28 Eylül 2009 Pazartesi

sabahattin ali - bütün öyküleri 2

SABAHATTİN ALİ
Bütün Öyküleri İİ
YENİ DÜNYA
SIRÇA KÖŞK
ESİRLER (Oyun)
IÇINDEKILER
YENI DÜNYA
Asfalt Yol
Hanende Melek
Çaydanlık
Ayran
İsıtmak Için
Uyku
Selam
Bir Mesleğin Başlangıcı
Bir Konferans

Yeni Dünya
Iki Kadın
Sulfata
Hasanboğuldu
SIRÇA KÖŞK
Portakal
Beyaz Bir Gemi
Katil Osman
Böbrek
Cıgara
Millet Yutmuyor
Bahtiyar Köpek
Çilli
Dekolman
Hakkımızı Yedirmeyiz!
Cankurtaran
Çirkince
Kurtla Kuzu
Masallar
Bir Aşk Masalı
Devlerin Ölümü
Koyun Masalı
Sırça Köşk
ESİRLER

YENİ DÜNYA
Asfalt Yol
Bir köy öğretmeninin notlarından

İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki
saat kadar sarstıktan sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun
başında bıraktı. İki adım bile atacak halim yoktu. Çantamı yanıma
koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne
oturdum. Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.

İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk
yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire
duraklamalar, bir çukura yuvarlanır gibi sarsıntılar, bana nerede
olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya dünyasına
atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye
çalışıyordum.

Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden
yarım saat kadar uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir
kenarda ince ince yükselen yine külrengi birkaç kavak, orada,
ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.

Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve
sallanarak doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye
başladım. Kendim köylü olduğum ve bizim köylülerimizi iyi
tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi yoktu.
İlk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.

Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün
bir kızıllık kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan
bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun
gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer
yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.

Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma
yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, saç üzerinde
yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar
canlandı.

Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını
kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu
öyle bir böğürüştü ki, uzun uzun düşündükten sonra söylenen
derin manalı bir söze benziyordu.

Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni
daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur
ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni
bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok
hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.

Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı.
Beni görünce yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına
gidip oturdum; kim olduğumu anlattım. İçlerinden biri muhtarmış.
Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan
beri okulun kapalı durduğunu söyledi:

-Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan
gelmezler. Beş on gün oturup dinlenirsin!- dedi.

...

Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı.
Köylüler kendi dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar.
Şimdilik hiçbir şeyden şikayetçi değilim. Yalnız bir yol meselesi
var ki, bunu kendime iş edindim ve aylardır uğraşıyorum.
İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer
bütün vilayetin en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu
bunun üzerinden geçirmeye mecbur. Başka yol yok ve buna
da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin garibi,
vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan
yol da bu!.. Herhalde daha mühim işler bunun yapılmasını
bu kadar geri bırakmış. Ben, hem bizim köyden, hem de başka
köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun yaptırılmasının ne
kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun istidaları
hükümet memurları pek okumazlar diye, her fikrimi
ayrı bir istidaya yazarak bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim.
Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun yapılmasında köylünün
nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm.

Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz
tuhaf muamele etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay
etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye merak ettim. Sonra laf
arasında:

-Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz
galiba, talebeniz pek mi az?- dedi.

-Az değil ama, o da vazifem değil mi?- diye cevap verdim.
Alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda,
kahvede arkadaşlardan duydum. Maarif müdürü bana
kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu'nu (Anayasa) okumuş,
anlatmıştım. Kadastro'da işi olan bir köylü bir istida vermiş,
bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince:
-Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!- diye
dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini
anlayınca maarif müdürüne şikayet etmişler.

Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok.
Bir alakaları olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim
öğretmen olduğum köyde oldukça zengin bir Rüstem Ağa var.
Şehirde arabacı dükkanı işletiyor, yaylıları, kağnıları tamir ediyor.
Bunun istida veren köylere gidip benim aleyhime sözler
söylediğini duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz
bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin arkasını bırakacak oluyorum.
(Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki (Eskiden Nafıa (Bayındırlık)
Vekaleti'nin kentteki yönetim birimi.) memurlar benimle
açıktan açığa alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan
dönen arabaların, kağnıların ve zavallı hayvanların halini
görünce içim acıyor. Kendi kendime: -Başladığın işi yarıda bırakma
iki gözüm, sana yakışmaz!- diyorum.

Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında
bizim istidaların girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler
bile benim bu gayretime şaşıyorlar. Onlarda da bu işin sonu
çıkacağına dair bir ümit yok.

Hala bir şey çıkmadı... Galiba bu yolu yapmayacaklar.
Köylü de bana yardım etmiyor. Pek ölü mahluklar... Belki de
pek akıllı mahluklar da, boşuna yere uğraşmak istemiyorlar.
İçimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler
yine neyse, fakat ne evet, ne hayır!... Sanki bu istidaları ses
vermez bir derin kuyuya atmışız...

Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara
bulanıp uzanan yolu seyrediyorum. Bazan tozdan bembeyaz
olmuş ve üstüne sepetlerle denkler sarılmış bir kamyon görünüyor,
bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir insan
gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak, ağır ağır ilerliyor.
Bu o kadar üzücü bir manzara ki, tekniğin en son ifadelerinden
biri olan bu makine ile dünyanın bu en iptidai yolunun
mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazan koşup
yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on
metrelik bir yeri bir -yol- haline koyarak kendi hisseme düşen
vazifeyi yapmış olmak istiyorum.

Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden
biri gelmiş. Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine
kendini hissettirmiş olacak ki, bir laf arasında valiye bundan
bahsetmiş, vali de hemen atılarak: -İlk düşündüğümüz şeylerden
biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri
hazırlanıyor. Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyörüz... Acaba
bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık şereflendirir misiniz?- demiş.

O büyük zat da:

-Gelirim tabii...- diye cevap vermiş.

Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım,
vali projelerden bahsediyor... Demek zannettiğim
kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız
bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.

Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya
verildi. Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin
yarısını asfalt şose havadisleri dolduruyor. Köyde de
itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana muamele edişleri
zaten barometre gibi.

Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu.
Üç dört misli fazla masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu
yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize göre bir yol, temiz
bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki
her şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar
büyük işlere aklım ermez. Bir yol olsun da, paramız varsa isterse
halı da döşetilsin...

Vali Ankara'ya gitmiş. Tetkikat yapan mühendisler yolun
yarım milyona çıkacağını söylemişler, halbuki vilayet bütçesi
350 bin lira... Bu parayı bulmak için bankalara müracaat edilmiş,
onlar da Maliye Vekaleti'nin kefaleti olmadan para vermemişler,
Maliye Vekaleti de Meclis'ten izin almadan kefil olamazmış,
hulasa karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna
koymak için gitmiş... Adamcağız bu yol meselesini kendine
iş edindi. Meclisi Umumi'den tahsisat almak için bir nutuk vermiş,
vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini
bu yol işine dört elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın
işareti olduğunu söylüyor ve onun yol yapıldıktan sonra daima
geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz
her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar.
Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan
hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını
da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun
için. Her ne ise, bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne
mutlu bana...

...

Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış,
bilmem kaç senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak
üzere hastane tahsisatından biraz kırpılmış ve önümüzdeki
sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya varacağını
hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz
telaş etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek
çok şeyler var. Mesela vali çok alakadar olduğu bu yol
meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan vazgeçebilir...

Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar
var. Silindirler gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü
köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu çalışma akşam geç
vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar.
Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş.
Şafakla beraber tekrar faaliyet başlıyor. Bizim köyden de
amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi borcunu ödeyecekler.
Bunlar geceleri köye dönüyorlar; ama pek bitkin bir
halde. Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için
bile on dakika zor izin veriyormuş.

Bizim köylü önceleri pek lakayttı, fakat taş döşenip asfalt
işi başlayınca hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda
kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara şeyin üzerinde yürünebileceğini,
hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul
edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken
yolun kenarındaki hendeğe çömelip sigaralarını tüttürerek
silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve tanıdıkları amelelerle
aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.

...

Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki
tepeye çıkıp bakınca, uzakta kara bir yılan gibi parlıyor.
İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes bir şey doğrusu.
Bütün Vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl
kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde
bir şey hopluyor. Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var...
Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar. Fakat herhalde dedikodudan
ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana
nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.

...

Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar
kurulmuştu, bütün memurlar resmi elbiselerini giyip gelmişler.
Hususi muhasebe müdürü bile, bej pardösüsünün üstüne
silindir şapkayı oturtmuş, -1.55- boyu ile ön tarafta yer almış.
Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif
müdürü ters ters bakıyor ama, ne derse desin, bir gün köyden
ayrılmakla kıyamet kopmaz ya... Bu yol bir parça benim
eserim demektir... Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına
gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım
geliyor. Yerime döndükten sonra aklıma geldi, köylülere, yakına
gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten evvel onların
demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı,
ben de sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.

Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi
işitemedim, yalnız kulağıma: -Cumhuriyet, bayındırlık... Rehberlerimiz...
Her şey halk için...- sözleri geldi. Birkaç kişi daha,
kısa sözler söylediler. Kordele kesildi, önde valininki olmak
üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar
beş on adım yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır
gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden, belki de bir şey söylerler
diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek
yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük
gözlerle ortaya, üzerinde taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak
parlayan asfalta bakıyorlardı.

Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.

...

Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete
bir rapor vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının, hatta
diğer arabaların da asfaltı şiddetle tahrip ettiğini bildirmişler.
Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını hiç
ağızlarına almamışlar, halbuki yalnız kağnıların değil, biraz
yüklüce kamyonların geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve
yer yer bozukluklar görülüyordu.

Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun,
o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün
içinde eski haline dönmesi tehlikesi karşısında hemen toplanmışlar
ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt yoldan
geçmelerini menetmeye karar vermişler.

Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi, fakat birkaç
köylü jandarmalar tarafından durdurulup kağnılarını yoldan
çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri dönmeye mecbur edilince,
herkes işin ciddi olduğunu anladı.

Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan
geçtiği için, şimdi istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar
ve tam altı saat ziyan edeceklerdi. Bir yere toplanıp bir
çare düşündüler, fakat ne jandarmalara karşı koymaya, ne de
kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkan yoktu.

Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha
berbat olan bir yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı...

Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman
gözlerle bakıyordu. Bir gün akşamüstü muhtar geldi:

-Oğlum- dedi, -biz senden şikayetçi değildik ama, bu yol
meselesi işi değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden
biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç keredir seni dövmeye, hatta
daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim... Başka köylerde
de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir.
İyisi mi, güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını
helal et!-

Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı
aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı
çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye
geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve
rüzgar bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken, keskin gübre
kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak, çıktım
yürüdüm.

:::::::::::::::::

Hanende Melek

Kahve ocağına giden kapının yanında, üst kısmı küçük bir
halı ve etekleri eski bir kilimle örtülü, kürsü kılıklı bir kerevet
vardı. Üç kişiden ibaret saz heyeti, yerli hasır iskemlelerin üzerine,
göze batan bir ciddilikle oturmuşlardı. İçlerinden biri inmek
isteyince, bir metreye yakın bir yerden atlamaya mecburdu.
Hanende Melek böyle zamanlarda küçük garson Hamdi'yi
çağırarak yardımını ister, bir eliyle onun omuzuna dayanıp ötekiyle
eteğini tutarak ince bacaklarını aşağı uzatırdı. Bu anlar o
civarda oturmuş hovarda müşteriler için mühim fırsatlardı.
Baygın, fakat istek dolu gözler derhal o tarafa çevrilir, tatlı bir
şey yenmiş gibi posbıyıklar alt dudakla yalanırdı.

Sigara dumanlarıyla nefes buğularından kahvenin pencereleri
o kadar sislenmişti ki, dışarda şarıl şarıl yağan yağmurun
ancak sesi işitiliyor, camlardan süzülen damlalar içerden görünmüyordu.

Ortada dolaşan iki garson, tıka basa dolu olan salonda kendilerine
güçlükle yol açabiliyorlardı. Çamurlu ayakkabıların tebahhurundan
(buharlaşmasından) hasıl olan ağır bir koku, yarısından çoğu sarhoş
olan müşterileri büsbütün sersemletiyor, zaman zaman sazı
bastıracak kadar yükselen bir gürültü, sık sık açılıp kapanan
kapıdan sokağa vuruyordu.

Yeni gelenler, iskemlelerin arkasına asılmış duran paltoları
düşürerek ve her geçtikleri yerde bir kaynaşma doğurarak
uzun müddet dolaştıktan sonra bir yer bulup oturuyorlar ve ıslak
kasketlerini çıkarıp başlarını kaşımaya başlıyorlardı.

Keman, ud ve Melek zaman zaman hamle eder gibi seslerini
yükseltiyorlardı. Bu sırada gürültü ile saz arasında birkaç
dakika devam eden hakiki bir mücadele oluyor, bazan gürültü
galip gelerek saz mahçup bir eda ile vızıltısına devam ediyor,
bazan da, bir hayat kavgası kadar canla başla yaptığı mücadelenin
sonunda kalabalığın biraz susar gibi olduğunu görünce,
sevinçle sesini yükseltiyordu. Böyle dakikalarda Meleğin ince,
biraz kısık, fakat tesirli sesi salonu doldurur, kendisine çevrilen
gözlerde biraz da alaka belirirdi.

...

Camlı kapı ağır ağır açılarak içeri davavekili Hüseyin Avni
girdi. Siyah paltosunun yakasını kaldırmış, aynı renkteki şapkasını
önüne indirmişti. Hastalıklı gözlerini vapur dumanı bir
gözlük örttüğü için yüzünün ancak pek az bir kısmı, sakalları
uzamış çenesi görünüyordu. Ucundan yağmur suları süzülen
harap bir şemsiyeyi koluna takmıştı. Korkak adımlarla, yıkılmamak
için iskemle arkalarına tutunarak ilerledi, saza yakın
bir yere geldi. Etrafta oturacak boş iskemle yoktu. Gözleriyle
arandı. O civara yerleşmiş bulunan memurlar, bekar öğretmenler
onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına çağırmaya
mecbur olmamak için başlarını önlerine eğmişler veya derin lakırdılarına
dalmışlardı.

Bir masanın etrafında oturan ve esrar sigaralarını avuçlarının
içinde saklayan üç kasap Hüseyin Avni'yi masalarına davet
ettiler. Hem ihtiyar sarhoşla alay etmek, hem de masalarına
efendi adam oturduğunu hanendeye göstererek itibar kazanmak
istiyorlardı.

Hüseyin Avni, siyah gözlüklerinin buğusunu ceketinin kolu
ile sildi, paltosunun yakasını indirdi. Şapkasını çıkardı. Adamakıllı
seyrekleşmiş olan beyaz saçları kafasının çatlak ve lekeli
derisine yapışmıştı. Oturduğu alçak arkalıklı yerli hasır sandalyede
rahatlaştıktan sonra başını saza çevirerek gülümsedi.
Bu sırada uzun, seyrek dişleri, donuk pembe diş etleriyle beraber
dışarı fırlıyor, dudaklarının kenarından tükürükler sızıyordu.

Keman çalan uzun kafalı, esmer delikanlı eğilerek davavekilinin
selamını iade etti. Melek başıyla belli belirsiz bir işaret
yaptı; kucağındaki udun üzerine abanarak avaz avaz bağıran
ihtiyar sanatkar ise, dünyanın farkında olmadığı için, şarkısına
devam ediyordu.

...

Melek içinden: -Aman yarabbi, bu heriften kurtulamayacak
mıyım?- dedi. Ömründe bu derece iğrendiği bir adama rast
gelmemişti. Beş seneden beri hayatını sesiyle kazanıyor, sıkıştıkça
vücudunu bu sese yardımcı yapmak mecburiyetinde de
kalıyordu. Bu meslekte adam seçmek pek adet değildi ama, bunun
da bir haddi vardı. Zaten bu tiksinmesinde Hüseyin Avni'nin
suratının pek rolü yoktu. Meleğe asıl korkunç gelen
onun yapışkan bir ifade taşıyan hareketleri ve siyah gözlüklerinin
arkasında kirli bir paçavra gibi sallanan bakışlarıydı.

Diğer tutkunlarının ısmarladığı bir çayı bile hakir görmeyen
ve bu eli açık hovardayı bir gülümseme ile tediye eden
genç kadın, Hüseyin Avni'nin, evinden kim bilir ne sahnelerden
sonra alıp kendisine hediye ettiği birkaç altın bileziği bir
türlü koluna takamıyordu.

Kahvecinin söylediğine göre bu adam evvelce Hukuk
Mahkemesi azasından imiş, sarhoşluğu yüzünden çıkarmışlar,
çok az bir tekaüt maaşı alıyor ve üç çocuğu ile karısını davavekilliği
ederek geçindiriyormuş. Hukuk mezunu olmayıp zabıt
katipliğinden yetiştiği ve işine gücüne karşı hiç alakası olmadığı
için yazıhanesine günde birkaç köylüden başka uğrayan olmazmış.
Kahveci:

-Metelik yoktur herifte, nesine yüz verirsiniz?- diyordu.
-Günde iki köylüye iki istida yazıp yarım kağıt alır, onu da lokantacı
Mahir'de rakıya yatırır, evde çoluk çocuk aç beklesin.
Yaşından da utanmaz, ak sakalına da bakmaz, yazıhanesine uğrayan
altmışlık köylü karılarına saldırır. Dayak yemediği gün
yoktur. Şu kahvemize gelen efendilerin hiçbirinin ona yüz verdiğini
gördünüz mü? Çamur gibi adamdır!-

Melek bu kasabaya geleli iki ay olmuştu ve Hüseyin Avni
bir gece bile kahveye gelmemezlik etmemişti. Her akşamüzeri,
yazıhanede mi olur, lokantada mı olur, bir miktar rakısını içer,
daha ikinci kadehte titremeye başlayan adımlarla kahvenin yolunu
tutardı. Bu genç, sıska ve esmer kadıncağızın biraz çatlak
fakat yanık sesi onu çıldırtıyordu. Fakat onun bir kadına ısrarla
yapışması için böyle bir sebebe de hacet yoktu. Bütün kadınlardan,
en güzelinden en çirkinine, en küçüğünden en yaşlısına
kadar öyle bir hava intişar ediyordu (yayılıyordu) ki, çeşit çeşit olmasına
rağmen müşterek bir hususiyeti haber veren bu kah latif, kah
baş ağrıtacak kadar sakil kokular onun hurdalaşmış vücudunda
ıstıraplı bir sarsıntı bırakarak yayılıyorlar, zavallıyı uykudan,
hatta düşünmekten mahrum ediyorlardı.

Çürük dimağının nasıl imal ettiği insanı şaşırtan binbir türlü
dalaverelerle karısını kandırıyor, bir sandık köşesinde, bir çıkın
dibinde nasılsa kalmış olan kıymetli birkaç parça eşyayı aldığı
gibi sazlı kahveye gidiyor ve birkaç şarkı isteyip çaldırdıktan
sonra, getirdiği şeyleri küçük çırak Hamdi ile Meleğe yolluyordu.

Kemancıyı birkaç kere yazıhanesine çağırıp kuru zeytin ile
rakı ikram etmişti. Bir efendiye masa arkadaşlığı etmekten gurur
duyan genç çingenenin Melek üzerinde lehinde tesir yapacağını
ümid ediyordu.

Fakat artık sabrı tükenmişti: Yarım yamalak selamlardan
ve pek kıstırdığı zamanlarda genç kadının ağzından dökülen
-Nasılsınız efendim?- yollu bir hatır sormadan başka bir şey
gördüğü yoktu. Halbuki ihtiyar etlerini seyrek fasılalarla kamçılayan
ihtiras nöbetleri tahammül edilmez hale gelmişti. Oturduğu
yerden Meleğe doğru bakarken, derhal fırlayıp saldırmak
isteyen vahşi bir hisse kapılıyordu.

Birkaç akşam evvel kemancı vasıtasıyla kadını yazıhanesine
davet ettiği halde bu teklifi, patron razı değil diye reddedilmiş,
kemancıdan cevap bekleyerek geçirdiği yirmi dört saat,
kız isteyip cevap bekleyen delikanlılara taş çıkartacak bir ümit
ve yeis silsilesi halinde geçmişti. İki günden beri sabahtan akşama
kadar içiyor ve binbir türlü planlar kuruyordu.

Aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede içki yasak olduğu
için çay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları içiyorlar
ve ona da ikram ediyorlardı. Esrar sigaralarının dumanı
Hüseyin Avni'nin kırmızı kapaklı gözlerini ve kuru genzini yakıyordu.
Melek ihtiyar udinin sesini bastırarak:

Gece kapladı her yeri,

Keder sardı dereleri,

Esmerim vay vay.

Düşman değil, sevda açtı

Sinemdeki yareleri.

diye bağırdıkça Hüseyin Avni öne doğru eğiliyor, yere düşecek
gibi oluyordu.

Bu şarkının bestesinde, sözlerinde ve Meleğin ağlar gibi
bir ifade alan söyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma
vardı. İhtiyar adam ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor, fakat
ancak gırtlağını yırtar gibi dışarı fırlayan bir -Ah!- duyulabiliyordu.
Bir aralık ufak ve buruşuk bir kağıda bir şeyler karalayarak
kemancıya gönderdi, biraz sonra saz eski bir şarkıya başladı:

Bir dame düşürdü beni ki bahtı siyahım,

Billahi bu sevdada benim yoktur günahım!

Bunu, kısa fasılalarla diğer kağıtlar ve ihtiyarın haline uygun
diğer şarkılar takip etti.

...

Kahvenin kapısı aralanarak içeri sekiz on yaşlarında bir kız
başı uzandı. Kıvırcık saçları ıslak bir pösteki gibi ensesine yapışmıştı.
Gözleriyle, şaşkın ve kararsız, etrafı süzdükten sonra
oralarda dolaşan Hamdi'yi çağırdı, bir şeyler söyledi.

Hamdi, tek tük evlerine yollanmaya başlayan müşterilerin
arasından sıyrılarak Hüseyin Avni'nin yanına geldi ve kara
gözlüklerini düzeltmeye çalışan ihtiyara:

-Beybaba! Senin küçük kız gelmiş, evden istiyorlarmış!-
dedi.

Sarhoşun yağlı yüzünün gerildiği ve seyrek sakallarının
dimdik olduğu görüldü. Bir kedi gibi yerinden fırlayarak:

-Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar!- diye homurdandı
ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.

Aralık kapı hemen kapandı, Hüseyin Avni tekrar iskemlesine çöktü.

Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi
herhalde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.

Biraz sonra saz da bitti. Ud torbaya, keman kutuya kondu.
Udi, hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar,
önündeki çay fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden
gündeliğini alıp gitti. Kemancı, Hüseyin Avni'nin yanına
gelerek:

-Nasılsın beybaba!- dedi, başıyla da: -Ne idelim, bir türlü
olmuyor işte!- der gibi bir işaret yaptı.

Sarhoş ihtiyar:

-E... Bu ne kadar sürecek ya? Bizde hal kaldı mı ya?- diye
mırıldandı.

Melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar götürecek
garsonun hazırlanmasını bekliyordu. Astragan taklidi
eski bir mantonun içinde vücudu titriyor gibiydi. Siyah dekolte
iskarpinleri çamurlanmış ve silinmemişti.

Hüseyin Avni yerinden fırladı. Genç kadına doğru yürüyerek
onun koluna yapıştı:

-Ben götüreyim seni, ruhum!- dedi.

Melek vücudunun sıcak bir köşesine ıslak bir el dokunmuş
gibi ürperdi.

-Teşekkür ederim... Hacet yok!- diye mırıldandı.

-Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva
mı ya? İnsanda tahammül bırakmıyorsun vallahi!-

Bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı.
Melek hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin
üstüne düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.

Kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünüyordu.

Bir eliyle gözlüğünü düzelterek:

-Ne demek istiyorsun yani?- dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.

Başını kemancıya çevirerek:

-Ulan!- dedi, -Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun
kaçıyor!-

Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.

Hüseyin Avni tekrar Meleğin koluna sarılmak isteyerek, bir
adım attı. Genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.

Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı
kasketini alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Meleğin etrafına
toplanıyordu.

Esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar;
susuyorlardı.

Tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin
azaldığını bildiriyorlardı.

Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru
sokulmuştu.

Hüseyin Avni etrafının farkında değildi. Genç kadının tekrar
eline geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak: -Sen geliyor
musun şimdi?- dedi.

Melek kısaca:

-Hayır!- diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek
olduğu yerde kaldı ve sağa sola bakındı.

Bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini
hissetti. Birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu.

Başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü,
bir istemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu.

Kahveci ile iki çırağı birkaç adım ilerde, yere eski bir çul gibi
yığılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk
vuruyorlardı. Biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu
bacaklarından ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne, yağmurun
altına bıraktılar.

Melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan
sonra çırağa:

-Haydi gidelim!- dedi.

Dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin
dibinde Hüseyin Avni'nin hala yattığını ve yağmurdan iliklerine
kadar ıslanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından
burasından çekelediğini gördü. Onları birkaç adım geçtiler, kızcağız
çıkanları fark etmemişti.

-Babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim!- diye ağlıyordu.

Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına
karışıyordu.

Melek yanındaki garsona:

-Şu adamı kaldırıversene!- dedi.

Beraber geri döndüler. Küçük kız hala babasının etrafında
dolaşıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir
gibi, yalvarıyordu:

-Babacığım, hadi gidelim. Annem söz verdi, içtin diye kavga
etmeyecek... Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek...
Hiç kavga etmeyecek...- Bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor,
sonra:

-Hadi kalksana, ne olursun!- diye tekrar ağlamaya başlıyordu.

Yanına gelenlerin yüzüne baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz
bir yardım ister gibi:

-Kaldırıversenize, ne olur?- dedi. -İki gündür eve uğramıyor,
hepimiz açız. O gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi
dövüyor, gidin getirin diyor!-

Melek ve garson, Hüseyin Avni'nin kollarına yapıştılar.
Sarhoş sızmıştı. Yerinden güç oynuyordu. Islak paltosu sıska
vücudundan daha ağırdı. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç
adım götürdüler. Biraz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu.
Hiçbir şey söylemeden onu sürüklemeye devam ettiler. Küçük
kız önlerine düşmüş, yol gösteriyordu.

Zifiri karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar çamura
battığını hissetti. Her adımda bir çukur vardı. Epeyce uzun bir
müddet yürüdükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde
durdular. Kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını
bulup takırdattı. Biraz sonra içerde bir kapı gıcırdadı, çamurlu
bahçede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı
açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın
vücudu göründü.

Gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün
manasız bir ifade ile genç kadını süzdü. Küçük kızın nezleli sesine
pek benzeyen boğuk bir sesle:

-Demek şimdiki de sensin ha?- dedi.

Melek hiçbir şey söylemedi. İki kadın bir müddet bakıştılar.
Garson sarhoşu kapının iç tarafına, duvarın dibine bıraktı.
Küçük kız kapının bir kenarında hala ağlıyor ve ara sıra burnunu
çekiyordu.

Damların kenarından tek tük damlalar düşüyor ve boğuk
sesler çıkararak sokağın çamurlarına gömülüyordu. Melek yavaşça
elindeki çantayı açtı, içinden dört beş altın bilezikle bir
çift küpe aldı. Kendisine hayretle bakan sıska kadına uzatarak:

-Alın bunları... Bunlar sizin galiba...- dedi. Sonra başını
azıcık önüne eğerek:

-Bana bunları boşuna vermişti...- diye ilave etti.

Gitmek için döndü. Kapının kenarına dayanmış duran küçük
kızı gördü. Kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı
ve çekti, sırsıklam saçlarından tuttuğu başını göğsüne bastırdı.
Sonra eğildi, şaşkın şaşkın kendine bakan kızın yaşlardan ve
yağmurdan ıslanmış yüzünü sıkı sıkı öptü.

Bir kabahat işliyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle
çantasını tekrar açtı, biraz evvel aldığı bir buçuk lira yevmiye
ile dünden kalan yirmi otuz kuruş parayı kızın avucuna sıkıştırdı.

Sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen
garsonla beraber, çamurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen
han odasına döndü.

1937

:::::::::::::::::

Çaydanlık

Hastanenin bodrum katındaki küçük ve pencereleri demir
parmaklıklı odada beş kişi yatıyorduk.

Hapishanenin doktoru ve reviri olmadığı için hasta mahpuslar
ağırlaşıncaya kadar koğuşlarında kalırlar ve araba parası
tedarik edebilirlerse belediye doktorunu getirtirlerdi. Ak saçlarını
pek itina ile ortadan ikiye ayıran bu ihtiyar ve zayıf
adamcağız, yüzünde besbelli bir tiksinmeyle, ellerini sürmeden
hastalara bakar ve mevcut olmayan bir mesuliyetten korkarak,
ekserisini hastaneye havale ederdi.

Fakat hastanede mahpuslara ayrılan koğuş beş kişiden fazla
almadığı için, mütehassıs tarafından --asla yaptırılamayacak
olan-- bir reçete ile birlikte geri gönderilen mahpusların, yol kenarlarında
oturup dinlenerek ve kelepçeli ellerine jandarmaların
sıkıştırdığı bir sigarayı hırsla çekerek hapishane yolunu tuttukları
her zaman görülürdü.

Ben bir kulak sancısı yüzünden yatıyordum. Bir bardak sıcak
suya damlatılan buğuyu bir kesekülah vasıtasıyla sabah akşam
burnuma çeker, nadiren kitap okur ve çok zaman gözlerimi
beyaz sıvalı tavana dikerek uzanırdım.

Yanımdaki yatakta, esrarkeşlikten dolayı altı ay hastanede
tedaviye mahkum edilen bir bakkal vardı. Hemen hemen hiç
odada durmaz, koridorda jandarmalarla ahbaplık ederdi. Hasta
olmadığı ve uzun zamandır burada yattığı için hademeler ve
jandarmalarla arası pek iyi idi ve günlük esrarını tedarikte hiç
sıkıntı çekmiyordu.

Onun ötesinde, rüşvet ve irtikaptan iki buçuk seneye mahkum
eski icra memuru Süleyman Efendi yatıyordu. Hastalığı
zatürree idi, fakat ihtiyarlığına rağmen tehlikeyi atlatmış görünüyordu.
Genç dahiliye mütehassısı sabahları vizitede gülerek
sırtını okşuyor ve:

-Yakayı kurtarıyorsun, Beybaba!- diyordu.

Diğer iki hasta, adam vurmaktan on beşer seneye mahkum
iki köylü idi. Biri hasmını, öteki su meselesinden tarla komşusunu
öldürmüştü. Her ikisi de bir türlü iyi olmayan bir bağırsak
hastalığı çekiyorlardı. Müthiş zayıflıkları ve sapsarı yüzleri,
onları, insanı şaşırtacak kadar birbirine benzetiyordu.

Odadakilerin içinde Süleyman Efendi'den başka konuşan
yok gibiydi.

Esrarkeş bakkal yatağında bulunduğu zamanlar, bağdaş
kurup oturur ve gözlerini beyaz boyalı karyolanın ayakucuna
dikerek saatlerce susardı.

İki köylüden biri yataktan kalkamayacak kadar halsizdi.
Bütün gün başını duvardan tarafa çevirip yatar, hiç kımıldamazdı.

İsmi Satılmış olan diğer köylü bir parça daha dermanlıydı.
Ara sıra konuştuğu da olurdu. Hatta bir kere ormanda nasıl
pusu kurup babasını vuran adamı devirdiğini bile anlattı.

Fakat Süleyman Efendi, halsizliğine ve nefes almakta çektiği
güçlüklere rağmen bütün gün hiç durmadan söylenirdi.

Sabahleyin erkenden yatakları düzeltmeye gelen hademelere
çatmaktan başlayarak, kahvaltı getiren hastabakıcıya, hatır
soran hemşireye, vizite yapan doktora boyuna dırlanırdı. Kendisini
memnun etmeye imkan yoktu. Karşısına kimi alırsa derhal
ötekilerden şikayete başlıyordu. O kadar ki, esrarkeş bakkal
hakkında ağzına geleni söyleyip benim dinleyip dinlemediğime
bakmadan:

-Nasıl, dediğim gibi değil mi?- diye sorarken, bakkal içeri
girince, onu yatağının kenarına oturtur, bana da duyuracak bir
sesle benden bahsederdi:

-Aptal mıdır nedir? Boyuna kitap okuyup düşünür. Biz de
çok okuduk ama, faydası olmadı. Neyine kibirlenir acaba? Biz
de efendiyiz ama, kimseye kem baktığımız yok...-

Karşısındaki, bazan bir bahane bulmaya bile lüzum görmeden
kaçıncaya kadar o devam ederdi. Ara sıra yorgunluktan
gözlerini kapayıp başını yastığa koyarak dinlenir, yahut öksürük
nöbetine tutularak gözleri yerinden fırlar, fakat biraz kendine
gelir gibi olunca yeniden söylenmeye başlardı.

-Aman!.. Doktor mu bunlar... Ben onlardan iyi anlarım bu
işlerden... Bacak kadar çocuk gelmiş de bana akıl öğretecek.
Hardal lapası neyse, onu biz de yaparız. Zaten doktora da ben
söyledim... Ama o iğneleri lüzumsuz yere vuruyor... Satlıcana
iğne kar eder mi? Sonra tutmuş 'çay içme!' diyor. Allah Allah...
Çaydan da zarar geldiği görülmüş mü?..-

Sözünün burasında bağırırdı:

-Satılmış... Getir çaydanlığı!..-

Satılmış, uzandığı yataktan fırlar, eski ve kocaman hastane
terliklerini sıska ve topukları balmumu gibi sararmış ayaklarına
geçirir, kızgın sac sobanın üzerinden çaydanlığı ve pencereden
çay fincanını alarak -Beybaba-nın yanına varırdı.

Süleyman Efendi Satılmış'ı, fikrini almaya lüzum görmeden
kendisine hizmetçi seçmişti. O kadar salahiyet ve tabiilikle
emirler veriyordu ki, itaat etmemek oğlanın aklından bile geçmiyordu.

-Satılmış, oğlum, uzat şu tükrük hokkasını-: yahut; -Satılmış,
jandarmaya seslen, şu çeyreği de ver, bana şeker alsın!..-
dediği zaman, sıska delikanlı değnek gibi parmaklarıyla karyola
demirlerine tutunur ve söyleneni yapardı. İhtiyarın tahakkümü
karşısında jandarmalar bile itiraz edemiyorlar, ardı arası
kesilmeyen angaryalara, ara sıra söylenerek de olsa, tahammül
ediyorlardı.

Satılmış çay bardağını doldurup Süleyman Efendi'ye uzatınca
ihtiyar doğrulup sırtını duvara dayar, tepesindeki saçları
dökülmüş kocaman başını ağır ağır sallar, ağzına dökülen gür
bıyıklarını sıvazlayarak içmeye hazırlanırdı. Onu bu vaziyette
gören hemşireler birkaç kere sırtını duvara vermemesini, yorgandan
çıkmamasını söyledilerse de o arkalarından istihfaf (aşağılama,
küçümseme) dolu bir gülüşle baktı ve bildiğini yapmaya devam etti.

Çayını içtikten sonra Satılmış'tan çaydanlığı tekrar ister,
kopuk kapağı kaldırarak içine bakar, sonra, bir çiftlik bağışlıyormuş
kadar ehemmiyetli bir velinimet tavrıyla:

-Bunu da sen iç!- diyerek ona bir şeker uzatırdı.

Çay içini biraz ısıtıp öksürük nöbetlerinin arası uzayınca
çenesi büsbütün açılıyordu. Odada herhangi birimiz herhangi
bir meseleden bahsedecek olsak derhal lafı yarıda kestiriyor:

-O senin bildiğin gibi değil!..- diye kendisi söze başlıyordu.
Herkesin bir kusurunu bulur, herkese bir şey, hatta birçok
şey öğretmeye kalkardı. Zavallı Satılmış nasıl vukuat işlediğini
anlatırken bile Süleyman Efendi'nin müdahalesinden kurtulamamış,
kendi başından geçen vakanın doğrusunu ihtiyardan
öğrenmek mecburiyetinde kalmıştı. İhtiyar adam öksüre öksüre:

-Yok, yok... Senin bildiğin gibi değil... Sen orada yatarsan
adam değil kuş bile vuramazsın... Pusuyu nereye kurduğunu
bile bilmiyorsun...- diyerek cinayet mahalline dair uzun tafsilata
girişiyor ve asıl fail bu izahatı hayret, hatta biraz da hürmetle
dinliyordu. Bu ihtiyar efendinin dedikleri gerçi hakikate
uygun değildi, ama öyle bir akıllıca sayıp döküyordu ki, herhalde
doğru olacaktı.

Mevsim ilkbahar başlangıcıydı. Odanın küçük sac sobası
hiç durmadan yanıyordu. Akşam serinliği basınca koridorda
üşüyen jandarmalar da iskemlelerini alıp içeri giriyorlardı. Sönük
ampulün ışığı altında, silahlarını kucaklarına dayayıp bekleşiyorlar,
ara sıra esrarkeş bakkalla yarenlik ediyorlardı.

Akşamları ateşi yükseldiği halde Süleyman Efendi de onlara
laf yetiştirmekten geri kalmıyordu. Jandarmalara kah nasihat
verir, kah onları azarlar veya ateşi biraz daha yükselirse,
abuk sabuk söylenip bağırmaya başlardı.

Son günlerde hastalığı tekrar ağırlaşmıştı. Bunda hem geceleri
arkasına hardal lapası korken sırtını yarım saat açık bırakıp
üşüten hastabakıcıların, hem de kendisinin kabahati vardı.
Odanın sık sık bozulan havasını değiştirmek için pencereyi açtığımız
zaman, yorganına iyice sarılmasını söylediğimiz halde,
o dinlemez, göğsünü açıp pencereden gelen rüzgara vererek:

-Bu rüzgar adama dokunmaz... Sizin bildiğiniz gibi değil...
Bu rüzgar Takkeli Dağ'dan geliyor. İnsana şifa getirir...-
diye mart rüzgarını hasta ciğerlerine çekerdi.

Satılmış günde bir bardak az şekerli çay mukabilinde ona
hizmetkarlık etmeye devam ediyordu. Aylardan beri perhiz
eden midesi doktordan gizli içtiği bu birkaç yudum sıcak mayii
belki de hasretle bekliyordu. Yalnız Süleyman Efendi artık çaylarını
sırtını duvara dayayarak içemiyordu. Satılmış yardım etmezse
üstüne döktüğü bile oluyordu. Elleri titremeye, gözleri
adamakıllı çökmeye başlamıştı. Köylü delikanlısını esrarkeş
bakkalın yatağına oturtup:

-Senin bildiğin gibi değil... Öyle adam öldürülmez... Bak
ben sana anlatayım...- derken birdenbire sözü sapıtıyor:

-Başkatip çaldığı paralarla iki ev aldı da yine kolunu sallaya
sallaya geziyor. Hapislik bize düştü- diye, başka zaman hiç
ağzına almadığı mahkumiyetinden bahse başlıyordu. Cezasının
bitmesine bir buçuk ay kalmıştı. Bunun için haftada bir iki
kere uğrayan oğluna dışardaki işleri hakkında talimat veriyor
ve on sekiz yaşında kadar göründüğü halde gözleri beş yaşında
bir çocuk şaşkınlığı ile odada dolaşan biraz aptalca oğlu bu
sözleri hiç cevap vermeden, tasdik makamında başını sallaya
sallaya dinliyordu.

Birkaç gün içinde ihtiyar büsbütün fenalaştı. Yüzünün kemikleri
fırlayıvermiş, gözleri garip bir parlaklıkla daha çukura
gömülmüştü. Günün ekseri saatlerinde kendinden geçmiş olarak
yatıyor ve sayıklıyordu. Geceleri çırpınıyor, boğulacak gibi
öksürüyor ve durmadan inleyerek hiçbirimizi uyutmuyordu.
Esrarkeş bakkal iki gece uykusuzluktan sonra:

-Hala geberemedi yahu!..- diye söylenmeye başlamıştı.
Yalnız Satılmış hizmetinde kusur etmiyor, ihtiyarın her sayıklayışında
yastığından başını doğrultarak:

-Bir şey mi istedin, Beybaba!- diye soruyordu.

Nihayet bir gece sabaha karşı ses kesildi. Son günlerde sık
sık bizim odaya uğrayan nöbetçi hemşireler derhal bir sedye
getirterek ölüyü kaldırdılar. Yatakları dışarı çıkardılar. Daha onların
işi bitmeden dördümüz de derin bir uykuya dalmış bulunuyorduk.

Hemen sabah vizitesinden sonra bizim odanın önündeki
koridorda ayak sesleri ve konuşmalar peyda oldu. Jandarmalardan
biri başını kapıdan uzatarak:

-Beybaba'nın soyu sopu buraya toplandı!- dedi.

Biraz sonra ölenin aptal oğlu içeri girdi. Babasının çıplak
yatağına oldukça büyük bir bohça sererek pencere içlerinde ve
yatak altlarında ölüden kalan ne varsa onun içine doldurmaya
başladı. Birkaç kere bakkalın eşyasına da el attı, fakat o hemen
müdahale etti:

-Bırak o saati... Babanın öyle saati var mıydı? Açıkgözlük
etme!..-

Oğlan ne buldu ise derleyip toplayarak dışarı çıktı. Bu sırada
kapının aralığından koridorun bir parçası göründü. Dışarıda
birkaç kadınla bir sürü çocuk vardı. Bütün akraba gelmişe
benziyordu. Bunların arasındaki şişmanca ve yaşlıca bir kadın
oğlanın dışarı çıkardığı bohçayı yere serdirip açtırdı. İçindekileri
birer birer savdı. Sonra telaşla oğlana dönüp bir şeyler söyledi.
Tekrar içeri giren çocuk etrafına bakınarak:

-Bizim çaydanlık nerede?- diye sordu.

Dört beş günden beri çay pişirilmediği için bu kapağı kopuk,
sırları dökülmüş küçük emaye çaydanlık ortadan kalkmıştı.
Herhalde Satılmış bir yere koymuş olacaktı. Kendisini
biraz evvel midesinden su almak için laboratuvara götürmüşlerdi.

Esrarkeş bakkal:

-Telaş etme bulunur!- dedi.

Bu söz üzerine kapıdan içeri şişman ve kıpkırmızı bir kadın
başı uzanarak:

-O da ne demekmiş? Helbet bulunacak!..- dedi, sonra oğluna
dönerek, sertçe:

-Sen bunlara bakma, aramana bak Vecihi, belki başka şeyler
de kalmıştır...-

Fakat çaydanlık ortada yoktu. Satılmış'ın karyolasının başucunda
sallanan ve zavallının varını yoğunu içinde taşıyan
Amerikan bezinden bir torbayı dışından adamakıllı sıkıştırıp
yokladılar; içinde çaydanlığa benzer bir şey yoktu.

Kadın kapının önünde söylenip duruyordu. Oradan geçen
bir hemşire ile bir hastabakıcıyı durdurdu, onları da alıp içeri
girerek hep beraber etrafı aramaya başladılar.

Daracık odada birbirlerini itip kakarak yatakların altını, soba
odunlarının yığılı durduğu köşeyi, hastaların torba ve bavullarını
karıştırıyorlardı. Ben yüzümü duvara çevirmiş, sessiz
yatıyordum. Ölenin karısı arkamdan dürterek: -Hişt, görmedin
mi çaydanlık nereye gitti?- dedi. Hemşire atıldı:

-Hastaları rahatsız etmeyin, sonra bulunur!- Fakat kadın
bunu bekliyormuş gibi bağırmaya başladı:

-Ne demekmiş sonra bulunur!.. Şimdi bulunmazsa gitti gider,
dahi gider... Hanım, burası neresi? Mahpus koğuşu, hırsız
yatağı. Adamın gözünden sürmeyi çalarlar. Uğurlu adamın
burda işi ne...- Sonra bize dönerek tehdit eder gibi:

-Söyleyin bakayım, nerede?.. Hanginizde ise çıkarsın!..-
dedi ve gözlerini teker teker hepimizin üzerinde gezdirdi.

Hemşire onu kolundan tutarak yavaşça dışarı aldı, fakat
karı bir türlü susmuyor.

-Müdüre çıkacağım, başhekime gideceğim...- diye koridorları
çınlatıyor ve jandarmaların, koluna yapışıp:

-Haydi evladım, siz bilirsiniz usulünü, şunları söyletiverin
de nereye koydularsa çıkarsınlar!- diyordu.

Bu aralık iki hademenin kolunda Satılmış içeri girdi. Çektiği
azaptan sonra bitkin bir halde idi. Daha kapıda iken bakkal
kendisine sordu:

-Ulan Satılmış, ihtiyarın çaydanlığını gördün mü?-

Köylü, hademelerin yardımıyla yatağına yatarken, başıyla
evet diye işaret etti, sonra hademelerden birine:

-Getiriver!- dedi. Başını bize çevirdi:

-Akşam Beybaba ağırlaşıverdi...- dedi. -Baktım vakti gelmişe
benzer, başında candan adamı yok, ağzına bir yudum su
akıtacak oldum. Çaydanlığı hademe İsmail'e verip mutfağa saldım.
Ilıkça su getirsin dedim... Su gelmeden rahmetli can teslim
etti. Nasip değilmiş. Kısmeti bu kadarmış...-

Hademe İsmail çaydanlığı getirip kadına verdi. Anaoğul
bohçayı yeniden bağladılar.

Bu aralık hastanenin idari müdürü oraya geldi ve kadına
bir şeyler söyledi. Kadın, yüzü tekrar kıpkırmızı olarak:

-Ne demekmiş o?... Devlet elinde can verdi, ölüsünü de
devlet kaldırır. Elimi sürmem. On para da vermem. Ahir vaktinde
kocamı hapishane köşelerinde öldürdünüz de ölüsünü
bana mı kaldırtacaksınız... İstemem. Ne yaparsanız yapın...-

Bohçayı oğlunun koluna takarak:

-Ne duruyorsun, yürü..- dedi. -Az daha dursak bizi soymaya
kalkacaklar...- Oradaki diğer kadınlara ve çocuklara
döndü: -Hadisenize siz de!-

On yaşlarında kadar bir oğlan:

-Amcamı bir görmeyecek miyiz?- dedi.

-İstemem... Göremem... Yüreğim kaldırmaz. Aslan gibi ayalimi
(eş, zevce) kim bilir ne hallere koydular. Amanın çocuklar... Yürekler
dayanır mı... Yandım!-

Avaz avaz bağırarak ağlıyordu. Kocasının meziyetlerini,
haksız yere damlarda öldüğünü sayıyor, ruhunun bütün rikkatiyle
(inceliğiyle) hıçkırıyordu.

Bu sefer oğlu onu itmeye başladı. Çoluk çocuk ağlaşarak
koridorun öbür ucuna doğru uzaklaştılar.

Bu sırada içeri giren hademe İsmail'e köylü Satılmış:
-Şu torbayı çözüver!..- dedi.

Amerikan bezi torbanın ağzını açtı, içinden bir çift yün çorapla
bir iki çevre ve bir kat çamaşır, en sonra da küçük bir kese
çıkardı. İçini önüne boşalttı. Beyaz yatak örtüsünün üzerine üç
tane on kuruşluk yuvarlandı. Satılmış bunlardan ikisini İsmail'e
uzatarak:

-Al şunu da, sevaptır, bir testi alıver. Rahmetliyi mezarda
kefensiz yatıracaklar, hiç olmazsa toprağına iki testi su döküver...-
dedi.

Torbasını tekrar toplayıp başucuna astı, halsiz başını yastığa
koyarak gözlerini bembeyaz tavana dikti...

1938

:::::::::::::::::

Ayran

Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu.
İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten
karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat
yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp
boğuluyordu.

Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş
olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra
dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko
maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az
ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla
dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine
vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup
önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi.
Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun
topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya
çamura basıyordu.

Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol
bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük
ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

Küçük Hasan senelerden beri gördüğü şeylere alakasız
gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak
geçen ve ta yanına gelmeden farkına varılmayan dört adım genişliğindeki
küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan ibaret
köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.

Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan
değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç
gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki, yaprakları
dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi andırıyordu.

Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde
kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört
saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu
anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu.
Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek,
geri dönmek mecburiyeti...

Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı
tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi.
Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığıni gördü.

İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam
orta yerinde yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla
daha zavallı görünen bu soğuk bina, oraya rastgele atılmış
bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta treni
bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi
ve birkaç dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte
keyifli bir ıslık edası vardı.

Küçük Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna
gelince biraz dinlendi, sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı
aralayarak içeri süzüldü.

İstasyon binasıyla raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki
yerde, heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile,
kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara dayanan bir jandarmadan
başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit
kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan
değildi. Ancak yazın civar köylerden kara üzüm, kavun,
karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı. Kışın ise
küçük Hasan'la üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu
getiren topal ve ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi.
Tren geldikçe rahatsız edilmiş bir suratla ortaya çıkan
istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir,
bütün gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses
çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla geçirirdi.

Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük
Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları
seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp
bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin
arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri
görülüyordu.

Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini
haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne
geldi ve durdu.

Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı
yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere
kaldırarak:

-Ayran, ayran, temiz ayran!- diye bağırmaya başladı.

Yazın -buz gibi!- diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada,
sanki her ayran kelimesinin başında hala o -buz gibi- sıfatı
vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile. Trenin hemen hemen
bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de boyalı
saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.

Küçük Hasan'ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara
dikiliyor ve bunların arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek
insanlar; hali vakti yerinde köylüler, boyunbağsız esnaflar,
izinli giden askerler, hasılı susamış kimseler arıyordu.

Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı
dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü
buruşturarak:

-Ayran, temiz ayran!..- demeye devam ediyordu.

Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna
mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi.
Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dört gözle bekleyen
iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor
ve o hep bağırıyordu:

-Temiz ayran... Temiz...-

Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç
saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da
yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye
iki gün bile yetmiyordu... Ondan sonra iki kardeşi beslemek
vazifesi küçük Hasan'a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında
olan bu sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan
ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret gibiydi.
Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lazım olan
mayayı onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere --tavan
direklerinin duvarla birleştiği köşeye-- saklamaya mecbur
oluyor ve her gün, istasyonda bulunduğu sırada, bu iki aç midenin,
kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken ihtiyar keçiyi
bile yiyeceklerinden korkuyordu.

Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya
koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere
ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o
balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü.
O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan
midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki
üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir
yorganın altına sokulurdu.

Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima
yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve
döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun kendisine nasıl parlak
ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca
tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı
kadar bağırdı:

-Ayran... Ayran!..-

Trenin üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi.
Uzun boyunlu, kasketli, kır bıyıklı bir baş uzanarak:

-Ver bakalım bir tane!- diye seslendi.

Küçük Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini
gözlerini maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor ve sulu
ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız gömleğine damlatıyordu.

Maşrapayı uzatarak:

-Doldur bir daha!..- dedi.

Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp
aşağı attı:

-Ver beş kuruş!..-

Küçük Hasan:

-Yok ki!- dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan
başka kimse kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye
başladığı için, boynunu içeri çekmiş, trenin kalkmasını
bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu,
parayı uzattı:

-Şunu iki çeyrek yapsana!..- dedi.

Memur cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.

Trenin penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:

-Gelsene ulan!- diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa
koştu. Penceredeki:

-Ver on kuruşu!..- dedi.

Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti.
Adam parayı yine yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz
bir eda ile:

-Yok çeyreğim, ne yapalım!- dedi.

Vagon küçük Hasan'dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun
boyunlu adam, pencereden sarkarak:

-Hey, çocuk, hakkını helal et!- diye bağırdı. Küçük Hasan
hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu.
Tekerleklerin gürültüsü arasında adamın sesi tekrar duyuldu:

-Helal et bakayım, helal et!.. Hadi!-

Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak
istasyon duvarının kar tutmayan bir kenarına çömeldi.

Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük Hasan eve
eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.

Soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi
kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgardan
gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu.

Akşama kadar bu köşede bekledi. Ara sıra ayağa kalkıp
dizlerini ovuşturuyor, sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki
sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu. Düşünmesi ve tahayyül
etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için,
bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası
aklına geldi. Onun ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük
çocuğunu toprak bir damda bırakarak başka köylerde ve el
yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir
merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla
aynı vaziyette bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç
mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep o kin dolu bakışlarla
karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız
bir çorba yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder, (yetinir) evi
bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar kaldıktan sonra, bazen
bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan onun
ağzından babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime
bile duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile
bunları merak etmiş değildi. Hayatı istasyonda ayran satmaktan
ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret sanıyordu. Bunun
için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve
gelip birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk
daha doğurur, beş on gün sonra onu da başıma bırakarak
giderse, diyordu... Bu yeni misafiri de doyurmak kendisine
düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih
ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti.
Hayat eskisinden daha feci olarak devam edecek ve Hasan,
günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyla bu müthiş
mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün boş zamanlarını
keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan
kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.

Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola
çıkarsa istasyona yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü
satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar kadar, belki
de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün
hafif olacağı düşüncesiydi.

Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine
kalıyor, fakat istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek
yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.

Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan
köye dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım
saat kala istasyon korkutucu bir alacakanlığa gömülmüştü.

Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini düşünerek titredi
ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı çıkan
istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.

Trenin istasyonda durmasıyla kalkması bir oldu. Küçük
Hasan kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal meyal belli
olan insan şekillerine bakarak trenin bir başından öbür başına
koştu ve -Ayran, temiz ayran!- diye bağırdı, kocaman kunduraları
ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı
ağzına doluyordu.

Vagonların pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine
yayılan soluk muştatil (dikdörtgen biçimindeki) ışıklar sıçraya sıçraya
uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı ve tahta parmaklıklı kapıyı
iterek köyün yolunu tuttu.

Henüz karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu.
Güğümün içindeki ayran her adımda çalkalanıyor ve
garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından içeri işleyen rutubet
onu titretmeye başlamıştı.

Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden ve bir hayvan
gibi yolunu alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine
doğru daldıkça pabuçlarının ve güğümdeki ayranın sesine
başka sesler de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar bağrışıyordu.

Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını
daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu.
Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her çarptığı
yer dakikalarca sızlıyordu.

Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgardan, dizlerine
sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı,
sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu.
Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun
parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak
istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört
duvar arasında bulunmak... Bu geniş karanlıktan, bu seslerden
kaçmak...

Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu.
Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar
saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku
sesleri fırlıyordu.

Uzaklardaki hayvan sesleri gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki
yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni geçmişti. Çapaklı
gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı.
Hiçbir şeyler göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile
ışıkları ta kenarına gelmedikçe görünmeyen köy ona, varılması
imkanı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere sıkıştırıldığını ve kaçacak
yer olmadığını anlayan bir hayvan gibi vahşi ve nihayetsiz
bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı
fırlatarak koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmaya
başladı. Bunlar bazan -Ana... Ana!- der gibi oluyor, bazan da
-A...A...Aaah- -A...A...Aaah- halinde karanlığa yayılıyordu.

Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların
arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı.
Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını
hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık
çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi
iniyor ve korkusunu birkaç misli artırıyordu. Boğazına bir şeyler
tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken
dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş altı adım
sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir
şekil almıştı.

-Ana...Ana!- derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde
kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların
bağırışından farksız oluyordu.

Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu
kar örtmeye çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin
arasından:

-Ana... Anacığım... Ana!- diye mırıldanmaya çalışıyordu.
Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında
rüzgarın sesini dinleyerek küçük Hasan'ı bekleyen iki
kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün
etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine
sokularak ağlaşıyorlardı.

1938

:::::::::::::::::

Isıtmak İçin

Konya'da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir
Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında
kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir
eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış
adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı.

Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar
uzun bir etek giyen ve siyah yünden örülmüş eski bir atkıyı
asla omuzlarından eksik etmeyen bir kadındı. Az konuşur, odama
ben gittikten sonra yatağı düzeltmek, akşamları da, erken
gelir ve çalışmak istersem, soba yakmak için girerdi.

Her gün, muntazaman, lambamdan gaz ve bodrumdan bana
ait olan odunları çalıyordu. Akşamları birer saat bile yakmadığım
beş numara lambanın iki günde yarım kilo gaz harcadığına
beni inandırmaya çalışıyor, yine akşamları birer kere yanan
sobanın beş yüz kilo odunu iki ayda bitirip beni kış ortasında
iki misli fiyatla yeniden odun almaya mecbur etmesini
gayet tabii buluyordu.

Bunlara ses çıkardığım yoktu. Sabahları yüzümü yıkamak
için odama bıraktığı yarım gaz tenekesi suyun içinde, bütün ricalarıma
rağmen, yine saç parçaları ve saman çöpleri yüzmekte
devam ederdi. Buna da katlanıyordum. Nedense hayatta hiçbir
şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı
çok sevdiğim halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği
için taşınmak, beni her zaman ürkütmüştür. Odanın bir
köşesine yığdığım kitapları taşımak derdi kadar, bunda manasız
bir hicabın da tesiri vardı. -Madam, senin evinde rahat edemiyorum,
üzülüyorum, çıkacağım!- demeye utanıyordum. Bazan,
geceleri yatağıma uzanıp, sobanın gürültüsünü dinleyerek
okumaya dalardım. Vücudumu tatlı bir rehavet sarmaya başladığı
sıralarda madam kapıyı vurarak içeri girer, bir elinde kocaman
bir kürek, öbür elinin tersiyle daima çapaklı gözlerini silerek:

-Beyim, müsaden olursa bir tava ateş alayım- der, benim
evet makamında başımı sallamamı bile beklemeden sobayı açarak
içinde ne varsa küreğine doldurur ve götürürdü.

İnsan ne garip şeydir! Bu anda içimden, ona avaz avaz bağırarak
beni rahat bırakmasını söylemek, hatta kalkıp sobanın
kenarındaki odunlardan birini kafasına indirmek ve her akşam,
aynı saatte tekrar eden bu sahneye bir son vermek geçerken yüzüm
onun:

-Allah rahatlık versin, beyim- sözüne sinirli bir tebüssümle
mukabele ederdi.

Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu.
Sabahları erkenden işime gider, öğle ve akşam yemeklerini
küçük bir aşçı dükkanında veresiye yer ve akşamları,
eğer kahvede kağıt oynayanları aptalca seyre dalmazsam, erkenden
eve dönerdim. Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez,
konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir
arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum.
Sokakta, pek nadir olarak geçen, güzelce kadınlara
genç gözlerim yapışıp kalmıyor, muhayyelem başka türlü, daha
canlı, daha manalı, daha dolu bir hayat bulunduğunu hatırlatıp
sinirlerimi kamçılamıyordu. En boşaldığım zamanlarda
bile benim için ehemmiyetlerini kaybetmeyen kitaplarıma, sadece
alışkanlık yüzünden ve biraz da nefsimden utandığım için
el uzatıyordum. Ama, artık onlarda da beni heyecana düşürecek,
düşüncelere daldıracak, harekete sürükleyecek ateşin kalmadığını,
hiç üzüntü duymadan tespit ediyordum. Hayat sanki
sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan
ibaretti. Sanki dünyada, beni işime götüren tozlu veya çamurlu
yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım
saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan
başka bir şey mevcut değildi...

Bu sıralarda bir hadise beni, derin uykulara dalan bir adamı
korkunç bir feryat nasıl yerinden fırlatırsa, manevi miskinliğimden
öylece çekip ayırdı.

On beş yirmi günde bir gelip çamaşırlarımı yıkayan yaşlıca
bir kadın vardı. Yaşlılık daha ziyade onun görünüşündeydi.
Hakikatte çok daha genç, otuz otuz beş olabilirdi, fakat kavrulup
büzülmüş hissini veren minimini vücudu, örümcek ayakları
gibi uzun, ince, sarı elleri, bir ölününki gibi derinlere kaçmış
kara gözleriyle ihtiyar, yaşı sayılamayacak kadar ihtiyar bir insan
tesiri yapıyordu. Ağzında hiç dişi yoktu. Dudakları bir torba
ağzı gibi buruşuklar içindeydi. Kahverengi yeldirmesinin altından
fırlayan değnek gibi iki bacak, iri ve bağları kopmuş bir
çift erkek ayakkabısının içinde kayboluyordu.

Onu bana ev sahibi madam buluvermişti. Beş on parçadan
ibaret çamaşırımı yirmi beş kuruşa yıkıyordu. Bir gün, akşamüzeri,
eve gelince onun hala işini bitirmemiş olduğunu gördüm.
Hava kapalı olduğu için çamaşırları sofaya gerilen iplere seriyordu.
Bunların arasında bana ait olmayan birtakım yatak çarşafları,
entariler de vardı. Kadına sorduğum zaman madamın
kendi çamaşırlarını da benimkilerin arasına katıp ona yıkattığını
öğrendim. İlk duyduğum his biraz tiksinme oldu. Canım sıkıldı.
Benim yüzümden haksızlığa uğrayan zavallı kadını odama
çağırıp gönlünü almak aklımdan geçti. Sonra kendi kendime:
-Herhalde aralarında anlaşmışlardır. Zorla getirmiyoruz
ya- dedim. Cebimden bir yirmi beş kuruşluk çıkardım. Biraz
tereddütten sonra buna bir de on kuruşluk kattım, ona verdim.
Odama girerek kapıyı arkamdan kapadım.

