancak bir çekilme hareketi olabilirdi. İsmet Paşa'ya 'Zaferini tebrik ederim, paşam!' dedim ve hemen karşı taarruz emri vermelerini söyledim. Bir müddet sonra Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) odama geldi. Bir kolordu komutanından bahsederek: (Kemalettin Sami) 'Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor. Sedye ile de olsa telefon başına kadar gel!' dedi. Gittim. Telefonla bu komutana: 'Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderir, taarruz ettiririz' dedim. Biraz sertçe olan sesimi tanıyınca; 'Ya... Böyle mi tensip buyurdunuz, emredersiniz!' dedi."



Perde Arkası



Sakarya zaferi ile ''gazi ve müşir'' Mustafa Kemal Paşa tam otoritesini elde etmiştir. Biraz sonra Meclis'te ''Müdafaa-i Hukuk'' grubu adı ile kendi partisini kuracaktır. Artık bir yeni devlet vardır. Onun başında bulunan adam da Mustafa Kemal'dir. Bu olup bittiyi içlerine sindiremiyenler çoktur ve durmaksızın bozgunculuk fırsatı arayacaklardır ama, Mustafa Kemal eskisinden çok daha kolayca bu muhalefetleri önliyecektir. Asıl büyük kriz atlatılmıştır.

Ordunun kuruluşu ile Sakarya zaferi arasındaki devir üzerine bir hayli hatıra yazılmıştır. Bu hatıralar birbiri ile ve hepsi Atatürk'ün nutku ile çatışıp durur. Atatürk İsmet Paşa'yı Ali Fuad Cebesoy'a ve Refet Bele'ye karşı tutmuştur ve kendisine hakkı olmadığı şerefleri vermiştir, iddiası ileri sürülmüştür. Tenkitçilere göre İnönü soyadı Atatürk'ün bir kayırmasından ibarettir. Bu zaferler onun değildir. Ethem kuvvetlerinin kaldırılması bile, bazı hatıralarda, ona mal edilmez. Demokrasi devrinde İnönü zaferi tarih kitaplarından silinecek kadar ileri gidilmiştir.

Gerilla devrine son vererek orduyu kurmak Atatürk'le İsmet Paşa'nın ortaklaşa eseri olduğuna şüphe edilemez. Şurası gerçektir ki Atatürk, birçok yakınları da Ethem'i tuttukları için son zamanlarda Kâzım Paşa (Özalp) komutası altında Kuvay-ı Seyyare'ye bağımsızca bir durum tanımakta bir sakınca olmadığı fikrine yatmıştı. Ethem'in yanına giden heyet Kütahya'dan dönerken Mustafa Kemal tarafından İsmet Bey'e şöyle bir şifre gelmiş ve yaver Şükrü Bey (Sökmensüer) tarafından açılmıştır: ''Merkezi Kütahya'da olmak üzere Kâzım Özalp komutası altında bir tümeni Ethem kuvvetleri, öteki de 61 inci tümen olmak üzere Garp Cephesi Komutanlığına bağlı bir grup teşkil ederek Ethem'le olan anlaşmazlığın ortadan kalkabileceği düşünülmektedir. Bu konuda ne düşündüğünüzün bildirilmesi.'' İsmet Bey kısaca yaveri Şükrü'yü hemen yola çıkardığı cevabını vermiştir. Şükrü Sökmensüer, Mustafa Kemal'le görüşmesini şöyle anlatmaktadır: ''İstasyonun hemen yanı başındaki küçük binadaki odasında beni kabul eden Mustafa Kemal Paşa'ya, Ethem ve kardeşi Tevfik'in isyancı durumlarını, gizli maksatlarını açıkladıktan sonra millî mücadelenin selâmeti bu kuvvetleri ortadan kaldırmakta olduğunu ve garp cephesinin buna gücü yeteceğini, ayrı grup kurulmasının büyük mahzurlara yol açacağını zaten 61 inci tümenin bir alayının Kütahya'da Ethem tarafından silâhları alındığını, tümen Kütahya'ya gidince aynı hâle uğraması ihtimali bulunduğunu ve böylece garp cephesinin en çok güvendiği bir kuvvetten ve komutandan (İzzettin Çalışlar) mahrum kalacağını söyledim. Mustafa Kemal Paşa bir iki defa şu sualleri sordu: 'Garp cephesi kuvvetleri Ethem kuvvetlerini yenecek güçte midir ve buna güvenebilir miyiz?' Her defasında müsbet cevap verdim. Tabiî söylediklerimin hepsi İsmet Bey'den aldığım direktif üzerine idi.''

İsmet İnönü'nün bir düzen ve kanun rejimi adamı olduğu söz götürmez.

Fakat İnönü zaferleri üzerindeki emir ve komuta payı üzerinde anlaşmazlık büyüktür. Kendi Kurmay Başkanı Tevfik Bıyıklı'nın ''İnönü zaferlerini İsmet Paşa mı kazanmıştı?'' başlıklı uzun bir tenkit yazısı harp tarihi dosyaları içinde bulunsa gerek. Bir kopyesi bendedir. Bu tenkitlere göre ''İnönü zaferlerinde İsmet Paşa'nin hiç hissesi yok gibidir.'' Bu savaşlar birlikler başında bulunan pek kahraman komutanlar tarafından kazanılmıştır. İkinci İnönü'nün hikâyesini son geceyi Ankara'da ziraat mektebinde Atatürk'ün yanında geçiren eski bir bakandan şöyle dinlemiştim: ''Odanın ortasında bir masa. Üstünde bir harita. Mustafa Kemal:

- Bir kadeh bir şey içmek istiyorum, dedi.

Oturduk. Biraz sonra bir kurmay subay geldi:

- Haber kötü... Sağ kanadımız çekiliyormuş, efendim, dedi.

'Meğer sözde Yunan süvarileri istasyona girmişler. İsmet Bey geri çekilme emri vermiş. Kendisi Çukurhisar'a doğru yola çıkmış. Mustafa Kemal Paşa'nın çektiği telgrafa yerinde kalan komutanın verdiği cevapta şöyle deniyordu: 'Sol kanatta Nazım Bey dayanmaktadır. Sağ kanat tutundu. Biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz.' Mustafa Kemal hemen İsmet Paşa'yı buldurarak durumu haber verdi. O da yeniden kuvvetlerinin başına döndü. İşte İsmet Paşa'ya çektiği o tarihî telgraf bu gecenin sabahında yazılmıştır.''

Tevfik Bıyıklı'nın tenkit yazısına göre daha sonraki Kütahya, Eskişehir bozgunu ise İsmet Paşa'nın komuta yetersizliğini büsbütün açığa vurmuştur. Bıyıklı ''Bu bozgun komutanları Harp Divanı'na götürür'' diyordu.

Bu bozgunda ordu hemen hemen yok olmuş gibi idi. Rahmetli Cevdet Kerim'den dinlemiştim: "Sakarya yolunda bir köy odası. İsmet Paşa uykuda. Kapının önünde Tevfik (Bıyıklı). Bizim tümenden de bir şey kalmamış ama, karargâh yerinin neresi olacağını anlamak için gelmiştim. Tevfik:

- Her şey bitti. Ne umut kalmıştır, ne bir şey... Bak ben sakal bıraktım. Niyetim birkaç koyunluk bir sürü ile Suriye'ye geçmek. Sen de başının çaresine bak, der.

Mustafa Kemal Ankara'da bozgun haberini aldığı vakit pek öfkeli idi. Fakat soğukkanlılığını takınarak cepheye geldi. İsmet Paşa Mustafa Kemal'e selâm durur:

- Yapamıyorum, der.

Mustafa Kemal daha önce Garp Cephesi Komutanlığına Fevzi Paşa'yı getirmeyi düşünmüş, Fevzi Paşa yanında kalmak istiyerek özür dilemişti.

Mustafa Kemal, İsmet Paşa'ya:

- Yaparsın, yapacaksın, dedi.

Fakat, Tevfik Bıyıklı'nın söylediğine göre, ondan sonra da ne cephe komutanlığında, ne sivil hizmetlerinde, sonuna kadar, İsmet Paşa'yı kendi başına bırakmamıştır.

Bozgun sırasında Ankara'da Meclisin havası pek bozuktu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Mustafa Kemal görünüşte soğukkanlı olmakla beraber geceleri uyuduğu yoktu. Ziraat mektebindeki harita başından ayrılmıyordu. Sabahleyin evine gittiği vakit sadece yıkanıyor, sonra hemen Meclise gidiyordu. Meclis ateş üstünde idi. Mustafa Kemal içeri girdiği vakit, eskisi gibi, herkesin gözü onun üstünde değildi. Homurtu ile karşılandığı bile olurdu. Birçok milletvekillerine göre uğranılan bozgunun gerçek sorumluluğu onun omuzlarında idi. Odasında ise birçokları ondan haber almıya gelir: ''Ordu manevra yapıyor...'' cevabını alırdı.

Yetmiş bin askerden ancak otuz bin kadarı Sakarya'nın doğusuna çekilmişti. Onlar da bitkin bir hâlde idiler. Bereket Yunanlılar duraklamışlardı. Vekiller Heyeti ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) bir gün gizli oturum istedi. Rengi uçmuş, tıraşsız, kim bilir kaç gündür uykusuz, milletvekillerine:

''Arkadaşlar," dedi, "tarihi günler yaşıyoruz. Yunanlıların çok üstün kuvvetler yaptıkları taarruza karşı askerlerimiz kahramanca dövüştüler. Ağır kayıplara uğradık. Biz şehir ve bölge harbi yapmıyoruz. Hedefimiz zaferdir. Ordumuz stratejik bakımdan en elverişli yerde harbe devam edecektir. Hükûmetimiz adına Ankara'yı bu hafta içinde boşaltmıya, merkezi Kayseri'ye götürmeye karar verdik. Şimdiden hazırlığa başlanmasını rica ediyoruz.''

Bir kıyamettir koptu. Kürsüden inen çıkana idi. Milletvekilleri iki noktada birleşiyorlardı:

1- Ankara'yı harpsiz bırakmamak,

2- Bozguna sebep olanları şiddetle cezalandırmak.

Fevzi Paşa bozgun sorumluluğunu üstüne almak zorunda kaldı. Kürsüye gelerek:

- Stratejik komuta hatlarına gelince, Genelkurmay Başkanı olarak onlardan ben sorumluyum. Vereceğiniz cezayı şimdiden kabul ediyorum, dedi ve, ben ölümden korkmam, milletin uğruna seve seve şehit olmasını bilirim, diyerek yerine oturdu.

Meclis cepheye bir heyet yollamıya karar verdi. Heyet gitti geldi. Ankara'da siperler kazılmak, cepheye asker yetiştirmek için her asker alınma bölgesine olağanüstü yetkilerle milletvekilleri gönderilmek gibi tedbirlere başvuruldu.

Bu sırada bazı milletvekillerinin hatıralarına Mustafa Kemal'i başkomutan yapmak fikri geldi. Bunlar Meclise tekliflerini verdiler. Teklif üzerine bir gizli oturumda görüşmeler iki gün sürdü. Vatanın son tepesine kadar savaş kararında olan Mustafa Kemal herhangi bir çarpışmanın doğrudan doğruya sorumluluğunu üstüne almak istemiyordu. İki gün süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi:

- Bu tekliften maksat nedir? dedi. Eğer işin başında benim bulunmaklığım ise, esasen işin içindeyim. Durumu yakından takip ediyorum. Genelkurmay Başkanı ile benim karargâhımız Ankara'dadır. Lâzım gelen tedbirleri buradan alıyoruz. Bu teklif beni Ankara'dan uzaklaştırmaktan başka mana taşımaz.

Öfkeli idi. Bazı arka niyetli kimselerin maksadı onu yıpratma fırsatı aramaktı ama, teklif sahipleri Sakarya zaferinin ancak onun cephe başında bulunması ile mümkün olacağı inancında idiler. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Meclisin bütün yetkileri üç ay müddetle kendisine verilmek şartı ile, Başkomutanlığı kabul edeceğini bildiren bir takrir verdi. Yeniden bir kaynaşma. Söz alan alana. İki gün de bu tartışma devam etti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Sakarya'da bir bozgun olsa da durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki ile 5 Ağustos 1921'de Başkomutanlığa geldi.

Mustafa Kemal cepheye gider gitmez daha önce alınan tedbirde değişiklikler yaptı. Savaş pek güç şartlar içinde, pek çetin olmuştur. Bu bir subaylar savaşı idi. Eski Afyon Milletvekili Ali Taşkapılı'dan dinlemiştim. Yedek subay olarak umumî karargâhta iken, bir sabah erkenden Mustafa Kemal'i köyün sokağında dolaşırken görür. Mustafa Kemal kendisine:

- Yahu Ali Bey neden kaçağımız çok. Günde ne kadar? diye sorar.

- Bin kadar efendim.

- Geriden cepheye gelen ne kadar?

- Sekiz yüz kadar...

Mustafa Kemal şöyle bir hesap yaparak:

- On beş günde iki bin beş yüz... Pek fark etmez, der.

Bir defa İsmet Paşa'yı telefonla arıyan Yusuf İzzet Paşa, Mustafa Kemal'le görüşmek istediğini söyler. Telefonu Mustafa Kemal'e verirler:

- Beni aramışsınız, buyurun.

- Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Yani geri çekilme lâzım geldiği vakit istikametiniz ne olacaktır?

Pek kızan Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden kaçmayı düşünen bu komutana:

- Paşa, paşa, gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir, der.

''Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır,'' emrini Yusuf İzzet Paşa'nın kendisi ile bu görüşmesinden sonra vermiştir.

Savaş sırasında düşman, hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü hücumu ile geri çevrilmeli idi. İhtiyat kuvvetlerinin hemen oraya gönderilmesini istedi. İhtiyat kuvvetimiz kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız Giresunlu Osman Ağa'nın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. ''Süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır, düşman üzerine atılacaklar, onu eski yerine kovacaklardır'' dedi. Bu kahraman çocuklar eğri bıçakları ile Yunanlıları eski yerlerine kadar sürmüşlerdir.

Bir defasında Fevzi Paşa'nın ne yaptığını sordu:

- Kur'an okuyor, efendim, dediler.

- Çağırın!

Geldiğinde dedi ki:

- Efendim bir komutan ihtiyatları ile harp eder. Bir tek nefer ihtiyatım yok. İhtiyatımız senin itibarından ibaret. Onun korunması için Kur'an okumaktan başka ne yapabilirim?

***

Sakarya'dan dönüşümde Çankaya'da:

- Ben galiba en iyi gene şu askerliği yapabiliyorum, demişti. Bu savaşta iki şey buldum. Daha iyi atılmak için çekilmeler yaptığım sırada, sırt vere vere ta Ankara kapılarına geleceğimizi göz önünde tutarak, bu hat da elden giderse hangi hattı savunacağız, diye benden üzülerek soran bir komutana, 'Vatanı korumakta hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. Bu satıh baştan başa vatanın bütün yüzüdür. Vatan sathı en son kayasına kadar düşmanla boğuşularak müdafaa edilecektir,' cevabını vermiştim. Bu formülü bir gündelik emirle bütün orduya bildirdim. İkincisi de bana Sakarya'da gelen şu düşüncedir: Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zaferin, bir fikri kazandırdığı kadar değeri vardır. Bir fikri kazandırmaıya yaramıyan zafer kalamaz. Her büyük meydan savaşından sonra yeni bir âlem doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer boşuna bir çaba olur.

Kendisine Napolyon'un:

- Programınız nedir? sorusuna:

- Ben yürürüm. Programım kendiliğinden çıkar, dediği hatırlatılması üzerine:

- Ama o türlü giden sonunda başını Saint-Helen kayalarına çarpar, cevabını vermiştir.

***

Ankara'da Fransız delegeleri ile Çukurova anlaşmasını yapacak, böylece Ankara hükûmeti büyük devletlerden biri tarafından tanınmış olacaktır.

Sakarya zaferi yeni Türk devletinin belli başlı temel taşıdır. Mustafa Kemal Mecliste Müdafaa-i Hukuk adı altında kendi partisini kurarak, Meclis kargaşalığını önliyecek, rakipsiz liderliği ile bütün yönetimi eline almış olacaktır.



Sakarya'dan Sonra



1921 Eylülündeyiz. Hatıralarımın içinden sizinle beraber 1918 Eylülünde yola çıkmıştık. Aradan otuz beş ay geçti. Dile kolay. Bir imparatorluğun yıkılışından, Sakarya'nın doğusunda nihayet bugünkü Türkiye'nin temelleri atılıncaya kadar geçen otuz beş ay kaç çile ve mihnet yılı ağırlığında idi, yaşamıyan bilmez.

Bugünkü Türkiye'nin doğuşu sözünü kullanmak için öteki Ağustosu beklemiyorum. Çünkü biz Sakarya zaferi ile artık kurtulacağımıza inanmıştık. Avrupa devletleri için dahi başkent İstanbul değil, Ankara idi. İlk önce Fransa geldi, yeni Türkiye ile Ankara İtilâfnamesini imzaladı. Kilikya davasını hallettik. O Fransa ki, 1919'da Sivas dahi onun nüfuz bölgesinde idi.

Gerçi zafere hemen hemen bir yıl daha var. Fakat İstanbul mütareke devrinin bu yılı uzun boylu anlatılmaya değmez. Türkler artık ya İstanbul'daki halife ve padişahın, ya Ankara'daki Mustafa Kemal'in yanındadırlar. İşgal kuvvetleri ile işbirliği etmiş olanların talii de Tanrı'ya kalmıştır. Herkes biliyor ki, Sakarya'dan sonra Sevres Antlaşması yürüyemez. Fakat Mustafa Kemal tam bir zafer kazanıp Misak-ı Millî Türkiyesini kurabilir mi? Şimdi tam kelimenin yeri geldi, Kemalistlere göre ya evet, ya belki. Yunanlılar gibi, Mustafa Kemal'den de kurtulmayı düşünenlere göre ya hayır, ya inşallah hayır.

1921'in bazı hâdiseleri üstünde durarak ve mütarekenin son bir iki tablosunu çizerek İzmir'de Birinci Kordon üstündeki evinde Gazi ve Müşir Mustafa Kemal Paşa ile buluşmak için bir Fransız vapuruna binip İstanbul'dan ayrılacağız.

***

Fransa ve İtalya gibi, Lenin Rusyası da Ankara'ya sokulmaktadır. Başlıca ihtilâlcilerden General Franze bu yıl Ankara'ya geldi. Bu gelişin eski deyimi ile, bir "istikşaf" olduğuna şüphe yoktu. Meclisteki nutuklarının birkaçında ve bazı bildirilerinde "kapitalizm ve emperyalizm"e kaşı savaştığını söyliyen Mustafa Kemal Moskova için de bilmece idi.

