29 Eylül 2009 Salı

falih rıfkı atay - çankaya 2

- Kumandanımız!

- Kumandanınızdan size emir almıya çalışırım. O zamana kadar siz olduğunuz yerde kalınız.

Subay nazik davrandı. Evde telefon olmadığı için bir köşe yukarda oturan bir general arkadaşının apartmanına koştu. İtalyan temsilciliğini aradı, başına geleni anlattı, bir müddet sonra kendisine ''Affedersiniz, bir yanlışlık olmalı... askerlerin başındaki subayı çağırırsanız emir verilecektir,'' dediler. Subay geldi, konuştular ve evi zorlamaktan vazgeçtiler. Ertesi günü de Şişli bölge komutanından, bu eve kimse dokunamaz, diye yazılı bir kâğıt getirdiler. Birkaç gün sonra İtalyan olmıyan bir asker takımı gene eve geldi. Mustafa Kemal yoktu. Kendilerine kâğıdı gösterdiler. Askerlerin başındaki subay, ki İngilizdi, İtalyan belgesini yırttı ve bütün evi aradı.

***

Bu sıralarda Mustafa Kemal'in başından bir ticaret ve bir gazete macerası geçiyor: Ordular Grubu Kumandanlığından İstanbul'a geldiği zaman bazı ahbapları bakmışlar ki Atatürk'ün üç beş bin lira tasarrufu var:

- Artık bir vazifeniz yok, böyle arkası gelmiyen masrafa dayanılmaz, paranızı bir ticarete koysak, demişler.

- Ama ben ticaret bilmem ki...

- Bilmenize hacet yok, efendim. Mesele, A... Beyefendiye sizin bu ehemmiyetsiz paranızı kabul ettirebilmekte. Ondan sonra paranız kendiliğinden işler, durur.

Söyleyen eski bir ahbabı. A... Beyefendi de tanımadığı bir İstanbul kibarı. Kendi kendine, öyle ya topu topu birkaç bin lira var, anamın sandığında duracağına A... Beyefendi kim ise, onun sermayesi içinde dönüp çoğalsa hiç de fena olmaz, diye düşünür. Ahbabı:

- Dün hatırıma geldi de A... Beyefendiye danışmadan size geldim. Onun razı olacağını söyleyemem. Çok büyük işler görür. Bunlar arasında birkaç bin liranızla alâkadar olacağını tahmin etmiyorsam da bu defa görüşür, tanışırsınız... Pek hoşsohbet bir zattır da...

A... Beyefendi akşam meclislerinden birine davet eder. Mustafa Kemal yanına Fethi Bey'i alarak gider. Niyeti beyefendi lütuf buyurursa, Fethi Bey'in tasarrufunu da kendi parasına katarak ''nemalandırmak''tır.

İstanbul tarafında bir konağa girmişler. Sofra, yemekler, salon hepsi yerinde. Beyefendi Bâb-ı âli uslûbu ile sohbetler açar, terbiyeli konuşur, pek nezaketli dinler, ticaret ve para gibi bahislere tenezzül edip dokunmaz bile! Mustafa Kemal içinden, galiba bizi beğenmedi, paramızı kabul etmiyecek, diye kaygılara bile düşer. Bir aralık, hani bizim mesele, der gibi ahbabına göz ucu ile işaret eder. Ahbabı sonunda güçlükle meseleyi açar, beyefendi yarı dinler, yarı dinlemez:

- Hele paşa hazretleri yazıhaneye teşrif etsinler de... gibi yarım ağız bir vaitte bulunduktan sonra felsefeye mi, politikaya mı, bir kibar bahse daha geçer.

Gece geç vakit konaktan çıkmışlar. Mustafa Kemal yolda Fethi Bey'e:

- Nasıl? demiş.

- Nesi nasıl? İş nedir? Ne verilecek? Ne getirecek? Bir şey söylemedi ki...

- Tuhafsın Fethi, adamın nezaketine, kibarlığına baksana... Kendisinden böyle adî şeyler sorulur mu hiç?

- Ben bilmediğin işe senetsiz kontratsız on para koymam, der.

Mustafa Kemal, inatçılığı yüzünden, arkadaşının böyle bir fırsatı kaçırmasına onun hesabına esef eder ve ertesi sabah anasının da:

- Ne yapacaksın yavrum? Sakın paranı elinden kapmasınlar? gibi ihtiyatlı sözlerine karşı da, âdeta beyefendi hesabına sıkılarak parasını alıp götürür. Yaveri Cevat'ın galiba yüz elli lirası birikmiş. O da rica ederek bu sermayesini komutanının parasına katmış. Yolda Mustafa Kemal'in korkusu, ya kabul buyurmazsa? Yazıhaneye gitmişler. Beyefendi Mustafa Kemal'in zarfını almış:

- Bir defa saysanız...

"Sözüne değer mi?" gibi bir yarı gülüşle baktıktan sonra kasasını açmış, içine atıvermiş.

Binlerce liranın eksik olup olmadığını bile merak etmiyecek kadar kibar olmak için kim bilir ne kadar zengin olmalı, diye düşünen Mustafa Kemal, sermayesinin de konduğu ticaret işinin teferruatı üzerine konuşmaktan bile sıkılmış. Çıkıp gitmişler.

Nihayet işi ahbabından sorabilmiş. O da bir incir meselesinden bahsetmiş. İzmir'den bir yelkenliye konacakmış. Bir yere götürülecek, satılıp bir şeyler alınacak. O İstanbul'a gelecek, karma karışık, dolambaçlı bir iş ama, ahbabı:

- Büyük kâr böyle olur. Yüzde ikiden, yüzde üçten ne çıkar? Bir iki dönüşte konan para iki misline çıkmalı ki bir şey anlayasınız.

Bir iki dönüşte iki misli, üç dört dönüşte dört misli, Mustafa Kemal anacığına alacağı evi hayalinde bir iyi döşemiştir bile!

Günler geçer. Yelkenli bu, gün ölçüsüne gelmez. Haftalar geçer, Mustafa Kemal Fethi Bey'e bir sorayım, der o soğukkanlı ve realist:

- Ne yelkenlisi, ne inciri birader... Mükemmel dolandırdılar seni... derse de, atlas döşeli kupa, sofra üstündeki kristal kadehler, yaldızlı koltuklar, sonra beyefendinin para zarfını şöyle kasaya doğru atışı gözü önünde canlanan Mustafa Kemal arkadaşına kızar:

- Sen de hep böylesin. Her şeyin fena taraflarını bulursun, diye sinirlenip yine ahbabı ile soruşturur.

Yanlış bir limana mı gitmişler, yoksa incirde kurt yokmuş da var diye rüşvet mi istemişler, boşalmış da yerine yükleneceği mi beklemekte imişler, her görüşmede yeni bir havadis! Hatta hepsinin beyefendide telgrafları var.

Bir gün bütün cesaretini toplayıp beyefendiye gider. Aaaa... Sanki hiçbir şey yok. Adamcağız masanın başında, eski hal, eski düzen... Büyükdere Postası sekiz on dakika rötar yapmış gibi bir şey... Mustafa Kemal, zahir büyük tüccarlık bu, hiç tecrübem olmadığı için ben telâşlanıyorum galiba, diye ayrılıp yine beklemeye koyulursa da içine nihayet bir şüphe de girmiş. Ha geldi ha gelecek günlerinde Sultanahmet meydanının deniz görür bir köşesinde zavallıya o gün ikindiye doğru enginde görünecek yelkenliyi bile gözetletmişler.

Tabiî sizin de anlıyacağınız üzere en sonunda tekne batmış!

Cevat ne kadar olsa küçük subay, parasız. Yüz elli lirasını kaybetmeyi bir türlü içine sindiremediğinden bir gün beyefendiyi köprü üstünde sıkıştırır.

- Buraya bak, ben paşa değilim, ya şimdi paramı verirsin, ya seni köprüden aşağı atarım, demiş ve sermayesini kurtarmış.

Mustafa Kemal, o güzel tatlı anlatışı ile bu ticaret macerasını ara sıra tekrarladığı zaman, hâlâ maaş artıklarından birikme parasına içi yanardı.

Bir müddet sonra İstanbul'da bir gündelik gazete meselesi ortaya çıkar. Gazetenin başında Fethi Bey var. Mustafa Kemal, az da olsa, sermaye koyanlar arasında.

Bu yeni ticaret büsbütün tatlı. Yazacaksın, yazdıracaksın, fikir kavgaları yapacaksın, üstelik para da kazanacaksın.

Gazete müşterisi nedir? Bir gazeteyi alanlardan yüzde kaçı ciddî yazı okur, yüzde kaçı meraklı havadisler ve tefrikalar peşindedir, Mustafa Kemal'in bunlar hakkında hiçbir fikri yok. O sanıyor ki o günkü gazetelerde Fethi Bey'den daha akıllı başyazar mı var, kendisinden daha iyi polemik ilhamları kim verebilir, o hâlde bu gazetenin sürümü de hepsinden daha yüksek olması pek tabiî değil midir? Birçok fikir adamları ve yazarlar bu hataya düşmüşlerdir ve imzalı makalelerinin bir gazeteyi, ne kadar sürdüreceği sualini kendilerine sormamışlar, sonra bir gazete yazıcılığının özellikleri üzerinde de durmamışlardır. Biz okurlarımızla konuştuklarımızı birbirine karıştırırız. Konuştuklarımız seviyece, zevkçe aşağı yukarı bir ayarda olduklarımızdır. Bunlar, çok defa, gündelik gazete bile okumazlar. Beğendikleri gazete en az, ele alamadıkları gazete ise en çok satar. Evet, gazetecilik de bir ticaret ama, bir fikir adamı için dahi incir üzüm alışverişi kadar anlamadığı bir ticaret!

Mustafa Kemal de, gazetesini evinde okur. Pek hoşuma gider, herkesin elinde görmek sevincini tatmak için erken sokağa çıkar. Ne kimsenin elinde, ne de satıcıların ağzındadır. Böyle bir gazete çıktığından sokaktaki, tramvaydaki ve vapurdaki şehirli habersiz görünür. Hâlbuki Mustafa Kemal meclislerinin hepsinde herkesin gazeteden haberi vardır.

Gazete teknesi, incir teknesi kadar da dayanmaz. Bütün komutanlık hayatından nesi kalmışsa, o da en çok sürülmemesi için hiçbir sebep olmıyan bu gazetede eriyip gider.

***

Mustafa Kemal'in ne saray ne hükûmetten umudu kalmamıştı. Tanıdıklarını ve bildiklerini arayarak veya kendini arıyanlarla buluşarak, bu gidişle vatanın hayrına herhangi bir barış elde etmek ihtimali olmadığına göre, bir millî dayatma hareketinin hazırlığına geçiyor. Ne yapabiliriz? Fikir yoklamak üzere konuştukları arasında yakın arkadaşları, eski İttihatçılar, Hürriyet - ve - İtilâfçılar, işgal kuvvetleri ile birlikte çalışanlar da vardır. Bir gün Fethi Bey ve dört arkadaş ihtilâlci bir komite kurmaya bile karar verdiler: Padişahı değiştirmek, hükûmeti devirmek, yeni bir hükûmetle daha azimli hareketlere başvurmak gibi tedbirler üzerinde konuşulduğu sırada dört kişiden biri, İsmail Canbulat (1) eğer hareket başarısızlığa uğrarsa yedek olarak kalması daha doğru olacağını söyliyerek özür diledi. Fethi ile bir göz danışması yaptıktan sonra Mustafa Kemal: ''Beyefendinin katılmıyacağı bir hareket akıllıca da olmıyabilir. Onun için cemiyeti hemen dağıtalım,'' dedi. Öyle yaptılar ve Canbulat izin alıp gittikten sonra kalanlar cemiyeti yeniden kurmuş oldular.

Günler geçtikçe Vahidüddin'i öldürmekten veya değiştirmekten, hükûmeti düşürmekten bir şey çıkmayacağını düşündüler. Yenileri de düşmanın süngüleri karşısında kalmaktan kurtulamıyacaktı. Mustafa Kemal kararını vermişti: ''Uygun bir zaman ve fırsat kollayarak İstanbul'dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu'nun içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra millete felâketi haber vermek!''

İçinde sakladığı bu sırrı vakit gelmedikçe kimseye açmadı. Böyle bir karar vermemiş gibi buluşma ve konuşmalara devam etti. Bir gün İsmet Bey'i evine çağırdı. İsmet Bey (İnönü) barış konferansı için askerî hazırlıklar komisyonunda çalışıyordu. Mustafa Kemal masanın üstüne bir harita açtı: ''Meselâ," dedi, "hiçbir sıfat ve yetkim olmaksızın Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en elverişli bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?''

İsmet Bey harita üzerinde derin derin düşündükten sonra:

- Yollar çok, bölgeler çok, dedi.

Atatürk bu hazırlık günleri için bana demişti ki: ''Düşünebilirsiniz ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum? Hemen söylemeliyim ki ağır ve kat'î bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden ele almak, incelemek lâzımdır. Bir karar tatbik edilmiye başlandıktan sonra, keşke şu tarafını da düşünseydik belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeğe lüzum kalmazdı, gibi kaygılara yer kalmamalıdır. Böyle bir kaygılanma karar sahibini yaptığının doğruluğundan şüpheye düşürür. Bundan başka beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke devrinin beş altı ayını İstanbul'da geçirmekliğimin sebebi budur. Bu geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım. Fikir hazırlıkları, seferberlikte davul zurna çalarak asker toplamak gibi olmaz. Alçak gönüllülükle çalışmak, kendini silmek, karşısındakilere samimî bir kanı vermek şarttır.''

Anadolu'ya geçen komutanlarla ilgilenmekte idi. Kulağından rahatsız olduğu günlerde eski arkadaşı Ali Fuad Paşa (Cebesoy) onu hasta yatağında görmeye geldi. Ulukışla taraflarından Ankara'ya alınmak üzere yirminci kolordu komutanlığına atanmıştı. ''Bu kolordunun başında bulunmalısın. Bundan sonra önemli şeyler olacaktır. Kolorduna hâkim ol. Çevrene emniyet ver. Hele halk ile yakından ilgilen!'' dedi.

Mustafa Kemal'le konuşanlar arasında Anadolu'ya gitmek sergüzeştini tehlikeli bulanlar az değildi. İngilizlere güven verebilsek, yahut Fransızları kazanabilsek veya İtalyanlarla iyi geçinmek yollarını arasak, gibi umutlara kapılanlar hâlâ vardı. Meselâ bir söylentiye göre İngiltere elçiliğinin papazı, ki Fru adı ile duyardık, padişahla görüşmek istemiştir, ona şu veya bu türlü teminat vermiştir. Hemen etrafa bir ferahlıktır gelir. İstanbul her gün bu türlü avutucu kulak haberleri ile çalkalanmakta idi. Bir gün harpte tanıdığı bir otel müdürü Mustafa Kemal'e geldi. Fethi de yanında idi: ''Ben yabancılarla temastayım. Size ne kadar önem verdiklerini de biliyorum. İngiliz elçiliğinde bir mösyö sizinle görüşmek istediğini bana birkaç defa tekrar etti. İster misiniz, sizi bizim evde buluşturayım?''

Fethi, kabul et, der gibi baktı. ''Konuşalım," dedi. "Fakat isteyen o ise...''

Bir hanımın salonunda Fransızca görüştüler. Papaz Fru Türkiye'nin yaptığı kötülüklerden söz açtı. Eğer hepsi bilinse medeniyet dünyasının bu memleketi belki de büsbütün ortadan kaldıracağını söyledi. Mustafa Kemal: ''Bu hanımla kocası sizin benimle görüşmek istediğinizi ve böyle bir buluşmanın faydalı olacağını söylediler. Bunları anlatmak için mi beni aradınız?'' dedi. ''Önce İttihat - ve - Terakki'nin cinayetlerini tasdik etmelisiniz!'' dedi. Mustafa Kemal İttihat - ve - Terakki'nin pek çok kusurları olabileceğini, fakat vatanseverliğinin her türlü tartışmalar üstünde olduğu cevabını verdi ve bu adamın kendini niçin aramış olduğunu bir türlü anlayamazdı. Neden sonra, Kuvay-ı Milliye'nin başında iken bu papaz Antalya'ya gelerek, Mustafa Kemal'in kendisinden İstanbul'da, gene görüşelim, diye ayrıldığını söyleyerek bir buluşma aradı ise de kapı dışarı edilmiştir. Yabancılarla bu temaslar onun tanıdıklarından birçoğunun anlayışlarından uzaklaştırdı. Bana demişti ki: ''Benim kanaatim o idi ki ve daima o oldu ki insan diye yaşamak istiyenler, insan olmak vasfını ve gücünü kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa göğüslerini germelidirler. Yoksa hiçbir medenî millet onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.''

İstanbul'daki İtilâf devletleri temsilcilerinin, politikacı, hatta askerlerinin anlamıya çalıştıkları şey, Türkiye'de bütün memlekete nüfuzunu geçirebilecek bir teşkilât olmasına ihtimal var mıdır, böyle bir teşkilât varsa başına geçebilecek şahsiyetler kimler olabilir, meselesi idi. İttihat - ve - Terakki'yi hiç hatırlarından çıkardıkları yoktu. bir gün bir başka tanıdığı, bir İtalyan şahsiyetinin kendisi ve Fethi Bey'le görüşmek istediğini haber verdi. Beyoğlu'nda Bonmarşe karşısında bir İtalyan mimarının evine gittiler. Gelen adam, Türkiye'nin dostu olduğundan, hükûmetin zaafı yüzünden memleketin kötüye doğru sürüklendiğinden bahsederek, Mustafa Kemal ve Fethi'ye yeni bir hükûmet kurabilecek teşkilât ve adamları olup olmadığını sordu. Mustafa Kemal ilk tanıştığı bir yabancıya açılmaktan çekindi. Fethi, belki de kendilerine verilen önemi boşa çıkarmamak için, kuvvetli olduklarını ve güçlü arkadaşları da olduğunu söyledi. ''O hâlde kendinizi göstermelisiniz,'' dedi.

Niçindi bu buluşma ve soruşturma? Her hâlde İtalyanların bir başka maksatları olmalı idi. Arkadaşlar arasında bu maksadın Antalya ve çevresinden başka İzmir ve çevresine de hâkim olmak olduğuna karar verdiler. İzmir ve hinterlandını Yunanlılara bırakmamak! Bu İtalyan Arnavut asıllı bazı İttihatçılarla da görüşüyormuş. Onlara şöyle bir sır da emanet etmiş. İzmir ve hinterlandını Yunanlılara işgal ettireceklerdir. Türkiye şüphesiz bunu istemez. İtalya da aynı kaygıdadır. Onun için İzmir ve çevresinde Yunan işgaline karşı silâhlı teşkilât yapmalıdır. Eğer karşı konulamazsa hiç olmazsa dost İtalya tercih edilmelidir. Bu iş için İtalya istenildiği kadar silâh ve cephane verecekmiş. Bu teklifi dinliyenler arasında akla yakın bulanlar, hatta İtalyan gemileri ile İzmir'e giderek taraf toplamıya çalışanlar bile olmuş. Gene onlar böyle bir teşkilâtın başına geçerek adamı da seçmişler: Mustafa Kemal! İtalyan şahsiyetine de adını haber vermişler ve Mustafa Kemal'in bu işi yapacağını da kendisine söylemişler. Asıl görüştükleri Comte Sforça (1) idi. Mustafa Kemal'e meseleyi ''İtalyanların Türklere doğrudan doğruya yardım edecekleri'' yolunda anlatmışlardı. Mustafa Kemal, İtalya'nın böyle bir şey yapacağına inananları pek saf bulmakla beraber, mademki buluşma gününü bile kararlaştırmışlardı, gidip konuşmakta bir sakınca görmedi. Bu bir acı hatırası idi. Bana şöyle anlatmıştı: ''Buluşma saatinde Comte Sforça'nın çalışma odasında bulunuyordum (2). Çok terbiyeli ve nazikti. Evimi basan İtalya askerlerinin geri çağrılması için temsilciliğin nasıl yardım ettiğini hatırlattım.

- Ekselans, dedi, herhangi bir tehlike karşısında elçiliğin emrinize hazır olduğunu ben de söyleyebilirim, dedi.

Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Üzüntümü saklamak için kendimi güç tuttum. İtalyan tebaası (uyruk) mı olmuştum? Dedim ki:

- Beni buraya önemli bir meseleden bahsetmek için siz davet etmişsiniz. Bu önemli şeyi dinlemek istiyorum.

Bir an durdu: 'Ha', dedi, 'buluşmamızı sizin de tanıdığınız arkadaşlarınız istediler. Öyle pek önemli bir mesele bahis mevzuu (konusu) değildi.'

- Öyle ise fazla rahatsız etmeyeyim, dedim ve kalktım.

Bir millet esirliğe düşünce milletten olan herkes nasıl bir hiç olur. Ben bu yabancının evinden çıkarken, bütün uşakların arkamdan güldüklerini duyar gibi oluyordum. Caddenin kalabalığı arasında kendimi kaybetmeye çalıştım ve beni buraya sürüklemiş olanlara küstüm. Bununla beraber bu zat, ilk sözünün benim üstümdeki tesirini görünce, bana bütün o tasarılarından bahsetmemek inceliğini göstermişti.''

O sırada İstanbul'da birçok kimseleri, İngilizlerin emri ile hapse atmışlardı. Fethi Bey de bunlar arasında idi. Mustafa Kemal arkadaşını ve tanıdıklarını görmek üzere polis müdürlüğüne gitti: ''Dam katına çıktık. Etrafıma baktım. Bir dar koridor üzerinde karşılıklı ufak odalar! Görünüş heybetli idi. Sadrazamlar, nazırlar, bütün Osmanlı 'rical-i mühimmesi' ve bazı tanınmış gazeteciler. Ne kadar derin düşüncelere daldım. Canımın yandığı şu idi: Bu kimseler arasında hesap sorulması lâzım gelenler vardı. Fakat hesap soran millet değildi. Bilakis milleti daha ağır felâkete sürükliyen insanlardı. Ben de o günlerde bazı takiplere uğrar gibi olduğumu hissettim. Ne azledilmiş, ne tekaüt olmuş, ne de açığa çıkarılmıştım. Resmî vaziyetim üzerimde idi. Harbiye Nazırlığı yaverimi, otomobilimi almış ve tahsisatımı kesmişti. İktidarda bulunanlardan böyle bir hareket beklemiyordum."

Bu nereden geldiği henüz belli olmıyan bir baskı idi. O tarihlerde General Allenki İstanbul'a gelmişti. Bir gün Harbiye Nazırını ve Kurmay İkinci Başkanını karşısına alarak cebinden çıkardığı bir not defterinden bazı şeyler not ettirmek ister. Nazır ve İkinci Başkan konuşmaya kalkınca da:

- Sizi görüşmek için değil, bazı arzularımı söylemek için kabul ettim, der.

"İşte o buluşmada Allenki Altıncı Ordu Kumandanlığına benim tayin olunmaklığımı tavsiye eder. Gideceğim yerin neresi ve alacağım vazifenin ne olduğunu ve ne vaziyette kalacağımı bildiğim için hemen reddettim. Yaver, otomobil ve tahsisat meselesi bu vak'aya bağlı olsa gerekir."