Ertesi gün madama bu çamaşırcı kadının kim olduğunu
sordum. Dağlar gibi çamaşırını ona bedava yıkatmaktan çekinmeyen
yufka yürekli ev sahibim gözleri yaşararak:

-Pek fıkaradır, pek!- dedi. Uzun uzadıya anlattı, fakat ben
bu laflardan çamaşırcı kadının -pek fıkara- olduğundan ve bu
civarda şuna buna çamaşıra geldiğinden başka bir şey öğrenemedim.
Dört beş günde bir iş bulup alacağı yirmi otuz kuruşla
nasıl yaşıyordu? Kimi kimsesi var mıydı? Nereliydi? Birdenbire
bütün bu ve buna benzer sualler kafamda belirdi. İnsanlara
karşı kaybolmaya başlayan alakam sanki bu kadını düşünürken
yeniden canlanıyordu. Onun, soğuktan daima mosmor
olan sivri burnunu, çamaşır leğeninin başında sabahtan akşama
kadar iki kat bükülen vücudunu, buruşuk dudaklarının arasından
nefes gibi ve titreyerek çıkan sesini hatırladım.

İki gün sonra akşamüzeri eve dönerken kapının önünde
ona rastladım. Soğuktan yakamı kaldırdığım için gözlüklerim
buğulanmıştı. Eşiğin bir kenarına büzülen kadını ancak kilide
anahtarı sokarken fark ettim.

-Ne o? Ne arıyorsun?- diye sordum.

Saatlerce koştuktan sonra nefes almakta güçlük çeken bir
insanın sesiyle, çabuk çabuk, kesik kesik:

-Hiç... Hiç!- dedi. Sonra mırıldanır gibi ilave etti:

-Mahalleyi dolaştım. Bir işe çağıran olur mu diye!..-

Tavrında pek saklayamadığı bir telaş, sesinde neredeyse
ağlayacakmış gibi bir titreme vardı. Ağzını birkaç kere bir şey
söylemek istiyormuş gibi açtı, sonra tekrar kapadı.

-Sen nerede oturuyorsun?- diye sordum.

Çenesiyle işaret ederek:

-Tee ötede, Araplar Mahallesi'nde!- dedi.

-Kimsen var mı?-

Kısaca içini çekti. Gözlerini birçok defalar kırptı, önüne bakarak:

-Bir kızcağızım var...- dedi. -Evde yatar durur!-

-Hasta mı?-

-Hasta ya... Hasta... Çok hasta...-

Kapının önündeki donmuş sular ayaklarımı üşütüyordu.
Sokağın kirli karlarını süpürüp yüzüme çarpan bir rüzgar gözlerimi
acıttı. Soğuk, merakımı yenmek üzereydi.

-Kaç yaşında?- diye sordum ve anahtarı çevirdim. Kapı
hafifçe aralandı. Kadın tekrar acele bir şey söyleyecekmiş gibi
başını uzattı, sonra eski haline dönerek:

-Sekiz on yaşında var!- dedi.

Bu saatte benim kapımın önünde beklemesinde herhalde
bir maksadı olacaktı. Fakat soğukta daha fazla durmak ve onu
söyletmek bana güç geldi.

İçimde, kendime de izah edemediğim karışık ve üzücü birtakım
hisler belirmişti. Onun söyleyeceklerinin hoş şeyler olmayacağını,
belki de beni utandıracağını tahmin eder gibiydim.
Körleşen ruhum, rahatının ve muvazenesinin bozulmasından
korkuyordu. İnsanlığımın üzerini kaplayan miskinlik ve alakasızlık
kabuğu parçalanmak tehlikesindeydi. Hodbin bir kuvvet
beni içeri çekti. Buna mukavemet etmek itiyadını kaybettiğim
için kapıyı açıp taşlığa girdim.

Kadın her uğradığı yerde gördüğünden farklı olmayan bu
kaçışı hayretle değil, fakat yüzünde birdenbire müthiş bir ifade
alan tasvir edilmez bir yeisle karşıladı. Bütün uzuvları dehşet
içinde titriyor gibiydi. Köşe başındaki elektrik lambasının sönük
ışığı onun sokağın loşluğuna serilen gölgesiyle birlikte titriyordu.

İşitilir, işitilmez bir sesle:

-Beyefendi!- diye mırıldandı: -Beyefendi... Yıkatacak çamaşırın
yok mu?-

-Yok!- dedim.

Şu anda kaçmaktan, odama gitmekten başka bir şey düşünmüyordum.
Onun için kadının bu sualine dikkat bile etmeden
-yok!- cevabını vermiştim. Kadın arkasını döndü, ben kapıyı
kapamak üzere iken, hiç düşünmeden ona seslendim:

-Teyze... sen yarından sonra bir uğra... Galiba gömleğim
kalmamış. Ne varsa yıkarsın!..-

O aynı hafif sesiyle, başını bile çevirmeden -Olur, olur!- diyerek
uzaklaştı. Ben iki üç ayak merdiveni çıkarak odama girdim.

Derhal yatağın üzerine oturarak yüzümü ellerimle kapadım.
Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyordu:

Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş
ayazda belki saatlerce beklemişti... İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı
halde bana çamaşırım olup olmadığını sordu... Maksadı
meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim
halde aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı
bir şey anlamaktan menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak
bir sersemlik zırhının içine saklanmıştım. Artık kendi
kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım. Aynaya
bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim.
Bu kadarına cesaret edemedim. Kendi kendime: -Ne yapabilirdim?
Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?- diyor, fakat yine kendim:
-Hiç olmazsa kaçmazdın... Hiç olmazsa dinlerdin. Kim
olursan ol... Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın
bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır... Hiç olmazsa
bir tek sözü...- diye cevap veriyordum.

Bütün gün kafam böyle şeylerle uğraştı. Kadından ve çocuğundan
ziyade kendi zavallılığımla meşguldüm. Aylardan beri
içinde boğulduğum rahat alakasızlık bir anda süprülüp gitmişti.
Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım;
merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan...

Soğuk odamdaki karyolada sabaha karşı soyunmadan
uyuyakalmışım...

Bu vakadan iki gün sonra madama çamaşırcı kadının geleceğini
söyledim. -Sakın beni görmeden gitmesin!- dedim. Birkaç
parçadan ibaret çamaşırları kapının arkasına yığdım. Madam:
-Daha kaç gün oldu ki?- diye soracak oldu. -Lazım, lazım...-
diye sözünü kestim.

Akşam işten çıkar çıkmaz eve döndüm. Madam gülümseyerek:

-Çamaşırcı gelmedi beyim!- dedi.

Belki günü yanlış anlamıştı... Belki başka yerde bir iş çıkmıştı.
-Gelir elbette!- diye mırıldandım. Fakat içimde sebepsiz
bir endişe vardı. Onu sabırsızlıkla bekliyordum. Kendisini kapımın
önünden eli boş çevirdiğim akşamın kefaretini vermek,
ruhumu ağır bir yükten kurtarmak için onu bekliyordum. Halbuki
ertesi gün de gelmedi. O zaman kararımı verdim. Gidip
arayacaktım. Madam evini bilmiyordu:

-Gazyağı aldığımız bakkalın çırağı onun komşusudur, mahalleli,
lazım oldukça onunla haber salar!- dedi.

Çırağı bulup evi tarif ettirdim, sonra çarşıya giderek kahvedeki
arkadaşlardan birinden iki lira borç aldım. Araplar Mahallesi'nin
yolunu tuttum.

Daha akşama yarım saat kadar vardı.

İki tarafında yüksek bahçe duvarları uzanıp giden dar, tozlu
yollarda epeyce ilerledikten sonra şehrin kenarına geldim.
Bir adam boyunu pek aşmayan alçak evleriyle Araplar Mahallesi
başlamıştı. Mısırlı İbrahim Paşa ordusundan Konya'da kalanların
kurduğu bu köy artık şehirle birleşmiş ve en fıkaraların
oturduğu semt olmuştu. Bozkırın rüzgarlarına tamamen
açık olan sokaklarında kıvrıla kıvrıla dolaşan dondurucu bir
hava yerin tozlarını, zerreler halinde donmuş olan karlarla karıştırarak,
gökyüzüne kadar savuruyordu.

Sırtımdaki paltoya ve içimdeki yün fanilalara rağmen titriyordum.
Alacakaranlık bastırdığı için sokaklarda kimse kalmamıştı.
Ara sıra sıska bir köpek yolun bir kenarından öbür kenarına
geçerek kendine daha kuytu bir yer arıyordu.

Evi sorduğum çırak bana bu civardaki bir bakkalı tarif etmiş
ve: -Ona sor, gösterir!- demişti.

Biraz ilerdeki köşede, yarı kapalı kepenklerin arasında hafif
bir ışık vardı. Yaklaştığım zaman, arkasında birkaç sucuk demeti,
iki kalıp sabun, kavanoz içinde halka şekeri ve leblebi şekeri
bulunan bir camekan gördüm. Kapıyı itip içeri girince, teneke
mangaldaki birkaç ateşi kurcalayan seyrek sakallı bir
adam hayretle başını kaldırıp yüzüme baktı. Dükkanda camekanda
gördüklerimden başka bir şey yok gibiydi. Bir kenarda
duran musluklu bir gaz tenekesiyle birkaç ölçü, kurumuş ve
tozlanmıştı.

Homurdanır gibi bir sesle:

-Ne istedin?- dedi.

Evi sordum. Yerinden kalkmadan birkaç kelime ile tarif etti.
Aynı homurtulu sesiyle:

-Çamaşır mı yıkattın? Bir şeyini mi çaldı?- diye sordu.

-Hayır- dedim, -çamaşıra gelecekti, gelmedi. Merak ettim!-

İnanmadığını gösterir bir tavırla omuzlarını silkti.

-Ortalıkta göründüğü yok!- dedi. Sonra daha ziyade kendi
kendine söyleniyormuş gibi ilave etti: -Zaten bu mahallede
kimsenin kimseyi gördüğü yok ya!..-

Dükkandan çıktım. Üç beş adım ötede ve karşı sıradaki
evin kapısını yumruğumla çaldım. Açan olmadı. Biraz bekledim.
İyice akşam olmuş, ufukta ay yükselmeye başlamıştı. Biraz
ilerdeki küçük pencereye giderek içeri baktım. Hiçbir şey
görünmüyordu. Eni ve boyu iki karış kadar olan pencerenin camına
parmağımla vurdum. İçerde bir kıpırdama oldu. Tekrar
kapıya döndüm. Biraz sonra taşların üzerinde çıplak ayak sesleri
duyuldu ve küçük kapı hafifçe aralandı.

Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve
yarısını aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda
kımıldamadan duran bu çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki
gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz ağzının etrafındaki
dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal
iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her
zamanki gibi, her şeyden kaçmak... Görmekten, duymaktan ve
beraber ıstırap çekmekten kaçmak.

İçimde buna isyan eden bir şey vardı. Başımı kadına doğru
uzatarak:

-Niçin gelmedin? Merak ettim! Çocuğun nasıl?- dedim.

Kadın belki soğuktan, belki başka bir şeyden titriyordu.
Çıplak ayakları, benim kunduralarımdan içeri işleyerek parmaklarımı
donduran soğuk taşlar üzerindeydi.

Bir şey söylemek için birkaç kere ağzını açtı, fakat çenesi
korkunç bir titreme ile tekrar kapandı.

-Üşüyorsun, haydi içeri girelim!- dedim.

Önüme düştü, dört adım genişliğindeki taş döşeli bahçeyi
geçerek soldaki kapıdan girdik.

Biraz evvel çaldığım pencereden odanın ortasına dört köşe
ve soluk bir ışık düşüyordu.

Kapıyı arkamdan kapadım. Bir müddet ikimiz de kımıldamadan
bekleştik. Gözlerim karanlığa alışınca odanın bir kenarında
yatak kılıklı bir şey gördüm. Parça parça olduğu fark edilen
bir yorgan, bir kenara yığılmış gibi duruyordu.

Hasta çocuğu uyandırmaktan korkuyormuş gibi yavaş bir
sesle tekrar sordum:

-Çocuk nasıl?-

Önümde ayakta duran kadın aynı yavaş sesle, yalvarır gibi:

-Kusura bakma... Gelemedim- dedi, -Çok ağladı. Zaten
aylardan beri durmaz ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi
açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı. Anacığım üşüyorum!
diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası
doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe
gidip yirmi beş kuruş alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak
çorba yapayım da yüreğine can gelsin derdim. Oduna para
verecek halimiz mi var?-

Soğuktan mı, başka şeyden mi olduğunu fark edemediğim
titreme, sesini tekrar kaplamıştı. İyice göremediğim gözlerinden
yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü zannediyordum.

-Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu- diye
devam etti. -Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe
dört yana saldım. Çırpı toplayıp ocakta ateşledim, bir
parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka
odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı
kapamış, kapısını açan olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir:
Ana nerede kaldın, elim kolum dondu, gayrı soğuk yüreğime
varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani
yavru kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp
halimi dökecek kimsem yoktu, kimselerden bir umudum
kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir daha yanından
çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça:
Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye
yalvardı. Isıtacak yeri kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti.
Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç kere uyur gibi oldu.
Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen
uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı,
ısıt beni dedi. Ben ondan kuru, nesini ısıtayım ki... Ama kızım
rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü oldu, dört gün
mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını
bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım,
onu gene uyuttum. Bugün öğleye doğru bir daha gözlerini açar
gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı... Bir daha da gözlerini kapamadı.-

Kadın olduğu gibi oraya çöküverdi. Şimdi odanın ortasında
dizlerinin üzerine oturmuş sallanıyor, duyulur duyulmaz
hıçkırıklarla ağlıyordu.

-Ne diyelim... Allah ona daha çok çektirmedi... Bana ne
diye çektirir bilmem...- dedi. -Ne edeceğimi ben de şaşırdım
gayrı... Kime yarayım, kimden akıl danışayım... Vah kızım
vah...-

Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla
doluydu. Yatağın bir kenarına yığılmış duran yorganı çekerek
orada yatan çocuğu kucağıma almak ve öpmek; önümde dizleri
üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak
istiyordum.

Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen
bir sesle:

-Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine
gelirim!- dedim. Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen
ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün kuvvetimle koşuyordum.
Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu
tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu.
Ben, içimde dayanılmaz bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları
yakalarından tutup oraya götürmek arzusuyla, artık
uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum.

1939

:::::::::::::::::

Uyku

İki arkadaş Yıldızeli'nden Sıvas'a gitmek için şosenin kenarında
otomobil bekliyorduk. Akşam olmaya başlamıştı. Akıllının
biri, gece yarısı gelen treni beklemektense sık sık geçen
kamyonlardan birine atlamamızı tavsiye etmişti; ve biz bir buçuk
saatten beri, yolun kaybolduğu taraflarda beliren her toz
bulutuna ümitle bakarak bu -sık sık- tabirinden kaçar saatlik
fasılaların kastedildiğini düşünmeye dalmıştık. Nihayet, ortalık
adamakıllı karardıktan sonra iki projektör, toz bulutlarını aydınlatarak
bulunduğumuz yere yaklaştı. Biz, yangından veya
selden kaçan insanlar gibi, kollarımızı imdat işaretlerine benzeyen
hareketlerle havaya kaldırıp bağrışarak yolun ortasına atıldık.
Makine hemen önümüzde durdu. Kısa bir pazarlıktan sonra
ellişer kuruşa şoförün yanına binmek hususunda mutabık
kaldık.

Harekete geçer geçmez, münevver adamlara yakışır bir tecessüs
(araştırma, bir şeyin içyüzünü öğrenmeye çalışma) ve cahillikle
ve birbirimizin sözünü keserek sıraladığımız suallerden çıkan
neticeye göre, orta yaşlı bir yük beygiri
kadar mazisi olan emektar kamyon, üç gün evvel Erbaa'dan
kalkıp Turhal'a yük getirmiş ve orada Sıvas'a gelecek şeker hamulesi
bularak yolunu buraya kadar uzatıvermiş. Başımı çevirip
ensemin üst kısmında heybetle yatan çuvallara bakınca içlerinde
beyaz kristalleri görür gibi oldum ve otomobilin sarsıntısından
mıdır, nedir, içime tuhaf bir bulantı geldi.

Şoföre:

-Başka müşterin var mı?- diye sordum.

Birkaç dakikalık bir sükuttan sonra başını hafifçe arkaya
doğru atarak:

-Üç kadın var... Çuvalların üstünde yatıyorlar!-' dedi.

Bu sırada başucumdaki çuvallardan şoför muavininin tamamlayıcı
izahatı geldi:

-Yolda rastladık... Ne mal oldukları belli değil... Parayı peşin
verdikleri için aldık!-

Kendisiyle aynı çuvalların üzerinde uzanan ve belki bacakları
birbirine dokunan kadınların bu sözlerden alınabileceklerini
asla düşünmeden konuşuyor, yılışık ve yorgun bir sesle onların
kılık ve kıyafetleri, şekil ve suratları hakkında malumat
veriyordu.

Bu sırada otomobil birkaç hızlı sarsıntı geçirdi ve muavin
gevezeliği bırakarak gürler gibi bir sesle:

-Usta!- diye bağırdı.

Gözlerimiz hemen şoföre döndü. Onun telaş ile yerinden
kımıldadığını ve bir eliyle gözlerini ovuştururken ötekiyle sımsıkı
direksiyonu kavradığını gördük.

İki arkadaş bir şey anlamadan birbirimize baktık. Muavin
yine izahat verdi.

-Bir şey değil, merak etmeyin... İki gecedir uykusuz, bu akşam
üçüncü gece olacak... Ara sıra kendinden geçiveriyor.-

Sonra, bahsettiği kimsenin duyup duymadığına ehemmiyet
vermeyen o pervasız edasıyla ilave etti:

-Başımıza bir iş açmasın... Anafordan gümleriz vallahi! Pek
dalarsa siz dürtükleyiverin.-

Bu sefer yine birbirimize baktık, fakat bir şey anlamadan
değil, lüzumundan fazla şeyler anlayarak...

Otomobil birdenbire durdu. Fenerler birkaç metre ileride,
yolun solundaki bir çeşmeyi aydınlatıyordu. Şoför yayvan, uyku
sersemi bir sesle bağırdı:

-Rahmi!-

-Buyur usta!-

-Koş, makineye su koy.-

Arkada bir hareket oldu. Bir teneke sesi geldi. Sonra deminden
beri sesini işittiğimiz muavini ilk defa gördük. Hakikatte
kendisini değil, yolculuğun ve mesleğinin ona verdiği
maskeyi görmek mümkündü. Pudralı gibi beyaz kirpikleri ve
saçları muhakkak ki daimi değildi ve ter, makine yağı, benzin
ve tozdan ibaret bir çamurla sıvanan yüzü herhalde aslında
büsbütün başka şekil ve renkte olacaktı.

Tenekeyi çeşmeden doldurduktan sonra radyatöre boşalttı.
Şoförün oturduğu yere yaklaşarak:

-Oldu usta!- dedi.

Açık ela gözlerinde yorgun, fakat hiçbir sebeple kaybolmayacakmış
hissini veren keyifli bir ifade vardı. Bu aralık direksiyonun
üzerine kapanarak bir müddet kestirdiği anlaşılan şoför
yerinden sıçradı:

-Ha? Oldu mu?.. Kapağı iyice kapadın mı?- dedi.

Muavinin gözlerindeki neşeli ifade daha canlandı:

-Hepsi tamam usta!-

-Bir daha bak!-

Şoför başını tekrar direksiyona koydu. Muavin radyatör
kapağını bir daha yokladıktan sonra, insafsız bir gülümseme
ile:

-Tamam usta, tamam!- diye bağırdı.

Şoför kurtuluş olmadığını anlayarak homurdandı ve başını
kaldırdı. Kamyon, efendisinin homurtusunu biraz daha gürültülü
bir şekilde tekrar ettikten sonra yola koyuldu.

Gece ilerledikçe şoförün uyku ile mücadelesi artıyordu.
Ben doğrudan doğruya bir şey söylemeyerek:

-Bu yolda sık sık kaza olur mu?- yolunda kinayelere başvurdum.

Şoför anlaşılmaz bir cevap verdi, fakat muavinin yılışık sesi
tepemizden duyuldu:

-Her zaman olmaz!..-

O zamana kadar mevcudiyetlerini hiçbir vesile ile belli etmeyen
kadınlardan biri, ince, çatlak bir ses ve temizliğini kaybetmeye
başlamış bir Orta Anadolu şivesiyle sordu:

-Geçen gün malmüdürünün karısı nerede öldüydü?-

Muavin:

-Geçtik galiba!- dedi.

Şoför, uykusunun arasında tashih etti:

-Daha gelmedik ulan...-

Merakla sordum:

-Ne oldu? Bir kadın mı öldü?-

Bu suallerle şoförü alakalandırarak uykusunu açmak istiyordum.

Kesik cümlelerle vakayı anlattı. Ara sıra muavin: -Hayır,
öyle değil, şöyleydi!- diye düzeltmeye kalkıyor ve yolcu kadınların
da iştirak ettiği bir münakaşa alevleniyordu.

Şoför:

-Karı zaten sinirlinin biriydi... Başına böyle bir iş geleceği
belliydi!- dedi.

Muavin atıldı:

-Kocası da karıdan yangınmış... Şoförlere: Şunu bir hendeğe
yuvarlayıp beni kurtaramadınız!- dermiş:

Şoför omuzlarını silkti:

-Onu bilmem... Bir kere alıp Sıvas'a götürdüm. O zaman
tenezzüh kullanıyordum. Yolda kırk defa arabayı durdurdu.
Yüz adım gideriz, bağırır: Şoför dur! Mantomu çıkaracağım.
Şoför dur! Pudra çalacağım. Şoför dur! Çok sarsılıyorum, başım
döndü; azıcık bekleyelim... Bir daha tövbe ettim arabama almaya...-

-Canım, kaza nasıl olmuş?- diye söze karıştım. Muavin:

-Kamyonla Sıvas'tan dönüyorlarmış- dedi, -Kocası da berabermiş.
Kamyon bizim Köse'nin arabası... On bir yaşında...
Bir gün evvel yolda sağ tekerleğin rondu fırlamış, telle bağlamışlar...
Sıvas'ta tamir ettirmeden yolcu alıp geri dönmüşler...-

-Belediye, arabaları muayene etmez mi?- dedim.

Muavin cevap vermedi. Şoför yan gözle beni süzerek:

-Belediye, maaş verecek parası kalmayınca, ceza yazmak
için şoförlere yapışır... Başka zaman rahat bırakır!-

Bir müddet sustuk. Şoför kendisini tekrar yakalamak isteyen
uykudan silkinmeye çalıştı, fakat muvaffak olamadı ve
muavin hikayesine devam etti:

-Karının yine siniri tutmuş. Yolda makineyi birkaç kere
durdurmuş. Galiba işte bir sakatlık olduğu bu sefer fıkaraya
malum oluvermiş. Neyse, kocasıyla beraber şoförün yanında
oturuyorlarmış. İşte böyle sizin gibi!-

Arkadaşımın ve benim bu tatsız teşbihten tüylerimiz ürperdi.

-Karı kapının yanındaymış. Makine ufak bir gürültü yapsa,
aman şoför dur! diye bağırırmış. Bu sefer sahiden arkada bir
çatırtı olmuş ve kadın kapıyı açtığı gibi kendini aşağı atmış...-

-Tekerleklerin altına mı gitmiş?- diye bağırdım.

-Hayır!- dedi, -daha beter... Arka tekerleğin rondu sahiden
fırlamış. Araba yüklü olduğu için bu sefer lastik de patlamış.
Karı makinenin yanında nereye kaçacağını bilmeyip dururken
araba sağa kaymış, karıyı çamurluğuna takıp hendeğe
atmış; kendi de üstüne devrilmiş...-

Sonra, hazin olmak isteyen bir ifade ile devam etti:

-Dakikasında gitmiş... Tutacak yeri kalmamış!-

Bir müddet evvel sesi duyulan kadın tekrar söze karıştı:

-Kocası üstüne ceketini örtmüş de durmadan ağlarmış.
Köylüler diyiverdiler!-

Muavin itiraz etti:

-Yok canım... Ertesi günü herifi parkta gördüm. Kafayı
çekmiş, gülüp duruyordu!..-

Şoför, anlayışlı bir tavırla başını salladı:

-Olsun... Hem ağlar, hem güler... Karı bu... Öldüğüne ağlarsın,
yakanı kurtardığına sevinirsin!-

Uzun zaman hiçbirimiz ağzımızı açmadık. Otomobil çalkalana
çalkalana ilerliyordu. Bir aralık karşımızda uzanıp kaybolan
yolun kırk elli adım ilerde kesilip karanlığa karıştığını fark
ettim. Araba, o zamana kadar farkına varmadığımız bir süratle
bu karanlığa doğru gidiyordu. Bir anda kendimizi bu karanlığın
tam dibine gelmiş bulduk.

-Aman!- diye bağırarak direksiyona sarıldım ve sola kırdım...

Şoför:

-Ha!- diyerek uykusundan uyandı ve fren yaptı. Sonra:

-Viraja gelmişiz be!- diye homurdandı.

Projektörler kısa otlarla örtülü bir tarlayı ve hemen önümüzdeki
derince bir hendeği aydınlatıyordu. Beyaz tozlarıyla
parlak ve kirli bir kordele gibi uzanan şose solumuza doğru
kıvrılıp gidiyordu.

Kendimi tutamayarak:

-Kendine gel yahu!.. Arabayı devirecektin!- diye bağırdım.

Şoför, kabahatini bildiği için hafif ve özür dileyen bir sesle:

-Bir şey olmaz!- dedi.

Muavin, o garip bir alay gizleyen sesiyle:

-Devrilmezdik...- dedi. -Ön tekerlekler hendeğe beraber
girerdi. Zınk der dururduk...- Sonra daha keyifli bir sesle ilave
etti:

-Yalnız araba sarsılıp arka tekerlekler havaya kalkınca şeker
çuvalları ensenize inerdi!..-

Başımı çevirip ters bakışlarla bu münasebetsize haddini
bildirmek istedim, fakat karanlıktan ve üzeri damgalı birkaç
çuvaldan başka bir şey görmedim.

Bundan sonra uyku, şoför ve makine arasında müthiş bir
mücadele başladı... Zavallı adam üçüncü uykusuz geceyi de
yarılamak üzereydi ve direksiyondaki elleri titriyordu. Birkaç
kere kendisini tutup uyandırmak icap etti. O zaman yalvaran
gözlerle yüzümüze bakarak:

-Müsaade edin, şurada durup on dakika uyuyayım... sonra
gideriz!- dedi.

Ben razı oldum. Arkadaşım daha tecrübeliydi:

-Olmaz- dedi. -Bir uyursa yarın öğleden evvel uyanmaz,
zorla uyandırırsak büsbütün sersemler ve başımıza iş açar...
Uyutmayız ve yolumuza gideriz!..-

Makine birdenbire durdu ve şoförün sesi duyuldu:

-Rahmi... makineye su koy!-

Hakikaten kenarda sicim gibi akan bir çeşme vardı. Gecenin
sessizliğine ince ve ürpertici bir şırıltı yayılıyordu. Şoförün
başı direksiyona düşmüş ve hareketsiz kalmıştı.

Aynı şey iki üç kilometrede bir tekrara başladı. Adamın uykusuz
ve yarı kapalı gözleri yolun sağında veya solundaki en
küçük bir çeşmeyi bile kaçırmıyordu. Makine zınk diye duruyor
ve o sarhoş ses benzin kokusuna ve toz bulutlarına karışarak:

-Rahmi...- diye gecenin duvarlarına çarpıyor, akisler yapıyordu.

Şoför kendisini her uyandırışımızda o yalvaran bakışlarıyla;
-Müsaade edin, beş dakika uyuyuvereyim!- cümlesini tekrar ediyordu.

Bir aralık yine durduk. İki tarafıma dikkatle baktığım halde
çeşme falan göremedim. Buna rağmen meçhul bir istikametten
gayet hafif bir su şırıltısı geliyordu.

-Rahmi... makineye su koy!-

-Demin koyduk ya usta!-

-Sus be... yol fena... motör kızıyor!-

Yol birçok şoförlerin -çok güzel- dedikleri virajsız, yokuşsuz,
sadece çakılları fırlamış bir şose idi ve uykusuz adam iki
üç dakika kestirebilmek için bu basit yalana başvuracak kadar
harap haldeydi.

Rahmi tenekesiyle beraber inip yolun kenarında çeşme aramaya
başladı. Ortada böyle bir şey yoktu. Nihayet sol taraftaki
bayırdan ve kuru otların arasındaki çamurlu bir mecradan aşağıya,
şosenin hendeğine süzülen zavallı bir su akıntısını keşfetti.
Kocaman tekneyi buradan doldurmak imkansızdı, fakat
maksadın radyatöre su koymak değil, birkaç dakika durmak
olduğunu anlamışa benzeyen Rahmi, avuçlarını doldurup tenekeye
boşalttı, makinenin etrafında bir takırdadı ve artık kendisini
de sarmaya başlayan bir yorgunlukla, uyuşmuş bacaklarının
üzerinde sallanarak o insafsız cümlesini haykırdı:

-Tamam usta!..-

Şoför bu sefer uyanacağa benzemiyordu. Kasketinin altından
fırlayan, tozdan bembeyaz olmuş saçları direksiyonun üzerine
serilmişti. Kafasına odun yemiş biri gibi, tamamıyla kendinden
geçmiş bulunuyordu. Muavin tekrar etti:

-Hadi usta, tamam!-

Bunun da fayda etmediğini görünce ben işe karıştım, şoförü dürttüm:

-Hadi bakalım... uyan... az kaldı!-

Ne kadar kaldığını kendim de bilmiyor, sadece zavallıya
biraz gayret vermek istiyordum.

Şoförün başı kalktı:

-Gidemeyeceğim beyim!- dedi ve tekrar önüne düştü.

Arkadaşıma baktım. Yüzünde hiç insaf yoktu. Sert bir sesle:

-Gidemeyeceğim olmaz... Kalk, yüzüne biraz su vur, açılırsın!-

Şoför kımıldadı, yanındaki kapıyı açtı: Uykunun, her uzvuna
nasıl ağır taşlar halinde çöktüğü bütün hareketlerinde görülüyordu.
Ayakları mevcut olmayan taşlara takılarak hendeğin
kenarına kadar sendeledi. Orada biraz durdu. Karşısındaki
suya kadar gitmek kendisine herhalde pek mühim ve güç bir
yolculuk gibi görünüyordu. Nihayet yavaşça olduğu yere çöktü
eliyle bize doğru bir işaret yaparak:

-Müsaade buyurun beyim... beş dakika uyuyayım!- dedi
ve oraya, tozların içine boylu boyuna uzandı.

Çaresizlik içinde arkadaşımla birbirimize bakıştık. Beş dakika,
on dakika, yirmi dakika bekledik. Rahmi tenekesini yerine
koyup çuvalların üstüne çıkmıştı. Ne onun, ne yolcu kadınların
sesi duyulmuyordu. Sadece kuru otların ve çamurların
arasından süzülüp hendeğe akan ve orada, kireçli topraklardan
bozkırın kuru bağrına sızan suyun mırıltısı vardı. Ne kadar süreceğini
bilemediğimiz bu bekleyişten bizi, karşı tepelerden birdenbire
beliren iki projektörle bir motör gürültüsü kurtardı.

Daldığı uykudan top seslerinin bile uyandıramayacağı sanılan
şoför hemen yerinden fırladı, gözlerini ovuşturarak yerine
geçip oturdu. Hayretle sordum:

-Ne oldu?-

-Makineyi kenara alayım, karşıdan araba geliyor!-

-Nasıl farkına vardın?-

-Dünya yıkılsa haberim olmaz ama, motörün sesini cenazem
bile duyar!-

Projektörleri görünen araba bizi müthiş bir toz bulutu içinde
bırakarak yanımızdan geçip gitti. Yolumuza devam ediyorduk.
Yuttuğumuz benzin buharı ile toz bizi de sersem etmişti.

İki saat sürdüğü söylenen yolu, altı saatten beri bitiremiyorduk.
Vakit gece yarısını geçmişti. Uyumaktan ve böylece şoförü başıboş
bırakmaktan korkuyorduk.

Oldukça dik bir yokuşu çıkıp bir müddet ilerledikten sonra
şoförün dalmak üzere olduğu uykudan silkinip gözlerini ovuşturduğunu
fark ettim. İleri doğru bakıyordu, ben de gözlerimi
kısarak baktım, tozlu camdan başka bir şey göremedim.

Araba tekrar durmuştu. Eskisinden daha harap, ancak duyulabilir
bir sesle şoför:

-Rahmi!- dedi.

Arkadaşım elini sırtımdan uzatarak şoförü dürttü:

-Bırak... bu çeşmenin suyu yoktur, boşuna oğlanı indirme...-

Sonra bana döndü:

-Haydi, Sıvas göründü. Başımıza bir iş gelmeden inip yayan
gidelim!-

Kapıyı açtı, aşağıya atladık. Projektörün ışığında cebimden
bir lira çıkardım. Bu sırada tekrar önüne kapanmış bulunan şoföre:

-Al paranı!- dedim.

Ses yoktu. Dürttüm:

-Alsana yahu... Parayı vermeden giderim ha!-

Başını zahmetle kaldıran şoförün üzerinde bu tehdit hiç bir
tesir göstermişe benzemiyordu. Yüzlerce kiloluk bir ağırlık taşıyormuş
gibi aşağıya çekilen elini uzatarak:

-Siz sağ olun beyim!- dedi.

Başını tekrar direksiyona yerleştirirken avucundaki yeşil
banknotun ayaklarının ucuna düştüğünü gördüm. Yavaşça kapıyı kapadım.

Kamyonun arka tarafına dolanarak şeker çuvallarının üzerindeki
karanlığa baktım. Birisini uyandırmaktan korkuyormuş
gibi hafif bir sesle:

-Rahmi!- dedim.

Cevap veren olmadı. Ortalıkta en ufak bir hareket ve ses
yoktu. Otomobil, taşıdığı canlı mahluklar, şeker dolu çuvallar
ve her tarafına yapışan tozlarla birlikte derin bir uykuya dalmıştı.
Yalnız soğumakta olan motörden, yapraklar üzerinde dolaşan
böceklerin ayak sesine benzeyen çıtırtılar yayılıyordu.

Projektörlerin ışığı, yolun üzerine dağılmış gibi duran taş parçalarına
boylarının iki üç misli gölgeler veriyor ve kesik kesik
nefes alıyormuş gibi titriyordu. Arkadaşımla kol kola girerek
uzaktan tek tük pırıltıları görünen şehrin yolunu tutunca bu
ışık sırtımıza yapıştı, gölgemizi uçsuz bucaksız karanlıklara kadar
uzattı ve biz ensemizde hissettiğimiz bu yapışkan elden
kurtulmak için adımlarımızı hızlandırdık.

1939

:::::::::::::::::

Selam

Yatağın içinde dönerek güneşin yüzüme vurmayacağı bir
köşeye kaçtım. Faydasız! Birkaç dakika sonra keskin bir ışık beni
olduğum yerde buluyor ve yüzümü, ensemi yapışkan bir tere
boğuyordu. Bu sırada yattığım otelin altındaki kahvenin gramofonu
da uykuya devam yolundaki son irademi kırdı. Boğuk
sesli bir hanende avaz avaz:

Gözlerine sürme çek,

Kına yak parmağına!

diye bağırıyordu.

Kalktım, giyindim ve beni bu küçük kasabada alıkoyan
serseriliğe için için güldüm.

Bursa'da bir ahbabı görmek ve bir müddet edebiyattan
başka mevzularda konuşmak için yola çıkmıştım. Yalova'da oldukça
rahat bir kamyona yerleşmiş ve bir sürü tehlikeli ve güzel
kıvrımlardan sonra Orhangazi -namı diğer Pazarköy-e gelmiştim.
Bu küçük kasabaya inerken uzaktan gördüğüm İznik
Gölü beni garip bir cazibe ile kendine çekti. Hiç sebep yokken
otobüsü kaçırdım ve burada kaldım. Muayyen kaide ve mantıklara
tabi olarak geçen hayatımda bu güya mühim bir kahramanlıktı.

Fakat, menfaatlerin, ince hesapların emir kulu olmaktan
kurtulmanın ve aklıma eseni yapıvermenin verdiği rahatlık ve
gururun ömrü uzun sürmedi. Daha uğrunda yolumdan kaldığım
İznik Gölü'ne giderken canım sıkılmaya başladı. Göle yaklaşınca
yolu şaşırarak sazlıklar, bataklıklar arasında kayboldum.
Güç hal ile ulaştığım sahil de bana fevkalade bir manzara
arz etmedi. Her büyük su kıyısı gibi bir miktar kum, bir miktar
çakıl, ve rüzgarın şiddetine göre dalgalanan manasız bir satıh!
Yegane yenilik, bu suyun tuzsuz olduğunu bilmekten ibaretti.

Tekrar yolu kaybetmekten korkarak acele kasabaya döndüm.
Ortalık kararmış, birkaç dükkanda sönük petrol lambaları
ve konduğum otelin altındaki kıraathanede, ziyası yükselip
alçalan bir lüks yakılmıştı. Önünden geçtiğim bir aşçı dükkanının
camekanı iştahımı kapamaya kafi geldiği için kahveye oturup
bir çay ısmarladım ve bir miktar peynirle biraz üzüm getirttim.
Bu sırada kendi kendime:

-Bende sahiden akıl yok...- diyordum. -Uzaktan erimiş
kurşun gibi parladığını gördüğüm bu su beni yolumdan alıkoyuyor.
Düşünmüyorum ki, o su, ancak uzaktan çok güzeldir.
Onunla yakından temas etmek, bir sürü küçük, fakat yekunu
büyük münasebetsizliklere katlanmaya mecbur olmak demektir.
Yaşım otuzu geçti. Bu manasız heveslere oyuncak olmanın
bir macera telakki edileceği yaş değildir. Küçük şeyler için büyük
fedakarlıklarda bulunmayı kabadayılık telakki edecek değilim ya?-

Gece ilerledikçe canımın sıkıntısı daha çok artıyordu. İçimde,
bir alışverişte aldatılmış olmanın ezgisi vardı. Mermer masaların
üzerinde, yıpranmış bir halde, o günün gazeteleri yatıyordu.
Sabahtan beri iskelede, vapurda, Yalova'da, hatta otobüste
evirip çevirerek gözden geçirdiğim sahifeleri bir kere daha
karıştırdım. Uzak köşelerden birinde kağıt oynayan üç memura
gözlerimi dikerek yüzlerinden karakterlerini okumaya ve
hiç olmazsa bu şekilde istifadeli bir iş yapmaya çalıştım. Fakat
yaptığım işin onların ruhlarını okumak değil, kendi basit muhayyilemin
uydurduğu şeyleri o şahıslara yamamak olduğunu
pek çabuk fark ettim. Kalkıp odama çıktım.

Sabahleyin beni uyandıran güneş, daha evvel bütün odayı
dolaşmış ve her köşeyi ayrı ayrı kızdırmışa benziyordu. Derhal
yataktan atlayarak giyindim. Çantamı kapattım ve sokağa fırladım.
Ortalıkta, zaman zaman esen rüzgarın kaldırdığı tozlardan
başka hareket yoktu. Yıkık bir caminin nasılsa ayakta kalmış
olan bir minaresi duvarlar üzerinde çıkan bir yabani incir
ağacıyla sarmaş dolaştı. Bir eskici, örsünün üstünde uyukluyor,
yan sokaklardan birinde iki çocuk, pis bir su yolunun önünde
topraktan bentler yaparak oynuyordu. Kahvenin gramofonunda,
zavallı bir kadının sesi:

-Çıkmam Allah etmesin meyhaneden-

diye yırtınıyordu. Bursa'ya geçecek otobüslerin gelmesine daha
bir saatten fazla vakit vardı... ve ben, ruhu olmayan bu kasabadan
kaçmak için can atıyordum.

Bu sırada karşıma çıkan bir berber dükkanı, istemeden elimi
yanaklarımda dolaştırdı. Epeyce sakallı idim. İstanbul'dan
gelecek olan zarif otobüs yolcularının arasına bu kılıkla binmek
istemezdim. Benim buradan değil, kendilerinden olduğumu bir
bakışta anlamalıydılar. Otele tekrar girip çantamı açmak, sıcak
su isteyip tıraş olmak, sonra takımları yıkayıp yerleştirmek bana
o kadar güç geldi ki, istemeye istemeye bu dükkana yöneldim.

Berber:

-Buyurun- dedi ve fazla iltifat etmeden bir çekmeceden
peşkir çıkarmaya, bir musluktan sıcak su almaya koyuldu.

Önümdeki uzun mermer masanın üzerinde, sinek pislemesine
engel olmak için pudra ile damgalanmış yaldızlı çerçeveli
büyük bir ayna vardı. Aynanın camı üzerinde istedikleri
gibi faaliyet göstermelerine müsaade edilmeyen sinekler bu
yaldızlı çerçeveye o nispette fazla kıymışlardı. Aynanın önünde
ve masanın mermeri üzerinde, aynı şekilde sineklerin taarruzuna
uğramış; çoban kolonyası şişeleri ve üzerlerinde Almanya
İmparatoru palabıyıklı Wilhelm ile melaike yüzlü karısının
resimleri bulunan iri pudra kutuları duruyordu. Duvarlarda,
mahut sineklerin tahribinden kurtulamamış renkli resimler
vardı. Bunlar, yeldeğirmenleri ve kanallarıyla bir Hollanda
ovasını, mağmum (kederli) yüzlü ve ağır yürüyüşlü ziyaretçileriyle
bir orman kilisesini ve general Trikopis'in kılıcını teslim
edişini gösteriyorlardı.

Berber kır saçlı, hafif çiçekbozuğu, seyrek bıyıklarının arasından
temiz dişleri görünen kırk kırk beş yaşlarında uzun
boylu ve zayıf bir adamdı. Uzun boynunu ikide birde sağa sola
büküyor, daima bir şeye hayret ediyormuş gibi kaşlarını kalkık
tutuyordu. Bu yüzden alnı hep buruşuk duruyor ve çehresi daima
mühim meseleleri düşünüp halleden bir devlet adamı ifadesi alıyordu.

Önüne oturup yüzümü ellerine bıraktım. İki avucunun bütün
genişliğiyle yanaklarımı ovalamaya başlamıştı ki, dükkanın
kapısı önünde dokuz yaşlarında bir kız çocuğu peyda oldu.

Kapının eşiğine gelip sırtını duvara dayadığını ve hiçbir
şey söylemeden beklediğini pudralı aynada görmüştüm. Sarı
saçlı başını önüne eğmişti. Ayağındaki nalınların kayışından,
biraz kirli, fakat muntazam parmaklar çıkıyordu.

Berber masanın çekmecelerinden birini açarak içinden bir
miktar para aldı ve çocuğa verdi.

-Al kızım, Feride, kardeşlerin nasıl? Validen iyi mi?- dedi.

Kız bütün bu suallere evet makamında başını sallayarak
cevap verdi ve hemen uzaklaştı; berber işine devam etti.
Ben merak etmeye başlamıştım. Evvela kendi kızı zannettiğim
bu çocuğun çekingen ve durgun hali bana garip geldi. Berberin
tavrı sormaya cesaret vermediği için muhtelif ihtimalleri
düşünerek kendim bir neticeye varmak istiyordum. Evvela,
herhalde kendi çocuğu, fakat karısından ayrılmış olacak, dedim.
Sonra akrabası olması ihtimalini hatırladım. Nihayet düşünmekten
vazgeçtim.

Fakat pek az sonra kızın, başı önünde, sessiz bekleyişi tekrar
kafamda canlanıyor ve beni rahat bırakmıyordu.

Usturayı yüzümden uzaklaştırdığı bir sırada:

-Kızın mıydı?- diye soruverdim.

-Hayır!-

Sükut.

Berber yüzüme yetişmek için adamakıllı eğiliyor ve uzun
kollarıyla havada büyük hareketler yapıyordu. Yüzümü yıkamak
için pirinç leğeni sıcak suyla doldurmaya gitti. Sırtına doğru
tekrar sordum:

-Dilenciye benzemiyordu!-

Çocuğa verdiği paranın, bir dilenciye verilen cinsten olmadığını,
otuz kırk kuruşa yakın bulunduğunu görmüştüm.

Leğeni getirip gırtlağıma dayarken:

-Dilenci değil!- dedi.

Bir çekmeceden bir havlu çıkararak yüzümü kurulamaya
başladı.

İşini bitirip bana -Saatler olsun- dedikten sonra:

-Bizim berber Yusuf'un kızıydı o!- diye ilave etti...

Bunu söylerken kaşlarını kaldırdığı için berber Yusuf'un
mühim bir adam olduğuna hükmettim.

-Kim bu berber Yusuf?-

Karşı tarafta, kepenkleri kapalı küçük bir dükkan gösterdi:

-Şurada dükkanı vardı!-

-Ne oldu?-

-Sorma!-

Cevap verirken işine devam ediyor, havluları devşiriyor,
leğenin suyunu köşedeki bir gaz tenekesine boşaltıyordu.
Pek hakiki olmayan bir merakla, ve can sıkıcı bir hikaye
dinlemekten korkarak:

-Öldü mü- dedim, -bu berber Yusuf?-

-Yok canım, aldı başını gitti!-

Ev kavgası, komşu kavgası, tarla kavgası... Bir sürü ihtimal
kafamdan geçti ve -Eyvah!- dedim. -Hikaye galiba zannettiğimden
daha manasız!-

Elimi cebime atarak para vermeye ve çıkmaya hazırlandım. Berber:

-Otobüslere daha vakit var. Otur da sana şu Yusuf'un meselesini
anlatayım. Allah insanın aklını başından almasın, yoksa!- dedi.

Adeta emreder gibi söylemişti ve yüzünün hakim tavrı, alnının
buruşukları beni itaate sevk etti. Otobüs beklediğimi nereden
bildiğine de ayrıca hayret ettim.

-Kırk yaşında adam aklı başında oturmazsa işte böyle
olur- diye başladı. -Üç çocuğunu da gözü görmedi, gül gibi ailesini
de gözü görmedi, yirmi beş senedir ekmek yediği dükkanın
kapısını çekti gitti.-

Sözlerinin beni pek fazla meraklandırmadığını görünce biraz
canı sıkılmış gibi devam etti:

-Aşağı yukarı bu zanaata beraber başladık. İkimiz de çıraklığımızı
Bursa'da yaptık. Elimiz usturaya, makasa yatınca
gelip burda birer dükkan açtık. Hamdolsun, geçinip gidiyorduk.
Memleketi gavur aldı, kasabayı yaktı, biz kaçtık, şurda
burda süründük, yine geldik, işimize başladık. Hepsi bir varmış,
bir yokmuş. İyi gün de, kötü gün de düş gibi geçip gidiyor.
Ben evlenmedim, kısmet değilmiş. Artık hovardalık yapacak
halimiz de kalmadı. Yusuf evlendi. Şurdan, Büyükköy'den bir
Çerkez kızı aldı. Üç tane de çocuğu oldu.-

Karşımda bir iskemleye oturup bacaklarını birbirinin üzerine
atmış ve sonra düğüm yapar gibi dolaştırmıştı.

-Büyük kızını gördün: Tam anası... Ötekiler oğlan. Allah
bağışlasın. Kıymetini bilen için dünyaya bedel... Velakin, bizim
Yusuf'un aklı yerinden gitmeye bahane ararmış. Hiç de umulmazdı.
İşinden gücünden başka şeye baktığı yoktu. Baksa da
ne görecek? Dün akşamdan beri sen buradasın, bakındın bakındın
da ne gördün? İşte efendim, böylece geçip gidiyorduk. Derken
iki üç ay evvel buraya bir kumpanya geldi. Kahvenin camlarını
kara perdelerle örtüp orada oyunlar vermeye başladı. Bizim
gibi adamın orada ne işi var? Yalnız kızlar iki üç günde bir
gelip saçlarına maşa vurdururlardı. Allah bereket versin, beş on
kuruşları nasip olurdu. Günün birinde baktım, kızlardan biri
işini bitirince çekip gideceğine Yusuf'un dükkanında oturup
yarenlik ediyor. Allah Allah! dedim. Yusuf'un da konuşacak lafı
olur mu ki? Kız da ona söyleyecek ne bulur? Benim gibi biri...
Üstelik tepesinde saçı da kalmamış. Bir gün, iki gün, kız öğlen
demiyor, akşam demiyor, Yusuf'la oturup bakışıyor. Bir gün ne
göreyim, Yusuf evden sazını getirmiş. Güzel çalardı ha, delikanlılığımızda
az mı ahenkler yapmıştık, hovardalıkta az mı
saz paralamıştık! Ama senelerden beri eline aldığı yoktu. Dediğim
gibi, bir gün dükkana getirmiş, tıngırdatmaya başladı. Bir
gün, iki gün, arkası gelmez. Baktım kız da yavaş sesle okuyor.
Ahenk yolunda. Burada ne müşteri olacak? Akşama sabaha birkaç
memur, pazardan pazara birkaç köylü... İş yok, vakit çok.
İnsan bundan azarmış zaten. Bir gün Yusuf'u çektim yanıma.
Ülen, dedim, ne olacak senin halin? Ne var ki, dedi. Daha ne olsun?..
Güpegündüz koynuna alacak değilsin ya? Halinden
utan! Yusuf bir kızardı. Aman, emmioğlu, ağzına aldığın lafa
bak. Şart olsun eli elime değmedi. Yarenliğimden hoşlanıyor
herhalde... Bir iki de köy deyişi çalıyorum, gülüp: Sağ ol Yusuf
Ağa, diyor. O kadar... Böyleleri bize bakar mı?.. Ama bunu
derken içi de kan ağlıyordu. Neyse ki umudu yoktu. Ara sıra
kız dükkana uğramayıverirdi. Hani gece oyundan sonra efendiler
ahenge götürürlerdi de sabaha kadar kızlara içirip oynatırlardı,
ondan. Böyle zamanlarda Yusuf'un hali pek perişan
olurdu. Melül melül önüne bakar, sazına dokunur, müşteriye
itibar etmezdi. Birinin yüzünü kesiverecek de başına dert alacak
diye korkardım. Arada benim dükkana bir uğrardı. Ne haber
senin avrattan deyince: Bırak şu kahpeyi! diye celallanır,
amma akşama doğru kız gelince sazını kucağına alıp boynunu
büke büke çalardı. Her hallerini görürdüm; dükkanı ayna gibi
karşımda... Yusuf yavru kuzu gibi karıya baktıkça domuzun
kızı da sırıtıp oynaşırdı. Ama Yusuf'un dediğine bakılırsa pek
halden anlarmış. Onun babası da berbermiş. Altı aynalı dükkanı
varmış. Sekiz kardeş oldukları için bunlara bakmazmış. Kız
da ekmeğini bu yolda aramış. Nasip buymuş.

İlle günün birinde işler bozuluverdi. Bizim deli Yusuf bir
akşam duramamış, kafayı çektiği gibi tiyatroya dayanmış. Geçmiş
en öne kasılmış. Karı onu orada görünce bir şaşırmış. Sonra
gözünün ucuyla bir selam çakmış. Yusuf kendini tutamayıp
'Aaaah!' diye bir bağırmış. Kız bunun üzerine şöyle bir daha
başka türlü göz atmış. Yusuf büsbütün kendini kaptırıp, 'Kurban
olayım!' diye çığırmış. Kaymakam köşeden işaret edince
Yusuf'un kolundan tutup dışarı atmışlar.

O günden sonra kız bir daha Yusuf'un dükkanına gelmedi.
Herhalde rezillikten korktu. Kart adamın sevdalısı tatsız olur,
yapıştıkça yapışır... Öyle ya!.. Zaten çok da kalmadılar, üç beş,
gün sonra çekip Bursa'ya gittiler. Yusuf o geceden sonra kendini
bıraktı, adamakıllı zebun oldu. Halinden korkmaya başladım.
Kızı para istemeye dükkanın kapısına gelince bir bağırır,
yedi mahalleye duyururdu. Kızcağız da, hani şu az evvel buraya
gelen, gözünü silip eve kaçardı. Ama çok sürmedi. Beş on
günde Yusuf kendine gelir gibi oldu. Bir gün dükkana uğradı:
Bizdeki de akıl mı ya? dedi, öyleleri bize bakar mı? Gönül eğledi
gitti... Yalnız dilleri pek hoştu. Dargın kaldığıma yanarım!
dedi. Durdu, durdu: Kim bilir şimdi nerdedir, kimlere tatlı dil
döküyordur? diye içini çekti. Yusuf, aklını başına topla, evine,
ailene mukayyet ol, dedim. Allah bilir ya, yürekten söylemedim.
Biz de gönül hali nedir biliriz. Sevdalıya pent (Farsça -pend-, öğüt
anlamında) vermesi kolaydır. Gel de sevdayı çekene sor... Ama, dediğim
gibi, Yusuf kendini çabuk topladı. Çoluğuna çocuğuna bağırmaz oldu. Kızın
lafını etmedi. Bir gün baktım, sazını da evine götürmüş...

Eh, artık bu da geçti diyordum. Bir gün Yusuf'la benim
dükkanda oturup konuşuyorduk. Bana bak Yusuf, dedim, insan
hali işte böyle. On beş günlük ömrü on beş seneye sığdıramazsın
da, on beş senelik ömrü on beş günde yaşayıverirsin!
Aldırma, Allah ömür verir de sakalımız ağarır, belimiz bükülürse
karşı karşıya oturur, bugünleri anıp söyleşiriz. İnsanın iyi
günü de, kötü günü de geçer, elverir ki bugünlerden anacak bir
şey kalsın! Yusuf başını sallar, içini çekerdi. Lakin gönlünün
derdi kalmamıştı, her halinden belliydi. İşte o sırada içeri bizim
Kara Hakkı girdi. Hoş geldin Hakkı, işler nasıl? dedim. Ortalarda
görünmedin, deliğe girdin sandık... Kara Hakkı pek köyde
durmaz, Bursa, Balıkesir, İzmir'e kadar dolaşır, keyif satardı.
Senin anlayacağın esrar götürürdü. Bizim buranın kendirinden
çok ala esrar çıkar ha! Hakkı: Aleykümselam dedi. Yusuf'u görünce:
Aman üstümde kalmasın, Yusuf Ağa, sana selam getirdim!
dedi. Yusuf bir sarardı. İçine doğmuş garibin... Kimden?
dedi. Hakkı güldü. Malın gözü imişsin ya, Yusuf Ağa; hiç senden
ummazdım. Hiç de fena karı değil! dedi. Sonra anlattı. Balıkesir'den
gelirken Susurluk'ta bir handa kahve içiyorlarmış.
Bursa'dan Balıkesir'e giden bir kumpanyaya rastlamışlar. Şundan
bundan konuşurlarken Hakkı'nın Orhangazili olduğunu,
şimdi de oraya gittiği duyan bir karı: Aman, orda berber Yusuf
vardır, tanır mısın? demiş. Hakkı, Yusuf'u kim bilmez? deyince,
Yusuf'a benden çok selam et! demiş. Adını da söylemeyip, sen
selamımı diyiver, o bilir! demiş. Hakkı işin alayında, hem anlatıyor,
hem gülüyordu. İkide bir Yusuf'un dizine vurup: Yaman
adammışsın Yusuf Ağa, karı durdu durdu sana selam etti.
Kamyona binip tozun toprağın içinde kaçarken bile kafasını
camdan uzatıp, aman Yusuf'a selamımı, unutma! diye bağırdı,
diyordu.

Yusuf sesini çıkarmadı. Ben Hakkı'nın tıraşını bitirinceye
kadar bir yeryüzüne, bir gökyüzüne bakıp oturdu. Hakkı'nın
arkasından, bir söz bile demeden çıktı, dükkanına gidip kepenkleri
indirdi, kapıyı kilitledi. Tekrar benim dükkanıma geldi.
Anahtarı uzatıp, al Emmioğlu, bu sende kalsın. Selamını aldım,
gayrı buralarda duramam. Herhalde onu bulmalıyım! dedi.
Aman Yusuf, etme Yusuf demeye vakit kalmadan çekti gitti.
İşte o gidiş.-

Birbirine doladığı uzun ve ince bacaklarını açtı, bana doğru
uzattı. Kocaman ve ökçeleri basık ayakkaplarının burnu adeta
diz kapaklarıma kadar geliyordu. Düşünceli bir tavırla başını
sallayarak:

-Çoluğu çocuğu ortada kaldı- dedi. -Bu kadar sene karşıbe-karşı
esnaflık ettik. Aynı zanaatın ekmeğini yedik. Onlara
bakmak bize düştü artık!-

Sonra, gözlerini karşı dükkana dikti. Biraz düşündü. Hakikatleri
olduğu gibi görmekten ve söylemekten hiçbir korkusu
olmayan insanlara mahsus bir açıklıkla ilave etti:

-Hem Yusuf dükkanını kapatıp gidince onun müşterisi de
bana kaldı. Çocuklarının nasibi bana devroldu. Onların nafakası
boynumuza borçtur.-

Söyleyecek bir söz bulamayarak etrafıma bakındım. Otelin
önünden gelen motör sesleri otobüslerin geçmeye başladığını
haber veriyordu. Acele tıraş parasını vererek sokağa fırladım.
İçimde tuhaf bir utanma vardı. Güzel bir manzara için bir günlük
itiyadımı değiştirmek, bir gecelik rahatımı feda etmek, bana
kaybedilmiş bir alışveriş gibi gelirken, bir kuru selamın arkasından
başını alıp giden Yusuf'u ve onun, içinde kim bilir ne
dünyalar yaşayan, saçsız başını düşünüyordum.

Dört elle sarıldığımız birçok kıymetlerin; uğrunda, sahici
bir insan gibi kalbimiz ve kafamızla yaşamayı feda ettiğimiz
binlerce sözde mühim şeylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabileceğini
bana öğreten Yusuf! Benden de sana selam olsun...

1940

Bir Mesleğin Başlangıcı

Gece yarısından iki saat kadar sonra trenimiz Sıvas'a geldi.
Ankara ile Kayseri arasında bizi adamakıllı bunaltan sıcağa
mukabil Sıvas'a yaklaştıkça ve gece ilerledikçe hatırı sayılır derecede
sert bir soğukla karşılaşmıştık. Arkadaşımla birlikte ceketlerimizin
yakasını kaldırarak, istasyon büfesine girdik, birer
çay istedik. İçerisi nefesten ve sigara dumanından buğulanmıştı.
Bütün masalar doluydu. Başlarını masanın muşambasına koyup
uyuyanlar veya bizim gibi yer bulamayıp ayakta zeytinyağlı
biber dolması yiyenler vardı... Ankara, Samsun, Diyarbakır
ve Erzincan'dan gelen ve bu istikametlere giden trenlerin
hareket ve muvasalat (varış) zamanları gece yarısından sonra saat bir
ile üç arasına tesadüf ettiği için bu saatlerde Sıvas istasyonu, binanın
dışını kaplayan derin sükunetle büyük bir tezat halinde
idi. Arabacılar, kaybettikleri müşterilerini, tren kalkıverir de paramı
alamam korkusuyla, peronun dört tarafına koşup arıyorlar,
askeri mektep talebeleri başörtülü anneleriyle vedalaşıyorlar,
yer yer dizilmiş bavulların kenarında, atkılara sarılmış küçük
çocuklar uyukluyor veya vızıldıyorlar, istasyonun henüz
parke döşenmemiş, toprak ve karanlık kısmında köylüler heybelerinin
ve sepetlerinin arasında çömelip oturuyorlardı.

İstasyonun önü karanlıktı. Atlarının renk ve şeklini, arabacısının
yüzünü görmeden bir faytona atladık. Şimdi ismini hatırlayamadığım,
fakat herhalde -Palas-lıkla alakası olan han
bozması bir otelin önünde durduk. Bize gösterilen odada, verilen
kati teminata ve insanı sersem eden filit kokusuna rağmen
tahtakurularından uyumak mümkün olamayacağını tecrübelerimle
biliyordum. Bir tek ümidim, ayakta duramayacak kadar
yorgun oluşumdu.

Arkadaşım halkıyat (folklor, halkbilim) tetkikleri yapmak, hikaye
ve şiir toplamak için seyahate çıkmış genç bir alimdi. Kayseri'den trene
binmiş, artık sıkılmaya başladığım yalnız yolculuğun hiç olmazsa
bir kısmına iştirak edeceği için beni pek sevindirmişti.
Gözlüklerinin arkasından biraz mahcup bir hal ile etrafı süzen
gözleri tesadüf ettikleri cansız eşyadan bile rivayet toplamak istiyormuş
gibi meraklı ve sorucuydu. Bize muslukların yerini
gösteren, yastıkların kirli tarafını el çabukluğu ile alta çevirip,
meydana çıkan tarafın daha berbat olduğunu görünce pişkin
bir gülüşle yüzümüze bakan otel hizmetkarını derhal sorguya
çekti, aşık kahvelerinin yerlerini, meşhur saz şairleri bulunan
köylerin isimlerini öğrendi. Hatta bir aralık uyku sersemi adamı
oturtup Bey Böyrek veya Köroğlu masallarının Sıvas rivayetini
söyletmeye kalkacak diye korktum, bir bahane ile delikanlıyı savdım.

Uyandığımız zaman güneş basma perdelere vurmuştu.
Derhal pencereye koştum. Gecenin karanlığında girip kirli yatağına
yattığım bu Anadolu otel odalarının penceresinden baktığım
zaman tesadüf edeceğim meçhul manzaranın merakını
daha yatmadan duymaya başlarım. Önüme bazan kavak ve
erik ağaçlarıyla dolu bir bahçe, bazan yıkılmak üzere bulunan
kerpiç bir duvarla çevrilmiş bir mezbele, bazan da heykelli ve
minimini ağaçlı bir hükümet meydanı çıkar.