Bu ziyaretin hikâyelerini sonradan dinlemiştim. Mustafa Kemal General Franze'yi kendisine ve davasına ısındırmak için pek sıcak davranmıştır. Geç vakitlere kadar birlikte yemişler, içmişler ve kucaklaşmışlardır. General Franze Türkiye'den döndüğü vakit Tiflis gazetecilerine demişti ki:

- Ankara bizi düşmanca değil, fakat ihtiyatlı kabul etti. Ben her şeyi gördüm. Türkiye tarafından bize bir saldırı tehlikesi yok. Daha ileri giderek derim ki hiçbir Türk hükûmeti Türk milletini böyle bir saldırıya sürükleyemez. Ankara'da müstebit bir hükûmet yoktur. Demokrasiye doğru gitmek istidadında bir hükûmet var.

Sonra Ankara'daki dostlarına hitap ederek diyor ki: "Ankara'yı da kaybetseniz, istediğiniz kadar çekiliniz, arkanızı Rusya'ya dayayınız ve harbe devam ediniz."

Mustafa Kemal de iç şüpheleri gidermek için şöyle demişti: "Bizde komünizm olamaz. Son zamanlarda kurulan partiler bunu anlıyarak dağılmışlardır."

Ankara'da komünist yoktu. Fakat tek dostluk gösteren, yardım eden, doğu illeri meselesini halleden Lenin Rusyasının herkes dostu idi.

Kemalistin bağımsızlık fikri tertemiz, pürüzsüz, tavizsiz Türkçü ve Türkiyeci idi. Mustafa Kemal, daha sonra misallerini göreceğiniz üzere, kafaca nasıl âdeta Şark sözünden tiksinecek kadar bir Batılı ve Batı medeniyetçisi ise "Xénophobe = ecnebi-sevmez" denecek kadar da Frenklikten uzaktı. Şarklı ve müteassıplar gibi, tatlı su Frenklerinin de düşmanı idi. O mizaçça, ahlâkça hürriyetçiden başka bir şey olamazdı. Milliyetçiliğinin bir niteliği, kibir sertliğinde bir gururdur.

Bütün savaş yıllarında Mustafa Kemal, ne cumhuriyetçilikten, ne garpçılıktan, ne devrimcilikten bahsetmiştir. Gericilik her tarafta idi.

Hocalar ve şeriatçılık kışkırtıcılığı üçe bölünmüştü: Bir kısmı İstanbul'da halife ile beraber, bir kısmı da İngiliz ve Yunanlıların emrinde idi. Fakat hepsinin ortaklaşa düşmanı, ta Tanzimat'a kadar, topyekûn "Batılaşma" davası idi.

Devlet çöker çökmez İstanbul'da hemen seslerini duyurmuşlardı. Tabiî ilk adımda kadın ve "tesettür" ve şer'iye mahkemeleri meselesini ortaya attılar. Bu mahkemeleri yeniden meşihat binası çatıları altına götürmek için kurulan komisyonun raporu şöyle başlıyordu: "Bir asırdan beri çilesini çektiğimiz dâül'ıslahat...", yani daha ilk kelimede Tanzimat'tan beri devam eden yeni nizam, veba gibi bir hastalıktı: "Avrupa'da ihtilâf âmilleri aristokrat, burjuva ve demokrat gibi tabakat-ı içtimaiye arasında sa'y-i beşerle aşılamıyacak uçurumlar olup bizde ise bir köylü nazır olabileceğinden" devrimlere hiç lüzum yoktu.

Bir ahlak komisyonu da bilhassa kadına karşı harekete geçti. Ramazan akşamı Direklerarası'nda dolaşırken, yan sokaklarda süngülü askerler görmüştüm. Bunların görevi, caddeye çarşaflı peçeli de olsa kadın sokmamaktı. Şeriatçı Tevhid-i Efkâr, siyasette Anadolucu iken, kadın açık saçıklılığına dikkat etmediği için günaşırı polise hücum etmekte idi. Mustafa Kemal'i ve onunla beraber olanları "tekfir" eden fetvaları İstanbul hocaları vermişlerdir.

İstanbul Tanzimat'a doğru, Anadolu ise Tanzimat'tan geriye doğru yuvarlanıp gidiyordu. Büyük Millet Meclisinde bir hoca milletvekili, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda Büyük Millet Meclisinin kanun koymak hakkı bahis konusu edildiği sırada, kürsüye çıkmış, Tanrı'nın kitabı dururken kanun koymak iddiasında bulunan bir Mecliste üye kalamıyacağını söyleyerek memleketine dönmüştü. Mekteplerden resim dersi kaldırılıyor, Anadolu'da alabildiğine medrese açılıyordu. Men-i Müskirat Kanunu'nun tartışması sırasında iki hoca Meclisin sokağa doğru penceresini açarak:

- Ey ümmet-i Muhammed, din elden gidiyor, diye avaz avaz haykırmışlardı.

Mustafa Kemal'siz bir Anadolu zaferinin, o Meclis ve memleket havası içinde yeni devlete nasıl bir karakter vereceği asla belli değildi. Mustafa Kemal, savaşın, gayesi makam-ı mukaddes-i hilâfeti kurtarmak olduğunu sık sık tekrarlamak zorunda kalırdı. Dehanın sabır niteliğine en iyi misal, büyük liderin gericiliğe karşı yıllar süren sessiz ve uysal katlanışıdır. İstanbul, Ankara gericiliği ve düşmanla birlik gericiler hepsi bir tek programın üstünde idiler. Padişah ve halife de, Mustafa Kemal de, Yunanlılar da kazansa, Türkiye'de Garpçılık nizamı davasını kökünden kazımak olan bir program yürümeliydi. Yazık ki, bu program, bugünkü gericinin de elindedir. Bugünkü gericilik de, bütün siyasî partiler arasında saflarını tutmuştur. Yalnız onlar bir program peşindedirler.

Mustafa Kemal zaferi bir eline geçirse, hemen geriye dönerek kılıcını gericiliğin tepesine indirecekti. Fakat onu, ister istemez, başının üstünde taşır görünmek lâzımdı. Yalnız Teşkilât-ı Esasiye ve hilâfet müessesesine dair hocaların koymak istedikleri teminatı bin dereden su getirerek atlatmaya muvaffak oluyordu. Hasımları Mustafa Kemal'den nasıl kurtulacaklarını düşündükleri gibi, hocalar da tam bir şeriat nizamı kurmak için bin bir tertip arkasında idiler.

Artık İstanbul'da yeni hiçbir şey yoktur. Son Bizans imparatoru gibi, Osmanlı padişahının da hükmü İstanbul şehri surlarının kapılarına kadar geçiyor. Bu hüküm de kime karşı? İngiliz polis bir gün trafik nizamlarına aykırı hareket etmiştir, diye sadaret otomobilini çevirip karargâha kadar götürdü: Sadrazam içinde idi. Dolmabahçe Boğaziçi kıyılarında hâlâ bir saray ise de içindeki saltanat sönüp gitmiştir. Vahideddin, Afrika sömürgelerindeki bir emiri veya sultanı andırmaktadır. Kapılarından küçük rütbeli bir işgal subayı yürek oynatarak girer, acaba bir müjdesi mi, bir kara haberi mi vardır? Beşiktaş kıyıları karşısında demirliyen zırhlılar, şimdi, bu sarayın nöbetçisidirler. Umut, onlardadır. Sarayın bütün müşavirleri derler ki, Yunan ordusu müstahkem hatlar arkasındadır. Türk ordusu mümkün değil bu hatları sökemez. Er geç Ankara da İngilizlerle bir uzlaşma yolu arayacaktır: "Hiç İngilizler efendimizi bırakırlar mı?"

Doğru, bırakmıyacaklar ama, birlikte götüreceklerdir. Vahideddin, ceddi İkinci Mehmed'in fethettiği şehri son defa, penceresinin karşısındaki zırhlının güvertesinden seyredecek. Balta Limanı'ndaki yalısının rutubetli loş odalarında kinlerini ve hınçlarını kemiren Damat Ferit, kendini çürüyüşe bırakmıştır. Kürt Mustafa Bağdat'ta! Ankara'dan, ikide bir, idam mahkûmunun sesi geliyor: Müşir ve Gazi Mustafa Kemal Paşa! Ne müşirlik fermanında padişahın mührü, ne de gazilik menşurunda tuğrası var.

Saraycıların son avuntusu da bu: "Hiç Türk ordusunun taarruz savaşı yaptığı görülmüş müdür? Bu ordu yalnız savunmaya yarar. İki ordu da karşı karşıya yıllarca beklemez ya, elbette ortalama bir barış olacaktır."

Mustafa Kemal'in Millet Meclisindeki hasımları, Sakarya zaferinin sevinci soğur soğumaz, gene meseleler çıkarmaya koyulmuşlardır. Efendim aynı adam hem Başkomutan hem Millet Meclisi Reisi nasıl olabilir? Ya cephede, ya Ankara'da bulunmalı değil midir? Ya ordu? Taarruz edecek midir? Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisindeki muhalifleri de, saray ve Bab-ı âli müşavirleri gibi Türk ordusunun taarruz edemiyeceği fikrindedirler. Yalnız Yunan mı var? Yunanın arkasında İngiliz var. Biz muharebe ile bu işin içinden nasıl çıkarız? Bir uzlaşma çaresi aramalı ve bulmalı değil miyiz?

İşte bu sıralarda Mustafa Kemal millî kurtuluş davasının başlıca tehlikelerinden birini daha atlatmıştır: İtilâf devletlerinin Hariciye nazırları toplanarak Türkiye ve Yunan hükûmetlerine mütareke teklif ettiler. Yunanlılar, bu teklifi hemen kabul etmişlerdir. Mustafa Kemal doğrudan doğruya ret cevabı vermenin ne kadar aykırı olacağını düşündüğü için, hükûmete bir karşı teklif hazırlatmıştır. Teklifin esası, dört ay içinde bütün işgal altındaki topraklarımızın boşaltılması idi. Bu teklif, ister istemez ret mahiyeti almıştır.

Vaktiyle İsmet Paşa'dan dinlediğime göre, Mustafa Kemal en korkulu günlerini bu mütareke teklifi sırasında geçirmiştir. Biz savaşla işin içinden çıkamayız, bir uzlaşma yolu bulmalıyız propagandası cephe gerisini iyice sarmıştı. Fakat en kötüsü cephe maneviyatının sarsılması idi. Mustafa Kemal, karargâh karargâh, komutan komutan dolaşarak, mütareke teklifinin bir oyun olduğunu ve Yunanlılara karşı zafer kazanacağımızdan artık hiç kimsenin şüphesi kalmadığını gösterdiğini, tanıdıklarına tanımadıklarına inandırmaya uğraşmıştır. Komutanlardan biri:

- Nasıl, nasıl? Mütareke teklifini kabul etmediniz mi? diye haykırmıştı.

Mütareke teklifini kabul etmemek cinayetini nasıl oldu da işlediniz, dememek için kendini pek güç tutmuş olmalıydı. Mustafa Kemal hiç tınmaksızın ona da delillerini saymış ve karargâhtan çıktıktan sonra İsmet Paşa'ya dönerek:

- Ben bu adamın bir kalpazan olduğunu sana söylemez miydim? demişti.

Büyük gürültü biraz daha sonra Başkomutanlık Kanunu'nun yenilenmesinde koptu. Muhiddin Baha Pars anlatmıştı:

- Bir yanda Mustafa Kemal ve yanındakiler, bir yanda Ziya Hurşit (sonra suikasttan idam edilmiştir) ve bütün arkadaşları, elleri ceplerinde ve tabancalarında birbirlerine karşı yürürken, Mustafa Kemal'i o gün öldürecekler sanmıştık.

Mustafa Kemal Başkomutanlıktan düşmüş gibiydi. Kendisinin Meclis'e karşı iki dikta jesti vardır. Biri bu meselede olmuştur:

- Bu dakikada ordu komutansızdır. Eğer ben komuta etmekte devam ediyorsam, kanunsuz komuta ediyorum. Yerine konmaz bir felâketi karşılamak zorundayım. Düşman karşısında ordu, başsız bırakılmaz. Onun için bırakmadım, bırakamam, bırakmayacağım, demişti.

Meclis istese de istemese de ordularının başkomutanı olarak görevine devam edecekti.

Ordu hazırlıklarını bitirmek üzere idi. Mustafa Kemal daha Haziran ortasında taarruza karar vermişti.

Taarruz bir yıldırım gibi inecekti. Cür'etin sanat kadar yer almakta olduğu plân, son dakikaya kadar gizli kalmalıydı.

Mustafa Kemal'in azim, karar ve irade kuvvetini, 1922 Ağustosunun son haftasından iki ay önce sahneden çekiniz. Bugünkü Türkiye gene bu Türkiye olmazdı. Onun içindir ki bir defasında hasımları ile, şahıslara mı dayanılmalıdır, yoksa yalnız millet mi vardır, gibi sık sık geri tepen bir tartışmada:

- Adamlar vardır, adam vardır, adam! diye haykırmıştı.

Yapmakta olduğu şeyin değerini iyice bilirdi. Tevazuunun üstüne fazla varmaya gelmezdi.



Zafer



Türkler 1071'de Malazgirt Savaşı'nı kazandıktan kısa bir müddet sonra, İznik taraflarında Türkçe konuşuluyordu. Meydan savaşlarında devletler batar, devletler doğar. Bir meydan muharebesinin takvimdeki tarihi, bazı defa, yeni bir devletin tarihteki başlangıcıdır.

1914'teki Osmanlı İmparatorluğu, kapitülâsyon rejimi altında bir yarı sömürge idi. Eğer 1918'de Birinci Dünya Harbini kazanmış olanlar bu imparatorluğu affetmiş olsaydılar, "Dile bizden ne dilersin," deseydiler, eskisi gibi kalmaktan başka bir şey bekliyebilir miydi? Hâlbuki millî kurtuluş savaşından, Lausanne'da İngiltere kadar bağımsız bir yeni Türkiye doğdu.

Bu yeni Türkiye iki meydan savaşının eseridir. Biri, 1921 Ağustosunda Sakarya Nehri boyunca, ikincisi 1922 Ağustosunda Afyon cephesinde verilmiştir. İkisinde de Türk ordularının Başkomutanı Mustafa Kemal idi. Nitekim askerlik tarihinde ikinci kesin çarpışmanın adı "Başkomutan Meydan Muharebesi"dir.

***

Mecliste hava bozuktu. Ordunun bir saldırı harbi veremiyeceği fikri büyük çoğunlukta idi. İngilizler de artık yumuşamış olduğu için Anadolu'yu boşaltmak esası üzerinden görüşme yapılmalı idi. İşin içinde İstanbul'la birleşmek, Mustafa Kemal'den kurtulmak fikrinin de büyük payı vardır.

Saldırı harbi verilmeli idi.

Garp (Batı) Cephesi Komutanlığı saldırı harbi yapamayacağımız inancında idi. Cephenin haber kaynağı İstanbul'du. İstanbul'dan gelen haberlere göre Yunan cephesinde, maddî manevî, her şey yerinde idi. Genelkurmayın Rus kaymakamlarından öğrendiğine göre Yunan Başkomutanı Hacı Anesti ordunun Anadolu ortasında durumunu kötü buluyordu. Menemen Boğazı'ndaki Milne hattına çekilmeli, Trakya'daki birliklerle İstanbul işgal edilerek Ankara üzerine baskı yapılmalı idi. Fransızlar İstanbul'un işgali fikrini reddetmişlerdi. Mustafa Kemal'e göre saldırının sırası idi.

İçişleri Bakanına göre Karadeniz kıyılarından Ankara çevresine kadar hemen her bölgede güvenlik bozuktur. Gelir, Mustafa Kemal'e raporları okur. Daha geçen gün İnebolu'dan gelen kamyon yolcuları Ankara'nın on beş kilometre ötesinde soyulmuşlardır.

Millî Savunma Bakanına göre günün birinde herhangi bir hareket emri verilecek olsa ordunun yürümek için pabucu yoktur. Silâh kayışı yoktur. Bunları edinmek için hemen hiç olmazsa altı yüz bin lira lâzımdır.

Maliye Vekiline göre kasada on para kalmamıştır. Yakınlarda vergi toplamak da imkânsızdır.

Meclisteki muhaliflerine göre, milletvekilleri aldatılmaktadır. Çünkü o da biliyor ki ordu yürüyemez.

Hindistan'dan Mustafa Kemal'e gelen bir parça vardı. Mustafa Kemal son ihtiyaçların karşılanması için bu parayı hükûmet emrine verdi. Şimdi saldırıya geçilmek için son kararları almak sırası idi. Yanına Genelkurmay Başkanını alarak garp cephesi karargâhına hareket etti.

Ordu komutanlarından biri Yakup Şevki Paşa idi. İkinci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, cephane komutanına karşı entrikacı davranışlarından ve ordu içinde bölücülük yaptığından, geri alınmıştı. Yerini Ali Fuad Paşa'ya teklif etmiş, "Ben cephe komutanlığı yaptım," diye reddetmişti. Refet Paşa'ya teklif etmiş, "Önemli bir şey mi olacak?" "Evet olacak," "Ben sanmıyorum, olacağı zaman düşünürüm," demişti. Ordu komutanlığını Nureddin Paşa'ya verdi.

Çay'da toplanılmıştı. Fevzi Çakmak saldırı plânını açıklamıştır. İsmet Paşa saldırıya karşı. Yakup Şevki Paşa, milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe cinayet sayılacağını söyler. Mustafa Kemal:

- Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir, paşam?

- Evet!

- O hâlde kesin sonucu bununla almak zorundayız.

Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa bizim geri teşkilâtının düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamayacağını söyler. Mustafa Kemal:

- Bizim geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz mı?

- Hayır paşam!

- Demek düşmanı yirmi kilometre içinde yok etmek zorundayız. İkinci Ordu Komutanı Nureddin Paşa ise henüz cepheye yeni geldiğinden bir fikri olmadığı cevabını verir.

Bu arada, belki ikisi arasındaki bir tertip eseri olarak, Fevzi Paşa:

- Mademki ordunun bana güveni yok, ben çekiliyorum, diye istifasını verir. Mustafa Kemal de Genelkurmay Başkanı çekildiğine göre kendisinin de komutanlık görevinde kalamıyacağını bildirir. Telâşa düşen İsmet Paşa:

- Efendim bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa hepimiz emrinizdeyiz, ne yolda isterseniz öyle hareket ederiz, der.

Saldırıya karar verilmiştir.

Atatürk, Ankara'da vekiller heyetini toplıyarak saldırı kararına onları da kattı.