Mustafa Kemal'i niçin tutmamışlardı? İzzet Paşa'dan sonra sadrazamlığa gelenlerle, durmadan değişen kabinelerdeki nazırlar onun hakkında şöyle bir anlayışta idiler: Mustafa Kemal Talât ve Enver paşaların ve umumî olarak İttihat - ve - Terakki'nin muhalifi idi. Bu sebeple kendi taraflarına kazanılabilirdi. Kendisi ile bu yolda yakınlık kurmak isteyenler de olmuştu. Meselâ sarayın, Damat Ferit'in ve İngilizlerin başlıca adamlarından Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey! Evine kadar gelip kendisi ile görüştü. Arkadaşlarına görüşmeden memnun kaldığını da haber verdi. Mustafa Kemal'in İstanbul'dan çıkıncaya kadar Hürriyet - ve - İtilâfçıları oyaladığı meydandadır. Bu oyalama onun en elverişli yolda Anadolu'ya geçmesi için de faydası büyük olacaktır. Hürriyet - ve - İtilâfçılar arasında ona güvenmek doğru olmadığı inancında olanlar da vardı. Hoca Zeynel Abidin bunlardan biridir. Bir gün:

- Siz ondaki o gök gözleri görüyor musunuz? Eline fırsat geçerse ne halife bırakır, ne padişah, demişti.

Koca ve kara kafa haklı idi. İyi ki ona inanmamışlardı.

Harp Divanının başında pek açık Arnavut şivesiyle bir sakallı paşa. Savcı bir Rum. Azadan biri Ermeni. Eski Yozgat Mutasarrıfı Kemal, Boğazlıyan Kaymakamı iken tehcir facialarına sebep olduğu için yargılanmakta. Tanıkları toplıyan, hazırlıyan, getirip götüren de patrikhane.

Ermeniler Büyük Ermenistan'ın, birtakım dünkü Türkler bu Ermenistan yanında Kürdistan'ın, Rumlar İzmir'in, Trakya'nın ve Karadeniz kıyılarında Pontus Krallığının peşinde. Anadolu eşrafı, Hristiyanların ve Hürriyet - ve - İtilâfın curnalları ile koğalanma altında. Tabiî kimse de şerefini, canını gelen gidene kahve gibi ikram etmez. Yakalanmıyanlar ya gizlenmişlerdir, yahut silâhlanarak dağa çıkmışlar, çiftliklerine çekilmişlerdir. Kuvay-ı Milliye'nin ilk kaynağı.

İstanbul'da tutmak, hapse atmak, sürmek, hatta asmak kolaydır ama Anadolu'da ''Ferman padişahın, dağlar kim silâhını kapmış, çalı dibi seçmişse onundur.'' Hristiyan çetelere karşı Türk çeteleri çıkmış, baskın, pusu, vuruşma ve kaçışma, hele Karadeniz kıyılarının bazı bölgelerinde bir boğazlaşmadır gider.

Acaba Hristiyan azlıklar, nerede biraz Hristiyan topluluğu varsa orada Türk devleti varlığının tehlikede olduğuna Türkleri büsbütün inandırmakla iyi mi etmekte idiler? Ermeni tehciri faciasının sebebi de bu değil miydi? 1914'te çar Rusyasının ısrarı ile doğru Anadolu'ya gelen bir yabancı umum müfettiş Türklere, Doğu Anadolu'nun da, Rumeli gibi vatandan kopmak üzere olduğu korkusunu vermemiş miydi?

Osmanlı saltanatından yeryüzünde hiçbir kuvvetin hesap soramıyacağı çağlarda, dinleri, dilleri ve kiliseleriyle çepçevre Müslümanlık ortasında yaşayabilen, Ortaçağdan yirminci asra kadar gelebilen Hristiyanlık, bu korku yüzünden değil midir ki nihayet Anadolu'da son yuvasına kadar dağılmıştır?

Bu sıralarada gazetelerde ilk defa ''Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'' başlıklı bir havadis çıkıyor. Cemiyetin maksadı basit: ''Vilâyetimizin hukuk-ı milliyesini muhafaza etmek için Rum ve Ermeni teşebbüsatına karşı sulh konferansı nezdinde müdafaatta bulunmak.'' Trakya da böyle bir cemiyet kuracaktır.

İstanbul etrafında Hristiyan haydut çeteleri var. Bunlardan biri Erenköy tarafında bir köşkü basarak içindekileri balta ile boğazlamıştır. Şehirde polis Hristiyanların saldırılarına uğramaktadır. O kadar ki İngilizler, bir bildiri ile herkesi Türk polisine itaate çağırmak zorunda kalmışlardır. Yüreklerine ve parmaklarına güvenen Türkler, akşam karardıktan sonra evlerine dönecekleri zaman, tabancalarını dış ceplerine yerleştirmekte ve kenar sokaklara emniyet tetiklerini hazırlıyarak girmektedirler. Ara sıra evine gittiğim bir ahbabım: ''Sakın karanlıkta beni seçersen selâm vereyim, deme! Bir telâşa gelir'' diyordu.

Nihayet Hürriyet - ve - İtilâfçıların istediği olmuştur. İlk Damat Ferit Paşa hükûmeti iktidara geliyor. Gerçi padişah kendisine ''Hasis ve sefil bir hiss-i menfaat ve intikam ile hükûmet etmiyeceğinizi ümit ederim'' diyor. Fakat Hürriyet - ve - İtilâfçılar gazetelerinde ve toplantılarında ''Harp ve tehcir mesulleri cezalandırarak İtilâf devletlerini samimiyetimize inandırma'' bahanesi altında vatansever ve milliyetçi şöhretleri tasfiye etmek meselesini büsbütün kızıştırmışlardır. Nitekim Damat Ferit'in yeni Divan-ı Harp'i zavallı Kemal'i idama mahkûm eder. Boğazlıyan kaymakamı sigarasını içerek, büyük bir soğukkanlılıkla sehpaya gider ve idam fermanını sükût ve saygı ile dinler: ''Evlât ve iyalimi millete emanet ediyorum'' der ve ''Yaşasın millet!'' diye haykırarak can verir.

Kemal'in cenazesi, İstanbul milliyetçiliğinin, bilhassa gençliğin iç isyanını göstermeye fırsat olmuştur. Tıbbiyeliler, cesaretle öne atılmışlardır. İç çözülüş, bu türlü heyecanlı hâdiselerde, bir duraklama geçirir. Bir dik bayır üstünden yuvarlanış, hiç olmazsa bir müddet bir çalıya tutunur.

Su ile zeytinyağı ayrılır gibi, bu idamı haklı bir ceza sayan saray ve işgal takımı ile, onu cinayet sayan milliyetçiler ve halk takımı birbirinden ayrılmıştır.

Damat Ferit hükûmeti, Anadolu'da Türklerle Hristiyanlar arasındaki çatışmaları ''nasihat heyetleri'' göndererek yatıştırmaya da kalkar. Bu heyetlerde şehzadeler ve Rum patrikhanesi temsilcileri de vardır. Dahiliye Nazırı:

- Patrikhaneyi memnun etmek için elimizden gelini yapıyoruz, der.

Anadolu ''şerir''lerinin, Anadolu'da bir harekete önayak olabileceklerin yakalanmaları hakkında emirler gider, havadisler gelir. Bütün bu kaynaşmalar, İzmir işgali hazırlıklarının bittiğini göstermekte idi.

Havada bir titreme var. Bir türlü sahi olabileceğine inanmıyoruz. Fakat vapur güvertelerinde ve kamaralarda Rumlar, bize yan yan bakarak ve sözlerinin işitilmemesine dikkat ederek konuşuyorlar. Yüzlerinden sevinç akıyor.

Ajansların getirdiği Avrupa edebiyatı kötü mü kötü. Damat Ferit Divan-ı Harp'i milliyetçi Türkler için neyse, büyük devletlerin yüksek meclisi bütün Türkler için öyle bir mahkeme.

Ah Pierre Loti Paris gazetelerinden birine bir mektup yazmaz mısın? Kaleminin renkli mürekkebini gönül yaşlarımıza katmaz mısın? Sen olmazsan Claude Farrere! Vay Times'ın bir köşesinden Ağa Han! Umutlarımız bunlar.

16 Mayısta Yunanlılar İzmir'e, 19 Mayısta Mustafa Kemal Samsun'a çıkacaktır.

***



16 ve 19 Mayıs



Bu ikisine bir de 16 Martı eklemeliyim. Tuhaf kader cilveleri vardır. Eğer Lenin çarlığı yıkmasaydı ve Rusya zafer gününe erişse idi, İstanbul Rus olacaktı. İnsanın acaba bir İstanbul köşesine Lenin'in büstünü koysak mı, diyeceği gelir. Eğer Yunan ordusu 16 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkmasaydı, bizim büyük devletler cephesine karşı bir savaşa girişmemiz pek güç, belki imkânsız olacağına şüphe yoktu. Dağdan haydutlar inerek vatanı kurtarma savaşına katılacaklar, Anadolu'nun bütün dağınık dayatış kuvvetleri artık ortaklaşa bir savaş amacı bulacaklardı. 16 Martta İngilizler İstanbul'u işgal edince de, Anadolu İstanbul'dan büsbütün koparak tam beş hafta sonra, 23 Nisanda Ankara'da yeni Türk devletinin temelleri atılacaktı.

Özel notlarımın arasındaki bir hikâye, tarih kitaplarında çocuklarımızın okumakta olduklarını bir hoş tamamlamaktadır. Bu notlar, işgal gecesi Harbiye Nezaretinde nöbet tutan muharebe memurunun anlatışı üzerine hazırlanmıştır: ''Gece yarısından sonra muharebe makinesinin tıkırtısı ile uyandım. Durmaksızın 'acele' işaretiyle Harbiye Nezaretini arayan makinenin başına geçtim:

- Neresi orası? diye sordum.

- İzmir! cevabı geldi.

Ne istediklerini sorunca, Kolordu Askerlik Dairesi Reisi Süleyman Fethi Bey'in Harbiye Nazırı paşa ile makine başında hemen konuşmak istediği cevabını verdiler. Telefonla Harbiye Nazırının evini buldum. Haberi verdim. Nazır paşa hemen geleceğini söylemiş. İzmir'e bildirdim.

Çok geçmeden önde Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa, arkasında büyük Fevzi Paşa (Çakmak), küçük Fevzi Paşa (Ahmet Fevzi) içeri girdiler. Nazır yanımdaki iskemleye oturdu. İzmir'i buldum. Harbiye Nazırı, kollarını muhabere masasının üstüne dayamış, ben verilen haberleri yazdıkça, okuyordu. İzmir haberi şöyle idi: 'Paşam, İzmir limanına girip demirliyen İtilâf donanması amirali Caltrop, mütarekenamenin 7 nci maddesine göre İzmir istihkâmlarının teslimini istedi. Karaburun'dan gelen haberlere göre körfez dışında asker dolu birçok Yunan nakliye gemileri beklemektedir. İstihkâmları biz verir vermez Yunanlılar işgal edecekler. Halk galeyandadır. Müsaade ederseniz biz bu isteği reddederek elimizdeki kuvvetlerle İzmir'i müdafaa edeceğiz. Kuvvetimiz de buna elverişlidir. Ferman sizindir.'

Şakir Paşa bu notu okur okumaz ayağa kalktı ve:

- Haydi evlâtlar, Allah muvaffakıyet versin, Tanrı yardımcınız olsun, dedi ve yaşlı gözlerini silerek bana:

- Onlara bu sözlerimi yaz, dedi.

- Paşam, sözlerinizi bir kâğıda yazınız da tekrar edeyim, dedim.

Kâğıda yazmak sırası gelince toplandılar. 'Nasıl olur da mütarekenamenin 7 nci maddesinin tatbik edilmesine karşı koyarız?' meselesi çıktı.

Şakir Paşa: 'İzmir'i Yunanlılara teslim etmek olur mu?' diyordu.

Küçük Fevzi Paşa: '7 nci madde meydandadır. Şayet Yunanlılar İzmir'e çıkacak olurlarsa, Bab-ı âli vasıtasıyla protesto ederiz' diyordu.

Nihayet Şakir Paşa, sapsarı kesilmiş bir hâlde, benden yana döndü ve sinirden titreyen elindeki kalemiyle eski notu silerek şunları yazdı ve imzaladı. Sonra bana bakarak:

'Oğul bunu yaz, innâ lillâh ve innâ ileyhi râciun' dedi.

Yazı şu idi: Amiral Caltrop'un mütarekenamenin 7 nci maddesine istinaden vuku bulan talebini yerine getiriniz. Ben Bab-ı âli'ye gidiyorum, lâzım gelen teşebbüsatta bulunacağım.''

Yunanlıların İzmir'e çıkışı üzerine mânevi çözülüş devri, birdenbire, bütün halk yığınlarının, iyi ruhlu halk evlâtlarının yüreğinden kopan:

- Hayır, sesiyle sona erer.

Nihayet sonu ölüm de olsa, gidilecek bir yol var. İzmir işgali, sanki bu göz gözü görmez, gönül gönüle ulaşmaz kaos içinde, Türklüğü bir kara ve dipsiz batağa gömüle gömüle boğulup gitmekten kurtarmak için, gökten bir Tanrı eli gibi uzanmıştır.

Gerçi ilk acı, Türk bayrağının kırmızı rengini karaya çevirtecek, bütün sokaklar bir cenaze arkasından kopan ağlayışlar ve çığlıklarla inliyecek, her şeyin bittiği duyguyu verecek bir yanıp yakılış gibi idi.

Böyle bir umutsuzluk hâlinin kurtarıcı iradeler kaynağı olabileceğini hemen tahmin etmek kolay değildi. Ama böyle hâller fertler gibi toplumları da son karara doğru sürükleyebilir. Nitekim hepimiz İzmir taraflarından ufak tefek çarpışmalar haberlerinden bile hemen umuda kapılıyoruz. Sadece bir şeref borcu ödemek için de olsa bir dövüşme istiyoruz. Şu Anadolu baştan başa ayaklansa ve seller gibi İzmir'e doğru aksa... İzmir Anadolu toprağından değil de, etimizden ve canımızdan kopuyor sanki...

İzmir etrafında telgrafhanelere koşuşan halk, aç susuz, İstanbul'dan, saray ve Bab-ı âli'den haber beklemekte... 19 Mayısta ise Damat Ferit hükûmeti büsbütün Hürriyet - ve - İtilâfçı bir karakter almıştır. Yeni Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa müstesna! Çünkü o politika ile uğraşmayan sade ve mütevazı bir askerdi.

Rum ve Ermeni gazetelerinin neler yazdıklarını tercüme ettirip okumayı bile göze alamıyorduk. 20 Mayıs tarihli bir Türk gazetesinde çıkan şu satırlara bakınız: ''İzmir'i kaybettik. Halkı avutmaya lüzum yok. Yarın İstanbul'u da kaybedince yine bağırıp çağıracak mıyız? Buna ne hakkımız var?''

Yani hepsi cezamız. Bütün millet el birliği ile bir cinayet işlemiştir. Bütün millet, devletini, hürriyetini, vilâyetlerini vererek ve hiç ses çıkarmayarak bu cinayetinin cezasını ödemeye razı olmalıdır.

23 Mayısta halk, kapkara Türk bayrakları ile, kadınları, çoluk çocukları ile Sultanahmet meydanına doğru aktı. Kürsü üzerindeki siyah çarşaflı kadın hayaletleri ve siyah bayrak, o günlerin iki sembolü olarak kalmıştır.

Divanyolunda bir kenarda duruyordum. Meydandan gelip caddeyi tıkayan gürültülü halk kalabalığı, birden, eğer bir mahşer varsa tıpkı o kaynayışla, ilâhi bir cezbeleniş içinde kendinden geçti:

- Padişahım... Padişahım, diye haykırıyorlardı.

Tahtını sarayını bırakıp artık kendilerine katılmaya gelen Vahdettin'in otomobilinden inerek önlerine geçtiğini sanıyorlardı. Padişahın aynı selâmlıktaki üniformalı resimlerine benziyen bir adam, ta önde, heyecandan sapsarı, Beyazıd meydanına doğru yürüyordu.

Bakışlarda, seslerde, çırpınışlarda öyle bir çılgınlık vardı ki, nereye gitse gidecekler, ne istese yapacaklardı. Sanki padişah milleti bir mucizeler ve tılsımlar yerine doğru sürüklüyordu. Fatihlerin, Yavuzların evlâdı, nihayet:

- Artık yeter, demişti.

''Padişahım... Padişahım...'' bağrışanlar, düşüp bayılanlar, çiğnenenler, bir tersin yüze veya bir yüzün terse çevrilişi gibi, her insan kendi kendisinin başkası idi.

Zavallılar, Şevket Turgut Paşa'yı Vahdettin'e benzetmişlerdi.

Kalabalık Harbiye Nezaretinin, kapanan dış kapısı önünde durdu. Padişah bir şey söyliyecekti. Bir emir verecekti. Onun sesini duyacaklardı. Bir yaver, Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa'nın kendilerini sükûnetle dağılmaya davet ettiğini söyledi. Kıpkırmızı ateş suya düştü ve kömür rengi bağladı.

***

Mustafa Kemal'i daha önce Anadolu'ya ''sürmeğe'' karar vermişlerdi. Enverci harp suçlusu ve İttihatçı değildi ama, tekin de değildi. Çalmadığı kapı yoktu.

Bir gün Harbiye Nazırı Şakir Paşa kendisini çağırdı, yanına gittiği vakit bir tek kelime söylemeden önüne bir dosya uzattı:

- Bunu okur musunuz? dedi.

Mustafa Kemal dosyayı baştan sona gözden geçirdi. İtilâf makamları tarafından verilen raporların özeti şu idi: ''Samsun ve çevresinde birçok Rum köyleri her gün Türklerin saldırısına uğramaktadır. Hükûmet bu barbarca saldırıların önüne geçememektedir. Oraların emniyet ve huzurunu temin etmek insanlık namına borcumuzdur.'' Raporlar İstanbul hükûmetine verilirken bir de ültimatomsu protesto eklenmiştir: ''Eğer siz âciz iseniz, bu vazifeyi biz üstümüze alacağız.'' Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırının yüzüne baktı.

- Emriniz paşam?

- Bu böyle midir sanırsınız?

- Sanmıyorum, ama bir şeyler olmak ihtimali vardır.

Nazır asıl konuya geçti:

- İşte, dedi, böyle midir, değil midir, önce bunu meydana çıkarmak için oralara bizim gidip tetkikler yapmamız lâzım. Ben Sadrazam Paşa (Damat Ferit) ile görüştüm. Sizi münasip gördük. Gider ve meselenin ne olduğunu anlarsınız.

- Memnunlukla giderim. Ancak ben oraya Türkler Rumlara zulmediyorlar mı, etmiyorlar mı, yalnız bunu anlamak için mi gideceğim?

- Evet, dedi, konuştuğumuz bu!

- Pekâlâ, yalnız eğer izin verirseniz memuriyetime bir şekil vermek lâzım. Sizi üzmiyeyim, arzu ederseniz, Erkân-ı Harbiye Reisinizle (Kurmay Başkanı) görüşerek bunu tesbit edelim.

- Hay, hay, dedi.

Mustafa Kemal, Kurmay Başkanı Fevzi Paşa'yı (Çakmak) aradı. Yerinde yoktu. Yirmi günden beri hasta olduğu için gelmemekte olduğunu söylediler. Meğer General Allenki İstanbul'a geleceği vakit Harbiye Nazırı gidip karşılamasını söylemiş. ''Ben bunu yapamam!'' demiş. ''Yapmak lâzımdır!'' cevabını da alınca: ''Hastayım evime gidiyorum!'' demiş. O günden beri de gelmiyormuş. Mustafa Kemal dairede İkinci Başkan Diyarbakırlı Kâzım Paşa ile karşılaştı. Harbiye Nazırının kendisine verdiği görevden bilgisi yoktu.

- İşte ben sana haber veriyorum, dedi.

Kâzım Paşa ile açık konuştu ve yeni durumdan olabildiği kadar çok faydalanmak gerektiğini anlattı. Kâzım Paşa:

- Ha... dedi, zaten ordu müfettişlikleri meselesi var. Sen de oralara bu sıfatla gidebilirsin.

Şakir Paşa ile gidip görüşen Kâzım Paşa'nın aldığı direktif şu idi: ''Maksat Samsun taraflarında Rumlara saldıran Türkleri yola getirmek, sonra Anadolu'da birtakım millî teşkilâtlanmalar oluyormuş, onları da ortadan kaldırmak! Mustafa Kemal'i bunun için yolluyoruz. Kendisine sadrazam paşa ile beraber bir selâhiyetname vereceğiz.''

- Onlar ne istiyorlarsa daha fazlasını da katınız. Yalnız bir iki noktayı ben not ettireyim.

Asıl önem verdiği yetki meselesi idi. Samsun'dan başlıyarak bütün doğu vilâyetlerinde bulunan kuvvetleri komutası ve bu kuvvetlerin bulunduğu vilâyetlerdeki valileri emri altına alabilmeli, bundan başka bu bölge ile herhangi ilgisi bulunan askerlik ve idare makamlarınca sözü geçmeli idi. Kâzım Paşa yüzüne baktı:

- Bir şey mi yapacaksın?

- Kulağını bana uzat, dedi... Evet bir şey yapacağım. Bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım.

Anlaştıkları üzere yazılan talimatnameyi Kâzım Paşa nazıra götürdü. Döndüğünde söylediğine göre sadrazam talimatnameyi imzalamıyacakmış. Şakir Paşa da imzasını koymaktan çekinmiş ama ''Mühür basarım!'' demiş.

Mustafa Kemal mühürlü talimatnameyi cebine koydu.

Yetkisi büyüktü. ''Ne âlâ şey, talih bana öyle elverişli şartlar hazırlamış ki kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duyduğumu anlatamam. Harbiye Nezaretinden çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem, kanatlarımı çırparak uçmaya hazırlanmış bir kuş gibi idim.''

Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa karargâhına alacaklarını kendi seçti. Bunlar arsında Miralay (Albay) Kâzım Bey (Kâzım Dirik), Miralay Refet Bey (Refet Bele), Dr. Refik Bey (Başbakanlık eden Refik Saydam) vardı.

Sadrazam Damat Ferit Paşa'ya gitti. Pek güler yüzlü idi. Kendisinden çok şeyler beklediğini söyledikten sonra, her istediğinizi doğrudan doğruya bana yazabilirsiniz, dedi. Sonra Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey'i gördü. O da pek samimî davrandı. Uğradıklarından biri de İsmet Bey'di. Kendisinden hatıralarını İsmet Paşa başvekil iken almıştım. Bana yazdırdığı şu idi: ''Süleymaniye sokaklarından birinde hoş bir ev... Buraya vakitsiz ve teklifsiz gitmiştim. Ev sahibi geldi:

- Ne haber, ne haber... Bu ne baskın?

- Vaktim dar. Sana hikâyeyi kısaca söyleyeyim, dedim ve her şeyi anlattım:

- Ben yerleşinceye kadar sen de burada kalacaksın ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin, dedim. İstanbul'da bulunduğum kadar benimle az alâkalı görünmesini de söyledim.''

Cümle bittikten sonra Atatürk yüzüme baktı: ''Sen benim tarihimi yazacak olanlardansın. İşin gerçeği, kendisinin benimle gelmesini istemiye gitmiştim.

- Yeni evlendim. Beni biraz rahat bırak, dedi.

Gelmek istemedi.''

Yıllar sonra bir yolculukta Tokat'a uğramıştık. Milletvekillerinden Mustafa'nın evinde idik. Sedat Paşa Kolordu Komutanı idi. Kuvay-ı Milliye'ye katılmadığı için emekliye ayrılacakken, Atatürk, İstanbul'da benim isteğimle kalmıştır, diye bir belge vermesi üzerine kurtulmuştu. Atatürk:

- Fena mı ettik? Ordumuza iyi bir komutan kazandırdık, dedikten sonra:

- Söz aramızda, İsmet de öyle değil mi? diye gülümsiyerek yüzümüze bakmıştı.