Bu sefer gördüğüm, vitrininde birkaç bayat patlıcan; yeşil
biber ve büyük bir buzdolabı teşhir edilen -lüks- bir lokanta
idi. Hemen perdeleri kapattım. Sokağa çıkar çıkmaz arkadaşımdan
ayrıldım. O, aşık kahvelerini dolaşmaya ve Sıvas'ta halkıyatla
meşgul birkaç meraklıyı aramaya gitti, ben şehri gezdim.
Akşamüzeri kenar mahallelerden birinde karşılaştık. Yanında
yerli bir zat ile acele acele gidiyordu.

-Koca Recep isminde biri varmış, onu arıyoruz!- dedi.

-Saz şairi mi?-

-Hayır!-

-Ne yapacaksınız?-

-Bize karı buluverecek.-

Biraz hayretle, fakat daha ziyade inanmayan bir gülüşle
yüzüne baktım. O da gülümsüyordu. Bu taraklarda hiç bezi olmayan
arkadaşımın birdenbire hovardalığa kalkmış olmasına
ihtimal verilemezdi. Nitekim izah etti:

-Düğünlerde ve bazı eğlencelerde kadınlar tarafından söylenen
şarkıları bir türlü toplayamıyorum. Aile kadınlarını çağırıp
söyletmeye imkan yok. Ötekilerin de yolunu ben bilmiyorum.
Arkadaş bu Koca Recep'i salık verdi. Birkaç sesi güzel ve
çok şarkı bilen kadın buldurmak istiyoruz.-

-Eh. Bu bahane- dedim. -Şunun doğrusunu söylesene, düpe
düz avrat oynatacaksınız. İçki falan da var mı?-

Sıvaslı zat:

-Onsuz olur mu canım?- dedi.

İşin ilmi tarafından ziyade bu cihetin onu alakalandırdığı
belli idi.

Koca Recep'i bulup kadınları temin ettikten sonra beni gelip
otelden almayı kararlaştırdılar. Ayrıldık. Otelin altındaki
kahvede bir düzineye yakın çay ve gazoz içerek ve üç gün evvelki
gazeteleri karıştırarak iki saat bekledim. Nihayet arkadaşım geldi:

-Hadi, hadi, kadınlar bekliyorlar, çabuk!- dedi. Dışarı çıktık.
Sokakta kimseler yoktu.

-Hani?-

-Burada olur mu yahu? Şehrin dışında, arabalarda!-

Tereddüt ettim:

-Nereye gidiyoruz?-

-Paşa fabrikasına. Orası ağaçlık ve sulakmış. Güzel bir yer
olduğunu söylüyorlar.- Güldüm;

-Görüyorum ki manzaranın letafetiyle de alakadarsın. Bu
iş yalnız ilmi bir tetkike benzemiyor. Allah versin... Kadınlar
nasıl?-

-Görürsün!-

Bu sözü adeta tehdit eder gibi söylemişti.

Şehrin dışında, karanlıkta, birkaç arabanın beklediğini fark
ettim. En arkadakine atladık, yola düzüldük. Arabada benden
ve arkadaşımdan başka iki kişi daha vardı, biri akşamüzeri gördüğüm
yerli zat, diğeri kır sakallı, ellilik bir adamdı. Elini göğsüne
koyarak derin bir sesle -Merhaba!- dedi. Ve bir daha bizimle
meşgul olmadı. Karanlıkta güçlükle seçtiğim hatları, ciddi,
düşünceli bir çehreyi ifşa ediyordu. Sakalı muntazam ve kısa
kesilmişti. Bol yakalı ve sedef düğmeli mintanı ve büyük aba
ceketiyle daha ziyade bir mahalle imamına benzeyen bu adamın
böyle bir eğlenceye iştirak etmesini garip buldum. Sıvaslı
zatın bir aralık ona -Koca Recep- diye hitap ettiğini duyunca
hayretim büsbütün arttı. Anadolu'nun muhtelif şehirlerinde,
oturak alemi yapmak isteyenlere avrat buluveren, gizli umumi
kadınların tellallığını yapan birçok adamlar tanımıştım, fakat
şu karşımda bir halk filozofu, bir köy muhtarı vakarıyla oturan
nur yüzlü adam bunlardan biri olabilir miydi? Karşımda oturan
ihtiyarı yakından tetkik etmek için eğildim. Fakat önümüzdeki
arabaların çıkardığı toz bulutları karanlıkla birleştiği için
hiçbir şey göremedim. Gittiğimiz yerde derhal rakı sofrası kuruldu.
Kadınlar arkadaşımın -görürsün- dediği kadar da varmış.
Yaşlı ve harap çehreleri, gümüş mecidiye büyüklüğünde
kırmızı damgalı yanakları, rastıklı çatık kaşları, katmer katmer
buruşuk boyunları ile zavallı bir manzara arz ediyorlardı. Fakat
sazlarla beraber şarkı söylemeye başlayınca, seslerindeki garip
bir hüzün, Orta Anadolu havalarına daha cana yakın bir eda
veren o tatlı çatlaklık, suratlarının korkunç mahiyetini gözlerimden
sildi.

Koca Recep bir kenarda oturmuş, etrafla hiç alakası yokmuş
gibi önüne bakarak ağır ağır rakı içiyordu. Etrafındakilerin
ona karşı gösterdikleri hürmete benzeyen bir çekingenlik,
büsbütün merakımı artırdı. Bütün gece gözlerimi kendisinden
ayıramadım. Zaman zaman kalkıp etrafında dolaştım, yanına
oturdum, fakat bir türlü söz açamadım. Kadınlar bile rakıyı ilk
defa ona uzatıyorlar, karşısında başlarını öne eğerek bekliyorlardı.
Nihayet, belki de içkinin verdiği bir cesaretle, tam yanı
başına oturarak:

-Eh, nasılsın bakalım Recep Ağa?- dedim.

Yüzüme bakmadan cevap verdi.

-Çok şükür.-

Bir müddet durdum, sonra saçmaladım:

-Bu kadınlar da pek kart şeyler...- Sonra derhal tashih ettim:
-Fakat sesleri fena değil... Ustaca okuyorlar...-

Gözlerini bana çevirdi. Uzun, kır kaşlarının altındaki açık
kahverengi gözleri sakin ve lakayttı.

-Ustadırlar...- dedi. -Bilmedikleri hava yoktur: Efendi yazacakmış
dediler de onun için bunları getirdim!-

Kadınların burnunun dibine sokulup gözlerinin içine bakarak
defterini dolduran, ara sıra onlardan birini kenara çekip yavaş
sesle yazdıklarını kontrol eden arkadaşımı gösterdi. Sonra
tekrar yüzüme baktı:

-Genç avratlar da var... İstersen bir akşam da onları getiririz.
Kendileri de güzeldir, oyunları da...- dedi.

Bir türlü sormak istediğim şeyi soramıyor, kekeliyordum.
Nihayet dudaklarımdan manasız bir söz daha fırladı:

-Sen ne iş yaparsın Recep Ağa?- dedim.

Hayretle beni süzdü. -Aptal mı bu herif?- demek istediği
belliydi.

-Görmüyor musun ne iş yaptığımı?- dedi. -İlle bunun adını
mı söylemeli?- Mahcup mahcup önüme baktım. Başımı kaldırdığım
zaman Recep'in beni hala süzmekte olduğunu gördüm.
Bu sefer bakışlarında benim merakımı, hayretimi iyice
anlayan bir gülümseme görür gibi oldum. Hakikaten bu gülüş
biraz sonra bütün yüzüne yayıldı, ona hem masum, hem kurnaz
bir çocuk çehresi gibi tatlı bir hal verdi.

-Bu işi bana yakıştıramadın değil mi?- diye sordu.

Başımı tasdik makamında öyle süratle salladım ki, adam
tekrar ve daha çok güldü. Sonra ciddileşerek uzun zaman önüne
baktı. Ben de bir şey soramıyor, sarhoş oldukları için artık istenilen
şarkıyı söylemeyen ve keyiflerine göre bağırıp oyuna
kalkan kadınlara bakıyordum. Arkadaşım da yazmaktan yorulmuş,
sırtını bir ağaca verip ayaklarını uzatarak gözlüklerinin
arkasından etrafı seyre dalmıştı; serin bir rüzgar etrafımızdaki
birçok derelerin ve şelalelerin sesini, iri ağaçların yaprak hışırtısıyla
karıştırıyor ve uzaklara götürüyordu. Karanlık fakat berrak
gökyüzünde yıldızların sayısı beş on misli artmış ve gök
kubbesi üstümüze doğru bir hayli alçalmış görünüyordu.

Bir aralık Recep ile tekrar göz göze geldik. O, birkaç saniye
evvel kesilmiş bir mükalemeye (konuşmaya) devam eder gibi:

-Biz bu işe kabadayılık yüzünden başladık!- dedi.

Ne demek istediğini iyi anlayamadığım için yüzüne baktım.

-Allah inandırsın böyle...- dedi. Sonra, ikide birde sessiz
gülüşlerle sözünü keserek, kısaca anlattı:

-Gençliğimde ben bu yakaların en kabadayı, en gözü pek
hovardasıydım. Hatırımı saymayan delikanlı yoktu. Babamdan
kalma beş on kuruş da vardı, kimseye muhtaç değildim. Arkadaşlar
sağ olsun, hiçbir eğlenceyi bensiz yapmak istemezlerdi,
sen olmayınca tadı çıkmıyor derlerdi. Sonra ortalığı yıldırmış
olduğum için, şurda burda saklı karıları bensiz alıp getiremezlerdi.
Zorlu bir efenin yanındaki avradı sürüyüp almak için hep
beraber gider, lüzum olursa tabancaya, bıçağa sarılır, evvel Allah
boş dönmezdik. Sonraları namımız öyle bir yayıldı ki, hangi
avratın kapısına dayansam, gelmem demez oldu. Ama yalnız
bana... İşte oğlum, meğer bu kabadayılık bizim işin başlangıcı
imiş. Benim haberim yoktu... Şimdi şimdi anlıyorum... Bir
eğlence yapsak, bir avrat oynatmaya kalksak hemen arkadaşlar
bana gelirler: 'Aman Recep, kurbanın olalım, bu kahpeyi senden
başkası sürüyemez...' derlerdi. Bu laftan gönlüme de hiçbir
kötülük gelmezdi ha, ne olacak, arkadaş hatırı için olduktan
sonra... Ama yavaş yavaş bizim babadan kalma mallar da hovardalıkta
eriyip gitmeye başladı. Arkadaşlardan gizlimiz yok
ki, bir gün bana: Aman Recep, dediler, bu iş böyle gitmez, aklına
bir kötülük gelmesin ama, senin yaptığın doğru değil, hem
yoruluyorsun hem de araba parasını, getirdiğin avradın masrafını
sen çekiyorsun. Hiç olmazsa araba parasını biz verelim...
Eh, bunda ne var, pekala dedim. Bir zaman böyle gitti. Bizde
geçinecek kadar bile mal kalmadı... Avrat oynatmaya falan gitmez
oldum... Arkadaşlar yine geldiler, sen olmadan bu iş olmuyor,
senden daha zorlu kabadayı aramızda yok, bizi boşlama...
dediler. Fakat bu sefer avradın masrafını da bize verdirmez oldular.
Yavaş yavaş eğlencenin masrafını görürken de benden
para almadılar. Ben de, aman, ille masrafa katışacağım! diyecek
halde değildim... Derken günün birinde işi açığa vurdular.
Uzun etme Koca Recep dediler, sen olmazsan biz avrat bulamayacağız,
arkadaşlık namına sen bu işi yapıyorsun, ama kendi
işinden gücünden oluyorsun, bak malını mülkünü bu yolda yedin,
al şunu bakalım, aramızda topladık... Bunu deyip elime
birkaç kayme sıkıştırdılar. Ama bundan sonra da halleri tavırları
bir değişiverdi. Artık üç beş kağıdı cebine koyan, Koca Recep,
bana falan avratı getiriver, diye yanaşmaya başladı. İşte
böyle...-

Birdenbire sustu, hikayesini yarıda bırakmış gibi bir hali
vardı. Önüne bakıyordu.

-Peki, sonra?- dedim.

Yüzüme tekrar dalgın dalgın baktı:

-Ne sonrası?- dedi. -Sonrası işte gördüğün gibi olduk!..-

Arkadaşım yerinden kalkmış bana doğru geliyordu. Birkaç
kişi, her biri bir yanda sızıp-kalmış olan karıları arabalara yüklemeye
çalışıyordu. Hava adamakıllı serinlemişti. Biz de doğrulduk.
Recep Ağa sakalını karıştırarak önden gidiyordu. Arabada
da hiç konuşmadık. Yalnız şehrin kenarında inip birbirimizden
ayrıldığımız sırada yanıma geldi, tavrı o kadar ciddi ve
düşünceliydi ki, hikayesine devam edecek sandım ve bekledim.
Fakat o:

-Lüzumum olacak olursa beni İsmail'in kahvesinde ararsın!-
dedi ve omuzları dik, başı önde, evinin yolunu tuttu.

1940

:::::::::::::::::

Bir Konferans

Büyük şehirlerimizden birine yakın bir köyde yeni bir yatılı
okul açılıyordu. Açış törenine maarif müdürü, müfettişler,
şehrin mühimce adamları ve -köycü-ler, bir kafile halinde otomobillerle
gittiler. Köy halkı, bu golf pantolonlu, kasketli, kara
gözlüklü, boyunları fotoğraf makineli kalabalığı, yolun iki yanına
dizilerek, derin bir sükutla karşıladı. Gelenler derhal yeni
yapılan okulun önündeki meydanda toplandılar. Henüz kapatılmamış
kireç kuyularının, inşaattan sökülmüş tahtaların, kum
ve çakıl yığınlarının etrafında geniş bir halka oldular. Bunların
arkasında, herhalde tahsil çağında oldukları için, köyün küçük
yaşlı sakinleri birikmişti. Asıl köylüden, civar damlardan bakan
birkaç kadından başka, kimse görünmüyordu. Gelenler birbiri
arkasına birçok nutuklar verdiler, atılan dev adımlardan, köylerin
nurlanmasından bahsettiler ve alkışlandılar. Sıra okulun gezilmesine
geldi. Misafirler, henüz badana kokan binanın içini
dolaştılar. Maarif müdürü davetlilere, binanın şurasında, burasında
görülen sıva dökükleri, çatlaklar hakkında izahat verdi;
henüz kati tesellümün (teslim alma) yapılmadığını, bütün bu kusurların
müteahhide tamir ettirilmesine çalışıldığını söyledi. -Efendim!-
diyordu, -Nafıa mühendislerine meram anlatamıyoruz...
Bakın, koridorlara döşenen parkeler daha okul açılmadan yerinden
oynamaya başladı. Kontrole gelen mühendisler, amele
fazla gezindiği için böyle olmuştur, müteahhidin kabahati yoktur,
diye rapor verdiler... Yarın talebe bunların üzerinden uçarak
gidecek değil ya, onlar da gezinecek, koşacak... Bu müteahhitlerle
başa çıkamıyoruz efendim...-

Misafirler köy ve civarını da beş on dakika içinde iyice gezip
dolaştılar. -Köycü-ler yolda ve kahvede rastladıkları bazı
köylülerle lafa girişmek teşebbüsünde bulundular. Aralarında
köycülük tahsili için Paraguay'a gidip senelerce kalmış biri vardı,
sesini tatlılaştırıp yumuşatarak türlü şeyler soruyor, hiçbir
şey ifade etmeyen kısa cevaplar alıyordu. Bütün gayretlere rağmen,
konuşmalar birkaç sual ve cevaptan ileri gidemedi. Soran
karşısındakinin acaba ne diye bu kadar her şeyden habersiz,
vurdumduymaz olduğunu, sorulan ise ötekinin neden böyle
ipe sapa gelmez şeyler sorduğunu düşünerek birbirlerinden ayrıldılar.

Bu aralık, şehirden gelenlerin arasında bulunan bir -iktisatçı-,
köylüye daha faydalı olmak isteğiyle, kooperatifçilik alanındaki
bilgilerini kullanmayı akıl etti. Maarif müdürüne ve
köye beraber gelmiş olan nahiye müdürüne: -Tam fırsattır, şunlara
kooperatifçilik hakkında bir konferans vereyim!- dedi.
Kendisi, memleketi sadece bu nevi şirketlerin yükselteceğine
inanmıştı. Böyle bir teklifi kabul etmemeye imkan yoktu. Herkes:
-Pek güzel olur... Biz de istifade ederiz!- diye samimi
fikrini beyan etti.

Yalnız, konferansı asıl dinleyecek olanların mütalaası (düşüncesi)
alınmadı. Köyde adam dolaştırılarak halk yeni okulun boş sınıflarından
birine toplandı. Hatip duvarın dibinde yerini alarak
boynunu ileri geri uzattı; mendilini çıkarıp gözlüğünün camları
arkasındaki çipil gözlerini sildi. Köylüler henüz pek kurumamış
olan çimento döşemenin üzerine oturmuşlar, şehirliler de
sağ ve soldaki duvarların kenarına dizilmişlerdi.

-İktisatçı- sözüne başlamadan evvel dinleyicilere, üst üste
birkaç defa: -Aman, sözlerimde anlamadığınız bir yer olursa
hemen sorun!- diye ihtar etti. Ondan sonra kooperatifçiliğin kısa
bir tarihçesini yaptı ve tam kırk beş dakika, hiç durmadan,
sözüne devam etti. Ara sıra dinleyicilerin yüzüne şüpheyle bakarak:
-Nasıl, anlıyor musunuz?- diye soruyor, köylülerin evet
makamında başlarını salladıklarını, bazılarının -anladık, anladık!-
dediklerini görüp işitince emniyetle sözüne devam ediyordu.
Karşısındakilere ancak bir kısmını verebildiği büyük
ilim denizine dalmıştı. -İstihsal (üretim) kooperatiflerine gelince...-,
-İstihlak (tüketim) kooperatiflerine gelince...-, -Kooperatifçiliğin
memleketin ekonomik bünyesi üzerinde yapacağı şifakar tesirlere
gelince...- diyerek meseleyi her tarafından ele alıyor, tüketmeden
bırakmıyordu.

Nihayet, ağzı kurumuş, fakat gözleri kendi sözlerinin heyecanıyla
yaşarmış bir halde, ve: -Söyleyin bakalım, şimdi aklınız
yattı mı? Beni iyice anladınız mı?- sorusuyla konferansını
bitirdi.

Bütün köylü dinleyiciler, derin bir uykudan uyanır gibi kımıldadılar.

-Çok doğru dedin!.. Hepimiz anladık!- diyerek hatibi mükafatlandırdılar,
sonra hep birden yerlerinden kalkıp bir kenara çekilerek misafirlere
yol verdiler.

Herkes çıktıktan sonra içerde beş on köylü ile nahiye müdürü,
bir de şehirden gelenler arasında bulunan eski bir köy
öğretmeni kalmıştı. Bu sonuncusu, şüpheyle dolu gözlerini, kabahatli
gibi hepsi önlerine bakan köylülere çevirdi:

-Ülen, ne anladınız o efendinin dediklerinden?- diye sordu.

Köylüler cevap vermeden birbirlerinin yüzüne baktılar.
Nahiye müdürü, öğretmenden cesaret almış gibi, gülümseyerek:

-Hadi canım, doğrusunu söyleyin... Ben bile bir şey anlamadım
da, siz ne anlayacaksınız?- dedi.

Bunun üzerine köylülerin birkaçının yüzünde hafif bir gülümseme
dolaştı. Nihayet içlerinden orta yaşlı biri genç nahiye
müdürünün ve yaşlıca öğretmenin yanına sokuldu:

-Aslını ararsan biz de bir şey anlamadık amma, müdür
bey...- dedi, -ne idelim, dinledik işte!..-

Öğretmen, bir talebesini paylar gibi:

-Peki, ne diye anlamadık demediniz öyleyse? Adamcağız
kaç defa sordu da!..- dedi.

Köylü, içinden gelen bir gülüşü zapt etmek istiyormuş sandıracak
kadar ciddi bir çehre ile:

-Aman beyim!- dedi, -Anlamadık diyelim de bir daha baştan
mı anlatsın?-

1941

:::::::::::::::::

Yeni Dünya

Bu civarda kendilerine -Aptal- denilen Türkmenlerden iki
davulcu, bembeyaz ve uzun şalvarlarını uçurup davullarını havada
savurarak, toprak damlardan birinin üzerinde oynuyordu.
Biri yaşlı, biri gençti. Baba oğul olduklari ilk bakışta anlaşılacak
kadar birbirlerine benziyorlardı. Yaşlısı, esmer yüzlü, kırçıl
sakallı, orta boylu bir adamdı. Halinden umulmadık bir çeviklikle
sıçrıyor, dönüyor, davulunu fırlatıp yeniden tutuyor,
tokmağını havada çeviriyor, bu sırada hiç aralık vermeden boyuna
çalıyordu. Genci biraz daha uzun boylu, zayıf ve adamakıllı
güzeldi. Babasına göre daha ağır davranıyor, arada sırada
dönüp hoplasa bile, daha çok olduğu yerde davuluyla beraber
eğilip doğrularak ve başını ikide birde geriye fırlatıp, kasketinin
altından yüzüne dökülen simsiyah saçlarını yana atarak,
babasını aşka getirmek ister gibi, bütün kuvvetiyle çalıyordu.
Köy bir sırtın üzerine set set sıralanmış evlerden ibaretti ve alt
taraftaki evin damı üst taraftakinin önünden geçen sokaktı. Bütün
bu damların üstü genç, ihtiyar kadınlarla dolmuştu. Bir kısmı
öbek öbek olmuş konuşuyor, bir kısmı kucağındaki yahut
yanındaki bebeklerle uğraşıyor, onları emziriyor, bir kısmı da,
aşağıda davulcuların etrafında itişip kakışan biraz daha büyükçe
çocuklara bağırıyordu.

Erkekler düğün evindeki bir odaya tıkılmışlardı. Kapıdan
başka hiçbir yerden ışık almayan, toprak tabanlı odanın bir kenarında,
alçak bir sekinin üstünde şehirden getirdiği iki misafiriyle
hancı Yakup Ağa oturmuştu. Düğün sahibi --güveyin büyük
kardeşi-- dört yana koşup ortalığı idare, misafirlere ikram
ediyor, kapıya yakın bir yerde pinekleyip duran ihtiyar bir aşığa:
-Ne duruyorsun; çalsana!- diye sesleniyordu. Yirmi beş
otuz kişi kadar insan küçük odanın kenarlarına sıkışıp oturmuşlar
ve ortada ancak bir buçuk adım eninde ve boyunda bir
yeri açık bırakmışlardı. Aşık sazını eline alıp gayet tatsız ve bozuk
düzen bir hava çalmaya başlayınca, köşelerden birinde yarı
karanlığa gömülmüş duran bir kadın ortaya çıktı, kaşıklarını
avucuna yerleştirerek daracık yerde dönüp oynamaya kalktı.
Fakat odadakilerin hiçbiri ne kadına, ne saza kulak asmıyorlar,
önlerine bakmakta, yahut birbirleriyle fısıldaşmakta devam
ediyorlardı. Yalnız şehirden gelen misafirler mühim bir şey görüyorlarmış
gibi boyunlarını uzatıyorlar, birbirlerine ve hancı
Yakup Ağa'ya manalı gözlerle bakıp gülümsüyorlardı. Saz, cılız
bir sesle, oyun havasına benzer bir şey çalıyor, ortadaki kadın
ise, etrafındakilere küfretmeye hazırlanır gibi suratını buruşturup
kaşlarını çatarak, iki yanına döner gibi yapıyor, bir sağ ayağını,
bir sol ayağını yerden kesiyor, arada sırada da, kendisinden
beklenen küfrü söyler gibi hırçın bir tavırla kaşıkları şıkırdatıyordu.

Bu sırada, genç efendilerin oturduğu sekinin karanlık bir
köşesinden kalın ve hakim bir ses:

-Hüseyin!- diye bağırdı.

Saz ve oyun durdu. Düğün sahibi sesin geldiği yere seğirtti:

-Buyur ağam!-

-Ülen, bu kötü avradı nereden buldunuz? Düğününüze
yakıştıramadım...-

Hancı Yakup Ağa, kocaman eliyle ortada oynayan karıyı
gösteriyor ve dik sesiyle söyleniyordu. Kadın oyunu bırakıp bu
tarafa kulak vermeye başlamıştı. Etrafta oturanlar da Yakup
Ağa'nın fikrine katılıyorlar, düğünde oynatmak için getirilen
kadının sıskalığını, suratsızlığını ileri sürüyorlar, elleriyle
göstererek:

-Baksana ülen Hüseyin, marazın biri...- diyorlardı. Kadın
onların bu sözünü tasdik eder gibi kesik kesik öksürerek:

-Neyim varmış ki?.. Oyna dersiniz oynarım... daha ne istersiniz
ki?.. Bana buralarda ünlü Yeni Dünya derler- diye söze
karıştı. Fakat onu dinleyen yoktu.

Güveyin kardeşi Hüseyin, Yakup Ağa'nın yanına sokularak
kulağına eğilmiş, özür dileyen bir sesle mırıldanıyordu:

-Kusura kalma ağam, şehre ben gidemedim... Düğün telaşesi
işte... Bizim oğlanlar da bunu bulup gelmişler, başka yokmuş
hani de...-

Yakup Ağa: -İş size kalırsa tabii böyle olur!- diyen bir eda
ile başını salladı, sonra kalın sesiyle: -Birini bizim hana yollayın,
katibe söylesin, Deli Emine'yi çığırsın!- dedi.

Hüseyin derhal dışarı fırlayıp iki saat uzaktaki şehre birini
yolladı. Yakup Ağa'nın itibarı köyde çok büyüktü. Şehre inen
herkes onun hanında kalır, ekinini, yününü satmakta onun aracılığından
faydalanır, sıkışınca ondan para alır, hükümette işi
olsa, yahut bir vukuat yapıp mahkemeye düşse ondan medet
umardı. Bir kötü avrat için hatırını kırmak doğru olmayacaktı.
Zaten Yeni Dünya dedikleri bu karının da yüzüne bakılır hali
kalmamıştı. Üç beş sene evvel ortaya çıkıp gençliği sayesinde
biraz nam kazanmış, fakat çabuk kötülemişti.

Hüseyin tekrar içeri girdiği zaman kadını, bir kenara oturmuş,
etrafındakilerle münakaşa eder buldu:

-Deli Emine gelip de ne olacak? Bir düğüne bir avrat yetmez mi?-

Yanındakilerden biri:

-Sen de kendini avrat mı sayıyon?..-

-Böyle düğüne çok bile...-

Sekide oturan ve ilk defa bir köye gelmişe benzeyen şehirli
efendiler pek eğlenceli buldukları bu konuşmaya fıkır fıkır gülüyorlardı.
Kadın boyalı ve dağınık saçlarını sinirli sinirli toplamaya
çalışıyor ve sapsarı dişlerini göstererek, her ağzını açana
laf yetiştiriyordu. Yüzü, yanaklarındaki şekilsiz ve morumsu
allıkları görünmez edecek kadar kızarmıştı. Gözlerinin altındaki
buruşuk deri ikide birde ürperiyor, sıska çehresinde ifadesiz
birer nokta gibi duran siyah ve biraz kanlı gözleri zaman zaman
parlayıveriyordu. Öksürüğü de artmış gibiydi ve her öksürüşünde
yanakları daha çok kızarıyordu. Nihayet etrafına laf
yetiştirmekten yorulmuş gibi başını duvara dayadı, altı yamalı
ipek çoraplarını ortaya uzatarak gözlerini kapadı.

Odada bulunanlar teker teker dışarı çıkıp, davul çalan Aptalları
seyre gittiler. Yakup Ağa da şehirden gelenleri aldı, köyü
gezdirmeye götürdü.

Sokaklarda bir sürü çocuk vardı. Ya birbirlerini, yahut tavukları
kovalıyorlar, yahut da, evlerde apteshane olmadığı için,
bir duvar kenarına çömelip aptes ediyorlardı. On iki yaşlarında
kadar görünen sarsak bir oğlan bir kapının eşiğine oturmuş,
ağzından salyalar akarak, geçenlere sırıtıyordu. Köye gelirken
uzun bir seyahate çıkıyormuş gibi ayaklarına çizme, başlarına
spor kasket ve gözlerine siyah gözlük geçiren efendiler, yanlarında
yerli bir hükümdar azametiyle yürüyen Yakup Ağa'ya,
ecnebi seyyahlar gibi ardı ardına sualler soruyorlar, bazan da
birbirlerine yabancı bir dilde bir şeyler söylüyorlardı. Köye dair
her öğrendikleri şeyden sonra yüzleri, bunu eskiden biliyorlarmış
da yalnız bir kere daha duymak istemişler gibi, bilgiç bir
ifade almaya çalışıyor, kaşları düşünceli bir kıvrıntı ile geriliyor
ve başları: -Tabii, tabii, malum- der gibi sallanıyordu.

Mevsim mart başlarıydı. Karlar erimiş, köyün yolları, bazı
çukur ve gün görmez yerlerde, pis kokulu bir çamur yığını haline
gelmişti. Dört yana koşuşan tavuklarla çocukların saçtığı
çamur, efendilerin ütülü külotlarına sıçramış ve yüzlerini buruşturmuştu.
Tekrar düğün evine döndüler, şimdi boşalmış
olan yarı karanlık odada oturup köylerimizin medenileşmesi
çarelerini bulmaya başladılar. Fakat on dakikadan fazla bu
mevzuda duramadılar, şehir dedikodularına, maaş, ücret, barem
meselelerine geçtiler ve biraz sonra da uyuyuverdiler.

Deli Emine akşama doğru, yüzü keyifli bir gülüşle parlayarak
köye geldi. İşte onun kıymeti böyle eninde sonunda anlaşılır
ve şöhretine kapılıp -Yeni Dünya-yı çağıranlar, nihayet ona
muhtaç olurlardı. Arkasında bir sürü meraklı ile beraber odaya
girince, evvela oturanların kibar kibar ellerini sıktı, bir köşede
kendisine hiç saklanmadan düşmanca bakan -Yeni Dünya-ya
tepeden bir -boncur- fırlattı, sonra bir kenara oturarak acele
hareketlerle oyuna hazırlanmaya başladı. Tombul vücuduna ve
kırka yaklaştığı açıkça görülen yaşına rağmen çok hareketli,
pek çevik, adeta sabırsız bir hali vardı. Ayağından mestlerini,
kalın bir yün çorabı, bunun altından da kısa bir erkek çorabını
çıkardı. En altta meydana çıkan müslin çoraplı ayağına, yanına
açtığı bohçadan aldığı, arkası kırmızı meşin, burun tarafı rugandan,
yüksek ökçeli iskarpinlerini geçirdi. Sırtından mantosunu,
hırkasını ve pazen entarisini sıyırdı; bu sırada, alttaki
pembe ipek entarinin, biraz yukarı kalkarak etli ve esmer butlarından
dört beş parmak boyunda bir kısmı meydanda bırakmasını
temin etti. Başından örtüsünü attı ve ince belik saçlarını arkasına
döktü, kaşıkları eline aldığı gibi ortaya fırlayarak saza
işaret etti.

Odanın toprak tabanına serilen kilimlerden bulut bulut
tozlar kaldırarak oynuyordu. Yorulmak bilmez bir hali vardı.
Kınalı ellerindeki kaşıkları kıyasıya çarpıyor, göbek atarken arkaya
yatıp başını kenardakilerden birinin kucağına uzatıyor, iri
dişlerini gösterip sürmeli gözlerini süzerek baygın baygın gülüyordu.
Nihayet orada bulunanları kafi derecede füsununa (büyüsüne)
bağladığına kanaat getirince, her imtihana hazır bir güvenişle,
Yeni Dünya'ya döndü:

-Ne oturup duruyorsun?. Kalksana, beraber oynayalım!- dedi.

Sıska kadın bir an tereddüt etti. Karşısındakini, etraftaki
seyircileri kin dolu fakat halsiz bakışlarla süzdü, sonra yavaşça
doğrularak ortaya çıktı ve oyuna katıldı. Evvela vücudu hiç hareket
etmiyor gibiydi; göğsünün hizasına kadar kalkan kolları
kasılmış gibi dimdik duruyordu. Yüzünde usanmış bir ifade
vardı. Etrafında top gibi sıçrayan Deli Emine'ye şaşkın şaşkın
bakıyor ve o ikide birde kendisine çarptıkça düşecek gibi sallanıyor,
etraftakileri güldürüyordu.

Deli Emine'nin oyununu daha serbest seyretmek isteyen, Yeni
Dünya'nınsa ortada sadece kalabalık ettiğini gören birkaç kişi:

-Otursun şu karı yerine canım!- diye homurdanmaya başladılar;
biraz sonra seslerini daha yükselterek:

-Ne dinelip duruyon orda? Oynayacaksan oyna, yoksa çekil
otur!- diye bağırdılar.

Yeni Dünya önce ne söylendiğini anlamamış gibi yüzünü
buruşturup sesin geldiği tarafa döndü, kırmızı gözlerini büzerek
karanlığa bir müddet baktı. Sonra, sahiden yerine oturmak
ister gibi ellerini yanlarına salıverdi. Fakat bir an tereddüt ettiği
görüldü. Bu anda kafasından neler geçtiği, içinde nelerin olup
bittiği bilinemezdi; ama, senelerden beri savaştığı meydanı bu
kadar kolay bırakıp çekilmek istemediği belliydi. Yüzünü, yeniden
bir allık kapladı. Yanakları birkaç kere ürperdi. Birinin
üstüne atılmak istiyormuş gibi gözlerini orada bulunanlarda
hırsla dolaştırdı ve kapının yanında oturan ihtiyar aşığı görünce
haykırdı:

-Doğru dürüst çalsana be! Nerden bulmuşlar senin gibi
sersemi? Ninni mi çalıyorsun?-

İhtiyar birdenbire durakladı; fakat bu hücumu pek de yersiz
bulmamış olacak ki, cevap vermeden ve etrafına bakmadan
çabucak sazını kucağına iyice yerleştirdi, tezenesini parmakları
arasında çevirdi, var kuvvetiyle saza vurarak oynak bir havayı,
bozuk düzen, fakat mümkün olduğu kadar çok gürültüyle çalmaya
başladı.

Bu sırada Yeni Dünya'nın incecik vücudu ortada, gerilmiş
bir yay gibi hareketsiz duruyor ve bekliyordu. Sazın ilk vuruşlarıyla
birlikte bu vücut, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle
harekete geçti. Boyalı saçlarını savurup yüzüne dökerek ve
başını bir göğsüne, bir arkaya atarak, ortada fırıl fırıl dönmeye
başladı. Şimdi Deli Emine ona yetişemiyordu. Ellerini başının
üstünde birleştirip kaşıkları, dışarıda kalan sapları görünmeyecek
kadar hızla birbirine vuran, kısa, fakat yine görünmeyecek
hızlı adımlar atan Yeni Dünya'ya çarptıkça bu sefer o sendeliyordu.

Kenarda oturan ve dünyanın hiçbir hadisesiyle ilgilenmelerine
imkan olmadığını sandıracak kadar ruhları kütleşmiş görünen
köylülerin bile yüzünü memnun bir gülümseme kaplamıştı.
-Avratlar kızıştı ha!- diye birbirlerini dürtüyorlar ve daha
rahat oturmak için yanlarındakileri iteliyorlardı.

Kadınlar yorulmak bilmiyorlardı. İhtiyar aşık ara sıra durup
parmaklarını, uyuşmuş gibi, havada gerdikçe onlar sabırsız
adımlarla geziniyorlar ve zavallı adamın dinlenmesine meydan
vermeden hemen başka bir hava çaldırmaya başlıyorlardı. Yeni
Dünya her an yeni bir maharetini ortaya döküyordu. Kah bacaklarının
arasında, kah ensesinde kaşık çalıyor, belini arkaya
büke büke başını topuklarına değdirecek gibi oluyor, bu vaziyette
kollarını havada yılan gibi kıvırarak, kaşıklardan bazan
baygın, bazen kesik, bazan da birdenbire hızlanıveren sesler çıkarıyordu.
Kendisini seyredenleri unutmuş gibiydi. Hiç kimseyi
görmeden sadece oynuyor, oynuyordu. Şakaklarından oluk
gibi terler süzülüyor, gözleri kor gibi yanıyor, saçları savruluyor
ve durmadan oynuyordu.

Deli Emine bu sıska karıdan geri kalmamak için bütün
gayretini harcıyor, aynı hünerleri gösteremese bile, kendine
mahsus birtakım inceliklerle etrafındakilerin, bilhassa sekide
oturanların kalbini avlamaya çalışıyardu. Göbek atarken, önünde
oynadığı adamın kucağına yaslanır gibi oluyor, saçlarını
onun yüzüne savuruyor, pembe ipekli entarisini daha sık yukarı
kaldırıp butlarını gösteriyordu. Oda adamakıllı kararmıştı.
Kapının kenarında oturan aşığın bile yüzü belli olmuyordu. Nihayet
ihtiyar adam birdenbire çalmayı kesip, sazı yanına bıraktı:

-Bittim gayrı, bende hal kalmadı- diye homurdandı.

Kapının yanında ayakta duran düğün sahibi, misafirleri ve
odada bulunanları yemeye çağırdı. Kadınları alıp götürdü. Dışarı
çıkarken Yeni Dünya'nın da, Deli Emine'nin de bacakları,
hatta bütün vücutları titriyor gibiydi.

Gece, yemekten sonra, bir kısım delikanlılar, davulcularla
birlikte köyün kıyısında Sinsin oynarlarken, asıl hovardalar,
daha da genişçe olan köy odasında toplanıp orada alem yapmaya
başladılar. İhtiyar aşığın yanına bu sefer komşu köyden
gelen genç bir oğlan da katılmıştı. Küçücük curasını göğsüne
dayayıp ince sesiyle türkü söyleyerek çalıyordu. Kadınlar ortada
dolaşıp etrafa rakı ve büyük bir bakır sahandan salata veriyorlardı.
Ara sıra oynasalar bile, birinin kadehinin boşaldığını
görünce hemen oyunu bırakıp o tarafa koşuyorlar, gözlerini süzüp
rakıyı dolduruyorlar, sonra bir kadeh de kendi ağızlarına
atıyorlardı. Gece ilerleyip hava serinledikçe Sinsin oynayanlar
da birer birer gelmeye başladılar. Karşılıklı iki duvara asılan
gaz lambalarının sarı ışığı altında birer kenara çöktüler. Kendilerine
verilen rakıyı yüzlerini buruşturmadan bir nefeste içip
yeniden dolan kadehi karşılarındaki kadına uzattılar. İki kadında
da yorgunluk alameti yoktu. Hele Yeni Dünya büsbütün
canlanmış, tazeleşmiş görünüyordu. Yüzünü yeniden boyamış,
gözlerine kıyasıya sürme çekmişti. Halinde de eski terslik kalmamıştı.
Kendisine her laf atana gülerek cevap veriyor, hiçbir
dokunaklı sözün altında kalmıyor, hatta önlerine bakıp mahcup
mahcup oturan bazı toy delikanlılara kendisi musallat olup
takılıyordu. Hakkındaki kanaati değiştirmiş gibiydi. Kadehleri
birbiri arkasına, gözünü bile kırpmadan diktiğini görenler:

-Yaman karıymış be!.. Dehşetmiş!- diyorlar, boyuna rakı
uzatıyorlardı. Hancı Yakup Ağa'yla beraber itibarlı bir köşeye
kurulan efendiler de rakı içmekte başkalarından geri kalmamaya
gayret ediyorlardı. Onlar da, adet böyleymiş diyerek kadehleri
bir defada deviriyorlar ve her defasında kadehlerini, yanlarına
oturup düğüne şeref veren karakol komutanıyla tokuşturuyorlardı.
Yeni Dünya daha çok bu tarafa itibar ediyor, gündüzün
olup bitenleri unutarak Yakup Ağa'yla şakalaşıyor, rakının
yarısını onun iri göbeğine dökerek:

-Fıkaranın hakkı kalmasın!- diye nükte yapıyordu.

Gündüzki oyun müsabakası bu gece bir rakı içme müsabakası
haline gelmişti. Koca şişeler boşalınca düğün sahibi Hüseyin,
etrafında dolaşan akrabasından bir çocuğu çağırıp kulağına
bir şeyler söylüyor, birkaç dakika sonra yeni şişeler gelip
açılıyordu. Hüseyin'in hali yorgun ve benzi sarıydı. Fakat sırıtmaya
çalışıyor ve misafirlere karşı bir kusur işlemekten korkan
gözleri sanki herkesten bir işaret, bir emir bekliyordu.

Köy odasındaki toplantı gece yarılarına kadar sürdü. Kadınlar
ortalığı birbirine katarak oynadılar, göğüslerini bağırlarını
açtılar. Avazları çıktığı kadar kahkahalar atarak rakı dağıttılar.
Yakup Ağa dayandığı yerde horul horul uyumaya başladı.
Şehirli efendiler sarhoş olup kustular, sonra Hüseyin'le akrabası
olan çocuğun kollarına asılıp sallana sallana ve geğire geğire
misafir edildikleri eve gittiler. Karakol komutanı birkaç köylüyü
laf olsun diye payladı ve kime olduğu pek anlaşılmayan küfürler
savurdu. Delikanlılardan bir kısmı olduğu yere yuvarlanıp
sızmış, bir kısmı dağılmıştı. Fakat hala dimdik duranlar ve
içenler vardı.

Bir aralık duvarlarda karşılıklı yanan lambaların karardığı
görüldü. Hüseyin bu sefer de gaza adam saldı, fakat giden eli
boş geldi. Bütün köyü altüst etmiş, gaz bulamamıştı.

Yavaş yavaş dağıldılar. Hüseyin, ayakta duramayacak kadar
sarhoş olan karıları eliyle götürüp emniyetli bir yere yatırdı.

Ertesi gün erkenden arabalar koşuldu, birkaç delikanlı atlarını
eyerleyip köyün sokaklarında koşturdu ve etrafa çamur
saçtı. Bu mevsimde tarla işi olmadığı için, gelin getirmeye gidenler
epey kalabalıktı. Tek ve çift atlı on beş kadar arabayla,
on on iki atlı, köyün alt başındaki çeşmenin yanında toplandılar.
Kadınlar evvela çocuklarını, sonra kendilerini yerleştirmeye
uğraşıyorlar, bir türlü de yerleşemiyorlardı. Şehirli efendiler ise
bindikleri arabaya çizmeleriyle bağdaş kurmaya çalışıp duruyorlardı.

Genç davulcu eyersiz bir doru ata, babası da kara bir eşeğe
binmişti. Halkı çabuk harekete getirmek ister gibi boyuna çalıyorlardı.
Köyün bütün çocukları arabaların toplandığı yere birikmişti.
Bir kısmı beraber gidemediği için ağlıyor, bir kısmı
çeşmenin ayağından meydana gelen geniş çamur deryasında
şu yana, bu yana koşuyor, köyün bütün ormanını teşkil eden
oradaki üç dört yapraksız söğütten atlılara değnek koparıyordu.
Gelini bindirmek için şehirden bir fayton getirmişlerdi; buna,
güveyin ablası iki çocuğuyla binmiş, hancı Yakup Ağa'nın
karısını da yanına almıştı. Nihayet Yeni Dünya ile Deli Emine
de göründü. Hüseyin onları, daha sabahtan kafayı çekmeye
başlayan delikanlıların bulunduğu bir arabaya yerleştirdi. Emine
tekrar seyahat kıyafetine girmiş, ayağına yün çoraplarla
mest lastikleri, sırtına pazen entarisi ile hırkasını ve mantosunu
giymişti. Yeni Dünya ise incecik entarisinin üstüne geçirdiği hazır
yün hırkanın içinde titrer gibiydi. İkisinin de yüzlerini yıkamadan
geldikleri, birbirine karışmış boyalarından anlaşılıyordu.
Yeni Dünya'nın dünkü canlılığından eser kalmamışa benziyordu,
çabuk çabuk nefes alıyor, eliyle ağzını kapatarak sık sık
öksürüyordu. Gelinin köyüne kaç saatte gidileceğini sordu,
-Dokuz saatte- cevabını alınca:

-Amanın, ben o kadar yola dayanamam ki!- diye söylenecek
oldu, fakat bu itirazı duyan, yahut aldırış eden bulunmadı.

Hava kapalı ve serindi. Kafile nihayet yola düzülünce hafiften
bir yağmur da başladı. Bazı yerlerde sadece bir araba izinden
ibaret olan yollar bozuk, taşlık ve yer yer çamurlu idi. Ara
sıra arabanın biri çamura saplanınca ötekiler de durup elbirliğiyle
kurtarıyorlar, fakat biraz sonra koşum kayışı kopan, yahut
atları huysuzluk eden bir araba yüzünden tekrar bir müddet
beklemeye mecbur oluyorlardı. Delikanlıların bindiği küçücük
sıska atlar da, köyde birkaç adım koştuktan sonra bütün cevherlerini
tüketmişe benziyorlar ve mazlum eşekler gibi başlarını
önlerine sarkıtıp ağır ağır yol alıyorlardı. Arabaları idare edenler
her arızada sunturlu küfürler savuruyorlar, atları kamçılayıp
büsbütün huysuzlaştırıyorlar, karılarını ve çocuklarını tersliyorlardı.
Yalnız erkeklerin bindiği birkaç arabada rakı şişeleri açılmıştı.
Deli Emine elindeki yarım kiloluk bir şişeyi bir sağına, bir
soluna, bir karşısına uzatıyor, sonra da kendi dikiyordu. Yeni
Dünya birkaç saat yolculuktan sonra fenalaştığını söyledi, arabanın
kenarından eğilerek kustu, bir köşeye sıkışıp yattı. Fakat
boyuna vızıldanıyor ve dünkü mağlubiyetin acısını iğneli sözlerle
çıkarmak isteyen Deli Emine'ye fırsat veriyordu. Emine:
-Madem yapamayacaktın, bu zanaata girmeseydin!-

Yahut:

-Bizim zanaata giren insan iki kadeh rakı içip iki oynayıverince
böyle yıkılmaz!- diye ona merhametle bakıyor, sonra bir
kolunu yanındaki on beş on altı yaşlarındaki delikanlının boynuna
dolayıp, öteki eliyle şişeyi çocuğun ağzına dayıyordu.

Bütün bu gürültü patırtı ile hiçbir alakaları yokmuş gibi
yüzlerinde sarsılmaz bir sükun ile yollarına giden iki kişi, baba
ile oğul davulcu idi. Arabalardan kendilerine uzatılan şişeleri
alıp birer yudum içiyorlar, ara sıra bir köye yaklaşınca davulları
çalmaya başlıyorlardı. Genci çıplak atının üstünde davulu
havaya fırlatıp çalarak türlü hünerler yapıyor, fakat ne o, ne babası,
bir an bile yüzünün sükun dolu ifadesini değiştirmiyordu.

İki üç saatte bir, azıcık mola veren arabalar, sabahtan beri,
çıplak ve çakıllı bir sırttan inip çıplak ve çakıllı bir sırta
tırmanıyorlar, bomboş, bir tek ağaçsız, kirli ve soğuk tabiatın ortasında,
arkalarında çamura çizilmiş bir sürü araba izi ve yer yer
hayvan pisliği bırakarak, ilerliyorlardı. Ara sıra bir araba duruyor,
içinden bir çocuk, yahut bir kadın inerek bir taşın arkasında
kayboluyor, sonra atlar kafileye yetişmek için bir müddet
dörtnala kalkıyor, araba iri taşlara çarparak sağa sola savruluyor,
içindekiler bağrışıyordu. Arabacıları da sarhoş olan bazı
arabalar birden hızlanıp devrilecek gibi yana yatıyor, öteki arabacılar,
kendi hayvanları da ürkecek diye kızıp küfür savuruyor,
Yeni Dünya, benzi ölü gibi sararmış, bütün vücudu titreyerek
belki dördüncü defa kusuyor, Deli Emine hala yanındaki
oğlanın boynuna sarılıyor, şehirli efendilerin ikisi de, arabada
boylu boyuna uzanmış uyuyordu.

Ancak akşam karanlığı çökmeye başladığı sırada gelinin
köyüne yaklaştılar. Arabalar durdu, herkes inip üstünü başını
düzeltti. Atlılar bir araya toplandı. Davulcular alabildiğine çalmaya
başladılar. İleride, köyün kenarında, -hak almaya- gelen
erkek tarafını karşılamak için kız köyünün delikanlıları toplanmıştı.
Onların arasında da atlılar vardı. Bunlar, gelenleri geri
çevirmek ister gibi bağrışarak bu yana at sürdüler, iki taraf karşılaştı.
Sonra erkek tarafının delikanlıları Seymen düzdüler. Gelinin
köyüne oynaya oynaya girmek lazımdı. Deli Emine tekrar
soyunmuş, yüksek ökçeli iskarpinlerini giymiş, yere atlamıştı.
Hala arabada bitkin bir halde yatan Yeni Dünya'ya:

-Kalksana kız! Madem bu zanaata girdin, oynayacaksın!-
deyip duruyordu. Yeni Dünya büyük bir gayret sarf ederek
kendini toplamaya çalıştı. Ayakta durmakta zorluk çektiği görülüyordu.
Kısa, yeşil ve incecik yün hırkası, gitgide artan yağmurda
ıslanmış, sahibine sıska bir kedi halı vermişti. Eliyle ağzını
kapayıp: -Öhhü, öhhü!- diyerek Seymenlerin önüne geçti,
katar ağır ağır ilerlemeye başladı. Davullar alabildiğine çalıyor,
Deli Emine, naralar atıp yıkılarak oynayan Seymenlerin önünde
sıçrıyor, halkalar çiziyor, ve ellerini güç hal ile kaldırıp kaşıkları
çalmaya çalışan, iki adımda bir boğulacakmış gibi öksüren
Yeni Dünya'ya:

-Hadisene!.. Bu halin vardı da ne girdin bu zanaata!- diye
laf yetiştirmekten geri kalmıyordu.

Yeni Dünya, köyün kenarına kadar olan birkaç yüz adımlık
yeri, yuvarlanmadan sonuna vardırabilmek için bütün gayretini
sarf ediyordu. İçinde hayat namına ne kalmışsa hepsini kamçılayıp
mesleğinin haysiyetini kurtarmak, gelinin köyüne:

-Oğlan tarafı da amma karı bulmuş ha!- dedirmemek lazımdı.
Bu -zanaata- girmiş birisi için bundan daha büyük ayıp
olamazdı.

Fakat öksürükler bırakmıyordu. Tam kendini davula uydurup
döneceği, yahut kaşıkları hünerle şıkırdatacağı sırada boğazına
bir gıcık gelip dayanıyor, onu boğacak gibi oluyordu.

Buna rağmen, kız tarafının pek gözüne batmadan, çamurlara
yuvarlanıp kalmadan köyün kenarına kadar oynaya oynaya
geldi. Orada düğün sahibi Hüseyin'e giderek:

-Aman Hüseyin Ağa... Öldüm ben... Beni bir yere götür
yatır!- dedi.

Gece yeniden düğün başladı. Delikanlılar yine içiyorlar ve
köyün kenarında Sinsin oynuyorlardı. Deli Emine, erkekleri bırakıp
gelin evine, gelin evini bırakıp erkeklerin yanına koşuyor;
yolda kimsenin gözüne çarpmadığı halde burada sanki birdenbire
meydana çıkıveren ihtiyar aşık yine kapının yakınında oturup
sazını çalıyor, şehirli efendiler misafiri oldukları evin sahibinden
köyün sosyal ve ekonomik vaziyetini öğreniyor, Yakup
Ağa biraz rakı içtikten sonra köşesinde horul horul uyuyor, civar
karakollardan düğüne gelen iki candarma bedava rakıyı
bardak bardak dikiyor, davulcu baba oğul, yüzlerindeki sarsılmaz
sükun ve ciddiliği hiç kaybetmeden ve yorulmak nedir bilmeden
çalıyor ve bu sırada Yeni Dünya, kendisini bıraktıkları,
ihtiyar bir kadının karanlık ve soğuk odacığında, bir kilimin
üstünde, çarşafsız, parça parça bir yorganın altında, kah titriyor,
kah cayır cayır yanıyordu. İhtiyar kadının pişirdiği çorbadan
ve bulgur aşından bir yudum alamamıştı. Şimdi kadın onu
bırakıp düğün evine gitmiş, ocaktaki ateş kararmış, içerisi zifiri
karanlık olmuştu. Yeni Dünya ara sıra inliyor, -Anacığım, anacığım-
diye söyleniyor, sonra birdenbire bir öksürük geliyor ve
kadın, boğulmamak için, yatakta yüzükoyun dönüp dirseklerinin
üstünde biraz doğrularak dakikalarca bekliyordu. Bu sırada
dışardan derin derin davulların sesi, sarhoşların narası duyuluyordu.
Ara sıra birkaç el tabanca atılıyor ve kendinden geçer
gibi olan kadını yerinden sıçratıyordu.

Ev sahibi gece yarısına doğru geldi, bir köşeye büzülüp
yattı. Yeni Dünya, sabaha kadar inledi, -Anacığım- dedi, bir
yandan bir yana döndü, cayır cayır yandı, tir tir titredi.

Ertesi sabah, köyün ıslak damlarını ve taze ekilmiş tarlaları
buğulandıran bir güneş altında, arabalar yeniden koşuldu, atlar
yeniden eyerlendi, şehirden getirilen fayton, gelin evinin önüne
çekildi. Yüzünü örten kalın duvağın altında boyuna gözlerini
silen kısa boylu bir kızcağız, iki tarafa tutulan çarşafların arasından
hızla geçerek faytona, Yakup Ağa'nın şişman karısı ile
görümcesinin arasına oturdu. Gelin arabasının, başlarına çevreler
bağlanmış atları davuldan ürkerek tepindi. Bir sürü çocuk,
yalınayak, birçoğunun elinde birer kara ekmek, gelini görmek
için arabanın etrafına yığıldılar. Şehirli efendiler kendilerine rahat
bir araba ve altlarına yumuşak minderler seçtiler, Deli Emine
dünkü delikanlıları bulup ortalarına oturdu; düğün sahibi
Hüseyin, dünkünden daha yorgun ve üzgün, şuraya buraya
koştu. Nihayet arabalar ve atlılar yola düzüldüler. Kafile köyün
dışına çıkmış, bir hayli de ilerlemişti ki, bir çocuk koşa koşa arkalarından
yetişti. Yeni Dünya'yı bıraktıkları evin sahibi olan
ihtiyar kadın da daha arkadan, bağıra bağıra geliyordu. Sondaki
birkaç araba durdu. Yeni Dünya'nın bu köyde unutulup yola
çıkıldığı kimsenin aklına gelmemişti. Çocuk ellerini savura savura
bir şey söylüyor, fakat ne dediği anlaşılmıyordu. Biraz nefes
aldıktan sonra:

-Hani o avrat... Ninemin evinde koyup gittiğiniz avrat...
İşte o avrat...- diye çabuk çabuk konuşmaya başladı, ama bir
türlü sonunu getiremedi. Bu sırada kocakarı yaklaşmıştı. O da
ellerini savuruyor, dişsiz ağzıyla geveleye geveleye bir şeyler
söylüyordu.

Hüseyin yanına sokuldu. O zaman kocakarı durup bağırmaya başladı:

-Bakın şunlara... Allahtan korkmazlar. Hasta karıyı başıma
sardıkları yetmedi de, şimdi ölüsünü üstüme yıkıp gidiyorlar.
Getirdiğiniz gibi alın götürün!..-

Hüseyin şaşırdı:

-Öldü mü ki?-

-Öldü dedim ya... Sabaha kadar ah dedi, of dedi, beni
uyutmadı. Ortalık ağarırken içim geçivermiş; deminden uyandım,
baktım sesi çıkmaz, yorganı çektiydim, amanın ne göreyim:
Ağzından kan boşanmış da yatağı yastığı belemiş! Çenesi
düşüvermiş de gözleri belerivermiş...-

Cenazenin başına kalması ihtimalini tekrar hatırlamış gibi
telaşla bağırmaya başladı:

-Sizin köyün hıyanet olduğunu kim bilmez ki!.. Dört gelin
verdik de birini sağ komadınız... Alın karıyı, geldiği yere götürün...
Benim gibi kocakarı o cenazeyi nasıl kaldırır?-

Hüseyin daha fazla dinlemedi. İhtiyara arkasını dönüp
orada bekleyen arabalara doğru yürüdü. Herkes yerine yerleştiği,
önden giden arabalar da epey uzaklaştığı için, ölüyü koyacak
yer bulmak bir hayli zor oldu. Hüseyin, içinde on ila on beş
yaş arasında yedi çocuk bulunan bir arabayı güç halle geri çevirdi.
Yeni Dünya'yı, gelin evinden getirtilen eski bir kilime sarıp,
arabanın bir kenarına uzattılar. Arabacı atları sürdü, öndekilere
yetişti. Kafile tekrar yoluna koyuldu.

En önde, başları çevreli atlarıyla, gelin faytonu, en arkada
da, Yeni Dünya'yı taşıyan araba gidiyordu. Bir sürü çocuğun
arasında, birkaç avuç kuru otun üstünde uzanan ölünün, sarsıntıyla
kilimden dışarı fırlayan başı, tekerlekler taşlara çarptıkça
arabanın yan tahtalarına vuruyor, saçları kuru otlara ve samanlara
karışıyordu.

1942

:::::::::::::::::

İki Kadın

Kerim Ağa iki günden beri yataktan çıkamıyordu. Zaten on
beş günden beri ayakta duracak hali yoktu ama, tez canlı olduğu
için evde oturamıyor, ya kahveye kadar gidip peykenin üstünde
bağdaş kurarak sallanıp inliyor, yahut da eşeğe binip bağa
kadar uzanıyor, henüz koruk halinde bulunan salkımların
arasından çürük taneleri, vişne ağaçlarından sararmış yapraklarla
kurumuş dalları ayıklıyor, akşamüzeri de, daha yorulmuş,
hastalığı daha artmış olarak geriye dönüyordu. Yolda ateş bastığı
için gözleri kararıyor, eşeğin üstünde dalıp yuvarlanır gibi
oluyor ve hayvanın boynuna sarılıp zor tutunuyordu. Bu sefer
bu ishal yakasını bir türlü bırakmamıştı. İlk günler sürgünü keser
diye hemen koruk ezip içmiş, faydası olmayınca, bu pahalı
zamanda yarım fincan kuru kahveyi koruk suyuyla kararak yemiş,
yine bu netameli dertten kurtulamamıştı. Senelerden beri
tesirini tecrübe ettiği ilaçların hiçbiri kar etmiyordu. Buruktur,
bağırsakları sıkar diye avuç avuç vişne, beş altı tane ham ekşi
elma yedi, ama her tedbir hastalığını daha çok artırdı. Nihayet
iki gün evvel: -Karnımın suyunu alır!- diye istemeye istemeye
midesine indirdiği leblebilerden sonra aşağısı büsbütün tutmaz
oldu. Kahvede altına kaçırıp eve gelince karıları kendisini zorla
yatırdılar.

Pencerelerinin tahta kanatları sımsıkı kapalı olduğu için,
yalnız kapıdan ışık alan odanın ortasında, incecik bir döşekte
arka üstü uzanmış, gözlerini tavandaki direklerle bunların arasından
görünen hasıra dikmiş, kah dalıp kah kendine gelerek
bekliyordu. Pek zayıfladığı için, yufka yatakta kemikleri ağrımaya
başlamıştı. Odanın bir köşesinde yığılı duran yün şiltelere
hasretle bakıyor, bunlarda ne kadar rahat yatılacağını düşünüyordu.
Karılarının bütün ısrarına rağmen, kirletirim diye onları
serdirmemişti. Şimdi kendisini böyle zar gibi yatakta hapseden
pis hastalığa sövüp sayıyordu. Kırk beş seneden beri beraber
yaşadığı ilk karısı Hacer:

-İki döşek serelim, Kerim Ağa... İhtiyar halinde rahat et...
Yün döşekleri kabire beraber mi götüreceksin?- dediği zaman
neden razı olmadığına kızar gibi oldu. Fakat bu zamanda böyle
bir yatağın otuz kırk liradan aşağı olmadığını düşününce yine
kendine hak verdi.

Hacer kadın bugün yaprak yolmaya bağa gitmiş, genç karısı
Esma da, üç yaşındaki çocuğunu alıp yunağa çamaşır götürmüştü.
Kerim Ağa evde yapayalnızdı. Fakat çocuk değildi
ya, Esma'nın sözüne uyup komşu dul Makbule'yi başında bekletmeye
razı olsa gönlü hiç rahat etmeyecekti. Ara sıra içi geçiverince
karı evi dolaşıp bir şey aşırır, kimsenin haberi olmazdı,
bunu yapmasa bile, beklemek için istediği haftada yarım şinik
ekin verilir şey değildi.

Kerim Ağa, bir aralık: -Acaba vadem geldi mi ki?- diye
düşündü. İnsan bunu bilse işini ona göre yoluna kor, tedarikini
görür, parasının yerini haber verir, gönül rahatıyla ölürdü.

Birdenbire karnına bir sancı girdi. Dışarı çıkmak için kalkmak
istedi, fakat hiç dermanı kalmamıştı, kemikli elleriyle iki
yanına tutunarak, ancak oturacak kadar doğrulabildi, yüzü acıdan
gerildi, acele acele soluyarak tekrar arka üstü yıkıldı ve
daldı.

Sokak kapısına hızlı hızlı vurulduğu sırada, tekrar uyandı.
Aşağıdan sesler geliyordu.

-Kim var orada?- diye homurdandı.

Sesi pek hafif çıktığı halde, karısı Esma cevap verdi:

-Kahveci Rıza Çavuş'un kızı gelmiş, bir sepet vişne istiyor!-

Kerim Ağa yerinde doğrulmaya çalışarak, kısık sesiyle:

-Yirmi kuruştan ver!- dedi.

Aşağıda tekrar konuşmalar oldu, Esma bağırdı:

-On beş kuruş getirmiş!-

-Olmaz, yirmi kuruş!-

Sonra hızlı hızlı soluyarak:

-Sepeti getir bakayım!- dedi.