Yunanlıların cephede 120.000, geride 30.000 askerleri vardı. Bizim ordu 105.000 kişi. Topçumuz Yunanınkinden eksik, süvarimiz daha fazla idi.

24 Ağustos sabahı Ankara'dan hareket etti. Afyon güneyindeki Şuhut kasabasında geceyi geçirdi. 25-26 gecesi Kocatepe'nin hemen güneyindeki dere içine Başkomutanlık karargâhına geldi. Şafakla beraber saldırı emrini verdi.

Ankara'dan hareket edeceği günün akşamını Keçiören'de yakın adamları ile geçirmişti. Ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere:

- Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci günü İzmir'deyiz, demişti.

Acaba içkinin tesiri mi idi? Arkasından hafifçe gülüştüler bile... İzmir'den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce:

- Bir gün yanılmışım, dedi, ama kusur bende değil, düşmanda!

İzmir'e taarruzun on dördüncü günü girmişti.

Cepheye geldiği zaman raporları dinledi. Kıt'alar yerlerine varmışlardı. Sordu:

- Düşmanda bir sezinti var mı?

- Aldığımız raporlara göre henüz yok.

- Baskın muvaffak olmuştur, dedi.

Ve meşhur Fransız generalinin kelimesi gibi yazıya geçemiyecek bir söz savurdu.

Kocatepe'de, bir ağır düşüncenin ebedî heykelini andıran fotoğrafını göz önüne getiriyor musunuz? Mustafa Kemal 26 Ağustos sabahı orduyu saldırıya sürmüştür.

Başlarını ateşe, taşa ve çeliğe çarpa çarpa kan köpüren Türk kahramanlığının düşünen, arayan, bulan, gösteren, bazan bir ''evet'' ile bir ''hayır''ına vatan talii bağlanan başıdır o! Akıp giden sular gibi, boşanıp giden millî kaderler böyle bir set bulursa durur. Bu millî kahraman denen adamdır. Dağın eteklerinde döğüşen halk ve tepenin üstündeki zafer yaratıcısı, o sabah ikisi birbirine ne kadar lâyık idiler.

Fakat taarruz sökmeli idi. Arkasından bütün şafaklar sökecek Mustafa Kemal bu anlarında sert, yalçın, kalbi ve siniri aransa bulunmaz bir iradeden ibarettir. Tam zamanında emrini yerine getiremediği için pek sevdiği bir tümen kumandanı intihar eder. Mustafa Kemal, vah vah, demez. Ağzından ağır bir kelime çıkar. Boşuna da ölmüştür. Çünkü biraz sonra tümeni vazifesini yapmıştır. Canına kıymak, velev onun uğruna canına kıymak! Ne çıkar bundan? Mustafa Kemal, kendisine verdiği söz uğruna ölen bu sevgili arkadaşının, kanlar içindeki hayaletini görmek, ''Yazık oldu çocuğa...'' demek için bile şafakların ötesindeki bir günü bekliyecektir.

***

Uşak'ta esir Başkomutan Trikopis'le General Denis'i karşısına getirdikleri zaman, kendisi de bu kadar kolay ve çabuk zaferin merakı içinde idi. Onları dostça yanına aldı ve meslektaşça konuştu. General, bir ucu Afyon Karahisar'da, öbür ucu Kütahya'da bulunan bir Türk ilerleyişinin bir anda kesinleşerek hızla daraldığını, etraflarını git gide üçgenlemesine kapladığını ve sonunda kendilerini bir dağın eteğine doğru sürdüğünü söyledi!

- Böyle bir şeyin olacağını anladınız mı?

Trikopis taarruzunun son dakikaya kadar iyi gizlenebilmiş olduğunu itiraf etti. Kendisinin yüksek yaylada tedbirler alınmaksızın barınılamıyacağını yüksek makamlara anlatamadığını söyledi. Ordularını kuşatan üçgen darala darala öyle bir kerteye gelmişti ki bir yamacın eteğine dalmışlardı:

- O zamana kadar toplarımızı az çok kullanarak geri çekiliyorduk. Fakat sırtımız o yamaca dayatıldıktan sonra kıpırdamaklığımıza imkân kalmamıştı. O sırada işliyemez bir darlığa geldik. Ancak ellerimizdeki tüfekleri kullanabiliyorduk. Sonunda bir an geldi ki tüfeklerin bile işliyemediği bir darlığa düşürüldük. Süngüler parlamıya başladı. Arkamız, önümüz, her yanımız süngü! Böylece artık iş bitmişti! Atımı bile bulamıyordum. Yaya olarak ormanlar içine düştük.

Sonra sordu:

- Siz bu harbi nereden idare ediyordunuz?

- İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde askerlerin yanında idim.

- Harp böyle kazanılır. Yoksa beş yüz elli kilometre uzakta, durum gözle görülüp hüküm verilmeksizin, bir harita üzerinde pergelle ölçülerek yattan idare edilmez, dedi.

***

Sakarya'da 3282 ölü ve 13618 yaralı vermiştik. Büyük saldırı harbi bize 2542 ölü ve 9977 yaralıya mal olmuştur.

***

Bu zafer Millet Meclisine, hükûmete, ordu komutanlarına rağmen Başkomutan Mustafa Kemal tarafından kazanılmıştır.

***

Bu tarihî günlere bir de İstanbul'dan bakalım:

Gazeteye geldiğim vakit, Anadolu'nun birdenbire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye'nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. Aradan 30 yıl geçti. O sabahki heyecanımın, şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum.

- Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?

- Belki de bizimkiler...

Tarihte hiçbir perde, kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. Ne Rumca ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu.

- Canım, biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde Fethi Bey mütareke aramak için Londra'ya gitti. Ummam ki böyle bir delilik yapalım.

- İhtimal ne cepheyi ve ne de cephe gerisini tutamaz hâle geldikleri için bir son çare aramışlardır.

Hepimiz Mustafa Kemal'in dehâsına inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar atamıyacağını biliyorduk.

Fakat nasıl haber almalı idi?

Bütün günümüz, âdeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten kesilmiştik. Zırhlıları ile, tümenleri ve alayları ile Birinci Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul'un sularında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen bir isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.

Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı, biz, taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk.

Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremiyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 Harbinde Pilevne, 1912 Harbinde Edirne, sonra da Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberi ile, merakımız biraz azalsa bile, kaygımız ateş gibi yanıyordu.

Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.

- Taarruz sökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak.

Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı, halk güvenini arttırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu, bir edebiyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?

Mustafa Kemal'e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile...

Akşam üstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada'ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir Ağustos akşamı... Köpüklü, uyanık ve neşeli bir deniz. Güverte, tıka basa dolu... Türkçe konuşmıyanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç, bizi yıkmaya yeterdi. ''Ne olmuştu?'' diye sormaktan korkuyorduk.

Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde de hafifletmiye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir hâlde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevres Antlaşmasından daha iyi olurdu.

Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş...

Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşam üstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.

Türkleri Büyükada Yat Kulübü'nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar, o akşam cezalarını çekmişlerdir. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal'in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyordu. Ada sokakları, çoluk çocuğun çığlıklariyle geçilmez bir hâle geldi.

Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arıyarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

Bütün Türkleri, yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışsız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?

Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş...

Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmî tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir'e iniyormuşuz.

Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.

Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmiyeceğim.

Konuşmak için dilim, yazmak için kalemin tutuldu. İkdam'daki Yakup Kadri'yi aradım, ilk vapurla İzmir'e gitmeyi teklif ettim.

Tuhaf şey: İzmir'in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde artık sevinme gücü kalmamıştı. Gönlümüz, uzun ve derin uykuya dalmış gibi idi. Bir hastanın başında günlerce beklemekten sonraki yığılıp kalmaya benzer bir uyku... Hatta daha fazla ağlamalı bir hâl... Bir akşam önce şampanya bayramı yapanların yüzlerindeki unulmaz yası gidip görmek düşüncesinden bile sevinmiyorduk.

Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı'nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu'nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.

''Akşam''ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ''Elhamdülillâh, İzmir'e kavuştuk!'' Kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu. Galata rıhtımı üzerinde kamçısı ile selâm marşını susturan beyaz atlı Franchet d'Esprey, o korkunç hayal, sanki bir operet sahnesinden kalma hoş bir hatıra idi! Doğrusu, daha fazla Dolmabahçe'ye gidip Vahideddin'i görmek istiyordum. İçimdeki tek zulüm hevesi bu idi.

Vahideddin'i göremedim. Fakat sonradan ilk Meclisten kalma bir dostum, Muhiddin Baha, bana bir Ankara hikâyesi anlattı. Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Mecliste bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş. Mustafa Kemal muhaliflerden biri:

- Yahu nedir bu hâlin? diye sormuş. Öteki dudaklarını sıkarak:

- Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir'i bize vereceklerdi. Nesini büyültüp duruyorsunuz? diye çıkışmış da!

Sonra da:

- Yunanlılardan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal'den nasıl kurtulacağız? demiş.

Evet, muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal'in göğsüne saplanamaz mıydı?

Doğu böyledir, dostlarım, Doğu'da kin, kolayca hiyanete kadar götürür. O gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün hatırasını söndürmeye uğraşmakta değil midirler? Doğu kini, vicdanları saran bu kanser... Kanserlerin en habis soyu!

***

O umulmaz günleri daha fazla canlandırmak için size gündelik notlarımdan bir özet sunuyorum:

24 Ağustos - Gazeteler, Fethi Bey'in Londra'daki şerait ve teklifatından bahsetmektedir. ''Lifild'' ajansının bir tebliğine göre, Llyod George Mart teklifleri reddedildiği takdirde bu tekliflerin istikbal için keenlemyekûn addedileceğini Türklere bildirecektir. ''Akşam'' gazetesinin bir başlığı: ''Konferansa ne zaman davet edileceğiz?''

25 Ağustos - Venedik'te aktedilecek konferans hakkında henüz hiçbir tebliğ olmamıştır. İngiliz sansürü tarafından bazı şartları silinen bir havadise göre konferansa aynı zamanda Ankara hükûmeti ve Bab-ı âli davet edilecektir. Bab-ı âli delegelerine ya İzzet veya Tevfik Paşa riyaset edecektir.

26 Ağustos - Her gün olduğu gibi, gazetede çalışıyoruz. Henüz Çatalca üstüne yürüyen Yunan tümenlerinden kaygı içindeyiz. Bir rivayete göre, eğer biz son teklifleri reddedersek, Yunanlılar İstanbul'u alacaklar. Bütün umut Fransız işgal ordusunun dayatışına bağlıdır. Henüz saray, Bab-ı âli ve hepsinin üstünde Kroker Oteli'nin(1) saltanatı var. Rum ve Ermeni sansürlerinden geçirebilmek için yazılarımızı bin dikkatle yazıyoruz.

Ankara yolcularından hazırlık ve harp haberleri alıyoruz. Bu haberlere kendilerinin de inandığı yok. Fakat hemen herkesin kafasına şu ''fikr-i sabit'' yerleşiyor: Bu sonbaharda eğer Ankara iyi kötü bir harekette bulunmazsa, kışın Anadolu'yu tutmak mümkün değildir. Ordunun siperler içinde bir kış daha geçirmeye tahammül edeceğinden şüphe ediyoruz. Usanç umumîdir. Zafer kelimesi, ancak politika edebiyatının ağzında. Selâhiyet sahibi zannettiklerimizin hemen hepsi bizim bir taarruz teşebbüsümüzün cinnet olduğu kanatindedir. Sonra öğrendik ki, Ankara'da iç durum daha başka türlü değildi. Zafere iman etmiş olanlar orada da ekall-i kalil idiler.

''Ne yapacağız?'' Hepimizin dilinde bu acı soru var, saat on bire geliyor. Arkadaşlarımızdan biri odadan içeri girdi, yüzünde sır taşıyanda görülen bir acayiplik göze çarpıyor:

''Size Hilâl-i Ahmer'den bir havadis getiriyorum, fakat son derece ihtiyat ile yazalım, doğru çıkmayabilir,'' dedi. Havadis şuydu: ''Bugün öğleyin şehrimizin salâhiyettar menabiinde Kocaeli bölgesinde Türk ordusu tarafından harekât-ı mühimme-i askeriye icrasına başlandığı söylenilmekte idi. Vakit geç olduğundan dolayı bu harekâtın bir taarruz mukaddemesi mahiyetinde olup olmadığını tahkik edemedik. Havadisimizin mevsukiyetine itimat etmekle beraber, karilerimizin tebliğ-i resmîlerimize intizar etmelerini tavsiye ederiz. Haber doğru ise, Allah ordumuzla beraberdir, neticeye itminan ile muntazır olabiliriz.''

Ve tam altında Ajans Röyter'in bir tebliği: ''Delegeler Venedik'te ya Saray-i Kralîde yahut Lido adasında toplanacaklardır.''

27 Ağustos - Roma'dan bir küçük telgraf var: ''Menderes vadisinde Türk ileri hareketi teeyyüt ediyor.''

Atina'dan gelen başka bir telgrafta deniyor ki: ''Türkler vakıa cephenin bazı noktalarında kuvvetsiz müsademelere teşebbüs etmişlerdir. Bu faaliyet ehemmiyetsiz müsademeler mahiyetindedir.''

Hilâl-i Ahmer'den, Fransız çevrelerinden, her taraftan tahkik ediyoruz. Muhbirler havadissiz dönüyor. Akşama kadar öldürücü bir merak içindeyiz. Havada asabiyet var.

28 Ağustos - Anadolu, telgraf ve posta muhaberatını kesmiştir. Motörler ve kayıklar Anadolu ile İstanbul arasında münakalâttan men olunmuştur. Ve ilk doğru haber: ''Ordumuz Afyonkarahisar cephesinde Yunan hatlarına taarruz etti.'' Yunan tebliği ise mütemadiyen muvaffakıyetsizliğimizden, geri çekildiğimizden, bazı köyleri birer müddet işgal ettiğimizden bahsediyor.

Istırap içinde eziliyoruz: ''Muvaffak olmazsak, her şey bitti, değil mi?'' Bu soruya herkes: ''Evet!'' cevabını veriyor. Ya Mustafa Kemal Paşa? O nerede? Her hâlde taarruzu bir maksada veriliyor. Bazıları diyorlar ki: ''Meclisteki muhaliflerden o kadar bıktı ki herçebadâbat bir harekete geçti.'' Bu ''herçebadâbat'' sözünü ise bir türlü yakıştıramıyoruz. Muhakkak bir bildiği, bir düşündüğü var. Fakat nedir? O sırada bir lâhza onun beynindeki esrarı anlamak için, canımızı vereceğiz. İstanbul'u taarruzun muvaffakıyetinden sonraki sevinçten ziyade, bir rica'atten sonraki facialar işgal ediyor. Sokakta ecnebî askerlerini bizi yemeğe hazırlanan canavarlar gibi görüyoruz.

29 Ağustos - Anadolu hâlâ susuyor. ''Akşam''da rivayet kabilinden bir havadis: ''Bir habere göre askerlerimiz Afyonkarahisar'a girdiler.'' Fakat altında meseleyi açıklıyoruz: ''Bu sabah telgrafhane hiçbir malûmat almamıştır. Yunanlılar da öğleye kadar hiçbir tebliğ vermediler.''

30 Ağustos - Anadolu tebliğleri karanlık içinden ilk ışıkları getirdi. Dört sütun büyük başlıkla şu havadisi veriyoruz: ''Ordumuzun sol cenahı düşmanın bir seneden beri tahkim ve tel örgülerle takviye ettiği üç sıra siperden mürekkep müstahzar mevazii tamamen zaptederek süngü hücumlariyle Afyonkarahisar'a girmiştir. Esirler ve ganimet pek çoktur.''

Rivayet istediğiniz kadar: Eskişehir'i zaptetmişiz, Bilecik boğazı ateşimiz altında imiş. Bir akşam gazetesi bizi fersah fersah geçiyor, hatta Uşak'ın alındığını bile yazmak gayretkeşliğine düşüyor. Aramızda şöyle konuşuyoruz: ''Anlaşılıyor ki Uşak-Bursa hattını alacağız. Şimdiden meseleyi bu kadar büyütmeye ne lüzum var? Ahali muvaffakıyetimizin derecesini ölçmek imkânlarını kaybedecek...'' Bu gazetenin havadisleri hayalî, buna şüphe yok ve biz meslek adına onun bu yaygarasından sıkılıyoruz. Meğer o gün Yunan ordusu artık yokmuş, gerçek Akşam uydurucusunun hayalini bile geride bırakmış. Meğer o gün İzmir'e doğru yürüyormuşuz.

31 Ağustos - Sönük bir gün, son havadis şu: ''Taarruzumuz olanca şiddetiyle berdavamdır. Yalnız henüz resmî haberler gelmemiştir.'' Gönlümüz kararıyor. Acaba bir bozguna mı uğradık?

Ertesi sabah zafer haberleri birbirini kovaladı. Gazeteleri sormayınız, hepsi başlık halinde çıkıyor: ''Yunanlılar Dumlupınar meydan muharebesini kaybettiler. Kahraman ordumuz mağlup Yunan kıt'alarını Uşak'tan evvel yakalamış ve kısmı küllîsini imha derecesinde bir hezimete uğratmıştır. Eskişehir istirdat (geri alınmıştır) edilmiştir. Mukaddes Bursa'nın istirdadı haberine anbean intizar ediyoruz.''

Fakat henüz izah edemediğimiz bir nokta var: Bizim tebliğlerimiz pek ihtiyatlı geliyor. Erkân-ı Harbiye'nin sükûtunu bir türlü anlıyamıyoruz. Bu son mübhemiyet (belirsizlik) günlerinde, galiba eylülün biriydi, akşam üstü adaya gidiyordum. Vapurda büyük bir Rum kalabalığı vardı. Eski yeisleri gitmiş, bir şeyler konuşuyorlardı, gülüşüyorlar, bize garip bir tarzda bakıyorlardı. Merakla soruşturdum, acaba anî bir müsibete mi uğramıştık? Arkadaşlarımdan biri, çeneleri kilitlenmiş, yanıma sokuldu, kulağıma eğilerek: ''Güya bozulmuşuz. Uşak'ta Mustafa Kemal Paşa'yı esir almışlar.''

O dakika nasıl ölmediğime hayret ediyorum. Geceyi nöbet içinde kendini kaybeden bir ağır hasta gibi, hezeyan içinde geçirdim. Sabahleyin matbaaya can attık; kimimiz Hilâl-i Ahmer'e, kimimiz Beyoğlu'na koştuk. Şehirde büyük yağmurlardan önceki boğucu hava vardı, nefes alamıyorduk. Hilâl-i Ahmer Ankara'ya sordu. Akşama kadar heyecan ve ateş içinde dolaşıp durduk.