19 Mayısta Samsun'a hasta çıkan ve birkaç saatte bir sıcak bir banyo almak için dura dura büyük sergüzeşte doğru giden Mustafa Kemal, nihayet bir tertiple alabildiği ordu müfettişliği otoritesi ile, Hristiyanlara zulmeden Türk çetelerini ''tenkil'' etmeğe gitmek üzeredir.

İstanbul'dan son ayrılış hikâyesini, bana anlatmış olduğu hatıralarından dinleyiniz:

"Yunanlılar İzmir'e asker çıkarmazdan önce, galiba Mayısın 14 üncü günü, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki evine akşam yemeğine davetli idim. Belli saatte gittim. Benden başka henüz kimse yoktu. Kısa birkaç kelimeden sonra uzunca bir durgunluk devam etti. Kendisinde Harbiye Nazırı ile beraber gördüğüm zamanki samimîlikten eser yoktu. Benimle yalnız kalmaktan sıkılıyor gibi idi. Bir aralık saatine baktı: 'Acaba nerede kaldı?' 'Birini mi bekliyordunuz efendim!' 'Evet, Cevat Paşa Hazretleri gelecekti.' Gene sükût... Biraz sonra Cevat Paşa salona girdi. Hemen üçümüz beraber yemek salonuna geçtik. Sofrada çatal ve tabak tıkırtılarından başka ses yok. Üçümüz de susuyoruz. İçimden gelen suallere kendi kendime içimden cevap vermeğe çalışıyordum. Her hâlde benimle konuşacak bazı şeyleri olmalı idi. Belki de çok önemli meseleler vardır, sofradan sonraya saklıyordur, diyordum. Yemeğin sonuna yaklaşmıştık. Sadrazam Paşa kısa bir cümlesi ile beni vehimlerimden kurtardı. Cevat Paşa'ya ve bana bakarak:

- Yemekten sonra biraz görüşelim, dedi.

- Emir buyurursunuz!

Ortasında genişçe bir masa bulunan çok dar, fakat boş bir salon. Daha ayakta iken sadrazam dedi ki: 'Bir pafta getirsek de müfettiş paşa onun üzerinde izahat verse...' Kipert'in atlası geldi, Anadolu paftasını bulduk. Sadrazam Paşa'ya baktım, 'Ne cihetlerden izahat emir buyurulur' dedim. 'Meselâ,' dedi, 'Samsun ve havalisinde ne yapacaksınız?' Kelimeler âdeta ağzımdan dökülmeye başladı: 'Efendim,' dedim, 'İngiliz raporlarına göre Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış... Biraz mübalâğalıdır, zannediyorum. Ne de olsa bunlar basit şeyler... Yerinde yapacağımız tetkikat ile hallederiz. Şimdiden isabetli bir şey söylememekten korkarım.' Cevat Paşa'ya döndü: 'Siz ne dersiniz?' Cevat Paşa pek tabiî bir tavırla: 'Öyledir efendim, bu gibi işler yerinde hallolunur.' Kanaat getirmemiş görülen sadrazamın kafasında daha büyük bir endişe, sual şekli arıyordu. Derken biraz heyecanlı bir sesle sordu: 'Pekâla, siz bana harita üzerinde nerelere kadar kumanda edeceksiniz, gösterir misiniz?' Vesveseye düştüğü noktayı hemen anlamıştım: 'Efendim henüz ben de pek iyi bilmiyorum, belki... Takriben... (Kipert'in küçük haritasına elimi koyarak) ihtimal şu kadar ufak bir parça...' diye bazı vilâyetleri gösterdim ve manalı bir tarzda Cevat Paşa'nın yüzüne baktım. Ben haritadan elimi kaldırırken o da ilâve etti: 'Efendim,' dedi, 'Paşa tabiî o bölgedeki kuvvete kumanda edecek... Zaten nerede ne kadar kuvvet kaldı ki...' Sözünü tamamlarken, vaziyetin hiç de önemli olmadığını anlatmak istermiş gibi, masadan uzaklaşır gibi oldu. İçimden Cevat Paşa'ya teşekkür ediyordum. Her birimiz birer koltuğa çekildik ve kahvelerimizi içmeye başladık. Damat Paşa ferahlamış gibi idi: 'Ne vakit hareket edeceksiniz?' 'Ne vakit emir buyurulursa... Ben hazırım, arzu ederseniz yarın veya öbür gün...' 'Zat-ı şahaneyi ziyaret ettiniz mi?' 'Hayır efendim,' 'Ziyaret etmeden mi gideceksiniz?' 'İrade buyurulmadı...' 'Ben iradei seniyeyi tebliğ ediyorum, yarın kendilerini ziyaret ediniz.' 'Peki efendim.'

Başka ziyaretlerde de bulunmak lâzımdı. Harbiye Nazırını, Sadrazamı, Dahiliye Nazırını aradım. Hiçbiri makamında yoktu. İçtima hâlinde imişler. En kestirmesi Bab-ı âli'ye gidip kendilerine haber vermekti. Beni sadaret bekleme salonuna aldılar. Benim geldiğimi duyan bazı nazırların da heyecanlı heyecanlı salona geldiklerini görerek, biraz şaşırdım. Mehmet Ali Bey beni meraktan kurtardı: 'Allah Allah ne küstahlık... İşittiniz mi efendim, Yunanlılar İzmir'e çıkıyor...' Bu sözleri Bahriye Nazırı teyit etti: 'Ya...' dedim, 'bu da mı oldu?' 'Evet...' Ben memleketin başına neler geleceğini tahmin etmemiş değildim, fakat kimseye anlatamamıştım. Nazırların telâşı karşısında ağlamak mı, gülmek mi lâzımdı? Kendimi tutuyordum. Fakat bu emrivaki karşısında ben 'Allah Allah...' demekten başka bir şey düşünemiyen bu nazırlara ibretle bakıyordum. İtidalden ayrılmamaya pek dikkat ederek: 'Ne yapmayı tasavvur ediyorsunuz?' diye sordum. 'Protesto edeceğiz!' cevabını verdiler. 'Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlıların İzmir'den geri çekileceklerine veya İngilizlerin onları geri çekeceklerine ihtimal veriyor musunuz?' Yüzüme baktılar: 'Fakat başka ne yapabiliriz?' 'Belki daha kat'î tedbirler düşünülebilir.' 'Meselâ... ne gibi?' O zaman bir ses, eğer yanlış hatırımda kalmamışsa, Mehmet Ali Bey'in sesi cevap verdi: 'Öyle hareketlere kalkarsak bize ne yaparlar, bilir misiniz?' Tabiî: 'Kalkar benim yanıma gelirsiniz!' diyemezdim. Avni Paşa'nın elini tuttum: 'Bizi Anadolu'ya götürecek vapur hazırdır, değil mi?' 'Çoktan tertip etmiştim. Bandırma vapuru emrinizdedir.' 'Doğrudan doğruya vapur kaptanına emir verebilir miyim?' 'Hay hay...' dedi. Yaverime seslendim, 'Paşa hazretlerinin bir emirleri var, not ediniz.' Yaverim kurşun kalemi ile Bandırma kaptanına bir emir yazdı, imza edilmek üzere Avni Paşa'ya uzattı.

Damat Ferit kabinesini bu perişanlık içinde bırakarak zat-ı şahaneyi ziyaret etmek üzere Bab-ı âli'den ayrıldım.''

Şimdi bir de Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı ile Osmanlı saltanatının son padişahı arasındaki ayrılış görüşmesinde bulunalım:

"Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le âdeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi. Vahdettin hiç unutmıyacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: 'Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilâve etti:) tarihe geçmiştir.' O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum: 'Bunları unutun,' dedi, 'asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!' Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimî mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükûmetlerin yüzüncü derece âletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: 'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmiyeceğime emniyet buyurunuz.' Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekliyebilirdim? Memleketi kurtarmak lâzımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul'a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım. 'Merak buyurmayın efendimiz,' dedim, 'nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmıyacağım.' 'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım. Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhâl benimle buluştu. Elinde ufak mahfaza içinde bir şey tutuyordu. 'Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası' dedi. Kapağının üzerine Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti: 'Peki, teşekkür ederim' dedim.

Sonra, sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın patırdısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık.''

Artık Şişli'deki evi bırakmak üzeredir. Bandırma vapuru Galata rıhtımında hazır. Otomobil kapı önünde. Tam o sırada Rauf Bey (Orbay) eve geldi ve Mustafa Kemal'i bürosuna götürerek, İngilizlerin ya hareketine izin vermiyecekleri, ya yolda vapuru batıracakları söylentisi dolaştığını haber verdi. Mustafa Kemal yıldırımla vurulmuşa döndü. Biri daha geldi, aynı haberi verdi. Bir an yalnız kalarak durumu düşündü. Şu anda düşmanların elinde idi. Ona her istediklerini yapamazlar mı idi? Ancak onun için artık yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerini yapmaktan alıkonulmak, hepsi ölmekle birdi.

Hemen karar verdi. Otomobiline atlıyarak Galata rıhtımına geldi. Vapur uzakta idi. Sandalla gittiler.

Karadeniz boğazından çıktıktan sonra kaptana mümkün olduğu kadar kıyılara yakın gitmesini tavsiye etti. Bundan sonra Anadolu'nun bir kara parçasına ayak basmaktan başka kaygısı yoktu. Önce Sinop'a geldiler. Oradan Samsun'a kara yolu olup olmadığını sordu. Yokmuş. Çok zorluk çekecek, günlerce yollarda kalacakmış: ''Bilmem neden Samsun'a bir an önce varmak için o kadar acele ediyordum ki vakit kaybetmektense tehlikeye göğüs germeyi tercih ettim. Aynı tertipte yolculuğa devam ederek Samsun limanına ulaştık.''



LİDERLİĞE DOĞRU



Durum



Mustafa Kemal Samsun'a çıktığı vakit durum kötüdür. Çerkez Ethem ve Demirci Efe çeteleri batıda daha gelecek ay harekete geçecekler. Yunan yürüyüşünü aksatıcı bir dayatma henüz yok. İtalyanların Konya'da, Antalya'da, Akşehir, Fethiye, Afyon, Marmaris, Burdur, Bodrum, Milâs, Bucak ve Kuşadası'nda askerleri var. Sanki barış olup da nüfuz bölgelerinde iş görmeye sıra gelmiş gibi Antalya - Burdur - Bolvadin demir yolu için uzmanları ilk çalışmalar üzerinde. Fransızlar Kilikya'da ve güney bölgelerimize yerleşmekte. Rumlar nisbetsiz azınlıklarına rağmen Sivas vilâyetinin Amasya ve Tokat gibi sancaklarında bile yirmi bir çete ile harekete geçmişler. Maksat güvenlik olmadığını göstermek ve müdahale bahanesi yaratmak. İngiliz subayları ile o kadar sıkı temasları var ki Havza'daki alay komutanı bir taburla haydutları yakalamak için bir köyü abluka edince Merzifon'dan otomobilleri ile gelen İngiliz subayları hemen müdahale etmiştir. İstanbul hükûmetinin kaymakamı da Rum Margerit Efendi. Bağımsız Pontus hükûmeti kurma kışkırtıcılığı alabildiğine. Rusya'daki bütün Rumları getirip kıyı ve hinterlandı bölgesine yerleştirmek istediklerini gören Türk halkı da ayaklanmıştır. Bir sürü çete de onlardan. Doğuda Brest - Littowsk antlaşması ile aldığımız üç vilâyeti geri vermiştik. Kars ve Sarıkamış'ta on bin Ermeni askeri toplandığı haberi var. Arkalarında Batum'a giren İngilizler. İki İngiliz subayı Ermeni kuvvetlerinin başında Nahçıvan ve çevresi Türk köylerini almıştır. Fransız Cumhurbaşkanı Ermeni lideri Bogos Nobas Paşa aracılığı ile Ermeni generali Antran'ı kabul etmiştir. Ermenistan davacılarının hayalleri geniş: Yedi ilimizi alıp Kilikya'ya kadar uzanmak! İngilizler Van, Bitlis, Diyarbakır, Musul vilâyetlerindeki Kürtleri de kışkırtmakta. İstanbul'da bir dernekleri ve gazeteleri var. Babanoğulları ve Abdullah Cevdet gibi Osmanlı aydınları işin içinde. Hürriyet - ve - İtilâf Kürtlere otonomi verme yolunda bir protokol imzalanmıştır. Hiçbiri gizli de değildir. Biz Türkler her gün gazeteleri açtığımızda vatanımızın nasıl parçalanma yolunda olduğunu okuyoruz. Anadolu'nun ortasında, belki de denize yolu bile olmayan bir beylik olarak kalacağız.

Mustafa Kemal 22 Mayısta Samsun'daki İngilizlerle konuştuktan sonra İstanbul'a bir rapor gönderir. Bu raporda Samsun ve çevresi Rumları hırslarından vazgeçmedikçe yatışma olamıyacağını, Türklüğün yabancı mandasına katlanamıyacağını, millî hareketlere hak vermek gerektiğini bildirir. Oysa görevi baş kaldıran Türkleri ezmek ve susturmaktı.

Samsun'a gelince İngilizler kuvvetlerini arttırmışlar ve bir kısmını içeriye yollamışlardı. Bu hâl hem mütarekeye aykırı idi, hem de kendini güç duruma sokuyordu. 24 Mayısta karargâhını Havza'ya götürür. Sık sık sıcak banyo almasını gerektiren hastalığı için oranın hamamları faydalı da olmuştur. Mustafa Kemal üzerine İstanbul'a gelen haberler İngilizleri kuşkulandırır ve hükûmeti de telaşlandırır. Konya'dan İstanbul'a dönen General Milne, Mustafa Kemal'in görevleri ne olduğunu sorar. Geri çağrılmasını ister. Amiral Galthape de aynı istektedir. General Milne Erzurum'daki kolordunun silâh teslimi yapmadığından da şikâyetçi idi.

Haziranın ilk haftasında Harbiye Nazırı önemli meseleler görüşmek üzere İstanbul'a gelmesini yazdı. 18 Haziranda nazır bir telgraf daha gönderir: ''İngilizler o bölgedeki çalışmalarınızı iyi bulmadıklarından İstanbul'a çağrılmanızı istemişlerdir.''

21 Haziranda Kâzım Karabekir Paşa'yı onun yerine müfettişliğe atamak isterlerse de o bunu doğru bulmaz ve Mustafa Kemal Paşa'nın değiştirilmesi yerinde olmadığı cevabını verir. Sadrazama vekil olarak kabineye başkanlık eden Hürriyet - ve - İtilâfçı Mustafa Sabri Hoca, çağrılıp gelmediği ve halkı kışkırttığı için hemen azledilmesine karar verildiğini söyler. Bu arada hükûmet millî kurtuluş için yer yer kuruluşların telgraflarının alınmaması için postanelere emir verir. Mustafa Kemal de, bu emir milletin sesini boğmaktır, hemen geri alınız, der. Anadolu ve İstanbul arasında çatışma başlamıştır.

Artık toparlanmak sırası idi. Bütün dağınık ve kendi başlarına buyruk kuruluşları bir araya toplamalı, her toplanışa bir millî hareket karakteri vermeli, Mustafa Kemal de onun lideri olmalı idi. Mustafa Kemal adım adım, yoklıya kollaya bu isteğini iki üç ay içinde gerçekleştirmiştir. Bu iki üç ay içinde O, bir hayli bakımdan, büyük bir yalnızlık içinde ve içini açmadan ve dökmeden, gelecekte birçokları ile asla birlik olamıyacağı kimselerle çalışmak zorunda idi. 1907 ve sonrasında Selânik'te Yonyo açık sözcüsü ve isyancısı bütün güdüm cihazlarını eli altına alıncıya kadar bir sabır heykeli gibi katlanıcı, uzlaşıcı ve yer yer tavizci, ama hiç şaşmaksızın amacına doğru yürüyecekti. Profesör Pittard'ın eşi, romancı ve tarih yazarı Noelle Royer bir gün Atatürk'e bütün isteklerine ulaşma başarısının sırrını sormuştu:

- Durur, durur, dinlerim... dedi.

Sonra tekrarladı:

- Durur, durur, dinlerim. Ve sustu.

Sakarya zaferi tacını giyinceye kadar durup durup dinliyecekti: ''Ben herhangi bir işe giriştiğim zaman karşımdakinin ne yapabileceğini ve en kötü ihtimalleri düşünürüm. Ona göre tedbirlerimi alarak hareket ederim.'' İç dünyası hiç dışarı sızmamalı idi.

6 Haziranda 20 nci Kolordu Komutanı, eski arkadaşı Fuad Paşa Ankara'dan kendisine bir telgraf çekti. Rauf Bey'in (Orbay) geldiğini haber verdikten sonra Osmancık veya İskilip'te buluşalım, diyordu. Mustafa Kemal kendilerini Havza'ya çağırdı. Geldiğinden beri buranın ileri gelenlerini millî savunmaya hazırlamakta idi: ''Hiçbir zaman umut kesmiyeceğiz. Çalışacağız, memleketi kurtaracağız,'' diyordu. Diyarbakır bölgesindeki birliklerimizden alınarak Samsun'a götürülen binlerce tüfek mekanizmasına Havza'da el koymuş, askerî depodaki silâhları da evlere taşıtmıştı. Merzifon'da önemlice bir İngiliz birliği bulunduğundan Havza'da kalması da pek tekin değildi. Karargâhını Amasya'ya götürmeye ve arkadaşları ile toplantıyı burada yapmıya karar verdi. 13 Haziranda Havza'dan ayrılırken son bir konuşma yaptı: ''Bugün bir millet adamıyım. Bir üniformalı değilim,'' demişti. Askerlikten çekileceğini anlamakta, fakat halk yığınlarının paşa üniformasına ve padişah yaverliği sırmalı kordonuna ne kadar önem verdiğini de bildiğinden, liderliğe doğru yükselişinde, mümkün olduğu kadar uzun müddet bu rütbe ve sıfat otoritesini bırakmamak kararında idi.

Amasya toplantısının ve bu toplantıda alınan kararların millî kurtuluş tarihinde büyük önemi vardır. Arkadaşları ile konuşma saatlerce sürdü. 21/22 Haziran gecesi yaverine şu esasları not ettirmişti: "1- Vatan bütünlüğü, millet bağımsızlığı korunacaktır. 2- İstanbul hükûmeti bu görevini yapamadığı için milletimiz yokmuş yerine konulmaktadır. 3- Millet bağımsızlığını kendi kendine kurtaracaktır. 4- Milletin sesini dünyaya duyurmak için hiçbir baskı altında olmıyan bir millî heyet kurulmalıdır. 5- Sivas'ta en çabuk zamanda bir millî kongre toplanmalıdır. 6- Her vilâyetten üç delege seçilerek yola çıkarılmalıdır. 7- Delegelerin seçimi ve yolculukları gizli tutulmalıdır. 8- Şark vilâyetleri adına 10 Temmuzda Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki vilâyetler delegeleri de Sivas'a ulaşabilmişlerse, Erzurum kongresinin azaları da Sivas umumî toplantısına girmek üzere hareket edeceklerdir.''

Konya'daki kuvvetlerin başında bulunan Mersinli Cemal Paşa bu karara hemen katılmıştır. Ankara'daki kolordunun komutanı kararı hazırlıyanlar arasında. Yalnız Erzurum'daki Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir var: O daha önce Erzurum Kongresi'nin toplanmasında direndiği için üç arkadaş da bunu kabul etmişlerdir. Bundan sonra Amasya kararları her tarafta asker sivil makamlara bildirilmiştir.

Mustafa Kemal İstanbul'da çalışanlarla Anadolu'daki valilere ayrıca bildiriler yollamış, vatanın parçalanma tehlikesi karşısında millî savunma hareketlerinin hızla devam ettiğini, yalnız miting gibi gösterilerle hiçbir zaman kurtuluşa varılamıyacağını, bu kurtuluş sağlanıncaya kadar kendisinin Anadolu'dan ve milletten ayrılmıyacağını yazmış ve sonuna kadar bir millet ferdi gibi çalışacağına mukaddesatı adına söz vermiştir.

Amasya antlaşmasının hiç açıklanmıyan bir gizli maddesi vardır. Bu maddeye göre Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Fuad paşalarla Rauf Bey bir millî hükûmetin ilk kadrosu olarak tesbit edilmiştir.

Erzurum'a Doğru



Mustafa Kemal 23 Haziranda Tokat - Sivas yolu ile Erzurum'a hareket etti. İstanbul onu geri almakta direniyordu. Mustafa Kemal'i hiçbir sıfatla tanımamak için her yana emirler verilmiştir. Azlettiler, aldırış etmedi. Üstündeki resmi sıfatı millî kongrelerde liderlik otoritesini alıncıya kadar kendi üstünde tutmıya çalışacaktı. Zaafa düşenlere de durmadan umut ve yürek pekliği vermek lâzımdı. İstanbul'da Kuvay-ı Milliye öncülüğü yapanlar bile Urfa, Maraş ve Antep'i alan Fransızlara hoş görünmesini öğüt veriyorlardı. Mustafa Kemal: ''Fransızları hoş tutmakla ne kazanacağımıza akıl erdiremiyorum. Garp zihniyeti dalkavukluk ve riyakârlık, hele zulüm görmüş bir milletten gelirse, o milletin yaşamak hakkı olmadığına hükmeder. Tersine ahlâksızlık ve zulme karşı avazımız çıktığı kadar haykırmalıyız. Avrupa'ya yaşamıya hakkımız olduğunu anlatmalıyız. Sizler de bu yolda yürüyünüz,'' diye cevap veriyordu.

Refet (Bele) komutanlığını İstanbul'da İngiliz gemisi ile yerine gönderilmiş olana teslim ediyordu. Mustafa Kemal onunla hayli tartıştı. Refet:

- Almanya'ya karşı bizim de ihtiyatlı davranmamızı gerektirmez mi?

"Kararsız ve programsız hareketlerle maksada hiyanet ederiz," diyordu.

Yolda bir de Ali Galip hikâyesi vardı. İstanbul onu Mustafa Kemal'i yakalamak için yollamıştır. Fesatçı ve fırsatçı olduğu kadar korkak bir adam. Mustafa Kemal onu bile elde etmek için sabaha kadar dil döker. Bu yüzden uyumaz. Yanındakiler de uykusuzdur. Sabah bayram topları atılırken Sivas'tan yola çıkarlar. Geceyi Refahiye'de geçiren Mustafa Kemal ertesi gün uzun bir yürüyüşle Erzurum'a varmak ister. Yol bozuk. Yanlarına aldıkları yemekten üstelik ondan başka herkes hasta.

Çardak boğazından Fırat'ın yanından geçen şosa üzerine yamaçtan düşen bir metre kutrunda kaya yolu tıkamıştır. Arabanın geçmesine imkân yoktu. Yanlarına bir kazma almışlardı. İki kişi zorla bir geçit açabildiler. Mustafa Kemal eski açık bir arabada idi. Durmadan bozulur, şoför tamir etmek için uğraşıp durur ve yorgun argın arabayı sürerdi. Bu yüzden Erzurum'a varılamayacağı anlaşıldığından Erzincan'ı tutmak istediler.