Esma, Rıza Çavuş'un kızının getirdiği sepeti alarak yukarı
çıktı. Kerim Ağa sepetin ağzından biraz aşağıdaki bir yeri gösterdi:

-Buraya kadar doldur da ver- dedi.

Kapı kapanıp kız gittikten sonra Esma'nın getirdiği on beş
kuruşu yastığın altındaki keseye koydu.

Hacer kadın da gelmiş, aşağıya eşeği bağlıyordu.

Kapalı kanatlı pencerelerin arkasındaki sokaktan ineklerin
geçtiği ve çocukların bağrıştığı duyuluyordu.

Hacer kadın bağdan getirdiği yaprakları yukarı çıkardı, kocasına
gösterdi. Kerim Ağa, gözleriyle bir tarttıktan sonra:

-Yarın kasabaya pazara götür. İki bangonottan aşağıya, verme!- dedi.

Sonra. Esma'ya döndü:

-Aman, pek yandım... Bana ekşi pekmezden bir şerbet yap
da gel.-

Esma aşağıya indi; biraz sonra tekrar yukarı çıkarak:

-Testide ekşi pekmez kalmamış, anahtarı ver de dolaptan
alayım!- dedi.

-Ne de çabuk bitirdiniz? Su yerine mi içersiniz ne? Tatlı
pekmezden yap!-

-Tatlı pekmez de kalmamış. Anahtarı versene!-

-Eliniz kurusun, istemem!-

Kadınlar, Kerim Ağa'nın altını temizledikten sonra aşağı
indiler. Karanlıkta oturup birer parça bazlama ile üç gün evvelden
kalmış birazcık yoğurdu yediler. Esma'nın oğlu küçük Necati
doymadım deyince, yukardakinden habersiz, çocuğun
önüne bir avuç vişne koydular.

Kerim Ağa'nın yanına çıktıkları zaman, ihtiyarın tekrar
kendini kaybettiğini, yatakta sıçrayıp inlediğini gördüler. Esma
korktu. Hacer:

-Ne korkuyorsun?- dedi. -Altı senedir koynuna girersin!
Tut da altını temizleyelim!-

Hastayı bir sağına, bir soluna devirip temizlediler. Her tarafı
ateş gibi yanıyordu. Kalça kemikleri sipsivri dışarı fırlamıştı.

Esma:

-Ölür mü ki?- dedi.

Hacer kuru elleriyle hastanın yorganını örterek cevap verdi:

-Helbet ölecek... Kaç yaşında ki!-

-Yetmiş var mı?-

-Var olmalı... Beni almadan ölen karısı iki oğul bırakmıştı,
biri seferberlikte kaldı, birisi hapiste... Benim ilkim sağ
olsaydı, şimdi kırkında olacaktı.-

Esma bu hesaptan pek bir şey anlamadı, sustu.

Necati minderin üstünde uyumuştu. Oda adamakıllı karardığı
için Esma, ocağın üstündeki gaz lambasını yaktı. Hiç ses
çıkarmadan bir müddet oturup bekleştiler, sonra lambayı söndürüp
birer köşeye kıvrıldılar.

Gece yarısına doğru odanın ortasındaki yatakta bir hırıltı
başladı. Evvela Hacer uyandı, sürüne sürüne gidip Esma'yı bularak:

-Kalk kız, kalk... Can teslim ediyor!- dedi.

Fakat Esma, yirmi dört yaşın derin uykusundan kolay kolay
uyanamıyordu. Hacer sesini yükselterek:

-Kalksana kız!.. Kalk da çırayı yak... Kerim Ağa kötüledi
olmalı!- diye bağırdı.

Esma'dan evvel küçük Necati uyanarak ağlamaya başladı.
Hastanın hırıltısı devam ediyordu.

Genç kadın:

-Ne var ki?.. Çocuğa bir şey mi oldu?- diye doğruldu.

-Çocuğa değil kız... Koca adama bir şeyler oluyor!-

Esma gerine gerine kalktı; lambayı almak için ocağa doğru
yürüdü; ayağı hastanın yatağına takılarak sendeledi ve korku
ile bağırdı.

Kibriti bulmak için eliyle aranırken odanın sessizliğinden
ürktü: Necati tekrar uyumuş, hastanın da hırıltısı kesilmişti.

-Öldü mü ki ne, Hacer kadın?-

-Ne bileyim kız? Sen ışığı yak!-

Esma elleri titreye titreye kibriti buldu; lambanın soluk kırmızı
ışığı aşağıdan doğru vurarak genç kadının çenesini, uyku
sersemi gözlerini aydınlattı; başının gölgesini, pek fazla büyüterek,
tavandaki direklere ve hasırlara dağıttı; odadaki her şeyi,
bu arada yatağında oturup gözlerini ovuşturan Hacer kadının
bir tutamlık dağınık, ak saçlarını turuncuya boyadı. Necati çamurlu
ayaklarını gerip uzatmış, yarı açık ağzıyla nefes alarak
uyuyordu.

Ortadaki yatakta Kerim Ağa hiç kımıldamadan yatıyordu.
Yüzü o kadar beyazdı ki, gaz lambasının ışığı bile bu beyazlığı
örtemiyordu. Hele aralık duran gözlerinin akı, loş odada, birer
sedef düğme gibi donuk donuk parlıyordu. Seyrek sakallı çenesi
biraz sola ve göğsüne doğru düşmüş, deliklerinden ağarmış
kıllar fırlayan burnunun ucu sivrilivermişti.

Esma korkudan bir feryat kopardı; oda kapısına doğru
koştu. Fakat Hacer kadın hemen yerinden fırlayıp onu eteğinden
tuttu:

-Sus kız! Ne bağırıyon? Ölmüş işte! Gel çenesini bağlayalım.-

-Bilmem ki Hacer ablacığım!..-

-Hadi, sağ iken üstüme kuma gelip koynuna girmesini bildin
de şimdi ölüsüne dokunmaktan mı korkuyon!-

Genç kadın sebebini anlayamadığı büyük bir korkuya düşerek
ortağına yalvardı:

-Ben isteye isteye sana kuma gelmedim ki Hacer ablacığım,
babam zorla verdi...-

Biraz durup cevap bekledi. İhtiyar kadının hiç aldırış etmeden
ölüyle uğraştığını görünce:

-Komşulara haber verelim!- dedi.

-Komşular ne yapacaklar!.. Gece vakti elalemi uyandırınca
Kerim Ağa'nın canı geri gelecek değil a!-

Kocasının yanına çömelip çenesini bağladı; ölünün kıvrılıp
karnına doğru çekilen zayıf bacakları bir türlü dümdüz uzanmıyordu;
Hacer kadın iki eliyle diz kapaklarına basıyor, fakat
ellerini çeker çekmez dizler tekrar yukarı fırlıyordu.

Esma, Hacer kadının karşısında yere çömelmiş, iri gözlerle
bir ona, bir kocasına bakıyordu. Yirmi dört yaşında olduğu halde,
bugüne kadar hiç böyle yakından ölü görmemişti.

Hacer kadın, Kerim Ağa'nın belini yokladı, bir şey aradı,
bulamayınca ölüyü biraz yana devirerek altını karıştırdı:

-Burdaymış!- diye mırıldandı.

-Ne aradın?-

Cevap vermedi. Ölünün donunun uçkurunu elinde tutuyor,
bunun ucundaki bir düğümü dişleriyle çözmeye uğraşıyordu.
Biraz sonra uçkuru Esma'ya uzatarak:

-Sen sök, benim dişim kalmamış- dedi.

Esma düğümü çözünce, yatağın kenarına birbirine bağlı iki
anahtar düştü. İhtiyar kadın bunları yerden alarak doğruldu,
kapıya doğru yürüdü, sonra arkasına döndü:

-Hadi gel, kız!- dedi. -Sandığını açıp bakalım, nesi var?
Yarın hapisteki oğlunun karısı gelirse bize bir şeycikler komaz.-

Esma birdenbire canlandı:

-Nasıl komazmış?- ve eliyle minderdeki Necati'yi gösterdi:
-Bu çocuk onun değil mi?. Onun hakkını kimsecikler alamaz.-

Hacer kadın merhametle güldü:

-Senin de dünyadan haberin yok ya- dedi. -Sen benim üstüme
kuma geldin... Hükümet nikahı olmadın... Necati'nin mirasını
kimse tanımaz.-

Esma inanmadı:

-Çocuk kimin çocuğu? Dünya alem biliyor... Piç değil a!-

Fakat onun da içine bir şüphe girmişti. Hacer kadının arkasından
yürüdü. Alt kattaki sandığı açtılar. İçinden birkaç gömlek,
bir çuha yelek, birkaç yün çorap, bir gümüş tabaka, bir çakmaklı
tabanca, bir bağ bıçağı çıktı. Eşyayı iki üç kere karıştırdıkları
halde para bulamadılar.

Hacer kadın:

-Gömmüş olacak!- dedi.

-Ya!.. Gömmüş olacak!-

-Nereye gömdü ki?-

-Kim bilsin?-

-Kız sana bir şeyler dimedi mi?-

-Ne gezer? Hiçbir şeyler dimedi!-

-Yazık... Gençliğin de var... Ne diye bir gece gömünün yerini
söyletemedin?-

Esma kızarıp önüne baktı: Hacer kadın:

-Yukarı gidip urubalarını arayalım!...- dedi.

Kerim Ağa'nın elbiselerinden iki mendil, bir gümüş köstekli
bafun saat, on yedi lira kadar da para çıktı.

Hacer kadın, aradığını bulamadığına kızmışa benziyordu:

-Kırk sene kahrını çektim... Üstüme kuma getirdi, ağzımı
açmadım da, giderken paralarının yerini diyivermeden gitti...
Boyu devrilesi!..-

-Devrildi ya, Hacer abla!-

-Mezarında rahat yatamıyası... Gayrı ölesiye kadar gene
böyle tarlada bağda çalışacağız ha!.. Gel kız şu parayı üleşelim!-

On yedi lirayı bir sana bir bana Esma ile paylaştı, fakat karşısındakine
sekiz verip kendisi dokuz aldı. Ayrıca gümüş köstekli saati
de çıkısına koydu.

Ondan sonra tekrar ortalığı araştırmaya başladılar. Minderlerin
altına, tavandaki direklerin arasına baktılar, bir şey bulamadılar.

Esma ter ve toz içinde, aramaktan vazgeçerek:

-Hacer abla... Parası yok muydu ola?- dedi.

-Ölüsünü çakallar yiyesi, olmaz olur mu? Vardığımdan beri
ırgat gibi çalıştım, kendi de çalıştı, altı yıldır sen de çalıştın,
ortada ne var ki?.. Her yıl en aşağı yedi sekiz yüz bangonot
ekin satıp alırdı; vişnesi, üzümü de başka.-

Fakat artık o da aramaktan yorulmuştu. Ölünün uçkurundan
çıkan anahtarların büyüğünü eline aldı, biraz düşündü:

-Hadi, aşağı gidelim de kilitli odayı açalım, aş pişirelim,
bazlama yapalım...- dedi. Sonra, daha çok kendi kendine söyler
gibi devam etti:

-Rahat yatamıyası... Kırk yıl evinde oturdum, koca öküz
gibi çalıştım, bir gün doyunca yemek yemedim... Gene de sesimi
çıkarmadım... Nasıl olsa bir gün ölür de, her şeyler bana kalır
dedim... Allahtan korkmadan paralarını yanına alıp gitti.-

Tekrar Esma'ya döndü:

-Ne yüzüme bakıyon kız? Gençliğin var diye mi güveniyon?
Kucağında piçinle seni kim alır?.. İl orağına gidince aklını
başına devşirirsin!.. Hadi, durma... Gidelim de ne varsa çıkaralım,
doyasıya bir yemek yiyelim...-

Kiler işini gören odayı açtılar, un, yağ, tarhana, pekmez,
daha ellerine ne geldiyse dışarı taşıdılar, ocağı yaktılar; çıtırdayarak
yukarıya doğru uzanan alevlerin ışığında birbiri arkasına,
hiç durmadan, hamur yoğurdular, yufka açtılar, çorba kaynattılar,
pekmez şerbeti yaptılar, bazlamalarına bulama sürdüler;
yemekten tıkanır gibi olunca bir müddet durup konuştular.
Kerim Ağa'ya ilendiler, sonra tekrar bir şeyler pişirip, hazırlayıp
yemeye başladılar.

Ortalık ağardığı zaman ikisi de yerlerinden kımıldayamayacak
hale gelmişlerdi; fakat kapının önünden ilk geçen sığırların
gürültüsü, daha fazla beklenemeyeceğini, felaketlerini köylüye
haber vermenin tam zamanı olduğunu onlara hatırlattı.

Yukarı çıktılar, Hacer kadın başına bir çaput örttü, Esma
horul horul uyuyan Necatisini kucakladı. Ortada yatan ölüye
bir göz bile atmadan aşağıya inip kapının önüne fırladılar. Bütün
yakın evleri, hatta sokakları kaplayan yanık bir sesle bağırıp
ağlaşmaya başladılar. Hacer kadın:

-Amanın komşular!.. Gitti... Dünyasına doymadan gitti!..-
diye ağlarken, Esma da, uykudan birdenbire uyandırıldığı ve
ne olduğunu anlayamadığı için avaz avaz bağıran çocuğunu
kucağında sallıyor:

-Vay benim üç yaşında yetim kalan Necatim!..- diye köyün
havasını çınlatıyordu.

1942

:::::::::::::::::

Sulfata

Bulunduğum kasabanın hemen arkasındaki ormanlık bir
dağa çıktım. Önce fundalıklar, sonra çamlar arasında, uzun
uzun, hedefsiz ve maksatsız dolaştım. Dağın en yüksek yerinde
saatlerce kalıp, güzel işlenmiş, çiçekli bir bahçe gibi önümde
uzanan ovaya; dağın eteğinde, siyah kiremitli damları, beyaz
minareleri, kırmızı tuğladan uzun fabrika bacalarıyla kabartma
gibi duran kasabaya; gümüşi yapraklı kavak ağaçları arasında
kaybolan köylere; ve güneşin altında mor bir sise gömülen karşı
dağlara baktım.

Bir türlü buradan ayrılmak istemiyordum. Fakat sabahtan
beri gezip dolaştığım yerlerde su bulamamış, adamakıllı yanmaya
başlamıştım. Dudaklarım kuruyup çatlıyor, dilim yapışkan
bir hal alıyordu. Dağın yollarını bilmeden rastgele yürüdüğüm
için, belki buz gibi bir pınarın beş on adım yanından geçiyor,
fark etmiyordum. Mümkün olduğu kadar çabuk ovaya varıp
kana kana su içmek arzusuyla, daha kısa olduğunu göz kararıyla
kestirdiğim bir taraftan, acele acele inmeye koyuldum.
Fakat ben hızlandıkça ayağımın altındaki sararmış çam pürleri
kayıyor; eğreti duran toprak parçaları, taşlar, kozalaklar yuvarlanıyor,
düşmemek için çabalanırken susuzluğum büsbütün artıyordu.

Bir aralık yolu da kaybettim; iki yamacın arasındaki bir boğazda,
fundalıklar arasında sıkışıp kaldım.

Yabani zeytinler, ardıçlar, mazılar ve daha birçok dikenli
dikensiz çalılar arasından kendime zorla bir yol açmaya çalıştım.
Pek güç ilerleyebiliyor ve çok yoruluyordum. Elbisem her
adımda bir yere takılıyor, şapkam düşüyor, gerilip gerilip kurtulan
bir dal suratıma çarpıyor ve gözlüğümü alıp gidiyordu.
Çalılar boyumu aştıkları için ne tarafa gittiğimi bilmeden ilerliyordum.
Yaprakların arasından baktıkça iki yanımda dimdik
iki sırt, önümde ve arkamda fundalıklar görüyor, bu geceyi burada
susuz nasıl geçireceğimi düşünmeye başlıyordum.

Bir hayli daha çabalayıp bir parça daha ilerleyince üç dört
yüz adım ilerde, kazılmış bir toprak parçasıyla zeytin dikmeleri
gördüm. Orada ya bir insan, yahut hiç değilse, bir yol bulunacaktı.
Aşılanıp tımar edilen ve altı çapalanan bu zeytin fidanları,
tabiatın bu dokunulmamış yerlerine bir insan elinin
uzandığını gösteriyordu. Körpe dikmeler susuz yetişmeyeceğine
göre, yakınlarda içecek bir şey de olmalıydı... Vücudum gerildi,
bütün gayretimle o tarafa atıldım. Ayaklarımın altında ve
iki yanımda dallar hışırtılar çıkararak kırılıyor, dikenler eteğimden
çekiyor, çalılar yüzümü tırmalıyor, fakat hiçbir şey beni
yolumdan alıkoyamıyordu. Bir saat kadar sonra zeytin fidanlarının
bulunduğu kazılmış yere çıktığım zaman ellerim
kanamış, yüzüm sıyrılmış, her tarafım tere gömülmüştü... Yüzümden
çıkan duman, gözlüğümün camlarını buğulandırdığı
için bir şey görmüyor, iri tezekli toprakta tökezleyerek yürüyordum.
Dinlenmeden yoluma devam edemeyeceğimi anladım,
rastgele bir yere oturup gözlerimi kapadım, biraz dinlendikten
sonra gözlerimi açınca etrafıma bakındım. Boğaz burada
genişlemiş, açılmıştı. İlerde, ağaçsız bir bayırda, yeni biçilmiş
bir tarla ile, bunun aşağı tarafında, çukurda, mısır ekili küçük
bir bahçe, yanında bir kuyu, biraz ötede kerpiç bir kulübe
vardı.

Birdenbire susuzluğumu hatırladım, yerimden fırlayıp
koştum. Kuyunun başına gelince dört yanıma bakınarak birinin
görünmesini bekledim. Kimsecikler yoktu. Kulübeye doğru yürüyerek:

-Hemşerim... Kimse yok mu?- diye bağırdım. Cevap veren
olmadı. Üstüne dallar örtülüp toprak atılmış kerpiç kulübenin
kapısı aralıktı. Başımı uzatıp baktım. Bir köşede dürülmüş küçük
bir yatak, ocağın kenarında birkaç toprak kap vardı.

Etrafta kimseler görünmüyordu. Tekrar kuyunun başına
geldim, bir kova su çektim ve yarısına kadar içtim. Sonra oraları
dolaştım. Bahçecikte mısır fidanlarının arasında tek tük bostan
kökleri, birer sırığa sarılmış birkaç fasulye vardı.

-Herhalde buranın sahipleri yakın bir yere gitmiş olacaklar!-
diye düşündüm. Bahçede ve kulübede uzun zamandan
beri bırakılmış bir hal yoktu, fakat bir taraftan da insanın gözü
apaçık bir bozulma ile karşılaşıyordu: Mısırların altı günlerden
beri sulanmamış, yapraklar sararmaya yüz tutmuştu. Adamakıllı
kemale geldiği görülen bostanlar ve fasulyeler toplanmamıştı.
Kulübedeki ocak haftalardır yakılmamışa benziyordu.

Kapının toprak eşiğine oturup biraz dinlenmek istedim.
Güneş epeyden beri arkadaki bayırın arkasına girmiş, karşıdaki
sırtların eteklerinden tepesine doğru yükselmeye başlamıştı.
Boğazın benim geldiğim tarafından doğru çam kokulu bir rüzgar
esiyordu. Biraz ilerde, biçilmiş tarlada cırcırböcekleri ötüyor,
çekirgeler sıçrıyordu. Boğazın alt ucunda ancak küçük bir
parçası görünen ova, yandan vuran güneşin ışıkları altında
parlıyor, ağaçlar arasında uzayıp giden yollardan köylerine dönenlerin
kaldırdığı toz bulutları dalga dalga yükselip, ovaya
sisli bir sabah manzarası veriyordu.

Bu sırada gözlerim, boğazın alt başından, ova tarafından
bulunduğum yere doğru ağır ağır gelen bir şeye takıldı. Biraz
yaklaşınca, bunun, sırtında ağır bir yük bulunan biri olduğunu
fark ettim. Herhalde, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerin sahibi
olacaktı. Yerimden kalkarak o tarafa doğru yürüdüm. Ne biçim
bir insan olduğunu ve benim burada bulunuşumu nasıl
karşılayacağını bilmediğim için, ona yolda rastlamak istemiştim.

Çalılar arasındaki patikada bir müddet gözümden kayboldu.
Birkaç yüz adım yürüdükten sonra yavaşladım. Buralarda
karşılaşacağımızı kestiriyordum. Fakat uzun zaman yürüdüğüm
halde kimseye rastlamadım. Ovaya iyice yaklaşmıştım ki,
yolun kenarında bir karaltı gördüm. Akşam iyice çökmüştü. Bir
şey seçemiyordum. Daha yaklaştım, o zaman yerde birinin yattığını,
başka birinin de onun başı ucunda diz çöküp oturmuş
olduğunu gördüm.

-Merhaba hemşerim!- diye seslendim.

Genç, fakat karanlık bir ses, mırıldanır gibi cevap verdi:

-Merhaba!-

Yanına sokulduğum zaman, yerde yatanın bir kadın olduğunu
anladım. Yamalı bir pazen şalvardan çıplak ayakları fırlıyordu.

Delikanlıya sordum:

-Hastan mı var?-

-Öyle...-

Bir zaman sustum; sonra ben de yakına çömeldim:

-Şu yukardaki bahçeyle dikmeler senin mi?-

-Benim!-

-Dikmelere iyi bakmışsın maşallah... Bir iki seneye kadar
zeytin verir.-

Dudaklarını büktü:

-Beş altı sene ister daha!-

Yüzünün sesinden daha genç olduğunu görüp şaştım. Hiç
de on yedi on sekizden yukarı göstermiyordu.

Kadını işaret ederek:

-Kardeşin mi?- dedim.

Başını salladı:

-Yok... Ailem!-

Gülmeye çalışarak:

-Pek erken evlenmişsin!- dedim.

-Öyle oldu...-

-Hastalığı ne?-

-Sıtma!-

-Sulfata veriyor musun?-

-Bırak efendi, Allahını seversen, sulfata nerde?-

-Sıtma Mücadelesi'ne gitmedin mi?-

-Ordan geliyoruz!-

-Ne dediler?-

-Bir şeysi yok dediler!-

-Deme canım!-

-Öyle dediler!-

Deminden beri her sözüme kısa kısa cevaplar veren ve sanki
her cevaptan sonra benim hemen kalkıp yoluma gitmemi
bekleyen delikanlı birdenbire içini dökmek isteğini duymuş gibi,
yüzüme baktı. Yanı başında, toprağın üstünde, yan üstü yatıp
yaman bir nöbetle tir tir titreyen kadını gösterdi:

-Şunun haline bak, efendi!..- dedi. -Allah'tan korkmadan
bir şeysi yok deyip savdılar!-

Olduğum yerde doğrulup hastaya bir göz attım, ona bir
kadın demek de tuhaftı, hummanın tesiriyle büzülen vücudu
minimini görünüyordu. Alacakaranlıkta terden parlayan yüzü
de daha pek çocuktu.

Delikanlıya döndüm:

-Sen meramını anlatamamışsın herhalde, oğlum!- dedim.

-Meram anlamayana nasıl anlatırsın, beyim!- diye yüzüme
baktı. Sonra gözlerini önüne çevirerek devam etti:

-Bak başından anlatayım... Hilafım varsa, yerimden sağ
kalkmayayım... Aliye sıtmayı bizim köyde almış. Ben askerdeydim,
gelince öğrendim...-

Sözünü kestim:

-Kaç yaşındasın?-

-İki sene evvel askerden döndüm!-

-Ne zamandan beri evlisin?-

-Kuram çıkmadan üç ay evvel Aliye bana kaçtıydı. Yaşı küçük
diye kasabada nikah etmediler. Babası da laf dinlemez bir
koca yörüktü. Kızını ovalıya vermek istemedi. Allah razı olsun,
bizim köyün imamı duamızı okuyuverdi de bizi birleştirdi. Gelgelelim
ben askerdeyken, bizim peder, kızcağıza etmediği hakaret
komamış... 'Kocan askerde, ben sana bakamam, git kendi baban
baksın, Kızılbaş dölü!' demiş; kız ortada kalıvermiş, komşuların
yanında çalışmış, orağa, çifte gitmiş... Şükür Allaha çocuğu
yoktu... Ben tezkereyi alıp gelince babamla zorlu kavga ettim.
'Malın da, tarlan da senin olsun... Neyin varsa, kızlarınla eloğlu
damatların alsın. Ben gayrı senin ocağını tüttürmem!' dedim,
rahmetli anamdan kalan bir tek tarlayı sattım. 'Gel kız, Aliye,
kısmetimizi dağda taşta arayalım!' dedim, aldım karıyı buraya
geldim. Tarlanın parası bizi bir sene idare etti. Burada çalıları
söktüm, ikimiz yüklendik, kasabada sattık; kalan odunlarla kömür
yaktık, daha çok para etti. Açılan yerlere ekin ektik, ekmeğimiz
çıktı. Dört el bir olunca ne olmaz ki... Çalıları kökledik,
deli zeytinlere aşı vurduk, kuyu açıp dikmelerimizi suladık.
Kerpiç kesip bir odacık kurduk. Kimseye de muhtaçlık etmedik.
O yandan geliyorsun, görmüşsündür: Bahçe yapıp yeşillik bile
ektik. Geçen yıl kasabada devlet nikahı kıydırdık, bu yıl da iki
keçi ile beş on yumurtlar tavuk alacaktık. Ama Aliye'nin sıtması
tepti. Dedim ya, ben askerdeyken bizim köyde almış. Onlar obalıdır.
Dağlık yerde sıtma olmaz, ama bizim köy sulak yer... Bu
meret de öyle yerlerden hoşlanırmış... Tam orak zamanıydı.
Yağmur bastırır filan demedim, hemen alıp kasabaya indirdim.
Sıtma Mücadelesi'ne götürdüm. Ne de olsa askerlik ettik, bu
yolları biliriz. Doktor, tüyü bozuk bir oğlandı. Kaytan bıyık bırakmış,
kocaman bir gözlük takmıştı; yüzümüze bile bakmadı,
ak gömlekli bir hademeye: 'Al şunun kanını!' dedi, bizi de: 'İki
gün sonra gelin!' diye savdı. İki gün sonra Aliye'yi yalnız gönderdim.
Ben ekini biçiyordum... Doktor, kıza: 'Senin kanına baktık,
bir şeyin yok!' demiş. Kız, 'Aman derim, doktor, bak şu halime,
benzimde kan kalmadı... Ben bu derdi eskiden de çektim,
kurban olayım, azıcık sulfata ver!' deyince yüzüne bağırıvermiş:
'Senin hastalığın sıtma değil dedik ya!' demiş. 'Başka derdin
varsa git Belediye doktoruna!' Aliye, Belediye doktoruna gitmiş,
adam kadının yüzüne bir bakınca: 'Kızım, ne buraya geldin? Senin
sıtman var, Mücadele'ye git!' diye savmış. Aliye döndü geldi
ama, perişandı. Üç gün yattı. Ardıç ezip suyunu içirdim... Ne
bileyim ben... Şaşkınlık işte... Kar etmedi, büsbütün yüreğini
döndürdü. Üçüncü günü biraz canlandı, aldım yanıma, yeniden
kasabaya indirdim. Mücadele doktoru bizi tanıdı, 'Ne diye geldiniz
sulfatacılar?' dedi. 'Aman bey' dedim, 'sen bir şey yok dedin
ama, bacın üç gündür başını kaldırmadı, kurban olayım, bir
muayene et de derdine derman ol!' Doktor başını bile çevirmedi:
'Biz kan muayenesine bakarız... Kanı temiz çıktı, üst yanına
karışmam.' dedi. O zaman, Allah bilir ya, bir yalan attım: 'Belediye
doktoru baktı, dalağını yokladı, ille de sıtması var diye sana
yolladı!' dedim. Doktor, ters ters yüzüme baktı: 'Öyleyse ateşi
geldiği zaman getir de bir daha kanını alalım!..' dedi. Ayağına
düştüm: 'Üç saatlik dağda otururuz' dedim, 'Yangını olunca
yattığı yerden başını doğrultamıyor, buraya nasıl gelir?' Yerinden
kalktı, üstümüze yürüdü, tepine tepine bağırdı: 'Ne laf anlamaz
hödük şeylersiniz siz!' dedi. 'Kanun var, nizam var, size
yol gösteriyoruz, daha da kafa tutuyorsunuz. Defolun şurdan!..'
Ak gömlekli hademeyi çağırdı: 'At şu miskinleri dışarı!' dedi.
Dışarı çıkınca: 'Kız Aliye!' dedim. 'Yat şu kapının dibine. Domuzun
sıtması nerdeyse gelir... Hemen içeri varır, kanını aldırırız.'
Duvarın dibine çöktük, akşamacak bekledik. Daha ortalık kararmadan
doktor çıktı. Hademe kapıyı kitlerken: 'Hemşeri, doktorun
evi nerdedir?' diye sordum, adam, ne yapışkan şeylermiş
bunlar, diye bir yüzümüze baktı: 'Doktorun evi yok, bekardır;
gece yatmaya buraya gelir!' dedi. Daha iyi ya, dedim, biz de
bekleriz. Gün kavuşurken Aliye'nin sıtması bastırdı. Yanıyom,
Mustafa, yanıyom! diye inledi. Hemen oraya, taşların üstüne
yatırdım, başını dizime aldım. Bekledim de bekledim. Gavurun
doktoru gelemedi. Kız yandı, tere battı, yeniden yandı, doktor
yatmaya gelmedi. Ta gece yarısı iki yanına devrile devrile yolun
başından söküldü. Amanın, sarhoş olmuş, kan alırken kızın bir
yanını kesmeye ola! diye aklımdan geçti. Şeytan dedi ki, şu sarhoş
halinde vur başına odunu, gebersin!.. Ama ne edersin, Aliye'nin
dermanı onun elinde. Kapıya gelince, bir türlü anahtar
deliğini bulamadı. Seğirttim, kapıyı açtım. Önünde selam durdum:
'Doktor bey, hastam kapının önünde... Sıtmadan yanıyor...
Hadi şunun kanını alıver!' dedim. Gök gözlerini üstüme
dikti, yüzüme doğru bir geğirdi, ondan sonra aman anam bir
bağırmaya başladı, mahalleli uyanıp pencerelerden dışarı sarktı.
'Yine mi siz?.. Gece yarısı bile sizden rahat yok mu? Allahın
gündüzünü gözünüz görmüyor mu? İş zamanında sizinle uğraştığımız
yetmiyor mu?.. Nankör herifler... Saygısız herifler...'
diye ortalığı ayağa kaldırdı, içeri girip kapıyı yüzüme kapayıverdi.
Öte yandan gürültüye gelen bir bekçi de bizi oradan kovdu.
Aliye'yi sırtlayıp kasabanın dışına getirdim, zeytinliklerden
birinin altına, kırağılı otların üstüne bırakıverdim... Eh, bey, artık
bundan sonra o doktorun yanına varmadım dersin ya...
Çünkü insan olan bir daha oraya gitmez... Ama ben gittim...
Bak, fukara kızcağız gün günden eridi. Ölüp gidiverecek... Bu
gittikten sonra ben tarlayı, zeytini n'ideyim? Ahdım olsun, evi
kazmayla yıkar, bahçeyi dağıtır, kuyuyu yeniden doldurur, dikmeleri
birer birer söker, başımı alıp giderim... Uzatmayalım...
Beş on gün bunu evde yatırdım. Kasabadan tanesi on kuruşa
beş on tane sulfata aldım, içirdim, hani faydasını da gördü. Ben
de bu aralık ekini kaldırdım, bahçeyi belledim, ama sulfatalar
tükenince sıtma geri geldi. Bende her gün otuz kırk kuruş verip
sulfata alacak hal var mı? Olsa da aradığın zaman bulunmuyor
ki... Neyse, bir gün Aliye bana dedi ki: 'Mustafa, bugünlerde
sıtma bana öğlenleri geliyor, sabahtan kasabaya inelim, ateş basınca
orda oluruz!' İşte bu sabah kalktık gittik... Mücadele'nin
kapısına varıp oturduk. Akşamacak bekledik... Ama domuzun
sıtması gelmedi... O da bize düşman... Zaten dost olsa bizi gelip
bulur muydu?.. Doktor şapkasını giyip gidene kadar ateşi
gelmedi... Kalktık gerisingeriye dönerken yolda, şu bayırın altında
yakaladı. Eve varmamızı bile beklemedi... Sırtıma alıp çıkarayım
dedim, buraya kadar getirdim... Kuş gibi çocuk ama,
yol çetin, dermanım kalmadı...

Mustafa sustu ve önüne baktı. Ortalık büsbütün kararmış,
yıldızlar gökyüzünü doldurmuştu. Fakat ben, yerde yatan kadının
çıplak ayaklarının titrediğini fark ediyordum. Zavallı, yabancı
bir erkeğe duyurmamak için inlemesini bile zapt etmeye
çalışıyor, açık ağzından ıslık gibi sesler çıkararak hızlı hızlı
soluyordu.

-Hadi sana yardım edeyim de eve kadar götürelim!- dedim.

-Zahmet etme, bey... ben dinlendim, kendim götürürüm,
ne kaldı ki...-

Ona herhangi bir yardımda bulunmak için düşünüyor, bir
şey bulamıyordum. Bu kasabada gelir geçer olarak oturduğum
için doktoru tanımıyordum. Bir şey yapamamanın verdiği acılıkla
yerimden kalktım... Birdenbire aklıma bir çare geldi:

-Bana bak, Mustafa!- dedim. -Sen şimdi bir yerden küçük
bir cam parçası bul... İyice temizle... Sonra karına nöbet geldiği
zaman bir topluiğneyle şahadetparmağının ucunu azıcık
del... Çıkan kanı camın üstüne sür, onu doktora götür...-

Mustafa, inanmayan gözlerle beni süzdü:

-Olur mu ki?-

-Neden olmasın? Sıtmalı kanda herhalde mikrop bulunur,
bunu görünce de sana sulfata verirler!-

Mustafa:

-Baş üstüne beyim...- dedi. Fakat ben onun sesinden, bakalım,
bir kere de senin dediğini deneyelim, demek istediğini
anladım.

Kasabaya üç saatlik yolum vardı. Daha geç kalmak istemiyordum.
Onları bulundukları yerde bırakarak bayır aşağı yürüdüm.

İki gün sonra akşamüzeri Mustafa'ya kasabanın çarşısında
rastladım. Ağır ağır yürüyor, dalgın gözlerle elindeki bir şeye
bakıyordu. Yanına sokuldum:

-Ne oldu Mustafa?- dedim.

Evvela tanıyamadı, uzun uzun süzdü, sonra hatırlar gibi
oldu:

-Sen o dağda gördüğümüz beysin, tanıdım!- dedi.

-Ne yaptın?-

-Dediğini yaptım beyim!- diye acı acı güldü. -Doktora camı
götürdüm. Sıtması üstündeyken parmağını delip kanını bulaştırdığımı
söyledim. Yerinden kalktı, üstüme yürüdü: 'Ulan
kim bilir hangi sıtmalının kanını aldınız da bana yutturmak
istiyorsunuz!.. Benden dalavereyle sulfata koparmaya kalkıyorsun,
ha! Çabuk arabanı çek, yoksa şimdi seni polise teslim ederim!'
diye bağırdı. Ak gömlekli hademe de beni kolumdan tuttuğu
gibi dışarı attı...-

Elindeki camı hızla yere çaldı, kırıklarının üzerine çıplak
ayaklarıyla basarak, başka bir tek kelime bile söylemeden ve
yüzüme bakmadan yürüdü gitti.

Gözlerim uzun zaman onun sırtına takılıp kaldı. Sonra dönüp
yoluma devam ettim. Sıtma Mücadelesi'nin önünden geçerken,
sarışın, mavi gözlü, ince bıyıklı ve iri gözlüklü genç
doktorun, dispanserin kapısını kilitleyen hademeye sinirli sinirli
homurdandığını duydum:

-Sana kaç defadır söylüyorum- diyordu. -Sokma bu herifleri
benim yanıma!.. Dışarda kininin pahalı satıldığını duyunca
hepsi sıtmalı kesiliyorlar... Ben bilirim bu köylülerin ne yalancı
mahluklar olduğunu...-

1942

:::::::::::::::::

Hasanboğuldu

Kazdağı'nın Adalar Denizi'ne bakan yamaçlarından birindeki
bir yörük obasına gidip dört beş gün kalacaktım.

Edremit pazarına çıra ve bal satmaya geldiği zamanlar ahbap
olduğum ve devlet kapısında birkaç ufak işine yardım ettiğim
uzun boylu, ak sakallı bir yörük beni davet etmiş:

-Çadırda yatmayı gözün tutarsa buyur! Taze bal yersin, kana
kana acı su (rakı) içersin!- demişti.

Ben ona, bir daha kasabaya indiği zaman yanına katılıp geleceğimi
söylediğim halde, sıcak, rüzgarsız bir günün sabahında,
aklıma esiverince, yalnız başıma yola düzülmüştüm. Yerini
aşağı yukarı bildiğim obaya, uğradığım köylerde sora sora, öğleye
kadar varacağımı umuyordum.

Yüzlerce, belki binlerce senelik zeytin ağaçlarının arasında
uzanan, çukur, iki yanı böğürtlen ve hayıtlarla örülü yolda ağır
ağır yürüyordum. Arkamdan yükselen güneş, gölgemi araba
izlerinin kıvrımları üzerine serip uzaklara kadar götürüyor; deniz
tarafından yüzüme doğru esen hafif, fakat serin bir bahar
rüzgarı, kasabadan uzaklaştığımı hatırlatıyordu. Kırağı yemiş
toprak ve taze çimen kokusu etrafı kaplamıştı. Tarla kuşlarıyla
serçeler, ötüşe ötüşe ağaçtan ağaca sıçrıyor, güneşin vurduğu
yerlerden dalgalı bir buğu yükseliyordu.

Kazdağı'nın eteklerindeki Zeytinli köyünün, bahçesi salkım
söğütlerle gölgelenmiş havuzlu kahvesinde bir çay içip,
Yüksekoba'nın yolunu sordum. Kahveci:

-Hiç oraya varmadım ama, bildiğime göre, Beyobası'nı
geçtikten sonra Kızılkeçili Deresi boyunca dağa vuracaksın;
patlakların yanına gelince soldaki bayıra tırmanıp yaylada bir
kurşun atımı gideceksin!- dedi.

Ne Beyobası'ndan, ne de patlaklardan haberim olmadığı
için adamcağızın yüzüne garip garip bakmış olmalıyım ki, güldü
ve ilave etti:

-Yabancı adamın tek başına gideceği yer değil orası efendi.
Dağlarda, ormanlarda yolunu sapıtıverirsin!-

-Yok canım, sora sora bulurum!-

-Kime soracaksın?.. Beyobası'nı geçtikten sonra insan göremezsin ki!-

Cevap vermedim. Kahveci fincanı götürdü. Ben: -Acaba
Edremit'e dönsem de bizim koca sakallı İsmail Baba'yı beklesem
mi?- derken tekrar geldi:

-İşin rast gidiyor efendi!- dedi. -Yüksekoba'ya giden var,
sen de yanına katıl!-

Hemen kalktım. Kahvenin önünde, yüzü güneşten yanmış,
ince saç örgüleri sırtına dökülmüş, kanarya sarısı üçetekli giymiş
bir yörük karısı vardı. Kahveci:

-Hacer kız, efendi sizin obada Koca İsmail Baba'ya misafir
gidecekmiş, götürüver!- dedi.

Kadın yüzüme üstünkörü bir göz attıktan sonra:

-Hadi yürü!- emrini verdi.

Yüzünü bana çevirdiği sırada, bu yörük karısının henüz on
sekiz yirmi yaşlarında bir kız olduğunu fark edip şaştım.

O daima birkaç adım önde, ben arkasından yetişmeye çalışarak
yola koyulduk. Kahveci gülümseyerek arkamızdan bakıyordu.

Köyün dışına çıkıp zeytinlikler arasına dalınca Hacer sarı
entarisinin eteklerini toplayıp beline soktu; alçak topuklu, kalın
rugan ayakkabılarını çıkarıp heybesine koydu; toprak üzerinde
çıplak tabanlarının izini bırakarak yürümeye başladı. Başındaki
ince, oyalı yazmanın altında küçük bir bal kutusu gibi kabaran
altınlı fesi, her adımda hafifçe titriyor; uzun boyu, heybenin
ağırlığı ile azıcık öne eğiliyordu.

Hiçbir şey konuşmadan bir saat kadar yürüdük. Birkaç
meyve ağacının arasına serpilmiş beş on evden ibaret Beyobası'nı,
biraz sonra da, ulu bir çınarın gölgesinde yıkılıp dağılmaya
bırakılmış boş bir su değirmenini geçtik. Artık zeytinler bitmiş,
çam ormanları başlamıştı. Gün ışığı vurmayan, gölgeli, loş
bir boğaza iniyorduk. Karşımızda alabildiğine dik bir dağ yükseliyor,
onun henüz gözümüzden saklı bulunan eteklerinden
doğru, coşkun akan bir derenin uğultusu geliyordu.

Hacer kız bir aralık başını çevirdi:

-Dere boyundan gideceğiz. Suyu fazladır, bastığın yere
mukayyet ol!- dedi.

Kayalar arasındaki dik ve dar bir patikadan inince Kızılkeçili
Deresi'yle karşılaştık. İki sırtın birleştiği dar boğazda kayadan
kayaya atlayarak köpüren sular, kulakları dolduran büyük
bir gürültü çıkarıyorlardı. Suyun kenarındaki dar yolda, çok
kere taştan taşa atlayarak, yürümeye başladık. Kah derenin kıyısına
kadar iniyor, kah tekrar sırta tırmanarak beyaz köpüklü
çağlayanlara yüksekten bakıyorduk. Boğaz gittikçe darlaşıyor,
iki yanda dimdik yükselen kayaların yarıkları arasından fırlayan
kocaman çam ağaçları, yan yatmış bir halde, boşluğa uzanıyordu.
Suların yalayıp parlattığı taşlarda çıplak ayaklarıyla
seken Hacer'e yetişmek için güçlük çekiyordum. Dağdan yuvarlanıp
derenin yolunu kapayan ev büyüklüğünde kayalar,
yahut bir kayanın beri tarafındaki yumuşak toprağı oyan sular,
dere boyunca yer yer büyük ve derin havuzlar meydana getirmişlerdi.
Bir kararda durmayan aynalarına etraflarındaki iri
çam veya çınar ağaçlarının gölgesi vuran ve suları içlerine çok
kere birkaç adam boyu yüksekliğinde bir kayadan köpük köpük
dökülen bu havuzlara her rastlayışımızda önümdeki kız
başını çevirmeden:

-Buna Deli Büvet derler!-

Yahut:

-Buna Kunduzlu Büvet derler!- diye izahat veriyordu.

Boğazın biraz genişlediği bir yere yaklaştığımız zaman, kulaklarımı
müthiş bir gürültü doldurmaya başladı. Hacer:

-Sutüven'e geldik!- dedi.

İki iki buçuk metre çapında bir borudan fırlıyormuş gibi
bol ve coşkun akan sular, bembeyaz bir kayaya varınca birdenbire
boşlukla karşılaşıyorlar, bir an, bir küçük an sanki duralıyorlar,
sonra, geldiklerinden daha müthiş bir hızla derin bir çukura,
sade köpük halinde dökülüyorlardı. Orada bir müddet
kaynaşıyorlar ve çalkalana çalkalana sağa kıvrılıp, beyaz taşlar
üzerinde sekerek, yollarına devam ediyorlardı. Kenara kadar
sokulup aşağıya bakınca insanın yüzünü serin bir buğu sarıyor,
ardı arası kesilmeyen bir gök gürültüsü iki yanda yükselen kayalık
dağlarda uğultulu akisler bırakıyordu. Bu çağlayandan
bahseden bir şiirin ilk satırları hep dudaklarımda idi:

Bir kayadan duman duman,

On yedi metre atlayan

Dağ kokusiyle yüklü su...

...

Akması tel tel ince saç,

Düştüğü yerde üç kulaç,

Mavi su, ak köpüklü su!.. (Mustafa Seyit Sutüven'in şiiri)

Bir kenarda çömelip gözlerini bir bana, bir Sutüven'e çeviren
kız, heybesini tekrar sırtladı. Dere boyunca, iki dağın gittikçe
sıkışan yamaçları arasında, yeniden çıkmaya başladık. Menbaa
yaklaştıkça dere artık akmıyor, çağlayanlar şeridi halinde,
bir kayadan bir kayaya sıçrıyordu. Suyu aralarına alan kayalar
bir yerde daralıp birbirlerine iki adım kadar yaklaşmışlardı;
olanca hızlarıyla gelip bu cendereye giren sular, beş altı metre
uzunluğundaki dar boğazdan görülmedik bir hırs ve süratle,
ve simsiyah bir renk alarak geçiyorlar, kurtulduktan sonra da,
kumlu ve çakıllı yataklarına serilip, beyaz kabarcıklı kahkahalar
atarak fıkırdıyorlardı.

Yolun adamakıllı çetinleştiği, iki taraftaki taşlara, çalılara,
çam fidanlarına tutunmadan yürümenin güçleştiği bir yerde
önümüze koskocaman bir büvet çıktı. Bir başından bir başı on
beş adım vardı. Üç adam boyu kadar derin olan suyu yüksekçe
bir kayadan dökülüyordu. Gövdesini dört kişinin zor kucaklayacağı
bir çınar havuza doğru eğilmiş, kalınlı inceli dallarını suyun
üstüne uzatmıştı. Şimdi boğazın alt başı hizasına gelen güneş,
iri yapraklar arasından geçerek büvetin dibindeki süt gibi
beyaz çakılları, iri kumları ışıldatıyordu. Döküldükleri kayanın
dibinden başlayarak yer yer anaforlar yapıp kenarları dolaşan
sular, havuzun alt başına gelince, birdenbire yollarını bulmuşlar
gibi, geniş bir kayanın üstünden hızla geçerek akıp gidiyorlardı.

Hacer kız burada hiç durmadan yoluna devam etti. Ben
onun ardından yetişmeye uğraşırken, dönüp dönüp bu görülmemiş
güzelliğe bakmaktan kendimi alamıyordum. Suların gürültüsünü
bastırmak için bağırarak sordum:

-Bu büvetin adı yok mu?-

-Hasanboğuldu!-

-Ne dedin?-

-Hasanboğuldu!-

-Kim Hasan?-

-Zeytinli'den... Bahçıvan Hasan!-

-Ne zaman boğulmuş?..-

-Çok olmuş... Kırk elli sene var...-

-Nasıl boğulmuş?-

Kız durdu, geri dönüp, şimdi bulunduğumuz yüksek yerden
aşağıya, güneşin ışığıyla balık karnı gibi parlayan sulara ve
bunların üstünü yer yer örten çınara baktı: -Yaylaya varalım
da, azıcık oturur dinleniriz, o zaman anlatırım!- dedi.

Tekrar yola koyulduk, bir hayli daha çıktık. Dönüp boğazın
geldiğimiz taraflarına baktığım zaman, ovayı epeyce aşağılarda,
adamakıllı küçülmüş olarak görüyordum. Zeytin ve kavak
ağaçlarının arasında kırmızı kiremitleri ve beyaz minareleri
görünen köyler birer oyuncak gibiydi.

Hacer:

-Patlaklara geldik; buradan dağa vuracağız!- dedi.

İleriye dönüp baktım. Derenin iki yanında, sudan hemen
birkaç karış yukarıda, birbirlerinden ancak birer ikişer adım
uzaklıkta, yan yana belki yirmi tane pınar vardı. Kimi irice bir
taşın altından, kimi kumlu bir topraktan fırlıyor, binlerce kuşun
bir arada çıkardığı sesi andıran bir şırıltı ile dereye karışıyordu.
Koşup yüzükoyun yattım ve bunlardan birinin dayanılmayacak
kadar soğuk suyunu dinlene dinlene içtim. Hacer de çömelmiş,
avucuyla su alarak yüzüne ve şakaklarındaki saçlara
sürüyordu.

Vücudumdan terler boşanarak dağa tırmanmaya başladım.
Dere sağımızda ve aşağıda kalmıştı. Üzeri kuru çam pürleriyle
örtülü keçiyolunda kayıp yuvarlanmamak için bazan diz üstü
çöküp bir ardıç dalını yakalıyor, bazan da tutar tutmaz köküyle
beraber elimde kalan bir kekiğe yapışıyordum. Nihayet bayır
mülayimleşti, biraz sonra da önümüz açıldı. Seyrek çamların
arasından ilerideki denizi gördüm. Birkaç adım daha yürüyüp
gölgeli bir yere oturduk.

Hacer kız heybesini karıştırarak:

-Yanında yiyeceğin yok herhalde!- dedi. -Sokul da ekmek
yiyelim!-

Ben üç dört saatte obaya varacağımı sandığım için yanıma
bir şey almamıştım. Ne kadar acıktığımı şimdi birdenbire anlıyordum.
O, bu sırada önüme bir tutam yufka koymuş, yere serdiği
kırmızı yazma mendilin üstüne bir topak tulumpeyniri ile
birkaç taze soğan bırakmıştı. Hem yiyor, hem etrafıma bakıyordum.
Bulunduğumuz yer, denizden bin beş yüz metre kadar
yüksekte idi. Akçay iskelesinin önünde duran kayıklar, ağaçların
arasındaki seyrek binalar iğne topuzu kadar ufaktı. Karşıda,
Burhaniye'nin arkasında yatan Madra Dağları şekilsiz bir yığından
ibaretti. Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan
deniz, ta uzaklarda açıklı koyulu gölgelere bürünen Midilli
Adası'na kadar uzanıyor, bunun sağ yanından geçerek ufukta,
sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı'nın körfeze kadar yaklaşan
eteklerini sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve
biçimde, irili ufaklı dağlar ve tepeler çeviriyordu. Arkamızda
Sarıkız, bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını beyaz bulutlara
uzatıyordu.

Yanımdaki kız, ortada kalan yufkalarla peyniri mendile sarıp
heybesine yerleştirdi; ben, hemen kalkmayı asla düşünmediğimi
belli etmek ister gibi arkamdaki çama yaslanarak:

-Hani şu Hasan'ın nasıl boğulduğunu anlatacaktın!- dedim.

-Nasıl boğulduğunu gören yok ki... Yalnız orada boğulduğunu
söylüyorlar!-

-İyi ya, neden boğulmuş?-

-Obaya varınca kime sorsan diyiverir... Hadi yolumuza gidelim!-

-Yok canım!- dedim. -Yemek üstüne hemen yola çıkmak
iyi değildir. Sonra obada İsmail Baba'yla konuşacak çok lafımız
var... Sen bildiğin kadarını söyleyiver!-

Hacer heybeyi tekrar yanına bırakarak azıcık düşündü. Bir
aralık gözlerini üstümde gezdirerek hikayesini ne dereceye kadar
alaka ile dinleyeceğimi, ne kadar anlayabileceğimi keşfetmek
ister gibi beni süzdü. Genç yüzünde büyük bir ciddilik, iri,
siyah gözlerinde dalgın bir hal vardı.

-Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış...- diye başladı. Anlatırken
önüne ve ara sıra ovaya bakıyor, güzel bir delikanlı eline
benzeyen irice elinin şahadetparmağıyla toprağı karıştırıyordu.

-Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış... Ufacık bir bahçesi
varmış; yazın bostan, yeşillik eker, kışın el zeytini silkmeye gider,
koca anasıyla yaşar dururmuş. Daha da pek genç imiş; hani
bıyığı yeni terlemiş. Anasından başka kadına göz kaldırıp
bakmaz, düğünde, bayramda öbür delikanlılar gibi rakıya,
oyuna katılmaz, kız gibi bir oğlanmış... Pazarlara gidip bostan
ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş. Bizim
obadan onu bilenler var da onlar söylüyorlar... Anam daha
şuncağız çocukmuş... İşte o zamanlar bizim Yüksekoba'dan
Emine, Edremit pazarında bu Hasan'ı görmüş... Anam Emine'yi
bilirdi; sekiz yük balları varmış; babası ağaç devirip kereste
yapar, anasıyla Emine de arılara bakarmış. Dağ gibi bir
kızmış. Danaları, inekleri, boynuzundan tutunca şu yana savuruverirmiş.
Bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış.
Çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca
ormanda koşturup terletir, sonra da hepsini bicik bicik yanaklarından
öpermiş... İşte bu Emine, Edremit pazarında Hasan'dan
bostan almış; hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da
onun için... Hasan bostanları Emine'nin heybesine doldururken:

'Yörük kızı!' demiş, 'Yükün ağır oldu. Kazdağı'nın yolu çetindir,
nasıl çıkacaksın?'

Emine onun yüzüne gülüvermiş de:

'Ne sandın düz ovalı!' demiş, 'Biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız
bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!..'

Hasan önüne bakmış, Emine yoluna gitmiş, ama ertesi pazar
yine onun sergisine varmış:

'Bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!' demiş;
omuzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış, Hasan'a
vermiş. Hasan'ın yüzü yine al al olmuş:

'Ne zahmet ettin, yörük kızı!' demiş, ama Emine cevap vermeden
gülüp yürümüş.

İkindi vakti Hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken, Kadıköy
Mezarlığı'nın önüne varınca, bakmış Emine heybesi sırtında
ileriden gidiyor. Önce dili tutulmuş, hiç tınmadan ardından
yürümüş, sonra bir yüreklenmiş, eşeğini sürüp Emine'nin
yanına varmış:

'Uğurlar olsun, yörük kızı! Sen hangi obadansın?' diye sormuş.
Emine, Hasan'ı görünce:

'Sana da uğurlar olsun, sarı oğlan! Ben Yüksekobalı'yım
sen nerelisin?' demiş.

'Ben Zeytinli'denim... Köye kadar yolumuz bir... Heybeni
eşeğin üstüne at da rahat git!..'

'Olmaz! Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam, koca dağa bu yük
ile nasıl çıkarım?'

Zeytinli'ye gelene kadar yan yana yürümüşler; az konuşmuşlar,
çok bakışmışlar; ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş.
Ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler... Emine arada
bir Hasan'ın, Zeytinli'nin alt başındaki bahçesine uğrayıp ona
süt, peynir, bal götürmüş; Hasan, Emine'ye dut silkivermiş, kiraz,
vişne toplamış. Bahçenin ortasındaki ayvanın dibinde yan
yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş. Ama Hasan'ın
anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil... Oğlunu
önüne oturtup:

'Oğlum, Hasan!' demiş. 'Baban öleli beri evin erkeği sensin...
Ben bugün varsam yarın yoğum... Evine bir kadın lazım.
Sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama, yine sen bilirsin...
Eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar halimde
obasına gidip isteyeyim... Güz yaklaştı; zeytinden sonra
düğününüzü yaparız...'

Hasan da hep bunu düşünürmüş ama, bir türlü içini dökemezmiş.
Bakmış artık beklemenin yolu yok, Emine obadan indiği
bir gün onu bahçede yanına oturtmuş:

'Emine' demiş, 'bahar geçti, yaz geçti; leylekler yerine göçtü!
Kış gelip dağları yolları kar örtmeden ya sen bana gel, ya
ben sana geleyim!'

Emine'nin yüzü sapsarı olmuş:

'Ah, Hasan!' demiş, 'Kışın derdi senden evvel benim içime
çöktü, ayrılık günleri geldi çattı. Ne ben senin köyünde edebilirim,
ne sen benim obamda... Bu yaz büyük günah işledik... Artık
sen beni unut, ben de seni unutayım...'

Bunu duyunca Hasan'ın aklı başından çıkmış; Emine'nin
eline sarılmış:

'Aman yörük kızı, aman biricik Eminem!' demiş, 'Senin
tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl unutur?
Böyle deme, burda kal. Sen bahçeye bakarsın, ben zeytine
giderim, kimseye muhtaç olmayız...'

Emine acı acı gülmüş de demiş ki:

'İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş; bunu düşündüğüm
yok. Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam.
Köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine
dert olur... Kızılbaş kızı geldi de Hasan'ı elimizden aldı derler,
benim içime dert olur... Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve
inmemeli... Ben seni görmemeliydim... Gördüm, sözüne uymamalıydım...
Ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün
etti bunları... Hadi benim Sarı Hasanım, tut ki birbirimizi
düşte görmüş de uyanmışız... Bırak beni dağıma gideyim!'

Yanından kalkıp kuş gibi uçmuş. Hasan arkasından bakmış
kalmış...

Hacer toprakla oynayan parmağını eteğine silerek, önce
bana, sonra ileriye, boşluğa baktı. Ben gözlerimi onun yandan
görünen yüzüne dikmiştim. Bakışının hala tesiri altındaydım.
İnsan ruhlarının ince ve derin kıvrıntılarını bütün karmakarışıklığı
ile anlayan ve şaşılacak bir kolaylıkla anlatan bu genç
yörük kızı sanki birdenbire büyüyüvermişti. Gözlerini çevirmiş,
aşağıya, yeni yeşeren ağaçları, taze ekinleri, koyu yapraklı
zeytinleri, yer yer görünüp tekrar kaybolan dereleri ile pırıl pırıl
yanan ovaya bakıyordu.

Dağınık siyah kaşların altında düşünceli duran gözleri,
sımsıkı kapalı ince dudakları, tozlu ve hala biraz terli yanakları
çam dalları arasından sızan güneşte parlıyor; çocuk çizgilerini
henüz kaybetmemiş olan yüzü garip bir olgunluk ifadesi alıyordu.

Aşağılarda kalan derenin uğultusu rüzgarın esişine göre
azalıp çoğalarak bize kadar geliyor, çamların mırıltısına karışıyordu.
Baygın bir kekik ve çam kokusu ortalığı doldurmuştu.
Hacer kız elini yanına uzatarak yerden kuru bir kozalak aldı;
parmaklarıyla onun dişlerini büküp kırmaya başladı. Sonra başını
bana çevirdi, elinde ufaladığı kozalağın çıtırtılarına karışan
hafif bir sesle yeniden anlatmaya başladı:

-O günden sonra Hasan'ın yüzü gülmemiş, rengi yerine
gelmemiş. Gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı
eylemez olmuş. Pazarlara ayva, nar satmaya gider, ne alıp
ne verdiğini bilmeden geri dönermiş. En sonunda bir gün dayanamamış;
Edremit pazarı günü, akşam vakti Zeytinli'nin üst
başında, Yüksekoba'ya giden yolun kıyısında oturup Emine'yi
beklemiş. O gün kızın pazara indiğini kestirirmiş. Az sonra
Emine yolun alt başında görünmüş. Onun da yüzü sarı, hali
perişanmış. Hasan'ı görünce yüreği yanmış ama, hiç tınmadan
oradan geçip gidecek olmuş. Hasan yolunu kesmiş:

'Emine!' demiş, 'Bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit
çıkmamış. Ocağına düştüm! Deli gönlün bizim çukur köyümüze
sığmazsa al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim;
ineğini sağıp davarını güdeyim; babanla tahta biçip keresteyi
dağdan sırtımda indireyim. Tek beni buralarda garip koyup
gitme!..'

Emine durmuş, Hasan'ın yanına çökmüş, gözlerini koluna
silmiş:

'Hasan' demiş, 'yüreğimi deldin! Ne çare ki dediğin olacak
iş değil. Ovada büyüyen dağda yapamaz... Dağın suları serindir
ama, yolları sarptır, kışı çetindir... Kar altında odun kesmek,
bahçeye bostan ekmeye benzemez. Benim erim diye götürdüğüm
adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!.. Ben seni bildim,
artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor; ama anamın, babamın,
akranımın yanında seni küçük düşüremem. Sal beni gideyim!..'

Hasan ayak diremiş: 'Her işi yaparım; obanızın yiğitlerini
kardeş bilip işlerine koşarım; eğer of dersem kov beni köyüme
gönder!' demiş.

Emine'nin aklı yatmamış ama, yüreği yumuşamış: 'Haftaya
burada bekle de cevabımı al!' demiş.

Hafta sekiz gün, Hasan anasının boynuna sarılmış; hak
alıp hak vermiş; gelmiş yolun başına, Emine'yi beklemiş... Çok
geçmeden yörük kızı görünmüş... Sırtında koca bir çuval varmış,
içi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış.

Hasan'ın yanına gelince:

'Hasan!' demiş, 'Anamla, babamla danıştım; onlar da emmilerimle
danıştılar. Ovalıya varanın, ovalıdan kız alanın onduğunu
gören yok. Deli kız, deli kız! dediler. Yüksekoba'da
gönlünü verecek yiğit mi bulamadın? Ben de: Herkesin yiğidi
kendi gönlüne göreymiş! dedim. Peki öyleyse dediler, bir sına
bakalım, senin yiğidin Kazdağı'ndaki yörük Emine'ye er olacak
adam mı? Konuşup kavil ettik (sözbirliği ettik): Zeytinli'den kırk has
okka tuz aldım; bunu sırtına vurup bir yerde durup dinlenmeden benimle
Yüksekoba'ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak.
Kırk okka yükle dört saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit
bizim obamızda yoktur. Çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!'

Hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış. Emine'nin önüne
düşüp yürümüş. Ayakları kuş gibi uçarmış. Beyobası'nı geçmişler,
bayır aşağı dereye inerken Emine bir bakmış, Hasan'ın
yüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor... Az önce genişleyen
yüreği daralmış:

'Kendine yazık etme, Hasan!' demiş. 'Ver çuvalı bana, ben
gideyim! Sen bahçene dön!'