Nihayet Hilâl-i Ahmer'e bir şifre geldiğini haber verdiler. Bu şifre âdeta Türk tarihinin anahtarı idi. Gittik, şu haberi okudular: ''Yeni Yunan Başkomutanı General Trikopis, Erkân-ı Harbiye Reisi, Levazım Reisi, Onüçüncü Fırka Kumandanı 2 Eylül akşamı Uşak civarında esir edilerek Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin karargâhlarına gönderilmiştir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri esirlerine nezaketle muamele ederek yeni Başkomutanı mukadderatın bu cilvesinden dolayı teselli eylemiştir.''

Güya havadisi gizli tutacaktık, Ankara'nın tembihi böyle idi. Mümkün olsa gazeteyi bir tarafa bırakıp tellâl gibi sokaklarda bağırırdık. Susmak ve saklamak mümkün mü idi?

Nihayet ''Akşam'' gazetesinin matbaa pencerelerinden, sokakta çıldırmış gibi, saçlarını yolan, göğüslerini döven, yerlere yatarak çırpınan halka dağıttığımız sayılar ve bütün sayfayı dolduran klişe: ''Elhamdülillâh, İzmir'e kavuştuk.''

Başkomutan ilk günü beyannamesini şu cümle ile bitirmişti: ''Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!..''

Ve son gün-ü hâdiselere şu cümle ile nihayet veriyordu: ''Akdeniz hedefine varıldı.''

***

Bir gün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:

- Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz? diye sordu.

Olabilecek şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

- Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü? diye sordu.

Adamcağız yüzüne baka kaldı:

- Fakat paşa hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya... dedi.

- Benimle olmaz, beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.

Komutanı, subayı, eri, çetesi, köylüsü, Mustafa Kemal hepsinin temsil ettiği Türk fedakârlığının başında idi. 1918 Türkiyesinin şartları içinde, sırtı sıra birbirinden beter üç harpten çıkan, başındakilerin akılsızlığı ve maceracılığı yüzünden milyonlarca evlât, vatanlarca toprak veren, ölü çocuklarını yiyen çıldırmış analar, yolsuz, demir yolsuz, tekniksiz, medeniyetsiz bir memleketin bir ucunda Rus devinin, öbür ucunda yedi düvelin ateş dalgaları içinde eriye eriye tükenen bir millet, gene de harp edecek şevk bulur, gene de başındakilerin peşine düşüp, mandalarıyle top çekerek, kadınlarına gülle taşıtarak, don gömlek yirmi bir günlük meydan muharebeleri verir, âdeta eti ile istihkâmlara çarparak kaleler düşürür, bunsuz, böyle milletsiz Mustafa Kemal neye yarardı?

50 nci yıldönümünde bir heyetle ziyaretine gittiğimiz Hitler, o delice gururlu Hitler demişti ki:

- Mustafa Kemal, bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi, kendini kurtaracak vasıtaları yaratabileceğini isbat eden adamdır. Onun ilk talebesi Mussolini'dir, ikinci talebesi benim!

Bu millet, Balkan bozgunu içinde dünyaya gülünç olduğumuz zaman da aynı yiğitlerin milleti idi.

Mustafa Kemal onsuz olmazdı. Fakat 1919-1922'de o da Mustafa Kemal'siz ne olurdu?

Çanakkale harpleri sırasında, bir gün, bir İngiliz hücumunu kırmak için Mustafa Kemal'in askerlerine bir karşı taarruz yaptırması lâzım gelmiş. Emir vermiş. Durmuş, arkalarından bakmış. Siperden fırlayıp ölüme doğru akarlarmış. Hepsi ölecekmiş ve ölmüşler. Anlatırken gözleri yaşarırdı.

Sadrazam İzzet Paşa'nın kardeşi Esat Paşa'yı pek sayardı. O da süvari komutanı imiş. Bir an olmuş ki bu süvariyi düşman üstüne sürmek lüzumunu duymuş. Yüzde yüz ölüm. Esat Paşa'ya emir vermiş. Hiç tınmaksızın:

- Baş üstüne! demiş.

Mustafa Kemal:

- Galiba anlamadı! diye tereddüt etmiş:

- Ne yapacağınızı acaba iyice ifade edebildim mi? diye sormuş.

- Evet paşam, ölmekliğimizi emrediyorsunuz.

Sonra bu harekete sebep kalmamış. Esat Paşa ve süvarileri yaşamışlar.

Mustafa Kemal'in harp cephelerinde erleri onlar, komutanları bunlardı.

Ama bu kahramanlıkların hepsi, Viyana dönüşünden Sakarya tutunuşuna kadar, nice kafasız komutanların hesapsız harplerinde nice boş kafalı liderlerin bozuk politikalarında ziyan olup gitmemiş midir?

En iyi heykeltıraş, mermerini bulmalıdır. Çamur, kireç ve kerpiç, eser tutmaz.

***

Geliniz, yeni alınan İzmir'de Kordon üstündeki karargâhında Mustafa Kemal'i görmek üzere Galata rıhtımından vapura binelim. Yeni devletin kuruluşunda ve devrimlerinde, fırsat elverdiği kadar onunla beraber bulunalım.



Zafer Sonrası



Sanatı: Gazetecilik. Nereye gideceği: İzmir'e. 9 Eylül 338 (1922) tarihli yolculuk vesikam şimdi masamın üstünde. Arka sayfasında fesli resmim ve biri Fransızca, biri İngilizce iki vize var. Sözde kendi memleketimizdeyiz.

Yakup Kadri ile beraber Paquet kumpanyasının Lamartine vapurundayız. Ta Kadifekale'de Türk bayrağını görünceye kadar İzmir'e çıkıp çıkmıyacağımızı bilmiyorduk. Eğer bir gecikme olmuşsa, vapurda kalacaktık.

Limanda derin bir sessizlik. Zırhlıları ile, kruvazörleri ile, torpidoları ile İngiliz donanması orada. Fakat bir dev uyumuş da ürkütmemek için sanki hepsi birbirine: ''Sus!'' diyor. Lamartine vapurunun Akdeniz memleketlerine gidecek bütün yolcuları da içlerinden konuşmakta. Bazılarının sözlerini bakışlarından işitiyorum: ''Zavallı şehir, yine mi Türklerin eline geçti?''

Bir motörle neşeli birkaç Türk subayı geldi. Güvertede Yakup ile benim vesikalarımıza baktılar. İsimlerimizi de tanımış olmalı idiler. Hemen izin verdiler.

Rıhtım boyu kapı eşiklerine çömelen silâhlı askerlerle karşılaştık. Yüzleri güneş yanığı, üstleri başları toz içinde, hepsi taze zafer tütüyor. Fakat bir savaştan değil, bir trenden çıkmış gibi sade ve gösterişsiz bir hâlleri var:

- Ne yaptınız? diye sorsak, belki de:

- Hiç! deyip başlarını çevirecekler.

Boz esvaplarının büsbütün rengi atmış, sigara içiyor ve gelene geçene bakıyorlardı.

Önce Kramer Palas oteline gidip güçlükle üst katta bir oda bulduk ve eşyalarımızı bıraktık.

Otel yabancı ve yerli Hristiyanlarla dolu idi. Sonradan bize anlattıklarına göre Mustafa Kemal de şehre girince bu otele uğramış. Ne sırması, ne de önünde arkasında koşuşan generalleri ve subayları var. Dolu salona girmek isteyince, garson yer olmadığını söylemiş. Fakat müşterilerden biri tanıyıp da:

- Mustafa Kemal... Mustafa Kemal... diye bağırınca, kalabalık birbirine girer. İhtimal hepsi dağılacaklar. Mustafa Kemal kimsenin rahatsız olmamasını rica eder ve yanındakilerle bir masaya oturur. Garson mudur, otel müdürü müdür, artık kim önce koşup gelmişse birer kadeh içki istediklerini söyler ve sorar:

- Kral Kostantin hiç bu otele gelip de bir kadeh rakı içti mi?

- Hayır paşa efendimiz!

- Öyle ise neden İzmir'i almak istemiş? der ve İzmir'e girişinin ilk zevkli saatlerinden birini o masada geçirir.

Sokağa çıktık. Başında Ankara kalpağı ve uzun boyu ile Ruşen Eşref göründü:

- Mustafa Kemal Paşa'yı göreceksiniz, tabiî... Ben sizi götüreyim... Karargâhı hemen şuracakta, eski bir Rum evinde ... Neler gördük neler... Tarih olduk artık.

Rıhtımda bir yalının alt kat salonunda açık bir pencere: Başkomutanı yanlamadan görüyoruz. Tığ gibi bir asker, keskin, canlı ve yanık bir yüz... Karşısında ayak üstü selâm duran iki İngiliz subayı. İstanbul'da bir sözleri ile küme küme insanlar hapse giren, Malta'ya sürülen, evlerinden kovulan, kapı uşakları bile Osmanlı nazırlarından daha dik konuşan üniformalı İngilizleri Başkomutana put gibi selâm durur görmek, âdeta içlerimizi soğuttu. Bunlar büyük rütbeli subaylar imişler. Zırhlıları da nerede ise rıhtıma yanaşık...

Biraz sonra bizi âdeta sevinerek kabul etti. Refakat subayı Mahmut'tan daha sonra öğrendiğime göre ''Akşam''daki yazılarımın birçoklarını okurmuş. Gülerek İstanbul'dan haberler sordu. Acaba yenmiş olduğumuza artık inanmışlar mıydı? Zaferinin İstanbul'daki tepkilerini anlattık. Sonra:

- İsmet'in yanına gidelim, dedi. Sofaya çıkıp İsmet Paşa'nın bulunduğu bir masa etrafında toplandık.

Büyük yangın günü idi. Ateş mahalleleri sardıkça halk rıhtım üzerine koşuşuyordu. Bir iki saat sonra otele gitmeyi bile ihtiyatsız bulduk ve karargâhta kaldık. Bu evin sahibi son dakikada kaçmış. Mustafa Kemal'in de kaldığı yatak odasının başucu masasında bir açık kitap bırakmış: Bir Fransızın Mustafa Kemal aleyhine yazdığı eser!

Kalabalık arttıkça arttı. Bazan binlerce kişinin arasından bir çığlık kopuyordu. Bu çığlık, bir yaylım ateş gibi, kalabalığı sarıp kaplıyor, hava, boğuk seslerle kabarıp şişiyordu. Asker bir Yunan neferi olduğundan şüphelenip içlerinden birini yakaladı mı, gövdeden bir kol koparılmış gibi, önce bir kadın ağlayışı, sonra boğazları yırtan, alçala yüksele, dalgalana düzele sürüp giden bir haykırışma başlıyordu. Denize atılanlar, sandalla donanmaya sokulanlar vardı. Topların gölgesi altında Yunanlıları İzmir rıhtımına çıkaran bu donanma, şimdi, onlardan dönebilmiş olanlara, merdivenlere tırmanmak istedikleri zaman, uçlarına yangın ışığı vuran süngülerini çeviriyorlardı.

Yüreğim titriyerek eşsiz trajediyi seyrediyorum. Mustafa Kemal'in yalçın ve yırtılmaz sakinliğine bakıyordum. Bu saatlerde zafer bile ondan küçüktü.

İzmir yanmakta, şehrin içinden ve savaş boyundan akıp gelen Rumluk, ilk medeniyetlerin halkı, Ortaçağı Müslümanlarla beraber geçirerek, yurtlarında ve yuvalarında rahatça yaşıyan, İzmir'in ve Batı Anadolu'nun tarımını, ticaretini ve bütün ekonomisini ellerinde tutan, saraylar, konaklar, çiftlikler içinde ömür süren halk yirminci asrın yirmi ikinci yılında bir daha dönmemek üzere ayrılıp gitmek için bir tekne parçasına can atmakta idi.

Yangın yaklaştığı için yaverleri ve dostları telâşta idi. Mustafa Kemal, kendisine evden çıkmayı kim teklif etmişse terslediği için bize geldiler:

- İstanbul'dan yeni geldiniz. Belki sizi paylamaz. Bir de siz söyleseniz... dediler.

Kordon boyunu tıklım tıklım dolduran halk içinde birçoğu da esvap değiştiren Yunan askerleri ve subayları bulunduğunu biliyorlardı. Tehlikeyi biz de anlıyorduk. Fakat Mustafa Kemal'e akıl öğretmek için İzmir'e gelmemiştik.

Nihayet yangının kızıl ve korkunç dili, hemen önümüzdeki binaların çatılarını yakalamaya başladı. Çıkmak lâzımdı. Fakat nasıl?

Mustafa Kemal İzmir'e geldiği vakit, bir Türk evine misafir olmasını istiyen Lâtife Hanım Göztepe'deki aile köşkünü onun emrine vermişti. Mustafa Kemal oraya gidecekti. Biz de Kramer Palas yangın içinde olduğundan, Karşıkaya'da galiba Kral Kostantin'in kalmış olduğu bir eve yerleşecektik.

Bir kamyon dolusu askerle birkaç otomobil getirdiler, Mustafa Kemal açık arabasına bindi. Kamyon halkı güçlükle yarıyor. Mustafa Kemal'in arabası arkadan gidiyordu. Kamyon ve araba geçinceye kadar açılıp, sonra hemen dalgalar gibi birbirine kavuşarak halk arasından:

- O... O... ve korkarak:

- Mustafa Kemal... sesleri çıkıyordu.

Ağır yürüyen otomobile atılsalar, Mustafa Kemal'i kucaklarında boğarlardı. Fakat denize doğru kaçışıyorlardı. Panik nasıl bir korkudur, nasıl on binleri hiçe indirir, cesaretleri eritip akılları durdurur ve hisleri uyuşturur, gözümle görüyordum.

Yangın artık bir sele benziyen alevi ile denizi kaplayan filo arasında, on binlerce Rum, Ermeni ve Yunanlı içinden, Mustafa Kemal bir Tanrı iradesi gibi geçti, gitti.

***

Karşıyaka'daki evimize gittik ama, üstümüze giymiş olduklarımızdan başla hiçbir eşyamız yoktu. Kramer Palas gerçi çok sonra yandı, fakat oraya kadar sokakları sökebilmek ihtimali yoktu.

Yangın, sonuna kadar yaktı ve doyarak dindi. Göztepe'de Mustafa Kemal Paşa'yı görmeye gidiyorduk. Arka caddeler atılan şapkalarla âdeta kaldırımlanmış gibi idi. Esirler geçiyordu. Durup dururken ikide bir:

- Yaşa Mustafa Kemal yaşa... diye bağırıyorlardı. Bunlar İzmir'e girdiklerinin birinci günü Şehit Fethi'yi:

- Zito Venizelos... diye bağırtmak için süngülemişlerdi.

Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte ordu Komutanı Nureddin Paşa'nın hayli marifeti olduğunu da söyliyenler çoktu. Atatürk'ün Nureddin Paşa'yı eskiden beri sevmediği ''Nutuk''unda görünür. Zafer sırasında birinci ordunun başında bulunması da tesadüf eseri idi. Ali ihsan Sabis'in atılışından sonra, Atatürk Ali Fuad ve Refet paşalara komutanlığı teklif etmiş, ikisi de ''kıdemsiz'' İsmet Paşa'nın emrine girmek hoşlarına gitmiyerek, reddetmesi üzerine Nureddin Paşa hatıra gelmişti. Kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini Harp Divanı'na verip mahkûm bile ettirmek istemişti. Bu kararın önüne geçmek için Mustafa Kemal'in ne kadar uğraşmış olduğunu ''Nutuk''tan öğreniyoruz. Nureddin Paşa'nın biri İzmir'de biri İzmit'te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah (tiksinme) içinde bırakmıştır. Bunlardan biri İzmir metropolidi Meletyos öteki de ''Peyam-ı Sabah'' yazarı Ali Kemal'dir.

Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: ''Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim (üzüldüğüm) şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harpleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihî vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamıyacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hristiyan veya yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmiyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon'dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affetmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.''

Nitekim İzmir zaferinin hemen arkasından bir Nureddin Paşa meselesi çıkacaktır. Zaferin bu en küçük hisseli adamı İzmir'e girer girmez şöyle bir vizita kartı bastırmıştı: ''Küt-ül-Amare muhasırı, Afyon ve Dumlupınar muharebeleri galibi, İzmir fatihi Nureddin Paşa.'' İzmir'de ilk buluştuğu adam da müftü idi. Nureddin Paşa kendisine bir vasiyetname bırakıyordu: Ölünce Kordon boyuna bir camii, bir de türbesi yapılacaktı. Fatih bu türbeye gömülecekti. Müftü, bir risalesi ile, biraz sonra irticaın bu sakallı ve azametli liderini bütün Türkiye yobazlarına takdim ettirmek üzere idi. İzmir'den İzmit'e gittiği zaman da, Çay'da komutanlara danışıldığı zaman:

- Yeni geldim, diye taarruz hakkında oy vermiyen bu adam:

- Ben Mesta-Karasu üstüne yürümek için hazırlanmıştım, beni burada tuttular, diyecekti.

***

Yakup Kadri, ben ve Asım Us, Bornova'da bir İngiliz evine yerleştik. Bornova karargâhların bulunduğu yer olduğu için, her gün İsmet ve Fevzi paşaları ve onlarla görüşmeye gelen Mustafa Kemal'i görüyorduk.

Bir gün bize uğradı:

"Ankara'dan arkadaşlarımız geldi, akşamı beraber geçirelim," dedi.

Göztepe'ye geldiğimiz zaman, Yakup Kadri ile beraber köşkte Lâtife Hanım'ın yatılı misafiri olacağımızı öğrendik. Bu münasebetle Lâtife Hanım'ın gerek o günlerde, gerek bütün evlilik devrinde Atatürk'ün fikir arkadaşlarına her zaman ne kadar nazik davrandığını söylemek isterim. Lâtife Hanım'ın ayrıldıktan sonra dahi Atatürk'ün hatırasına karşı gösterdiği pek faziletli bağlılık birçok kimselere ders olabilecek bir asillik örneğidir.

Mustafa Kemal'in ilk sofrasında bulunacaktık. Holde toplandıktan biraz sonra, arkasında beyaz bir Kafkas gömleği ile merdivenden indi. Bu kemerli gömlek, pek ahenkli bir endam ister. Mustafa Kemal, ince, zarif ve güzel bir erkekti. Kahramanlık şanının, o günlerde, bu güzelliği nasıl cazibelendirmiş olduğu da kolay anlaşılabilir.

Şimdi onun şahsiyeti ile tanışmak fırsatı idi. Derin bir merakla bütün sözlerini ve jestlerini izliyordum. İlk öğrendiğim şey kuvvetli ve yanılmaz hafızası oldu. Bir aralık:

- Müsaade eder misiniz, sizi ilk önce nerede görmüş olduğumu anlatayım, dedim.