Karanlık bastı. Çardak boğazından bir türlü çıkamamışlardı. Haziran olduğu hâlde çevrede kar vardı. Gece ilerleyince yolu da kaybettiler. Seller şosayı berbat etmişti. Arkada iki otomobil de yetişememişti.

- Geceyi olduğumuz yerde geçirelim, dedi.

Arabadaki battaniyeyi toprağa serdiler. Bu arkadaşının yatağı idi. Kendisi açık otomobilin içinde uyumıya çalıştı. Gün aydınlığında yeniden yola düzüldüler.

Kâzım Karabekir ve yanındakiler Mustafa Kemal ve arkadaşlarını karşılamak üzere Ilıcı'ya kadar gelmişlerdi. Söğüt ağaçları altında konuklara yorgunluk kahvesi ikram edilmişti. Sekiz on kişi kahve içerek konuşuyorlardı. Mustafa Kemal'in gözü Ilıca başındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi batmak üzere idi. Tam yolun geçtiği yerde, arkasını güneşe aldığı için, kaya renkli ve parıltılı, heykel gibi bir hayal. Gölge ve ışık oyunu. Yanındakilere gösterdi. Ufuk üzerinde yeni insan ve kağnı siluetleri. Aşağı doğru inen kervan yavaş yavaş söğütlüğe kadar geldi. Başlarındaki adam oturanların önemli kimseler olduğunu sezinerek elini göğsüne götürüp selâm verdi. Mustafa Kemal hatırını sordu:

- Ağa böyle nereden geliyorsun?

- Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova'da idim. Şimdi köyüme dönüyorum.

Zaman kötü. Güvenlik yok. Böyle iken kışa doğru buralara neden geldiğini sorar:

Yoksa oralarda geçinemedim mi?

- Hayır paşa... Çukurova cennet gibi yer... Bize tarla da verdiler. Rahattık. Yalnız son günlerde bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş sözü çıktı. Geldim ki göreyim, kimin malını kime verecekler?

Mustafa Kemal yanındakilere:

- Bu milletle neler yapılmaz, dedi.

Erzurum'a geldikleri vakit Kâzım Karabekir Paşa, Refet Bey'den gelen bir telgrafı Mustafa Kemal Paşa'ya verdi. Bu telgrafta İstanbul'un Mustafa Kemal hakkındaki kararları bildirilmekte idi. Kararlardan biri de Mustafa Kemal imzalı hiçbir telgraf alınıp çekilmiyecekti. Refet Bey'e göre Mustafa Kemal askerlikten çekilmeli, Sivas'a da gelmiyerek Erzurum'da kalmalı idi. Mustafa Kemal:

- Ne yapmalıyız? dedi.

Karabekir:

- Üzülecek bir şey yok paşam. Üniformanızı çıkarsanız da mukaddesatım üzerine söz veriyorum ki size üstüm olduğunuz zamandan daha bağlı kalacağım, dedi.

Mustafa Kemal millî hareketin başı tanınacak ve orduya böyle tanıtılacaktı. İstanbul'dan Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa kendisine Mustafa Kemal yerine ordu müfettişliğini teklif ettiği vakit, ben Erzurum'dan ayrılamam, Mustafa Kemal'in de çekilmesi doğru olmaz, yolundaki cevabını da gösterdi.

Henüz bir halk temsilcileri toplantısı olmamıştı. Mustafa Kemal askerlikten çekilince, bizim şartlarımıza göre, hiçbir otoritesi kalmıyacaktı. Onun için kendine eşraf ve halk yığınları üzerinde nüfuz sağlıyan padişah yaveri kordonlu üniformasını mümkün olduğu kadar uzun müddet üstünde tutmak faydalı olacaktı. Halk devlete itibar edegelmiştir. Fakat askerlikten de kovulmak üzere idi. İster istemez istifa etti. Kovulma haberi de ondan sonra geldi.

Burada pek dramatik bir sahneyi anlatmak isterim: Mustafa Kemal, Rauf Orbay'la otururken müfettişlik Kurmay Başkanı Kâzım Bey'i (Dirik) bütün haberleşmelerde kâtip etmekte idi ve ölünceye kadar Mustafa Kemal'le birlikte kalacağına yemin edenlerdendi, yanlarına geldi, askerce bir selâm verdi.

- Artık görevime devam etmekliğim imkânı yok, izin verirseniz Kâzım Karabekir Paşa'dan vazife istiyeceğim. Dosyaları kime teslim etmemi emredersiniz? dedi.

Mustafa Kemal ve Rauf Orbay vurulmuşa döndüler. Mustafa Kemal hüzün dolu gözleri ile Kâzım Bey'e bakarak:

- Ya öyle mi efendim? Peki dosyaları Hüsrev Bey'e verirsiniz.

Kâzım Bey çalımlı çalımlı çıktı, gitti.

Kâzım Bey, Mustafa Kemal'in ta Rumeli'den tanıdığı idi. Sonra onu affetmiş ve Cumhuriyet devrinde kendisine İzmir Valiliği ve Trakya Umum Müfettişliği gibi görevler vermişti.

Mustafa Kemal Rauf Orbay'a döndü:

- Gördün mü, dedi, rütbe ve üniformanın ehemmiyeti yok mu imiş.

Biraz sonra Karabekir Paşa'nın geldiğini haber verdiler. Mustafa Kemal'in içinden üzüntülü bir şüphe geçti. Kâzım Karabekir:

- Kumandamda bulunan subay ve erlerin saygılarını sunmıya geldim. Siz bundan sonra da kumandanımızsınız dedi.

Mustafa Kemal, Karabekir'i kucakladı.

Kâzım (Dirik) Kuvay-ı Milliye günlerinde de güç duruma düştüğü vakit Mustafa Kemal tarafından tutulduğuna göre, yukardaki ayrılış ikisi arasında, Rauf Bey'den de habersiz, hazırlanmışa benzer. Çünkü Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir'e karşı ihtiyatlı davranmalı idi.

Kuvay-ı Milliye ve Cumhuriyet tarihinde Karabekir'in bir hayli adı geçecektir. Onun şimdiden kısa bir portresini çizmek isterim. Karabekir karakterli, ahlâklı, yurtsever, fakat kültürsüz ve kafaca ''pek orta'' bir adamdı. Eskiden tiyatro Osmanlıcaya ''ibret'' sözü ile çevrilmiştir. Opereti ''Şarkılı İbret''e çevirerek pek gülünç bir eser yazmış, Erzurum'da okul çocuklarına oynatıp durmuştur. ''Şarkılı İbret''in hem güfteci, hem bestecisi idi. Mustafa Kemal'in uzak görüşlü politikacılığı ve hele Batı medeniyetçiliği yolundaki devrim anlayışı ile hiçbir ilgisi yoktu. Askerlikleri arasındaki sanat ıraklığı da söz götürmez. Birinci Dünya Savaşında ve daha sonra Mustafa Kemal'in gölgesinde kalmış olanlardandı. Fakat Bolşevik ihtilâli olup da çar ordusu çöktükten sonra Erzircan, Erzurum ve Kars'ı almak fırsatı ona düşerek doğuda iyice tanınmış, general de olmuştu. Kendine olduğundan pek çok üstünde değer veren ruh hastalarındandı. En küçük eşyasının müzelik olduğuna inanırdı. Eğitim ve ekonomi işlerini en iyi kendi yola koyacağını sanırdı. En çok sevdiği kelime ''ben''di. ''Rüya'' adlı bir şiiri, 1950'de yayınlanmıştır, bu şiirde Abdülhamid'in ruhu ona der ki: ''Beni ve saltanatı devirenler arasında sen de vardın - Hele sonuncusunda hem de mebus, hem kumandandın - İstiklâl Harbini sen kurdun ve başı da sen buldun.''

Mondros Mütarekesinden sonra büyük tehlikelerden biri doğuda Ermenistan kurulması idi. Bütün dünya halkları efkârı, harp sırasındaki ''katliam ve tehcir'' haberlerinin etkisi altında, Ermenici idi. İstanbul'a gelen haberlerde ''vilâyat-ı sitte-altı vilâyet'' denen Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır, Sivas illerinin yeni Ermenistan olacağı bildirilmekte ve Ermeni liderlerinin Kilikya'ya kadar sarkmak peşinde oldukları bilinmekte idi. Doğuyu nasıl kurtarmalı idi. Önce İstanbul'da ''Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk'u Milliye'' adında ve sadece bu vilâyetlerin Türk olduğunu yayınlarla anlatmak, barış konferansına başvurup anlatmak üzere bir dernek kurulmuştur ki sonradan Erzurum'da adı ''Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti''ne çevrilmiştir.

Kâzım Karabekir o çevredeki tanınmışlığından da faydalanacağını, tehlike baş gösterdiği vakit bir hareket yapılabilmek ihtimali varsa önderlik etmeyi düşünerek Erzurum'daki kuvvetin başına gitmek istemiştir. Kendisinin, Ali Fuad Cebesoy ve Rauf Orbay'ın hatıralarında anlattıklarına göre 1918 Kasımında Karabekir Zeyrek'te İsmet Bey'le (İnönü) görüşür. İsmet Bey Osmanlı Harbiye Nazırlığının o vakit belli başlı şahsiyetleri arasında idi. Karabekir eski arkadaşına:

- Beni Erzurum'a tayin ettirmeye çalışınız, der. Ben orada milleti aydınlatırım. Bir anarşi olursa doğuda bir Türk idaresi kurarız. Orayı tehlikeden kurtardıktan sonra batı için çalışırız, demişti.

İsmet Bey:

- Tehlike büyük. Söylediğini yapmak imkânsız. İkimiz de askerlikten çekilerek bir köyde çiftçilik yapalım, cevabını verir.

Fevzi Paşa (Çakmak) ki o vakit Genelkurmay Başkanı idi, gider, doğuya gideceğini söyler. Fevzi Paşa:

- Gitme, seni tasfiye edeceklerine de şüphe etme, küçük düşer, dönersin, der.

Doğuda millî bir hareket çekirdeği kurulmakla tasfiye edilmenin ne ilişiği olduğunu sorması üzerine de Fevzi Paşa kendisine bu yüzden Divan-ı Harp'e verileceğini söyler.

Kâzım Karabekir'in bütün düşündüğü, ne yapılabilirse ancak doğuda yapılabileceği idi. Türlü kuruluşları orada birleştirmeli, hazırlanmalı, olayların gelişmesini beklemeli idi. Ülkenin öteki bölgeleri millî hareket için elverişli değildi. İstanbul'da ise devleti teslim almış olanların istediklerini uygulamaktan başka bir harekete girişilemezdi.

Mustafa Kemal, Anadolu'ya giden Ali Fuad (Cebesoy) gibi onunla da görüştü. Mustafa Kemal'e göre de Anadolu'da hazırlanmak, fırsat gözetmek, eğer barış şartları ağır olursa girişilecek millî hareketin şartlarını sağlamak lâzımdı. Ama o memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmayı doğru bulmuyordu. Vatan bir bütün olarak ele alınmalı idi ve kurtuluş için milletçe yurt ölçüsünde tedbirler ve çareler aranıp bulunmalı idi.

Karabekir daima kendi üstünde gördüğü Mustafa Kemal'e söz verdi ama, komutan o, kuvvet onda idi. Mustafa Kemal'in kendinden başka dayanağı olmadığı, Erzurum Kongresi'ne gelecek olanların da ancak kendisine bağlı kalacakları fikrine saplanmıştı. Mustafa Kemal ise askerlikten çekildikten sonra milletin başına geçmiş olmak durumunda ve davranışı da bu yolda idi.

Karabekir:

- Ben şahısların milleti kurtaracaklarına ve kurtuluşun şahısları sivrilmekte olduğuna inanmam, diyordu.

Sebebi, bir toplantıda:

- Millî harekete bir lider lâzımdır. Hareketin başına Mustafa Kemal geçmeli, arkadaşlar ona yardımcı olmalıdır, diye karar verilmiş olması ve bu fikir etrafında propaganda yapılması idi. Karabekir liderliğe ''şahısçılık'' damgası vurduğu vakit düşündüğü Mustafa Kemal'i başa geçirmemek ve kendi, açıkça meydanda görünmeksizin, başta bulunmak olduğuna şüphe yoktu. Erzurum'a gelen delegelerden bazıları ile Erzurumlulara verdiği bir çadır yemeğinde:

- Bu size birinci yemeğim. İkincisini inşallah İstanbul'da Yuşa tepesinde yiyerek şükran namazını da Eyüp camiinde kılacağız, demişti.

Bir İngiliz şairin kadınlar için söylediği, ne onlarla ne onlarsız, sözü hatırlardadır. Mustafa Kemal, şimdi onlarsız yapamıyacakları ile birlikte olmak, ama ilerde onlarla yapamıyacağını da düşünerek tedbirli olmak zorunda idi. Karabekir, sözde hizmetinde bulunmak, gerçekte onun en küçük hareketini gözden kaçırmamak, sual sorarsa sır vermemek görevi ile Başçavuş Ali'yi Mustafa Kemal'in emrine vermişti. Ali Çavuş dilediği vakit komutanı Karabekir'in yanına izinsiz girebilecekti. Ali Çavuştan Mustafa Kemal kuşkulanmış, onu elde etmiştir. Daha sonraları Kâzım Karabekir de ''Deli Halit'' denen tümen komutanı Halit Paşa'nın Mustafa Kemal Erzurum'dan ayrıldığı zaman, onunla şifre ile haberleştiğini öğrenip, onun emri üzere hareket edeceği hakkında bir de telgrafını yakalamıştı. Halit Paşa, gerektiğinde Kâzım Karabekir'le ilgisini keserek doğrudan doğruya Mustafa Kemal'i tanıyacağını yazıyordu. Karabekir bu kararın Mustafa Kemal Erzurum'da iken verilmiş olduğunu tesbit etti. Pek atılgan ve pek gözlü Halit Paşa gerektiğinde kumandaya doğrudan doğruya el koyacaktı.



Erzurum Kongresi



Mustafa Kemal askerlikten çekildikten sonra beş kişi gelerek kendisine Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin başkanı olduğunu bildirmişlerdir. Cemiyetin yeri yok, kadrosu yok, bütçesi yoktur. Pek çoklarında umut da yoktu. Müdafaa-i Hukuk'un bütün parası doksan lira kadar bir şeydi. Bazıları, kadınlarımızın nesi varsa satalım, demişlerse de onlar da savaş yılları göçlerinde satılıp tükenmişti.

23 Temmuz 1919. Pek orta hâlli bir okul. Yirmiye on iki metrelik sularında çam tahtalarından, halı ve seccade ile örtülü, bir başkan, iki de kâtip kürsüsü. Gene çam tahtasından öğrenci sıraları. Duvar ve pencereler çıplak.

Bağımsızlık savaşı ve ondan sonraki yeni Türkiye kuruluşunun temeli, ilk bu salondaki toplantıda atılacaktı. Beş vilâyetten elli dört delege gelmiştir. Öteki vilâyet valileri delege göndertmemişlerdi. Gelenlerden on yedisi çiftçi ve tüccar, beşi emekli subay, dördü emekli memur, beşi öğretmen, dördü gazeteci, beşi hukukçu, dördü mühendis, biri hekim, altısı sarıklı hoca, üçü eski milletvekili, bir komutan, biri de eski bakandı. Kâzım Karabekir toplantıda yoktu.

Başkan kim olacaktı? Kâzım Karabekir'e göre Mustafa Kemal olmamalı idi. Gene ona göre birçok delegeler de bu fikirdeydiler. Rauf Orbay da bir başkasının başkan olmasını ister. İlk toplantı başkanlık, İttihatçılık ve İtilâfçılık tartışmaları ile geçer. Bir hoca, ki tanınmış bir gerici idi, kongreyi açtığı vakit, Trabzonlu bir delege:

- İttihatçıların reisliğini istemiyoruz, in aşağı! diye bağırmıştı. Hoca kürsüden indi, başkası da çıkmadı.

Daha sonra başkanlık edecek biri de, ''İtilâfçı istemiyoruz, in aşağı!'' haykırışları arasında kürsüyü bıraktı. Sonunda bir delege söz alarak:

- İşte Mustafa Kemal Paşa... İşte Rauf Bey... Ben kendi hesabıma Mustafa Kemal'i seçiyorum, siz de seçerseniz kürsüye onu davet edelim, dedi.

Hava da buna göre hazırlandığı için her taraftan:

- Hay hay... sesleri geldi. Mustafa Kemal kürsüye çıktı. Başka esvabı olmadığı için üniformalı idi. Delegelerden bazıları bu hâli sertçe tenkit ettiler. ''Paşalık üniformasını bırak, bizim gibi ol,'' diyorlardı.

Rauf Bey:

- Paşam Erzurum valisini azletmişler. Gidecek. Ondan bir takım isteyelim dedi. Vali redingot takımını verdi. Atatürk'ün bana anlattığına göre parasını da tam almıştır.

Kongre on dört gün sürdü. Alınan kararlar şunlardı: 1- Millî sınırlar içindeki bütün vatan kısımları bir bütündür. 2- Her türlü yabancı işgal ve istilâsına karşı ve Osmanlı hükûmetinin çöküşü hâlinde millet hep birlik olarak savunma ve dayatma görevini yapacaktır. 3- Hükûmet vatanı ve istiklâli koruyamazsa bir geçici hükûmet kurulacaktır. Bu hükûmet heyetini millî kongre seçecektir. Eğer kongre toplantıda değilse bu seçimi ''Heyet-i Temsiliye'' yapacaktır. 4- Kuvay-ı Milliye'yi ''âmil'' ve millî iradeyi ''hâkim'' kılmak esastır. 5- Manda ve himaye kabul olunamaz. 6- Millet Meclisinin toplantısı sağlanmasına ve böylece hükûmetin murakabe altında bulundurulmasına karar verilmiştir.

''Heyet-i Temsiliye'' başkanlığı, hükûmet, hatta devlet başkanlığı demekti. Kim olmalı idi, Kâzım Karabekir de, başkaları da Mustafa Kemal'i seçtirmek istemiyorlardı. Mustafa Kemal bu mesele için herkesin düşündüğünü açıkça bilmek ister. Toplantıdakilere birer kâğıt verir. Kâzım Dirik'in fikri: ''Mustafa Kemal Paşa nokta-ı hücum olduğundan Heyet-i Temsiliye'ye girmemelidir." Hüsrev (Gerede): ''Girmesinin bir zararı yoktur.'' İbrahim Tali: ''Mustafa Kemal uzakta kalmalıdır.'' Bunlar 19 Mayıs gününün en yakın arkadaşları, millî kurtuluş savaşçısının ''yar-ı gar''ları idi.

Heyet-i Temsiliye'ye dokuz kişi seçilmiştir. İçlerinden biri Erzincan Nakşi şeyhi, biri de Mutki aşireti reisidir. Mustafa Kemal'in o günler nasıl bir hava içinde bulunduğunu daha da iyi belirtmek için, gelecekteki laik Cumhuriyet kurucusunun Erzurum Kongresi'ndeki duasını okuyalım: ''Cenab-ı Vâcib-ül-müteal hazretleri habib-i ekremi hürmetine mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediyye'nin ilâ yevm-il kıyâme hâris-i esdakı olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilâfet-i kübrayı masun ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan heyetimizi muvaffak buyursun, âmin.''

Mustafa Kemal Erzurum'dan ayrılmadan önce Cevat Dursunoğlu ile bazı arkadaşlarına demişti ki:

- Ben milletle kumar oynamam. Muvaffak olacağımızı biliyorum, artık milletlerin kendi kendilerini kurtarmaları devri gelmiştir. Müstemleke devri sona ermiştir.



Sivas Kongresi



Artık Sivas Kongresi'ni toplamalı, hepsi kendi başına buyruk millî kuruluşları bir tek yönetimine bağlamalı, millî kuruluş hareketinin bir lideri olmalı idi.

Trakya-Paşaeli Cemiyetinin davası ne idi? Osmanlı Devleti toprakları bölüşüldüğünde İngiltere, olmazsa Fransa'ya sığınarak Trakya'yı kurtarmıya çalışmak!

Şark Vilâyetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin programı bu vilâyetlerdeki İslâm ve Hristiyan unsurların serbestçe gelişmelerini sağlamak, İslâm halkın tarihî ve millî haklarını tanıtmak ve savunmak, yapılmış zulümlerin hesabını sormak, sorumları olanları cezalandırmak, yakılıp yıkılmaları yerine koymanın çarelerini aramak!

Trabzon'da Pontus hükûmeti kuruluşunu önlemek üzere ''adem-i merkeziyet''çi bir cemiyetin de yolu aynı idi.

Batıda Yunanlılara karşı çete savaşına girişenler kendilerini millî kurtuluşun kurucu ve yöneticisi saymakta idiler.

Sivas'ta vatan bütünlüğü ve bütün millet adına bir kongre toplamıya karşı olanlar çoktu. Amasya toplantısında Rauf Bey (Orbay):

- Ben misafirim, diye Mustafa Kemal'in hazırladığı bildiri ve çağırış vesikasını imzalamaktan çekinmiş, sonra bir hatıra olarak imzalamıştı. Refet Bey önce reddetmiş, Ali Fuad Paşa'nın (Cebesoy) ısrarı üzerine belli belirsiz bir imza koymuştu.

Balıkesir'deki ''Karasi-Saruhan havalisi hareket-i milliye ve redd-i ilhak'' cemiyeti kongre başkanı Hacı Muhiddin Sivas'a delege yollamak daveti üzerine:

- Ne kuvveti var bunların? Medeniyet âlemini şantaj ve blöfle ne kadar aldatabiliriz? diyordu.

Bu cephedekiler daha sonra Sivas'a:

- Karşımızda seksen bin asker var. Biz komutanlarımızla ve teşkilâtımızla bağımsız kalmalıyız, diye kafa tutacaktı.

Kâzım Karabekir'e göre Sivas'ta toplanmak varlığımızı kendi elimizle tehlikeye atmaktı. Yeni bir kargaşalığa sebep olacaktık. Erzurum Kongresi kararları ile yetinmeli idik. Barış esasları anlaşılıncaya kadar da hiç kımıldamıyarak sabretmeli idik.

İşgal kuvvetleri ile İstanbul hükûmeti de kongreyi toplatmak için el birliği etmişlerdi. Binbaşı rütbesinde bir Fransız jandarma subayı, yanına bir tercüman alarak Sivas valisine geldi: ''Eğer burada kongre toplanırsa Fransızlar Sivas'ı işgal edecekler,'' dedi.

Vali, Mustafa Kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini tavsiye etti. Yahut Erzincan'ı seçmeli idiler. Kuvay-ı Milliyeci bir genç, sonradan Sivas milletvekili Rasim de valiyi desteklemekte idi. Mustafa Kemal, İngilizlerin Samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni işgaller yapmak şantajı ile kendi çalışmalarına engel olmak istediklerini hatırlatarak bu blöflere kulak asmamaları cevabını verdi.

Erzurum'dan Sivas'a gitmek için paraları yoktu. Bir emekli binbaşı bütün parasını ödünç verdi ki 900 lira idi, 100 lira da aralarında toplıyarak 29 Ağustos 1919'da Erzurum'dan ayrıldıkları vakit Heyet-i Temsiliye'den yalnız beş kişi idiler. Dördü gelmemişlerdi.