Hasan soluk soluğa:

'Buraya gelirken ant içtim. Geri dönersem sağ dönmeyeceğim!'
deyip yürümüş. Emine'nin yüreği daha da daralmış ama
çaresi yok. Eski değirmeni geçmişler, Sutüven'in yanına gelince
Hasan durmuş:

'Emine!' demiş, 'Bana ettiğin zulümdür! Tuzlar sırtımı yaktı...
Dur bir soluk alayım!'

Emine:

'Kavlimizde durup dinlenmek yok!' deyip yürümüş. Hasan
bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş. Az daha gitmişler;
Hasan yine durup yalvarmış:

'Emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın! Bu
kadarı yeter, hadi köye dönelim!'

Emine'nin yüreği dilim dilim olmuş da içindekini yine dışarı
vurmamış:

'Ben sana dedim Hasan, bu dağlar sana göre değil! Ver çuvalı
ben gideyim' demiş.

Hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş. Demin yanından
geçerken Hasanboğuldu dedim ya, eskiden oraya Gök Büvet
derlermiş. Hasan oraya geldiğinde dizleri bükülüvermiş,
olduğu yere çökmüş:

'Ah, Emine!' demiş, 'Beni boş yere yaktın. Ben bu dağlara
çıkamayacağım, gel köye dönelim!'

Emine ağzını açıp bir söz demeden Hasan'ın sırtından düşen
çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş.
Çalıların ardında kaybolup giderken, Hasan anasız kalmış yavru
kuş gibi bağırmış:

'Emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda
bırakıp gitme!'

Emine durmuş, durmuş, sonra başını çevirmeden yine yoluna
düzülmüş. Ta patlakların yanına gelinceye kadar Hasan'ın
bağırdığını duymuş. Garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp:

'Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan
gel!' diye seslenirmiş.

Emine bir yerde durup soluk almadan, bir kere dönüp ardına
bakmadan kırk okka tuzla obaya varmış. Anası babası onu
görünce her şeyleri anlamışlar. Kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış,
kendinden geçmiş; ama daha ortalık kararmadan yerinden
fırlamış:

'Duydunuz mu? Hasan beni çığırıyor!' demiş.

Anası babası sormuşlar:

'Hasan'ı nerde bıraktın?'

'Gök Büvet'in orda!'

'Kız sen deli mi oldun? İki saatlik yerden buraya ses gelir mi?'

Emine kimsecikleri görmez, kimseciklerin sözüne bakmaz,
durup dinler, sonra:

'Anacığım! Bak nasıl çığırıyor! Yazık oldu... Dur bir varıp
bakayım!..' dermiş.

O gece zor tutmuşlar. Obanın yanındaki ormanlarda sabahacak
dolaşmış. Gün ağarırken Gök Büvet'e inmiş. Bakmış oralarda
kimsecikler yok... Suyun yanından geçip gidermiş, bir de
ne görsün: Hasan'ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından
birine takılmış, yüzüp duruyor... Onu oradan aldığı gibi
koynuna sokmuş... Dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup:

'Hasanım! Ses ver de yanına varayım!' diye bağırmaya başlamış.
Her defasında dağlar taşlar ses verir:

'Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan
geleceksin!' dermiş.

Yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında
dolaşıp Hasan'ı aramış. Zeytinli'ye inip anasından sormuş.
Kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış.

Köylüler Hasan'ın Gök Büvet'te boğulduğuna kayıl olmuşlar
(inanmışlar): 'Güz yağmurlarından derenin suyu coştu. Ölüsü kim bilir
hangi kovuğa girip kaldı? Belki de sular aldı denize götürdü!'
derlermiş. Emine bunu duyunca:

'Yalan!' demiş, 'Hasan ölmedi ki! Beni çığırıp duruyor ama
yerini diyivermiyor. Araya araya bulurum helbet!'

Anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar. O bir yolunu
bulur, dere boyuna iner, Hasan'a seslenirmiş. Gök Büvet'in
yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş. Bir
gün anasına:

'Hasan bana yine seslendi; bugün beni Gök Büvet'te bekleyecek.
Bu sefer sağlam kavilleştik, gayrı kavuşacağız!' demiş.

Anası:

'Amanın kızım, neler oldu sana?' diye ağlayıp dövünmüş.
Kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş. Akşamüstü oradan
geçenler Emine'yi Gök Büvet'in yanındaki koca çınarın dalında,
Hasan'ın çevresiyle asılı bulmuşlar.-

Hacer kız kara gözlerini yüzüme dikerek:

-İşte Gök Büvet'e o zamandan beri Hasanboğuldu diyorlar;
koca çınara da Emine Çınarı derler. Hadi, geç olmadan yolumuza
gidelim!..-

Akşam yaklaştığı için aşağıdan doğru derenin uğultusu
daha çok duyuluyordu. Kalkıp yürümeye başladık. Güneş Sarıkız'ın
arkasına girmiş, bulunduğumuz yeri birdenbire artan serin
rüzgarlara bırakmıştı. Eteklerine kadar çam, oradan denize
kadar zeytin ormanlarıyla örtülü olan Kazdağı'nın bu yamacında
saatlerce süren bir akşam başlamıştı. Güneş bin yedi yüz
metrelik dağın arkasına adeta vaktinden evvel saklanmakla,
günün bu en güzel zamanını sanki isteye isteye uzatıyordu. Midilli
tarafından esen bir rüzgar körfezin girinti ve çıkıntılarında
kırılarak boyuna yolunu değiştiriyor, suların üzerinde ayrı ayrı
taraflara koşuşan dalgacıklar meydana getiriyordu. Güneşin,
Madra Dağları'nın üstündeki bulutlara vurarak onları kızıllaştıran
ve oradan tekrar denize akseden son ışıkları, başka başka
istikametlerde kırışan sularda türlü renkler yaratıyordu. Dağın
eteklerine sıralanan ve bazan hemen önümüze kadar yükselen
tepeler, birbiri üstüne yığılmış karanlık bulut kümeleri gibi görünüyordu.
Daha uzaklarda, Ayvalık'ın karşısındaki Cunda
Adası'nın alçak tepeleri, Kazdağı oralara siper olmadığı için,
hala güneşin kırmızı ışıkları içinde yanıyor; biraz daha arkada,
Midilli'nin o taraflara kadar uzanan kollarına karışıyordu. Rüzgar
çamların dallarında uğulduyor, önünde giden Hacer kızın
etekleri ve ince örülü saçlarını öne doğru savuruyordu. Saatlerce
beraber geldiğimiz bu kızın ne kadar güzel, ne kadar ahenkli
bir yürüyüşü olduğunu ilk defa fark ediyordum: Olgun bir
buğday tarlasında ilerliyormuş gibi hafifçe dizlerini kaldırarak
ve başını ileri geri sallayarak adım atıyor; çimenlerin ve renk
renk çiçeklerin, üstüne çıplak ayaklarıyla basarken vücudunun
ağırlığı olmadığı hissini veriyordu.

Yanına sokuldum:

-Hacer kız- dedim, -Emine'nin Gök Büvet'te oturup söylediği
koşmalardan bildiğin var mı? Obaya varmadan bana bir
tanesini söyleyiver!-

Durdu. Gözleri, etrafımızı saran manzaranın ve biraz evvel
anlattığı hikayenin içinde kaybolmuş gibi büyük ve dalgındı.
Şakaklarında, tozlarla karışıp sonra kalın çizgiler halinde kuruyan
terlerin izleri vardı. Derin derin nefes alıyordu. Bu anda
onu, etrafını saran tabiattan ayırmaya imkan yoktu. Akşamın
loşluğu içinde topraktan, çiçeklerin arasından fırlayıp büyüyüvermiş
bir mahluk gibiydi. Yavaşça dudaklarını oynattı:

-Sana Emine'nin bir koşmasını okuyuvereyim!- dedi. -Hasan'ına
kavuşmadan az önce bunu söylemiş derler!..-

Biraz düşündü; gözleri kapalı ilave etti:

-Kim bilir...-

Sonra arkasındaki çam ağacına sırtını dayadı, heybesini
sağ omuzundan yere düşürdü, gözlerini yere dikti; hafif, fakat
tüyleri ürpertecek kadar içli bir sesle şu koşmayı okudu:

Uzaklardan sesin aldım;

Çevreni derede buldum;

Nereye gittiğin bildim,

Hasanım arkandan geldim.

...

Sarı kahküllü, dal boylum;

Saz benizli, ayva tüylüm;

Tatlı sözlü, melek huylum,

Hasanım ardından geldim.

...

Köyden, obadan koğulan,

Duru sularda boğulan,

Toz köpük olup dağılan

Hasanım ardından geldim.

...

Sarp dağlara getirdiğim,

Kavuşmadan yitirdiğim,

Ak kefensiz yatırdığım

Hasanım ardından geldim.

...

Emine'yi yaslı eden,

Kerem olup Aslı eden,

Dağı taşı sesli eden

Hasanım ardından geldim.

1942

:::::::::::::::::

SIRÇA KÖŞK

Portakal

Vapur Doğu Akdeniz limanlarından birine yaklaştığı zaman
ortalık kararmaya başlamıştı. Güneşin biraz evvel battığı,
denizle bulutların birbirine karıştığı yerde katmer katmer turuncu
yığınlar, bunun karşısında, Torosların üzerinde ise, karlı
tepeleri saran al al tüller vardı. Vapur kısa, kalın bir şeydi. Kıçı
pek suya batmış, burnu pek havaya kalkmış gibi yürüyordu.
Elli beş yaşındaki makine, kendisiyle aynı yaşta olan tekneyi,
sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titretiyordu.

Yarım asırdan beri fırçalanıp silinmekten yarı yarıya incelmiş
ve aralarındaki zifti dökülmüş olan güverte tahtaları, sıcakta
yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları
gibi, kımıldayıp duruyordu.

Bir saatten beri dümen vardiyası tutan vinççi İsmail, bacakları
bir arşın kadar birbirinden ayrı, çıplak ayakları deve tabanı
gibi sımsıkı güverteye, elleri dümene, gözleri limana yapışmış,
hiç kımıldamadan duruyordu. Görenler onun sanki nefesi kesilmiş
bir halde çok mühim bir hadiseyi, mesela karşıda taş evlerinin
camları parlayan şehrin bir infilakla uçuvermesini, yahut
denizden büyük bir canavar çıkıp gemiyi birden yutuvermesini
beklediğini sanırlardı.

Halbuki hiç de böyle büyük şeyler düşündüğü yoktu. O İstanbul'da,
Beşiktaş'ın arka mahallelerinden birinde bıraktığı
minimini bir şeyi, on beş gün evvel, bu son sefere çıkacakları
gün doğan oğlunu düşünüyordu. Ona, geçen sene Şile taraflarından
İstanbul'a motörle mangal kömürü getirirken boğulan
babası Musa Kaptan'ın adını koymuştu. Şimdi kendi kendine,
ağzını kımıldatmadan mırıldanıyordu:

-Musa Denizer!.. Musa Denizer!-

Çocuğunun hem adını, hem soyadını birlikte söyledikçe
oğlan gözünde büyüyordu. Limanın önünde yamyassı yatan ve
üzerinde harap bir kale bulunan Adacığa yaklaşmışlardı, burada
dümeni sancak tarafına kırarken:

-Okutacağım keratanın oğlunu!- diye söylendi.

Kendisi okumamıştı ama, tütünden aldığı karısı -tahsilli-
idi. Hem birkaç sene mektebe gitmiş, hem de öteki işçi kızlarla
beraber okuyup yazmaya merak sardırmıştı. İsmail her seferden
dönüşte bir Köroğlu (Burhan Cahit Morkaya'nın çıkardığı mizah dergisi)
alır, eve gidip yıkandıktan sonra onu karısına uzatır, kendisi mindere
kurularak, dinlerdi. Karısı Hayriye hiç kekelemeden, hafızlar gibi
başını sallayarak, önce resim altlarını, sonra destanları, sonra makaleleri,
haberleri, tefrika romanları, acayip, hatta biraz yanık bir makamla okur, bu
sırada İsmail de, dudaklarının kenarında müphem bir çizgi, anlasın,
anlamasın, arada bir kahkaha atarak dinler, harp vaziyetine
ait yerleri tekrarlatır, vapurda güverte yolcularından, yahut
izinden dönen neferlerden dinlediği mütalaaları, birbirine
karıştırıp anlatır, -gidişat iyi değil gibi Hayriye!- der, susardı.
Bu sükut, -Artık yemek yiyelim- manasına idi ve karısı hemen
yerinden fırlar, sofrayı hazırlamaya başlardı.

İsmail hiç kımıldamayan gözlerini artık iyice yaklaştıkları
limana dikmiş dururken, arkasından ayak sesleri duydu. Kalın,
cızırtılı bir ses:

-Ben göremedim yahu!- diyordu. Bu, gemi süvarisi idi.

İkinci kaptanın ince, titrek sesi:

-Dürbünle iyi bakın! Bana var gibi geliyor!- dedi.

İkisi de kumanda köprüsünün ön tarafına geldiler, dürbünlerini
gözlerine yerleştirerek limanı ve orada sıra sıra dizili duran
kara mavnaları uzun uzadıya araştırdılar. Kısa boylu, kırmızı
yüzlü, kır saçlı, küt burunlu biri olan süvari, tam kitapların
tarif ettiği bir deniz kurdu idi. Sesi, ayazda kalmış gibi yırtık
yırtık çıkıyor, gözlerinin uçlarından yanaklarına doğru yaşlar
süzülüyordu. Gözlerinin altı da, içi su dolu kesecikler gibi
şişmiş ve yanaklarına doğru sarkmıştı. İkinci kaptan ise inadına
uzun, sarı, sıska bir şeydi. Kasketini kulaklarına kadar geçirmiş,
şubat ayında buralarda hava pek soğuk olmadığı halde,
kaputunun yakasını kaldırmıştı.

Süvari:

-Göremiyorum be!- diye söylendi.

-Biraz daha yaklaşalım, görürsünüz!-

-Biz yaklaştıkça da hava kararıyor...-

Sonra, somurtkan yüzünü hiç değiştirmeden kesik kesik
güldü, eliyle ikinci kaptanın böğrünü dürttü:

-Patlama yahu!.. Limana varınca anlarız! Eğer bir şey varsa,
acentadan evvel gelirler!..-

Konuşarak İsmail'in önünden uzaklaştılar. Delikanlı arkalarından
bir göz attı. -İnşallah aradığınız çıkmaz!- diye söylendi.
Bugün bu üçüncü vardiyası idi. Halbuki onun asıl işi vinççilik
olduğu için, gemi bir limandan ayrılınca, öteki limana varıncaya
kadar başaltı kamarasında yatıp uyumalıydı. Ama bu sefer tayfalardan
üçünü birden sıtma tutmuş, kaptan da İskenderun'da
başka tayfa almaya lüzum görmemişti. İsmail bunun suçunu süvaride
buluyor, -Birazdan demir atınca geç vincin başına, artık
gece yarısına kadar mı, sabaha kadar mı, Vira!.. Mayna!.. Vira!..
Mayna!.. Çek Allahın emrini!..- diye homurdanıyordu.

Ortalık adamakıllı kararmış, gemi de limana iyice yanaşmıştı.
Rıhtımda tek tük ışıklar yanıyordu. İkinci kaptan tekrar
kumanda köprüsünün ön tarafına gelerek demirin başında duran
tayfalara emirler verdi. Demirin zinciri, istim seslerine karışan
büyük bir gürültü ile, sıçraya sıçraya geminin burnuna
doğru gidip, delikten geçerek sulara gömülüyordu.

Vapur makinelerini istop edip olduğu yerde, suların akışına
kapılarak ağır ağır dönerken, bir sürü kayık, sanki bir anda
peyda oluvermişler gibi, geminin etrafını sardı. Fakat aşağıya
uzatılan iskeleye yanaşmıyorlar, biraz açıkta duruyorlardı. Yalnız
içinde bir polisle bir sivilin ayakta durduğu Sahil Sıhhiye
İdaresi'nin kayığı ile, acentayı getiren kayık, küçücük bayraklarıyla
kendilerine bir yol açmışlar, vapura yanaşmışlardı. Hemen
bunların arkasından başka bir sandal daha geldi, pek şişman
ve kırmızı yüzlü biri acele, fakat alışkın hareketlerle iskelenin
iplerine yapıştı, yuvarlanır gibi yukarı çıkmaya başladı.
Kasketini gür kaşlarının üstüne eğerek aşağıyı seyreden süvari
koluyla ikinciyi dürterek:

-Geldi!- dedi. -Sen burada kal!.. Buraya bırakılacak yirmi
beş parça eşya var... Ben salona gidiyorum.-

Birinci mevki kamaraların kırmızı kadifeli küçücük salonu
bir sürü insanla dolmuştu. Acenta önündeki dar masaya eğilmiş,
yolculara bilet kesiyor, vapurun katibiyle konşimentoları,
ordinoları, birtakım başka listeleri elden geçiriyor, kamarota
kahve söylüyordu. Vapura herhangi bir iş için gelenler, aradıklarıyla
baş başa vermiş, konuşuyorlar; yüzleri yolculuktan kirlenmiş
kamara müşterisi şık hanımlarla arsız çocukları etrafa
meraklı gözlerle bakıyorlardı.

Salonun daracık kapısında yan dönüp şunu bunu iteleyerek
güç halle içeri girebilen şişman, kırmızı yüzlü adam, süvariyi
bir köşede yalnız başına oturmuş, pencereden dışarıyı süzer
görünce biraz duraladı, demin onu kumanda köprüsünde görmüş,
el sallamış, ama öteki görmemezlikten gelmişti. Kendisi
daracık yerlerden, yatak denkleri, sandıklar, girip çıkarken bir
aralıkta sıkışıp kalan yolcular arasından yol bulup gelinceye
kadar, kaptanın salona inip köşeye yerleştiğini görünce:

-Tuzağı kurmuş bekliyor, domuz herif!- diye homurdandı;
sonra iri dudağını yalayıp ıslattı, yüzüne tatlı bir ifade vererek
o tarafa yürüdü:

-Nasılsın Süvari Bey?-

Süvari hiç beklemediği eski bir dostu ile karşılaşmış gibi:

-Ooo!.. Merhaba Osman Yiğit... Ne var, ne yok? Geç otur
bakalım!- dedi.

Osman Yiğit kalbi hızla çarparak yaklaştı, kor üstüne oturuyormuş
gibi, döner iskemleye şöyle bir ilişti, yutkundu, derin
bir nefes aldıktan sonra:

-Ocağına düştük kaptan- diye boşandı, -üç bin sandık
portakalım var! Bir haftadır yolunu gözleriz!-

Kaptan altı şiş gözlerini yarı kapayarak salondakileri süzdü,
dudaklarının arasından, -İskenderun'da fazla mal çıktı, iki
gün bekledik... Ama gemi de yükünü aldı...- dedi.

Karşısındaki, cümlenin son kısmını duymamazlıktan geldi:

-Neyse selametle geldiniz ya!-

-Öyle, inşallah selametle de gideriz!-

-İnşallah, inşallah... Şu bizim üç bin sandığa da...-

Kaptan bu sözleri hiç duymamış gibi:

-Hep de havaleli mallar yükledik... Bakalım İstanbul'u nasıl
bulacağız... Denizlerin kötü zamanı...- diye devam etti,
sonra, daha ziyade kendi kendine mırıldanıyormuş gibi:

-Gemi de gemi değil ki... Hacı Davut vapuru... Dört seneden
beri havuzlanmadı... Allah çoluğumuza çocuğumuza acıyor herhalde...-

Osman Yiğit, yüzü büsbütün kızararak:

-Şu bizim portakallar...- diyecek oldu. Kaptan birden doğrularak:

-İnşallah gelecek sefere...- dedi.

-Aman Süvari Bey... Şaka etme Allahını seversen! Portakallar
sandığa gireli on beş gün oluyor. On gündür de rıhtımda
bekliyor, bu sabah mavnaya yüklettim, nerdeyse gemiye yanaşmıştır!-

Süvari Bey gözlerinin kenarından süzülen yaşları elinin
tersiyle sildi, yüzünü uzun uzun kaşıdı, sonra:

-Osman Yiğit- dedi, -hatırın için birkaç yüz sandık alırım
ama sintineye koyarım; başka yerim yok!-

-Yapma be kaptan, sintinede portakal gider mi? Sabaha
varmadan çürür!-

-Orasına ben karışmam!-

Süvari bunları söyleyerek kalktı, salondan çıktı, yukarıya,
kamarasına gitti.

Osman Yiğit başını iki yana sallayarak biraz bekledi, sonra
o da acele adımlarla, dışarı fırladı, kumanda köprüsünün merdivenini
ıkına sıkına tırmandı. Yukarı varınca ikinci kaptanı
orada dolaşır buldu. Onu bir kenara çekerek meseleyi anlattı:

-Hadi kurbanın olayım, şu işi bir düzenine koy... Beni
yakmasın...- diye sırtını sıvazladı.

İkinci kaptan:

-Vallahi, ne bileyim!.. Bakalım bir kere...- diye süvarinin
kamarasına girdi.

Ondan sonra belki yarım saat süren bir pazarlık başladı,
ikinci kaptan bir içeri, bir dışarı gidip gelerek bu hayırlı işi yoluna
koymaya uğraştı, nihayet navlunu altı kuruş olan portakal
sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması kararlaştı. Osman
Yiğit aşağıya inip acenta ve vapur katibi ile muameleyi tamamladıktan
sonra, sandık başına navlun farkı olan altmış dört
kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lirayı ikinciye
teslim etti.

Bu aralık mavna yanaşıp portakal sandıklarını gemiye vermeye
başlamıştı. Vinç sabaha kadar işledi. Tayfa İsmail Denizer,
yorgunlukla, İstanbullu olan karısından öğrendiği güzel
konuşmayı bir yana bırakıp halis Rize şivesiyle etrafına küfürler
ediyordu. Kumanda köprüsündeki genç mülazım kaptan,
ne yapacağını bilemiyor, denize yuvarlanan iki sandık portakal
için aşağıda kıyametler koparan Osman Yiğit'e şaşkın gözle bakıyordu.
Sabahın kırağısı üzerlerine yağan güverte yolcuları, ıslak
paltolarının yahut yorganlarının altında kımıldıyorlar, öksürüyorlardı.
Bir nefer, kaputunu omuzuna atmış, yağlı tahtalar
üzerine uzanmış yatan bu erkekli, kadınlı, çocuklu kalabalığın
üstünden aşarak ayakyoluna varabilmek için uğraşıyor, ak
sakallı, sıska bir herif, yorganını sırtına sarmış cıgara içiyordu.

Ön tarafta bir gidip gelme oldu. Bir kampana çaldı, gemi
demir alıyordu. Biraz sonra makineler homurdana homurdana
işlemeye, bütün tekneyi o garip sıtma nöbetiyle titretmeye başladılar.
Vapurun bir gün evvel pek havaya kalkmış gibi duran
burnu, bu sefer iyiden iyiye sulara gömülerek, cenup (güney) batıya
doğru yöneldi. Kısa kalın bacadan çıkan kara dumanlar, güneşin
doğmak üzere olduğu tarafa doğru kıvrım kıvrım uzanıyordu.

...

O gün öğleden sonra süvari ile ikinci kaptan, ellerinde dürbünleri
ile, ikide birde ufukları seyretmeye başladılar. Bu hal
ertesi gün, daha ertesi gün de devam etti. Ara sıra çarkçıbaşı da
geliyor, o da cenup batıya, cenuba bakıyordu. Hep birden bir
şey arıyor, bir şey bekliyor gibiydiler. İki üç kelimelik cümlelerle
konuşuyorlardı:

-Bir şey var mı?-

-Görünmüyor!-

-Günbatısı karanlık, bir imbat çıkacak gibi!-

-Zannetmem... Bugünlerde lodos beklenir!-

-Olsun da, ne olursa olsun!-

-Ya adamakıllı kötü bir deniz yaparsa?-

-Eh, kısmette ne yazılı ise o olur!-

-Hadi hayırlısı!-

Üçüncü gün, ikindi vakti cenup tarafı karardı. Çarkçıbaşı
yine üst güvertedeydi. Hemen kaptanın yanına koştu:

-Hele şükür, lodos geliyor... Allah vere de fazla sert olmasa!-
dedi. Bunları söylerken gülümsüyor, yüzünün kalın derisi,
kısa kesilmiş kır saçlarının dibine kadar kırışıyordu. Yarım saat
kadar sonra, deniz oynamaya, ılık, fakat şiddetli bir rüzgar direklerde
ıslık çalmaya başladı. Geminin iskele tarafına vuran
dalgalar yükselip güverte yolcularını ıslatıyordu. Ellerinde yastıkları,
kilimleri, sepetleri, bavulları ile kuytu bir yer bulmaya
uğraşan kalabalık, şuraya buraya koşuyordu. Bütün aralıklar
ve ambarlar portakal sandıklarıyla dolduğu için yolcuların üstü
örtülü bir yer bulabilmeleri pek zordu. Herkes, rüzgardan,
dalgalardan korunabilmek için aksi tarafa yığılıyor, bu yüzden
gemi daha çok sancağa yatıyordu. Ortalık adamakıllı karanlıktı.
Bir köşede kusan kadınlar, ağlayan çocuklar vardı. Kamara
yolcuları da, yemeklerini sofrada bırakmışlar, köşelerine çekilmişlerdi.
Ara sıra koridorlarda iki tarafa tutuna tutuna sarhoş
gibi yürüyen dağınık saçlı kadınlar görülüyordu.

Çarkçıbaşı ile ikinci kaptan, birinci mevki salonuna gelmişler,
yolculara telaşla tavsiyelerde bulunuyorlar, güya kendi
kendilerine söyleniyorlarmış gibi:

-Vaziyet fena... Ne halt edeceğiz bilmem... Gemi gemi değil
ki!.. Yük de fazla... Hep havaleli şeyler...- diyerek adeta panik
havası yaratıyorlardı.

İkinci kaptan bir aralık:

-Çarkçı Bey!.. Avarya (avarya, -deniz zararı' demektir. Burada
-gemiden denize mal atmak- anlamında) yapmazsak, vaziyet tehlikeli galiba!-
dedi. Çarkçıbaşı:

-Vallahi bilmem, kaptan... Ama bizim makine dairesinde
bile ayakta durulmuyor... Süvari Bey'le avarya için konuşalım!-

Yolcuların yanında yapılan bu münakaşadan sonra ikisi beraber
yukarıya, süvariye çıktılar. En havaleli mal olan portakalların
denize atılmasına karar verildi. İkinci kaptanın nezareti
altında iki yüz elli sandık bordadan aşağıya fırlatıldı, sonra gemi
katibi avarya evrakını usulü dairesinde tanzim etti. Tüccar
Osman Yiğit'in sigortadan üç bin sandık portakalın parasını
alabilmesi için bu evrakın düzgün olması lazımdı.

Ertesi gün öğleye doğru hava sertliğini kaybetti, akşamüstü
büsbütün sakinledi. Birkaç gün daha gürültüsüz, patırtısız
bir yolculuktan sonra, gece saat sekiz sularında, vapur İstanbul'a
vardı. Sirkeci rıhtımına yanaştı. Boşalan yolcuların, telaşlı
gidip gelmeleri arasında, tayfalar koşuşuyorlar, ambarları açıyorlardı.
Bu aralık ufak tefek, çil yüzlü, incecik burunlu, yakası
kürklü paltolu bir adam, dar merdivenden inmeye çalışanları
itip arkalarına baktırarak vapura girdi, süvarinin kamarasına
çıktı. İkinci kaptanla vapur katibi de oradalardı.

Çil yüzlü adam:

-Geçmiş olsun Süvari Bey!- diye söze başladı. -Acentadan
öğrendim, Osman Yiğit'in portakalları avarya olmuş. Neyse
sağlık olsun... Muamele tamam mı?-

Katip:

-Bizimki tamam!- diyerek bir deste kağıt gösterdi. -Yarın
acentaya gider, üst tarafını tamamlarız!-

Süvari, o kalın ve cızırtılı sesiyle:

-Halil Eğinli!- dedi. -Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına
canım sıkıldı doğrusu, ama ne yaparsın, başka tüccarın
malını atamazdım. En sonra Osman Yiğit'in portakallarını almıştım,
en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın.
Gelecek partiyi beklersin artık!-

Halil Eğinli:

-Gemide başka portakal da var mı?- diye sordu.

-Birkaç bin sandık da Dörtyol malı var. İskenderun'dan aldık...-

Öteki, kurnaz kurnaz gülerek:

-Canım başka, başka... Onu sormuyorum. Bizim için bir
şey var mı diyorum!-

Kaptan, yine yüzü hiç değişmeden o kesik, kısa kahkahalarından
birini attı:

-Kolay canım, senin vasıtan hazır mı?-

-Yanaştı bile!-

Kamaranın kapısını iyice kapattıktan sonra içerde esaslı bir
pazarlık daha başladı. Denize atılmış göründüğü halde geminin
deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat bekleyen iki
bin yedi yüz elli sandık portakal, Halil Eğinli'ye yeni baştan satıldı.
İçinde seksen portakal bulunan sandıklardan her biri üç
liradan hesap edildi. Aslında, ambalaj masrafı ile beraber tanesi
doksan paraya mal olan portakalların sandığı, yüklendiği iskelede
yüz seksen kuruş, meşru olan ve olmayan navlunla beraber
İstanbul'da maliyeti iki yüz elli kuruştu. Ama böyle ufak
farklar üzerinde fazla durulmadı. İki bin yedi yüz elli sandığın
tutarı olan sekiz bin iki yüz elli lira Halil Eğinli'den peşin peşin
alındı. Bir aya yakın süren bu seferin bütün geliri Osman Yiğit'in
navlun farkı olarak verdiği bin dokuz yüz yirmi lira ile
birlikte, on bin yüz yetmiş lira tutuyordu. Eh, lostromosuna,
serdümenine kadar pay verilecek olduktan sonra, bu rakam
pek göz kamaştıracak bir şey sayılmazdı.

Halil Eğinli gittikten sonra, ikinci kaptan, çarkçıbaşı, gemi
katibi, baş kamarot, bir de bu aralık vapura gelmiş olan acenta
memuru, süvarinin kamarasında toplandılar.

...

İsmail Denizer, sefere çıkacakları gün çocuğu olduğunu ileri
sürerek, vapur limana girer girmez ikinciden izin almıştı.
Onun için şimdi Osman Yiğit'in denize atılmış görünüp Halil
Eğinli'ye satılan portakallarını o boşaltmıyordu. Vincin başında
daha çocuk denecek kadar küçük bir tayfa vardı.

Fakat İsmail Denizer de bir türlü gemiyi bırakıp gidemiyor,
katibin yolunu gözlüyordu. Geçen sefer doğum masrafları için
avans aldığından, artık para istemeye ne hakkı, ne yüzü vardı
ama, eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi. Hiç olmazsa
bir iki buçuk liralık koparmalıydı.

Katip de nedense ortalıkta görünmüyordu. Belki bir saate
yakın bekledi, odasının kapısını açıp açıp içeri baktı, kimsecikler
yoktu. Nihayet oradan geçen kamarotlardan birine sordu.
Beyaz ceketli delikanlı:

-Süvarinin kamarasında, ama yanına giremezsin, işleri
var!- dedi. İsmail yarım saat kadar daha bekledi. Sonra korkak
adımlarla yukarıya çıktı. Her merdivenden sonra beş on dakika
bekliyor, daha ileri gitmeye cesaret edemiyordu. Nihayet kaptan
köprüsüne kadar çıktı. Hemen merdiven başında, telgrafın
yanında kazık gibi durdu kaldı. Süvarinin beş altı adım ilerideki
kamarasından sesler geliyordu. İkinci kaptanın ince, titrek
sesi, süvarinin boğuk, yırtık bağırışlarına karışıyordu; içeride
oldukça ateşli bir münakaşa vardı. Ara sıra birisi masaya vuruyor,
kapı aralanıyor, birisi dışarı çıkmak istiyor, sonra kolundan
yakalanıp içeri çekiliyordu. İsmail biraz durduktan sonra, bir
korkuya kapıldı, hemen geldiği gibi dönüp gitmek için merdivene
ayağını attı. Fakat bu sırada kamaranın kapısı arkasına
kadar açıldı. Geriden vuran sarı ışıkta kaptanın kısa, tıknaz vücudu
göründü, İsmail bir ayağı merdivende, korkudan taş kesilmiş
gibi kaldı. Kaptan ön tarafa, ona doğru yürüyordu. Birkaç
adım daha atınca yanına geldi. Hırsla soluyor, homurdanıyordu.
Islak gözleri karanlıkta daha küçülmüş gibiydi. Orada
birisinin durduğunu görünce, kim olduğunu tanımadan koluna
yapıştı. Boğulur gibi kısık bir sesle:

-Görmüyor musun köpoğlularını... Beni kafeslemeye bakıyorlar!-
diye söylendi.

Bu aralık kapıda ikinci kaptanın sarı başı göründü:

-Süvari Bey, bir dakika teşrif buyurun!- diyordu.

Süvari o tarafa dönüp bağırdı:

-Bırak efendim, ne halt ederseniz edin, ben yokum bu işte!-

Sonra tekrar İsmail'e döndü, yumruğuyla göğsünü döverek:

-Bütün mesuliyet benim... Hapse ben gireceğim... Benim
çoluğum çocuğum sürünecek... Benim şerefim mevzubahis...
Yine de doyuramıyorum gözlerini pezevenklerin...-

İkinci kaptan o tarafa geldi, süvariyi yumuşak bir hareketle
kolundan tutarak:

-Asabileşme kaptanım, senin dediğin olsun!- diye kamaraya
sürüklemeye çalıştı. Sonra orada duran İsmail'i görerek:

-Sen ne arıyorsun burada ulan!- diye bağırdı. Tokatlamak
için üstüne yürürken birdenbire kendini topladı, elini cebine
sokup bir on liralık çıkardı, tayfanın eline sıkıştırdı:

-Haydi çek arabanı!- diye payladı.

İsmail çabuk çabuk merdivenden aşağı inerken, süvari tekrar
kamarasına girmiş, kapı kapanmıştı.

İsmail yolda bir hayli düşündü: Eve ne götürebilirdi? Cebindeki
on lira ona bir hayli cesaret, cömertlik veriyordu.

...

Biraz daha yürüdükten sonra, Bahçekapı taraflarındaki
manavların önünde yavaşladı. Portakallara uzun uzun baktı.
Lohusa karısına en iyi hediye portakal olacaktı, bu mevsimde
Akdeniz seferine çıkan gemilerin tayfaları uğradıkları limanlardan
ucuz ucuz portakal alır getirirlerdi. Fakat kendisi vinç başından
ayrılamadığı, yanında da on parası olmadığı için bir şey
alamamıştı.

Bir manavın önünde durdu, en irilerinden tanesi yirmişer
kuruşa on tane portakal aldı, mendiline koyup bağladı, oradan
geçen bir gazeteciden de bir Köroğlu istedi, katlayıp cebine yerleştirdi,
sonra biraz ilerideki bekleme yerine giderek Beşiktaş
tramvayını gözlemeye başladı.

1944

:::::::::::::::::

Beyaz Bir Gemi

İ

Ressam Tevfik Aravurgun, bir elinde sehpası, öbür elinde
boya kutusu ile rıhtımda sağına soluna bakındı. Dün akşam
Haliç üzerinde batmakta olan güneşin, arkadan vurarak yelkenlerini
sırmalı gibi parlattığı yassı ve alçak kömür kayıkları
şimdi kuşluk vaktinin göz kamaştırıcı aydınlığı içinde pek kirli
suratlı, hırpani, asıl vaziyetlerine pek yakın bir görünüş alıvermişlerdi.
Ressam Tevfik, dün akşam rıhtımda gezerken tasarladığı
-Fındıklı'da kömür kayıkları- tablosunun, bütün cazibesini
kaybettiğini ve -yelkenlerinde kızıl hareler oynaşan, gölgelerinde
karanlık ummanların ruhu buğulanan- --Tevfik bir hayli
de şairdi-- bu taka bozması motörlerin, yüzüne vuran ustalıklı
projektör ışıkları kesildiği, vücudunu tatlı bir sır gibi saklayan
tül sırtından çekildiği zaman sarkmış etleri ve sarı yeşil çehresiyle
perişan bir hal alıveren bir eski dansöz gibi, karpuz kabuklarıyla
kedi ölülerinin arasında ağır ağır çalkalandıklarını
görünce, yüzünü buruşturdu. Bugün bir resim yapmaya karar
vermişti, bir şeyler bulmalıydı. Ama öyle rastgele bir şey değil.
Aslında çirkin ve iğrenç de olsa, güzelleştirebileceği bir şey...
Çünkü sanat, yeryüzünde ve insanların içinde olup bitenleri,
çöplükle sarayı aynı hakikatten uzak ve güzelleştirici örtüye
bürüven ay ışığı gibi, tatlı bir yalan bulutunun arkasından göstermeye
mecburdu, sanat eserinden faydalanabilecek durumda
olanlar, her şeyden önce avunmak, oyalanmak istiyorlardı; sanatkarın
ekmeği de işte bu tatlı rüya meraklılarına bağlıydı,
yoksa kömür kayığında yüzükoyun yatan yırtık zıpkalı Bartın
uşağına değil.

Ressam Tevfik Aravurgun alakasız ve bıkkın bakışlarını
denizin kırışıksız çalkalanan yeşil yüzünde gezdirirken, tam
karşısında, birkaç yüz metre ilerde, beyaz bir gemi gördü. Arkaya
doğru yatık bacasından hafif dumanlar çıkan ve maden
kısımları güneşte sapsarı parlayan bu ince uzun gemi, kemanbaş
provasının zarif bastonunu Sarayburnu'na doğru uzatmış,
kımıldamadan duruyor, bayrağını Kızkulesi'nin önünde dalgalandırıyor,
bu haliyle, gagasını ileri doğru uzatıp kuyruğunu
çırparak suların üstünde dinlenen beyaz bir martıya benziyordu.
Ressam gözlerini kırpıştırarak o tarafa doğru baktı, sonra
kararını vermiş gibi başını sallayıp sehpasını kurdu, boya kutusunu
açtı, paletiyle fırçalarını eline aldı, pek öyle acele etmeden,
sanki bu işi yarıda bırakacakmış gibi duraklaya duraklaya,
beyaz geminin resmini yapmaya başladı.

Tepesine doğru yükselen güneş minimini gözlerini kamaştırıyor,
henüz otuzuna gelmediği halde, esmer derisi, bumburuşuk
olan yüzünü büsbütün kırıştırıyordu. Kısacık boyu sehpanın
arkasında kayboluyor, ara sıra gemiye bakmak için başını
çevirince boynunun derisi kıvrılıp katlanıyordu.

Bir saat kadar sonra resmi tamamladı, daha doğrusu, kendi
kendine: -Eh, yeter artık!- diye işi bıraktı. Elinin tersiyle alnının
terlerini silerek bir iki adım geri çekildi. Hiç de fena olmamıştı.
Günün resim yapmaya en uygunsuz olan bir saatinde
çabucak çırpıştırdığı bu tablo bile, onun epeyce kabiliyetli bir
sanatkar olduğunu gösteriyordu. Yaptığı resme baktıkça bunu
kendisi de fark eden Tevfik, -Ah, Fransa'da birkaç sene daha
kalabilseydim, insan altı ayda ne görür, ne öğrenir ki?- diye
zihninden geçirdi, eğilerek takımlarını toplamaya başladı, bu
aralık yine kendi kendine söyleniyordu: -İstediğin kadar güzel
resim yap... Anlayan, kıymetini bilen olmadıktan sonra...- Biraz
durdu, kapalı dudaklarını birer çizgi gibi incelten garip bir
gülümseme yüzünün buruşuklarını artırdı, o düşünmeye devam
etti: -Neyse, buna da şükür... Sekiz sene Anadolu'da ortamekteplerle
öğretmen okullarında resim hocalığı etmekten anamız
ağladı, bir yolunu bulup buraya kapağı atmasaydık, daha
da ağlayacaktı...-

Gözü karşıdaki beyaz gemiye takıldı ve düşünceleri hemen
o tarafa kaydı: -Kim bilir hangi gavurun yatıdır?.. Yaşamasını
biliyor hergeleler... Elbette, dünyada her şey parayla olur, para
da onlarda... Sanatın kıymetini de onlar biliyor. Acaba bu geminin
sahibi ne milletten? Ya İngiliz, ya Amerikalıdır. İngilizse
boş ver, pinti oluyor herifler... Ama, Amerikalı ise yaşadık...-

Tevfik ilerden geçen bir sandala ellerini sallayarak seslendi.
Kendisi de farkında olmadan birtakım kararlar vermiş olduğunu
görünce gülümsedi... Eni iki, boyu üç karış büyüklüğündeki
bu tabloyu geminin sahibine götürüp lütfen bu hediyeyi kabul
etmesini isteyince, adam herhalde pek mütehassis olacak,
hele ressamın karşıdaki Akademi'nin hocalarından olduğunu
öğrenince, muhakkak kesenin ağzını açacaktı. Öyle ya, keyfi
için hususi yatla seyahate çıkan zengin bir ecnebi için, gemisinin
eşsiz İstanbul dekoru içinde yapılmış güzel bir tablosunu
salonuna asmaktan ve dostlarına bu resmin yerli bir profesör tarafından
yapıldığını söylemekten daha zevkli ne olabilirdi? Yapacak
işleri olmadığı için dünyayı dolaşmaya çıkan aylakçı
zenginlerin, memleketlerinin herhangi bir köşeciğinde saklanmayıp,
sahilden her tarafı gezdiklerini ispat etmek ister gibi,
her uğradıkları yerden vesika mahiyetinde bazı şeyler tedarik
etmek adetinde olduklarını biliyordu. Ama bu düşüncelere dalmış
bir halde gemiye yaklaşıp bayrağın İngiliz olduğunu görünce,
biraz ümitleri kırıldı. Deli gibi para yiyenlerin asıl Amerikalılar
olduğu malumdu. -Neyse, kalbini sağlam tut Tevfik!-
diyerek elinde tablosuyla beyaz geminin merdivenini çıkmaya
başladı. Kendisini yukarda genç, güleryüzlü, lacivert elbiseli biri
karşıladı, kırk yıllık ahbap gibi ona elini uzatarak, tuhaf bir
Fransızca ile:

-Buyurun- dedi, -deminden beri size bakıyordum, bizim
yata geldiğinizi anladım. Dürbünle bakınca tablonuzu bile gördüm.
Galiba bizim geminin resmini yapmışsınız, öyle değil
mi?- Hem konuşuyor, hem de ressamı geminin kırmızı kadife
takımlı salonuna götürüyordu. Altı ayda öğrendiği yarım yamalak
Fransızca ile karşısındakinin sözlerinin ancak bir kısmını
anlayabilen Tevfik, buruşuk yüzünde anlayışlı görünmek isteyen
şaşkın bir tebessümle, genç kaptanın arkasından gidiyordu.
Öteki sözüne devam ederek:

-Lord Cenapları pek müteessir olacaklar. Gemide bulunup
sizi kendileri kabul etmeyi herhalde pek isteyeceklerdi. Sanatınızı
bizzat takdir etmek fırsatını kaçırdıklarına sahiden çok
üzülecekler- diyordu.

Ressam Tevfik Aravurgun'un yüreği birdenbire hızlı atmaya
başladı, fena ihtimaller zihnini dolduruvermişti. -Hapı yuttuk!-
diye düşünüyordu. -Herifin nezaketine bakılırsa, Lord
Cenapları gemide yoklar bahanesiyle atlatılacağız. Ne yaman
adamlar yahu... Beni daha uzaktan dürbünle dikiz edip atlatma
planları hazırlamışlar. Ne yapalım, kısmet.-

Bol bol hayaller kurup bunların her zaman boşa çıktığını
görmeye alışmış bütün insanlar gibi, ressam Tevfik de kaderine
çabuk boyun eğenlerdendi. Bunun için, genç kaptan tabloyu
eline alıp takdirkar bakışlarla uzun uzun seyrettikten sonra:
-Ah, ne güzel, ne güzel... Bizimle bir öğle yemeği yemek lütfunda
bulunursunuz, değil mi?- deyince, adeta sevindi, kaç
günden beri doğru dürüst bir yemek yemediğini hesaplamaya
çalışarak, -Neyse, buna da şükür!- dedi. Hele geminin bol, güzel
yemekleri ile karnı iyice doyup, biraz fazlaca kaçırdığı tatlı
şarabın tesiriyle mahmur, koltuğun arkasına yaslanınca, bu
alışverişten memnun bile olmaya başladı. Böyle lüks bir gemide
bu kadar nazik bir ecnebi ile karşı karşıya ve sindire sindire
yenen bu nefis yemek, küçük bir mukavva parçası üzerine bir
saatte yapılan bir resme değerdi; imzasının bir İngiliz lordunun
yatında dünyayı dolaşması da caba...

Genç kaptanla İstanbul'un güzellikleri, resim sanatının incelikleri
üzerinde biraz konuştuktan sonra, --kaptan da pek o
kadar iyi Fransızca bilmediği için, gitgide daha kolay anlaşmışlardı--
Tevfik gitmek için doğruldu. Kaptan: -Bir dakika!- diyerek
salondan çıktı, tekrar içeri gelince, yüzü hafif kızararak:
-Lord Cenapları hakikaten bedbaht olacaklar, bu centilmence
alakanızı kendileri değerlendirmeyi muhakkak çok isterlerdi,
kusura bakmayın, benim tarafımdan şunu kabul edin!- dedi ve
ressama bir zarf uzattı. Kekeleyerek teşekkür kelimeleri mırıldanmaya
çalışan Tevfik, kendisini merdiven başına kadar geçiren
ve karaya dönebilmesi için geminin sandallarından birini
veren kaptanın hararetle elini sıktı.

Kayıkta elini cebinden çıkarmıyor, parmaklarının arasında
hışırdayan zarfı okşuyordu. Bunun içinde ne kadar para bulunduğunu
hemen görmek için yanıp tutuştuğu halde, karşısında
kendisine hiç bakmadan hızlı hızlı kürek çeken İngiliz gemiciden
utanıyor, sonradan inkisara uğramamak için de; herhangi
bir tahminde bulunmaktan kaçıyordu. Rıhtıma yanaşıp kendini
karaya atar atmaz, koşarak binanın köşesini döndü, elleri titreyerek
zarfı çıkardı ve içini boşalttı. Bunlar beş tane irice banknottu.
Bir hayli evirip çevirdikten, yazıları söktürmeye çalıştıktan
sonra, üzerindeki 5 rakamına bakarak bunların beşer İngiliz
lirası olduğuna hükmetti; ama yine de bir anlayanına sormaya
karar verdi.

İİ

Ressam Tevfik Aravurgun'un yaptığı yat resmi ile buna
karşılık aldığı 25 İngiliz lirasının hikayesi birkaç saat içinde bütün
Akademi'ye yayıldı, hatta bazı çabuk tesirler göstermekte
de gecikmedi.

Mesela gencinden yaşlısından üç beş ressam hemen rıhtıma
inerek aynı beyaz geminin, başka başka yerlerde ve birbirlerine
göstermeden resmini yapmaya koyuldular. Ama daha
başlangıçta, bütün ümitleri suya düştü: Ufak bir motör, beyaz
gemiye yanaştı, gemi bacasından koyu dumanlar çıkardı, biraz
sonra da burnunu Marmara'ya çevirerek aldı başını gitti.

Bu günden sonra birçok ressamların rahatı, hatta bazılarının
uykusu kaçtı. Hepsi beyaz bir yat bekliyorlar, onun güzel
bir resmini yapabilmek için yanıp tutuşuyorlardı. Gündüzleri
kah atölyelerinin kocaman pencerelerine yaklaşarak, kah rıhtıma
inip güya biraz hava almak, başını dinlemek ister gibi dalgın
dolaşarak hep ufku gözetliyorlar, kendilerine kimsenin bakmadığına
emniyet getirince durup ellerini kaşlarının üstüne koyuyorlar
ve engin denizde kara arayan kaybolmuş gemiciler gibi
denizin yüzünde bir şeyler seçmeye çalışıyorlardı. Birçokları
rüyalarında her çeşitten beyaz gemiler görüyorlardı. Bunlar, ister
kocaman yolcu vapuru, ister alçacık taka olsunlar, kaptanları
ister bahriyeli kantosuna çıkmış bir kadın, ister Hint racaları gibi
giyinmiş kara sakallı bir adam kılığında bulunsunlar, nedense
hep beyaz renkteydiler. Ama sahiden beyaz bir gemi İstanbul
limanına girmeye tövbe etmiş gibiydi. Haftalar, aylar geçti, yata
benzer bir şeyin Marmara'nın, yahut Boğaz'ın mavi suları üzerinden
süzülüp geldiği görülmedi. İkinci Dünya Harbi'nden az
önceki sıralarda olduğu için, belki lordlarda pek gezip dolaşma
hevesi yoktu. Ama buna rağmen, bazı tuttuğunu koparır, sebatlı
ressamlar ümitlerini kesmiyorlar, günün birinde herhalde beyaz
bir yatın Sarayburnu'nu dönerek Kızkulesi'nin önüne demirleyeceğine
inanıyorlardı. Beklemekten bıkıp yorulan, o gün
bu fırsatı kaçıracak, fakat sabredip ümit kesmeyen kazanacaktı.
Ressam Tevfik Aravurgun bu sonunculardandı. Ne olursa olsun
sonuna kadar dayanacak ve kendi bulduğu hazineyi kimseye
kaptırmayacaktı. Ötekileri en mukaddes haklarına göz diken
haydutlar gibi kinli bakışlarla süzüyor, -Hele bir tane gelsin, size
zor kaptırırım!- diye kendi kendine söyleniyor, ara sıra da
yumuşuyor ve arkadaşlarına gidip bir anlaşma şekli bulmak,
mesela, -ilk gelen benim, ikincisi senin, üçüncüsü de filancanın
olsun- diyerek hiç olmazsa en tehlikeli birkaç rakiple uyuşmak
istiyordu. Ama beyaz bir gemi, bir yat gelmiyor, gelmiyordu.

Bir eylül sabahı üç ressam rıhtımda birbirleriyle göz göze
gelmekten kaçınarak dolaşıyorlardı. Tevfik bakışlarını bir denize,
bir arkadaşlarına kaydırarak çabuk adımlar atıyor, nefsine
küfür üstüne küfür yağdırıyordu. -Ne vardı liraları önüne gelene
gösterecek? Sen İngiliz lirası görmedin de onlar pek mi gördüler
sanki? İşte hiçbirisi kaç paralık banknot olduğunu bilemedi,
sen sırrını meydana vurduğunla kaldın...-

Tam bu anda üç ressamdan biri, iki defa üst üste sergide
mükafat kazanmış sarışın bir genç, olduğu yerde mıhlanmış gibi
durup gözlerini ileriye dikerek kendi kendine söylendi: -Yata
bak ulan!-

Ortalık pek sessiz olduğu için mi, yoksa mırıldandığını sanan
genç ressam heyecanından bağırıverdiği için mi, bilinmez,
bu cümleyi ötekiler de duydular ve taş kesilmiş gibi, oldukları
yerde durarak, gözlerini genç ressamın baktığı yere diktiler.
Evet, beyaz bir gemi, bir yat, şurada birkaç yüz metre önlerinde
duruyor, sağından solundan geçen şirket vapurlarının dalgasıyla
hafif hafif sallanıyordu. Ne zaman gelmişti, ne zaman demir
atmıştı, nasıl olup da farkına varmamışlardı? Hiçbiri bunlara
cevap verecek halde değildi. Ama işte ortada bir gerçek vardı:
Gemi, beyaz gemi, aylardan beri bekledikleri gemi karşıdaydı.
Şaşkınlıkları geçer geçmez üçü de kuş olup atölyelerine uçmak
istedikleri halde güya birbirlerine belli etmemek için ağır
ağır içeri girdiler, merdivenleri teker teker, fakat sabırsızlıktan
boğulacak gibi kalpleri çarparak çıktılar. Bir dakika sonra üçü
de sehpalarının karşısına geçmişler, boyalarını ellerine almışlardı.

Bu işi başarmadaki sırrın, resmin güzelliğinden ziyade çabuk
bitirilmesine bağlı bulunduğunu üçü de biliyorlardı. Bunun
için Tevfik ilk olarak ve yarım saatten az bir zamanda tablosunu
bitirdi. Zaten her üçünün de atölyesinde Kızkulesi'yle
Sarayburnu arasındaki manzarayı gösteren birer resim hazır
duruyordu; yapılacak iş, bunun orta yerindeki boşluğa yatın
tasvirini konduruvermekten ibaretti. Tevfik Aravurgun tablosunu
yakaladığı gibi cadde tarafındaki kapıdan çıktı, biraz
ilerden bir kayığa atladı ve bütün kuvvetiyle karşıdaki beyaz
gemiye çekmesini söyledi. Daha kıyıdan otuz adım ayrılmamıştı
ki, öteki iki ressamın da ayrı ayrı yerlerden sandala binip
var hızlarıyla gemiye yaklaştıklarını gördü. Kayıkçıya, -Dayan
amca, dayan!- diye gayret verecek oldu, fakat bu manasız yarışın
ne demek olduğunu anlamayan adamcağızın ters bir bakışı
lafını ağzına tıkadı. Öteki kayıklar gitgide yaklaşıyorlardı.
Her ikisi de tablolarını tamamlamamış olacaklardı ki, şimdi
kayıkta bile, dizlerinin üstüne koydukları mukavvalara fırçalarıyla
bir şeyler ilave ediyorlar, şuralarını buralarını düzeltiyorlardı.

Geminin merdivenine üçü de hemen hemen aynı zamanda
vardılar, kayıktan kayığa atlayarak, Tevfik önde olmak üzere,
birbiri arkasından merdiveni çıktılar. Karşılarına ilk gelen oldukça
temiz kıyafetli, mavi gözlü ve uzun burunlu tayfa Fransızca,
yahut İngilizce yerine tatlı bir Laz şivesiyle: -Ne isteysunuz?-
diye sorunca bir an duraladılar, fakat bundan bir mana
çıkarmaya uğraşmadan nezaketle bazı şeyler öğrenmek istediler.
Birinin sözünü öteki ağzından alarak:

-Yatın sahibi nerede efendim? Kendilerini görmek istiyoruz-
dediler, sonra daha çekingen, devam ettiler: -Gemilerinin
resmini yaptık da, kendilerine hediye edecektik!-

Daha konuşacaklardı, fakat, tam tepelerinden gelen boğuk,
buna rağmen kuvvetli bir ses onları ürküttü, başlarını o tarafa
çevirince, kaptan köprüsünün kenarına dayanmış, sarı dişli, en
aşağı bir haftalık tıraşlı bir adamın, iri gözlerini döndüre döndüre
kendilerine bağırdığını gördüler:

-Ne yatı ulan? Serseri misiniz nesiniz? Buraya alaya mı
geldiniz? Şimdi o resimlerinizi başınıza geçiririm!- Sonra orada
kımıldamadan duran uzun burunlu tayfaya döndü:

-Ne bekliyorsun be? Atsana bunları dışarı!- dedi.

Kendisine meseleyi anlatmak isteyen ressamların yüzüne
bile bakmadan kamarasına girdi, kapıyı vurdu.

Mavi gözlü tayfa yumuşak, fakat itiraz götürmez bir hareketle
ressamları merdivene doğru sürüklerken: -İyi etmedunuz-
dedi, -bizim kaptan asabidur, şakadan hazzetmez. Haydi
güle güle.-

Ressam Tevfik Aravurgun son bir gayretle, sanki hiçbir şeyi
denemeden bırakmamak için, tayfaya sordu:

-Peki, bu yat kimin?-

Tayfanın yüzü kızardı, o da kızmaya başlamıştı, uzun burnunun
ucu titreyerek:

-Bırak gevezeliği- dedi, -işiniz yok mu sizin? Bu gemi
kimsenin değil, devletin. Yatı nerden çıkardınız? Tahlisiye gemisi
bu. On gündür vazifedeydik, İstanbul'a gelir gelmez nerden
çıktunuz? Haydi bakalum.-

Her üç ressam da kayıklarına binip döndüler. Biraz açılınca
başlarını çevirip beyaz gemiye baktılar. Bunun sahiden yata
benzer tarafı yoktu. Alçacık kıçı, sudan dimdik fırlayan yüksek
burnu ile, daha çok, büyücek bir römorköre benziyordu. Beyaz
boyası yer yer kirlenmiş, sıyrılmıştı.

Ressamlar, arkadaşlarının alayına uğramamak için bugün
başlarından geçeni gizli tutmaya karar verdiler. Ama çok düşündükleri
ve aradan yıllar geçtiği halde, biçimsiz bir tahlisiye
gemisini o gün kendilerine zarif, beyaz bir yat gibi gösteren şeyin
ne olduğunu bir türlü anlayamadılar.

1945

:::::::::::::::::

Katil Osman

Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemal'in kahve ocağının
dibinde oturmuş, birbiri üstüne cıgara içiyordum. Yüksek
kale duvarlarının dışından, limandan gelen sesler içime gariplik
çöktürmüştü. Düdüğünü daha uzaklarda yanık yanık öttüren
bir gemi şimdi yaklaşmış, demir atıyordu. Zincir gürültüsü
arasında kavga eden kayıkçıların sesini duyar gibi oluyordum.
Gönlüm dışardaydı. Başka zaman beni avutan şeylere bakmıyordum
bile. Gardiyan Arif'in tavuğu, etrafında bir haftalık civcivleriyle,
ayaklarımın altında dolaşıyor, yanımdaki sur duvarının
ortasından fırlayan ve büyüyüp aşağıya doğru uzandıkça
çiçek üstüne çiçek açan papatya dalı hafif rüzgarda sallanıyor,
esrarkeş Tayyar Baba biraz ilerde sırtını duvara dayayıp başını
karnına sarkıtmış, Bayburt türküleri mırıldanıyordu. Ama ben
bu candan ahbaplarımda teselli arayacak halde değildim. Gözüm
sekiz arşın kalınlığındaki taş duvarları aşıyor, güverte kenarında
eteklerini uçurarak vincin işlemesini seyreden kızları,
merdivenden kocaman yatak denkleri indirmeye çalışan hamalları
görüyordu. Yerimden fırlamak, gardiyanları, jandarmaları
şöyle elimin tersiyle iterek çıkıp yürümek, bir sandala atlayıp
gemiye varmak ve kaptana: -Çek!- demek istiyordum. Gözümde
tüten ne şehirler, ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı.
Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri
arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken
birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf
oluyor.

Mürteci Yakup Hoca yanıma sokuldu, altına demir iskemlelerden
birini çekerek: -Nasılsınız bakalım?- diye sordu. Ben
onun ne maksatla geldiğini tahmin ettiğim için hemen kahve
ocağına seslendim: -Kemal, Hoca'ya bir çay demle.-

Zavallı, Balıkesir taraflarında burnunu soktuğu bir tarikat
meselesi yüzünden -mürtecidir- diye on sene yemişti. Menemen
hadisesinden ürken devlet, böylelerine karşı o sıralarda
pek sert davranıyordu. Dışardayken hali vakti yerinde, iki karılı
olduğunu söylediği halde, senelerden beri kendisini arayan,
soran yoktu. Şunun, bunun yardımı, hapishane müdürünün himayesi,
ara sıra yazdığı muskalar sayesinde şöyle böyle geçiniyor,
fakat mahpuslar arasında laf taşıdığı, müdüre ispiyonculuk
ettiği için, herkesten hakaret görüyordu. Bunları fenalık olsun
diye değil, hem çok meraklı, hem de çok geveze olduğu
için yaptığını sanıyorum. Çünkü onun nasıl bir an bile yalnız
kalmaya dayanamayıp hemen birilerinin yanına sokulduğunu,
söylenecek meraklı, mühim bir şey bulup etrafın alakasını kendi
üzerine çekmek için, o minimini, bal rengi gözlerini kırpıştırarak
nasıl kafasını patlatırcasına gayretler sarf ettiğini görmüştüm.
Merakla dinleneceğine hükmettikten sonra, babasını ipe
gönderecek sırları bile ortaya atmaktan kendini alamazdı. Yaz,
kış sırtından çıkarmadığı soluk pembe pardösüsünün eteklerini
savura savura bahçenin bir yanından bir yanına koşar, şurda üç
kişiden beş laf, burda beş kişiden üç laf alıp vererek gününü
doldururdu. Kendisini benimle yarı buçuk hemşeri saydığı
için, sık sık yanıma gelir memleketteki tanıdıkların sözünü
açar, Balyalı olan ikinci karısından bahseder, en sonunda taze
bir çaya fit olur giderdi. Bugün halinde yapma bir ağırlık vardı.
Sağ elinde çay fincanı, sol elinde dumanını suratıma üflediği
köylü cigarası, -işte bu insanların hali böyledir!- demek isteyen
manalı baş sallamaları ile ikide bir içini çekiyordu. Gülümseyerek
sordum:

-Hayrola Hoca, ne havadislerin var bakalım?-

-Bizim Katil Osman yine dün akşam haltlar karıştırmış. Bu
sefer iş ciddi. Berber Hüsamettin'i bıçaklamış. Diye diye en sonunda
katil olacak.-

Bu Katil Osman'ın kim olduğunu önce birdenbire hatırlayamadım.
Biraz düşündükten sonra:

-Şu iki ay kadar önce tahliye edilen delikanlı mı? Hani Koca
Reis yol kesmekten ceza verecekti az kalsın!- diye sordum.