Hemen bakışı şehlâya kayarak:

- Hacı Adil denen vali Dimetoka'da biz onu karşılamaya geldiğimiz vakit, arabasına Fethi Bey'i almalı idi. Siz nihayet bir gazete muhabiri idiniz... dedi.

Şaşa kaldım.

Dikkatime çarpan ikinci özelliği konuşma zevki ve merakı ile renkli, neşeli ve sade anlatış üslûbu idi. Mustafa Kemal, bizim nesle, yazarken Namık Kemal'i, konuşurken Yahya Kemal'i hatıra getirirdi. Sohbetler ve meclisler adamı olduğu belli idi. Daha ilk geceden bir eski arkadaş kadar yakınlığını hissediyorduk. Fakat bir bakışı, veya sözü ile, aramızdan kendi istediği kadar uzaklaşıp ayrıldığı da seziliyordu. Bu iki adam sonuna kadar iç içe kalmıştır. Çocukluğundan beri arkadaşlık ettikleri dahi pek samimî gece âlemlerinin ertesinde, biraz çekingen davrandı mı, onunla henüz tanışanların duraksamasını duymuşlardır. O gerçekte büyük görev ve mesuliyetler adamı idi. Bu gerçek şahsiyeti, eğlence akşamlarında bile, çok defa, bütün gece yanından ayrılmamıştır. Zihni, daima, bir düşünceye takılı idi. Birine ham ervahlarca "sefih" adı konan iki adam birbirinin ömrünü kısaltmıştır: Fakat dalgalar gibi köpürmeksizin durmayan o mizaç, tehlikeli de olsa, iyi ki böyle bir denge kurabilmişti.

Sevmek mi, acımak mı, diye bir bahis açtı. Metotlu felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve "zikir"sizdi. Ama sık sık derine inen bir felsefî düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmî bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi. Sevmek mi, acımak mı? O geceki tartışma sırasında, ilk defa, bu yalçın savaş ve pek hesaplı politika adamının dünyalı ve insan tarafını görüyordum. Bu, şimdiye kadar bana tamamiyle yabancı idi.

Neslinin kurmayları gibi, Türkçe edebiyattan, tercümelerden, nizamsız sırasız, fakat türlü yayınlardan hırs ile faydalanmaya çalıştığına şüphe yoktu. Sonra bu kuşaktan olanlar genç yaşlarında düşündürücü, vaktinden önce olgunlaştırıcı çok şey görmüşlerdir. Mustafa Kemal de, 1908'den önce Şam'a sürülmüştür. "Hürriyet" cemiyetini kurmuştur. Selânik'te İttihatçıdır. 31 Mart'ta, Bingazi'de, Çanakkale'de, Rus cephesi karşısında, Suriye ve Filistin savaş cephesinde, her yerde vardır. Yüksek askeri öğrenim, kafasını anlayışlara ve görüşlere hazırlamıştır.

Gene o gece ilk defa türküler söylediğini işittim. Mustafa Kemal vals oynayanların ve bir ataşemiliterlikte musikili salon toplantılarında bulunanların alışabileceği kadar Frenk musikisine bağlı, alaturka musikide ise makamları ayırabilecek kadar bilgili idi. Sesi mat, yavaş, tatlı ve cazibeli idi. Bilhassa Rumeli türküleri söylerken, derin ve onulmaz bir gurbet ve sıla acısı gözlerinde yaşarırdı. O vatanı unutmaz, kaybettiğimiz Rumeli ve Makedonya topraklarının kır kokularını alır gibi, su ve çıngırak seslerini duyar gibi bakışları uzaklaşa uzaklaşa süslenir, bizim içinde olmadığımız hatıralar içine karışır giderdi. İyi vals ettiğini sonraları gördüm. O akşam zeybek oynadı. Oyunu efekâri ve kibardı. Bazı jestleri hiç yapmazdı. Bu bir alafranga değil, bir Batılı, bir alaturka değil, bir Türk idi.

Gün ağarırken uyuduk. Öğlenin geç bir vaktinde yemek masasında buluştuk. Dün geceki ahbabımızla değil, karargâhındaki Başkomutanla konuşuyorduk. Yakup'la bana birçok şeylerden bahsetti. Hemen görülüyor ki, zafer ve İzmir, işlerinin sonu değil, başlangıcı idi.

- Yeni Mecliste sizinle arkadaşlık edeceğiz, dedi.

O gün Yakup'la bana uzun birer mülâkat verdi. Mülâkatı askerî ve siyasî ikiye ayırarak "Akşam" ve "İkdam" gazeteleri için paylaştık. Yazıda oldukça ağdalı bir Osmanlıcaya meraklı olmakla beraber, düşüncelerini pek iyi toparlıyarak kolay ve pek insicamlı konuşuyordu. Kuvay-ı Milliye Meclisinin kürsüsünde hatiplik idmanlarını tamamlamıştı. Bu mülâkatta bize, yendiğimiz Yunan ordusunun, bu devletin o zamana kadar çıkardığı en kuvvetli ordu olduğunu söylemiştir: "26 ve 27 Ağustosta yarma hareketi ve 28, 29 ve 30 Ağustos meydan muharebesi de içinde olmak üzere ordularımız on beş günde dört yüz kilometre yol aldılar. Piyade ve süvarilerimiz İzmir'e kavuşmak için birbirleri ile âdeta yarıştılar. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları suya aksederken, piyadelerimiz Kadifekale'ye Türk bayrağını çekiyorlardı. Hatıramda aldanmıyorsam, büyük orduların yürüyüş ölçüsü yirmi, yirmi iki buçuk kilometredir. Askerlerimiz bütün rekorları kırmıştır."

Ölü, hasta, yaralı, bizim kaybımız on bin kişi idi. Yunanlılar yalnız yüz binden fazla ölü bırakmışlardı.

***

Limandaki İngiliz donanması, Mustafa Kemal'i rahatsız etmekte idi. Yirmi dört saatte sularımızdan çıkması için amirale mektup göndereceği vakit, her zamanki zayıfların bir daha yürekleri oynadı: İşte şimdi başımızı belâya sokacaktık. İngilizlerle harbe tutuşacaktır.

İyi bir komutan, elindeki imkânların tam verimini alabilmelidir. "Basiret", "tedbir" ve "itiyat" denen şeyler, iyi bir komutanı bu tam verimi almak için aklını, sanatını ve iradesini kullanmaktan alıkoymak için değil, bu haddi aşmaktan korumak için gereklidir. İyi bir komutan, sade nerede duracağını değil, nereye kadar gideceğini de bilmelidir. Mustafa Kemal'in etrafında, Erzurum'dan beri, onu her ileriye girişten önce tutmak ve gidip varınca durdurmak isteyenler eksik olmamıştır.

Birçoğu iyi niyetli orta adamlardı. İyi niyetli olmayanları da vardı.

Kimine göre İngiliz filosunun İzmir limanında kalmasına ses çıkarmamalı idi. Kimine göre İstanbul üzerine yürüyüp İtilâf devletlerinin kara ve deniz kuvvetlerini hiçe saymalı idi. Mustafa Kemal ne onu, ne bunu yaptı.

Yirmi dört saat bitmeden İngiliz donanmasının limandan çıkıp gidişini seyrettik.

Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığından İstanbul'a dönüp de düşman donanmalarını limanda gördüğü vakit yaveri Cevat Abbas'a:

- Geldikleri gibi giderler... demişti.

Geldikleri gibi gitmişlerdi.

İstanbul'daki Fransız Yüksek Komiseri General Pellé de bu sırada İzmir'e geldi. Ak saçlı, vakarlı bir askerdi. Göztepe köşkünün bahçesinde idik. Merdivenlerden çıkarken, pek sade kıyafeti ile Mustafa Kemal'i görünce sendelediğini hissettik. Bu zaferin ne demek olduğunu bilen general, kim bilir nasıl bir Şarklı komutan göreceğini tahmin etmiştir? Kendisi sırmasız, gösterişsiz, saf saf adamsız, mütevazı bir ev sahibi ile karşılaşıyordu.

General gemisine dönünce bizi yanına çağırdı:

- Ordularınızı durdurunuz, diyor. Muzaffer ordularımızı daha uzun müddet nasıl tutabilirim? Çabuk mütareke yapılmalıdır, dedim. Acele İstanbul'a gidecek...

Sonra güldü:

- Bizim muzaffer ordular... Nerelere dağıldıklarını pek iyi bildiğim yok. Bir toplanmaya kalksak kim bilir ne kadar zaman geçer? dedi.

Bütün orduları bir yumruk gibi sıkıp Yunan ordusunun başına indiren bu komutan, şimdi de:

Mütareke olmadan tek bir Türk jandarmasını Trakya'ya geçirmem, diyordu.

Hesapsız ve lüzumsuz, "Bir tek Türk'ün hayatını tehlikeye sokmamak" davasından ömrünün sonuna kadar şaşmayacaktır.

Ömrünün sonlarında Hatay meselesinde bir başka sözünü duymuştum. Atatürk bu mesele yüzünden uykusuz, sinirli gibi. Rasladığı elçilerle tartışır, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu yerlerde ecnebi sefaretlerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam sofrada vaktiyle Hariciyede de bulunan bir arkadaşı:

- Paşam, niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen yollasanız Hatay'ı alırsınız. Renani'de Alman olup bitenlerini kabul eden Fransızlar, Suriye'nin bir sancağı için sizinle muharebe mi edecekler? dedi.

Öfke ve siniri dalga gibi dinerek, sesi yavaşladı:

- Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam, Hatay'ı alabiliriz. Renani'de Almanlarla muharebe etmeyen Fransızlar da Hatay için muharebe açmazlar. Fakat ya bu sefer haysiyetlerine dokunup karşı koyacakları tutarsa?

Sual sorana dönerek:

- Ben bir sancak için altmış şu kadar Türk vilâyetini tehlikeye sokamam, dedi.

***

General Pellé'nin ziyaretini iade edecek miydi? Bunun için gemiye gitmesi lâzım olduğunu söyleyince:

- Ben gemiye gitmem, diye cevap verdi.

Ne olur ne olmaz, ayağı karada ve kendi vatanının karasında olmalı idi. Tuhaftır, son yıllarında Sovyet sefaretindeki bir hâdiseden sonra, Stalin'in kendisi ile Kırım açıklarında bir gemide görüşebileceği söylendiği vakit aynı cevabı vermiştir. Irak Kralının ve İran Şehinşahının ziyaretlerini de iade etmek niyetinde değildi. İhtilâlciler, kendi elleri altında olmayan şartlara emniyet etmezler.

Bornova'da rasladığım Nureddin Paşa, kendi de "Akşam" gazetesine bir mülâkat vermek istediğinden, beni şehirdeki dairesine çağırdı. Gittim, iyi karşıladı ve ikram etti. Sonra tam bir medreseci üslubuyla, neler yaptıklarını sayıp döktü. Bunları yazabileceğimi sanmasına şaştım. Eğer söyledikleri bir yabancı konsolosunun raporunda çıksaydı, hemen yalanlamak için hükûmet ve gazeteler hep bir olurduk.

Hayal bu ya, eğer taarruzun son günlerinde Mustafa Kemal ve bir iki arkadaşı kazaya uğrayıp da, İzmir fatihliği tacı böyle bir komutanın başında kalsaydı, diye de içimden bir ürperti geçer.

***

Mudanya'da bizim mütareke heyetimizin Başkanı İsmet İnönü, İngiliz ve Fransız heyetlerinin başkanları General Harington ve Charpi idi. Bu arada Çanakkale çevresinde tehlikeli bir olay geçti. Süvarilerimiz tarafsız bölgeye geçerek, silâh atmaksızın, İngiliz siperlerine girmişlerdi. İngiliz hükûmeti oraya yeni birlikler göndermesi, Mustafa Kemal'in müttefikleri İstanbul'dan çıkarmasına karşı kuvvet kullanması için General Harington'a 15 Eylül 1922'de emir verdi. Churchill de Dış Bakanlığına sormadan, 16 Eylülde sert bir bildiri yayınladı. Bu bildirinin ilk tepkisi Çanakkale Anadolu yakasındaki Fransız ve İtalyan birliklerinin, Türklerle çarpışmamak için, geriye alınması olmuştur. Londra'da o kadar sinirli bir hava esiyordu ki İngiliz kabinesi Lord Curzon'un muhalefetine rağmen 29 Eylülde General Harington'a kendi tarafından tesbit edilecek kısa bir zamanda Türkler tarafsız bölgeden geri çekilmezlerse ateş edilmesini bildirdi. İngiliz kabinesi çarpışmanın başladığı haberini bekliyerek toplantı halinde idi. General Harington ateş emrini saklamış ve Mudanya mütarekesinin bitirilmesini sağlamıştır.

Mütareke görüşmeleri üç gün sürmüştü. Bizim baş delegenin:

- Türkiye'yi ne zaman boşaltacaksınız? Sorusu üzerine görüşme kesilmiş, Fransız delegesi:

- Herhangi bir zamanda boşaltmaya karşı değiliz, cevabını vermişti.

Harington biraz mühlet istedi:

- Türk ordusu daha yirmi dört saat müsaade etsin! dedi.

Sonra on beş gün içinde boşaltılacağı haberini getirdi.

Halide Hanım, Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Asım Us ve ben batı Anadolu üzerinden Bursa'ya giderek Yunan zulümleri üzerine belgeler toplayıp yazmayı kararlaştırdık. Yakup Kadri ile bana birer asker kaputu verdiler.

Bu yazılar "İzmir'den Bursa'ya" adlı bir kitapta toplanmıştır. Henüz çürümiyen cesetler ve neredeyse henüz tüten yangınlar içinden geçiyorduk. Yakup, külleri savrulan Manisa'ya, cetlerinin şehrine iki eli böğründe baka kaldı. Yunanlılar, çekilişlerinde, yok edici bir tahrip yapmışlardı. Yanmayanlar, vakit bulup da yakamadıkları, yaşayanlar, fırsat bulup da öldüremedikleri idi. İki millet arasında yalnız birinin arta kalacağı bir boğazlaşma geçmiş olduğunu görüyorduk. Batı Anadolu'yu Türkler için oturulmaz bir çöle çevirmek istiyen Yunanlılar, gerçekte kendi ırklarının, mitoloji masallarından son tarih günlerine kadar, bu topraklardaki yaşayışlarına son vermişlerdi. Rum halk köklerine kadar sökülüp atılmakta idi. Onlarla beraber İzmir'in, bütün batı Anadolu'nun her türlü ekonomisini de köklerinden söküp atıyorduk. Bir merkezde kasabalılar bize gelmişler:

- Arabamızı tamir ettiremiyoruz, giden Hristiyanlardan sanat sahibi olanları geri göndertseniz... demişlerdi.

Yanmamış yerlerde çarşılar kapalı idi. Ticaret ve iyi tarım onların elinde olduğundan, Türkler alışmadıkları bir hayat tarzını yeni baştan kurmaya mahkûm idiler. Bu yeni hayat, yangın yerlerinde külden ve sıfırdan, ateş görmiyen yerlerde kapalı ve boş dükkânın açılmasından başlıyacaktı.

Yuvaları yanan, veya baba analarını, ya kardeş veya çocuklarını kaybeden halk, öfkeden ve kinden o kadar çıldırmıştı ki ellerinde balta ile esir kafilelerinin peşine düşüp:

- Hiç olmazsa birini verin, öldüreyim! diye yalvaran kadınlar görülüyordu. Hâlbuki Anadolu halk kadınları ne de yumuşak yürekli ve merhametlidirler!

Rauf Bey (Orbay) Ankara'da Refet Bey'i (Bele) de çağırarak bir görev vermesini Mustafa Kemal'den istemişti. O da Refet'i İstanbul'a girecek kuvvetlerin başına geçirmeye ve Ankara'nın İstanbul temsilcisi yapmaya karar verdi. Biz yolda kendisine rasladık, son durumun ne olduğunu sordu:

- İstanbul üstüne yürüyorlar mı?

- Hayır, Mudanya'da mütareke görüşmeleri yapacaklar.

- Şimdi her şeyi kabul ettiler, cevabını verdi. Refet değişmeyecekti.

Yanmıyan yerleri dolaşarak sevinç içinde Bursa'ya kavuştuk. Bu sanat ve tarih şehrinin yangın görmemiş olması, zaferin başlıca zevklerinden biri idi. Bursa değerini ölçemediğimiz kadar Türktür. "Değerini ölçememek" sözünü boşuna söylemiyorum. Onun semtlerine bile çimentodan galata parçaları yapıştırıp durmuyor muyuz?

Bursa'da valinin yanında bir toplantıda bulundum. Ankara'dan gelen pek uyanık fikirli bir iki milletvekili de vali ile beraberdi. Mustafa Kemal'i karşılama programını hazırlamakta idiler. Birinci madde, "Sultan Osman'ın türbesini ziyaret" idi.

- Mustafa Kemal'in bu ziyarette bulunacağını zannetmiyorum, dedim.

Şaşarak yüzüme baktılar. Hamdullah Suphi, ki şaşanlar arasında idi, Mustafa Kemal'i Kuvay-ı Milliye yıllarında pek yakından tanımıştı. Biz ise bir görüşte Mustafa Kemal'in İstanbul'a giderek bir yeni padişahın sadrazamı olmıyacağını pek iyi biliyorduk. Hanedan, intihar etmişti. Ortaçağ'da olsaydık, Mustafa Kemal'e "biat edileceği ve hanedanın isim değiştireceği" zamanda idik. Yirminci asırda, çöken hanedanların yerine cumhuriyetler gelir. Mustafa Kemal'in devlet reisi olmaktan başka hiçbir şey olmasına ihtimal yoktu.

***

Bugünkü kuşak benim kuşağımın bir hikâyesini dinlemelidir.

"Beni karılarımla kızlarım öldürdü" diyerek son nefesini veren Sultan Mecid zayıf ve sönük bir padişah, yerine geçen Sultan Aziz bir yarı deli, ondan sonra gelen Sultan Murad bir tam deli, daha sonraki Sultan Hamid Yıldız tepesinden Boğaz'da bir geminin batışı gibi, devletin batışını seyreden bir kızıl müstebit, arkasından tahta çıkan Sultan Reşad arabası içinde gördüğümüz vakit utandığımız bir sarsak, sonuncusu da İngiliz zırhlısına binerek kaçan Vahideddin! Bizler bir padişah şerefi tatmak için asırlar gerisine doğru giderdik.