Erzincan boğazına geldiklerinde bazı jandarma subay ve erleri otomobilleri durdurup boğazın Kürt haydutları tarafından tutulmuş olduğunu bildirdiler. Merkezden kuvvet istedikleri için, bu kuvvet gelip boğaz açılıncaya kadar beklemelerini söylediler. Erzincan'a dönecekler, kim bilir ne kadar orada kalacaklardı. Fakat daha büyük tehlike tam gününde Sivas'a varmamaktı. Mustafa Kemal, çift mitralyözlü bir otomobili öne katarak hemen yürümek kararını verdi. Ufak tefek ateşlere önem verilmiyecek, vurulanla ölenle uğraşılmıyacak, haydutlarla yakın karşılaşma olursa hepsi arabalarından atlayıp çarpışacaklar, sağ kalanlar yola devam edeceklerdi. Dadaloğlu'nun yazdığı gibi, ''ölenler ölür, kalan sağlar bizimdir.''

Hiçbir vak'a olmadan 2 Eylül akşamı Sivas'a varılmıştır. Şehirde ne kadar fayton ve yaylı araba varsa hepsini karşılayıcılar tutmuşlardı. Yalnız Hürriyet - ve - İtilâf Partisinden kimse yoktu. Kalabalık arasında Fransız subayının tehdidi üzerine telâşlanan genç Rasim'i görünce Mustafa Kemal:

- Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla! dedi.

Kurtuluş Savaşında Sakarya Zaferi nasıl bir kader dönümü olmuşsa, Anadolu'da yeni devletin kuruluşunda Sivas Kongresi'nin o kadar büyük önemi vardır.

İsmet Bey (İnönü), Halide Edip (Adıvar) ve Refet Bey (Bele) de içinde olmak üzere birçok yurtsever kimseler Anadolu'da kurtuluş savaşı verilebileceğine inanmıyorlar, Amerikan mandası altına girmekten daha iyi bir çare görmüyorlardı. Halide Edip 10 Ağustos 1919 tarihi ile yazdığı mektuptaki metni Atatürk'ün "Nutuk"unda vardır, ''Biz İstanbul'da kendimiz için bütün eski yeni Türkiye sınırları içine almak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz,'' dedikten sonra, mektubunu; "Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir. Hudutlarında bu kadar çok evlâdı ölen zavallı milletimizin fikir ve temeddün (medenîleşmek) muharebesinde kaç tane şehidi var?" diye bitiriyordu. İsmet İnönü'nün Kâzım Karabekir'e yazdığı mektubu buraya olduğu gibi alıyorum:

''Kardeşim Kâzımcığım,

''Bundan evvel bir mektup yazmıştım. Onu daha almamışsınızdır. Bununla vaziyet hakkında malûmat vermek istiyorum: Şimdi İstanbul'da belli başlı iki ceryan vardır. Amerika, İngiliz taraftarlığı. İngiliz tarafında Hürriyet ve İtilâf ve Türkçe İstanbul gazetesi, Adil Bey... v.s. Mütebakisi Tevfik Paşa dahil olduğu hâlde Amerikan muaveneti (koruyuculuğu) taraftarıdırlar. Evvelce Amerikalıların kabul etmesi pek şüpheli olduğu için İngilizler sakin idiler. Hâlbuki tahmin hilâfına olarak, Amerika'da gelmek için temayül artmış. İstanbul'da propagandaya başladılar. Taraftarlarını hükûmet ile beraber körüklüyorlar. İstanbul'un bazı mahallerine beyannameler bile dağıtmışlar. İngilizleri isteriz diye... İngilizlerin emeli bu esnada memlekette, Amerikan heyetinin tahkikatını ve temayülatını iptal edebilecek ceryan ihzar ve ilân ettirmek, bu suretle bir defa Amerika işini suya düşürdükten sonra yine bildiklerini yapmaktır, diye tahmin olunuyor. Korkulur ki bütün Asya'yı eline geçirmiş olan İngilizler, yegâne kabiliyet-i harbiyye ve ihtilaliyyesi olan Türkiye'yi elinde bulundurarak tamamen çürütüp mahvetmek istiyeceklerdir. Eğer Amerika'nın gelmesi suya düşerse, İngilizler için bu günkü taksim vaziyetini tevsik etmekten (ileri sürmekten) başka yapılacak bir şey yok gibidir ki, İngilizlere diğerleri bu hususta muavenet edecekler, muhalefet etmiyeceklerdir.

''Eğer Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde, Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniyor ki ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan Amerika'nın mürakabesine tevdi etmek (denetimine vermek) yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir. Fakat bugün bu kanaatın kıymeti onun ihzarındadır. Avrupa'nın Amerika'nın pazarlık ettikleri bir zamanda Amerika aleyhine bir koz göstermemektedir. Sen Erzurum'a giderken korkuyorum ki seni bir şeye karıştıracaklar demiştin. Evimden dışarı çıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım.

''Fakat muhitim karıştı. Ben karışmadım da ne oldu, hiç! Şûray-ı askerî teşkil ettiklerini ve beni oraya tayin ettiklerini bildirdiler. Bir hafta sonra affettiklerini söylediler. Kim istemişti? Sonra ne sebeple affettiler? Bilen ve söyleyen yoktur. Anadolu'ya silâh ve cephane giderse ben gönderirmişim, hep ben idare edermişim, Adil Bey'in kanaati bu... Merhumun her bildiği böyle ise vay milletin başına... (İsmet İnönü, ben göndermiyorum ki demek istiyor.) Dahilî nifak, hükûmetle millet arasındaki iftirak en soysuz en alçak kısmın idare başında bulunması gibi ahvalin memleketi daha nice felâketlere süreceğine şüphe yoktur. Anadolu'da anarşi günden güne artıyor. Hükûmetsizlik her gün daha ziyade tebarüz ediyor. Bu hâl yalnız başına bir felâkettir. En muktedir, en temiz insanlar bu anarşiyi senelerce tedavi ve mahvolan nüfuz-u hükûmeti de iadeye teşebbüs etseler muvaffakıyetleri şüphelidir. Bilâkis tutulan sakin yolun inat ve ısrarla takibinden mütevellit netayiç (sonuç) bakalım ne olacaktır? İşte biz evimizde hiçbir kimse ve hiçbir şeyle alâkadar olmaksızın hükûmetin kanaatine rağmen ahvali böyle teessürle görüyoruz. Dilhun (içimiz kan ağlıyor) oluyoruz. Duadan başka elimizden bir şey gelmez. Malatya'dan bana Malatya mebusluğunu teklif ediyorlar. Sen ne dersin? Gözlerinden öperim. Seni bağrıma basarım sevgili kardeşim Kâzımcığım.

İsmet''



Vatanseverliklerinde hiç şüphe olmıyan, asker sivil, birçoklarına göre iki ihtimal vardır: Biri Hürriyet - ve - İtilâf Partisi ile saraya ve Bab-ı âli'ye dayanan İngilizler elinde parçalanmak, bölünmek, ikincisi yalvara yakara Amerikan mandası altına girmek ve böylece yurt bütünlüğünü korumak! Büyük devletlere meydan okuyucu bir bağımsızlık savaşı bunlar için imkânsız bir şey...

Kâzım Karabekir gibi gerektiğinde parçalanmıya karşı dayatmak fikrinde olanlar için de sonuna kadar beklemek, büyük devletleri gücendirici davranışlardan çekinmek, İstanbul'ca ''asi'', yani kanun dışı tanınmamak şart. Damat Ferit hükûmeti Sivas kongrecilerini bastırmak için Kürtlüğü bile ayaklandırmak üzere, İngilizlerle el birliği yaparak, cür'etli fesatçılar yollamıştı.

Şüphesiz padişah da Damat Ferit de birer ''hain'' değildirler. Fakat onlara göre tek çıkar yol İngilizlere sığınmak, itaat etmek, iyi niyet göstermek ve onlardan yardım beklemektir. Yapabilecek başka bir şey yoktur.

Sivas Kongresi'nin amaçlarından biri tam bir millî dayatıştan başka bütün düşünüş ve tasarlamaların hayalden ibaret olduğuna vatansever ve milliyetçileri inandırmak olacaktı.

Tuhaftır, Kâzım Karabekir gene yeni liderin kaygısı altında idi. Mustafa Kemal'e yazdığı bir şifreli telgrafta: ''Telgraflar ve tamimler altında imzanız olmamalıdır. Siz 'münferit' görünmemelisiniz,'' diyordu.

Özel konuşmalarında da, efendim herkes Mustafa Kemal padişahı indirip yerine geçecek, diyor diye kendi korkusunu ileri sürüyordu.

Amerika liberal bir devlettir. Hristiyandır. Ermeni katliamından bütün Türklüğü sorumlu tutmaktadır. Eğer onun mandası altına girsek Amerika'dan Doğu Anadolu'ya bir Ermeni göçüne engel olacak mı idi? Hayır, Kürt otonomicilerini susturacak mı idi? Hayır. Hristiyanların elinden ekonomik ve tarım egemenliğini zorla alıp sadece ırgatlık, askerlik ve memurluk yapan Türklere devredecek mi idi? Hayır. Demokratik yolda medreseciler ve şeriatçılar eğitim ve yönetimini durdurup devrimci bir yol mu tutacaktı? Hayır. Nice misyonerlerin o vatanın dört köşesinde okullar açıp Türk olmıyan unsurları yetiştirdikleri böyle bir mandadan sonra Türklüğün hâli ne olacaktı? İzmir 1914'ten önce ticaretçe, varlıkça, yaşayışça Rumdu. Van Ermeni idi.

Umutsuzluk içinde bunları düşünebilen yoktu. Bir millî kurtuluşun ilk şartı bir lider bulmak olduğunu da anlamamazlıktan gelmek tuhaf bir şey, daha doğrusu o sıra manevî otoriteyi ellerinde tutanların kendi yoksun oldukları liderlik niteliğini bir başkasında görmek istemeyişten, birtakımı için de henüz maceracılık çilesini çektiğimiz Enver'in bir ikincisine uğramaktan çekinişlerinden idi.

Kongre toplanacağı günün arifesinde Hüsrev (Gerede) Mustafa Kemal'e geldi. İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuad Cebesoy'un babası), Rauf Bey (Orbay), Bekir Sami sizi başkan yapmamaya ve İsmail Fazıl Paşa'yı reisliğe seçtirmiye karar verdiler, dedi.

- Araya fitne mi sokuyorsun?

- Hayır efendim, ben de beraberdim.

Ertesi günü kongrenin toplanacağı lise merdivenlerini çıkarken Rauf Bey'e:

- Kimi reis yapalım? diye sordu.

Rauf Bey heyecanla:

- Siz reis olmalısınız, dedi.

- Demek bana Bekir Sami Bey'in evindeki kararınızı bildiriyorsunuz, dedi ve yürüdü.

Mustafa Kemal kürsüye çıkarak kongreyi açtı:

- Reisinizi seçiniz, dedi.

Biri kürsüye geldi:

- Bendeniz reisliğin birer gün veya birer hafta nöbetle vilâyet adlarının harf sırasına göre reislik yapılması fikrindeyim, dedi.

Teklifçinin vilâyeti eliflerin (a) başında idi:

Mustafa kemal:

- Neden lâzım geliyor bu? diye sordu.

- Şahsiyet olmamak için. İşe politika karıştırmamak, müsavat (eşit) olmak için...

Sonunda üç oy eksikle Mustafa Kemal'i seçtiler.

Sivas Kongresi'nin ilk üç günü hemen hemen boşuna kongredeki temsilcilerin İttihatçı olmadıklarına dair yemin formülü hazırlanış, padişaha ''arıza'' yazmak, gelen telgraflara cevap vermek, kongre politika ile uğraşacak mı uğraşmayacak mı gibi tartışmalarla geçti.

Dördüncü günü önemli idi. Cemiyetin ''Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk'' olan adı ''Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti''ne çevrilmiş, ''Heyet-i Temsiliye, Şarki Anadolu'nun heyet-i umumiyesini temsil eder'' maddesi de, ''Heyet-i Temsiliye, vatanın heyet-i umumiyesini temsil eder'' olarak değiştirilmiştir.

Kongre üzerine en büyük baskı Amerikan mandacılarından geldi. İstanbul'da Ahmet Rıza Bey, Ahmet İzzet Paşa, Cevat Paşa, Çürüksulu Mahmud Paşa, Reşat Hikmet, Cami, Reşit Sadi beyler, Esat Paşa, Kara Vasıf gibi başta gelen şahsiyetlerin hep manda taraflısı olduğuna dair şifreler yağdı. Bekir Sami ve Refet beyler (Bele) kürsüde bu davanın sözcülüğünü yaptılar. Rauf Bey de nutkunu:

- Bu tehlikeler karşısında memleketimize karşı en bitaraf vaziyette bulunan Amerika'nın müzaheretini kabul etmiye mecburuz. Ben bu kanaattayım, diye bitirmiştir.

Manda üzerine geçen uzun tartışmalar ki ''Nutuk''ta bol yer verilmiştir, sonunda heyet istemek için Amerika'ya bir mektup yollanmak gibi, ki gönderilmemiştir, sudan bir karara bağlanıp kalmıştır. Mustafa Kemal'in mandacılara karşı en kuvvetli silâhı Erzurum Kongresi'nin ''manda ve himaye kabul olunmaz'' yolundaki kararı idi.

Kongre 11 Eylül 1919'da daha kalabalık bir Heyet-i Temsiliye seçerek sona ermiştir. Fakat üyeler olağanüstü toplantı ihtimali ile bir müddet daha Sivas'ta kalacaktı. Yeni bir seçim yapılarak Meclis toplanması da kongrenin kararları arasında idi.

Kâzım Karabekir telgraf çekerek:

- Sivas Heyet-i Temsiliyesi Erzurum Heyet-i Temsiliyesini kaldıramaz. Yalnız oraya seçilenler buradan çekilmelidirler, diyordu.

Bu sırada Mustafa Kemal çok ileri bir adım daha attı: Millî hareketi durdurmak için Malatya'da Kürtçülük ayaklanmasına kadar haince hareketleri kongre adına doğrudan doğruya padişaha bildirmek için İstanbul hükûmetinden izin istedi. Verilmemesi üzerine, gene kongre adına, Anadolu ile İstanbul'un bütün ilişiklerini kesmeye karar verip sivil ve askerî makamlara, bugünün padişahı ile milleti arasına giren hainler hükûmeti yerine meşru bir hükûmet iktidara gelinceye kadar hepsinin Sivas'ta Heyet-i Temsiliye'ye bağlı olduklarını bildirdi. Gerçi pek çok tenkitler ve karşı gelmeler olmuşsa da artık Anadolu'da İstanbul'dakinden ayrı millî bir iktidar çekinilmez bir olupbitti, bu yeni iktidarın başı da Mustafa Kemal'di. 12 Eylül 1919'da Anadolu İstanbul'dan ayrılmıştır.

Sivas Kongresi konuşmalarından günü gününe haber verilmediği için şikâyetler eden Kâzım Karabekir, bu defa da acele edildiğini söylüyordu. Kendini tek yetkili kuvvet sahibi gören Kâzım Karabekir:

- İstanbul'da kötü bir hükûmet bu hareketi büsbütün isyancı saydırabilir, halk ayaklanabilir, Anadolu'da kardeş kanı dökülebilir, diyordu.

Gerçi sonradan sıra ile bunların hepsi olacaktı. Ama bir kurtuluş savaşı için hepsini göze almalı idi.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Robeck, Dış Bakanına 13 Eylül 1919'da şöyle yazıyordu: ''Sadrazam Damat Ferit'le görüştüm. Mustafa Kemal'in hareketine gittikçe daha önem vermektedir. Bu hareket, ona göre Ankara, Sivas ve Erzurum vilâyetlerinde beş yüz kadar subayın işi. Ya onları ezecek bir Osmanlı kuvveti gönderelim, ya eğer müttefikler buna izin vermezlerse, kendileri bazı kilit noktaları işgal etmek üzere kuvvetler göndermelidirler. Ben kendisine şu cevabı verdim: Eğer Türk kuvveti giderse bir iç savaş olur. Müttefikler harpten yorulmuşlardır. Kan dökülmesini istemezler. Ferit'e göre halk müttefikleri çok kuvvetli biliyor. Barış kararlarını kabul etmiye hazırdır. Kendisine Mustafa Kemal'le bir görüşme fırsatı aramasını söyledim. 'Bunun için vakit geçti,' dedi."

17 Eylül tarihli bir rapora göre de: ''Anadolu'da millî hareket bağımsız bir cumhuriyete doğru gitmektedir. Bu hareket İstanbul'dan, bilhassa Harbiye Nazırlığından desteklenmekte, halk efkârını Damat Ferit'ten fazla Mustafa Kemal temsil etmektedir. Onlara hükûmetin kabul edeceği bir anlaşmayı silâh kuvveti ile zorlamak gerekecektir. Damat Ferit, ben çekilirim ama bu padişahı bırakmak manasına gelir, padişah ise kendine karşı gelenlerle bir hükûmet kurmaktansa tahtından vazgeçmeyi tercih eder...'' deniyordu.

Amerika'dan gelip Sivas'ta kendisi ile görüşen General Harburd şöyle yazmıştır: ''Mustafa Kemal otuz sekiz yaşlarında. Zayıfça, boyu bosu yerinde. Asker tavırlı bir genç adam. Türklerin evde ve dışarda başları kapalıdır. Bunun ise açık. Ateş hattında tehlikeye uğramaktan çekinmez olduğunu ve bu yüzden Alman subaylarının kendisinden şikâyetçi olduklarını işittiğimizden kendisi ile ilgili idik. Cevapları pek açık ve akarsu gibi idi. Sıkıntılı işler içinde bulunduğu güzel tesbihini hiç durmadan çektiğinden belli idi. Şahsiyeti ile arkadaşlarına kolayca hâkim olmuştu. Onun ve yakın arkadaşlarının gerçek vatanseverler olduklarını gördük.''

General Pershing'in kurmay başkanı olan General Harburd Sivas'ta Mustafa Kemal'le görüşürken der ki:

- Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük kumandanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Başta Almanya, müttefiklerinizle dört yıl harp ettiniz, yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?

Mustafa Kemal generale: ''Teşekkür ederim," dedi, "tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz."

General ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar.

- Biz de olsak böyle yapardık!

Dış Bakanı Lord Curzon şöyle diyordu: ''Şu menhus (uğursuz) İzmir çıkarmasından beri her Türk Mustafa Kemal'in temsil ettiği yurtseverlik davasına karşı derin bir sempatiden başka duygu besliyemez.'' İngiliz Genelkurmay Başkanı Sir Henry Wilson, artık İngiliz politikası Mustafa Kemal'le dost olmaktadır, demişti. İstanbul komutanlığına gelen Sir Charles Harrington yazdığı mektupta gene Sir Henry Wilson, yapacağımız en doğru hareket İstanbul'dan çıkıp gitmek ve Türklerle dost olmaktır, diye yazıyordu.

Mustafa Kemal davranışlarında meşruiyetçi kalmıya pek dikkatli idi. Anadolu'da Millî Meclis açılıncaya kadar Osmanlı ''mevzuat''ına dokunmamıştır.

- Her şeyi yapabilirsiniz, diyenlere, daima, hayır cevabını vermiştir. Kendisini devrimci kararlara sürüklemek istiyen Türkçü ve ilerici gençlere de:

- Biz şimdi vatanı kurtaracağız. Bu işlerin sırası değildir, derdi.

Sivas Kongresi çoğu dürtüşle gelen 31 üye ile toplanmış, Heyet-i Temsiliye sayısına 6 kişi eklenmişti. 18 gün sonra toplanan Balıkesir Kongresi hareket bütünlüğünün sağlanmadığını gösterir. Başta bulunanlar:

- Biz Yunanlılara karşı bir cephe kurduk. Sivas'takilere katılırsak politikaya karışmış oluruz, diyorlardı.

İstanbul'dan da, onlarla birlik olmadığınızı ilân ederseniz size silâh da veririz, diye ayrılığı kışkırtıyorlardı. İzmir Kuzey Bölgesi Kuvay-ı Milliyesi adına 28 kişi ancak 1920 Martında şu kararı verdi: ''4 Eylül 1919 Sivas Kongresi'nin vahdet-i milliyye maksatlarına ve siyasî emellerine tamamiyle iştirak ederiz.''

16 Mayıs İzmir işgali, uyanışını, 16 Mart İstanbul işgali tamamlıyacaktı.

Damat Ferit'in dayatışı Ekime kadar sürdü. 1 Ekimde padişah ve halifeye bağlı, fakat yurtsever şahsiyetlerden bir hükûmet kurulmuştur. Mustafa Kemal bu hükûmeti kendi yönetimi altında tutmak, yeni Millet Meclisini de Anadolu'da toplamak isteğinde idi. İstanbul hükûmetine yardımcı olmak için bir hayli şartlar ileri sürdü. Yeni hükûmet kongre kararlarını tutmalı idi. Meclis toplanıncaya kadar millet kaderi ile ilgili hiçbir karar vermemeli idi. Barış konferansına gidecek delegeler milletinin güvenini kazanan şahsiyetler olmalı idi. Bazı tutuklama, aziller, sorumlu olanları cezalandırmak, alınan rütbeleri geri verme, Kuvay-ı Milliyeciler aleyhindeki davaları durdurma, basını yabancı sansüründen kurtarma gibi istekleri vardı. Çoğu, İstanbul hükûmetinin yapamıyacağı şeylerdi. Bir hayli haberleşme, makine başında görüşmelerden sonra, İstanbul hükûmeti Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı Mustafa Kemal'le konuşmak ve anlaşmak için Anadolu'ya göndermiye karar verdi. Mustafa Kemal 18 Ekimde Sivas'tan kalkarak Salih Paşa ile buluşmak üzere Amasya'ya gitti. Bu toplantıda beş protokol imzalanmıştır. Esaslar hep Mustafa Kemal'in istedikleri idi. Pek önemli mesele yeni seçimden sonra Millet Meclisinin toplantı yeri olmuştur: Mustafa Kemal'e göre Meclis Anadolu'da bulunmalı idi. Salih Paşa ile Bursa üzerinde bir uzlaşmıya vardılarsa da Bahriye Nazırı verdiği sözlerin hiçbirini yerine getiremez.

Mustafa Kemal Sivas'ta iken Sivas'taki Hürriyet - ve - İtilâfçılar padişaha telgraflar çekerek ne Heyet-i Temsiliye, ne de başındakileri tanımadıklarını bildirmişlerdi. İstanbul'da hükûmet değişmiş olsa da padişahçı takım her yanda yığın kaynaştırıcılığında devam ediyordu. İstanbul'un Meclisin Anadolu'da toplanmasına karşı olduğu haberi gelince Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir'i ve Ali Fuad Paşa'yı Sivas'ta son bir görüşmiye çağırdı. Gerek Meclis, gerek Paris'te hazırlığı bitmek üzere bulunan barış konferansı diktasından sonra ne yapılacağı üzerine bir karar verilmeli idi.

Buluşma tarihi 28 Kasım 1919. Heyet-i Temsiliye'nin çoğunluğu ve Mustafa Kemal yeni Meclisi Anadolu'da toplamak fikrinde. Kâzım Karabekir bu defa bütün ağırlığı ile bu fikre karşı koymuştur: ''İstanbul'la bozuşuruz. Bir Damat Ferit hükûmeti daha gelir. Halk ayaklandırılabilir,'' diyordu. Kuvvet başında yalnız kendi vardır, sanıyordu. Bu tek bir kolordudan ibaretti. Birinci gün sonuç alamadı ise de ertesi gün Rauf Bey'in de katılması ile Mustafa Kemal ve arkadaşları daha fazla diretmediler. Rauf Bey kendi de İstanbul'a gitmek, fedakârca tehlikenin içinde bulunmakta millî hareket için fayda görür. Rauf Bey, hâlâ, Hamidiye Kahramanı'dır. Tek başına feda olmaktan ne çıkabilir? Kâzım Karabekir, padişah ve halifeyi, İngilizleri fazla huylandırmaktan çekinip durur. Sabırlı olmak lâzımdı.