-Keşke verseydi. En çoğu yedi sene alır, teşebbüs halinde
kaldığı için iner, birkaç seneyle yakayı kurtarırdı. Bu işler de
başına gelmezdi. Berber Hüsamettin ölürse on beş sene garanti.
Berber de kurtulacağa benzemez, bıçağı karnından yemiş.-

Katil Osman'ı iyice hatırladım. Yirmi beş yaşlarında olduğu
halde on yediden fazla göstermeyen, soluk, ince yüzlü,
bembeyaz elli ve uzun parmaklı bir çocuktu. Yanıma hep ceketini
toparlayıp ellerini göbeğinin üstünde kavuşturarak sokulur,
bir şey söyleyecek olsam: -Buyur Ağabey!- diye başını uzatırdı.
Memleketin şimdi hapiste bulunan namlı kabadayılarının
yanında ağzını bile açmaz, hocasının bir sözünü kaçırmak istemeyen
numunelik bir talebe gibi gözlerini dikip hep dinlerdi.
Onun dışardaki hayatı hakkında duyduklarıma inanmak çok
güçtü, ama herkes aynı şeyi söylüyor, ziyaret günleri gelen ihtiyar
anası bile, oğlunu uzaktan görünce: -Ocağımızı batırdın
Osman, tez günde boyların devrilsin!- diye acı acı beddua ediyordu.

Anlattıklarına göre, bu yaşa gelen ve babası genç öldüğü
için halleri hiç de iyi olmayan Osman, şimdiye kadar bir iş tutmuş
değildi. Hangi ustanın yanına verdilerse üç beş gün durup
kaçmış, terzilikte ilik açmaktan, kunduracılıkta iplik mumlamaktan
ileri gidememişti. On yaşında mahalledeki memur çocuklarını
dövmekten başlayarak, on ikisinde anasının üstüne
yürümüş, on beşinde dayısına bıçak çekmiş, on altısından sonra
da hiç olmazsa haftada bir karakolu, ayda bir hapishaneyi
boylar olmuştu. Babadan kalma bir bağın baharda yaprağını,
güzde üzümünü, kışın kökünü satıp rakıya yatırmış, anasının
başını soktuğu iki göz evle arkasındaki bir buçuk dönüm bahçeyi
de aynı yere yollamak için çok uğraşmış, fakat ihtiyar kadının
-Cenazem çıkmadan bu eve başkası girmez!- diye müthiş
bir inatla direnmesi ve tapuları Osman'ın dayısına verip
saklatması yüzünden bu işi becerememişti. İhtiyar kadıncağızın
küçücük bahçede yaz kış durmadan uğraşarak yetiştirdiği
sebzelerle beş on erik, vişne ağacının meyvesi Osman'ın ne boğazına,
ne üstüne başına yetmediği için delikanlı işi haraççılığa
vurmuştu: Nazı geçen, daha doğrusu şerrinden yılan esnafa
musallat oluyor, bazan bir pabuççunun, bazan bir zerzevatçının
yanına, kendisini isteyen olmadığı halde, çırak gibi girip beş on
gün çalışıyor, kefal tutup balık yumurtası çıkaran balıkçılara
güya yardım ediyor, böylece yerine göre bir çift yemeni, yahut
birkaç lira para alıyordu. Karadeniz'den bıldırcın akını başladı
mı, o da avcılarla beraber gider, yağmurlu günlerde çocukların
bile eğilip yerden kuş topladığı bu ava katılırdı. Akşamları herhangi
bir meyhaneye dalıp bir ahbap sofrasında kendine içki,
yemek ısmarlatır, olmazsa, aşçıya: -Borcum olsun!- der, savuşurdu.
Birçokları başlarını belaya sokmaktansa ona arada bir
yemek yedirmek, pek asılırsa yarım lira borç vermekle yakalarını
kurtarmaya bakıyorlardı. Çünkü bir yapıştığı insanı kolay
kolay bırakmıyor, en olmayacak yerde suluca laf atarak, şakalar
yaparak, azıcık ters muamele görse hemen parlayıp kavga çıkararak
karşısındakini iyice bezdiriyordu. Hiçbir düğünden, hiçbir
toplantıdan eksik olmaz, kapısını açık bulduğu yere babasının
evi gibi girer, üç kadehte sapıtır, ondan sonra, ya terbiyesi,
yahut zavallılığı yüzünden kendisine mukabele edemeyecek
birini seçer, balta olurdu. Kasabanın en kabadayıları bile onunla
hır çıkarmaktan çekinirlerdi. Böyle bir çamura uymanın
ayıplığı bir tarafa, Osman kavgada alt olacağını anlayınca işi
hemen yaygaraya vurur, avaz avaz bağırır, ağlar, yedi mahalleyi
başına toplardı. Her yerde, her vesileyle kavga çıkardığı, en
küçük nizalarda (çekişme, kavga) bile elini bıçağına atıp: -Yakarım ulan,
kanını içerim ulan, beni katil etme ulan!..-'diye bağırıp palavralar
savurduğu için, daha bir kişiyi bile yaralamadan adı Katil Osman
olmuştu.

Ama yukarda da söylediğim gibi, benim hapishanede gördüğüm
mahçup oğlanla bu azılı serseriyi birleştirmek zordu.
Halbuki o zaman da yine böyle bir edepsizlikten içeri düşmüştü:
Bir akşam üzeri yolda evine giden bir mahallelisini çevirmiş:
-Hadi gidelim de bana rakı ısmarla!- demiş, öteki: -İşim
var!- deyince, -Öyleyse iki lira borç ver!- diye tutturmuş,
adamdan yine yüz bulamayınca bıçağa sarılmış. Etraftan koşup
gelenler polise teslim etmişler. Onu sık sık karşısında görmekten
bıkan ağır ceza reisi bu sefer Osman'a iyi bir ders vermek
istemiş, -Gece vakti silahla yol kesmek- suçundan onu şöyle
dört beş sene için içeri tıkmaya niyetlenmiş. Ama Osman o taş
yürekli Koca Reis'in karşısında da o masum, mahçup haliyle
terbiyeli terbiyeli ağlayıp kendine acındırmış olacak ki, birkaç
ayla yakayı kurtardı ve aldığı cezayı yatmışına saydıkları için
hemen çıktı.

Yakup Hoca hep buna hayıflanıyor, -Reis, oğlana iyilik etmedi.
Osman şu Yusuf makamında üç senecik yatsaydı aklını
başına devşirip çıkardı. Şimdi berber ölürse on beşi yiyecek.
Tuh...- diye söyleniyordu.

Vakit ikindiyi geçmişti. Hoca kollarını sıvayıp abdest almaya
hazırlanıyordu. İlerdeki hızarcılar, biçtikleri ceviz kütüğünün
arkasında namaza durmuşlardı. Sur duvarlarının üstünde
jandarmalar nöbet değiştiriyorlardı. Limandaki geminin vinç
sesleri, denizde gidip gelen motörlerin gürültüsü kafamın uzak
yerlerinde uğuldayıp duruyordu. Arka tarafımdaki demir parmaklıklı
kapı gıcırdadı, başımı çevirince, Hopalı gardiyan Ali
Faik'le beraber Katil Osman'ın avluya girdiklerini gördüm.

Osman'ın yüzü kağıt gibiydi. Gözleri ufalmış ve kanlanmıştı,
çenesiyle şakaklarındaki seyrek tüyler büyümüş gibiydi.
Uzayıp incelmiş hissini veren çehresi, sivri burnu, yarı açık ağzında
görünen ufak sarı dişleri ve etrafa şaşkın şaşkın bakan
gözleri ile, kedinin ağzına düşmüş canlı bir fareye benziyordu.

-Geçmiş olsun Osman, gel şöyle otur bakalım!- diye seslendim.
-Ali Faik, gel sen de bir kahve iç.-

Osman, himayesine sığınacak birini bulmuş gibi, çabuk
adımlarla sokuldu, Yakup Hoca'nın yanına bir iskemle çekip
ilişti, ellerini masanın üstüne koyarak, korkak gözlerini yüzüme
dikti. İnce parmaklı beyaz elleri titriyordu.

-Nasıl oldu, Osman?- diye sordum.

-Sorma ağabey, bir kazadır oldu işte.-

Kırık dökük kelimelerle vukuatını anlattı. İşine geldiği gibi
değiştirdiğini fark ediyor, fakat ses çıkarmıyordum. Sanki Koca
Reis'in karşısındaymış da yüreğini yumuşatmak istiyormuş gibi
ağlamaklı bir sesle ve başını sağ omzuna düşürerek vızıldıyordu:
-Vallahi şaka olsun diye yaptım ağabey, bıçağın ucuyla
şöyle dokunuverdim, karnı boşmuş, girivermiş!-

Bu sırada Yakup Hoca, gardiyan Ali Faik'le konuşuyor,
onu sorguya çekiyordu. Osman'ınkine pek uymayan hikayesini
tamamladıktan sonra gardiyan doğruldu, kahve fincanındaki
son yudumu dikerek:

-Sen bu masalları bu sefer Koca Reis'e dinletemezsin, başka
laflar düşün, hadi bakalım, koğuşa gidelim- dedi.

Osman da kalktı, uzaklaşırken yanındakine: -Vallahi billahi
benim dediğim gibi oldu, Ali Faik!- diye izahat veriyordu.

Hemen o akşam birçoklarından dinlediğime göre, Osman'ın
bu vukuatı da incir çekirdeği doldurmaz bir meseleden
çıkmış: Kendisi gibi kopuk bir arkadaşıyla beş kadeh attıktan
sonra kahveye gidip altmış altı oynarlarken berber Hüsamettin
yanlarına gelmiş, oyuncuların kağıtlarına bakarak: -Koz çek,
yirmiyi söyle- diye karışmaya başlamış. Osman da: -Ulan o
kadar iyi biliyorsan gel sen de oyna, üç kol yapalım!- demiş,
Hüsamettin istememiş, oynarsın, oynamazsın derken Osman,
Bursa işi söğüt yaprağını çektiği gibi saplayıvermiş. Anlatanlar:

-Osman'da adam vuracak hal ne gezer, herhalde sarhoşlukla
elinin kararını bilemedi, fazla soktu. Bıçak bir karış girmiş-
diyorlardı. Osman yanında konuşulan bu sözleri ağzını
açmadan dinliyor, ürkek gözlerini, koğuşta bağdaş kurup oturmuş
olan eski mahpusların ayaklarında gezdiriyordu.

Bundan sonraki günlerde Osman'ın hali hiç değişmedi.
Bahçede çabuk adımlarla volta vuruyor, ikide bir kapıya koşup
hastanedeki Hüsamettin'den haber soruyordu. Berber on iki
gün yaşadı. Yarası pek ağır olmadığı için belki kurtulabilecekti.
Fakat bu küçük vilayet merkezinin iki doktorlu hastanesinde
buz makinesi yoktu. Hademelerin saatte bir kuyudan çektikleri
suya batırarak hastanın karnına konan soğuk bezler nedense
kar etmedi, oğlan bıçağı yediğinin on ikinci günü karın zarı
iltihabından gitti.

Bu haberi duyduğu zaman Osman'ın benzi büsbütün sarardı.
Şaşkın şaşkın etrafındakilerin yüzüne baktı; hızlı nefesler
alarak uzaklaştı, bir duvar dibine çöktü ve düşünmelere daldı.

Ama bu günden sonra Osman birdenbire değişti. Hep sinirli
ve heyecanlıydı. O sessiz, ürkek hali kaybolmuş, bana,
hatta eskiden pek saydığı kabadayılara karşı tavırlarına bir aldırmazlık,
bir sertlik gelmişti. Olur olmaz lafa karışıyor, terslenince
cevap vermeye kalkışıyordu. Koğuş arkadaşlarıyla, yatak
yeri, yahut tayın bölüştürme meselesinden ufak tefek nizalar
çıkarmaya başlamış, görüşme günü kapıya gelen anası ile, para
yüzünden, gardiyanların araya girmesine sebep olacak kadar
büyük bir kavga etmişti. Başına gelen felaketi göz önünde tutunca
onun bu hırçınlığını anlamak zor değildi. Kendisiyle oturup
dertleşen, halini soran yoktu. Çocukluğundan beri elinden
tutanı olmayan delikanlıyı bir gün karşıma alıp dilince konuşmaya
başladım. Dışardaki hayatından, içki alemlerinden, mahalle
kavgalarından, denizden ve bıldırcın avından bahsettik.
Söz döndü dolaştı, son vukuata dayandı. O zaman ben, Osman'ın
ruhuna çöken büyük sıkıntıyı biraz hafifletmek için
uzun teselli cümleleri sıraladım. Sesimde garip bir tevekkül
edasıyla:

-Aldırma Osman- dedim, -bunlar hep insan başına gelir.
Bak, şu hapishanede yatan yedi yüz kişinin en az beş yüzünün
boynunda can vebali var. Pişman olur, kendini ıslah edersen
her şey unutulur.-

Bunları dinlerken Osman'ın yüzünü kaplayan sıkıntı ifadesi
beni şaşırtmadı. Onun buz tutmuş insanlığını ısıtıp yumuşatmak
kolay olmayacaktı elbette. Ama benim daha fazla şeyler
söylememe meydan vermeden, Osman bir el işaretiyle sözümü
kesti. Kimsenin duymasını istemiyormuş gibi ağzını yüzüme
yanaştırarak:

-Bırak boş konuşmaları, ağabey!- dedi. -Bu kadar sene hiç
yoktan adımız katil diye söylendi; artık önüne gelen benimle
dalga geçiyordu. Gözüm kızıp birinin üstüne yürüsem, herifin
kılı bile kıpırdamıyor, 'senin gibi lafla adam öldürenleri çok
gördük!' diyordu. Memleketin bir kabadayısının yüzüne bakacak
halim kalmamıştı. Allah rahmet etsin, Hüsamettin'le görülecek
bir hesabım yoktu, ama bu vukuat bana lazımdı.-

Osman, benim şaşkınlığıma aldırış bile etmeden yerinden
kalktı, omzundan ağır bir yükü fırlatıp atmış bir adam gibi hafif
adımlarla uzaklaştı.

Konuşmanın sonuna doğru usulca yanımıza sokulup bizi
dinlemiş olan Yakup Hoca, öğrendiği şeylerden memnun, elini
omzuma koydu ve filozofça mırıldandı:

-Bu dünya böyledir işte, kimi adam öldürdüğü için katil
diye anılır, kimi adı katile çıktı diye adam öldürür.-

1945

:::::::::::::::::

Böbrek

Niğde eski nüfus memuru Avni Akbulut, elinde yiyecek sepeti,
arkasında hammal, Sirkeci'deki -Güzel Nevşehir- otelinin
daracık kapısından girdi. Burayı daha da darlaştırmak ister gibi
bir kenara dizilmiş olan mermer masalarda taşra esnafı kılıklı
birkaç adam çay içiyorlardı. Avni Akbulut, köşedeki camekanlı
yere sokuldu: -Katip nerde?- diye, bitkin, yarı duyulur bir sesle
sordu. İçine bir kişinin güç halle sığabildiği camekanda kocaman
bir defterin üstüne eğilmiş çıplak kafalı, gözlüklü, orta yaşlı
bir adam: -Buyurun, hoş geldiniz!- diye doğruldu. Avni Akbulut,
oradaki bir iskemlenin üstüne dermansız bir halde oturmuş,
alnından boncuk boncuk dökülen terleri siliyordu. Kilitleri
tutmadığı, kayışları koptuğu için urganla sarılmış olan körüklü
bavulu sırtından indirmeye çalışan hammal da ter içindeydi.
Katip, karşısındakinin bitkin halini fark edince alakalandı.

-Geçmiş olsun, rahatsız mısınız?-

-Evet, dermanım yok... Yol da az değil... İstanbul'un sıcağı
da yamanmış ha!-

Katip biraz düşündü, önünde hızlı hızlı soluyan adamı
süzdü, sonra:

-Size tek yataklı oda vermeliydi ama, hepsi dolu. Dur bakayım,
on iki numarada bir yatak boş, yanınızda yatacak olan
çok ağırbaşlı, Müslüman bir adamdır. Sabah çıktığını, geceleyin
gelip yattığını bile duymazsınız. Yatak fiyatı da tabii ikramlıdır.-

Hasta hasta iki gün yolculuktan sonra şöyle bir uzanıp dinlenmekten
başka şey düşünmeyen Avni:

-Neresi olursa olsun, sen bana odayı göster!- dedi, hammalla
hesabı kestikten, nüfus kağıdını teslim ettikten sonra katibin
arkasından merdivenleri çıkmaya başladı. Bereket oda birinci
kattaydı. Siyah eteklikli, topukları yırtık siyah çoraplı, şipidik
terlikli şişman bir kadın yerleri siliyordu. Katibin emri
üzerine ellerini üstüne kurulayarak on iki numaranın kapısını
açtı, yorganın ucunu kaldırıp bakarak: -Daha temiz, buyurun!-
dedi. Arkadan bavulu getiren bir garson, üstü mermerli komodinden
sürahiyi alarak suyunu değiştirdi, sonra her üçü: -Hoş
geldiniz, istirahat buyurun!- diyerek çekildiler.

Kendini elbisesiyle yatağın üstüne atan Avni Akbulut hemen
uyudu. Birtakım tıkırtılarla uyandığı zaman ilk gözüne
çarpan şey, tavanda sönük bir ışıkla yanan, sinek pisliği içindeki
elektrik lambasıydı. -Desene, akşam olmuş- diye düşünerek
başını yana çevirdi. Elli yaşlarında, kısa değirmi sakallı, kıyafetine
bakılırsa Anadolulu bir adamın pabuçlarını çıkarıp, somyası
gıcır gıcır eden karyolaya yerleştiğini gördü. Kendisi de biraz
doğruldu. Onun uyandığını fark eden karşı yataktaki, sakalını
sıvazlayarak:

-Safa geldiniz, yabancısınız herhalde?- diye sordu.

-Safa bulduk, Niğdeliyim.-

-Dimeyin! Ben de Borluyum.-

-Çok güzel, kimlerdensiniz?-

Hemen ahbap oluverdiler. Değirmi sakallı sık sık Niğde'ye
gidip geldiğini, orada birçok bildikleri olduğunu söyledi. Hatta
kızını Niğdeli birine verdiğini anlatırken, -Nikah için nüfus kayıtları
çıkarttığımda sizi görmüş olacağım, bana hiç yabancı değilsiniz!-
diye tanıdık bile çıktı. Ayak esnaflığı yapar, memleketten
elma kurusu, fasulye, nohut getirir, buradan oraya da kıl
çuval, kösele, mıh, nalça gönderirmiş. Elhamdülillah işi fena
değilmiş, ama, geçenlerde memleketten birkaç hısmı hasta olup
İstanbul'a gelmişler, onları doktor doktor gezdirmekten işleri
yüzüstü kalmış. Eloğlu birbirinin elinden ekmeğini almak için
kurt gibi bekliyormuş. Doktorun da iyisini, helal süt emmişini
buluncaya kadar hayli dolaşmışlar, hayli masarife girmişler.
Maazallah insan bir soysuzunun eline düşerse malına mı, canına
mı yanacağını bilemezmiş.

Lakırdı hastalık ve doktor meselesine dökülünce Avni Akbulut'un
da dili açıldı. O da İstanbul'a derdine derman aramaya
gelmişti. Üç seneden beri çektiği böbrek sancısından kurtulmak
için almadığı ilaç kalmamış, bir yıl önce Kayseri Hastanesi'ne
varmış, röntgen yaptırmış, doktor böbrekteki taşı çıkarmadan
olmaz, çok büyümüş, ilaçla düşecek gibi değil, demiş,
Avni de çoluk çocuğuyla helalleşip bıçağın altına yatmış. Beş
altı ay rahat etmiş ama, hastalık bu sefer öteki böbrekte tepmiş.
Yeniden röntgen yaptırınca, sağ böbrekte hem de iki taş birden
görmüşler. Artık Kayseri doktorlarına inanamaz olmuş, İstanbul'a
gelmiş.

-Bakalım şunların hocaları ne biçim imiş? Kayseri'nin operatörü
kötü değildi ama, işini sıkı tutsa öbür böbrekte yeniden
tepmezdi. Demek hastalığın kökünü bulup çıkaramamış. Perhiz
et diye tutturdu. Yemeden, içmeden vazgeçecek olduktan
sonra karnımı deştirir miydim? Ağzına et koymayacaksın, dedi.
Et girmeyen yemekte tat olur mu? Uzatmayalım, bizim hükümet
doktoru buradaki hocasına mektup verdi, git kendini
göster, lüzum ise o seni ameliyat da eder, hastalığı kökünden
alır, dedi. Biz de evimizin nafakasını kestik, buraya geldik. Ne
yaparsın, can her şeyden üstün. Bu gideceğim doktor da profesörmüş.-

Deminden beri karşısındakinin sözlerini, -Bilirim bunların
hepsini- demek isteyen bir gülümseme ile dinleyen değirmi sakallı,
profesör kelimesini duyunca adeta hiddetlenmiş gibi kaşlarını çattı.

-Adı neymiş o profesörün?- diye sertçe sordu.

-Dirim Yurdu'nun sahibi Osman Bey.-

Öteki korkunç bir şey görüyormuş gibi gözleri büyümüş,
yerinden fırladı:

-Tatlı canına acıman yok mu senin?- diye bağırmaya başladı.
-Kim verdi sana o kasabın adını. Herhalde ortak olmalılar.
Yanımda adını anma, içim fena oluyor. Daha bir buçuk ay önce
aslanlar gibi kardeşimi öldürdü. Bıçağının altına yatanın sağ
kalktığı görülmüş mü? Üstelik de soyguncunun başta gideni.
Bin liranın yüzünü görmeden kan çıbanı bile deşmiyor.-

Avni onun sözünü kesecek oldu:

-Bizde o kadar para ne gezer, devletin hastanesine gideceğim,
bu profesörün asıl vazifesi oradaymış.-

Öteki, cahil, tecrübesiz bir çocuğu düşüncesizce atacağı
adımdan alıkoymak isteyen şefkatli bir baba gibi biraz üzüntülü,
biraz hükmedici bir tavırla Avni'nin yanına sokuldu:

-Daha beter ya- dedi, -adamın iflahı işte o hastane dediğin
yerde kesilir. Belli, senin bu doktor milletinden habarın yok...
Aslan kardeşim, orada hastaya bakmazlar, acamı doktorlara
ders gösterirler. Ellerine bir düştün mü yakanı kurtarabilirsen
aşkolsun. Kesip biçecek insan lazım onlara... Adamın karnını
bir yardılar mı, yandı fıkara gayrı... Hasta olan yerini de deşerler,
hasta olmayan yerini de... Oranın usulü öyle... Yeni yetişen
doktorlar bakacaklar, afat olan yer ile sağlam yeri ayırt etmesini
öğrenecekler. O profesör dediğin, hastaya elini bile değmez, başına
kum gibi üşüşen parmak kadar oğlanlara, kızlara: -Kes şurayı,
kes burayı!- der, o zibidiler de çalarlar bıçağı. Allah yardımcın
olsun. Dedim ya, sana o mektubu veren doktor dostun
değil imiş. Hadi, diyelim o eloğlu, senin kendi canına acıman
da yok mu?-

Avni Akbulut dili tutulmuş gibi karşısındakinin yüzüne
baktı kaldı. Birkaç kere yutkundu, fakat müthiş bir korku, gurbet
ellerde çoluğun çocuğun bıçağıyla doğranmak korkusu, bütün
vücudunu bir ter ve titreme halinde sarmıştı. Boğazından
ses çıkınıyordu. Değirmi sakallı yatak komşusu elini yavaşça
omuzuna koyarak:

-Üzülme canım- dedi, -ama üzülme demek de boş laf, can
pazarı bu. Velakin her şeyin çaresi bulunur. Doktorun da helal
süt emmişi vardır elbette... Dedim ya, çok gezdik, dolaştık,
çok masarif ettik ama, şu doktorların iyisini, kötüsünü bilir olduk.-

Bir parça kendini toparlamaya çalışan Avni, acele bir yardım
bekler gibi iki elini birden uzatarak:

-Kurbanın olayım, bildiğin bir insaniyetli doktor var mı?
Hani şu böbrek işinden de anlayan bir doktor...-

Öteki, merhametli bir gülümseme ile başını sallayarak cevap verdi:

-Üzülme dedim ya! Müslümanın Müslümana yardım etmek
borcu. Bu hasta halinde İstanbul gibi yere derman aramaya
gelmişsin, seni yüzüstü bırakmak hemşeriliğe sığar mı? Bak
dinle beni: Şu koskoca şehirde bir tane esaslı doktor gördüm, o
da Sağlık Yurdu'nun sahibi İrfan Bey. Bıçağının dokunduğu
yerde illet kalmıyor. Eli pek hafif. Dört yerinden karnını deştiği
adamlar bir hafta sonra Haydarpaşa'ya, trene yürüye yürüye
gidiyorlar. Hele böbrek, ciğer, yürek ameliyatında Avrupa'da
bile üstüne yok diyorlar. Bir muayenehanesi var, içindeki aletleri
İstanbul'un bir hastanesinde göremezsin, Alamanya'dan
hususi gelmiş. O röntgenler, o aynalar, o camekan içindeki pırıl
pırıl gümüş makaslar, bıçaklar, o süt gibi beyaz ameliyat masaları,
canım, anlatmakla tükenecek gibi değil ki... Hastanesi deniz
kenarında, padişah saraylarının bitişiğinde. Yatağından başını
kaldırıp baksan selatin (sultan'ın çoğulu. Sultanlarca yaptırılmış
camiler için kullanılıyor) camilerinden yedisini birden görürsün,
limana giren bütün ecnebi vapurları ayağının altında.
Dedim ya, tarifi mümkünsüz.-

Avni Akbulut önce can kulağıyla dinlerken sonlara doğru
mahzun bir tavırla başını sallamaya başlamıştı; karşısındaki
belki de bunu fark ederek susunca, ümitsiz bir sesle mırıldandı:
-Oraların fiyatı da ona göredir. Böyle lüküs yerler bizim
için değil!-

Sağlık Yurdu ile sahibini fazlaca övdüğünü anlayan adam,
üst dudağından ön dişleri dökülmüş ağzına doğru uzanan kır
bıyıklarını sağa sola sıvazladı, külrengi gözlerini bir an küçültüp
düşündükten sonra:

-Yok canım- dedi, -sana söyledim ya, helal süt emmiş
adam! Ondaki insaniyeti kimsede bulamazsın. Halden anlar,
paran çıkışmazsa derdini ameliyatsız da sağaltır. Bir de tatlı konuşmaları
var, hani insanın illetini diliyle çekip alıyor desem
hilafsız...-

Avni şüphe ile başını salladı:

-Benim derdim öyle tatlı dil ile ameliyatsız iyi olacak soyundan
değil, bir böbrekte iki taş bu, bıçağı yimeden çıkar mı?-

Öteki güldü:

-Tabii çıkar. İlaçla eritiverince aşağıdan dökülür gider. Bu
doktorda öyle ilaçlar var ki, İstanbul'un bir hastanesinde bulamazsın,
Alamanya'dan hususi gelmiş!-

Avni hala tereddüt eder gibiydi, fakat öteki durmadan doktorların
vicdansızlığını, bunlar arasında operatör İrfan'ın nasıl
bir inci olduğunu, -Allah doktorları günahkar kullarını cezalandırmaya
yollamış, ama günahsız kullarını da yüzüstü komamış!-
diyerek anlattı. -Tatlı canına acıman yok mu senin?- diye
boyuna tekrarladı. Ertesi gün işini gücünü bırakıp onunla birlikte
bu -Helal süt emmiş- adama gitmeye de razı oldu. Gündüzki
uykusuna rağmen hala yol yorgunluğunu atamamış ve
bu heyecanlı konuşmadan büsbütün harap düşmüş olan hasta,
-Hayırlısı neyse o olsun- diyerek yatağına uzandı, sabaha kadar
inleyip oflayarak, hatta bazan birdenbire gelen keskin sancıların
tesiriyle bağırıp yerinden fırlayarak döndü, durdu.

Kuşluk vaktine doğru beraberce yola düzülüp operatör İrfan'ın
muayenehanesine gittiler. Bu doktorun resmi işi olmadığı
için öğleden önceleri de yerinde bulunuyordu. Değirmi sakallı
hayır sahibi: -Yanında kaç paran var? Malum ya, yorganına
göre ayağını uzat demişler. Paramız belli olunca tedaviyi,
ilacı da ona göre tutarız, işin fantaziyesine kaçmayız.-

Avni Akbulut bir taraftan: -Hastalığın ve tedavinin fantaziyesi
nasıl oluyor acaba?- diye düşünürken, bir taraftan da cebindeki
paranın hesabını yaptı. Öyle göründüğü kadar da meteliksiz
değildi. Nüfus memurluğunu bıraktıktan sonra elindeki
bir bağ, bir de elma bahçesi ile gül gibi geçiniyor, ikisi de evli
olan büyük oğullarının yardımı ile küçük oğlu Süleyman'ı ve
bir tanecik kızı Feride'yi ortaokula gönderiyordu. Hastalığı için
Niğde ve Kayseri'de ettiği masrafların topu yüz lirayı bulmazdı.
Ama şimdi İstanbul'a bu derdi kökünden aldırmak için gelirken
ihtiyatlı davranmış, yol parasından ayrı cebine altı yüz
liracık koymuştu. Yanındakine:

-Yüz elli liram var, yol parası ile otel parası da içinde!- dedi.

Öteki birdenbire olduğu yerde, sokağın ortasında durdu:
-Ciddi mi söylüyorsun?- dedi. -Bu para ile İstanbul'da yarana
pansuman bile yapmazlar. Gittiğimiz doktor ne kadar da
gözü tok olsa, gene masarifini alacak, çoluğu çocuğu bu yüzden
ekmek yiyor, keseden veremez ya! O röntgen makinesi
adamın içini dışını göstermek için ne kadar elektrik yakıyor, biliyor
musun? Üstelik film de bulunmuyor. Ben rahmetli kardeşim
için ne kadar aradım. Karaborsadan ateş pahasına alacaksın.
Vazgeçelim bu işten de sen yol paranı yimeden Niğde'ye
dön.-

İşin şakaya gelmeyeceğini anlayan Avni:

-Yok canım- dedi, -tanıdık hemşerilerden beş on kuruş daha
buluruz. Şu dertten bir kurtulalım da...-

Doktor onları pek bekletmeden kabul etti. Muayenehanesi
sahiden pırıl pırıl aletlerle doluydu. Avni artık alıştığı, fakat bir
türlü sevemediği o acayip ilaç kokusunu yine duyunca hemen
orada bıçak altına yatırmışlar gibi titremeye başladı. İçinden:
-Gene düştük bu lanetlerin eline- diye söyleniyor, bu andan itibaren
artık hiçbir şeyin kendi elinde olmadığını, onlar ne derse
itiraz etmeden yapmaya mecbur kalacağını biliyordu.

Kendisini beyaz örtülü, yüksekçe bir sedire yatırıp karnını
iteleyen adama baktı: Bu kısa, kalın, yassı biriydi. Her an bir
kalp durmasından ölüverecekmiş hissini veren kırmızı, şişkin,
iri mesameli yüzü yağlı gibi parlıyordu. Dehşetli canı sıkılmış
gibi bir hali vardı. Hastanın karnını, göğsünü, sırtını, ağzını,
burnunu muayene ettikten ve Kayseri'de çekilen röntgen filmlerini
gözden geçirdikten sonra:

-Sizi kliniğe kaldırıp müşahede altına alalım, icap ederse
ameliyat ederiz. Bünyenizin böbrekte taş yapmak temayülü
var. Sıkı rejim, kuvvetli ilaçlar lazım- dedi.

Değirmi sakallı Borlu: -Müsaade buyur!- diye doktoru bir
kenara çekerek, Avni'nin de duyabileceği bir sesle, hastanın bu
masarifi kaldıramayacağını, kendisini sıkıca bir muayeneden
geçirip Almanya'dan gelen ilaçlarla derdine derman olmasını
rica ettiğini söyledi. Avni söze karışıp: -Bilmem olur mu ki? Bana
Kayseri'de bu taşlar ameliyatsız düşmez dedilerdi- diyecek
oldu, fakat doktorun sert bir el hareketi onu susturdu:

-Düşmez ne demek? Taşın cinsine bağlı. İlaçla eriyen taş
var, erimeyen var. Önce iyi bir tahlil yaptırıp bunu anlamalı,
bünyenin hususiyetlerini her bakımdan incelemeli, tedaviyi buna
göre tayin etmeli. Operatif müdahale en sonra düşünülecek
şeydir. Öyle her karnı ağrıyana ameliyat diyen doktorlara pek
güvenme. Bugün tababetin esası kimyadır. Cerrahlık yavaş yavaş
maziye karışacak.-

Bu ilmi mülahazaları pek iyi kavrayamayan ve doktorun
yüzündeki can sıkıntısı ifadesinin artmakta olduğunu fark
eden Avni: -Siz nasıl münasip görürseniz öyle yapalım, doktor!-
diyerek razı oldu.

Bundan sonra yirmi gün kadar süren muayene ve tedavisinde
Borlu hemşerisi Avni'yi hemen hiç yalnız bırakmadı.
Elinden gelen her yardımı, her kolaylığı gösterdi. Ara sıra işlerinin
yüzüstü kaldığından bahsetse bile, Avni'nin: -Siz artık
zahmet etmeyin, ben kendim gider gelirim- yollu tekliflerini
asla kabul etmiyor, onunla birlikte karaborsada röntgen filmi
arıyor, bulunca pazarlığını kendisi ediveriyor, Avni'nin bünyesini
iyice anlamak için her birine birkaç defa gittikleri bakteriyologlar,
dahiliyeciler, mide mütehassısları, asabiyeciler, kalpçiler,
gözcüler, kulakçılarla o konuşuyor, çeşit çeşidi yapılan kan
ve idrar tahlilleri için çeşit çeşit laboratuvarlara girip çıkıyor,
raporları okuyup, tecrübelerine dayanarak izah ediyor, nihayet
doktor İrfan'ın reçetelerinde yazılı olup piyasadan kalkmış bulunan
şifalı Alaman ilaçlarının el altından satıldığı yerleri o
meydana çıkarıyor ve biraz pahalı da olsa, elde edilmesini sağlıyordu.

Bu gidip gelmeler üç hafta kadar sürdükten ve Avni Akbulut,
hemşerilerden tedarik ettim diye diye cebindeki paranın
dört yüz liradan fazlasını doktor vizitelerine, tahlillere, filmlere
ve ilaçlara yatırdıktan sonra, bir gün Borlu hayır sahibi ortadan
kayboldu. Otel katibine sorunca, -Nüfus kağıdını alıp gitti-
yollu kısa bir cevapla karşılaştı. Bir on lirayı daha gözden çıkarıp
tekrar başvurduğu doktor İrfan, yüzünde o korkunç can sıkıntısı
ifadesiyle, ilaçlara devam etmesini ve birkaç ay sonra bir
daha gelmesini söyledi.

Nasıl bir tuzağa düştüğünü yavaş yavaş anlayan Avni,
büsbütün halsiz ve perişan, yatağına uzanıp düşüncelere daldı:

-Ülen Allahın sersem kulu, nasıl oldu da basiretin bağlandı?
Borlunun kır sakalına mı kandın, tatlı diline mi? Sen böyle
dolaplara girecek adam mıydın! Gelgelelim şu kör olası hastalık
insana göz açtırmıyor. Aman anam, bu sancılar böyle gelip,
gittikçe karşıma Azrail çıksa medet ya melaike deyip eline sarılacağım.
İlaçların da bir faydasını görmedik! İnsaniyetine kurban
olduğum doktorun bir kere yüzünün güldüğüne rastlamadım.
Ne gidersin bilmediğin adama? Niğde doktorunun verdiği
mektubu nerelere tıktık acaba? Koskoca profesörü bırakıp
soyguncuların elinde kaz gibi yolundun, Avni Akbulut, senin
ettiğini parmak kadar çocuklar etmez.-

İnleye inleye karyoladan inip bavulunu karıştırdı, ikiye
katlanmış mektubunu bulunca cebine yerleştirdi. Sonra iskemlenin
kenarına ilişerek komodinin mermerinde parasını hesapladı:
Oda kirasını haftadan haftaya ödemiş, perhiz yemekleri
pişirttiği şişman hizmetçiye masrafları günü gününe vermişti.
Şimdi yanında, yol parası içinde, yüz yirmi beş lirası vardı.
Böbreğinde iki taş ile, kolunu sallaya sallaya Niğde'ye dönmeli
miydi, yoksa şu profesörü bir denemek daha mı akıl karı idi?
Borlunun hastaneler için söylediklerini şimdi şüphe ile karşılıyor,
-Devletin hastanesinde adamı çoluğa çocuğa doğratırlar
mı? Attı köpoğlu köpek!- diye kendine cesaret veriyordu.

Hemen ertesi gün hastanenin yolunu tuttu. Elindeki mektubu
önce kapıcıya, sonra koridorlarda rastladığı, doktor mudur,
hademe mi belli olmayan beyaz gömlekli birkaç kişiye
gösterdi. Nihayet -Bevliye- kliniğinin önünde sıra bekleyenlerin
arasına karıştı. Etrafında şehirli, köylü; kadın, erkek; yaşlı,
genç birçok insanlar; ellerinde birer kağıtla başka servislerden
gönderilmiş dar ve kısa pijamalı hastalar; koridorun bir başından
öbür başına apış apış gidip gelen delikanlılar vardı. Öğleye
kadar bir kenarda durdu. Doktoru yalnız görüp mektubu vermek
istediği için ortalığın tenhalaşmasını beklemeyi muvafık
bulmuştu. Kapının önündekileri teker teker içeri bırakan hademeye
birkaç kere sokulup, doktorun yanı kalabalık mı diye soracak
oldu, fakat öteki cevap olarak: -Numara aldın mı?- deyince
elindeki mektubu gösterdi, -Hususi konuşacağım!- dedi.
Hademe, Avni Akbulut'un bütün ümidini bağladığı mektuba
bir göz bile atmadan eliyle kenara itti:

-Bekle öyleyse, çıkarken yanına sokulabilirsen verirsin!-

Orada durdukça bazı beyaz gömlekli asistan ve doktorların,
sıraya filan bakmadan, hastalardan tanıdıkları herhangi birini
arkasına takıp içeri soktuklarını gören Avni, açıkgözlük
ederek bunlardan birinin peşine takıldı. İçerde on beş, yirmi kadar
delikanlı ile iki kız vardı. İkisi de gözlüklü ve kısa boylu
olan kızlar, orta yerde bir hastayı muayene eden, küçücük, sıska,
buruşuk yüzlü, kır bıyıklı bir adamın etrafında dönüp ağzının
içine bakıyorlar, delikanlılar kendi aralarında konuşup gülüşüyorlardı.
Profesör olduğu anlaşılan ortadaki sıska adam,
camları parladığı için gözlerini göstermeyen kocaman gözlüklerini
bu gençlere dikerek:

-Bakınız hanımlar...- diyordu. -Zahmet olmazsa siz de bakınız
efendiler... Bu hasta bayan, bir müddet evvel lohusalık sıralarında...
Nasıl efendim? Doğumdan önce mi başlamıştı?...
Evet efendim, şu halde hamileliğin sonlarına doğru, oldukça
ağır bir eklampsi, yani havale geçirmiştir. Bu hastalığın böbreklerdeki
komplikasyonlarını biliyorsunuz. Yani böbrek ensüfisyansı...
Yani ademi kifayesi... Evet efendim... Ama aradan bu
kadar aylar geçtikten sonra... Nasıl efendim? Üç hafta mı?
Evet, üç hafta geçtikten sonra bu şekilde egü bir üremi halinde
tezahürü tıp literatüründe pek ender görülür. İnzarı ekseriyetle
vahimdir. Nasıl efendim? Zevci misiniz efendim? Merak etmeyiniz,
geçecek efendim. Hastayı kaldırsınlar.-

İki hademe, yukardaki nisaiye koğuşundan sedye ile indirdikleri
hasta kadını tekrar alıp götürdüler. Kocası asistanlara ve
talebeye sokularak, -inzarı vahim- tabirinin ne demek olduğunu
öğrenmeye çalışıyor, fakat hepsinden kaçamaklı cevaplar
alınca telaşı büsbütün artıyordu. Nihayet profesöre başvurdu.

-Ölecek mi!-

Öteki, gözlüklerinin arkasında kaybolan gözlerini karşısındakine
dikerek yumuşak bir sesle:

-Biz doktorlar hiçbir hastadan ümidi kesmeyiz efendim!- dedi.

Hasta kadının kocası, bu cevabın derinliğini kavramak istiyormuş
gibi düşünceli ve şaşkın, dışarı çıktı.

Profesörün gözleri bu anda önünde beliriveren Avni Akbulut'a
ilişince, bir şeye hayret ediyormuş gibi kaşları yukarı kalktı,
alnı buruştu, o yumuşak, fakat her şeyden uzak sesiyle sordu:

-Sizin neyiniz var efendim?-

Avni bir şey söylemeden Niğde hükümet doktorunun
mektubunu uzattı. Profesör, hep kaşları kalkık ve alnı kırışık
zarfı açtı ve içindeki kağıda şöyle bir göz gezdirdi. Altındaki
imzayı hatırlamak ister gibi biraz düşündü, sonra başını salladı
ve Avni'ye dönerek:

-Peki ne istiyorsunuz?- dedi.

Hasta hemen derdini anlatmaya başladı. Cebinden raporları,
tahlil neticelerini, koltuğunun altından, sayısı onu geçen
röntgen filmlerini çıkardı. İlk defa nasıl ameliyat olduğunu,
sonra hastalığın nasıl yeniden teptiğini saydı döktü.

Bu sırada doktor muslukta ellerini yıkıyor, ispirto ile ovuşturuyor,
beyaz bir havluya kuruluyordu. Onun kendisini pek
can kulağıyla dinlemediğini fark eden Avni, şimdi asistanlara,
talebelere dönmüş, hikayesine devam ediyordu. Sözünü tamamladığı
zaman doktor da gömleğini çıkarmış, beyaz sadakor
ceketini giymişti. Başasistana dönerek sordu:

-Neymiş?-

Öteki, birkaç doktorca kelime mırıldandı ve filmlerden birini
uzattı. Profesör az önce yıkadığı ellerini kirletmemek için
filme dokunmadı, asistanına tutturarak gözlerini büzdü ve dikkatle
baktı. Sonra Avni'ye döndü:

-Böbreğinizde taş var.-

-Biliyorum efendim.-

-Aldırmanız lazım.-

-Baş üstüne efendim.-

-Ama hemen ameliyat olmalısınız. Her geçen gün sizin
için tehlikelidir.-

-Hemen olsun efendim. Emredin bugünden yatayım.-

Profesör, karşısındakinin ne demek istediğini ilk anda anlayamamış
gibi başını arkaya atarak bir an düşündü, sonra başasistana dönerek:

-Bizim serviste boş yatağımız var mı?- diye sordu.

-Hiç yok efendim.-

Avni atıldı:

-Birkaç gün beklerim, belki o zamana kadar boşalır.-

Asistan cevap verdi:

-Zannetmiyorum, yakında çıkacak hastamız yok. Sonra
birçok da sıra bekleyen var.-

Profesör kapıya doğru yürüyerek ilave etti:

-Siz bilirsiniz, fakat hastalığınızın beklemeye tahammülü
yok. Hemen bir hastaneye yatıp taşları aldırmalısınız.-

Bunları söylerken kapıdan çıkmıştı, Avni'nin cevabını beklemeden
koridorda hızla yürüdü gitti. Talebelerle asistanlar da
arkasından odayı boşalttılar. Avni elinde raporları, filmleri ile
orta yerde kalıverdi. Bu sırada içeri gelip ortalığı düzeltmeye
koyulan o kapıdaki hademe, onun hala odada dikildiğini görünce:

-Ne bekliyorsun?- diye sordu. Avni dertleşecek kafa dengi
birini bulmuş gibi ona Kayseri'den başlayarak böbreğinin hikayesini
anlatmaya kalkınca, hademe eliyle sözünü kesti:

-Doktor Osman Bey'in burada bunları dinleyecek vakti
yok. Görmedin mi, işi başından aşkın. Burası fakir fukara yeri.
Sen efendi adamsın, git derdini muayenehanesinde anlat. Dirim
Yurdu'nun sahibidir, saat dörtten sonra hep orada bulunur.
Al istersen adresini vereyim.-

Gömleğinin cebinden çıkardığı irice bir kartı hastanın eline
tutuşturdu, işine koyuldu. Kafasının içinde hep o acayip, bütün
iradesini elinden alan ilaç kokusuyla hastaneden ayrılan Avni,
ağır ağır yürüyerek otele geldi, perhiz yemeğini bile yiyemeyerek
sadece bir çay içti ve bir saat kadar dinlendikten sonra, hemen
kapının önünde duran tramvaylardan birine atlayarak Dirim
Yurdu'nun yolunu tuttu.

Profesör Osman, onu hastanedekinin tersine büyük bir alaka
ile muayene etti, hatta tatlı dilini Borlu o kadar övdüğü halde
suratı hep canı sıkılmış gibi duran doktor İrfan'ın aksine
doktor Osman sahiden tatlı dilli, güler yüzlü idi. Bütün filmleri,
raporları teker teker gözden geçirdi, birçok şeyler sorup soruşturdu,
nihayet, aralarında tam bir itimat bağı kurulduğuna
kanaat getirince, ellerini Avni'nin omuzlarına dayayarak:

-Bak kardeşim- dedi, -sana hastalığının mahiyetini iyice
anlattım, cahil bir insan değilsin, hayatını, aileni düşünmeye
mecbursun, kararını ver. Tek çare ameliyattır. Taşı çıkarırız, birkaç
ay da sıkı perhiz eder, vereceğim ilaçları alırsın, Allahın izniyle
bir şeyciğin kalmaz.-

-Hastanede de söyledim ya doktor, emrin ne ise öyle ederim.
Beni hastaneye yatırıver.-

-Fakülte hastanesine yatıramam; hem yer yok, hem de hastalığın
öyle fevkaladeden yatırılmanı icap ettirecek mahiyette
bir şey değil. Basit bir böbrek taşı. Yer açılmasını beklemek ister
de sıraya girersen aylar sürer, halbuki hastalığının buna tahammülü
yok. Bak düşün, taşın. İstersen benim kliniğe yatırayım,
ama şenin için biraz masraflı olur.-

Avni, doktorun gözlüklerinin içine bakarak:

-Yani ne kadar olur doktor bey?- dedi. Burnunu, kafasını
yine o uğursuz ilaç kokusu dolduruvermişti. Gözleri kararıyordu.
Doktorun zayıf yüzünün hafif bir gülümseme ile buruştuğunu
hayal meyal fark etti ve uğuldayan kulakları onun yumuşak,
cana yakın sesini uzaklardan gelir gibi işitti:

-Yatak parası ve ameliyat için bin lirayı göze almalısın.-

Avni'nin kafasını saran bulut bir an için açılır gibi oldu. Boğuk
bir sesle:

-Aman doktor!- dedi. Profesör hep o tatlı gülümsemesiyle
sözünü kesti:

-Söyledim ya, biraz masraflı olur. İstersen tekrar Kayseri
Hastanesi'ne başvur. Ama vilayet hastaneleri ve doktorları...
Sen daha iyi bilirsin ya, başından geçti...-

-İyi ama doktor, bin liranın yolu nerde?-

Öteki bütün yüzünü kaplayan tatlı bir gülüşle:

-Bunu bana mı soruyorsun? Bilsem vallahi söylerdim- dedi.
Şakaya katılacak halde olmayan Avni eliyle kulağının arkasını
kaşıyarak kendi kendine mırıldandı: -Çoluk çocuğa yazıp
bağla bahçeden birini sattırmalı mıydı? Can her şeyden üstün.-
Sonra doktora döndü: -Bana biraz ikram edemez misin, bak sana
talebenden mektup da getirdim.-

-Ha, kim o çocuk? İsmi yabancı değil ama, bir türlü hatırlayamadım.
Neyse, şimdi seninle bakkal pazarlığı yapacak değiliz;
dedim ya, düşün taşın, kararını ver. Ben her gün öğleden
sonra burdayım.-

İlaç kokusu; yorgunluk, açlık, geceleri sancılar yüzünden
uyuyamamak hastayı öyle bir hale getirmişti ki, kafasında şu
anda: -Ne olacaksa hemen olsun- düşüncesinden başka bir şey
yoktu. Tekrar doktor doktor dolaşmak, röntgenlerde soyunmak,
iğnelerle kan aldırmak, şişelere işemek, bekleme odalarında
saatlerce, günlerce pineklemek, artık bunların hiçbirine dayanamayacaktı.
Sönük gözlerini ağır ağır Profesör Osman'a çevirerek:

-Niğde'ye mektup yazalım da bizim elma bahçesini satsınlar
bakalım. Şimdi mahsul mevsimidir, herhalde para eder- dedi.

-İstersen bir telgraf yaz, ben hemen gönderteyim. Sen de
git, otelden eşyalarını al, buraya naklet. Para gelir gelmez ameliyatı
yaparız.-

Bu işler o gün tamamlandı. Avni, hastane için hususi satın
aldığı mavi yollu tisör pijama ile beyaz karyolasının kenarına
oturarak Niğde'den para gözledi. Her geçen gün hesabını hiç
yoktan on beş lira artırıyor ve hasta bazan: -Bu mevsimde bir
bahçe satmak bu kadar sürdürülür mü? Kendi soyumuzda bile
halden anlayan olmadıktan sonra...- diye söylenerek Niğdedekilere
kızıyor, bazan da: -Ne diye para gelesiye kadar otelde
kalmadım da doktorun sözüne uyup buraya taşındım ki? Otelin
gecesi bir buçuk lira idi. Bu hastalık bende akıl komamış,
belli- diye kendi kendine içerliyordu. Kliniğe yattığının on birinci
günü telgraf havalesiyle bin iki yüz lira geldi, hemen ertesi
gün, ikindi vaktine doğru, ameliyat masasına yattı.

Henüz narkozun tesiriyle sersem bir halde gözlerini aralayınca
ilk gördüğü şey doktor Osman'ın gülümseyen yüzü oldu.

-Nasılsınız? İyisiniz ya!- diyordu, -On beş güne varmaz
kalkarsınız. Çıkardığım taşı görmek ister misin? Fındık kadar...
Bak!-

Avni daha iyice açamadığı dumanlı gözleriyle doktorun
elindeki yuvarlak şeye baktı, sonra biraz geride duran asistanla
hemşireyi de süzerek güçlükle mırıldandı:

-Teşekkür ederim doktor... Öbür taş da böyle kocaman mı?-

Profesör Osman karşısındakinin ne dediğini anlamayarak
iri camlı gözlüklerini arkasındakilere çevirdi. Genç asistan yatağa
yaklaştı:

-Hangi taş?-

O zaman hastanın gözleri büyük bir korkuyla açıldı, karşısındaki
üç beyaz gömlekliyi birer birer dolaştı, hırıltılı bir sesle
sordu:

-İki taş olacaktı, doktor! Ocağına düştüm, birini içerde mi
kodun yoksa?-

-Kim söyledi iki taş diye?-

-Kayseri de söylediler. Röntgen öyle gösteriyormuş.-

Profesör ve asistanı filmlerin bulunduğu zarfı açtılar, pencerenin
yanına gidip uzun uzun baktılar; biri baktıktan sonra
elindekini ötekine veriyor, yeni aldığını gözden geçiriyordu.
Odada çıt yoktu. Ara sıra iki doktor birbirlerine filmde bir şey
gösteriyorlar, fakat tek söz söylemiyorlar. Nihayet Profesör Osman
hastaya yaklaştı:

-Zannetmiyorum!- dedi, -Gerçi filmin orası biraz bulanık
ama, Kayseri Hastanesi'nin röntgenine pek güvenilmez, bu taşın
gölgesi düşmüş olacak. Belki sen de film çekilirken biraz kımıldadın...
Ben böbrekte başka bir taşa rastlamadım. Hiç merak etme.-

Bundan sonraki günler, hatta haftalar, hatta aylar Avni Akbulut
için yarı rüya halinde geçtiler. Sanki ameliyat gününde
yapılan narkozdan hala kurtulamamıştı. Doktorlar o gün filmleri
alıp götürmüşler ve bir daha ortaya çıkarmamışlardı. Her
gün birkaç kere yanına geliyorlar, -Nasılsın? Bir şikayetin var
mı?- diye soruyorlar, bazan hemşire pansuman yaparken bulunuyorlar,
fakat ikinci taş meselesini hiç açmıyorlardı. Bu halde
bir ay kadar yattıktan sonra, --dikişler alınalı daha sekiz gün olmuştu--
Avni de tekrar sancılar başladı. Yeniden röntgenler, idrar
tahlilleri, konsültasyonlar yapıldı. Profesör: -Senin bünyen
taş yapmaya çok müsait, böbrekte gene kilsi bir teşekkül ihtimali
var. Esaslı bir müdahale daha icap edecek galiba!- dedi.

Niğde'ye tekrar acele telgraflar çekildi, satılan bağın parası
bu sefer yirmi günde geldi. İkinci ameliyat için Avni'yi masaya
yatırdıkları zaman, eski nüfus memuru bir deri bir kemik kalmıştı.
Gözleri bir şey seçemiyor, kulakları uğulduyor, sesi fısıltı
halinde çıkıyordu. Yüzüne maskeyi koydukları zaman bu uykudan
bir daha uyanamayacağını sanıyor, ama buna o kadar
üzülmüyordu.

Ameliyat bir saate yakın sürdü. Doktor hem yarayı kesiyor,
derinlere gidiyor, hemşirenin uzattığı makası, bıçağı, pensi alıyor,
eğiliyor, doğruluyor, hem de bu aralık asistanıyla konuşuyordu:

-Bizim şu Ada'daki köşkün banyosuna ne renk fayans koydurayım,
bir türlü karar veremedim. Mavi kasvetli olacak,
pembe de yatak odasına uymuyor... En güzeli filizi ama, piyasada
iyisi yok. Ne halt etmeli bilmem!-

Nihayet böbrekten leblebi kadar bir taş daha çıktı, fakat iki
ay gibi kısa bir zamanda iki defa üst üste bıçak yiyen bu ufacık
et parçası da artık canından bezmiş gibiydi: Taşı aldıkları yerde
beliren ince bir kan sızıntısı bir türlü durmuyordu. Profesör Osman:
-Ne yapacağız?- der gibi gözlüklerini asistanıyla hemşireye
çevirdi. Beş dakikadan fazla beklediler, kan ne azalıyor ne
çoğalıyor, hep aynı şekilde, hafif hafif sızıyordu. Hastanın zayıf
vücudunda kımıldamalar başlamıştı. Birkaç dakika daha beklediler.
Böbreği böyle kanar halde bırakarak yarayı kapamak,
hastanın yüzde yüz ölümü demekti. Profesör, asistanıyla birkaç
kelime konuştuktan sonra tekrar makaslarını, bıçaklarını, eline
aldı, böbreği etrafına bağlayan çeşit çeşit etleri, sinirleri kesti,
inceli kalınlı damarları düğümledi, bir anda pörsümüş gibi
gevşeyen bu morumsu et parçasını beyaz bir küvetin içine bıraktı,
sonra yorgun bir sesle asistanına yarayı kapatıp dikmesini
söyledi, alnında beliren terleri gömleğinin koluna silerek
musluğa, ellerini yıkamaya gitti.

Avni Akbulut yatağında kendine gelip, ölmediğini, yalnız
böbreğinin çıkarıldığını, artık bir tek, o da ameliyatlı böbrekle
kaldığını öğrenince pek şaşırmadı, başını öte tarafa çevirip gözlerini
kapadı. Haftalarca bu halde yattı. Artık iki günde bir uğrayan
doktora, her gün pansumana gelen asistana da bir şey
söylemiyor, bir şey sormuyordu. Yalnız günün birinde Profesör
Osman yatağının kenarına oturup yalancıktan gülmeye çalışan
bir yüzle, artık hastalığının tamamen iyi olmuş sayılabileceğini,
tek böbrekle kalmanın öyle pek korkulacak bir şey olmadığını,
çünkü insan bünyesinin böyle hallerde bütün dikkatini, bütün
gayretini öteki böbreğe vererek onu adamakıllı kuvvetlendirdiğini
ve artık Avni için Niğde'ye dönüp istirahat etmekten ve
hala akmakta olan yarasını haftada iki defa doktora, hatta bir
sıhhat memuruna pansuman ettirmekten başka bir iş kalmadığını
söyleyince, hasta o fersiz gözlerini karşısındakinin yüzüne
dikti, ağır ağır, fakat sarsılmaz bir sesle:

-Yok doktor- dedi, -beni bu halimle sokağa atamazsın.
Gayrı sattırıp parasını getirtecek bağ, bahçe kalmadı ama, gene
de beni bu halimde sokağa atamazsın. Ben bu halimde memlekete
dönecek olursam, bana sokaktaki itler bile güler. Ya bu yara
kapanır, dermanım yerine gelir, yürüye yürüye trene giderim,
ya bu karyolada ölürüm. Çoluğun çocuğun başına bela olmam.
Kolumdan tutup atsan bile kapının önünden bir adım
gitmem, geleni geçeni başıma toplarım. İşte, kendin düşün artık.-

Bu sözlerden sonra hastanın gözlerini kapayıp başını öteye
çevirdiğini gören doktor, sesini çıkarmadan odadan çıktı, gitti.
Avni bir hafta kadar bekledi, her kapı açılışında yüreği oynuyor,
-Acaba sokağa atarlar mı ki? Bu halde Niğde'ye, çoluğun
çocuğun yanına nasıl varırım?- diye düşünüyor, pansumana
gelen asistanla hemşirenin yüzlerine dikkat ve korkuyla bakıyordu.
Ama onların kendisine karşı muameleleri değişmemişti.
Hep aynı nazik dalgınlıkla sargılarını çözüyorlar, -Nasılsınız?-
diye sorduktan sonra hep aynı şekilde, cevap beklemeden birbirleriyle
konuşuyor ve odadan çıkıyorlardı...

Bir gün Profesör Osman, o zorla gülen yüzüyle odaya girdi.
Hemşireyle asistan da arkasındaydı. Kırışık alnını yatağa
doğru eğerek hastayı sıkı bir muayeneden geçirdi, birçok şeyler
sordu, hala kapanmayan yarayı kendi eliyle açtı, tabelayı ve
ameliyattan sonra çekilen röntgen filmlerini asistanıyla birlikte
bir daha gözden geçirdi, sonra Avni Akbulut'a dönerek:

-Hastalığın bu safhası talebe için çok enterasandır, sizi yarın
fakülte hastanesine kaldıracağız!- dedi.

1945

:::::::::::::::::

Cıgara

Cıvık, yağmurlu bir havada Beyoğlu'nda yürüyordum. Vakit
gece yarısına yaklaşmıştı. Sokaklarda sarhoşlar, barların
önünde otomobiller vardı. Birkaç saçı boyalı kadın sık sık arkalarına
bakarak çabuk adımlarla yürüyor, bir bekçi ile bir polis
sokağın başında münakaşa ediyordu. Elektrikli ilanların önünden
bir an aydınlanıp geçen iri, seyrek yağmur damlaları yere
birer tükürük gibi düşüp yayılıyor, çamurlu asfaltı daha yapışkan
bir hale getiriyordu.

Bir dörtyol ağzındaki genişçe bir meydanın kenarında dört
beş çocuğun kavga ettiğini gördüm. Anaya avrata söven ince
seslerin arasına acı bir vızıldama karışıyor, arada sırada keskin
bir çığlık, boz renkli gökyüzüne doğru yükseliyordu. Biraz yaklaşınca,
yalınayak, yırtık gömlekli, en büyüğü on yaşında kadar
dört çocuğun, epeyden beri sürdüğü anlaşılan bir kavgayı bitirmek
üzere olduklarını anladım. Biraz irice yapılı, fırlak dişli,
kırmızı saçlı, çok bilmiş bakışlı bir oğlan, kendisini kolundan
tutup sürüklemeye çalışan bir çocukla birlikte uzaklaşıyor, bu
arada ikide bir arkasına dönüp bakıyordu. Duvarın dibinde,
kaldırımın çamurlarına düşüp dağılmış beş on gazetenin yanında
duran korkunç derecede sarı yüzlü, ufak, kalkık burunlu
bir çocuk, burnunu elinin tersine silerek ağlıyor ve yanında kalıp
yerdeki gazeteleri toplamak isteyen arkadaşının:

-Haydi, sen de topla da, artık gidelim Kemal!- diye ısrar
edişine kulak asmadan, suratına dökülen açık kahverengi saçlarını
eliyle iterek, beş on adım kadar uzaklaşmış olan kırmızı
saçlının arkasından: -Ben sana gösteririm, orospu evladı!- diye
bağırıyordu. Kırmızı saçlı bunu duyunca kolundaki arkadaşını
silkelediği gibi geri koştu, korkudan büyümüş gözlerle kaçmak
isteyen Kemal'i daha üç adım atmadan yakaladı, hiç telaş etmeden,
sadece dişlerini sıkıp küfürler mırıldanarak, rastgele tokatlamaya
başladı. Kurtulmak için çırpınan oğlan avaz avaz bağırıyor,
yerden topladığı gazeteleri tekrar çamura fırlatan arkadaşı
araya girip:

-Sen ona uyma, Esad ağabey, ben onu eve götürürüm!- diye
kırmızı saçlıyı teskine uğraşıyor, Esad'ın arkadaşı ise, canı
sıkılmış bir halde ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş, iki
üç adım uzaktan seyrediyordu.

Sokaktan, yanlarında birer karı ile geçen insanlar bu gürültüye
başlarını çevirip bakıyorlar, sonra gülüşerek yollarına gidiyorlardı.
Yalnız, meyhanelerde çiçek satan topal bir Rus karısı
bir dükkan camekanına dayanmış, iri gözlerle çocuklara bakıyordu.
Yüzünde hem dehşet, hem meraka benzeyen garip bir
gerilme vardı. Ben birkaç adım ilerleyerek çocukların arasına
girdim, ikisini de yakalarından tutup ayırdım, sonra kırmızı
saçlıya:

-Hadi bakalım, çek arabanı, utanmıyor musun?- diye sertçe
söyledim. Esad beni bir an dikkatle süzdü. Yüzüme doğru
kaçamak bir göz attı. Nedense gözüne kestirememiş olacak ki,
ağır ve gururlu bir eda ile yavaş yavaş uzaklaştı, fakat dört beş
adım gittikten sonra başını çevirerek:

-Söyleyin o piçe de ağzını tutsun!- dedi. Yeniden küfürlere
başlamak üzere olan Kemal'i susturdum. Her tarafı ıslanmış
olan gazeteleri toplamak için yere eğilen arkadaşına:

-Bırak çocuğum, artık onlar bir işe yaramaz. Kaç para ise
ben vereyim!- dedim. Küçük Kemal benim bu teklifime en küçük
bir alaka bile göstermedi. Sadece vızıldayarak ağlıyor, anlaşılmaz
küfürler mırıldanıyordu.