Bir münasebetle anlatacağım üzere hanedandan yalnız Yusuf İzzeddin Efendi'yi Edirne seyahatinde tanımıştım. "Tanin"e bir mülâkat verdirmek üzere beni vagonuna götürmüşlerdi. Kanepede sağ ayağını sol ayağının altına sokmuş, yarı bağdaş oturuyordu. Bir genç yazıcının bütün merakı ile bekliyordum:

- Ben o bunağa senet al, dedim, almadı, dedi.

Bunak, Sadrazam Kâmil Paşa idi. Balkan Harbi başladığı vakit büyük devletler, harbin sonunda statükonun bozulmasına izin vermiyeceklerini söylemişlerdi. Bunun manası eğer, biz yenersek Balkanlı Hristiyan devletlerden toprak alamıyacaktık. Veliaht, sözde, sadrazama: "Devletlerden senet al" demiş. O da almadığı için Rumeli'yi kaybetmişiz. Doğrusu ise, Kâmil Paşa Hürriyet - ve -İtilâfçı olduğu için, veliahtın "Tanin" gazetesinde İttihatçılara yaranmak isteyişi idi.

Sonra düşündü:

- Ben orduyu severim, gibi bir söz çıkarabildi.

Ne yazacağımı bilmiyordum. Meseleyi Edirne Valisi Hacı Âdil Bey'e anlattım. O veliaht hesabına bir mülâkat dikte etti. Sonradan gelen Enver Bey, bu mülâkatı okudu, o da bir şeyler ilâve etti. "Tanin"de çıkan yazı bu idi.

Bir Osmanlı prensini de, 1910 sularında İstanbul'un bir seyranlığında görmüştüm. Açık körüklü, yaldız tekerlekli, mavi atlas döşemeli bir fayton içinde hemen hemen sarı kostümlü, bıyıklarının iki ucu kozmetikten dimdik, arabacının yanında bir haremağası, genççe bir kadın gördükçe yarı beline kadar dışarı eğilen ve peşinden uzun fesli saray adamları koşan bir şehzade idi. Yaşım küçük olmakla beraber, bana pek gülünç geldi. Osmanlı tarihinde ilk kurucu ve savaşçı padişahların devrini okuyorduk. Bir Osmanoğlunun bu ilk görünüşünü bir türlü hayalime yedirememiştim.

Prenslerden birini de Direklerarası salaşlarının birinde, konferans, sinema, kanto, komik hep bir arada, Meşrutiyet günlerinin "şerefe veya menfaate", altı üstünü tutmaz bir toplantısında görmüştüm. Sessiz sinema filminde bir yabanî at terbiyesi sahnesi gösteriliyordu. Bir aralık locadan:

- Sokulma... Sokulma... Tepecek... sesi geldi. Prens, filmde çifteli ata yanaşmak istiyen bir terbiyeciye haykırıyordu. Karanlıkta hepimizin kulağı, ışıklar yanınca gözleri onda idi.

Hanedan ve prenslere dair başka hatıram yoktu. Biz bunları sevmiyorduk.

Bununla beraber hanedansız bir devlet şekli de akla geldiği yoktu. Çok çok, genç bir prenses yetiştirerek padişah yapmak, oğuldan oğula usulünü koruyarak, ihtiyar padişahlar devrine nihayet vermek gibi şeyler düşünüldüğünü duyardık.

Geçenlerde son halife Abdülmecid'in yaveri Yümnü Bey (General Yümnü), Mustafa Kemal'in o vakit veliaht olan bu prensi Anadolu'ya davet ettiğini yazdı. Hikâyenin doğru olduğuna şüphe etmiyorum. Ben de hatıralarını anlattığı sırada, İstanbul'da Harbiye Nazırı olsaydı, ne yapacağı üzerine konuştuğum zaman:

- Vakti gelince Anadolu'ya padişahı da beraber geçirirdim, demişti.

Hanedanın son talihi, Tevfik Paşa sadrazam iken, Mustafa Kemal tarafından Vahideddin'e Büyük Millet Meclisini tanıtmak teklifi yürütülemediği zaman kaybolmuştur. Eğer Vahideddin bu telifi kabul etseydi, Büyük Millet Meclisi hükûmetini tanımış olacaktı. İşgal kıt'aları hiç şüphesiz sarayı kuşatacaklardı. Padişah, zindan haline gelen bu saray içinde, ordunun ve milletin gözlerini ve gönlünü ayırmadığı bir mazlum ve kahraman hâlini alacaktı.

Anadolu'nun zaferinden hiç şüpheleri kalmadığı vakit hanedan adına Prens Ömer Faruk Anadolu'ya gelmek istemişse de, İnebolu'dan geri çevrilmiştir.

Hanedan devri sona ermişti!

Geçenlerde bana, Birinci Dünya Harbinden tanıdığım bir ahbap geldi. O vakitler, İttihat - ve - Terakki sürgünlerindendi. Mütareke devrinin saray ve Hürriyet - ve - İtilâf tarafını yakından ve içinden görmüş olanlardandır. Bana anlattığına göre Vahideddin, Mustafa Kemal'in gerçekten memlekette faydalı şeyler yapabileceğine inanarak onu Ordu Müfettişliğine yollamıştır. Padişah veliaht iken, Almanya'ya Mustafa Kemal ile birlikte gitmişti. Bu seyahat sırasında Mustafa Kemal Almanya'nın durumu ve gelecek hâdiseler üzerine ne söylemişse, sonradan olduğu gibi çıkmıştı. Vahideddin'in kendisine güvenmesinin sebebi bu idi. Enver ve arkadaşlarının aleyhinde olduğunu da biliyordu.

Hürriyet - ve - İtilâfçıların çoğu Mustafa Kemal'in Anadolu'ya gönderilmesini istememişler. Hele Zeynelâbidin, ki partinin pek nüfuzlu şahsiyetlerindendi, bir gün ahbabım kendisine:

- Ben Mustafa Kemal'i bir defa gördüm. Kendisiyle dostluğum yok. Fakat bozgunda Suriye'de idim. Devletin, ordunun ve herkesin ne yapacağını şaşırdığı o anarşi içinde bu komutanın ordusunu nasıl tuttuğuna ve ricati nasıl idare ettiğine tanık oldum, başkalarına benzemiyor, demesi üzerine Zeynelâbidin:

- Sen onun gök gözlerinin içine bak. Bir fırsat bulursa ne padişahlığı bırakır, ne de halifeliği... demiş.

Yine bir gün bu ahbabım, Süleyman Nazif, mütarekenin meşhur gazetecilerinden biri, bir de sonradan İstanbul'da nâzırlık ettikten sonra Anadolu'ya geçen bir dostları ile oturuyorlarmış. Mustafa Kemal'den bahis açılmış. Ahbabım aynı sözleri tekrarlamış. Gazeteci:

- Yahu bana randevu vermişti. Gidip de bir konuşayım, demiş.

Gitmiş, neden sonra dönmüş, ahbabıma:

- Hakkın varmış senin! Ne adam, ne adam... Olacak olanların hepsini önceden görmüş. Hem lâfla değil, harp ceridelerinden birer birer vesikaları çıkarıp gösterdi, demiş.

Sonra:

- Ama birader, askerle İttihatçı bir adamda birleşti mi, gene tuhaf bir şey meydana çıkıyor. Bu kadar akıllısı bile sonunda bana ne dese beğenirsin? Fırsat bu fırsat imiş. Anadolu'da mukavemet etmekle kurtulurmuşuz. Müstakil devlet olurmuşuz. İngilizler artık asker gönderip muharebe edemezlermiş. Düşünün, azizim, İngiliz burada. Askerleri Anadolu'nun her yerinde, diyerek bir kahkaha atmış. Hepsi de gülmüşler.Yalnız Süleyman Nazif:

- Allah vere de abdala malûm olduğu gibi olsa... diye dua etmeyi unutmamış.

"Bugün olacakları dün görmüş olan bu adamın, yarın olacaklar için düşündüklerine bir gerçek olabilir mi?" diye düşünmek de hiçbirinin hatırına gelmemiş.

***

Zafer günlerine dönelim. İstanbul milliyetçilerinin sesi, "Yaşa!"dan ibaretti. Henüz siyasî işlerde ve dedikodularda hiçbir hissesi yoktu. Ankara ise, kaynaşmakta idi.

Harpten sonra ihtilâl mi? Hiç kimse bu heveste değildi: ''Bitirsek... Bitirmiş olsak!'' diyorlardı. Bunun da çaresi devlet düzeninde bir değişiklik düşünmemekti. Vahideddin şüphesiz hal'edilecek, yerine Abdülmecid Efendi geçecekti. Barış olup da Büyük Millet Meclisi de Fındıklı Sarayı'na yerleşince, büyük sergüzeşti bir tatlıya bağlamış olurduk.

Mustafa Kemal'i ne yapmalı idi? Zaferin hemen arkasından onun artık siyasî işlerin Ankara'daki hükûmetçe görülmemesi lâzım geldiği fikri ortaya çıktı. İstanbul'da henüz yazı yazan Hürriyet - ve - İtilâfçılara göre de, Anadolu son sözü Bab-ı âli'ye bırakmalı idi.

Bir yandan hocalarda da halifecilik ve şeriat hareketi uyanmıştı. Mustafa Kemal'in padişahlığı kaldırmak gibi bir cinayet işlemesinden ödleri kopmakta idi. Çünkü onlara göre halifelik padişahlıktan ayrılamaz. Cismanî nüfuz ve kuvveti elinden alınamaz. Alınırsa şeriat yürümez.

Mustafa Kemal ise bütün işlerin başındadır. Barış konferansı için hazırlıklar yapar. Ankara, ikide bir bu olup bittiler karşısında nasıl silkinip de doğrulacağını bilmez. Zafer Mustafa Kemal'e öyle bir itibar ve şeref vermiştir ki, orduda ve halk arasında bu tek adam, bir devlet kuvvetindedir.

General Pellé İzmir'den ayrıldığı vakit bir harp gemisiyle Franclin Bouillon'u göndereceğini söylemişti. O buluşmada mıdır, daha sonra bir temasları daha olmuş da ondan sonra mıdır, bilmiyorum. Notlarımın arasında Mustafa Kemal'in şu fıkrası var:

"Franclin Bouillon barış konferansında benim bulunmamı istiyordu. O vakit konferansın İzmir'de toplanması lâzım geleceğini söyledim. 'Çalışırım, fakat birinci sınıf devlet adamlarını İzmir'e getirmekliğim güçtür,' dedi. Ben gitmiyeceğime göre konferansa kimi baş delege yapmaklığımı düşündüğünü sordum:

- İsmet Paşa'yı gönder! dedi.

- Yapabilir mi?

- Evet... En iyisini..."

Mudanya mütarekesini yapmış olmakla beraber, Garp Cephesi Kumandanının kendisine barış konferansı baş delegeliği teklif edileceğinden haberi yoktu.

Mustafa Kemal diyor ki:

''Ankara'ya gittiğim vakit Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey'le görüştüm. Barış konferansında baş delegeliği kimin yapabileceğini sordum: 'Onu siz bilirsiniz!' dedi.

'Meselâ İsmet Paşa?'

'Yapabilir.'

Yusuf Kemal Bey'in vekillikten istifa ederek yerine İsmet Paşa'yı bırakması lâzımdı. Yusuf Kemal Bey feragatle vazifesinden çekildikten başka, kendi yerine İsmet Paşa'nın vekilliğe seçilmesini tavsiye etmiştir.

Bursa'ya gelmiştim. Kâzım Karabekir de beraberimde idi. İsmet Paşa'nın hiçbir şeyden haberi yoktu. Telgraf gelince kendine her şeyi anlattım ve barış konferansında baş delegemiz olacağını söyledim:

'Kat'iyyen!' diye reddetti.

'Git bir defa Fevzi Paşa ve Kâzım Karabekir'le görüş,' dedim.

Fevzi Paşa hemen tavsiye etmiş. Kâzım Karabekir:

'Nasıl olur? Boşta generaller var!' cevabını vermiş. Boştaki general kendisi idi.''

Tuhaf hikâyedir: Karabekir'i yatıştırmak için, siz Ruslarla antlaşma yaptınız, hâlbuki Ruslar bu konferansa gelmiyeceklerini bildirmişler, sizin bulunmanız doğru olmaz, demişler. Kabul etmiş: ''Öyle ise askerler gönderilmemelidir!'' demiş. Fakat bundan sonra Rusların konferansa katılacakları haberi alınınca:

- Artık benim gitmekliğim için mahzur kalktı, diyerek yeniden umuda düşmüş.

Çok sonraları İsmet Paşa'ya bu delegelik meselesini sormuştum. Bana:

- Evet bu hiç hatırımda olmayan bir şeydi. Mudanya mütarekesi müzakereleri gibi bir çalışmadır diyerek kabul ettim. Lausanne'da çektiklerimi tasavvur etseydim, gitmemekte ısrar ederdim, demişti.

Barış konferansı delegeliğinin ikinci adayı Rauf Bey'di. Ama Kâzım Karabekir de, Rauf da kendi branşlarını yapacaklardı. Mustafa Kemal'e kendi dediklerini dinliyecek ve şahsî şeref sağlama duygularına kapılmıyacak biri lâzımdı.

Mustafa Kemal ilk Kuvay-ı Milliye arkadaşları ile arasındaki uzaklığı gidermek için çalışıyordu. İstanbul'a gidecek kuvvetleri Refet Paşa'nın emrine verdi. Ordunun şehre girişini Eminönü'nde seyrettim. Belki ilk fetih günü de bu kadar sevinçli geçmiştir. Refet Paşa, Anadolu hükûmetini İstanbul'a yerleştirmek ve işgal kuvvetleri otoritesini eritmek için bütün enerji ve hünerlerini kullandı.

Türk askerinin İstanbul'a girişini gören Yüzbaşı Armstrong der ki: ''Ruhumun isyan ettiğini duyuyorum. Türkler sanki Kanuni Sultan Süleyman devrinde imişler gibi düşünüyorlardı. İngiltere İmparatorluğu şerefinin bütün Asya'ya karşı, çamurlara yuvarlanması gururumu yaralıyordu."

Daha sonra Lausanne antlaşmasının imza töreninde bulunan bir meşhur Amerikalı muhabir de yazısını şöyle bitirecekti: ''Garbın Şark önünde eğilişi, hiçbir zaman bu kadar aşağıca olmamıştır.''

Ama kendi milletinin adamları Mustafa Kemal'le uğraşıyordu. Ekim ayının krizli günlerinde Ankara'da Mustafa Kemal'i devlet şekli üzerine bir söze bağlamak, yani saltanat rejiminin devam edeceği teminatını elde etmek için çalıştılar. Rauf Bey başta idi. Kendisinden bir söz de almaya muvaffak oldular. Mustafa Kemal ''Nutuk''unda şöyle diyor: ''Umumî ve tarihî vazifemden o güne ait safhayı ifa ettim.''

Henüz olmayan şartları boşuna zorlayanlardan değildi. Fakat fırsat, aynı ayın sonlarına doğru kendiliğinden eline geçti: Devletler bizi barış konferansına çağırırken, İstanbul hükûmetine de davetname göndermişlerdi.

Saltanat kaldırılmadıkça ve milletin kendi kaderini yalnız kendi hâkim olduğu dünyaya anlatılmadıkça, bu karışıklıktan kurtulmak ihtimali yoktu. ''Osmanlı İmparatorluğunun inkıraz bulduğunu'' ve ''yeni bir Türk devletinin doğduğunu'' ilân etmek lâzımdı. Saltanatı kaldırma teklifi Meclise geldi. İki kişi açıkça muhalefette bulunarak padişahlığı müdafaa ettiler. Bunlardan biri, sonradan Mustafa Kemal'i öldürmek istediği için İzmir'de idam olunan Lâzistan Milletvekili Ziya Hurşit'tir.

Teklif ''Teşkilât-ı Esasiye, adliye ve şer'iye encümenlerinden mürekkep'' bir karma komisyona verilmişti. Komisyonda hemen medrese başını doğrulttu. Saltanat hilâfetten ayrılabilir mi idi, ayrılamaz mı idi. Mecliste doğrudan doğruya oylarını göstermiyenler işi bir teoriler çıkmazı içine saplamak istiyorlardı. Mustafa Kemal'in Meclise karşı ikinci açık diktası bu encümende olmuştur.

Dinleyiciler arasında idi. Önündeki sıraya çıkarak yüksek sesle haykırdı:

- Hâkimiyet ve saltanat hiç kimseye hiç kimse tarafından ilim kabıdır diye müzakere ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, zorla alınır. Türk milleti bu hâkimiyeti kendi eline almıştır. Şimdi bu millete saltanatı bırakacak mısın, diye sorulmaz. Mesele emr-i vakidir ve behemehal olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi böyle tabiî görürse, muvafık olur. Yoksa hakikat gene usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.

Karma komisyon üyeleri bu ''izahat ile tenevvür ettiklerini'' söyliyerek işi kısa kestiler.

***

Mecliste muhalifler zaferden beri taşkınlık için fırsat peşinde idiler. Zafer üzerine orduda terfiler yapılmıştı. Yeni rütbeler hükûmet tarafından verilmiş ve Meclis Başkanı Mustafa Kemal tarafından onaylanmıştı. Muhaliflere göre bu Meclisin hakkına saldırmaktı. Başbakan Rauf Bey işte bir yolsuzluk olmadığını ileri sürdü. Muhaliflerden Hüseyin Avni:

- Ben Meclis iradesini çiğneyenleri Yunanlı kadar memlekete zararlı sayarım, diyordu.

Mecliste sert çatışmalar oluyordu. Bir defasında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü kürsüde konuşan Mustafa Kemal'e ağır sözler söyledi. Birbirlerinin üstlerine yürüdüler. Bu olaya çok sinirlenen Topal Osman bir adamını yollıyarak Ali Şükrü'yü konuşmak üzere Çankaya tarafındaki evine çağırır ve karşısındaki iskemleye oturur oturmaz boğdurur.

Vak'a çok önemli idi. Boğduran Mustafa Kemal'in muhafız komutanı. Mustafa Kemal'in evini bekliyen erler onun adamları. Düşmanları cinayeti Mustafa Kemal'den biliyorlardı. Mustafa Kemal, Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı'ya yakalama emri vererek kendisi eşi Lâtife Hanımla birlikte Çankaya'dan uzaklaştı. Şiddetli bir çarpışma sonunda Topal Osman ölü olarak ele geçti. Adamları Mustafa Kemal'in Çankaya'daki köşküne ateş etmişlerdi.

Fakat olay bununla kalmadı. Trabzon'da Faik Barutçu denen avukat ki Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü'nün ilk milletvekillerinden biri olmuştur. ''Katil Çankaya'da'' başlıklı yazılar yazıyordu.