İstanbul'a gidecek milletvekilleri ile görüşerek direktifler vermek üzere Mustafa Kemal batıya doğru gitmeye karar verir. 18 Aralıkta Sivas'tan ayrılarak Ankara'ya gelir. Gene yol parası yoktu. Bankalardan almak istemiyordu. Birinden borç aldılar. Otomobil lâstiğini de Amerikan okulu müdüründen. Ankara'da bir nutku vardır. Bu nutukta ilk defa zaferle dahi işlerin bitmiyeceğini söylemiştir: ''Bugünkü yapacağımız vatanı parçalanmaktan ve milleti esir olmaktan kurtarmaktır. Ama vazifemiz bununla bitmiyecektir. Medenî milletler arasında faal bir unsur olabileceğimizi ispat etmemiz lâzımdır,'' der.

Seçim yapıldıktan sonra son İstanbul Meclis-i Mebusanı 12 Ocakta yüz kırk kişi ile toplanmıştır. 80 milletvekillik çoğunluk kendine ''Müdafaa-i Hukuk Grubu'' adını vermek istemez. ''Felah-ı Vatan'' teklifini benimser. Padişah ''inhiraf-ı mizac''ını ileri sürerek meclisi açmıya bile gelmez. Padişah Hürriyet - ve - İtilâfçılarla İngiliz korkusunun baskısı altındadır. Meclisi kendine mal etmekten korkmaktadır. Milletvekillerinden birtakımı da sarayın gölgesi altına girmiştir.

Bu meclisin tek faydası Misak-ı Millî'yi kabul etmesidir. Misak-ı Millî yabancı işgal kuvetlerine millî hareketin sadece Türk vilâyetleri üzerinde hak dava ettiğini, ne Suriye'de Fransızların, ne de Irak'ta İngilizlerin kazançlarına dokunulmıyacağı inancını vermek bakımından şüphesiz pek faydalı idi. Profesör Yeşke der ki: ''Mustafa Kemal ezeli düşman tanımazdı. Hiçbir zaman kazandığı zaferi aşırı isteklerle tehlikeye sokmamıştır. 30 Ekim 1918 mütareke hattı ötesindeki Osmanlı topraklarından cesaretle vazgeçmesi ihtilâlci eserlerinin en büyüğüdür. Atatürk bu istekler çizgisini Batı-Trakya meselesinde bile aşmamış ve Dünya Harbinden sonra biricik gerçek antlaşma olan Lausanne'ı elde etmiştir.''

Sevres Antlaşmasının ne Anadolu, ne onun bu Meclisine zorlanamıyacağını bilen müttefikler için yeni bir hava yaratmak lâzımdı. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'na saldıran filoya komuta etmiş olan Amiral Robeck, ki İstanbul'da İngiliz Yüksek Komiseri idi, verdiği raporda der ki: ''Her tarafta fiilî kontrolde bulunamayız. Çok gemi ve kuvvetle yalnız İstanbul'a ve kıyılara hâkim olabiliriz. Meclis açılınca liderler İstanbul'a geldiler. Davranışları müttefiklere karşı düşmancadır. Batum'u boşaltarak kuvvetleri İstanbul'a toplamalıyız. Barışı çabuk yapmalıyız. Padişahın durumunu kuvvetlendirmeliyiz.''

İstanbul işgaline karar verilmişti. Mustafa Kemal, Rauf Bey'e, arkadaşlarını al gel der. Hayır. Bilâkis arkadaşlarını alarak padişahla görüşmeye gider, Vahidüddin onlara öğüt verir:

- Mecliste konuşmalarınıza dikkat ediniz. Müttefikler her şey yapabilirler. İsterlerse Ankara'ya da giderler, der.

Bir milletvekili saray penceresinden düşman zırhlılarını göstererek:

- Padişahım bunların hükmü su kenarına kadar geçer. Rahat olunuz. Anadolu pulattır (çeliktir). Vatan savaşı başarılacaktır, der.

Sonunda padişah ve halife gene son sözünü söyler:

- Rauf Bey bir millet var. Koyun sürüsü. Buna bir çoban lâzım. O da benim!

16 Mart 1920 günü idi. Rauf Bey Meclise dönünce muhafız kıt'ası kumandanı gelir. Rauf Bey'e:

- Kapıda İngiliz var. Sizi ve Kara Vasıf Bey'i teslim almıya gelmişler, der.

Rauf Bey Malta'ya sürülür.



İstanbul



Şimdi biraz da duruma İstanbul'dan bakalım.

1920 Martının 16 sında İstanbul'un İtilâf kuvvetleri tarafından işgal edilmesine kadar süren bir devir geçirmiştik. Bu devirde Anadolu, yavaş yavaş İstanbul'dan kopup uzaklaşacaktır.

Yunanlılara karşı ilk dayatma başgöstermiştir. Her tarafta millî kuvvetler kurulmaktadır.

Saray, Bab-ı âli, Hürriyet - ve - İtilâf gazeteleri Anadolu direnişinin barış şartlarını ağırlaştırmaktan başka bir şeye yaramıyacağını yazmaktadırlar. Millî kuvvetlerin adı, İstanbul edebiyatında ''haydut çeteleri''dir. Dahiliye Nazırı Ali Kemal'in bir tamimine göre Anadolu'da ''yeniden şekavet (eşkıyalık) ve yağma devrini açanlar'' Yunanlıların ekmeğine yağ sürmektedirler.

Damat Ferit'i ikinci defa iktidara getirdiği vakit, Meclis İkinci Başkanı Hüseyin Kâzım Bey itiraz edince padişah:

- Ben istersem Rum patriğini de, Ermeni patriğini de, hahambaşını da iktidara getiririm, demişti.

Damat Ferit kabinelerinden birinde Adliye Nazırı Bosnalı Ali Rüştü Bey Yunan taarruzu başarısı için dua ettirmiştir.

İstanbul'un vatansever ve milliyetçi takımı da Anadolu direnişinden kesin bir sonuç bekliyor mu idi? Hayır. Birinci Dünya Harbinde varını yoğunu kaybeden, biten, tükenen, nihayet artakalmış silâhlarının çoğunu teslim eden bir memleket, gerilla çeteleriyle, İtilâf devletlerinin ordularına ve donanmalarına nasıl karşı koyabilecekti? Üstelik şimdi İzmir'den içeriye doğru bir de istilâ ordusu sürmüşlerdi. Ama, Türk milletinin her şeye boyun eğmiyeceğini gösteren bir dayatma hareketi barış pazarlığı bakımından elbette faydalı idi. O şartla ki Anadolu, pek ihtiyatlı davranmalıydı. Hele İngilizleri gücendirmemeye dikkat etmeliydi. O sıralarda İstanbul fikir ve politika adamlarından bir haylısının bizim ''Akşam'' binasındaki Matbuat Cemiyeti salonunda bir toplantısı olmuştur. Varılan karar Mustafa Kemal'e ''itidali elden bırakmaması ve İngilizleri kuşkulandırmamaya çalışması'' için bir telgraf çekmek! İngilizleri kuşkulandırmamaktan maksat, Eskişehir gibi bazı merkezlerde bulunan İngiliz kıt'alarına saldırmamaktı. Bu toplantı için İstihzarat-ı Sulhiye Komisyonunda çalışan İsmet Bey'i (İsmet Paşa) davet etmiştik. Kendisini daha eskiden tanırdım.

Geç geldi ve salonun bitişiğindeki odada oturdu. Toplantı tartışmalarını kendisine anlattık:

- Pekiy ama Anadolu ne diyor? dedi.

Toplantıya gelenlerin unuttukları da bu idi.

Bu sırada İsmet Bey'in Necmeddin'le bana:

- Anadolu'da yeni bir kahraman yaratmıya çalışmayın, dediğini de hatırlarım.

Anadolu? Anadolu İstanbul'un kılavuzluğuna bağlanmalı idi. Fakat İstanbul ne yapacaktı?

Çoktandır İstanbul'da Amerikan mandası fikri alıp yürümüştü. Vatansever ve milliyetçi takımının başlıca söz ve kalem sahiplerine göre eğer Türkiye topyekûn Amerikan mandasına girecek olursa ileride yeniden kurtulmak imkânını bulabilirdi. Büyük tehlike, parçalanmakta, Anadolu ve Trakya'nın Fransız, İtalyan ve Yunan nüfuz bölgelerine ayrılmasındadır. Fakat iki büyük mesele var: Amerika'yı Türkiye mandasını kabul etmeye nasıl kandırabiliriz? Ermeni öldürüşçülüğü suçumuzu Amerikalılara nasıl affettirebiliriz?

Yahya Kemal'in:

- Ah bizi toptan yalnız biri alsa... diye kıvrandığı gözümün önüne gelir. İster Amerika, İster İngiltere veya Fransa...

Bu sıralarda İstanbul'a uğrayan bir Amerikan âyanı manda meselesini kongreye kabul ettirmenin hemen hemen imkânı olmadığını söylemiştir.

Bir de İngiltere mandacıları, daha doğrusu himayecileri vardı. Bunlar ''İngiliz Muhipleri Cemiyeti''ni kurmuşlardır. Cemiyet Sait Molla gibi satılık ajanların elindedir. Programları basittir: ''Eğer İngiltere bize bir lütufta bulunursa, Osmanlı saltanatı, hilâfetin ruhanî ve manevî bütün kudretini İngiliz müttefiklerine hadim kılmayı taahhüt eder.''

Henüz barış şartları hakkında bir şey bilindiği de yok. Ama tasarlamaların yaman olduğunu biliyoruz. Müttefikler Wilson'un barış notasına verdikleri cevapta ''yabancı toplumları Batı medeniyetine düşman Osmanlı idaresinden kurtarmak ve Osmanlı Devletini İstabul'dan dışarı atmak'' gerektiğini söylemişlerdi.

İstanbul Avrupa kıt'asında idi.

İstanbul hükûmeti Paris'e bir heyet göndermeye karar verir. 1919 yılının Haziranındayız. Paris'e gidecek heyetin eşyası, tuhaf bir tesadüf olarak, ''Demokrasi'' zırhlısına yüklenmiştir.

Paris'e gidenler İttihatçı ve Anadolu düşmanı olmalarına ve Ermeni öldürüşçülüğü suçu ile adam asmalarına güvenmektedirler. Clemenceau bir sözle onların bu türlü hayellerini altüst eder: ''Her millet, kendi başındakilerin yaptıklarından sorumludur,'' der.

Heyet bir kuru vait bile almaksızın, barış şartlarının dikta edileceği günlerde yeniden çağırılacağını öğrenerek İstanbul'a döner. Delegelerden biri Rıza Tevfik idi. Heyetle beraber elimize geçen Paris gazetelerinde onun bir konuşması çıkmıştı. Anasının bir odalık ve babasının Arnavut olduğunu söyliyen Osmanlı delegesi:

- İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende his ve fikir itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim, dediğini okuruz.

Milliyetçi gazeteler, sansür ve terör altında, bu sözleri tenkit edebilmek hürriyetinden bile yoksun. Divan-ı Harp ölüm sehpalariyle baş uçlarında.

Serkeş Anadolu ''millî sınırlar içinde bütün vatan parçalarının bir bütün olduğu'' ve ''ne manda, ne himaye fikirlerinin asla kabul edilmiyeceği'' prensipleri üzerine dayanan davası ile, İstanbul'da alıp veren bin bir çeşit fikir akımları karşısına dikilip durur. Nedir bu Anadolu? Hiçbir şey, henüz birkaç çete... Kimdir başındaki bu Mustafa Kemal? Askerlikten de istifa ettiği için komuta edecek kıt'aları kalmayan ve çetelere emir vermek için hiçbir yetkisi olmıyan bir adam, fakat bir lider... Daha Temmuz ayında onun ve arkadaşlarının yaklanarak yargılanmak üzere İstanbul'a getirilmeleri emri çıkmıştır. İstanbul'a dönmesi istendiği için askerlikten çekilen Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas kongrelerine bir çeşit millî meclisler karakterini vermiştir. Bu kongrelerin kararlarını yürütmek üzere bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. Bu bir hükûmet demektir, reisi de Mustafa Kemal'dir.

Gene o sıralarda yeni bir Mebusan Meclisi seçilmek üzeredir. Hürriyet - ve - İtilâfçılar, daha şimdiden, seçimin Anadolu'da İttihatçı baskısı altında geçtiğini söyliyerek yeni Meclisi İngilizlere curnal etmektedirler.

Fakat dışarıdan bir şey koparamıyan, içeride bir itibarı kalmıyan Damat Ferit Paşa'dan saray da umut keser. Anadolu'daki itaatsizliği önliyebilmek, memleketi padişah etrafında toplamak üzere sessiz bir ''hamiyetli paşa'' bulur. Sadrazam yapar: Adı Ali Rıza Paşa. Biz gazetecilere söylediği bir cümlesi hatırımdadır: ''Bütün dünya demokrasi yaparken biz nasıl aristokrasi yaparız?'' Rejimler hakkındaki fikri bile bu...

Sütunlarımızın siperlerinde nöbet tutan milliyetçiler, genişçe bir nefes alıyoruz. Damat Ferit'in hıyanetinden bahsedebiliyoruz. Yakalanıp İstanbul'a getirilmesi için hükûmetin emirlerini yayınlıyan gazetelerde, Mustafa Kemal'in ilk demeci çıkıyor. Mustafa Kemal bu demecinde mahallî Müdafaa-i Hukuk teşkilâtlarının artık memleket ölçüsünde bir nitelik aldıklarını bildirir. Bu birleşmekten gaye ''vatanı ve milleti kurtarmak''tır. Mustafa Kemal Paşa bu fırsatla şu iki teminatı da vermeye lüzum görür: ''İttihatçı değiliz, Hristiyan düşmanı değiliz!''

Ali Rıza Paşa hükûmeti bir ara bulma hükûmetidir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını padişah etrafında toplamaya kandırmak üzere Anadolu'ya Hurşit ve Fevzi (Fevzi Çakmak) paşaları gönderir. Fevzi Paşa'nın Sivas'ta güç bir duruma düştüğü ve bu yüzden Erzurum'a doğru yola çıktığı hakkında İstanbul gazetelerinde haberler çıkar.

Mustafa Kemal yeni Meclisi Anadolu'da toplamak fikrini yürütemedi. Fransızlar Adana ve hinterlandını, Antep ve Maraş'ı işgal ettikleri sırada, padişah imparatorluğun son Mebusan Meclisini Fındıklı Sarayı'nda açacaktır.

O günlerde ''Akşam'' matbaasında otururken beni bir paşanın görmek istediğini haber verdiler. Kapıdan pırıl pırıl üniformasiyle Damat Ferit'in Divan-ı Harp Reisi Kürt Mustafa Paşa girdi. Bu adamın aynı zamanda Kürt Taâli Cemiyetinden olduğunu biliyordum. Oturdu, ''Akşam'' gazetesinde çıkan bir havadisi düzeltmek için bir şey yazdığını söyledi, bana bir kâğıt uzattı. Yazı: ''Sadr-ı sabık Damat Ferit Paşa Hazretleri...'' diye başlıyordu. Damat Ferit'ten de, Kürt Mustafa'dan da tiksinirdim:

- Biz öyle bir haine ''hazretleri'' diyen yazıları gazeteye koyamayız, dedim.

Benim kararlı hâlimi görünce, herhangi bir ağız çatışmasına meydan vermemek için gülümsiyerek kâğıdı aldı, kalktı gitti.

Bir müddet sonra Damat Ferit gene sadrazam, Kürt Mustafa yeniden Divan-ı Harp Reisi olacaktı. Ben de ölmekliğim ve yaşamaklığım dilinin ucundaki bir kelimeye bağlı olan bu adamın karşısına çıkacaktım.

1920 Martının 16 sına, İstanbul'un işgaline yaklaşıyoruz.

İstanbul'da 1919 yılının 16 Mayısına, İzmir işgaline kadar süren manevî çözülüş devri ile, 1920 yılının 16 Martındaki İstanbul işgaline kadar süren, yeis içinde bin bir umuda kapılma ve bir şey, ismi konmıyan, gökten mi ineceği, yerden mi biteceği bilinmiyen bir şey arama devri böyle geçti.

***

Kuvay-ı Milliye tarihinin iç yüzünü bilmiyenler biraz yukarıdaki: ''Ali Rıza Paşa hükûmeti bir ara bulma hükûmetidir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını padişah etrafında toplanmaya kandırmak üzere Anadolu'ya Hurşid ve Fevzi (Fevzi Çakmak) paşaları gönderir. Fevzi Paşa'nın Sivas'ta güç bir duruma düştüğü ve bu yüzden Erzurum'a doğru yola çıktığı hakkında İstanbul gazetelerinde haberler çıkar,'' fıkrasını şaşarak okumuşlardır. Çünkü onların Cumhuriyet kitaplarında okuduklarına göre Fevzi Çakmak millî savaşın temel direklerinden biri idi.

Hikâye Mustafa Kemal'in nasıl yapayalnız'dan yetiştiğini ve bazı karakter özelliklerini belirttiği için anlatılmaya değer. Fevzi Çakmak vatanını seven ve onun uğruna her zaman ölecek bir Osmanlı askeri idi. Mustafa Kemal'in ordu müfettişliği ile Anadolu'ya gitmesi tertiplerini hazırlayanlardan biri idi. Bir gün Genelkurmay Reisliği odasında Mustafa Kemal, Cevdet Paşa ve o baş başa verdikleri zaman, İstanbul korkusu ile her şeyi feda etmekten bahis açılması üzerine:

- (Harita üzerinde İstanbul'u göstererek) Bir nokta için (elini bütün memleket üzerinde gezdirerek) hepsini feda etmek! diye haykıran o idi.

Fakat Fevzi Çakmak, kafa ve vicdan kuruluşu bakımından muhafazakârdır. Padişaha ve halifeye bağlıdır. Mustafa Kemal'in Anadolu hizmetlerini de bu disiplin çerçevesi içinde görür. O gün, ki Mustafa Kemal askerlikten ayrılarak bir ''ferd-i millet'' olmuştur. Padişah ve halifeye karşı isyan bayrağı açmıştır, Fevzi Çakmak hiç şühesiz ikiden biri arasında onu seçmez.

Bir aralık Anadolu'da bulunan komutanlar da Ankara'yı değil, İstanbul'u tanımaya davet edildikleri zaman Bursa ve Konya'da bulunan ikisi Mustafa Kemal'den ayrılmışlardı. Bunlar belli başlı ordu parçaları idi. Refet Bey'in (General Refet Bele) bir baskını ile Konya'daki kolordu kumandanı kıt'alarının başından alınmıştı. Sonradan bu kumandan dahi, Fevzi Çakmak gibi, kurtuluş savaşlarında büyük hizmetler görmüştür.

Fevzi Çakmak bir aralık padişahtan Heyet-i Nasıha vazifesini, Anadolu'yu İstanbul'a itaat ettirmek ve Mustafa Kemal isyanından ayırmak için üstüna almıştır. Bunda yabancı devlet menfaatlerini düşündüğü pek uzaktan bile hatıra gelemez. Ona göre devlet ve vatan, padişah ve halifesi ile bir bütündür. O bu bütünün parçalanmasında bir ölüm kaderi görür.

Şimdi rahmetli Kâzım Karabekir'in bir hatırasını dinleyiniz: Kâzım Karabekir bu hatırayı 1946'da İstanbul Milletvekili seçildiği zaman Vali Lütfi Kırdar ve yanındakilere anlatmıştır. Fevzi Paşa dindar tanınmış, iyi konuşur, halk için pek cazibeli bir şahsiyet idi. Sivas'a kadar bir hayli tesir yaparak gelmişti. O vakitler şahsî itibarından başka hiçbir kuvveti olmayan Mustafa Kemal bu yolculuktan kuşkulandı. Fevzi Çakmak'ı daha fazla dolaştırmıyarak İstanbul'a geri göndermesini Kâzım Karabekir Paşa'dan rica etti. Kâzım Karabekir Fevzi Çakmak'a yolculuğunun faydasızlığını söyliyerek birlikte doğuya doğru yola çıkmışlar. Yolda Fevzi Çakmak Karabekir'e:

- Sen vatansever bir askersin. Eğer Mustafa Kemal itaat etmezse onu padişah ve halifenin hükûmetine teslim etmez misin? demiş.

Kâzım Karabekir, aynı olayı Ali Fuad Cebesoy'a şöyle anlatmıştır:

- Fevzi Paşa bana, Mustafa Kemal ve Ali Fuad paşalar ''muhteris'' ve menfaat düşkünüdürler, dayandıkları sensin, şunu bil ki eğer Mustafa Kemal başa geçerse ilk işi seni ortadan kaldırmaktır, hatta en güvendiğin İsmet Bey (İnönü) ve Samsunlu Şefik Bey de bu fikirdedirler, Mustafa Kemal ve Ali Fuad paşaları yakalayıp İstanbul'a götüreceğim, sen mâni olma! demişti.

Fevzi Çakmak işgal tarihine kadar İstanbul'da kaldı. İngilizler devlet merkezine de el koyarak, vatanseverler arasında kendisini de tutacaklarını öğrenince Anadolu'ya sığınmaktan başka çare görmedi. Gizlice başkentten kaçtı ve Geyve'de Ali Fuad Paşa (Ali Fuad Cebesoy) karargâhına geldi. Hikâyenin bu kısmını da Ali Fuad Cebesoy'dan ben dinledim: Cebesoy hemen bir telgrafla bu sığınma haberini Mustafa Kemal'e verir. Fevzi Çakmak'ın Kâzım Karabekir'e söylemiş olduğunu bilmemekle beraber Heyet-i Nasıha macerasını unutmayan Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak'ın geri çevrilmesini ister. Cebesoy, İstanbul hükûmeti Harbiye Nazırının bu sığınması Anadolu'nun itibarını arttıracağını yazarak ısrar eder. Nihayet güçlükle kabul ettirir.

Fevzi Çakmak Ankara'da, tıpkı padişah ve halifeye olduğu gibi, Mustafa Kemal'e bağlanmıştır. O bu defa da samimî idi ve şüphesiz düşündüğü tek şey, artık düşman boyunduruğu altına giren padişah ve halifeyi kurtarmaktı. İnsanlar üzerine hiç hayal yapmayan, realist ve işini bilir Mustafa Kemal kendisini hükûmet reisliğine kadar çıkarmıştır. Sonra da ölünceye kadar Genelkurmay Başkanlığında tuttu.

Fevzi Çakmak devletin ve görevinin adamı idi. Muhafazakârdı: Devrimlerden hiçbirinin taraflısı olmadığını bilirdik. Genelkurmay Başkanlığından ayrılıncaya kadar eski yazıyı kullanmıştır. Atatürk belli başlı devrim kararlarını verdikten sonra, bir defa pek sevdiği Diyanet İşleri Reisi Hoca Rıfat Efendiyi çağırıp onu tatlı dille kandırır, sonra:

- Şimdi mareşale gidelim, derdi.

Biri camilerin ve hocaların, biri ordunun başında idi.