-Gazeteler senin mi?- diye sordum.

İlk defa olarak yüzüme baktı, ama hiç görmeyen gözlerle
baktığını ve bu sırada kafasının çok başka şeylerle dolu olduğunu
derhal fark ettim. Sorduğumu tekrarlayınca başıyla
-Evet!- diye işaret etti, hafifçe silkinerek yakasını elimden kurtardı,
kenardaki dükkanın çıkıntılı köşesine dayanarak sessizce
bekledi. Öteki çocuk yerdeki gazeteleri sayıyor; ikide birde
gözlerini kaldırıp beni süzüyordu. Meydan tenhalaşmıştı. Yan
sokaktaki bardan hafif bir dans müziği işitiliyor, Kemal ara sıra
burnunu çekiyordu. Öteki doğruldu, inanmaz gözlerle yüzüme
bakarak:

-Yedi gazete amuca, kırk iki kuruş eder!- dedi. Sonra, sanki
cevabımdan korkarmış gibi başını arkadaşına çevirdi:

-Hadi Kemal, gidelim artık!- dedi.

Cebimden bir elli kuruş çıkarıp uzattım:

-Kardeş misiniz?- diye sordum.

-Hayır, bir mahalleliyiz!-

-Nerede oturuyorsunuz?-

-Tophane'de!-

Parayı Kemal'in cebine koydu:

-Hadi be Kemal, aldık parayı işte... gidelim artık!..- diye
ötekinin kolundan tuttu. Fakat Kemal şiddetle elini çekti, aynı
vaziyette kaldı.

-Ne diye kavga ettiler? Gazete satmaktan mı?-

-Yok canım, Sulbiye yüzünden!-

-Sulbiye de kim?-

-Bizim mahallede. Önce Esad'ı dost tutuyordu. Sonra Kemal'e
döndü. Öteki boyna kıza dayak atıyordu. Üç gün, beş
gün, eri sonunda kız Kemal'e kaçtı...-

-Esad buna mı kızdı?-

-Geçen akşam sinemanın arkasındaki arsada üst üste yakalamış.
Kızın ağzını yüzünü paçavraya çevirdi ama, Kemal kaçmış.
O günden beri arkasını kovalıyordu. Bir daha konuştuklarını
görürsem bıçaklarım, diyor!-

Duvara dayanıp gözlerini sokağın çamuruna, sarı ışıkların
aksettiği ve iri damlaların düşüp noktaladığı pis sulara diken
Kemal'e baktım, kulağının dibinde anlatılanları hiç duymamış
gibi hareketsiz duruyordu. Arkadaşı onu tekrar çekelemeye
başladı:

-Hadisene be Kemal... ne bekliyorsun be! Gidelim be!-

Kemal onu eliyle itti:

-Sen gideceksen git ulan! Bana karışma!-

Öteki bir an düşündü, sonra omuzlarını silkerek:

-Canın isterse!- dedi, yürüdü. Barın önünden geçerek yokuştan
aşağıya doğru uzaklaştı.

Ben Kemal'e sokuldum, bir elli kuruş daha uzatarak:

-Hadi Kemal, bunu da al da git evine yat artık!- dedim.

O, parayı cebine koyduktan sonra tereddütle birkaç adım
attı. Sonra kaldırımın kenarında aynı şekilde dalgın, durup
beklemeye başladı.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yağmurda adamakıllı
ıslanmıştım. Çocuğun yanından uzaklaştım, karşı kaldırıma
vardığım zaman, yan sokaktan gelen dans müziği sesleri kuvvetlendi.
Başımı çevirince, barın ışıklı kapısı açılıp dışarıya iki
sarhoş delikanlının çıktığını gördüm, birbirlerine yaslanarak
sallana sallana caddeye doğru yürüdüler.

Kemal hala köşede duruyor, fakat barın kapısına dikkatle
bakıyordu. Sarhoşlar uzaklaşır uzaklaşmaz oraya koştu, yere
eğildi, biraz evvel çıkanların attığı bir cıgara izmaridini alıp
eliyle çamurunu temizleyerek ağzına götürdü, sıkı sıkı birkaç
nefes çekti, gözlerinin parladığını uzaktan görüyordum. Hızlı
adımlarla benim tarafıma yürüyor, ama benim oradan kendisine
baktığımı herhalde görmüyordu. Önümden geçerken eğildim,
yavaşça kolunu tutarak:

-Ne o, Kemal?- dedim. -Bu yaşta cıgara mı içiyorsun?-

Yüzüme şöyle yandan bir baktı, kolunu kurtardı, sonra beni
şiddetle bir kenara itip:

-Hastir ulan!- dedi, hızlı hızlı çektiği cıgaranın dumanını
sert sert üfledi; gergin, çabuk adımlarla ve çıplak tabanlarının
izini kaldırımın çamurlu asfaltında bırakarak, Beyoğlu'nun
ışıklı, tenha sokaklarından birine daldı, kayboldu.

1945

:::::::::::::::::

Millet Yutmuyor

Büyük şehirlerimizden birinin parkında her sene kurulan
bir panayırda çeşit çeşit eğlence yerlerinin arasında geziyordum.
Koskocaman dönme dolaplar, atlı karıncalar, esrarlı mağaralar,
motosikletle dolaşılan ölüm silindirleri, bira, şarap büfeleri,
nişan atma yerleri, türlü türlü piyangolar, vücutsuz başlar,
elli santimlik cüceler, görülmemiş varyeteler, altı ayaklı danalar,
burnuna kadar bütün vücudu kıllı yaradılış cilveleri, güldüren
aynalar insanı önlerinde durmaya, içeri girmeye zorluyordu.
Her salaşın önünde, kah iskemle üstünde, kah kerevete
çıkarak bağıran sırmalı fistanlı, kafkas elbiseli, sarıklı, silindir
şapkalı, kalpaklı, fesli kadınlar, erkekler, çocuklar cırlak sesleriyle
sanki yolu kapıyordu.

Meşin bir topa vurarak pazı kuvveti denenen bir yerde
durmuş, gerile gerile yumruk savuran, sonra sırıtarak ibrenin
kaça kadar çıktığına bakan delikanlıları seyrediyordum. Arkamdan
doğru kalın, çatlak, hatta biraz da bıkkın bir sesin durmadan
homurdandığını fark ettim:

-Haydi bayanlar, baylar!.. Görülmemiş numaralar burada.
Bu panayırın en büyük hünerleri içerde. Milli oyunlar, modern
danslar, ağlatıcı dramlar, güldürücü komediler... İspiritizma,
manyatizma, illüzyonizma numaraları... Dünyanın en büyük
kadın ve erkek artistleri içerde... Görmeden geçmeyin!-

Başımı çevirip bakınca, birkaç akşam evvel uğradığım külüstür
bir salaş tiyatrosunun önünde olduğumu fark ettim. İçerden
yorgun bir davulla cızırtılı bir klarnetin birbirine uymayan
gürültüsü geliyordu. Salaşın önündeki kocaman bir levhada,
lüzumundan fazla acemice çizilip boyanmış yarı çıplak bir kadın
resmi, tek ayağının başparmağı üstünde güya dans ediyordu.

Geçen gün gittiğim için içerdeki harika numaraların ne olduğunu
biliyordum: Öksürüklü, sıska bir kız, parçalanmış
mantar ayakkabılarını tozlu tahtalara vurup boyalı saçlarını
uçurarak aklınca Lakonga yapıyor, arkasından kırk yaşlarında
altın dişli bir orospu eskisi Sepetçioğlu oyununu kepaze ediyor,
daha sonra da şivesi bozuk, ayağı yemenili, pantolonu dizlerinden
ve kıçından yamalı geveze bir adam, siyah bir gözlük takarak,
hokkabazlık numaraları diye, ucuz eğlence kitaplarına geçmiş
iplik yutma, yumurta saklama hünerleri gösteriyordu. Kırılacakmış
gibi sallanıp gıcırdayan tahta iskemlelerin üzerinde
bu zavallı marifetleri gördükten sonra insan, verdiği paraya bile
acıyamayarak dışarı çıkıyor, bir daha buranın önünden geçerken
yüzünü isteksiz bir gülüşle buruşturuyordu.

Gişede oturup bir türlü gelmeyen müşterileri bekleyen patron
başını dışarı uzattı, bir an sesini keser gibi olan çığırtkana:

-Bağırsana be!- diye ihtar etti.

Öteki, gişedekine yandan bir göz attı.

-Millet artık yutmuyor!- dedi, fakat sonra avazı çıktığı kadar
haykırarak:

-Haydi baylar, bayanlar! Böylesini başka yerde göremezsiniz!
Panayırın tek incisi, görülmemiş harikalar meşheri...-

Sonra yarı kendisine, yarı gişedekine hitap eder gibi yavaş
bir sesle devam etti:

-Sahiden böylesini başka yerde göremezler... Bir giren bir
daha kapıya bile sokulmuyor. Çıkarken bizi sopayla dövmediklerine
şükür!-

Tekrar yüksek sesle:

-Estetik danslar... İlmin sırrına eremediği en son keşif
hokkabazlıklar... Eşine rastlanmayan Şark oyunları... Türk sazının
bayıltıcı nağmeleriyle süslenen, ses kraliçelerinin okuduğu şarkılarla
bezenen, firavunlar diyarı, ehramlar ülkesi, harikalar
dünyasından Şark'a koşan sonsuz aşkların yakıcı güneşinin cehenneme
çevirdiği, heyecandan azamet, sevgiden ızdırap, inkisardan
azap toplayan büyük memleket dram komedisi... Buyurun,
bir bakın, beğenmeyenin parası geri verilecek.-

Yoldan geçenler bu gürültüye sırıtarak bakıyorlar, ama hiç
duraklamadan yürüyüp gidiyorlardı. Bütün gayretinin, gırtlağını
yırtarcasına bağırmalarının, geçenlerin yakasına sarılacakmış
gibi ellerini uzatmalarının bir fayda vermediğini gören çığırtkan,
bitkin bir halde gişedeki patrona dönerek:

-Yutmuyorlar usta, yutmuyorlar!..- diye homurdandı. -Pılıyı
pırtıyı toplayıp dükkanı kapatmaktan başka çare yok!-

Öteki bir an gözlerini dikip düşündü, sonra:

-Ulan o zaman ne halt ederiz?.. Topumuz sürünürüz be...
Bir ümidimiz bu panayırdaydı! Ne diye başka yerlere gidiyorlar
da bize gelmiyorlar?.. Sen bağır!- dedi.

-Başka yerlerde görülecek şey var da ondan, usta... Millet
avanak değil...-

-Kızlardan birini dışarı çağır da kendini göstersin bari!-

-Aman usta, bu modası geçmiş mallarla adam kandıramayız.
O kaknemleri bir gören bir kurşun atımı uzağa kaçar...
İçerde ne olduğunu bilmeden giren olursa ne nimet...-

Davulla klarnet, birdenbire gırtlaklarına basılmış gibi, seslerini
yükselttiler, müthiş bir gürültü kapıdaki basma perdenin
arkasından, sanki etraftaki satıcıların, salaşçıların bağırışlarını
boğmak ister gibi son ve ümitsiz bir gayretle, sokağa yayıldı.

Kapıdaki çığırtkan ise, ne söylerse söylesin, ne yalan atarsa
atsın, ne kadar çırpınırsa çırpınsın bir faydası olmayacağını, bu
oyunu bir kere gafletle seyredenlerin bir daha aynı tuzağa düşmeyeceğini,
bütün panayır halkının bu hileyi öğrenmesine yetecek
kadar zaman geçtiği için artık hiçbir ümit kalmadığını bildiği
halde nankör işine devam ediyor; bir kere başlanmış olan
bu çıkmaz oyunu, binde bir ümitle de olsa devam ettirmenin,
yarıda kesip karanlık bir boşluğa doğru yürümekten daha ehven
olduğunu düşünerek, dermansız, boğuk sesine yeni bir hız
vermeye çalışıyor:

-Başka yerlerin reklamına aldanmayın... Sanatın, ilmin,
hünerin göklere çıktığı yer burası! Baylar, bayanlar, teşrif buyurun!..-
diye sağına soluna yalvarıyordu.

1945

:::::::::::::::::

Bahtiyar Köpek

Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar
bundan hoşlanmıyorlar. -Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?-
diyorlar. -Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi
bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri
çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini
öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden;
doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan
başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki
bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette
yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?-

Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun
için de kenarı köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada,
göz önünde. Sade güler yüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar
köpekler bile var. Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan,
ızdıraptan, nefretten değil... rahattan, tokluktan, sevgiden
bahsedeceğim.

Oturduğum semtin sokakları geniş ve asfalt. Her biri bir
fakir çocuğun liseyi bitirinceye kadar okumasına yetecek masraflarla
yetiştirilen bodur çamlar, caddeye gölge vermese bile
güzellik veriyor. Sabahları yaya kaldırımında şık giyinmiş genç
anneler, renk renk çocuk arabalarında al yanaklı, gürbüz, iyi
beslenmekten yüzlerine bön bir rahatlık ifadesi gelmiş çocukları
gezdirirler. Çeşitli oyuncaklarını ipekli örtülerinin üstüne seren,
bir eliyle çıngırağını sallarken ötekiyle uzun bir düdüğü
ağzına götüren bebeklerin yanında, bukleli saçlarını savura savura
annelerine bir şeyler anlatan biraz daha büyücek çocuklar
yürür. Ara sıra genç annelerin birkaçı yan yana gelir, tatlı tatlı
konuşur ve çocuklara bakalak olmak işini, dört beş adım gerilerden
gelen temiz kıyafetli beslemeye bırakırlar. Yolun kenarındaki
küçük parkın kum bahçesinde miniminiler kovaları,
kürekleri ile saraylar, nehirler halk eder, sonra bir yumrukta yıkarlar.
Bir kenardaki kanepede beyaz başlıklı bir mürebbiye yabancı
dille bir kitap okur. Başörtülü bir hanım, ağlayan torununu
avutur, başka bir kanepede üç dört şirin anne yün örüp ahbap
çekiştirir. Her şey aydınlık, her şey rahattır. Yalnız hepsinin
yüzünde garip bir can sıkıntısı ifadesi vardır. Elle tutulamayacak
kadar ince, asla yırtılmayacak kadar sağlam bir ağ halinde
onları saran bu can sıkıntısı, biraz dikkat edince, kahkahalarda
boş bir çınlama, gözlerde soğuk bir alakasızlık halinde kendini
gösterir. Söyleyen de, dinleyen de o anda başka bir şey düşünüyor
gibidir, halbuki hiçbir şey düşünmezler. Ama bundan şikayetçi
değildirler; hatta canları sıkıldığının bile farkında değildirler.
Boş da olsa gülerler ve hallerinden memnun olmasalar
da, hayatlarında bir değişiklik istemezler.

Yakası kapalı kahverengi çuha elbisesinden bir odacı, bir
kavas, yahut kibar bir evde uşak olduğu anlaşılan genç, iriyarı,
yakışıklı bir adam bu caddede her sabah küçük bir köpek gezdirir.
Açık kahverengi tüyleriyle uzun kulakları yerlere kadar
sarkan ve yüksekliği bir karıştan fazla olmayan köpek, meşin
tasmasına bağlı yine meşinden örme bir yuların arkasından tıpış
tıpış gider. Adam yürüyüşünü köpeğinkine uydurmuştur.
O biraz duraklayacak olsa kendisi de bekler. Köpeğin keyfi yerine
gelip tekrar yürümeye başlayınca o da yürür.

Serince havalarda köpeğin üzerinde kenarları lacivert şeritli
kahverengi çuhadan güzel bir hırka vardır. Hayvanın dört
bacağından geçip karnında düğmelenen ve sırtında kalıp gibi
yapışmasına bakınca usta bir terzi elinden çıktığı anlaşılan bu
hırka pırıl pırıl fırçalanmıştır. Köpeğin, tüyleri de güneşte tertemiz
parlar.

Hayvan, masum bir ihtiyacını gidermek için yolun kenarındaki
ağaçlardan birinin dibine sokulunca, on dönüm tarlayı
bir günde yorulmadan çapalayacak kadar kuvvetli görünen
uşak, yahut odacı, yahut kavas, efendisinin köpeği işini bitirinceye
kadar hürmetle bekler. Sonra yine ağır ağır yollarına giderler.
Bu hırkalı köpek, yoldan geçen başka köpeklerin hırlamasına
cevap vermez; hatta sahibi tarafından tasması çözülmüş
irice bir köpek dövüşmek için bağıra bağıra yanına sokulsa,
üstüne atılmaya kalksa bile, o aldırmadan yoluna gider.
Onun yerine uşak işe karışır: Bağırır, tekme savurur. Saldıran
köpekler birkaç tane olursa efendisinin köpeğini kucağına alır,
hırkasında, tüylerinde tozlanmış, kirlenmiş yerleri siler. Bu sırada
gözlerinde hiç saklayamadığı bir korku vardır: Köpek her
tehlikeden uzak olduğuna emin, aşağıya doğru bakar, yalanır,
uzun tüylü kuyruğunu oynatırken, uşak acaba hayvana bir şey
oldu mu diye telaş içinde onun her tarafını yoklar.

Köpeği gezdiren bu adamı bir gün kasapta gördüm. Sıra sıra
asılmış kuzuların içine bakıyordu. Nihayet bir ciğer takımı
beğendi:

-Şunu tart!- dedi. Parayı sayarken kasapla ahbaplığa başladı:
-Ne diye kuzunun karaciğerini ayrı satmazsınız, aklım ermez.
Bizim köpek akciğer, yürek filan yemiyor. Karaciğeri de
güzelce pişiririz de ondan sonra önüne koruz. İçine bir lokma
akciğer katsak ağzını sürmez, olduğu gibi bırakır. Midesine dokunuyormuş.
Geçende muayeneye gelen baytar söyledi... Hayvan
ama, aklı eriyor; köftesine biraz sığır eti karışsa onu bile
anlıyor. Allahın işine akıl ermez ki...-

Sonra bütün takımı sarmak üzere olan çırağa döndü:

-Duymadın mı be! Hepsini sarma. Karaciğeri ayır, ver...
Öbürlerini at bir kenara!-

Paketini alıp çıktı...

Başka bir gün bu uşağı geniş, çiçekli bir bahçenin kapısı
önünde, kucağında sıcak, yumuşak bir battaniye tutarken gördüm.
Kocaman bir otomobile binmek üzereydi. Kucağındaki
şeyin kımıldadığını, içinden sesler geldiğini fark edince dayanamadım,
sokulup sordum:

-Ne o? Köpeğe bir şey mi oldu?-

Uşak beni şöyle bir süzdü:

-Yok, elhamdülillah bir şeysi yok!.. Bugün üç beş kere öksürdü.
Baharları hep olur, ama hanım telaş etti. Hayvan hastanesine
götürüp bir baktıracağım- dedi.

Sonra hayvanı bir yere çarptırmamak için dikkat ederek
otomobile bindi. Koskocaman araba hızla uzaklaştı...

Geçen gün bu uşağı aynı geniş bahçeye girerken gördüm.
Bu sefer ince burunlu, beyaz tüylü bir köpeğin ipini tutmuştu.
Yanında kıyafeti kendine benzeyen başka biri daha vardı. Yine
merak ettim:

-Ne oldu?.. Köpeği değiştirdiniz mi?- diye sordum.

Adam beni süzdü; geçenlerde köpeğin hastalığını soran
meraklı olduğumu hatırlamadı ama, cevapsız bırakmadı:

-Hiç değiştirilir mi?- dedi. -İçerde, kulübesinde; bak, sesi
geliyor!-

Büyük köşkün biraz ötesinde, bahçıvan odası büyüklüğünde,
filizi boyalı şık bir kulübeden sahiden kesik kesik havlamalar
geliyordu.

-Nasıl oldu- dedim, -sizin köpek havlamazdı!-

-Eh, şimdi kızgınlık zamanı... Dişi istiyor!- diye cevap
verdi. Sonra yanındakinin yüzüne bakıp gülümsedi: -Nefis bu,
isteyince hayvan da olsa kendine hükmedemiyor. İyice huysuzlandı.
Hanımefendi hemen otomobili baytara koşturdu. Ama
dedim ya, derdi buymuş... Hani bizimkine layığını bulmak da
kolay olmadı. Hanımefendi soysuz köpekle istemem, huyu bozulur,
dedi. Bütün köşkleri dolaştım, ona göresini buluncaya
kadar canım çıktı...- İpini elinde tuttuğu uzun beyaz tüylü, ince
burunlu köpeği yanına çekerek devam etti: -Ama bak! Kendisine
layık, soylu bir hayvan. Duruşu bile kibar. Bizim beyefendi
arkadaşın beyefendisiyle konuştular, münasip gördüler.
Bir ben oraya götüreceğim, bir o bize getirecek.-

Parmaklıklı bahçe kapısını dirseğiyle itti, arkadaşına:

-Gel bakalım, birbirlerinden hazzedecekler mi?- dedi.
Nazlı bir gelin gibi süzüle süzüle yürüyen saçaklı, beyaz köpekle
beraber içeri girdiler.

Ah, ben hayvanları çok severim. Bütün canlı mahlukları,
hayatı, güzelliği, saadeti severim. Bahtiyar bir köpek bile benim
içimi sevinçle dolduruyor. Ben karanlık şeylerden bahsetmek
için dünyaya gelmemişim. İçim tatlı, sıcak, neşeli şeyler anlatmak
isteğiyle yanıyor.

Hele cümle alem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun,
bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!

1946

:::::::::::::::::

Çilli

Sıcak ve boğucu bir gündü. Kan ter içinde gece yarılarına
kadar boş laf dinlediğim bir ahbabın evinden çıkmış, ağır ağır
Kordonda yürüyordum. İzmir'in gündüzlerinden beter olan
bu yapışkan, ıslak gecelerinde deniz, serinlik değil, sadece buğu
halinde etrafa yayılan bir yosun ve pislik kokusu verir. Yol
tenha idi. Birbirinin içine girmiş gibi karmakarışık, sahile yaslanan
irili ufaklı yelken gemilerinin direkleri kuru ağaç dalları gibi,
hafif hafif kımıldıyor, teknelerin içinden ara sıra Giritli kayıkçıların
Rumca konuşmaları duyuluyordu. Biraz daha ilerde
vapur iskelesinin yakınlarında tek tük hammallar ile, arabacıları
yerlerinde uyuyan bir iki fayton vardı. Bunların ötesinde bir
binanın ikinci kat pencerelerinden sokağın kaldırımlarına parlak
ışıklar ve kötü bir dans müziği dökülüyordu. Bu rıhtımda
dört beş tanesi sıra sıra dizilmiş olan barlardan birinin önündeyiz.
Belki bu saate kadar kaldığım evdeki ipe sapa gelmez gevezeliklerin
uyuşturucu tesirinden kurtulmak, bir şeyler, kirli
veya temiz, ama herhalde hareketli bir şeyler görmek için, fakat
kendi kendime: -Bu sıcakta soğuk bir şey içeyim- bahanesini
ileri sürerek, bu gemici barının dar taş merdiveninden yukarı
çıkmaya başladım.

Bütün masalar dolu değildi. Ama dört beş yerde öbek öbek
kalabalık gruplar vardı. Cazın bulunduğu yere yakın bir masada
beş altı tane, tuvaletleri de yüzlerinin yorgun ifadesi kadar
pörsümüş kız oturuyordu. Müşteriler birbirlerine hiç uymayan
çeşittendi. Direklerin arkasında loş bir köşeye çekilmiş olan birkaç
genç, herhalde ellerine nasılsa biraz para geçmiş birkaç bekar
memur, iki kişiye bir bira içip, dans başlayınca kadınların
bulunduğu masaya doğru koşmakla bu gece müthiş hovardalık
ettiklerini sanıyorlardı. Daha ortalama bir masada dört beş
Marmarisli gemici, süngercilikten kazandıkları para ile aldıkları
motörün son seferinde ellerine geçeni, biri Rum, biri Türk iki
şişman kadına üst üste bool ısmarlayarak tüketmeye uğraşıyorlardı.
Yukarı kat localarından birinde kır saçlı eski bir hovarda,
bar sahibi ile ahbaplığına dayanarak üç kadını birden etrafına
oturtmuş, az masrafla son çağlarının esaslı bir zevk gecesini yaratmaya
uğraşıyordu. Smokininin kolları yıpranmış kirli gömlekli
ve kirli tırnaklı bir garson, masama yaslanarak ne istediğimi
sordu. Bir bira söyledim ve bu sırada başlamış olan dansı
seyre koyuldum.

Okumuş yazmış olanla kara cahili, kibar terbiye görmüş
olanla ömrünü ekmek parası ardında ve denizde harcarken terbiyeye
vakti kalmamış olanı, iyi ile kötüyü aynı hale, aynı tek
biçime sokan sarhoşluğun o ilerlemiş haddi, bütün erkeklerin
suratında yılışık, şehvetli, ama tamamen ruhsuz bir maske halinde
sırıtıyordu. Sarhoş olsun olmasın bütün kadınların yüzlerinde,
hareketlerinde ise: -Aman Yarabbi, ne zaman bitecek!-
diyen bir ifade vardı; ve bununla bu geceyi değil, bu hayatlarını
da değil, her şeyi, ama her şeyi kastettikleri besbelli idi. Bu
akşam mümkün olduğu kadar çok para bıraktırmak vazifesini
üstüne aldığı erkeğin yüzüne meslek icabı, fakat lüzumsuz bir
gülüşle bakan kadın, adamın biraz fazlaca sarılması, yahut sakalları
fırlamış terli suratını yanağına yapıştırmak istemesi üzerine,
derhal kuyruğu çekilmiş bir kedi halini alıyor, herifi iki
eliyle birden itiyor, sonra fazla kızdırıp müşteri kaybetmemek
için de, hemen sırnaşmaya başlıyordu. Bütün bu değişmeler o
kadar çabuk oluyor, o kadar keskin hatlarla birbirinden ayrılabiliyordu
ki, bunlarda insan hislerinin değişmelerini aramak saçma idi.

İçimde tuhaf bir ezilme ile başımı başka taraflara çevirdiğim
zaman; bar kadınlarının masasında tek başına oturan, siyah
kadife tuvaletli, bütün sırtı, omuzları ve aşağı yukarı bütün
göğsü açık sarışın bir kızın dikkatle bana baktığını gördüm. Yüzü
o anda bana pek yabancı gelmedi. Fakat buralardaki kadınlar
zamanla o kadar birbirlerine benzer oluyorlar ki, ben de:
-Herhalde bir yerde görmüş olacağım, yahut benzetiyorum!-
dedim ve bunun üzerinde fazla durmadım. Yalnız dans etmek
için sıra bekleyen bu kadar delikanlı varken onun masada oturması
tuhafıma gitti. Öyle pek çirkin değildi, sonra gecenin bu
saatinde erkekler sarılıp ortada dönecekleri kadınların yüzlerine
bakmıyorlar, sadece ellerinin dokunacağı bir çıplak et ve burunlarını
dolduracak keskin bir kadın kokusu arıyorlardı. Kadının
gözlerini hiç çevirmeden bana bakmasından adeta rahatsız
oldum. Başımı tekrar dans edenlere çevirince, düz siyah saçları
yüzüne dökülmüş, gözleri sarhoşluktan yarı kapalı, zayıf bir
kadınla kırk yaşlarında ciğer gibi kırmızı suratlı bir gemicinin
tokalaştıklarını gördüm. Adamın ustura ile kazınmış başının
derisi ve bir tarafı uzun, bir tarafı kısa olan, sigaradan sararmış
kır bıyıkları bile hırsından titriyordu. Bir garson onları ayırmaya
uğraşırken yanımda başka bir garson belirdi. Kulağıma doğru
ahbapça eğilerek kaşları ile, tek başına masada oturan kadını
işaret etti:

-Bayan masanıza gelmek istiyor- dedi.

-Aman aslanım, benim öyle yağlı müşterilerden olmadığımı bilirsin!-

-Hayır, sizinle bir şey konuşacakmış!-

-Allah Allah, buyursun!-

Garson o tarafa bakıp, başı ile kadını çağırdı. Ben de yüzüme,
buna razı olduğumu anlatmak isteyen bir ifade vermeye
çalışarak o tarafa baktım. Kadın yerinden kalktı, o zaman çok
sarhoş olduğunu anladım. Masalara, iskemlelere ve salonda bir
baştan bir başa sıralanmış olan direklere tutunarak yürüyor ve
güçlükle ayakta duruyordu. Garsonun çektiği iskemleye yığıldı.
Başı önünde, biraz durduktan sonra gözlerini bana çevirdi,
dikkatle baktı. Bu bakışlarda, çok sarhoş bir insanın bir parça
olsun aklını başına toplayabilmek için sarf ettiği o müthiş gayretten
başka bir şey görmedim. Yalnız, yüzüne yakından baktığım
zaman, onun bu biraz yukarıya kalkık burnunu, çekik ve
tatarımsı gözlerini, hele o burnu ile gözlerinin altına doğru yayılan
kırmızımtırak çilleri muhakkak tanıdığımı anladım. Ama
nereden tanıyorum, diye yine kendimi zorlamadım. Kadın susuyor,
hep o faydasız gayretle yüzünün adalelerini oynatıyordu.
Bir şey söylemiş olmak için:

-Niçin dans etmiyorsunuz?- dedim.

Eliyle, -Haydi be!- der gibi bir işaret yaptı, sonra birdenbire
ayağa kalkmak ister gibi toparlandı. Sarhoşluğu hiç belli olmayan
bir sesle:

-Beni tanımadın mı Hoca?- dedi.

O zaman birdenbire bir tuhaf olduğumu hissettim. Sırtımdan
sıtma titremesine benzeyen bir ürperme geçti.

-Kız- dedim. -Kız... sen...-

-Evet. Ben! Ben...- dedi. -Nigar... Aydın'da...-

Çok pencereli, çok aydınlık bir sınıf. Çok aydınlık yüzlü
çocuklar ve orta sıraların en önünde oturan iki örgü saçlı, çilli
bir küçük kız çocuğu gözlerimin önünde birdenbire canlanıverdi.
Ben onlara Almanca okutuyordum. Eskişehirli bir tren memurunun
çocuğu olan bu haşarı kız, bu yabancı kelimeleri ve
kaideleri herkesten önce kavrıyor, ezberliyor, ayağa kalktığı zaman:
-Ah, bunlar da bir şey mi sanki! Ben daha neler öğrenebilirim!-
diyen yarı alaycı bir gülüşle insanın yüzüne bakıyordu.
Zil çalar çalmaz yerinden fırlayıp beni elimden tutar: -Hoca,
haydi voleybol oynayalım- diye bahçeye sürükler ve o kısacık
boyu ile topu ok gibi filenin öbür tarafına fırlatırdı. On iki yaşlarında
ya var, ya yoktu. Ateş gibi, her hareketinden hayat fışkıran
bir çocuktu. Bütün bunlar kaç sene önceydi? Şöyle bir hesapladım.
On dört sene olmuş. Ama onun yüzüne baktıkça artık
o güçlükle kendini toparlayan sarhoş kadını değil, benim olduğu
kadar bütün mektebin, hocaların ve arkadaşlarının sevgilisi
olan küçük -Çilli-yi görüyordum. Sanki hiç değişmemişti.
O burun, o gözler, o altın sarısı saçlar ve o kızıl çiller.

Akla ilk gelen o boş, o yersiz şeyi sormamak, -Kızım, nasıl
oldu da buralara düştün?- dememek için kendimi zorladım.
Aydınlık sınıfımızda olduğu gibi, gülmemek için kaşlarımı çatmaya
çalışarak, yüzüne baktım ve bekledim. O zaman o, benim
farkında olmadan beklediğim şeyi söyledi:

-Hoca, hiç değişmemişsiniz! Bana hep eskisi gibi bakıyorsunuz!- dedi.

-Öylesin Nigar!-

-Değilim Hoca!-

Bunu der demez sahiden yüzü değişti. Bizi bir anda on
dört sene önceye götüren o yakınlığın yavaş yavaş kaybolduğunu
hissettim ve çok üzüldüm. Nigar çıplak kolunu masaya,
başını omzuma dayayarak mırıldandı:

-Başınızı ağrıtacak değilim Hoca, sizi görünce hemen tanıdım.
Ama bir derdim olmasaydı size kendimi tanıtmazdım.
Mademki yüzüme baktığınız halde Çilli'yi tanımadınız...-

Başını omuzumdan çekti, göğsü ile masaya yaslandı. Damdan
düşer gibi:

-Bir çocuğum var da ondan size geldim!- dedi.

Ne demek istediğini iyice anlamadığım halde, pek anlayışlı
görünmek isteyen bir tebessümle: -Devam et!- der gibi başımı
salladım.

Çilli: -Bakın size anlatayım...- diye kopuk kopuk cümleler,
yarısı ağzından çıkmadan dağılan kelimelerle ve adeta başka
birinin hayatından bahsediyormuş kadar kayıtsız, şunları söyledi:
Babası onu orta mektebi bitirir bitirmez, daha on beş yaşındayken,
istasyonda şef muavini olan kırk beşlik birine vermiş.
Nigar: -Ne yapayım, oturacaktım herifle! Bu kadar sene
de oturdum zaten. Ama adam ellisinden sonra rakıya vurdu.
Başkalarının da sarhoş kocaları var diyeceksin. Ama çocukları
da var. Onlarla avunuyorlar. Bizimkinde ise çocuk yapacak hal
de yoktu. Üstelik bir de kıskanç! Bizim sınıftan Buldanlı bir Kemal
vardı ya, o, o zaman tıbbiyede okuyordu. Şimdi doktor.
Eşek. Hani güzel bir çocuktu. Mektepte iken beni bisikletine
bindirir gezdirirdi. İşte o, tatilde Aydın'a gelmiş, parkta gördüm.
Mektebi hatırladım. Ayol bize gelsene, dedim. Evi de tarif
ettim. Hemen bizim ihtiyara yetiştirmişler. Meyhaneden kalkıp
benimle kavga etmeye eve gelmiş. Hiç de bu kadar erken sökün
etmezdi diye şaştım kaldim. Ben daha ağız açmadan bir
küfürdür başladı: 'Parklarda delikanlılarla konuşmuşsun! Benim
bu memlekette namusum var, kaltak!' diye üstüme yürüdü.
Bende de artık sabır taşmış. 'Herif senin neyin var bilmem
ama, neyin yok pek iyi biliyorum. Yeter artık sünepe kahrı çektiğim!'
deyivermişim.

-Sen misin diyen! Herif kapı arkasından şemsiyesini kaptığı
gibi başıma gözüme vurmaya başladı. Bu sırada Kemal de
gelmez mi? Halimizi görünce hemen gitmeye kalktı. Ben arkasından
bağırdım. Ne bileyim ben, cahillik işte: 'Gitme Kemal'
dedim, 'senin yüzünden başıma bunlar geldi.' Bizim ihtiyar işte
bu lafa yapıştı. Beni bütün Aydın'a rüsva etti. Kemal'le bir geçmişimiz
olmadığına kimseyi inandıramadım. Aman Hoca, siz
bilirsiniz, ben delibozuk bir kızım. O herifle yedi sene nasıl
oturdum, şaşıyorum. Dedim ya, cahillik. Bu da cahillik. Kan
başıma çıkıverdi. Kapıyı suratına kapadığım gibi çıktım gittim.
Ama ortada ne Kemal var, ne bir şey. Ben arkasından bağırırken
o sıvışmış. Akşam da Buldan'a gitmiş. Bu halde baba evine
de gidemem. Zaten laftan bıkmıştım. Orda da oturup gık dediğim
bu muameleleri yeni baştan görecek değilim. O gece bir
ahbap evinde yattım. Ertesi gün evden eşyalarımı aldırdım, bileziklerimi
sattım, İzmir'e geldim. Sizin anlayacağınız İzmir'den
de üç beş gün sonra buraya geldim. Ama bu üç sene
evvelki gelişim. O zaman altı ay çalıştım. Her şeye boş verdim.
Ne olacak? Bir can değil mi? İnsan evde de yaşar, barda da yaşar.
Ama günün birinde bizim Kemal bir sürü arkadaşı ile beraber
bara gelmez mi? Beni görür görmez bir masama koşsun, bir
ağlasın, bir dövünsün! 'Ah, sen benim yüzümden buralara düştün.
Bu mesuliyet beni mahvediyor!' falan, hep sarhoş ağzı.
Ama insanın canı inanmak istiyor işte. 'Ben seni burada bırakmam,
yürü gideceğiz, beraber yaşayacağız. Nikah edeceğim!'
deyince kandım. Bar sahibi ile hesabımı kestim. Zaten alacaklıydım.
Hepsini bağışladım. Hır çıkarmadan bıraktılar. İstanbul'a
gittik. Beş altı ay oturduk. 'Babamdan izin çıkarsa nikah
edeceğim!' deyip dururdu. Canım, keyfine kalmış bir şey, ister
etsin ister etmesin, vız gelir. Ama günün birinde baktım gebeyim.
'Hemen çocuğu aldır!' dedi. 'Ne lüzumu var' diyecek oldum.
'Olmaz, olmaz! Nikahsızken çocuk istemem!' dedi. Baktım
asıl korkusu, çocuk olursa balta olurum diye. Bana namus
numarası yapıyor. Bir gözümden düştü, bir gözümden düştü!
Böyle budala yerine koymuyorlar mı, işte insana asıl o dokunuyor.
'Peki!' dedim. 'Sen üzülme! Ben İzmir'e giderim, tanıdık
doktor var, masrafsız, gürültüsüz aldırırım!' Bindim vapura
geldim. Hemen bara yerleştim. Beş on kuruş kazandım. Sekiz
ay oluyor çocuğu doğurdum. Görme, nurtopu gibi bir oğlan,
Hoca. Bir kadın tuttum, o bakıyor. Süt veriyor, biz burda her
akşam sarhoşuz. Sarhoş sütü çocuğa yaramazmış. Elin bakması
ana gibi olmuyor ama, ne yaparsın. Kemal adresimi bilmiyor.
Mektebi var gelemiyor da. Gelmek istediği de şüpheli ya zaten.

-Ne diyecektim? Çocuk bu yaşlarda otellerde sefil oluyor.
Sizi görünce aklıma geldi. Ankara'da bildiğiniz çoktur. Orda
bir çocuk yuvası varmış. Oraya yerleştiremez misiniz? İki yaşına
gelsin, alırım. İsteseler bırakmam! Ama böyle kucak çocuğu
olmaktan bir çıksın!-

-Elimden geleni yaparım çocuğum!- dedim. -Ama babasına
neden haber vermiyorsun?-

Belki de anlattığı şeylerin tesiri ile sarhoşluğu bir hayli
azalmış olan Çilli, gözlerini adeta hiddetle üstüme dikti:

-Ne münasebet?- dedi. -Çocuğunu istemeyene ne diye haber
verecekmişim? Onu ben doğurdum, ben büyüteceğim. Haberi
bile olmayacak budalanın.-

Yorulmuş gibiydi. Ama gözlerinde çocuğundan bahseden
her ananın gözündeki o biraz vahşi parıltı vardı.

-Yaparsın işimi değil mi, Hoca?- dedi. -Bilirim siz beni çok
seversiniz. Rahatsız etmeyeyim!-

Kalktı, elleri ile masaya dayandı, yüzüme doğru eğilerek fısıldar
gibi:

-Göreceksin Hoca- dedi, -yemeyeceğim, içmeyeceğim, oğlumu
büyütüp adam edeceğim. Sonra günün birinde oğlumla
yolda giderken babasına rastgeleceğim. Oğluma, 'Sen yürü!' diyeceğim.
Ondan sonra babasının yakasına yapışıp: 'Bak pezevenk,
diyeceğim, doğmadı sandığın oğlun büyüdü, aslan gibi
oldu. Ama seni bilmeyecek, sana baba demeyecek.-

Arkasını döndü, biraz önceki sarhoşluğu tekrar geri gelmiş
gibi sallana sallana, masalara ve direklere tutunarak masasına
gitti, oturdu.

1947

:::::::::::::::::

Dekolman

Yine işsiz dolaştığım günlerdeydi. Ankara'da hususi bir
hastane sahibi olan bir akrabamın yanında sığıntı gibi yaşıyordum.
Hastanenin üst katını kaplayan eve çekine çekine girer,
bir köşede kitap okumaya uğraşır, evin şımarık çocuklarının
beni içerletmeyi hedef tutan hallerini, akrabamın: -Siz dejenereler...-
diye başlayan nasihatlerini bazan gülümseyerek, bazan
dalgın görünerek karşılamaya çalışırdım.

Evinde yedikten, içtikten, yattıktan ve çamaşırım yıkandıktan
sonra, üstelik bir de harçlık isteyemezdim. Ama hiç olmazsa
tıraş bıçağı ve ara sıra bir mecmua alacak kadar paraya da
ihtiyacım vardı. Bunun için hastaneye gelip giden doktorlara,
lazım oldukça ufak tefek tercümeler yapıyordum. Bazan, o
günlerde bir dış gebelik ameliyatı yapacak olan doktor, bana
Kadının Fizyolojisi ve Patolojisi adlı 20 ciltlik Almanca eserden
beş on sahifelik bir makale verir, satırı bir kuruştan tercüme ettirirdi.
Koskocaman bir lügat büyüklüğündeki kitabın sahifesini
böylece kırk sekiz kuruşa Türkçeye çevirmiş olurdum. Bazan
da herhangi bir tıp mecmuasındaki yedi sekiz sahifelik makaleyi
götürü olarak iki buçuk liraya tercüme ederdim. Daha o zamanlar
vizitelerine beş lira, on lira alan doktorlar, benim, bilmediğim
tıp terimlerini bulmak için beş altı lügat karıştırarak
üç günde yaptığım bir tercümeye verdikleri bu iki buçuk lirayı
bile çok görürler, eksiltmeye çalışırlardı. Ama bir gün onlardan
bunun acısını çıkardım. Daha doğrusu kendime göre acısını çıkardım
ve bir an olsun onların karşısında kendi zaferimi hissettim.
Hayır, öyle de değil, ben bir köşeden onların nasıl küçüldüklerini
seyrettim; halbuki onlar biraz şaşırmışlar, ama küçüldüklerini
yine fark etmemişlerdi. Neyse, biz asıl hikayeye geçelim.

O sıralarda büyük zatlardan birinin gözleri hastalanmıştı.
Ankara'nın çeşitli göz mütehassısları baktılar, İstanbul'dan profesörler
geldiler. Bu mühim zatın gözlerinde dekolman dedikleri
mühim hastalığın bulunduğunu tespit ettiler. Göz yuvarlağının
içinde, sarı noktanın yanlarında bir tabaka çatlamış, yerinden
ayrılmış imiş. Pek tehlikeli olduğu söylenen bu hastalığın
yakın zamanlara kadar tedavisi mümkün değilmiş. Ancak beş
altı sene evvel çok ince bir ameliyatla bu derde deva bulmaya
uğraşmışlar, söylendiğine göre, muvaffak da olmuşlar. Bizim
memlekette şimdiye kadar hiç yapılmamış olan bu çok ince ve
tehlikeli ameliyatı, hele böyle pek mühim bir zatın üzerinde
tecrübe etmeyi bizim doktorlardan hiçbiri gözüne kestiremiyordu.
Bunun için İstanbul'da bulunan Alman Yahudisi bir
profesörün çağrılması münasip görüldü. Adam, Almanya'da
bu ameliyatı birçok kereler yaptığını söyleyerek bu mühim zatı
da derdinden kurtarmayı kabul etti. Bizim mütehassıslar ve
profesörler bu yabancı hekimin işi tamamen üzerine aldığına
ve bütün mesuliyeti yüklendiğine emin olduktan sonra pek ustalıklı
bir şekilde onun aleyhinde bulunmayı da ihmal etmediler.
Bizim hastanenin başhekim odasına toplandıkları zaman
ara sıra ben de yanlarında bulunuyordum. Hiçbir kararın değişmeyeceğini
iyice bildikleri için, çekinmeden söyleniyorlardı:

-Efendim, ne demek? Bu memlekette bu ameliyatı yapacak
adam yok mu?-

-Olmaz olur mu, efendim? Türkiye'de dekolman ameliyatı
yapılmamış... Olabilir! Ama hepimiz Avrupa'da bulunduğumuz
sıralarda müteaddit defalar bu ameliyatı yaptık. Literatürü
de günü gününe takip ediyoruz.-

-Bu memleket bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacak
bilmem? Gavur olsun da kim olursa olsun. Hemen baş tacı ederiz.-

-Bu profesör iyi gözcüdür. Almanya'dan tanırım. Alim
adamdır. Ama nazariyatçıdır. Bilhassa göz teşrihi marazisi
mütehassısıdır. Operasyonları hakkında bir fikrim yok.-

-Efendim, ecnebilerin ilmi kıymetlerini inkar etmek aklımızdan
geçmez. Fakat, sahalarını hudutlandırmak ve onları
her şeyin bilgini saymamak şartıyla. Mesela, falanca (burada
başka bir Alman Yahudisi profesörün ismi söylendi) dünyaca
tanınmış bir operatördür. Ama, göğüs cerrahisinde, Laparatomi'ye
(yani karın açmaya) gelince herif herhangi bir asistanımız
kadar muvaffak olamıyor.-

-Zannetmem! Bu zat hakikaten her sahada büyük operatördür.
Fakat, başından geçen o felaket bu adamı mahvetti.
Yoksa, üstüne operatör gösterilemez. Sauerbruch'la aynı ayardadır.
Üstelik de genç.-

-Hangi felaket yahu?-

-Bilmiyor musunuz? Zavallı, umumi harpte, siperde askeri
doktormuş. Yanlarına bir mermi düşmüş ve bunlar beş altı arkadaş
toprak altında kalmışlar. Ötekilerin hepsi ölmüş, yalnız
bunu kurtarabilmişler. O zamandan beri kendisine sık sık krizler
geliyor. Mesela, ameliyatın ortasında makasları, bıçakları,
pensleri hastanın açık karnına fırlattığı gibi çıkıp gidiyor.-

Ben bu sözleri söyleyen iyi yürekli adamın yüzüne şaşkın
şaşkın baktım ve bu çok hünerli profesör operatörün bu krizini
öğrendikten sonra bıçağının altına yatacak kahraman hasta bulunabilir
mi? diye düşündüm.

Gözleri hasta olan büyük adamın o çok mühim ameliyatından
bir gün önce, İstanbul'daki Alman Yahudisi profesör Ankara'ya
gelmişti. Öğleden sonra Ankara'nın iki üç göz doktoru ile
daha evvel İstanbul'dan gelmiş olan iki profesör, hastanenin
başhekim odasında konuşuyorlardı:

-Gördün mü kendini beğenmiş herifi? Sabahleyin trenden
çıktı, hala gelip bizimle bir konuşmak, istişarelerde bulunmak
lüzumunu duymuyor.-

-Onlar gavur, iki gözüm. Trenden çıkınca otelde bir banyo
almadan, nazik vücudunu dinlendirmeden gelir mi hiç?-

-Ondan değil azizim. Bizi adam yerine koymadığı için.-

Onlar böyle tatlı tatlı konuşurlarken ben bir köşede oturmuş,
Almanca tıp mecmualarını rastgele karıştırıyordum. Haftalık
Tıp Gazetesi adlı bir dergide dört buçuk sahife kadar tutan
bir yazı dikkatimi çekti. Bu, -Dekolman Ameliyatında Bir İki
Yenilik- adlı bir makale idi. Şöyle bir dikkatlice okumaya başladım.
Anlayabildiğime göre, birtakım teknik şeylerden, ameliyat
şeklinde yapılması gereken bazı değişikliklerden bahsediyor,
mesela: -Göze önce falan noktadan değil de, filan noktadan girmeli.
Falanca tabakayı kaldırmak için şu numaralı pensi değil
de, bu numaralı pensi kullanmalı- diyordu.

Dergiyi elime alıp gülümseyerek doktorlara yaklaştım:
-Bakın beyler- dedim. -Burda bir makale var, belki sizi alakadar
eder.-

Hemen mecmuayı elimden aldılar, başlarını bir araya toplayıp
yazıyı söktürmeye çalıştılar. Üçer beşer aylık seyahatleri
sırasında öğrendikleri Almanca ile bu yazıyı anlayamadılarsa
da, mahiyeti hakkında bir fikir edinmiş ve ehemmiyetine hükmetmiş
olacaklar ki, içlerinden biri bana dönüp:

-Haydi, bu akşama kadar şunu bize tercüme et!- dedi.

-Çalışırım, ama iki yüz liranızı alırım.-

Bu çeşit yazıların en kabadayısını bana haydi haydi beş liraya
çevirtmeye alışmış olan bir doktor, şaka mı ediyorum diye
yüzüme baktı. Ciddi olduğumu anlayınca:

-Budala mısın be!- dedi.

-Hakkın var, şimdiye kadar çok budalalık ettim. Müsaade
buyurun da böyle sıkışık olduğunuz bir zamanda acısını çıkarayım.-

Sonra pazarlığı kızıştırmak ister gibi, mecmuayı elime alıp
onlara makaleden bazı parçalar okudum. Üstünkörü manalarını
söyledim, -Yarın ameliyata gireceksiniz, bunları bilmeniz
herhalde faydalı olur!- dedim. Benimle bu mesele üzerinde daha
fazla konuşmaya lüzum bile görmeden tekrar dördü beşi
birden yazının üstüne eğildiler. Birbirlerine yardım ede ede
okuyup bir şeyler anlamaya çalıştılar. Fakat ben o hain tebessümümle,
her çıkardıkları mananın yanlış ve ters olduğunu kendilerine
izah edince, tekrar pazarlığa giriştiler. Hastane sahibi
olan akrabamın da doktorlardan yana müdahalesi sonunda, bu
makaleyi yüz lira mukabilinde akşama kadar tercüme etmeye
razı oldum. Elli lirasını peşin aldım, yukarı kattaki odama çıktığım
gibi, işe koyuldum.

Her zaman olduğu gibi, beş altı lügat yardımı ile, çok kere
tıp terimlerinin önce Fransızcasını, sonra Türkçesini araya araya,
gece saat ona doğru tercümeyi bitirdim. Doktorlar salonda
bezik oynuyorlardı. Yanlarına gidince merakla makalenin tercümesini
dinlemeye başladılar. Bazı kelime ve tabirleri, doktorluk
dili üzere tashih eftiler. Sonra hep bir araya toplanıp cümle
cümle okumaya ve aralarında münakaşaya koyuldular.

Makalenin sahiden ehemmiyetli olduğu konuşmalarından
anlaşılıyordu. Hatta birisi:

-Yahu bu yazıyı profesöre de verelim de, yarın bir halt
karıştırmasın!- dedi.

Fakat iri burnu alt dudağına kadar uzayan kara yağız bir
profesör, boğuk sesi ile:

-Ne münasebet yahu!- dedi. -Koskoca profesör bunları bilmez
olur mu? Bilmesi lazım. Yarın hünerini göstersin de görelim
bakalım.-

Ötekiler anlayışlı gözlerle birbirlerine baktılar. Biraz daha
konuştuktan sonra dağıldılar.

Ertesi sabah yine başhekimin odasında toplanmışlardı. Bu
sefer Yahudi profesör de aralarındaydı. Kısa boylu, zayıf, ürkek
bakışlı bir adamdı. Her hareketinde, hatta ağzını her açışında,
etrafını darıltmaktan korkan bir hali vardı. Herhangi bir asistan
kendisine herhangi manasız bir şey soracak olsa bile, yüzüne
tatlı bir ifade vermeye çalışarak ona dönüyor, adeta yalvarır
hissini veren bir sesle ve ellerini mahçup mahçup ovuşturarak
uzun uzun konuşuyordu.

Ameliyat öğleden sonra yapılacaktı. Bütün konuşmaların
mevzuu dekolman hastalığının incelikleri ve ameliyatın güçlüğü
üzerindeydi. Doktorun kıt Türkçesi ve bizim doktorların daha
kıt Almanca ve Fransızcaları benim tercüman olarak sık sık
söze karışmamı gerektiriyordu. Uzun burunlu kara yağız profesör,
artık sırası geldiğine hükmetmiş olacak ki, o dik ve boğuk
sesi ile:

-Eee, Herr Professor- dedi, -sol göze müdahale edeceğimize
göre, hangi nahiyeden gireceksiniz?-

Ondan sonra bir garip münakaşadır başladı; bizim doktorlar
dün akşam okuyup ezberledikleri makaleye dayanarak keskin
sualler soruyorlardı. Yahudi profesör ise şimdiye kadar dekolman
ameliyatında tutulmuş olan klasik yolu anlatıyor, fakat
her defasında bizim doktorların yine o makaleden edinilmiş itirazları
ile karşılaşıyordu.

Kim bilir ne yaman korkular atlattıktan sonra, evini barkını
bırakıp buraya sığınmış ve hala içinde o korkunun izlerini taşıdığı
belli olan zavallı adam, o minimini, ihtiyar vücudundan
umulmaz bir çeviklikle etrafındakilerin birinden öbürüne dönüyor,
-Aman darılmayın, nasıl münasip görürseniz öyle cevap
vereyim- demek isteyen, fakat bu kadar fazlası insanı yadırgatan
bir nezaketle herkesi cevaplandırmaya çalışıyordu. Bizim
doktorlardan biri: -Nasıl olur doktor? O tabakayı o pensle
tutmanın şu mahsurları vardır, falan numara pens daha doğru
olmaz mı?- dediği zaman ihtiyar profesör hızlı hızlı başını sallayarak:
-Evet, evet, çok doğru!- diye tasdik ediyordu.

Fakat bu şekildeki konuşma ilerledikçe adamın şaşkınlığı
artıp canı sıkılacağına yüzüne memnun bir tebessümün yayılmakta
olduğu gözümden kaçmadı; bizimkilerin on, on beş saat
önce edindikleri ilme dayanarak adamı böyle sıkıştırmaya başlamaları
canımı sıktığı için bir kenara çekilmiştim, merakla yine
yanlarına sokuldum. Alman profesör şimdi etrafındakilerin itirazlarını
apaçık bir memnunlukla tasdik ediyordu. Nihayet bir
aralık elini, kendisini en insafsızca siygaya çeken şişman, mavi
gözlü, genç yaşta saçları dökülmüş bir doktorun omuzuna koyarak:

-Ah, dekolman ameliyatında bu neticelere varmış olmanızdan
ne kadar sevinç duyduğumu tasavvur edemezsiniz. Çok
zor olduğunu herkesin tasdik ettiği bu tehlikeli ameliyatta şimdiye
kadar takip edilen usuller maalesef her zaman muvaffakiyete
götürmüyordu. Yeni şekiller bulunması lazımdı. Çok doğru,
çok doğru- dedi. Sonra sesini alçaltıp gözünü etrafındakilerin
üzerinde teker teker gezdirerek:

-İşte görüyorsunuz ki, bir mesele üzerinde ciddi olarak çalışılınca
aynı doğru neticelere varılıyor. Ben de uzun tecrübelerden
sonra dekolman ameliyatında birtakım değişiklikler yapılması
gerektiği neticesine vardım. Hatta bugünkü ameliyatta tamamen
bu yoldan yürüyeceğim.-

Bizim doktorlar gözlerinde zafer pırıltıları ile, dünya çapında
şöhreti olan bu sözde bilginin prensipsizliğine şaşmış gibi,
birbirlerinin yüzüne bakarken, o, aynı ürkek, çekingen hali
ile ve daha yavaş bir sesle ilave etti:

-Ben bütün bunları son çıkan Haftalık Tıp Gazetesi'nde yazdım.
Fakat biliyorsunuz, Yahudi olduğumuz için imzamızı koyamıyoruz!- dedi.

1947

:::::::::::::::::

Hakkımızı Yedirmeyiz!

Namuslu adam kalmamış bu dünyada iki gözüm. Müslümandır,
namazında, orucundadır, hakkımızı yemez diyorduk
ama, biz onun hatırını saydıkça o, bizim tepemize bindi. Eh, artık
çocuk değiliz, yemiyoruz bu numaraları, değil mi ya?..

Bak, anlatayım sana başından da, bana hak ver. Mektebi bitiremedik.
Peder ne kadar gayret ettiyse olmadı işte. Binbaşıydı
kendisi... Süvariydi ama, avantanın yolunu bulurdu. Anadolu'yu
gezdik, dolaştık, her yerde paşa çocuğu gibi yaşadık.
Hangi okulda olsa, imtihana yakın peder, öğretmenlerle bir konuşur,
meseleyi yoluna kordu. Askerlikle ilgili olmayan hoca
var mı? Neyse efendim, İstanbul'a naklolduk. Güya pedere lütfetmişler...
Arada bizim tahsil yandı. Pederin öğretmenlere sözü
geçmez oldu. İstanbul'da binbaşıya kim bakar? Paşalar bile
ürkütmeden sayılmıyor. Ne demiş hani: -Kim ipler Yalova kaymakamını!-
Değil mi ya... İki sene üst üste çaktık. Belgeli olduk.
Hususi liseye devam edecektim, peder emekliye ayrıldı.
Ertesi sene de sizlere ömür. Bize de Üsküdar'da, Toptaşı'na yakın
ahşap bir ev bıraktı. Arkasından hemşire bir bobstil koca
buldu, aldı başını gitti. Biz kaldık mı valde ile... Evin masrafı
var, bizim giyimimiz var; kahveye çıkıyoruz, birkaç arkadaş saza,
pilaja gidecek oluyoruz. Babamın zamanındaki pokerlerden
vazgeçtim. Hani kahvede birer çayına tavla bile oynayamaz olduk.
Pederin Malatya Şube Reisliği zamanında valdeye aldığı
bilezikler, Siirt kilimleri, Avanos halıları birer birer yürüdü. Kocakarı
dır dır eder, -Oğlum, bir iş tutmayacak mısın, halimiz ne
olacak?- diye. Pistonumuz yok ki, iş tutalım. Hamallık, amelelik
edecek değilim ya... Arkası olan arkadaşlar ofise, milli korunma
kontrolörlüğüne yapışmışlar, gecede yüz elli papel eziyorlar.
Bizim de haysiyetimiz var. Ailemizin şerefine uygun bir
yer bulursam girmemezlik eder miyim? İnsan dünyada ne için
yaşar? Şerefi için değil mi ya!.. Valdeye meram anlatamadık,
baktı benden hayır yok, konuya komşuya asıldı, pederin eski
ahbaplarına gitti, günün birinde akşamüzeri eve dönünce baktım,
yüzü gülüyor:

-Haydi aslan yavrum benim, yüzümü kara çıkarma. Sarıkamış'ta
iken babanın taburunda ihtiyat bir doktor teğmeni
vardı ya, bak, o tüysüz çocuk, şu bizim arkamızdaki hastaneye
röntgen mütehassısı olmuş. Başhekimle de arası iyi imiş, sana
hastanede iş verdirecek. Yarın git gör...- dedi.

Ben evvela boş verdim, herifi gidip görmedim. Fakat valde
arkasını bırakmadı. Kahvede arkadaşlara açınca, onlar da:

-Ulan enayi misin? Hastane bu. Anaforu boldur. Kazan
kaynayan yerden korkma, beş aile geçindirir. Eczanesi var, ilacı
var... Tabii doktorlar gibi olmaz ama, gene de bey gibi yaşarsın!-
dediler. Hulasa, uzatmayalım, bu hastaneye ambar katibi
olarak girdik. Yetmiş lira aylık... Yaza da yeter kışa da... Durmaya
hiç gönlüm yoktu. Hele bir idare müdürü vardı ki, barut
mu barut... Hastanede başhekim de o, kıç hekim de o, muhasebeci
de o, ambarcı da o... Bir elli boyunda, altmışlık, kırçıl sakallı
bir adam. Hacı Lütfü Bey diyorlar. Tam dört defa hacca
gitmiş. Tanımadığı yok. Vekiller, mebuslar hep dostu. Aksaray'da
oturur, bir tramvay, bir vapur, yirmi dakika da yayan
yol, saat yedi buçukta hastanededir. Sabah namazına kalktıktan
sonra bir daha yatmaz, yola düzülürmüş. Hele sen dokuzu beş
dakika geçir de, gör dünyanın kaç bucak olduğunu. Titiz mi titiz.
Eline biraz pamuk alıp ispirtoya batırır, karyolaların köşesine
bucağına sürer... Hele bir kir, bir pislik görsün, koridorda
hemşirelere, hademelere bir ezan okur ki, ölümlük hastalar bile
yataktan fırlar. Kendi kendime: -Ulan- dedim, -bu herif bize
zor anafor yaptırır. Ayda yetmiş liraya sabahtan akşama kadar
defter doldur... Bu benim işim değil...- Bir bahanesini bulup
kirişi kırmak niyetindeydim, sade valdenin dırıltısından çekiniyordum.
Ah birader, bir bilsen, okumaya başladı mı plak değiştirmeden
altı saat söyler... Yirmi gün filan çalıştım. Vaziyeti
kritik ediyordum. Hacı Bey'in bir oğlu kolejde, bir oğlu tıbbiyedeymiş.
Eh, onun maaşı da pek yüksek değil... Mal mülk sahibine
de benzemez. Var bu işte bir dalga ama, nedir acaba? diye
beni bir merak sardı. Herif vuruyor da, bize koklatmıyorsa kıyak
doğrusu. Ambar benim üzerimde, defterler benim elimde...
Herif erzak tartarken dirhem sektirmiyor. Bu dalganın sırrına
eremedim gitti. Nihayet bir gün kendisi açıldı. Hiç unutmam,
seccadesini sermiş, namaz kılıyordu. Ben de masamda irsaliye
kesiyordum. O bir aralık, hem de namazın ortasında, iki
dizi üstünde oturup başını sağına soluna çevirdikten sonra,
bana baktı:

-Evladım, bizim ambar fazlası iki teneke peynirimiz var,
değil mi?- diye sordu:

-Evet efendim, var.-

-Tam iki teneke mi?-

-Yakın efendim!-

-Ehemmiyeti yok... Ben şimdi yirmi teneke peynir için bir
teslim makbuzu keserim, sen Karakaş'a benden selam söyler,
on şekiz teneke yüklersin. Aradaki farkı ben yarın uğradığımda
alırım. Tabii senin de payın ayrılır.-

Sonra yine dalgın dalgın tespih çekmesine devam etti. Ben
kendi kendime:

-Vay namazına kurban olduğum Hacı Bey vay!- dedim.