Lausanne konuşmaları devam ederken Meclisteki hoca takımı da ayaklanmıştı. Ankara'da yayınlanan bir broşürde ''Halife Meclisin, Meclis Halifenindir'' deniyordu. İstanbul'daki Refet Paşa da halifeye iyice sokulmuştu. Bir aralık Seçim Kanunu'na bir madde eklenmesi için bir teklif getirdiler. Bu madde şu idi: ''Büyük Millet Meclisine üye seçilebilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak veya seçim çevresi içinde oturmuş olmak şarttır. Göç yolu ile gelenlerden Türkler ve Kürtler yerleşme tarihinden beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.''

Bu madde doğrudan doğruya Mustafa Kemal'in seçilememesini sağlamak içindi. Mustafa Kemal kendisi kürsüde teklifin iç yüzünü açıkladı ve teklif geri çevrildi.

Lausanne'da görüşmeler bitmişti. Konferans sırasında aralarında geçen tartışmaları öne sürerek İsmet Paşa ile bir daha yüz yüze gelemiyeceğini söyliyen Rauf Bey Başbakanlıktan çekildi.

***

Bir gün ''Akşam'' da oturuyordum. Afyon Mebusu Ali Bey'le Antaya Mebusu Rasih Hoca beni görmiye geldiler. İstanbul'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurmaya memur edilmişler.

''Gazi hazretleri sizinle Yakup Kadri Bey'in de bizimle çalışmanızı emretti'' dediler.

Böylece ilk defa bir siyasî partiye girmiş oluyordum.

Milletvekili olmazdan önce Mustafa Kemal'i bir de İzmit gazeteciler toplantısında gördüm. Beraber olduklarımızdan Velid Ebuzziya'yı, İsmail Müştak'ı ve İttihat - ve - Terakki'nin eski İstanbul kâtib-i mes'ulü Kara Kemal'i hatırlıyorum.

Mustafa Kemal'in söylediğine göre Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarihî görevini artık bitirmişti. Yeni bir parti kurmak sırası idi. Bu fırkanın adı ne olmalı idi?

Bu konuşmalarda Mustafa Kemal'in bir liderlik vasfını daha öğrendim. Herkesi sonuna kadar söylemekte serbest bırakmak ve hiç hoşuna gitmiyecek fikirleri dahi sonuna kadar dinleme sabrını göstermek! Kesin kararını verinceye kadar böyle idi. Bu kesin kararı da herkesle beraber, herkesle inanarak, ortaklaşa bir karar hâline sokmaya dikkat ederdi. Bir gün ''Arkadaşlarla verdiğimiz karar'' diyebilmeli idi. Çocukluk arkadaşı ve yaveri Salih Bozok der ki: ''Fikirleri kendisince hiçbir değeri olmayan kimselerle görüştüğünü çok görmüşümdür. Hatta bir defasında dayanamayıp: 'Paşam,' dedim, 'şu fikir danıştıkların arasında öyleleri var ki şaşıyorum. Bunların fikirlerine nasıl olsa sonunda katılmıyacaksın. Ne diye birer birer çağırıp karşında söyletirsin?' Atatürk şu cevabı verdi: 'Bazan hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir fikri aşağı görmemek lâzımdır. Sonunda kendi fikrimi tatbik edecek bile olsam, ayrı ayrı herkesi dinlemekten zevk alırım'..."

Gazetecilerin açık bir kanıları da yoktu. Acaba yeni partinin hangi sınıfa dayanması doğru olurdu? Memurlara ve aydınlara mı? Çiftçilere mi? Esnaflara mı? Tüccar ve sanayici diye kelimeler kullanıldığını sanmıyorum. Çünkü o vakit bunlar Türklük dışında şeylerdi. Mustafa Kemal:

- Fakat bunların hepsi halk değil mi? Hepsi biz değil miyiz? dedi.

Partisinin adını koymuştu. Bu adın bizler tarafından söylenmesine kadar bekliyecekti. İstanbul gazetecileri böylece partinin isim babaları olduk.

Halka nutuklar veriyor, bütün memleket bir yeni zamanlar savaşına çağırılıyordu. Bu bir bitirme değil, bir başlama idi.

***

İzmit'in bizler için bir fena hatırası vardır. Beyoğlu'nda Cercle d'Orient (şimdiki Büyük Kulüp) altındaki berberde tıraş olurken, Komiser Cemil ve arkadaşları Ali Kemal'i tutmuşlar ve bir motörle İzmit Körfezine kaçırmışlardı. Henüz işgal kuvvetleri İstanbul'da olduğundan Ali Kemal, kendisinin emniyette olduğunu sanıyordu.

Ali Kemal, Ankara'ya gönderilecek ve orada yargılanacaktı. İzmit'te bulunan Nureddin Paşa, Peyam-ı Sabah başyazarını alıkoydu. Ordu Hukuk Müşavirliğinde bulunan rahmetli Necip Ali, komutanın emri üzerine, kendisini sorguya çekti. Necip Ali'nin sonradan bana anlattıklarına göre Ali Kemal, büyük bir kaygı duymuyormuş. Anadolu'nun böyle bir zafer kazanacağını asla ummadığını, memleketin menfaatini bir uzlaşmada gördüğü için kanaat mücadelesi yaptığını söylüyormuş. Sonra kendisini Nureddin Paşa'nın çağırdığını haber vermişler. Yanına girince:

- Artin Kemal sen misin? demiş.

Ali Kemal, sesi bile titremeksizin:

- Hayır paşa hazretleri, Artin Kemal değilim, Ali Kemal'im, demiş.

Komutan:

- Onu mahkemede anlatırsın! Cevabını vermiş, ve:

- Çık dışarı! diye kovmuş.

Hâlbuki daha önce bazı neferleri sivil giydirerek Ali Kemal'i linç etmek için hazırlatmıştı. Komutanlık kapısından biraz uzaklaşınca taşlarla üzerine hücum etmişler. Bir subaya sarılmış. Kuvvetli de bir adamdı. Koparır gibi almışlar ve taşla öldürmüşler. Üstü paramparça köprünün üstüne asmışlar.

Sözde bu Lausanne'a gitmek üzere o akşam İzmit'e gelecek olan İsmet Paşa ve arkadaşlarına bir şenlik tertibi idi. İsmet Paşa daha uzaktan meşalelerle aydınlanan bu korkunç sehpayı görünce yüzünü asmış, başını eğmiş ve hiç bakmıyarak aralarında yalnız kalacakları binaya kadar öyle gitmiş. Orada Nurettin Paşa'ya söylemediğini bırakmamış. Mustafa Kemal de bu vak'adan tiksinerek bahsederdi.

Şehitlerin, kurbanların ve kahramanların soylu hatıralarını bir cinayetle lekelemeğe kimin hakkı vardır? Sebepsiz bir cinayeti hiç kimseye affetmemişimdir. İnsan bir vuruşmada ölür, bir mahkeme kararı ile ölür. Bir fedayi, vatan için zararlı bulduğu bir kimseyi canı pahasına da öldürebilir. Eğer Ali Kemal'i, vatana zarar verdiği için bir fedayi, işgal kuvvetlerinin tuttuğu İstanbul'da öldürseydi, onu İngilizler veya padişahçılar asarlardı. Halk affederdi. Nureddin Paşa bir adam öldürmeye nasıl karar verebilirdi? Haini dahi, tutulunca, ancak adalet öldürebilir.

***

Mustafa Kemal Hürriyet - ve - İtilâfçılarla, gericilerle savaşacaktı. Fakat İttihatçılarla ne yapacaktı? Bunlar dışında politikacı da yoktu.

İyice kavramak için bu konuyu baştan sona bir gözden geçirelim.

Enver, Talât ve Cemal paşalarla merkez-i umumî üyelerinden bazıları mütareke ile beraber memleketi bırakıp gitmişlerdi. Tarihimizde değişmiyecek gerçek şudur: Biz Birinci Dünya Harbine girmiyebilirdik, girdik. Girmeseydik ne olacağı üzerine herkes bir hayal yürütebilir. Fakat girdiğimiz için Osmanlı saltanatı battı.

İttihat - ve - Terakki için bir devlet batmasının sorumluluğu altından kurtulmaya imkân var mıdır? Talât Paşa, harbe girmek taraflısı olduğunu hatıralarında itiraf etmiştir. Enver bu taraflılığını hiçbir zaman inkâr etmemiştir. Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey'le beraber, önce hiçbir harbe girmemek, sonra da hiç olmazsa birkaç ay beklemek fikrinde idi. Fakat harbe girilince öteki nazırlar gibi çekilmemiştir.

Sofya ataşemiliteri Mustafa Kemal Bey, harbe girmek aleyhinde idi. O sıralarda İstanbul'daki bir dostuna yazdığı mektup, tarihî belgelerimiz arasındadır. Memleketi ve orduyu yakından bilen Osmanlı subaylarından bir haylısı da Mustafa Kemal gibi düşünmekte idiler. Denizcilerin büyük çokluğu, İngiltere'ye karşı bir harbe tutuşmaklığın zaten gönüllü aleyhtarı idiler.

Kendiliğinden bir harbe katılmak sorumluluğundan tek kurtuluş yolu, o harpten zaferle çıkmıştır. Harp kaybolunca İttihat - ve - Terakki'nin hiç olmazsa sorumlu reisleri kendilerini unutturmaya çalışmalı idiler. Fakat bir yandan vatana pek bağlıdırlar. Bir yandan da İstanbul'da iktidarı ele alan Hürriyet - ve - İtilâfçıların düşmana gözleri bağlı kulluk edeceklerinden şüphe etmezler. Onun için gönülleri, bir hizmet fırsatına kavuşmaktı. Anadolu dayatışında İttihat - ve - Terakki Teşkilâtı Mustafa Kemal ile birlikte çalışıyordu. Talât ve Cemal paşalar için mesele yoktu. Mustafa Kemal'i, öpüp başlarına koyarlardı. Fakat Enver? Mustafa Kemal, nihayet kendisini onun naibi saymalı idi.

Atatürk, Enver'e pek kızardı. Bir akşam, gene ukalâlığından ve tehlikeli cür'etlerinden bahsettiği sırada sofrada bulunan İsmet Paşa:

- Ama hepimizi komutası altında tuttu, deyince, Mustafa Kemal:

- Evet öyle! cevabını verdi.

Enver, Hitler gibi Tanrı tarafından milletini kurtarmaya gönderildiği inancında idi. Hayaller içinde yaşamıştır ve bir hayal uğruna ölmüştür.

Mustafa Kemal, Anadolu'da Erzurum ve Sivas kongrelerini yaparak millî dayatış hareketinin başına geçtiği zaman, ilk uğradığı güçlük bu harekete ''İttihatçı'' damgası vurulmuş olmasıdır. Mustafa Kemal, içerideki İttihatçılardan faydalanmış olsa bile, İttihat - ve - Terakki'nin büyük sorumluları ile işbirliği yapmadığını anlatmak zorunda idi. Böyle de yaptı.

Enver'i hiç sevmezdi ve tehlikeli bulurdu. Talât Paşa'yı vatansever tanır, Cemal Paşa'yı severdi. Eğer sonuna kadar yaşasaydılar Enver'i ne yapardı bilmiyorum. Fakat Talât Paşa ile belki çalışırdı. Cemal Paşa'yı ise daha Kuvay-ı Milliye zamanı memlekete almak niyetinde bulunmuş.

Atatürk bana şu hatırayı anlatmıştı: ''Sakarya'dan önce ordu bozulup da Eskişehir'i bıraktığımız vakit, Batum'da Enver ve arkadaşlarının bir kongre yaptığını duyduk. İttihatçılardan Hafız Mehmet'i çağırdık:

- Ben Batum'a gideyim. Dönüşte size olanları anlatırım, demişti.

Gitti, döndü, fakat bir şey anlatmadı.

O sırada Enver'in bir mektubunu yakalamıştık. Bir tertibe göre Karadeniz bölgesinde gönüllüler toplanacak, Enver de bir nefer gibi aralarına karışacaktı. Ankara'da kendi yetiştirmelerine güveniyor ve gelir gelmez bir darbe ile başa geçebileceğini sanıyordu.

Ben bu gönüllülerin toplanmasını teşvik ettim. Enver'i tutturacaktım. Fakat Sakarya harbi kazanıldığı için onun teşebbüsü de bizim hesabımız da geri kaldı.

Enver bizi devirerek bir Osmanlı İmparatorluğu barışı yapmak için İtalyan generallerinden birine de müracaat etmiştir. Bu mektupları generalden aldırıp Ankara'ya getirttik.

Cemal Paşa efendice hareket etti. Şahsî muhaberelerine kadar hepsini bana yolladı.''

Acaba Enver, hâl tercümesindeki Bab-ı âli baskını sergüzeştini bir Çankaya baskını macerası ile tamamlamaya gerçekten teşebbüs eder miydi? Bunu bilmezsem de eğer bütün şartlar elverişli olsaydı, bir irtica lideri olarak Enver'in Birinci Millet Meclisi temayüllerine daha uygun geleceğini tahmin ederim.

O sırada ben de hususî bir vasıta ile, Münich'te bulunan Cemal Paşa'dan bir mektup almıştım. 30 İkinciteşrin (Kasım) 921 tarihli mektubu şudur:



Münich: 30 Teşrinisani (Kasım) 921

Aziz Falih Rıfkı Bey;

Bazı mühim mesail için Afganistan'dan Avrupa'ya geldiğim sırada gayet garip bir havadisin İstanbul gazetelerini işgal etmekte olduğunu görerek son derecelerde müteaccip oldum. Enver Paşa ile rüfekasının Batum teşebbüsatından bahsetmek istiyorum. Enver Paşa ve rüfekası deyince, bilemem nasıl bir zihniyetle İstanbul gazetelerinden bazıları benim de bu işte müşarik olduğumu tahmin etmiş ve benim resmim de o meyanda neşredilmiş. Gayet vazıh bir lisan ile beyan etmek mecburiyetindeyim ki, gerek Batum teşebbüsatında ve gerek dahil-i memlekette fırkalar tesisi işlerinde benim Enver Paşa ile hiçbir alâka ve münasebetim olmadığı gibi mumaileyhi bu teşebbüsatından vazgeçirmek için bir seneyi mütecaviz bir zamandan beri kemal-i ciddiyetle meşgul olmaktayım. Kâbil'de bulunduğum sıralarda haber aldığım bu işler beni fevkalâde müteessir etmiş ve kendisini tarik-i savaba isal için kendisine birçok mektuplar yazmışımdır. Binaenaleyh Batum teşebbüsatı ve Anadolu'da fırkalar tesis ve beyannameler neşri vesaire işlerinde benim Enver Paşa rüfekasından olduğum hakkındaki zehabın tamamiyle hakikate mügayir olduğunun gazetenizle neşredilmesini sizden hasseten rica ederim. Vatanın selâmetine mügayir hiçbir teşebbüste bulunmıyacağıma ve Afganistan'daki mesaimin menafi-i âliye-i vataniyeye tamamiyle mutabık bulunduğuna Anadolu Büyük Millet Meclisi hükûmet-i âliyesinin de kanaat ve itimadı vardır kanaatindeyim. Bu mektubum aynen gazetenizle neşredilirse millet nazarında bigayri hakkın şüphe tahtında bulunmaktan beni kurtarmış olursunuz. Efendim.

Esbak (Eski) Bahriye Nazırı

Ahmet Cemal



Üstünde şöyle bir çıkıntı da var: ''Bahsettiğim gazete Tevhid-i Efkâr'ın 3191-163 numaralı ve 22 İkinciteşrin (Kasım) tarihli nüshasıdır.''

Bu mektup Atatürk'ün anlattıklarını tamamlamakta, Enver'in memleket dışında ve içinde faaliyetlerde bulunmuş olduğunu göstermektedir.

Mustafa Kemal, İttihat - ve - Terakki'nin bir vatanseverler partisi olduğunda şüphe etmemiştir. Sorumlu olanlar, başında bulunanlardı. Onlar da gurbette ölmüşlerdi. Acaba geri kalanlar, eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal'in şefliğini tanıyarak onunla çalışacaklar mı idi? Küçük kadro için mesele yoktu. Fakat Doktor Nâzım gibi, Kara Kemal gibi hemen hemen Talât ayarında nüfuzlu merkez-i umumîciler ne fikirde idiler?

İşte Mustafa Kemal'in Kara Kemal'i İzmit'e davet edişinin sebebi budur. Acaba merkez-i umumiyi temsil edenler vaktiyle ''sarhoş, ahlâksız ve haris'' damgasını vurarak hiçbir itibar kazanmamasına çalışmış oldukları adamı, vatan kurtarıcısı olarak başlarında görmeye katlanacaklar mıydı? Bu mesele İzmir suikastına kadar uzayacağı için, burada kısaca bahsettim.

Mustafa Kemal bütün iyi, faydalı ve nüfuzlu şahsiyetleri etrafında toplamaya çalışıyordu. Herkese karşı hak kazanmış olduğu için, bunu başaracağını sanıyordu. Fakat temellerine kadar yıkmakta daha da haklı olduğu Şark'ta idi. O Şark içinde ki kıdem rekabetleri yüzünden nerede ise zaferi kazanan ordu kurulmıyacaktı. O Şark ki, aynı partinin hizipleri içine bile hemen mezhep nifakları şiddeti ve hırsı girer. O Şark ki, Doktor Nâzım'a:

- Eğer Mustafa Kemal, Talât Paşa'yı memlekete alsaydı, Ermeniler onu öldürmezdi. Mustafa Kemal mi? Talât Paşa'nın katili, diye sokak sokak haykıracaktır. Hatırına, meselâ:

- Talât'ın da benim gibi o zamanlar memlekete girmesi doğru değildi. O da benim gibi iyice saklansaydı, sağ kalırdı, demek gelmiyecekti.

Vatan kurtulmuş, fakat Talât Paşa kurtulmamıştı. Mustafa Kemal bütün millet için vatanın kurtarıcısı, fakat merkez-i umumî azası Doktor Nâzım için Talât Paşa'nın katili idi. Onu affetmiyecekti. Ve ''gazi'' kelimesini alaya alarak, İzmir tramvaylarında:

- Gazoz paşa... diye aleyhine söylemediğini bırakmıyacaktı.

Çünkü Şark'ta vatanseverliğin de bir haddi vardır.


*** *** ***

ÇANKAYA

IV. Cilt




YENİ DEVİR



Ankara'da İlk Günler



-1-



Saltanatı kaldırmak, Osmanlı devrine son vermekti. Eski devlet, artık bir geçmiş zaman hatırası idi.