Yüzümüze karşı bir şey demez, fakat biz ileri hareket takımına kem gözle baktığını hissederdik. Fevzi Çakmak'ın geri düşünüşlüğü, yasak bölgeler sisteminde kendini gösterir. Bir defa Antalya Valisi Hâşim İşcan'la beraber Finike'ye doğru gidiyorduk. Bir yeni yol yapılıyordu. Vali:

- Bu yolu kaçırıyorum, demişti. Sonra açıkladı:

- Fevzi Paşa kıyıdan içeriye doğru yol yapmayı yasak etti. İtalyan taarruzuna yardımı olur diye...

İzmir bir yasak bölgeler hapsi içinde idi. Pek verimli birçok ziraat toprakları nüfussuz kalmıştı. Hatta bir gün oradaki komutana:

- Canım paşam, uğraşsanız da İzmir'e biraz nefes aldırsanız... diyecek oldum. Tıpkı Fevzi Paşa gibi düşünen komutan:

- Benim fikrimce asıl yapılacak şey, İzmir'i bu körfez dışına çıkarmaktır, cevabını vermişti.

- Ama unutuyorsunuz ki millet Erzurum'dan buraya kadar işte bu İzmir'e kavuşmak için kanını akıta akıta koştu, geldi.

Mimar Yansen İzmit tersanesinin kaldırılmasını ve şehrin denize açılmasını teklif etmişti. Bir defasında Başbakan Celâl Bayar'la birlikte İzmit'e gittiğimizde bunu kendisine hatırlattım. Yanımızda bulunanlar:

- Ne diyorsunuz beyefendi, Fevzi Paşa Hazretleri diyorlar ki kâğıt fabrikasına bir başka vilâyette yer bulunuz. Onu da yasak bölge içine alacağım.

Bütün İzmit Körfezi boğuluyordu. Mustafa Kemal'in emri ve baskısı üzerine Yalova serbest bırakılarak İstanbul'a bağlanıp imar edilmeye başlanması üzerine:

- Yapınız, yapınız, ben Yalova'nın on kilometresine bir top koyunca masraflarınızın ne kadar boşa gittiğini anlarsınız, demişti.

Medenîce manası ile yaşamaktan, imardan ve dünya zevklerinden bir şey anlamazdı. Bir lokma bir hırka ruhlu idi. Demir ve çelik endüstrisini Karabük'e sürdüren, zekâsı yontulmuş mühendis ve ihtisas adamlarının maddî manevî ihtiyaçları nasıl bir çevre arayacağını düşünmeden Kırıkkale'deki bozkır gurbetlerinde fabrikalar kurduran odur. Hatta İktisat Bakanlığı, Karabük'te kurulmaktansa demir ve çelik endüstrisine başlamamak daha doğrudur, diye söylemesi üzerine Fevzi Paşa, Atatürk'e:

- Demir ve çelik yapmak için benim ölümümü bekliyorlar, diye haber yollamıştı. Atatürk önce Bakan Celâl Bayar'a:

- Rica ederim, telefona gidiniz ve kendisine demir ve çelik endüstrisinin Karabük'te kurulacağını haber veriniz, demişti.

Ordu ile pek ilgilenen ve Terakkiperverler muhalefetinden önceki komutanlar vak'asından beri dikkat kesilen Atatürk, harpte kendisi başkomutan olacağını düşündüğüne göre, barışta askerî kuvvetlerin başında tamamiyle güvenilir bir şahsiyet bulundurmak istemişti. Zaafı bundandır.

Rejim Fevzi Çakmak'ı gerektiğinden çok fazla ordunun başında tuttu. Aydın general ve subaylar, eski anlayışlara bağlılık yüzünden, ordunun pek geri kaldığından daima şikâyetçi idiler. İspanya iç savaşı sırasında kendisinin:

- Harpte tankın ve uçağın büyük değeri olmadığı sabit olmuştur, dediğini yakınlarından duyarak içimiz yanıyordu:

- İnşallah Çakmak devrinde bir harbe tutuşmayız, diye dua ediyorduk.

Nihayet emekli yaşı geldi, çattı. Uzatma imkânları da tükenince İnönü kendisini emekliye ayırtmak zorunda kaldı. Fevzi Çakmak küstü. Ordu onun malı gibi bir şeydi sanki. Kolundan yakalanıp ana baba yuvasından atılmışa döndü. Kendisini ziyarete gelen devlet reisine gitmedi. İlk muhalefet hareketleri meydana gelince de, içinde bu kinle harekete geçti.

Ankara'dan İstanbul'a bir gelişinde Beykoz'a uğramıştı. Kahvede toplanan halka şöyle diyordu:

- İstanbul işgalinden sonra vatanı kurtarmak için Anadolu'ya buradan hareket ettiğim zaman...

***

16 Marttan sonra Ankara'ya gelmekten başka çare kalmadığını gören ve Saffet Arıkan'la arkadaşlarına katılarak Ankara'ya gelen İsmet Bey (İnönü), Atatürk'ün bana anlattığını yukarda söylediğim gibi 19 Mayıstan önce, yeni evlendiğini ileri sürerek, Anadolu'ya gelmek teklifini reddetmişti. 1920'de bir defa Ankara'ya gelmiş, fakat Ali Fuad Paşa'dan (Cebesoy) dinlediğime göre Mustafa Kemal kendine soğuk davranmıştır.

Atatürk'ün kendisi ile birlikte yürümiyeceğini bildiği şöhretlere karşı yeni prestijelere ihtiyacı vardı. Fevzi Paşa ile İsmet Bey onun çok işine yaramışlardı. Bir ikinci adam olarak, çalışma ve kültür bakımından, en iyisi şüphesiz İnönü idi ve Fevzi Paşa da, o da tam hizmet tipi idiler.

Hatıralarını anlattığı sırada Atatürk'e bir sual sormuştum. Kuvay-ı Milliye'ye katılıp katılmamak, erken veya geç katılmak bir zamanlar Ankara'da başlıca tartışma konusu olduğunu söyleyerek:

- Bu meselede yalnız siz hoş görür davranıyorsunuz. Hatta size karşı İstanbul'da cephe almış olanları bile affetmiştiniz, dedim.

Bakışları eski hatıralara doğru uzaklaşarak ve sislenerek:

- İnanmıyanlar da inananlar kadar haklı idiler. Ben Erzurum'dan İzmir'e sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa, öyle geldim, demişti.

''Nutuk''unda ordunun kuruluşuna, hatta belki de Sakarya zaferine kadar süren devrin hikâyelerini okurken hâlâ ruhum ürperir.

Kitabın ''gerilla'' bölümünde hikâyelerini dinliyeceksiniz. Birinci Dünya Harbinden çıktığımız vakit, Anadolu dağları asker kaçakları ve haydut çeteleriyle doluydu. Mütareke ile beraber hele Karadeniz kıyılarında Hristiyan çeteleri türediği için, bunlara karşı Müslüman halk silâhlanarak harekete geçmişti. Yunanlıların İzmir'e çıkması üzerine yer yer millî kuvvetler de kurulunca, Anadolu'nun ne hâle geldiği kolayca anlaşılabilir. Bitkin halk, bir yandan düşmanın, bir yandan bu silâhlı kuvvetlerin baskısı altında bezmiş hâldeydi. Düşman vurur, dost vurur. Köyler kasabalar haraç altındadır. Halifeci gelir, şüphelendiğini ipe çeker. Birkaç silâhlı ile bir dağ başını tutan herkes başına buyruktur. Ne kanun bilir, ne devlet, ne kongre tanır. Bu tam tavaif-i mülûk kargaşası idi.

Lider Mustafa Kemal mahallî Müdafaa-i Hukuk kuruluşlarını Ankara'da Millet Meclisi içinde kaynaştırıncaya kadar pek çetin günler geçirmiştir. Asker Mustafa Kemal, çeteleri ve millî kuvvetleri nizamlı bir ordu içinde yoğurup komutası altına alıncaya kadar aynı çileyi dolduracaktır.

Anadolu'da askerî kıt'alara komuta edenler, Mustafa Kemal rütbelerini bırakıp üstünde vatandaşlıktan başka sıfat kalmadığı zaman, gene onunla işbirliği ettikleri için Kurtuluş Savaşının şereflerine hiç şüphesiz ortaktırlar. Fakat Mustafa Kemal'in şef tanınması hayli güç olmuştur. Ama o lider mizacı ile doğmuştu. Lider vasıfları edinerek büyümüştü. Hiçbir zaman, en küçük rütbesinde bile, sıra adamı olmamıştı. Karar vermek zamanı gelinceye kadar büyük bir sabır gösterir. Yenilmiyecek şartları zorlamaz. İlk zamanları ''Makam-ı mukaddes-i hilâfeti düşman esaretinden kurtarmak", vatanı ve milleti kurtarmak gibi, dilden düşürmediği sözler arasındadır.

Erzurum ve Sivas kongrelerine âdeta millî meclisler önemi verdirmiştir. Heyet-i Temsiliye, halk iradesini belirten bu kongrelerin hükûmeti demektir. O kendisi Heyet-i Temsiliye'nin reisliğine de bir devlet reisliği önemi verdirmekte gecikmez. Müstesna bir zekânın bütün fırsatları sabır ve soğukkanlılıkla kollamasını ve kullanmasını bilen taktikleri önünde herkes sürüklenip gider. Belli başlı arkadaşlarından hiçbirine ikincilik muamelesinin ağırlığını hissettirmez. Fakat daima birinci olarak kalmayı da bilir. Basit çete reislerine, millî kuvvetlerin başında bulunanlara, rütbe ve şahsiyet farkına bakmaksızın, kahraman saygısı gösterir. Halka karşı apaçık zulümlerini bile durdurmak için boşuna gidecek müdahalelerde bulunmaz ve sergerderleri huylandırmak istemez. Büyük kararlarda ''geç kalmamak'' kadar, ''erken davranmamak'' da liderlik dehasının büyük bir vasfıdır. Daima tam vaktini seçer. Bu vakit öyle seçilmiştir ki bir gün önce kimsenin hatırından geçmiyen şeyler, bir gün sonra gerçekleşiverir. Herkes şaşırır. Kimse dayatma denemesinde bulunamaz. Bu lider ''orta'' ve ''küçük'' adamların, belki birtakım haklı şartlar içinde, kendileriyle bir görmeye razı olup olmamakta duraksadıkları bir ''büyük adam''dır.

Çetelere, millî kuvvetler ve kıt'alara komuta edenler arasında, emir verilecek askerleri olmak bakımından, en zayıfı odur. Komutanlardan kendisini çekemeyenler de vatanseverdirler. Şahsî hırs ve rakiplik yüzünden davayı çürütmek hiçbirinin aklından geçmez. Hiçbirinde çeteci Ethem'in binde bir soysuzluğu yoktur. Nihayet kızarlar, tartışır, ''Bakalım!'' der, bırakırlar.

Bu notlarımı Mustafa Kemal'in devrim atılışlarını anlattığım zaman hatırlıyacaksınız. Fakat o devirdeki Mustafa Kemal, 19 Mayısla zafer arasında geçen devrin Mustafa Kemal'i yanında insana çok daha ''kolay'' hissini verir. Türkiye'yi 1919-1921 krizleri içinden sıyırıp çıkarmak, bir dev işidir. Birinci Dünya Harbini kazanan büyük devletler, yer yer ayaklanmalarla Anadolu'nun birçok vilâyetler halkı, daha sonra bu isyanları bastıran millî kuvvetler, zaman zaman Meclis ve arkadaşları, ya onun karşısına geçmişler, yahut onunla uyuşamamışlardır. Hepsini ve her şeyi idare etti. İradesinin insana şaşkınlık verecek bir eğilip bükülme kabiliyeti vardı. Onda politikacı kahramanı korur, kahraman politikacıyı kurtarırdı.

Öyle şartlar içinde Mustafa Kemal'in yaptığını yapabilecek, cesarette demiyorum, belki ondan gözü pekler vardı, azminde demiyorum, belki onun kadar azimli olanları vardı, bilgide demiyorum, şüphesiz ondan daha bilgili olanları vardı, fakat kırk yıllık ömrümde onun liderlik dehasında hiç kimseyi tanımadım.

Mustafa Kemal anasından tam gününde ve saatinde doğmuştu.

***

16 Marttan sonra vatansever ve milliyetçilerden çoğu Mustafa Kemal'e bağlanmıştır. Bazıları sadece umutsuz düşmüşlerdir. Meselâ Fransız generali İstanbul'a girdiği zaman ''Kara Gün'' fıkrasını yazdığı için kurşuna dizilmekten güç kurtulan Süleyman Nazif Malta'da ordu komutanı Yakup Şevki Paşa'ya, yukarıda anlattığım üzere:

- Sınırları nehirler çizer. En doğrusu da budur. Paşam ben Diyarbakırlıyım, siz Harputlusunuz. Bu iki şehirde Fırat ve Dicle nehirleri içindeki bölgededir. Siz de ben de Iraklı olarak Bağdat hükûmetine katılmalıyız. Osmanlı İmparatorluğundan umut yoktur. Başımızın çaresine bakalım, der.

Aynı Süleyman Nazif ilk defa İstanbul'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin, Cevad Dursunoğlu'nun deyimi ile, ''ruh-i muharriki'' idi. Bu dava için çıkacak gazetenin sorumluluğunu o üstüne almıştı.

Bazıları bütün nitelikleri ile ''hain''dirler. Düşmandan para ve nimet dilencisidirler. Adları anılmaya değmez.

Bir kısmı İngilizlere sığınmaktan başka çare olmadığı ve Anadolu dayatışı İngiliz yardımından bizi yoksun edeceği için ''hainlik'' denebilecek davranışlarda bulunmuşlardır. Başta Vahidüddin vardır. Ona göre İngilizlerce Mustafa Kemal ve yanındakiler ''heyet-i kaatile''dendirler. Yani Hristiyan öldürücüleri! Onlar ''tenkil'' olunmadıkça Türkiye İngiltere'den yardım bekleyemez. Meselâ Yunan taarruzu olduğu vakit dördüncü Damat Ferit kabinesinin Adliye Nazırı gazetecilere şu demeci verir:

- Hükûmetimiz Yunan ordusu tarafından yapılan harekâtı protesto etmeyecek midir?

- Hükûmetimiz Mustafa Kemal'i resmen mahkûm etmiş ve hilâfetle vatana hain olduğunu ilân eylemiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere lâyık oldukları cezayı vermekti. O hâlde kendi programımıza dahil bulunan bir hareketi neye protesto etmeli?

- Bu harekât mühim güçlüklerle karşılanacak mıdır?

- Hayır, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan mürekkep, teşkilâtsız, inzibatsız bir ordudur.

- Fikrinizce harekât uzun sürecek mi?

- Asker değilim. Fakat intibaım şu merkezdedir ki General Paros-Kevupulos'un ordusu şimdi sürat ve şiddetle harekâta devam ederek birkaç hafta içinde Ankara surları önünde bulunacaktır.

Ama bütün İstanbul bu değildir. Canlarını ortaya atan asker ve sivil milliyetçiler M.M. Grubu ve ''Karakol Cemiyeti'' gibi komiteler kurup Anadolu'ya gerek adam, gerek silâh kaçırmak işine koyulmuşlardır. Bir defa Gülhane Parkı'nda Türk kadınlarına saldıran üç Fransız eri öldürüp kaçanlar Karakol'un fedayileri idi. İngiliz yüzbaşısı Armstoriz yazdığı kitapta der ki: ''İstanbul silâh ve mühimmat depolarından kaçakçılık yapıldığını öğrenmiştik. Nöbetçileri tuttuk. Küçük subayları hapsettik. Önliyemedik. Ben Haliç'teki büyük silâh deposunda bir yana saklanarak durumu incelemiye karar verdim. Geceleyin Türkler gene geldiler. Barut mahzenlerinde rahat rahat sigara içiyorlar, birkaç tahta kırarak ateş yakıyor ve yemek pişiriyorlar. Patlayıcı maddeleri hiç çekinmeyerek taşıyorlardı. Kaçakçılık devam etti."

***

Matbaaya çok defa arkadaşlardan daha önce gelirdim. O sabah Saraçhanebaşı'ndaki evimden Bab-ı âli'ye kadar caddeler ve yollar sessizlik içinde idi. Kimse ile konuşmadığımdan ne olup bittiğini bilmiyordum. Yalnız caddeden bir zenci birliğinin geçişine mana verememiştim. ''Akşam''ın kapısından girince avlunun sağındaki odaya uğradım. Burası Kâzım Şinasi'nin bürosu idi. Bir iki arkadaş:

- Haberiniz yok mu? diye sordu.

- Neden?

- İngilizler İstanbul'u işgal ettiler.

Birkaç günden beri ajanslar İtilâf devletleri arasında İstanbul meselesi konuşulduğunu haber vermekte idiler. Türkleri İstanbul'da bırakıp bırakmamak, ikide bir tehdit olarak ortaya atıldığı için pek de umursamamıştık.

Hemen bir iskemleye yığılıvermiştim. Haber benim üstümde, İstanbul'u bizden aldılar, manasına geldi. Bir müddet sonra, Şehzade Karakolu faciasına, İngilizlerin bazı devlet dairelerine yerleştiklerine dair havadisler arasında kendimizi toparlamaya vakit bulmadan, bir İngiliz subayı ile İngiliz üniformalı bir Ermeni tercüman odaya girdi. Subay:

- Siz kimsiniz? diye sordu.

Tutuklanacağımı sanıyordum. İlk önce kimliğimi gizlemek hatırımdan geçti, bir faydası olmadığını düşünerek gazetenin yazı işlerine bakan sorumlu olduğumu ve adımı söyledim. Hemen cebinden bir kâğıt çıkararak:

- Şimdi bunu dizdireceksiniz, gazeteye basacaksınız, o zamana kadar burada kalacağız, dedi.

Uzattığı kâğıt İstanbul'un işgali bildirisi idi:

- Hiçbir yerini değiştirmiyeceksiniz, diyordu.

Bildiri öyle yazılmıştı ki bu işgalin sebebi Türklerin suçları olduğunu sayıp dökenler, bizim hükûmet midir, işgal makamları mıydı, belli değildi. Bildirideki ''muharebe'' sözünün tam Ermeni şivesiyle ''mahrebe'' yazıldığı dikkatime çarptı. Mürettiphaneye götürdüğüm vakit, baş diziciye usulca:

- Sakın bu kelimeyi düzeltmeyiniz, dedim.

Tek başarımız, bu kelimeyi olduğu gibi basarak işgal bildirisinin yabancı kaleminden çıkma ve Ermeni şivesiyle Türkçeye çevrilme olduğunu ''Akşam'' okurlarına anlatmaktı.

Mürettiphane ve matbaa, gazete çıkıncaya kadar, İngiliz işgali altında kalacaktı. Arkadaşlarla:

- Ne yapabiliriz? diye düşündük. Bab-ı âli bitişiğimizde idi. Birimiz oraya gitti. Toplantı hâlinde bulunan Nazırlar Meclisine haber yollıyarak gazetede geçenleri anlattı. Bildiriyi yayınlatmamak onların elinde değildi. Düşünmüşler, taşınmışlar, hükûmet adına da kısa bir resmî tebliğde bulunmaya karar vermişler. Tebliğ geldi, hiç olmazsa halk efkârını herhangi bir şüpheye düşmekten koruyucu bir belge idi.

İngiliz subayı kendi getirdiği yazının başa konacağını söyledi. Hükûmet tebliğinin de onun sol tarafındaki sütunlara konması için güçlükle izin aldık. İlk önce altta bir köşeye sıkıştırılmasını istiyordu.

Gazete öyle çıktı. Geç vakte kadar gelip gidenlerden işgalin bin türlü acı vak'alarını öğreniyorduk. Yazı odaları üst katta, denize karşı idi. Limandaki zırhlılarda bir ateşe tutma hazırlığı görüyorduk. İçlerinden birini Galata rıhtımına yanaştırmışlardı.

Merkez-i umumîden tanıdığım Cafer de işte o gün bizden haber almaya geldi, pek vatansever bir Rumeli delikanlısı idi. Bitkin bir hâlde idi. Sigara paketimi uzatırım:

- Off... der.

İkram ettiğim kahveyi getirirler:

- Off... der.

Bir müddet sonra gözleri yaşararak bana limana gelen İngiliz gemilerini gösterdi. Hepsinin topları havaya dikilmişti. Zafer, Osmanlı İmparatorluğunu yere serenlerin zaferi padişahın oturduğu Dolmabahçe Sarayı'nın biraz açığına demirlemişti. O pençe, derin ve onulmaz acı pençesi bütün tırnaklarını boğazımıza geçirmişti. Kımıldamıyorduk. Bir aralık Cafer'in gözleri kurudu. İki yumruğunu pencereden zafer filosuna doğru sıkarak:

- Biz size gösteririz, dedi.

Kuvay-ı Milliye işte bu sıkılmış yumruktan ibaretti.

Arkadaşlarımızdan yaşlı bir efendinin, sabah kılığı ile penceresinde otururken, bir düşman birliğinin geçtiğini görünce yüreğine inip öldüğünü haber aldım. İstanbul'un binlerce yüreği böyle bir inmenin hasretlisiydi.

Daha sonra eğer uslanırsak ve serkeşlikten vazgeçersek, İstanbul'un gene Türkiye başkenti olacağına dair bazı telgraflar geldi. Türklerin büsbütün İstanbul'dan atılmasını teklif eden birine Lloyd George şu cevabı veriyordu:

- Türkleri kolayca Hristiyan öldüremiyecekleri bir yerden çıkarıp öldürüşler yapabilecekleri yerlere mi gönderelim? Türk hükûmeti İngiliz toplarının tehdidi altında kalmalıdır.

Dolmabahçe'de oturan Zillûllah-ı Fil'âlem, daha şimdiden bu topların gölgesinde idi.

Eski politikacılardan tutulanlar İngiliz sürgünlerine götürülmekte, tutulmıyanlar Anadolu'ya kaçmakta idiler.

Gazeteler müttefikler arası sansürün elinde büsbütün söndü. Ağlamaya bile izin alamıyorduk. Dosyalarımda o günlerden kalan bir yazımın başlangıcı şu: ''Bu sene bile bahar geliyor. Bu sene bile bahçelerimizdeki ağaçlar kar beyaz çiçekler döktü. Kanunî Süleyman eyyamında da bahar böyle gelmez miydi? Fatih ordusu Bizans'ı kuşattığı zaman, sur diplerinde ve Topkapı kırlarında açan çiçekler de böyle değil miydi?''

Nisan haftasında padişah yeniden Damat Ferit'i hükûmet başına geçirdi. 11 Nisanda meşhur ''Fetâvay-i Şerife'' çıktı. Bu fetvalara göre Mustafa Kemal'in emri altında vuruşanlar ve ölenler şehit olmıyacaklardı, Kuvay-ı Milliye'ye karşı cihat ilân edilmekte idi.

Padişahın çetecisi Anzavur'un haydutları ''Kuvay-ı Muhammediye'' adı almışlardı. Bütün halk, Anadolu'da ve her yerde, din adına Mustafa Kemal'e isyan etmeye ve padişah itaatine girmeye davet olunmakta idi. Bu fetvaların gerçekte sadece Vahdettin'in ''hal'i" (1) fetvaları değil, padişahlığın ve halifeliğin tarihine nihayet veren fetvalar olduğu o zaman hatıra gelir miydi?

İtilâf devletleri Mayıs ayında Sevres Antlaşmasını tebliğ ettiler. Bu antlaşmanın imzalanıp imzalanmaması için toplanan Saltanat Şûrasında yalnız bir kişi ''müstenkif'' kalabildi: O da Topçu Feriki Rıza Paşa idi.

Yunan ordusu büyük taarruzunu yaparak Bursa'ya kadar geldi. Birçoklarında gene Anadolu dayatışının sönmekte olduğu hissi vardı.

Armstrong, İstanbul hatıralarını yazdığı kitabında telgrafın icat edilmiş olduğuna esef eder. Çünkü İstanbul'da bulunan İngilizler, Anadolu dayatışının kolayca yenilebilecek çete kuvvetlerinden ibaret olduğu zamanlar, hemen ellerinde bulunan kıt'aları gönderip hareketi durdurmaya karar vermişler. Armstrong'a göre, eğer telgraf icat edilmeyip de eski devirlerde olduğu gibi, mahallî İngiliz görevlileri içlerinde bulundukları şartlara göre karar vermek ve kararları uygulamak yetkisinde olsalardı, Anadolu işini halletmek o kadar güç olmıyacaktı.

Fakat İngiltere'de ruh hâli o kadar değişmiş ve herkes silâhlı maceralardan o kadar nefret etmişti ki fikirlerini bir türlü Londra'ya kabul ettirememişler. Neden sonra Anadolu'ya karşı bir hareket yapılması yeniden düşünülmüşse de o kadar büyük bir kuvvete ihtiyaç varmış ki teşebbüs edememişler. Anadolu dayatış hareketinin tutunmasında ve kuvvetlenmesinde Mustafa Kemal ve teşkilâtını önemsiz göstermeye ve müttefiklere, padişah taraftarlarının nihayet hepsini ortadan kaldıracağı inanışı vermeye çalışan Hürriyet - ve - İtilâfçıların da yardımı olmuştur. Bunlar, eğer Mustafa Kemal ve teşkilâtının nüfuzlu ve köklü olduğuna hükmederlerse İngilizlerin kendilerinden yüz çevirip onlarla işbirliği edeceklerinden korkmuşlardır.

***

Yıllarca sonra çıkan kitabında Armstrong bakınız, o günler üzerine neler yazar: ''...Padişahın lehinde bulunmak, bize göre en sağlam siyasetti. Meşru hükûmeti temsil ettikten başka müttefiklerin emirlerini yapmaya hazırdı... Damat Ferit bambaşka bir tipti. İnatçı, cüretkâr ve akılsız bir adamdı. Kürt kanı ile karışık bir Arnavut olan Damat Ferit'in ruhu kan güdenlerin bütün düşmanlılığını taşımakta idi. Bu bir kabile adamı idi. Malta sürgünlerinin bir kısmı Damat Ferit'in ricasiyle tevkif olunmuşlardır. Damat Ferit Kürtleri de ayaklandırmak için teşebbüs etti... Sevres Muahedesinden sonra Türkler, memleketlerini kurtarmak için birleşmişlerdi. Padişahın avenesi bunların dışında idi. Her kıymetli Türk, milliyetperverdi.''

Sarayın ve Bab-ı âli'nin yüzüne gülen düşmanın içi de işte bu idi.



Bir Hikâye



Sadece mütarekedeki İstanbul havasını size teneffüs ettirebilmek için başımdan geçen bir vak'ayı hikâye edeceğim:

Ramazan ayı idi. Büyükada'da oturuyordum. Bir sabah vapurdan köprüye çıktığım vakit, Anadolu ile gizli temaslarda bulunan ve bu görevle Harbiye Nezaretinde kalan dördüncü ordu karargâhından tanıştığımız bir yüzbaşı bana doğru geldi:

- İngilizler senin de ismini hükûmete verdiler. Tevkif edileceksin. Anadolu'ya kaçmanı düşündük, dedi.

- Nasıl gidebilirim?

Bir ticaret yazıhanesinde bu işlerle uğraşan Tolçalı Süleyman Bey'in adresini vererek:

- Süleyman Bey'i gör, o sana söyler, dedi.

Tolçalı Süleyman eski bir İttihatçı idi. Kendisini ben de tanırdım. Gidip gördüm. Cumartesi günü Üsküdar'da bir adrese gidecek, teşkilât adamlariyle buluşacaktım. Tolçalı Süleyman kendilerine hemen haber verecekti. Onlar beni de bir kafileye katarak kaçıracaklardı.

Nikâhlanmak üzere olduğumdan, kendi kendime, daha öteki cumartesiye kalmanın bir sakıncası olmayacağına karar verdim. Önümüzdeki cumartesinin son fırsat olduğunu nereden keşfedebilirdim? Meğer o hafta İngilizler teşkilâtın bulunduğu yeri haber almışlar, basmışlar ve yol kapanmış.

Fakat ben de iyi ki tutulmuş ve hapsedilmiştim. Neden sonra teşkilâtta bulunan arkadaşlardan biri demişti ki:

- İhtilâl zamanıdır bu... Herkes herkesten şüphe eder. Biz de haber verdikleri hâlde senin gelmediğini, İngilizler tam o gün baskın yapıp yolu kapayınca, doğrusu, kendini kurtarmak için bizi ele verdin, diye vehimlenmiştik. Yakalandığını duyunca ferahladık.

Geceyi Büyükada'da geçiren Yakup Kadri ile beraber sabah vapuruna yetişmek üzere iskeleye iniyorduk. Karakolun önünde iki kişinin ceketlerini telâşla arkalarına geçirerek peşimize düşmelerinden biraz huylandım. Bunlar beni takip etmek üzere bir akşam önce adaya gönderilmişler. Köprüye çıktık, yürüye yürüye Bab-ı âli yokuşunu tırmandık, Yakup kapı komşumuz ''İkdam'' gazetesine girdi, ben de ''Akşam''ın üst katındaki odama çıktım.

Aradan pek az geçti, hademe polis müdürlüğünden bir sivil memurun beni aradığını haber verdi. Odama almasını söyledim. Geldi:

- Sizi polis müdürlüğünden istiyorlar, dedi.

O vakit polis müdürü ''Arnavut'' diye lâkaplanan meşhur Tahsin'di. Yanına bile çıkarmadılar. ''Merkez Kumandanlığına gideceksiniz'' dediler. İkileşen sivil polisle beraber bir atlı arabaya bindik. Beyazıt'ta, Harbiye Nezareti giriş köşklerinin sağındaki Merkez Kumandanına gittim.

Sofada ilk karşıladığım subay, o vakitler Merkez Komutanı Emin Paşa'nın muavinliğini yapan Müfit Özdeş (Sonradan Kırşehir mebusu) idi. Müfit Bey'i biz Türkçü bilirdik. Yanıma sokularak:

- Sorma Falih, dedi, seni tutacaklarını dün geç vakit öğrendim. Fakat bir yolunu bulup haber yollıyamadım.

Büyükçe bir odada bir köşeye iliştim. Galiba bekleme salonu idi. Bir aralık Kiraz Hamdi Paşa içeri girdi, oturdu, ağız yoklama kabilinden benimle konuştu. Biraz geçince tutulmuş olduğumu öğrendim. İttihatçıların emekliye ayırdığı, İtilâfçıların yeniden hizmete aldığı yaşlıca bir subay:

- Buyurun gideceğiz, dedi.

- Nereye?

- Önce İstanbul'daki evinize...

Ellerime kelepçe takmak istediler. Kelepçelenecek kadar ağır bir suçum olabilir miydi? Ben nihayet ''Akşam'' gazetesinde yazdıklarım hoşa gitmediği için yakalanmamış mıydım? İlk defa isyan ettim. Bir hayli tartışma üzerine, bileklerime kelepçe takmaktan vazgeçtiler. Yine bir atlı arabaya binmiştik. Harbiye Nezareti dış kapısından çıkınca yanımdaki subay:

- Benim oğlumun arkadaşısınız... dedi, sizinle mahsus ben gelmek istedim. Evinizde evrak aranacaktır. Ben sizi bir müddet yalnız bırakacağım. Odanızda şüpheli bir şeyler varsa, saklayınız, dedi.

Sonra: ''İttihatçılar beni ekmeğimden, mesleğimden ettiler, tramvay kondüktörlüğü yaptım,'' diye şikâyet etti.

Evde acele ile arandım. Cemal Paşa'nın mektubu elime geçti. Rahmetli komutan bu veda mektubunda bile kendisini görev başında sanıp ''verdiğim talimatlar dairesinde hareket ederek'' gibi, hele intikamcı bir Divan-ı Harp heyetinin önünde izah edilemiyecek sözler kullanmıştı. Mektubu ortadan kaldırdım. Subay geldi. Sözde şüphelendiği bir iki önemli kâğıt aldı, çıkıp Merkez Komutanlığına döndük. Akşama doğru beni Sultanahmet'te, meydan üstündeki eski hapishanenin tevkifhane kısmına götürüp bir koğuşa bıraktılar.

Koğuş tıka basa doluydu. Hava boğucu, yataklar tahtakurusu içinde, ilk geceyi daracık bir masa üstünde kâğıt falı açan dertlilerle geçirdim. Ben sanıyordum ki, hemen çağıracaklar, birkaç sual soracaklar, böylece bana bir gözdağı vermiş olacaklardı. Yakup Kadri'nin tutulup biraz sonra serbest kalmasından umutlanmıştım. Şimdi artık o devrin tarihe mal olmuş belgelerinden (1) çok sonraları öğrendiğime göre ''şarkın huzur ve sükûnunu ihlâl etmek suçu ile behemehal idam edilmek üzere'' yakalandığımı hatırıma bile getirebilir miydim? İngiliz casusu Arnavut Tahsin tarafından Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa'ya, onun tarafından da Divan-ı Harp Reisi Kürt Mustafa Paşa'ya havale olunan elli küsur kişilik liste içinde imişim. Bir haylımızı seçmişler, yakalamışlar, Sadrazam İzzet Paşa gibi bir iki kişiyi de bırakmışlar.

Ara sıra büyük dış kapıda parmaklık arkasından beni ziyarete gelenlerle görüşüyordum. Onların da bir şey bildiği yoktu. Doğrusu ziyaretçilerim de üç beş kişi idi. Hele siyasî hapse giren bir adamın birdenbire ne kadar yalnız kalacağını ilk defa öğreniyordum.

Yine çok sonra öğrendiğime göre Kuvay-ı Milliye tarafını tutanları tethiş etmek için Kürt Mustafa ve arkadaşları bir hükûmet adamı ile bir gazeteciyi aradan çıkarmaya karar vermişler. Hükûmet adamı, eski vali ve Dahiliye Nazırı rahmetli Hâzım Bey, gazeteci de ben! Håzım Bey'in hıyaneti, 16 Mart günü Galata rıhtımına yanaşan zırhlıyı göstererek, vapur kamarasında bulunanlara:

- Sanki bu toplar İstanbul'a ne yapar? demekmiş. Tabiî buna bir sürü rivayetler de eklemiş olacaklar.

İlk defa öğle üstü ikimizi aldılar, Harbiye Nezaretine götürdüler. Niçin bu kadar çok süngülü ile götürüldüğümüzü bir türlü anlamıyordum. En tehlikeli eşkıyalar gibi muhafaza altında idik.

Sorguya çekilmek için doğrudan doğruya mahkeme karşısına çıktım. Mustafa Paşa, Akşam gazetesinde beni görmeye geldiği pırıl pırıl üniforması ile karşımda idi. Bana soracaklarını şöyle tertip etmiş: Anadolu'da halkın canına malına kıyan çeteler vardır. Ben Kuvay-ı Milliyecilik etmekle, bu çeteleri halkın canına malına kıymaya teşvik ediyormuşum. İşlenen cinayetlerini nasıl bilmezmişim?

Anadolu'da vatan müdafaasına uğraşanlardan başka hiç kimsenin taraflısı, kanunsuzlukları, cinayet ve zulümleri teşvik edecek bir adam olmadığını söyledim ve hep bu tema üzerinde durdum.

Bir aralık Suriye'den ne kadar servetle döndüğümü sordular. Ali Kemal, bir aralık, beni de Suriye'den çıkın çıkın altınlarla dönenler arasında saymıştı. İftirası o kadar gülünçtü ki cevap bile vermemiştim. Bu iftiranın zararını, sadece, iane istemek için benimle akrabalık, dostluk, mektep arkadaşlığı icat eden bir sürü kimse ile savuşturduğumu sanıyordum. Bir gazetecinin iftirası, şimdi, Divan-ı Harp'in yazılı suallerinden biri olarak karşıma çıkıyordu.

Sorgu sualden sonra sofada Hâzım Bey'le buluştuk. Bir arabaya binerek dönmek üzere izin almamız teklifinde bulundum:

- Hayır, yaya gidelim, millet mazlumlarını görmelidir, dedi.

İftar vakti idi. Beyazıt ve Divanyolu'ndan Ramazan kalabalığı taşıyor. Yalnız biz sıkışmıyoruz. Süngüler arasında iki kişi gören herkes başını çevirerek bir yana kaçıyor. İçimden, kendini göstermek için dimdik yürüyen ve yüzüne bir martir hâli veren Hâzım Bey'e gülüyorum. O zamanlar Hasan Âli'yi de tanımazdım. Sonradan anlattığına göre, o da pek, ama pek yakın bir dostumla Yahya Kemal'le o kalabalığın içinde imiş. Kemal bizi uzaktan görünce:

- Aman şu sokağa sapalım, der.

Hasan Âli:

- Niçin, sebebi? diye sorar.

- Falih Rıfkı'yı getiriyorlar. Göz göze gelmiyelim. Selâm vermeye mecbur oluruz, cevabını verir.

Size 88 gün süren hapsin hikâyesini anlatacak değilim. Öldürülmek istendiğimi bilmediğim için bu basit bir sıkıntıdan ibaretti. Hürriyetsiz ve güneşsiz kalmak, yatağımın altındaki tahtayı ikide bir gazla yakarak tahtakurusu temizlemek, ölüm mahkûmlarının son ıstıraplarını görüp içlenmek gibi şeyler...

Yalnız size, devrin zulmünü ve ruh hâlini gösterecek, başkalarına ait, bazı vak'aları fıkralar hâlinde toplamak istiyorum.

Koğuşumuz karmakarışıktı. Ben üstüme âdeta baygınlık hâli gelmeden uyuyamıyordum. Bir akşam kulaktan kulağa bir fısıltı dolaştı:

- Suikastçılardan altısı yarın sabah idam edileceklermiş, dediler.

Bunlar on iki kişi idiler. Altısı polis müdürlüğünde, altısı bizim tevkifhanede idi. İçlerinden biri, Enver Paşa'nın eski yaveri, Müslüman ve efendi bir asker, yanı başımda yatardı.

Sonra ikinci fısıltı geldi:

- Terziler aşağıda idam gömleği biçiyorlarmış.

Demek bizimle birlikte olanlar idam edileceklerdi. Onlar bunu bizim bakışlarımızdan öğrendiler. Yüzleri soldu. İsli lâmba ışığı altında ölülerin balmumu rengini bağladılar. Ellerine dokunsam belki soğumuşlardı bile... İdam mahkûmları ile, bu akşam henüz yaşayan ve gün doğmadan ölecek olanlarla beraber ilk defa gece geçiyordum. Hiçbir hastalıkları ve hiçbir suçları olmıyan, bırakılsalar yirmi otuz yıl daha ömür sürecek bu altı kişi, karılarının saçlarını bir daha koklamadan, analarının buruşuk ellerini ve çocuklarının taze yanaklarını bir daha öpmeden, boyunlarına ip takılıp bir sehpanın ayakları arasında sallanacaklardı.

Ne kendi aramızda, ne onlarla konuşabiliyorduk. Onlar da bize artık içinden çıkıp gittikleri bir âlemde kalmış yabancılar gibi bakıyorlardı. Yanımdaki subayın, yarı soyunup, kollariyle durmadan idman hareketleri yapmasına şaşıyordum. Acaba oynatmış mıydı?

Ölüm geceleri, bir dar ve tıka basa koğuşun içinde, bir bunaltıcı havada bile ne kadar soğuk ve saatleri ne kadar uzundur. Fecirden önce bir yangın, bir yer sarsımı, minareleri uçuran, kubbeleri deviren bir ilahî afet bekliyorduk. Böylece, gönlümüz düğümlene düğümlene ortalık ağardı, can kulağımızı vererek, her an duyar gibi olduğumuz ayak sesleri, ölüm habercilerinin sesleri gelmedi, yavaş yavaş umutlandık. Nihayet günün bütün aydınlığı söktü.

Meğer polis müdürlüğündeki altı kişiyi asmışlar. Oradakileri tanımadığımız için bizdekilerin kurtuluşuna sevinç hissi, bir olan, farksız olan facianın acısına bir uyuşukluk verdi.

Enver Paşa'nın yaverine nihayet sordum:

- Doğrusu ya, dün gece yatağında idman yaparken acaba oynattı mı diye şüphelenmiştim.

- Yook, dedi, neden oynatayım? Ama şehit olmak için kan akmalı. Kendimi, beni götürecek olanlarla boğuşmaya hazırlıyordum. Nasıl olsa vücuduma bir iki süngü saplıyacaklardı. Sehpaya kanlı kanlı gidecektim, dedi.

Umumî hapishanenin koğuşlarına sığmıyorduk. Henüz biten Sultanahmet tevkifhanesine taşınmamız için emir geldi.

''Akşam''daki arkadaşlar Merkez Komutanı Emin Bey'e rüşvet vermeye başladıklarından, (büyük bir şey değil, Merkez Komutanlığında evden gelenlerle konuşmak üzere her çıkışım için 15 lira), beni ''ekâbir koğuşu'' denen odaya aldılar. Bu odaya topçu Hasan Rıza Paşa, Şevket Turgut Paşa, Pertev Paşa, Hazım Bey ve daha bir hayli büyük ve orta rütbeli Osmanlı şahsiyetleri vardı. Sözde 31 Mart Vak'ası üzerine Hareket Ordusu İstanbul'a geldiği vakit Yıldız Sarayı yağma edilmiş. Bu paşalar o yağmadan sorumlu imişler. Tehcir sanığı Mutasarrıf Nusret de bu koğuşta idi. Karyolaların hepsi tek, biri çiftti. Ben bu çift karyolanın üstünde, eski Musul Mebusu İbrahim Fevzi de altında yatıyorduk.

Karşımızdaki koğuş, hırsız ve yankesici gibi adî suçlularla, onun yanındaki büyük koğuş da Kuvay-ı Milliyeci subaylar, küçük İttihatçılar, Anadolu'dan getirilme tehcir sanıklariyle doluydu.

Bu paşalar hatıralarla dolu olmalı idiler. Bir genç gazeteci için, hemen hemen yarım asrın tarihi ile baş başa günler, geceler geçirmek ele geçer fırsat mı idi? Fakat çoğu iştahsız ve düşünceli idiler. Ah bilseniz kapalı havada insanlar ne çabuk biter. Lâf lâfı bir türlü açmaz.

Bir kısmı da fakir adamlardı. Hareket Ordusundan beri ismini duyduğumuz, Osmanlı Devletinde Harbiye Nazırlığı eden Şevket Turgut Paşa'nın yemeği, küçük bir ispirto üzerinde titrek elleri ile pişirdiği iki üç yumurta idi. Birçoklarımız dışardan, bazılarımız evlerden oldukça iyi yemekler getiriyorduk.

Tevkifhane Müdürü Yasin Efendi, Sultan Hamid'in alaylı subaylarından biri idi. Uzun, sırım gibi, yağız bir Habeşî. Eski yerimizde iken bu Yasin Efendinin çadırına uğrayıp hediye vermeden bizimle görüşmek imkânı yoktu. Meşhur bir yankesiciyi Ramazan akşamları Divanyolu'na salıverdiğini ve onun tramvaylarda vurduğu para ve eşyayı beraber paylaştıklarını da biliyorduk. Bu yankesici onun av atmacası gibi bir şeydi.

Yasin Efendiyi 31 Marttan sonra tüfekçiler, harem ağaları ve öteki saray adamları ile beraber tutup Harbiye Nezaretinin en alt katında bir avluya tıkmışlar. O vakit 31 Mart asilerini asan Divan-ı Harp'in reisi, şimdi koğuşumuzda bulunan Topçu Rıza Paşa idi. Bir gün Rıza Paşa, yargılanacak daha kimler olduğunu görmek üzere Harbiye Nezaretinin altındaki bodrumu teftiş etmeye gider. Yasin Efendi ve bir sürü arkadaşı korkudan titreye titreye, bu kelli felli, iri yarı, sert paşanın ağzından çıkacak kelimeyi bekledikleri sırada, Rıza Paşa, çizmesinin ucu ile birkaçını dürterek:

- Bu kadar arabı çorabı ben ne yapacağım? Tutup tutup asmalı... der. Daha doğrusu diyeceği tutar.

Bu sözün, harem ağaları ve tüfekçiler gibi Yasin Efendiyi de ne hâle soktuğunu tasarlıyabilirsiniz. Mütareke olunca rütbesi geri verilen Yasin Efendi, Kürt Mustafa Paşa'nın tanıdığı olduğundan, tevkifhane müdürlüğüne gelir. Topçu Hasan Rıza Paşa artık eski azametinden hiç eser kalmıyan, yaşlı, çökük, umutsuz bir insan artığı idi. Yasin Efendi ara sıra koğuş kapısına bir sehpa gibi dikilip, Habeşle Arap arası bir şive ile:

- Sen... Rıza Paşa... Sen... Asın şunları, asın şunları! Şimdi ben seni asacağım. Mustafa Paşa'ya yalvardım, emir verdi, seni ben asayım diye... Bakkaldan ipini aldım, yağladım, der, zavallı Osmanlı paşası boyun büker, dururdu.

***

Bir gün beni Yasin Efendi'nin yanına çağırdılar. Müdür:

- Adliye Müsteşarı Sait Molla Beyefendi seni görecek, dedi. Deniz üstündeki odada, mütareke devrinin meşhur mollası ile karşılaştım:

- İyi bir muharrirsiniz. Ben size hürmet ederim. Arkadaşlarınız da gelip bana müracaat ettiler. Mustafa Paşa nasıl zalimdir, bilmezsiniz. Elinden sizi kurtarmak isterim. Fakat paradan başka dinleri imanları yoktur. Siz de bana yardım etmelisiniz. Bu herifleri biraz doyurmalısınız, dedi.

Sait Molla da benim Suriye'den getirdiğim altın çıkılarını sakladığımı sananlardan ve ellerinde iken mümkün olduğu kadar ''sızdırmaya'' karar verenlerden olmalı idi. Gerçekten parasız bir gazeteci olduğumu söyledim:

- Fakat bir defa arkadaşlarla konuşayım, belki biraz para bulmak ihtimalleri olabilir, dedim.

''Soyulmak'' ve ''sızdırılmak'' umudu ile artık Divan-ı Harp'e çağrılmıyordum. Necmettin Sadak ve Kâzım Şinasi de ellerinden geleni yapmakta idiler. Bir aralık Refik Halid (Karay) vasıtası ile Mustafa Paşa'yı yumuşatmak tecrübesinde bulunmuşlar. Refik Halid hatıralarında bu vak'ayı teferruatı ile hikâye etmiştir. Gider, Mustafa Paşa'yı görür. Benim bırakılmaklığımı rica eder. Mustafa Paşa, hiç cevap vermeden, hademeyi çağırır. Mahkeme üyelerini yanına davet etmesini emreder. Onlara:

- Mahkememize verilen vesikalara göre Falih Rıfkı'nın cezası vicdanınızca nedir? diye sorar.

Hepsi: ''İdamdır!'' derler. Refik Halid donakalır.

Demek bir para bulmak, bulunabilecek para ile de bunları kandırmak lâzımdı.

Anadolu korkusu ile İstanbul'a yeni bir gevşeklik gelip beni bırakıncaya ka