1922 sonunda yeni bir devrin eşiğindeyiz. Fakat bu yeni devir, henüz Mustafa Kemal'in bir sırrıdır. Cumhuriyet kelimesi, 1923 Nisanında ilân olunan Halk Fırkası umdeleri arasında bile yoktur. Bağlı olduğu limandan ayrılmış bir geminin içindeyiz. Enginlere doğru uzaklaşıyoruz. Fakat nereye varmak için? Bunu yalnız kaptan köprüsündeki adam biliyor. Halk yolcuları şevk içinde türkü çağırmaktadırlar. Onların içinde tek bir şey var: Bu adama inanmak! Bu adam onlar için kader gibi bir şey...

Fakat halife İstanbul'dadır. Ne o, ne de Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisindeki muhalifleri ve bu muhaliflerle yeni işbirliği eden saltanatçı ve şeriatçı gazeteciler, Tanzimatçı veya medreseciler, bir esrarlar âlemine doğru bu gidişten hoşnut değildirler.

Dostum rahmetli Namık İsmail, son Halife Abdülmecid Efendi de resim meraklısı olduğu için, ara sıra veliaht köşküne devam ederdi. Halife seçildikten sonra saraya gitmiş. Mecid Efendi kendisini kabul etmiş:

- Bütün şehzadeliğimi bu halka iyi bir padişah olmak için neler yapacağımı düşünerek geçirmiştim. Bu düşüncelerimi bir deftere yazmıştım. Hepsini yaktım... demiş.

Biz Mustafa Kemal ile İzmit'te buluştuğumuz vakit telâşlıca bir gün geçirmiştik. Meclisteki hocalar ''Hilâfet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi'' isimli bir risale neşretmişlerdi. Bu risalede ''Meclis halifenin ve halife meclisindir'' deniyordu. Tasvir-i Efkâr sahibi Velid Ebüzziya da toplantıda:

- Yeni hükûmetin dini olacak mı? diye sormuştu.

- Dini var efendim, fakat İslâmda fikir hürriyeti de vardır.

- Hayır, anlamak istiyoruz. Hükûmet bir din ile tedeyyün edecek mi?

Şimdi başka türlü ikiye ayrılmıştık. Artık bir tarafta hainler ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler ve istiklâlciler yoktu. Ayrılık bu sonuncular arasında idi. İstiklâlci Mustafa Kemal, saltanatı kaldırdığı günden beri, eski müesseseleri ve nizamları nereye kadar ve nasıl değiştireceği bilinmeyen bir ihtilâlci idi. Tanzimat'tan beri her ıslahat hareketinde karşı karşıya gelenler, yine karşı karşıya idiler. Bu ayrılış daha da derindir. Çünkü ihtilâlcinin karşısında basit bir gericilik ayaklanışı yoktur. Saltanat geleneklerine bağlı Osmanlı Tanzimatçıları da onlarla beraberdirler.

Vakitsiz ve ihtiyatsız bir adım, Mustafa Kemal'i pek güç bir duruma sokabilir. Ama büyük stratej, bu güç durumları, fırsat buldukça muhalifleri için yaratacaktır. Muhalifleri de ona fırsat vermekte hiç hasis değildirler. Nitekim o günlerde seçim kanununda bir değişiklik teklif etmişlerdir. Bu değişikliğe göre bir seçim çevresinde beş yıl oturmamış olanlar milletvekili olamıyacaklardı. Mustafa Kemal ise, o günkü Türkiye sınırları içinde, hiçbir seçim çevresinde 5 yıl ''mütemekkin'' olmamıştı. Demek ki, yeni Meclise üye seçilemiyecekti. Fakat Rumeli kaybolmuşsa, harpler içinde beş yıl bir yerde oturmak imkânı bulmamışsa kabahat onun mu idi? Mustafa Kemal, bu tema üzerinden pek kolay bir savaş açtı. Memleketin her yanından Meclise protestolar yağdı. Düşmanları sinmek zorunda kaldılar.

Sekiz ay süren Lausanne konferansında bir kesilme olması üzerine Ankara'ya gelen başdelege İsmet Paşa'ya karşı hazırlanan hücum taktiği de havaya gitti.

Mustafa Kemal'in hiç boş durduğu yoktu. Bütün sırlarını sımsıkı gönlünün içine kapayarak, halkı kendine bağlamak için dolaşıp durmakta, Meclis dışındaki otoritesini kuvvetlendirmekte idi.

1923 Temmuzunda Lausanne'da yeni devleti bütün dünyaya tanıtıyorduk. Kapitülâsyonsuz, tam egemenlik ve bağımsızlık şartları içinde millî bir devlet olmuştuk. Birinci Dünya Harbine girdiği vakit bu devlet, gerçi bir saltanattı ama, bir yarı sömürge idi. Rus çarından izin çıkmadıkça Alman sermayeli demir yolunu Ankara'dan bir karış ileriye yürütmeye hakkı yoktu. Doğu vilâyetleri, tıpkı Rumeli gibi, vatandan kopmak üzere idi.

İsmet Paşa, eski şartlardan ne mümkünse kurtarmak istiyen kibirli Lord Curzon'un bütün tekliflerini reddetmişti. Birinci Dünya Harbi kazanççılarını bırakınız, yanında bulunan ileri fikirli arkadaşlarından bile buna şaşanlar vardı. Lord Curzon, her reddolunan teklifi geri aldıkça:

- Ben bunu cebime koyuyorum. Yarın para bulmak için bize geleceksiniz. Para bende ve (Fransız başdelegesini göstererek) bunda var. Her para istedikçe cebime koyduğum reddedilmiş tekliflerden birini size takdim edeceğim, diyordu.

Bu söze dikkat ediniz, yeni Türkiye'nin kendi alın terinden başka hiçbir kaynak bulamıyarak, devletçi sistemle, kalkınmaya uğraşmasının başlıca sebebini anlamış olacaksınız. Büyük devletler sekiz aydan fazla tartışmalar sonunda yeni Türk devletini tanıyacaklar, fakat daha birkaç sene ''kabul'' etmiyecektir, hatta yeni başkente yerleşmek için elçilik arsası bile aramıyacaklardı. Silâhlı bir dayatış savaşından silâhsız bir dayatış savaşına geçiyorduk. Kuvay-ı Milliyecilik ruhu, hiç zayıflamaksızın ve ümitsizliğe düşmeksizin, yeni devletin bütün kuruluş devrinde dinamizmini ve yılmaz iradesini titizce koruyacaktı.

Ağustosta Bolu milletvekili seçilmiştim. Mardin Milletvekili Yakup Kadri ile beraber Ankara'da, Hamamönü taraflarında kerpiç bir ev bulduk.

-2-



Vaktiyle Hristiyanlar Ankara'nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, kalenin istasyona bakan sırtını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağacı dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. 923'te Ankara'ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık.

Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidaî olduğunu sanmıyorum. Yemek ve yazmak için eve bir masa yaptırmıştık. Dört ayağından hiçbiri ötekine koşut ''müvazi'' değildi. Yakup'la karşısına geçer, bu masanın nasıl düz durabileceğine şaşardık. Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye'nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ''umran'' denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık.

Gazi Mustafa Kemal, Çankaya'da havuzlu bir küçük köşkte otururdu. Galiba bir İngiliz yapağı tüccarının evi imiş. Nakil vasıtaları yalnız atlı fayton arabaları olduğundan, şehirden oraya kadar bir hayli sürerdi. Yol denebilecek bir şey de yoktu. Eski halkevinin bulunduğu tepe eteklerinden ta Çankaya sırtlarına kadar bozulmuş bağlarla asma kütükleri ve yabanî gül fidanları arasından sarsıla sarsıla giderdik. Çankaya'dan ufuklar boyu bomboş bir bozkır parçası görünürdü. Bu kül ve toz yığınları içinde bir yeni devlete başkent yapmayı düşünmek değil, onun yüzüne bakmak bile cesaret kırıcı bir şeydi.

Yerliler bize yaban derler ve aramıza katılmazlardı. Birinden bir ev arsası satın almak istemiştim. Beni Çankaya yokuşu üstündeki tarlasına götürdü, eni boyu, sınırı ve içindeki ağaçlar üzerine ne söyledi ise, hemen hiçbirini anlamamıştım. Lehçe ve şive bakımından da birbirimize o kadar yabancı idik.

Sokakta dolaşanlar veya Meclis yanındaki aşçı dükkânı ile belediye bahçesinde buluşanlar hep aynı kimseler olduğumuzdan selâmlaşmazdık bile! ''Ah bir anonim olmak, kalabalık içine karışıp kaybolmak tadına kavuşabilseydik...'' diye hasretlenirdik. Gündüzleri Meclisten başka vakit geçirecek yer yoktu. Akşamları Mustafa Kemal tarafından çağrılmaya can atardık. Eğer davetli değilsek, Meclisin yakınındaki aşçı dükkânının içki içebildiğimiz köşesinde toplanırdık. Men-i Müskirat Kanunu yürürlükte idi. İçkimizi polis müdürünün adamlarından temin ederdik. Bunun bir adı da ''Dilaver suyu'' idi. Dilaver, polis müdürü! Bağlarda oturan bazı milletvekillerinin de imbikleri vardı. Bir akşam böyle bir bağda bize sıcak rakı ikram edildiğini hatırlıyorum. Elektrik yoktu. İkide bir yavaşlayan ve kararan lüks lâmbaları ile didişip dururduk. Neden sonra lokomobilden bazı yerlere elektrik vermişlerdi. Işığı titriye titriye yanardı. O sıralarda ''Hâkimiyet-i Milliye'' gazetesinde şöyle ilânlar okurduk: ''Elektrikli odalar kiralıktır!'' Bu ilân Amerika'da okunsaydı, elektrikle dönen veya elektrik düğmesine basılınca duvar kapakları açılıp, ihtiyaca göre, yatak odası yahut yemek odası vazifesini gören son icat şeyler olduğu sanılacağını söyliyerek gülüşürdük. Evler de, eşyalar da bir âlemdi.

Çarşı o kadar iptidaî idi ki, küçük bir masanın üstünü aynı çeşit bardak, kadeh ve tabakla donatamazdık. Şu bildiğimiz Beyoğlu, Karaoğlan çarşısından Paris'te bir bulvar gibi görünürdü.

Ankara Belediye Reisi:

- Tozdan ne zaman kurtulacağız? sorusuna:

- Bunlar ne biçim adamlar, hem yol isterler, hem toz istemezler... diyordu.

İlk kış, Ruşen Eşref'in evine ziyarete gitmiştik. Ana yolun bir dere aşırı sırtında idi. Biz evde iken kar yağdı, mübalâğa etmiyeyim ama, galiba iki gün iki gece kımıldıyamadık, misafir kaldık.

Bereket kış, kuru geçerdi. Toprak donar, her yer yola dönerdi. Yazın toz kasırgaları içinde boğulur gibi olurduk.

Ruslar devamlı otururlar, öteki yabancılar ara sıra gelir ve hemen dönerlerdi. Yerleşmeğe hiç niyetleri yok gibi idi. Fransız elçiliği, bir aralık, kale tarafında Osmanlı Bankasına taşınmış, depoyu Goblen halılariyle kabul salonuna çevirmişti.

Bazıları:

- Sıfırın üstünde medeniyet kurulmaz, diyorlardı.

Şüphesiz İsviçre'nin deniz kıyısında olmadığını unutuyorlardı.

Eşek, yerli halkın başlıca nakil vasıtası olmakta devam ediyordu. Sık sık, sokaklarda tellâllar:

- Eşek bulaan... Eşek bulaan... diye haykırarak kaybolmuşları arardı.

Yerli halk, devletin kalkıp gitmeyişinden memnun da değildi. Hayat pahalılaşacaktı. Kendileri, dışarıdan akın edenler arasında eriyip gideceklerdi. Bir avuç arsası olanın, birkaç yıl içinde zengin olacağını tahmin etmiyorlardı.

Ankaralı bir dostum anlattı: Şimdi Atatürk Bulvarının üstündeki büyük apartmanlardan birinin arsası satılıkmış. Galiba 200 liraya kadar bir şey. Almak için haber yollamış. Bir ses çıkmamış. Sonradan öğrenmiş ki, sahibi bir yabancıya satmış:

- Yahu, niçin bana vermedin? diye sormuş.

- Vallahi burasını babam da ekti, ben de ektim. Bir hayrını görmedik. Ne diye seni zarara sokayım? Bir yabancıya verdim... demiş.

Akşamları masa başında geç vakitlere kadar konuşmaktan, içimizi canlandırmaktan başka eğlencemiz yoktu. Yalnız toplantılar değil, evler, oteller, sokaklar hep kadınsızdı. Amerika'nın ilk göç zamanlarında bile kadın, Ankara'nın ilk kuruluş yıllarında olduğu kadar bulunmazlığı hissettirmiş midir, diye düşünürüm. Bir gün bir milletvekiline İstanbul usulü çarşaf giyen karısı ile Karaoğlan çarşısında rastlanması, Mecliste dedikodu konusu olmuştu.

Geceleri araba olmadığı için, Yakup Kadri ile beraber Kemal'in lokantasından çıkınca sık sık cep fenerlerimizi yakarak, güçlükle evimize giderdik. Yol uzun, bitmiyecek gibi gelirdi. Hiç unutmam, bir akşam erken yatmağa karar verdik. Karaoğlanı geçtik. Tam yangın yerine gelince, boş ve ıssız karanlık bizi âdeta geriye doğru itti. Döndük, tekrar içki masasındakilere katıldık. Karşılıklı konuşmalarımızda öyle tükenirdik ki yeni bir İstanbul yolcusu meclislerimize taze bir hava katmazsa ne yapacağımızı bilmezdik.

Dairelerde, ancak aç kaldıkları için İstanbul'u bırakan memurlar vardı. Bir siyasî hırsları ve heyecanları da olmadığından bunlar büsbütün bedbaht kimselerdi. Beş on memurun bir tek kerpiç odaya sığındığı olurdu. Bir akşam rahmetli Nuri Conker, gece yarısından sonra Çankaya köşkünden çıkarak eski mahallelerden birindeki evinin kapısında otomobilden iner. Cebinden asma demirli büyük kapı kilidinin anahtarını çıkardığı sırada bir de bakar ki ayda bir tuhaflık var. Tam ortasından bölünmüş gibi bir şey, şaşıp seyrettiği sırada, o saate kadar kim bilir nerede hangi arkadaşı ile içip sallana sallana evine dönen bir memurun geldiğini görür.

- Birader efendi, diye çağırır.

- Buyurunuz.

- Hâdise-i cevviyeyi görüyor musunuz?

Adamcağız başını bile kaldırmıyarak:

- Bırak Allahını seversen, benim burnumun ucunu görecek hâlim yok, cevabını verir.

Tek avuntu, ara sıra İstanbul'a kaçmak! Trenlerde henüz yataklı vagon ve lokanta yoktu. Sabahleyin kalkar, öğle yemeğini Polatlı, akşam yemeğini Eskişehir istasyonunda yer, geceyi rahatsız kompartımanlarda geçirir, ertesi sabah Kocaeli'nin yeşil tabiatını ve körfezin mavi sularını görünce, ölmüşten dirilmişe dönerdik. Tahtakurusu yüzünden çok defa kompartımanlarda uyunmazdı. Bir gece, açık pencerenin yanında ayakta kalmıştım. Trenin hızı ile kendini tutamıyan bir baykuş göğsümün üstüne çarptı. Yolda sıtma alanlar çoktu. Yine de iki gün İstanbul keyfi sürmek için bunca zahmeti göze alırdık.

Henüz İstanbul'dan gelen bir iki arkadaş, bir akşam üstü Çankaya köşkünün bahçesinde buluştuktu. Güneş batıyordu. İçlerinden biri:

- Paşa hazretleri, gelin de bu gurubu İstanbul'da bulun, dedi.

Henüz İstanbul'a gitmek devri gelmediği için Ankara'dan ayrılmayan Mustafa Kemal davetlisinin yüzüne şöyle bir hazin baktı idi.

Cumhuriyetin ilân edilmesine daha iki ay var. Ankara'nın başkentliğine bile karar vermemiştik. İstanbul'a dönmek istemiyen kaç kişi idi, bilmiyorum, fakat hiç olmazsa Eskişehir'e doğru, yeşil ve sulak yerlere doğru gitmek istemiyen hemen hemen yoktu. Mustafa Kemal:

- Ankara kendisi merkez olmuştur, istilâ onun kapısında durmuştur, diyordu.

Yer seçmek bahsi açılsa, Ankara'nın birçok rakipleri vardı. Garba doğru Eskişehir ve Bursa, merkeze doğru Konya belli başlılar arasında idi.

Ankara susuzdu. Ağaçsızdı. Kuru ve yabanî idi. Fakat Büyük Millet Meclisi orada kurulmuş, orada toplanmış, bütün savaş oradan idare edilmişti. Yeni idarenin milletlerarası edebiyatta adı ''Ankara Hükûmeti'' idi. Meclis toplandıktan iki ay kadar sonra Malatya Milletvekili İsmet Paşa, Ankara'nın başkent olması için Meclis Reisliğine takrir verdi. Bazı duraksamalar gösterilmekle beraber, sonunda herkes en kestirme yolun, bulunduğumuz yerde kalmak olduğunda birleşti.

Meclisten çıktığımız vakit hemen kapı önüne eski bir idare amirinin dikmiş olduğu çamı göstererek:

- Bakınız ağaç da pek iyi yetişiyor, diyorduk.

Vaktiyle bağlar ağaçlıkmış. Yakınlarda küçük korular varmış. Çankaya bekçisine bir gün:

- Buradaki ağaçları ne diye kestiler? diye sormuştum.

- Gölgeden başka bir şey verdikleri yoktu ki, dedi.

Bir defasında da yerli bir tanıdık bize:

- Geliniz, size bir mazılık göstereyim, dedi. Arka taraflara doğru gittik. Hayli uzaklaştık. Bir köşeden sapınca:

- Aa... dedi.

Çıplak bir dağ idi:

- Harpten önce burası mazılıktı, ne olmuş bunca ağaç? diye şaştı.

''Yeşil Ankara'' başlığı ile ''Hâkimiyet-i Milliye'' gazetesinde bir başmakale yazdığım vakit, Mecliste âdeta hakarete uğrıyacaktım:

- Dalkavuk... diye söyleniyorlardı.

- Bakınız, dedim, ikiden biri, ya Ankara yeşil olur ve su gelir, yahut devlet merkezi olmaz.

Hâlbuki ben Birinci Dünya Harbinde çölde Bir-üs-Saba'da yeşillik yarattığımızı görmüştüm. İsrail, birkaç binalı bir iki bahçeli bu kasabayı şimdi altmış bin nüfuslu şehir haline getirmiştir.

Ben insan iradesinin yaratıcıl