-Eyi yutturdun bana kendini... Ama bundan sonra hakkımı isterim...-

Hacı Bey bana bir kere açıldıktan sonra, ambar işlerini ortaklaşa
yapmaya başladık. Aman iki gözüm, tasavvur edemezsin
herif ne kurt. Dünyanın müfettişleri gelse dalgasını çakamazlar.
Defterler tamam, tartılar tamam, kayıtlar noksansız.
Herif, müfettişler Hamburg usulü bilmezler diye defterleri
Hamburg usulü tutuyor. Gel de içinden çık. Ayda birkaç yüz
yalnız benim payıma düşmeye başladı. Onun vurduğu hesapsız...
Belki bini de aşar. Çünkü yalnız ambardan değil, her işten
para çıkarmasını biliyor. Hiç yoktan inşaat icat eder. Vekaletteki
ahbaplarına yazar, çizer, muhakkak tahsisat koparır. Doktora
gider: -Aman beyefendi!- der. -Sizin bu odaya muhakkak büyük
bir dolap lazım... Şu köşe pek boş. Derhal yaptıralım...
Ben tahsisatı getirtirim!- Hem de getirtir azizim, getirtir... Ondan
sonra vurur avantayı... Düşün yahu, iki senede dört defa
hastanenin otomobilini boyattı. Üç ayda bir badana... Karyola
tamiri... Yatak pamuklarını attırmak... Bunların hepsi para, iki
gözüm, para!.. Dalaveresine uyduramayacağı hiçbir iş yok vallahi.
İki ölüyü bir kefenle gömdürür, öteki kefeni evine yollar.
Mis gibi İtalyan patiskası. Harpten önce alınmış... Daha neler
neler. Bir gün yeni yatak, yorgan yüzleri, hastalara pijama diktirmek
için, burnu kesik bir kadın getirdi, üstünkörü bir pazarlıktan
sonra, kendisine bir oda açtılar, önüne bir dikiş makinesi
koydular. Dört ay çalıştı. Parça hesabıyla iki bin yedi yüz lira
aldı. Bizim Hacı Bey de bu burnu kesik karının faturalarını bir
gün sektirmez, senetleri kendisi tanzim eder, her kolaylığı gösterirdi.
Neyse, iş bitti... Aradan aylar geçti. Bir gün bir iş için
Hacı Bey'in evine uğramıştım, bana kapıyı o burnu kesik karı
açmaz mı? Meğer karısıymış. Daha nişanlıyken incir ağacından
düşmüş, burnunu çöp tenekesi kesmiş. Doğancılar'daki iki evin
hatırı için Hacı Bey gene de almış.

Diyeceğim o değil... Herif eline fırsat geçirmiş, vuruyor.
Vuracak tabii. Bu dünya menfaat dünyası. Menfaatini düşünmeyen
insan olur mu? Eline fırsat geçirip de çalmayan bir kişi
göstersene bana!.. Ha? Bir kişi!.. Kör olayım yoktur. Yalnız bizim
Hacı Bey yoluyla yapıyor. Bu kadar ustası olduktan sonra
hakkıdır alimallah... Ama bana kazık oynamamalı... Ambarın
bütün mesuliyeti bende... Kendisi müteahhitlerle işi halleder,
parayı alır... Bizim payımızı vermeye gelince anamdan emdiğim
sütü burnumdan getirir. Kalabalıkta söyleyemezsin. Odada
biri varken kulağına fısıldayıp beş lira istesen feryadı basar,
it azarlar gibi adamı kovar... Ulan beraber çalışıyoruz işte...
Bana dümen yapmaya ne lüzum var, değil mi ya? Hayır kardeşim,
adamı kepaze eder billahi. Ancak kenefe gittiği zamanlar
peşinden fırlar, apteshane aralığında sıkıştırıp üç beş lira alırım.
Müteahhit Karakaş'tan üç yüz mü gelecek? Yüz ellisi benim elbette...
Ne zaman isteyecek olsam: -Daha almadım... Atlatıyor
pezevenk!- der, elime beş on lira sıkıştırır... Ben ne alırsam defterime
geçiriyorum tabii. Eninde sonunda hesaplaşıyoruz. Fakat
o zaman da kazık atıyor. Katiyen dairede hesaplaşmaz. İki
üç haftada bir, akşam üzeri çıkar, bu küçük meyhaneye geliriz.
Bu akşam da öyle yaptık. O açtı defterini, ben açtım defterimi...
Karşılaştırdık.

-Kaç para istiyorsun evladım?- dedi. -İki yüz mü? Öyle
hakkın var. Herif dört yüz verecekti... Fakat vermedi hergele!
Namussuz herifler bunlar! Vallahi vermedi. Bak, evlatlarımın
hayrını görmeyeyim, şu ekmek beni çarpsın, üç yüz yirmi lirayı
zor kurtardım. Ne yaparsın? Kavga edemem ki... Biz de onun
karşısında gebeyiz. Üç yüz yirmi... Yarısı ne eder? Yüz altmış...
Sen şimdiye kadar benden ne almıştın? Yüz on beş... Tamam...
Şimdi ne istersin? Kırk beş mi? Bak evladım, sen bekar adamsın...
Bir anan var, kendi evinizde oturuyorsunuz... Ben halbuki
kira evlerinde sürünüyor, üstelik iki çocuk da okutuyorum...
Kolejin seneliği iki bine çıktı... Maksat sırf memlekete hayırlı
bir evlat yetiştirmek... Haydi, al şu yirmi beşi de, bu hesabı
kapayalım... Haydi, uzun etme... Sen mert, dürüst bir çocuksun...
Al bakalım. Bana da müsaade. Bugün cumartesi, çocuklar
evde beklerler... Ta Aksaray'a gideceğim...-

Yerinden fırladığı gibi gitti. Bizim yirmi papel de yandı tabii...
Hadi, hepsi neyse ama, kapıdan çıkarken:

-Hesabı sen görüver, yanımda ufaklık yok!- diye seslenmesine
ne dersin? Tepem attı vallahi. Utanmasam arkasından
fırlayacaktım. Hacıdır, hocadır; hürmet, riayet borcumuzdur
ama, böyle göz göre de hakkımızı yedirmeyiz; değil mi ya...

1947

:::::::::::::::::

Cankurtaran

Asiye'nin sancıları ikindi vakti başladı, düveni bırakıp hemen
eve döndü. İbrahim akşam karanlığında harmandan gelip
öküzleri dama koyarken, evin önünde bir sürü çocuğun toplandığını
gördü. Damın kapısını örtmeden eve koştu, fakat kadınlar
bırakmadılar. Alçak tavanlı oda, kapının önüne kadar, köyün
bütün kadınlarıyla dolmuştu. Onu daha dışarda göğüsleyen
Makbule yenge:

-Hadi, sen git... Bu erkek işi değil!..- dedi. İbrahim arkasını
dönüp, kararsız bir halde duraklarken, kadın sözüne devam
etti: -Kurtulması kolay olmayacak ellalem!.. Köprüköy'ün ebesine
de haber saldık...-

İbrahim yüzünü kadına çevirdi; ihtiyarın gözlerinin içine
baktı; bir şey söylemeden bir şeyler sorar gibiydi.

Kadın onun ne demek istediğini düşünmeden, kendi kendine
mırıldandı:

-On beş yaşında, parmak kadar kızı kaçırdın, aldın... Allahın
emriymiş... Amma senesine varmadan gebe komanın sırası
mıydı? Hadi sen de var Köprüköy'e de ebeyi al gel... Bizim oğlan
gitti ama, belki onun sözüyle gelmez.-

İbrahim, bu sıkışık dakikada Asiye için kendisine de yapacak
bir iş düştüğüne memnun, koşar gibi köyden çıktı. Daha
Köprüköy'ün harmanlarına varmadan, elindeki değneğini yere
vurup tozuta tozuta gelen ihtiyar ebe ile yanında seğirten oğlanı
gördü. Bir kabahat işlemiş gibi yüzü kıpkırmızı, gözleri yerde,
onların yolıınu bekledi. Ebe de onu görmüştü. Yirmi otuz adım
uzaktan, dişsiz ağzını alabildiğine açarak, bir şeyler bağırıp duruyordu.
Yaklaşınca sopasıyla İbrahim'in karnına dokundu:

-Allahın izniyle hemen alırım... Elimin hafif olduğunu
cümle alem bilir. Anan da seni zor doğurmuştu ama, bak büyüdün
de tosunlar gibi oldun- dedi. Sonra küçük çocuğa döndü:

-Koş, tuzlu su hazırlasınlar!- dedi.

İbrahim hiç konuşmadan, kadının biraz ilerisinden yürüyordu.
Yüzü hep kırmızıydı. Daha on dokuzunu bile tamamlamadığı
için, askerliğini bitirip dönen ve köye ilk vardıkları akşam
kafayı çekip kavga çıkaran öbür köylü delikanlılarının pişkinliği
henüz onda yoktu. Geçen yıl Asiye'yi nasıl kaçırdığına
bile şimdi düşündükçe şaşıyordu. Daha çok Asiye ona asılmıştı
ama, -karı sözüne uyup bir halt işledim!- dememek için bunu
aklına getirmek istemiyordu. Babası, İbrahim küçükken rahmetlik
olmuş, anası da bir sene evvel ölünce, kendini pek yalnız
hissetmişti. Üç beş dönüm tarlada birlikte çalışacak, bulgur
aşını birlikte yiyecek, sabahları ineği sağıp yoğurt çalacak biri
lazımdı. Tam bu sıralarda komşuları Kara Halillerin öksüzü
Asiye de, gelip geçtiğinde ona güler olmuştu. İstemeye kalksa,
dünyanın masrafı. -Kaçırıvereyim gitsin!- dedi; öyle de yaptı.
Bir seneden beri halinden şikayeti yoktu. Yalnız Asiye'nin böyle
tam harman zamanında doğuracağı tutmamalıydı.

Köprüköy'ün ebesi odaya girdikten sonra Asiye'nin çığırmaları
büsbütün arttı. Hani nerdeyse harman yerlerinden duyulacaktı.
Kapının dibindeki bir taşa çöküp elinde ebenin kalın
sopasıyla yerleri eşeleyen İbrahim, Asiye'nin her bağırışında
bir kere sıçrıyor, fakat ne yapacağını bilmediği için, tekrar oturuyordu.
Hırsından yere eğilip bir taş aldı, etrafında kaynaşan
çocuklara fırlattı:

-Dağılın şurdan, kahbe enikleri!- diye bağırdı.

Vakti iyi hesaplayamıyordu ama, yatsıyı filan çoktan geçmişti.
Asiye'nin epeydir sesi duyulmuyordu. Bir aralık Köprüköy'ün
ebesi, sopası olmadığı için, Makbule yengenin omzuna
dayanarak çıktı. İbrahim yerinden fırlayıp onlara doğru bir
adım attı. Ebe bu sefer elini onun omzuna dayayarak:

-Kurtulamıyor tosunum!- dedi. -Bir türlü kurtulamıyor.
Çocuk büyük, kıç küçük. Arabaya koyalım da şehire götür. Başka
yolu yok...- dedi.

İbrahim yine hiçbir şey düşünmeden, yine kendisine yapacak
bir iş çıktığından adeta memnun, damdan öküzleri aldı,
kağnıya koştu; kadınlar Asiye'yi yatağı ile birlikte getirdiler;
yerleştirdiler.

İbrahim öküzlere dah demeden önce, her zamanki gibi yüzü
kızarıp önüne bakarak ebeye sordu:

-Çocuk öldü mü ki?-

-Yok, Allah esirgesin. Ama ne bileyim, bir Cenabı Hakka
malum. Sancılar kesildi, gayrı hakkından doktor gelecek.-

Yola düzüldüler. Üç saat kadar gittiler. Şehir göründüğü
zaman şafak da sökmeye başlamıştı. Asiye'nin hiç sesi çıkmıyor,
yalnız, biraz çukura kaçan kapkara gözleri, gökyüzünde
bir şey arıyormuş gibi fıldır fıldır dönüyordu.

Şehrin göbeğinden geçen büyük çayın üzerindeki köprüyü
aşıp hastanenin kapısına vardıkları zaman ortalık epeyce ağarmıştı,
fakat sokaklarda kimsecikler yoktu. İbrahim arabayı bir
kenara çekti, kapıyı çalmaya cesaret edemediği için, kendiliğinden
açılacağı zamanı bekledi. Yavaş yavaş başka köylü hastalar
da sökün etti. Kimi at, kimi eşek üstünde, kimi bir arabaya
uzanmış, yanlarında karıları, kocaları, anaları, oğulları, kimi
baygın, kimi inlemekte, sokağı doldurdular. Hiç ses çıkarmadan,
hatta kendi aralarında bile konuşmadan beklediler.

Kapı açıldığı zaman hep birden içeri sokulmak istediler. İbrahim
de aralarına karıştı, bir saat kadar da doktorun kapısında
bekledi. Kimsenin sıra mıra dinlediği yoktu. On beş seneden
beri bu hastanenin başhekimi olan kırk beşlik, Tatar yüzlü operatör,
muayene odasının kapısını kendisi aralıyor, dışardakileri
gözden geçiriyor, sanki yardımına o anda en çok muhtaç olanı
arıyor, sonra eliyle bir işaret edip onu içeri alıyordu. İbrahim'e
sıra geldiği zaman dışarda kimse kalmamıştı. Tatar yüzlü operatör
yorgun bir halde iskemlesine çökerken:

-Senin neyin var oğlum!- diye sordu. Bu hastanenin her
türlü hastalığının mütehassısı oydu. Çünkü kadroda başka
müstakil hekim yoktu. Ufak ücretler mukabilinde hükümet
doktoru dahiliyeye, asker hastanesinden iki mütehassıs kulak
ve göz hastalıklarına bakıyorlardı ama, ay başından başka günlerde
keyifleri istediği zaman gelirler, başhekimle merhabalaşıp
giderlerdi. Ehemmiyetli bir hasta çıkar da yatırmaya, sonra da
her gün viziteye gelmeye mecbur oluruz korkusuyla poliklinik
filan yaptıkları yoktu.

Her sabah kapının önüne biriken ve bazan sayısı yüze varan
dertlileri hep başhekim muayene eder, uzun senelerin ve
çaresizliklerin verdiği tecrübelere dayanarak her hastalığa deva
bulmaya uğraşır, sırasına göre, trahom tedavisinden ebeliğe kadar
her işi üstüne alırdı. Bekar olduğu için hastanede yatıyor,
bütün gecelerini koğuşları dolaşmak, tıp dergileri okumak ve
Almancaya çalışmakla geçiriyordu. Başka doktorlara benzememek,
kitaplarda okuduğu, -insanlara hizmet eden- soydan bir
hekim olmak, onda bir inat haline gelmişti. Fakat bütün diğer
meslektaşlarından bu şekilde ayrılması, kendi hakkında birçok
tezvirler yapılmasına sebep olurdu. Bekar yaşadığı için, dedikodu
olmasın diye, hastaneye elli yaşından küçük hademe ve
hemşire almazdı, fakat bu yüzden şehirde adı oğlancıya çıkarılmıştı.
Hiçbir hastayı kapıdan çevirmek istemediği için, doktorlar
arasında, bilmediği işlere burnunu sokan gösteriş meraklısı
bir ukala diye şöhret almıştı. Hastanenin küçük bir odasında,
içkisiz, cıgarasız, pek az bir masrafla yaşar, maaşının bir kısmını
yabancı dillerdeki kitap ve dergilere, bir kısmını da hastane
tahsisatıyla alınmasına imkan olmayan bazı ilaçlara sarf ederdi.
Bu yüzden pintiliği dillere destan edilmiş, hırsızlığı bile söylenmişti.
Bankada seksen, yüz bin lirası olduğu herkesçe muhakkak sayılırdı.

Doktor bütün bunları duyar, en iyi konuştuğu ve işin iç yüzünü
bilen kimseler tarafından bile budala yerine konduğunu
bilir, fakat, dediğimiz gibi, garip bir inatla eskisi gibi işine
devam ederdi. Bütün bunları, büyük bir ideal sahibi olduğundan,
yahut insanlar için derin bir sevgi beslediğinden değil, başka
türlü olanlara karşı, adeta hastalık halinde, bir tiksinti duyduğundan
yapıyordu. En çok şefkat gösterdiği hastalarına muamele
edişinde bile: -Sizin de elinize fırsat geçse ötekiler gibi
namussuz olursunuz... Ben bunu pekala biliyorum, fakat ben
sizin gibi olmadığım için işte sana karşı da bütün vazifelerimi
fazlasıyla yapıyorum!- demek isteyen, insanlara inancını kaybetmiş,
acı bir hal vardı.

-Senin neyin var, oğlum?- dedikten sonra, çekik gözlerini
İbrahim'e dikerek bekledi. Delikanlı:

-Bir şeyciğim yok doktor bey... Yalnız bizim aile... doğuramadı
da... aşağıya getirdim. Kapıda, arabanın içinde... Ocağına
düştük...- dedi.

Doktor, bacak kemiğinin keskin tarafına bir demirle vurulmuş
gibi yerinden fırladı. Korku içinde ona bakan İbrahim,
karşısındakinin köşemsi yüzünün donuk sarı bir renk aldığını
gördü. Sesi titreyerek:

-Hani ya doktor bey... İki ebe uğraştı... Hem bizim köyün,
hem Köprüköy'ün ebesi... Kurtaramadılar... Ondan sonra sana
getirdim... Bizi kapından çevirme!- dedi.

Doktor kendini toparlamıştı, sarı yüzünde zehir gibi bir
gülümsemeyle:

-Yazık ki sizi kapımdan çevireceğim, oğlum!- dedi.

-Amanın doktor, Asiye aşağıda. Köye varmadan arabada
ölür.-

-Belki öyle olur. Ama sizi kapımdan çevireceğim.-

-Dabanının altını öpeyim doktor...-

Doktorun yüzünden çekilmeyen o zehir gibi gülümseme
İbrahim'i büsbütün şaşırtıyordu.

-Ne ideyim ben şincik, doktor bey?-

-Karını alır, İstasyon Caddesi'ndeki hususi doğumevine
götürürsün! Paran varsa çocuğun doğar, yoksa doğumevinin
yanındaki arsaya arabanı çekersin. Karın ya bağıra bağıra orda
kendiliğinden doğurur, yahut da köye dönerken arabada doğurur.
Doğuramazsa ölür. Anladın mı?-

İbrahim, köylüler arasında adı -Baba- diye anılan hekim
sahiden bu mu acaba? diye hayretle karşısındakine baktı. Bunu
fark eden doktor:

-Ne şaştın?- dedi. -Sana her şeyi dosdoğru söylüyorum.
Benim bu hastaneye kadın hastalığı olanları almam yasak edildi.
İyi anladın mı? Ben yalnız operatörüm, kol, bacak keserim.
Başka şeyden anlamam!-

Bunları söylerken, gergin derili sarı yüzüne hiç yakışmayan
o tebessüm, daha doğrusu o gerilme, dudaklarının kenarını
aşağıya doğru çekiyordu. Senelerden beri yüzlerce kadının
karnını kesip çocuğunu almıştı. Fakat şimdi, üstüne vazife olmayan
işlere karıştığı ileri sürülüyor, hastanede kadın hastalıkları
doktoru bulunmadığı halde, ihtisası dışındaki vakalara
müdahele ederek halkın canını tehlikeye düşürdüğü iddia ediliyordu.
Şehirde yeni açılan doğumevinin sahibi doktor Mutena
Cankurtaran, vatandaşların sağlığını korumak için bütün
bunları valiye söylemiş, dinletemeyince Sağlık Bakanlığı'na bildirmiş,
ayrıca da, Ankara'da -tay-lı bir yerde başkan olan kaynatasına
yazmıştı. Bu kaynata ise, eskiden bilmem nere valisiyken
yanında sıhhat müdürlüğü etmiş olan sağlık bakanıyla görüşmüş,
bakan da halkı bu gibi tehlikelerden esirgemek maksadıyla,
başhekime bir ihtarda bulunmayı münasip görmüştü.

Bunları zihninden geçirirken itidalini bir an kaybetmek
üzere olduğuna canı sıkılan doktor:

-Yani evladım- dedi, -senin karının derdine derman olacak
doktorumuz yok. Onun için hastanı al, doğumevine götür.
Doktor Mutena Cankurtaran'a rica et, belki az bir para ile işini
görür.-

Sonra arkasını döndü, pencereden gökyüzüne bakmaya
başladı. Fakat İbrahim yakasını bırakmadı:

-Sen varsın ya, doktor bey... Bana başkası lazım değil...
Kurbanın olayım!-

Kendini zor tutan doktor döndü:

-İmkanı yok dedim ya, çocuğum!- diye sertçe söylendi, kapıyı
hızla vurarak dışarı çıktı, kendi odasına kapandı.

İbrahim aralık kapıdan ağır ağır koridora süzüldü. Kendisine
akıl öğretecek bir insan arar gibi sağa, sola bakındı. Bahçe
tarafındaki pencerelerin camlarına vınlaya vınlaya kafalarını
çarpan sineklerden başka canlı bir şey göremedi.

...

Doktor Mutena Cankurtaran otuz beşlik, sarı kıvırcık saçlı,
altın gözlüklü, kibar halli biriydi. Tok ve tatlı bir sesi vardı.
Asiye'yi sokakta, arabanın üstünde muayene etti, sonra İbrahim'e:

-Hasta burada kalsın, sen benimle gel!- diyerek içeri girdi.
Masanın arkasında, koltuğuna iyice yaslanıp gök gözlerini pencereye
dikerek hesaplara daldı, sonra:

-Dört yüz liraya çocuğunu alırım kardeşim- dedi. -Güç ve
mesuliyetli bir ameliyat yapacağım. Bunu her doktor kıvıramaz.
Bak, düşün, taşın, bana cevap getir.-

İbrahim şaşırdı. Odadan çıktığı gibi Asiye'nin yanına koştu.
Öküzlere -dah!- dedi. Tam bu sırada, belki sancılar yeniden
başladığından, belki de geriye dönmenin kendisi için ölüm olduğunu
anlayarak büyük bir korkuya kapıldığından, Asiye
avaz avaz bağırmaya başladı. Yoldan geçenler etraflarına toplanıyorlardı.
İbrahim arabayı çevirip doğumevinin yanındaki arsaya
sürdü, hiçbir şey söylemeden sol öküzü boyunduruktan
çıkardı, yularından asıla asıla çarşıya götürdü, yeni handa yüz
otuz liraya sattı; nefes nefese doğumevine döndü, Asiye'nin yanına
bile uğramadan doktorun odasına çıktı, parayı olduğu gibi
masanın üstüne bırakarak:

-Hadi, dabanının altını öpeyim... Asiye'de bekleyecek hal
kalmadı. Çocuğu da bir şey olmadan ne ideceksen et!- dedi.

Cankurtaran parayı teker teker saydıktan sonra eliyle itti.

-Çocuk musun yahu?.. Yüz otuz liraya sezeryan yapılır
mı? Al paranı da bir ebeye git!-

-Ebelerden hayır yok, doktor bey... Bir öküz sattım, bu kadar
verdiler.-

Bu aralık arsadaki Asiye'nin bağırışları, doktorun açık penceresinden
içeri girdi. İbrahim'in yüzünde bir korku, Cankurtaran'ın
dudaklarında tuhaf bir kıvrıntı belirdi:

-Öteki öküzle arabayı da sat, belki dört yüzü tamamlarsın.-

-Ne istersen vireyim doktor. Hepsi senin olsun... Hadi sen
Asiye'yi daha çok bağırtma...-

-Dur canım... Ya öküzlerle araba dört yüz etmezse?.. Sen
bana daha iki yüz yetmiş liralık bir senet imzala bakayım...
Ben karını ameliyat ederken sen de gider parayı tedarik edersin.
Haydi, durma!-

Acele bir senet yazdı, İbrahim'e parmak bastırdı.

Asiye'yi baygın bir halde ameliyat odasına taşırlarken, İbrahim,
tek öküzün sürüdüğü arabayı, üzerindeki yatak, yorganla
birlikte tekrar yeni hana götürdü. Fakat bu sefer hepsine
birden yüz elli liradan fazla veren çıkmadı. Sağ öküz zaten ihtiyar
ve zayıftı. Alıcılar şöyle bir sağrısını yoklamaya bile lüzum
görmeden: -Kocamış gayrı, yüz kayme bile etmez!- diyorlardı.
İbrahim buna da razı oldu. Yüz elli lirayı avucunda sımsıkı tutarak
doğumevine döndü. Bir hastabakıcı kendisine karısının
kurtulduğunu müjdeledi. Doktor onunla koridorda karşılaştı.

İbrahim hemen elindeki paraları uzattı:

-Fazla etmedi doktor. Hakkını helal et!-

-Ne demek o? Burası imaret değil!.. Bak, alın teri döktük.
Ameliyat bir saate yakın sürdü, karının da canı kurtuldu.-

-Ya çocuk?-

-Çocuk ölmüş. Zaten birkaç saat daha müdahale edilmeseydi,
annesi de yolcu idi.-

-Çocuk ölmüş ha! Erkek miymiş?-

-Erkekmiş... Ne olacak?.. Yenisine sağlık. İkiniz de gençsiniz.
Hadi, sen durma, köyüne git, dört yüzü tamamla... Daha
yüz yirmi getireceksin!-

-Nereden bulayım doktor bey!.. Mümkünü yok.-

Mutena Cankurtaran'ın tok ve tatlı sesi birden sertleşti:

-Ne demek o? Adam dolandırmaya mı çıktınız? Çok laf istemem.
Beş gün sonra karın taburcudur. Yüz yirmiyi getirir, karını
alırsın. Para gelmezse çıkarmam, her fazla kaldığı gün için
da ayrıca on beş lira alırım!-

İbrahim yüz yirmi lirayı denkleştiremedi. Cankurtaran da
kadını sahiden vermedi. Bir hafta sonra tekrar doğumevine gelen
delikanlıya:

-Şimdi borcun yüz altmış beş liradır. Yarın yüz seksen
öbür gün yüz doksan beş lira. Parayı getirmedikçe karını alamazsın.
Haydi, çek arabanı!- diye bağırdı, bir kerecik olsun
Asiye'yi görmesine de müsaade etmedi.

Asiye'nin analığı, Makbule yenge ile danıştı, gidip kızı zorla
almaya kalktılar, fakat hastabakıcılarla başhemşire bunları
kapı dışarı etti, merdivene kadar inen Asiye'yi de, iki tokat vurup
yatağa yatırdılar, bir daha böyle şeyler olmaması için elbiselerini
alıp kilitlediler.

İbrahim, kaldırılması geç kalan harmanı bir gün daha boşlayarak
tekrar Cankurtaran'a başvurdu:

-Doktor Bey!- dedi. -Bütün ekinimi satsam da kışın aç
otursak, gene elli lira bile denkleştiremem... Kurbanın olayım,
ver Asiye'yi de gidelim.-

-Çok konuşuyorsun. Siz köylüler zaten hepiniz dolandırıcısınız...
Sizin Allah bir dediğinize inanmamalı. İki yüz yirmi
beş lira getirmeden karını alamazsın!-

-Doktor Bey, çocuk da ölü çıktı zaten... Dört yüz lira nesine
bunun?-

-Elimde senedin var. Fazla yattığı günler için de on beş lira...
Bu işin yalanı, dolanı yok... Haydi, çek arabanı!-

İbrahim yine Asiye'yi göremeden köye döndü.

Ameliyattan beri on beş gün kadar geçmişti. Cankurtaran'ın
hiç kimseyi bedavadan beslemeye niyeti yoktu. İbrahim'in
para bulup getirebileceğinden de ümidini kesmeye başlamıştı.
Doğumevinin kadın hademelerinden birine yol verdi,
onun yerine Asiye'yi çalıştırmaya başladı. Hala kendini toparlayamamış
olan kızcağız, Amerikan bezinden, paçaları bağlı bir
donla kısa kollu bir gömlekten başka sırtında hiçbir şey olmadan,
sabahtan akşama kadar yerleri siliyor, çöpleri taşıyor, tükürük
hokkalarını temizliyordu.

Birkaç gün sonra analığı ile Makbule yenge Asiye'yi kaçırmak
için yeni bir teşebbüste bulundular. Doğumevine gidip güya
konuşuyormuş gibi yaparak, peştemallarının altına sakladıkları
şalvarları Asiye'ye verdiler. Genç kadın apteshane aralığında
giyindi, başını örttü, hep beraber çıkarlarken hademelerden
biri işi çaktı, tam sokak kapısında Asiye'nin koluna yapıştı.
Bunun üzerine hayli zorlu bir çekişme başladı. İki tarafın arasında
kalan ve kolları kopasıya zorlanan genç kadın avaz avaz
bağırıyordu. Bu sırada yetişen bir hemşire, hemen Asiye'nin
başından peştemalını çekti, bunun üzerine ihtiyar kadınlar daha
fazla zorlamaktan vazgeçip, yüksek sesle ilenerek uzaklaştılar.

Ertesi gün İbrahim erken erken doğumevine geldi. Doktorun
karşısına dikildi. O zamana kadar kendisinde hiç görülmeyen
bir tavırla:

-Doktor Bey- dedi, -harmanım yüzüstü kaldı, evim perişan
oldu. Sen bizim karıyı veriyon mu, vermiyon mu?-

Onun bu halinden kuşkulanan; fakat renk vermek istemeyen
Cankurtaran, önündeki bazı kağıtları karıştırarak, başını
kaldırmadan:

-İki yüz elli lira getirir, karını alırsın! Fazla istemeyeceğim-
dedi.

-Yani sen şimdi Asiye'yi vermiyon mu?-

Cankurtaran daha yumuşak bir sesle:

-Söyledim ya kardeşim, parayı getirmeden veremem!-

-Al öyleyse senin olsun. Köyde karı yok değil a! Hayrını
gör!-

Kapıyı vurduğu gibi çıktı. İki adım ötede, duvarın dibine
sinmiş bekleyen Asiye'yi görmeden merdivenlerden indi gitti.

...

Asiye'nin işleri gece yarısına doğru bitti. Apteshaneleri,
mutfağı silip temizledikten sonra, koridorun bir köşesinde bir
perdeyle ayrılmış küçük aralığa girdi. Yere serili duran yatağına
uzanarak, kirli, çarşafsız yorganı üstüne çekti. Koridorun sönük
gece ampulü perdenin içine de loş bir ışık veriyordu...
Kapkara gözleri, tıpkı karnında ölü çocuğu ile gelirken arabada
olduğu gibi, fıldır fıldır dönüyor, sanki beyaz tavanda bir şeyler
arıyordu...

Birdenbire fırladı. Başucundaki küçük pencereyi açarak
aşağıya baktı. Bir buçuk adam boyu vardı. Amerikan bezinden
donuyla gömleğinin üstüne bir şey almayı bile düşünmeden,
yalınayak, aşağıya, bahçeye atladı... ve o anda dudaklarından
fırlamak isteyen feryadı yumruğuyla zor zapt etti. Müthiş bir
ağrı, bıçak sokulmuş gibi karnından baldırlarına ve omuzlarına
yayılan bir sancı, gözlerini kararttı. Eliyle kasıklarını tutarak
yürüdü, sokağa çıktı, ağır ağır köyün yolunu tuttu. Şehrin dışında
yol, büyük çayın kenarından gidiyordu. Karanlık söğütlerin
arasından, kıyıdaki otlara sürtüne sürtüne, yılan gibi sesler
çıkararak akan suların uğultusu, şehirden uzaklaştıkça kuvvetleniyordu.
Hele çayın dönemeç yerlerinde bu uğultular; bir
insan kalabalığının karmakarışık sesleri gibi yükseliyor, alçalıyordu.
Asiye yürüdükçe karnında artan sancıyı elleriyle bastırıp
boğmaya muvaffak olamayınca iki kat kıvrılıyor, öyle yürüyor
ve çaydan gelen seslere uyarak: -Ya... Köyde karı yok değil
a!..- diye mırıldanıyordu. Karnında tuttuğu parmaklarının arasından
Amerikan bezi donunu ıslatarak sızan ılık, siyah bir yaşlık
bacaklarına doğru süzülüyordu. Bunu fark edince daha hızlandı.
Koşar gibi önüne eğilerek ilerliyor, gittikçe yükselen ve
sağdaki çayın uğultusuna karışarak söğütlerin tepelerine, sol
taraftaki bayırın kayalarına kadar yayılan bir sesle: -Köyde karı
yok değil a!..- diye haykırıyordu. Patlayan yarasından sızan
kanlar ayaklarını ıslattığı için tabanlarına kumlar yapışıyor ve
yerde kara noktalar halinde izler kalıyordu.

Köyün kıyısına geldiği zaman, kıvrıla kıvrıla başı dizlerine
yaklaşmıştı. Böyle olduğu halde, vahşi bir hayvan gibi: -Köyde
karı yok değil a!..- diye bağırışı ortalığı çınlatıyordu. Bu sesi
duyanlar evlerinden fırladılar. Yanına vardıkları zaman Asiye
yere yuvarlanmış, debeleniyordu. Hemen kucaklayıp götürdüler.
Fakat sabaha çıkmadı.

1947

:::::::::::::::::

Çirkince

Gece yarısını bir saat geçe Alsancak'tan kalkıp Ankara'ya
gidecek olan tren için birkaç gün önce bilet almıştım. Nedense
aklıma esti, son günü İzmir'de kalıp dolaşmaktansa sabah treniyle
-Selçuk-a gider, Efesos harabelerini gezer, akşamı ederim;
gece yarısı, nasıl olsa oradan geçecek olan Ankara trenine biner,
yoluma koyulurum, dedim. Öyle de yaptım.

Selçuk'a gelince, çantamı, önünü kebapçılarla üzümcülerin
doldurduğu, istasyon kahvesine emanet ederek, hemen yola
düzüldüm. Güneş iyice yakmaya başlamadan bu kırk beş dakikalık
yolu almak, ölü şehrin harabelerinde akşama kadar dolaşmak
istiyordum. Fakat daha Erkekler Gymnasium'unun kapısındayken
içime bir gariplik çöktü. Her İzmir'e gelişimde muhakkak
bir kere uğradığım bu harabeler, sanki seneden seneye
daha harap oluyor, binlerce yıl önce aralarında bazı insanların
insanlar gibi yaşadığı mermerler bile, kendilerini asırlarca örtüp
koruyan anlayışlı toprağın altından çıkarıldıklarına küsmüşçesine,
kararıp kirleniyordu. İçinde vücutları ve ruhları güzel
insanların yetiştirildiği Gymnasium'un mozaikleri, şimdi
birbirini kovalayan keçilerin tırnakları altında dağılmaktaydı.
Coşkun bayramların, spor oyunlarının kutlandığı Hypodrom'un
göbeğine muhacirler tütün ekmişler, kenardaki kuru yapraklı
bir çardağın altında sıtmadan titreşerek yatıyorlardı. Sayısı bir
zamanlar bin üç yüzü geçen ve bugün elimize ancak elli kadarı
gelebilen o harikulade tragedya ve komedyaların oynandığı tiyatronun
geniş ve serin artist gardropları şimdi tek tük gelen
seyyahlarla, buraya yerleşmiş olan birkaç aileye ve keçi çobanlarına
kenef vazifesini görüyordu. Sokakların mermer kaldırımları
arasından fırlayan böğürtlenlerin kalınlaşan kökleri,
binlerce yılın boğamadığı bu beyaz taşları çatlatıp parçalıyor;
yelkenleri pırıl pırıl gemilerle dolu limanı şehre bağlayan iki
yanı heykelli, geniş Arkadya caddesi, şimdi bütün ovayı kaplayan
bataklığın iki adam boyundaki sazları arasına dalıp kayboluyordu.
Sokaklarının ortasındaki mermer satış tezgahları hala
sapasağlam duran, bol çeşmeli Agora'nın dükkanları toprakla
dolmuş, içlerinde yabani incir ağaçları, mersinler, zakkumlar,
böğürtlenler türemişti. Raflarındaki on binlerce papirüsle kafalara
aydınlık düşünceler dolduran kütüphanenin pek bozulmamış
merdivenlerinden çıkıp, kurucusunun çıra isleriyle kararmış
mezarına girmek isteyince, karanlık uykularından uyandırılan
yarasalar hırsla insanın yüzüne çarpıyorlardı. Daha yapıldığı
günlerde bir zelzele ile yıkılan mabedin kalın sütunları, insafsız
bir tanrının hışmından korkup secdeye kapanmış gibi,
hep aynı istikamete uzanmış ve parçalanmışlardı. Küçük ve zarif
Odeon tiyatrosunu örten sararmış otların arasında kertenkeleler
dolaşıyor, Kızlar Gymnasium'undan tek ayakta kalan şey,
yarı yıkılmış büyük bir kapı, -Girmeyin, ağlarsınız!- der gibi
dudaklarını büküyordu.

Harabelerin bulunduğu tepeyi, gittikçe hızlanan adımlarla
dolaştım, Eshabıkehf mağaralarının önünde bir an durup düşündüm.
Bembeyaz bir şehrin arka yamacındaki bu kapkara
dağ içi mezarlarında yüzlerce yıl uyudukları rivayet edilen yedi
Hıristiyanın hikayesi, bana bu anda, dünyanın bir daha eşini
görmediği aydınlık eski Yunan medeniyeti üzerine çekilen karanlık
örtünün bir timsali gibi geldi. Öğle sıcağı bastırmıştı.
Çatlak ve ağdalı meyvelerini iri yapraklar arasında gizleyen incirlerin
gölgesine girince karnımın iyice acıkmış olduğunu fark
ettim. Birkaç yemiş koparıp ağzıma attım; içim daha çok bayıldı.
Bir an önce karnımı doyurmak niyetiyle, sürülmüş incir
bahçelerinin tezekleri arasında ikide bir tökezleyerek, kasabanın
yolunu tuttum. Duvarları yıkılmaya başlamış parkımsı bir
yerle ilkokulun arasından geçen ağaçlı caddenin sonunda çarşı
başlıyordu. Dükkan kılıklı postanenin karşısında ve biraz ilerisinde,
yeni yapıldığı zevksizliğinden belli beton bir binanın
önünde, üzerlerine damalı örtüler serilmiş birkaç masa vardı.
Oturup yemek istedim, -Kalmadı- dediler; bira istedim, çorba
gibi çıktı. Güç halle bir peynirli yumurta yaptırdım, rüzgarın
süpürüp getirdiği gübreli tozlarla biberlenen bu yemekten birkaç
lokma aldıktan sonra pis pis düşünmeye başladım: Daha
saat iki bile değildi. Bineceğim trene demek ki daha on iki saatten
fazla vardı. Akşama kadar ne yapacaktım? Haydi, kaleyi,
İsa Bey Camii'ni filan gezdim, akşamı ettim diyelim. Ondan
sonra ne halt edecek, nerede oturacaktım? Bir meyhane bulup
kafayı çeksem, sonra bir kahveye girip pineklesem bile, bu küçük
kasabada 22:45 ajansından sonra her yerin kapandığını tecrübelerimle
biliyordum. Düşündükçe önümde duran bu on iki
saat, bana sonu gelmez bir hapislik gibi korkunç görünmeye
başladı. Hırsımdan yerimde duramadım, kalkıp istasyona doğru
yürüdüm. Yüksek Roma kemerlerinin yanındaki külüstür
kamyonları, şerbetçileri seyrederken gözüm karşı taraftaki sırtlara
ilişti. Kendi kendime adeta haykırdım: -Çirkince'ye giderim yahu!-

Evet, en iyi çare buydu. Şimdi bir at tedarik edip Çirkince
köyüne gider, akşama kadar kalır, gece mehtapta ağır ağır dönerdim.
Hatırladığıma göre yol bir buçuk iki saat çekiyordu.
Gece onda yola düzülsem, on iki sıralarında gelirdim ki, geri
kalan birkaç saat de nasıl olsa geçerdi.

Selçuk, eski adıyla Ayasuluğ kasabasının şimal tarafındaki
sırtların arkasına düşen bu güzel köye, otuz sene önce, dokuz
on yaşında bir çocukken gelip birkaç gün kalmıştım. Annem ve
beş yaşındaki erkek kardeşimle beraber, Çanakkale'de asker
olan babamın yanından, Çivril'de asker olan dedemin yanına
gidiyorduk. Babam bizi bir gambotla Bandırma'ya kadar getirmiş,
trene bindirmiş, İzmir'deki bir arkadaşına yazdığı mektubu
annemin eline verip dönmüştü. Babamın bu arkadaşı bizi
İzmir'de iki üç gün evinde misafir ettikten sonra, Punta'dan
Aydın trenine bindirmişti. Şimdi düşünüyorum da, o karmakarışık
devirde, o berbat yolculuk şartları içinde annem gibi beceriksiz
bir kadının iki küçük çocukla bu kadar uzun yolculuğa
nasıl çıktığına hala şaşıyorum. Neyse, bulursa kömürle, fakat
daha çok odunla işleyen Aydın treni bizi yirmi dört saatte Selçuk
istasyonuna getirdi. Fakat orada trenin artık gidemeyeceği,
lokomotifin bozulduğu bildirildi. İstasyondaki bir yüzbaşı, yolumuza
ancak dört beş gün sonra devam edebileceğimizi söyledi,
vaziyetimizi öğrenince bize alaka gösterdi. Cephelerde her
gün yüzlerce subayın öldüğü, yüzlerce subay ailesinin memleket
içinde perişan kaldığı o günlerde, -silah arkadaşları- arasında,
birbirlerinin ailelerini korumak hususunda, yazılmamış
hatta konuşulmamış bir mukavele var gibiydi. İstasyondaki
yüzbaşı da, bir parça işinden baş alınca yanımıza sokuldu:

-Dinar ve Çivril cihetine tren kaldırıncaya kadar bekleyeceksiniz.
Fakat burası sıtmalı, berbat bir yerdir. Çocuklar sıcaktan
perişan olur. Otel filan bulmaya da imkan yok. Sizi Çirkince'ye
götüreyim. Bizim çocuklar da orada. Ben de vakit buldukça
ata atlayıp gidiyorum. Rahatsız olursanız da kusura bakmazsınız!-

Annem biraz mırın kırın ettikten sonra, açık bir asker arabasına
yüklendik. Yanımıza iki sakat nefer takıldı, ağır ağır Çirkince'nin
yolunu tuttuk.

Orada kaldığımız bir hafta, çocukluğumun en unutulmaz
günleridir. Ovayı aşıp dağ yoluna tırmanmaya başlar başlamaz,
incir ağaçlarının yerini zeytinler ve çamlar alıyordu. Yükseldikçe
manzara güzelleşiyor, sıcaktan bunalan Selçuk Ovası, sıtma
yuvası Cellat Bataklığı bile, taze boyalarla çizilmiş parlak bir
tablo halinde iki yanımıza seriliyordu. Küçük Menderes, bir cıva
şeridi gibi, kızgın güneşin altında buğulanarak, ta uzaklara,
sislere gömülen denize uzanıyordu.

Hele Çirkince... Hele bu yedi, sekiz yüz hanelik dağ köyü...
Daha uzaktan, çamların ve zeytinliklerin arkasından, hafif
çivitli beyaz evlerinin camları parıldayan, meydanlarını iri çınarların
gölgelediği küçük Rum kasabası... Bu kadar güzel bir
yere nasıl olup da -Çirkince- adını verdiklerine çocukluğumdan
beri şaşar dururdum. Muntazam kaldırımlı tertemiz sokaklarında,
bizi misafir eden yüzbaşının kızları ve mahallenin
Rum çocukları ile nasıl koşuşmuş, iğde ve ayva dallarından
yaptığımız kağnıları katır tırnaklarıyla nasıl süslemiş, çam kabuğundan
kayıkları her köşe başında şarıl şarıl akan çeşmelerin
yalaklarında nasıl yüzdürmüş, karaağaçlara tırmanıp kopardığımız
yaprakları kuzulara nasıl yedirmiş ve sık çalılar arasında
topladığımız kuzukulaklarını dişlerimiz kamaşıncaya kadar
nasıl yemiş ve doymamıştık. Selçuk'un sıcağından ve sıtmasından
kaçmış birkaç subay ve memur ailesiyle senelerden beri
buraya yerleşmiş Giritli bir kahveciden başka, köyün bütün
halkı Rumdu. Hepsinin ovada incir bahçeleri, dağın sırtlarında
zeytinlikleri vardı. Yazın sabahın erkeninde, kadınlı erkekli, bütün
köy halkı atlara binip ovaya iniyor, incirlerini işliyor, akşam
serinliğinde tekrar uzun bir süvari kolu halinde güle oynaşa
köye dönüyorlardı. Kışa doğru zeytin mahsulünü de böyle kaldırırlarmış.
Ova köylerindeki sarı benizli, şiş karınlı insanları
burada görmek mümkün değildi. Gündüzleri köy boşalınca geride
kalan iki büklüm ihtiyarların bile yanakları al aldı. Akşam
yemeklerini yedikten sonra hep sokağa dökülürler, mandolin
çalan delikanlılarla yumuşak sesli kızlar, şarkılar söyleyerek kalabalık
gruplar halinde dolaşırlardı. Koskocaman bir kiliseleri,
dört tane ilkokulları, bir tane de gimnazları vardı. Pazarları çınarlı
meydandaki gazinoların bahçeleri tertemiz giyinmiş insanlarla
dolar taşar, karı koca zarif bir karafadan rakılarını içerlerken
etraflarında çocuklar oynaşır, ihtiyar kadınlar siyah yünden
atkı örerlerdi. Çoğu Sakız biçimi tek katlı evlerin her zaman
açık duran kapılarından içeri bakınca, güzel döşenmiş bir
sofanın ortasında, üzeri dantel örtülü ceviz masalar, kenarında
oyma çerçeveli konsol aynaları görünürdü. Civardaki Türk
köyleri ile araları pek iyiydi. Etrafa kendilerini o kadar sevdirmişlerdi
ki, seferberlikte diğer mıntıkaların Rumları gibi Anadolu'nun
içlerine sürülmemişler, yerlerinde kalmışlardı.

Bütün bunlar şimdi gözlerimin önünde canlanıvermişti.
Ufacık bir çocukken orada dinlediklerimi, ayrıldıktan sonra
orası hakkında evde konuşulan ve anlatılanları hatırladıkça,
tekrar oraya gitmek isteği içimde mukavemet edilmez bir hal
aldı. Hatta geç kalıp treni kaçırmak pahasına da olsa, çocukluğumun
bu sihirli köyüne muhakkak gidecektim.

Mesele at bulmaktaydı. İstasyon şefine sordum, sanki
Türkçe anlamıyormuş gibi şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Bavulları
bıraktığım kahveciye başvurdum, beni öyle bir sorguya
çekti ki, casus diye şüphelendiğini fark edip lafı kısa kestim.
Tam bu sırada yanımda sakallı, kasketli, bir elinde eğri bir baston,
öbüründe cam tespih ile ihtiyar bir adam belirdi. Yüzü yabancı
değildi:

-Zatıalinizle üç sene evvel Efes harabelerinde teşerrüf etmiştik!-
diye kendini tanıttı. O zaman hatırladım. Emekli bir ilkokul
öğretmeniydi. Senelerden beri buraya yerleşmiş, birkaç
incir bahçesi edinmiş, kızlarını burada evlendirmişti. Lügatlı
konuşmaya, sözleri arasına divan edebiyatından beyitler karıştırmaya
ve eski Yunan tarihine meraklı bir zat olacaktı. Galiba
beraber rakı da içmiştik. Ve o, bir sırasını getirip başvekilden
kaza kaymakamına kadar, birçok makam sahipleri hakkında
yazdığı, esprisi orta, fakat vezinleri düzgün hicviyelerini birer
birer okumuştu.

-Safa geldiniz! Buyurunuz bir kahve içelim!- diyerek, yanıbaşındaki
iskemleye çöktü. Ben, günümün geri kalan kısmını,
onun hicviyelerini ikinci defa dinlemeye hasretmek korkusuyla
bir türlü oturamayarak:

-Teşekkür ederim, fakat ben bir at bulup Çirkince'ye kadar
gitmek istiyordum- diye mırıldandım.

-Çirkince'ye mi... Önce teşrif buyrulmuş muydu?-

-Çocukluğumda bir kere gitmiştim. Hafızamda çok güzel
bir köy olarak yer etmiş şimdi hatırlayınca muhakkak gitmek
arzusu duydum. Fakat vasıta bulamıyorum!-

-Merak etmeyin, şimdi bizim damada haber yollarız, bir at
hazırlar gönderir. Siz istirahat buyurun!-

Biraz durup, kendi kendine söylenirmiş gibi dudaklarını
kıpırdatarak tespihini çektikten sonra yüzüme baktı:

-Mamafih Çirkince'ye gitmenizi tavsiye etmem. Şimdi orda
birkaç muhacir ailesinden başka kimse yok. Sıcakta boşuna
yorulacaksınız!-

-Ehemmiyeti yok!-

-Gene de siz bilirsiniz... Mademki bir kere azmettiniz...
Kendiniz görüp hükmünüzü veriniz!-

Bu son sözleri söylerken, ak sakallarıyla cıgaradan sararmış
bıyıklarının arasında tuhaf bir gülümseme geçer gibi oldu.
Fakat ben bunun üzerinde durmaya vakit bulamadan, o, önümüzden
geçen bir çocuğu çağırarak at getirtmek üzere damadına
koşturdu. Sonra bana döndü: -Harabeleri teşrif buyurdunuz
herhalde. Ayağınızın tozundan belli... Nasıl buldunuz?-

-Evvelce de gezmiştim.-

-Ben de evvelce gezdiğinize nazaran nasıl bulduğunuzu
sormak istedim!-

-Çok bakımsız... Her tarafı ot ve çalı bürümüş. Korkarım
birkaç sene sonra şehir yeniden örtünüp kaybolacak. Ve gelecek
nesiller yeniden araştırmaya ve kazı yapmaya mecbur kalacaklar!-

Hafifçe güldü, kaşlarını kaldırdı:

-Biz harabı tahripte bile üstadız, mamuru tahripte neyiz?
Kıyas buyurun!-

Sol eliyle bıyıklarını yana, sakalını aşağıya doğru sıvazladı:

-Hele Çirkince'ye gidin gelin de, görüşürüz. Ben ajans vaktine
kadar bu kahvedeyim. Hatıralarınızın mezarını ziyaretiniz
uzun sürmeyecektir, tebşir (müjdeleme) edebilirim.-

İsmini hatırlayamadığım ihtiyar öğretmenin lügatlı konuşmalarını
daha fazla dinlemeye fırsat kalmadan eski bir Çerkez
eyeri kapatılmış doru bir kısrak önümüze çekildi. Atladığım gibi
Çirkince'nin yolunu tuttum.

Ovada atı süratliye kaldırdım. İki yanımda, incirlerin altında,
hasırlar üzerine yemişler serilmişti. Yol kenarında, kirli beyaz
gömlekli, donsuz çocuklar, ellerinde birer çomakla, hayvanın
nallarından kalkan tozda kayboluverdiler. Bayıra tırmanmaya
başlayınca otuz sene evvel geçtiğim yolu çok güzel hatırladım.
Fakat o eski taş döşeli yol, şimdi bozulmuş, yer yer diz
boyu çukurlarla dolmuştu. İki yanımızda uzanan zeytinlikler
yıllardan beri sürülmediği için her tarafı ot sarmıştı. Dağa doğru
yükseldikçe başlayan çamlıkların bir hayli seyrekleştiğini,
taze kesilmiş, dört beş yaşında çam fidanlarının körpe yaralarında
reçinelerin pıhtılaştığını fark ettim. Uzaktan ve yukarıdan
bakınca Selçuk Ovası, Küçük Menderes yine eskisi gibi parlak
renklerle uzanıyor, Cellat Gölü'nün yerinde şimdi tütün tarlaları
ve kanallar görünüyordu. Fakat beş on sene önce açılan bu
kanalların, sular bastıkça kenarlarındaki tarlaları kemirdikleri,
köşelerinden bucaklarından birer parça alıp tekrar bataklığa çevirdikleri,
şekillerinin bozulmaya başlamasından ve yer yer görünen
sazlıklardan belliydi.

İçime, Efesos'un perişan hali karşısında duyduğum acıya
benzer bir gariplik çöktü. Kim bilir Çirkince'yi de ne halde bulacaktım.
Hatta bir aralık atı çevirip gerisingeriye dönmeyi bile
düşündüm. Fakat tam bu sırada, bir dönemeci kıvrılır kıvrılmaz,
çivitli beyaz evleri, iri çınarlarıyla köyü karşımda buldum.

Yıllarca görmediğim bir hasretime kavuşmuş gibi yüreğim
hopladı. Sabahtan beri gördüklerimin ve duyduklarımın tesiriyle,
artık Çirkince'yi de yerinde bulamayacağımdan korkmaya
başlamıştım. Halbuki işte Çirkince, tıpkı otuz sene önceki gibi,
güler yüzüyle orada duruyordu.

Boynundan ve sağrısından sicim sicim terler süzülen atın
karnına dokundum, öne doğru eğilip gözlerimi kapayarak,
geçmiş zamanın ve pırıl pırıl hatıralarımın içine doğru dörtnala
atıldım. Gözlerimin önünde annemin, kardeşimin, beraber oynadığımız
arkadaşlarımın, sokakları dolduran insanların hep
birden gülümseyen aydınlık yüzleri; kulaklarımda mermer çeşme
yalaklarına akan berrak suların, şarkı söyleyen kızların,
rüzgarda atlas gibi hışırdayan karaağaç yapraklarının ve sabahın
ilk güneşiyle doğrulmaya çalışan çiy düşmüş tarlaların sesi;
burnumda, fırından yeni çıkmış tepsi ekmeklerinin, taze kesilmiş
çayırların ve tepedeki çamların arasından süzülüp akan
rüzgarın kokusu vardı. Altımdaki attan daha hızlı soluyarak
doğruldum ve gözlerimi açtım.

Dizginleri o kadar şiddetle çekmişim ki, hayvan başını hızla
geriye attı ve göğsüme çarptı. Bunun acısıyla mı, yoksa gördüğüm
manzaranın tesiriyle mi bilmiyorum, birdenbire başım
döndü, sersemledim, aşağı yuvarlanmamak için hemen indim
ve alnımı eyere dayayarak bir müddet bekledim. Biraz kendime
gelince, dizginleri dirseğime geçirerek yavaş yavaş köyün
içine girdim.

Burası benim otuz sene önce gördüğüm, içinde en güzel
günlerimi geçirdiğim yer değildi. Şu sağ tarafımda kapısız,
penceresiz, çatısız yükselen dört duvar, bir zamanlar bahçesinde
yüzlerce çocuğun oynadığı mektep olamazdı. Şu önümdeki
ulu çınarın dibinde, böyle bataklık ortasında bir taş yığını değil,
dört gözlü bir mermer çeşme olacaktı.

Köyü baştan başa dolaştım. Bu sekiz yüz evli küçük kasabada,
şimdi belki elli aile bile oturmuyordu. Buraya mübadil (başkasının
yerine getirilmiş) olarak yerleştirilen muhacirler, tütüncü oldukları
için incirlerini, zeytinliklerini yok pahasına satmışlar, hatta birçok
ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her biri bir tarafa dağılmışlardı.
Ortalıkta insan görünmüyordu. Belki yirmi seneden beri el sürülmemiş
gübre ve süprüntü ile kaldırımları görünmez hale gelen
sokaklarda, bazan gözlerinin rengi bile anlaşılmayacak kadar
kirli bir çocuk peyda oluyor, bir yabancının geçtiğini fark
eder etmez, arkasından çekmeye çalıştıkları keçinin ipini bıraktığı
gibi kayboluyordu. Yıllardır boş duran evlerin ne kapıları,
ne pencereleri, hatta ne de döşemeleri kalmıştı. Sekiz on odalı
koskoca evlerin sahipleri bile, pencerelerine tahta çiviledikleri
bir yer odasına dolmuşlar, öteki odaların dolap kapılarına ve
çerçevelerine kadar bütün tahta kısımları kışın söküp yakmışlardı.
Onları, karlı havada birkaç yüz metre ötedeki çam ormanlarına
gitmekten alıkoyan mukaddes tembellik karşısında
garip bir ürperti duyarak dolaşmama devam ettim. İçinde insan
bulunan bazı evlerin kapıları arkasından, yahut pencerelerdeki
tahtaların arasından, ürkek gözlerin beni seyrettiğini fark
ediyor ve her an biri yakama yapışıp:

-Ne işin var burada?- diye soracakmış gibi kuşkulu yürüyordum.

Bir zamanlar bizi misafir eden yüzbaşının evini buldum.
Kapı merdiveninde ihtiyar bir adam çömelmişti. Sordum:

-Burada siz mi oturuyorsunuz?-

Uzun uzun yüzüme baktıktan sonra, -evet- makamında
başını salladı ve:

-Ha!- dedi.

-Seferberlikte biz de burada oturmuştuk. İçeri girip gezebilir miyim?-

Tekrar yüzüme baktı, baştan aşağı bir süzdü:

-Gez, ne olacak!- dedi. Yerinden kalktı, birinci katta, sağdaki
odanın kapısını örttükten sonra önüme düştü.

Evin eski eşyasından ortada bir tek şey: Büyük bir konsol
aynası kalmıştı. Onun da çerçevesi kırılıp dağılmış, yer yer sırları
dökülmüştü. Yukarı kata çıkan merdivenin trabzanları sökülmüştü.
İhtiyar:

-Yukarıda bir şey yok. Nesine bakacaksın?- diyerek birinci
basamakta durdu.

-Olsun... Çocukluğum bu evde geçti!- diye bir yalan attım.

-Sen bilirsin!-

Yukarı kattaki odalarında bütün kapıları, pencereleri sökülmüştü.
Henüz döşemelere dokunulmamıştı ama, bütün duvarlar,
hatta tavanlar bile, sanki kazma vurularak yıkılmış, delinmişti.
Yanımdaki ihtiyara şaşkın şaşkın bakarak:

-Ne olmuş buralara?- diye sordum.

-Bizden evvel gelenler para aramışlar... Namussuz gavurların
paralarını nereye sakladıkları bilinmez ki...-

Yerler keçi, koyun pislikleriyle doluydu. İhtiyar, bunu da
izah etti:

-Kış günü yukarı katlar soğuk oluyor, biz aşağıda oturur,
hayvanları buraya kaparız. Pencerelere de birer çuval asarız...
Ne yapacaksın, fıkaralık...-

-Sizin zeytininiz, inciriniz yok mu?-

-Ne gezer... Bu köyde değil, Selçuk'ta bile ağacı olan kaç
kişi var ki... Fıkaralık... Biz sattık, üç dört beyin elinde toplandı...
Biz onlara işçi gideriz...-

Pencereden bahçeye bakacak oldum, gözlerim kendiliğinden
kapanıverdi. Eskiden kayısı, erik ağaçlarının sıra sıra dizildiği,
ortasında bir duvar gibi dümdüz şimşir fidanlarının uzandığı,
beyaz güllerin asma gibi evin duvarını sardığı, yolları çakıl
döşeli bahçede şimdi bir köşeye yaslanmış ve eski kapılardan
yapılmış bir tavuk kümesinden başka hiçbir şey yoktu.

İhtiyara üstünkörü bir -eyvallah- savurarak merdivenleri
ikişer ikişer indim ve sokağa fırladım. Ben geçerken, kadınların
kapandığı odanın kapısı azıcık aralandı, dört beş yaşlarında,
beyaza yakın sarı saçlı, kırmızı yüzlü, kara dişli bir çocuk üst
dudağında tozlanmış ve kurumaya yüz tutmuş iki sümük çizgisiyle,
sırıtır gibi beni süzdü, sonra içeri kaçtı.

Sanki bütün bu günün yorgunluğu şu anda üzerime çöküvermişti.
Dizlerim titriyor, sırtıma varıncaya kadar her tarafım
sızlıyor, kafamın içi uğulduyordu. Dizginleri koluma geçirerek
yürüdüm. Yollarda, tavuklar da dahil olmak üzere, her türlü
hayvan pisliğinden, karpuz kavun kabuğundan, çeşit çeşit süprüntüden
adım atacak yer yoktu. Evlerin su yolları, çukurları
dolmuş, tıkanmış olacak ki, çirkefler kapıların altında açılmış
deliklerden sokağa akıyor, orada bulduğu pisliklerin altında
kaybolarak ortalığa keskin ve yapışkan bir koku yayıyordu.

Eskiden dört beş gazinonun süslediği geniş, çınarlı meydanın
bir köşesinde küçük bir kahve ile, önünde iki teneke masa
gözüme ilişti. Yarım saat olsun dinlenmek üzere oraya gittim,
hayvanı bir ağaca bağlayarak arkalıksız tahta iskemlelerden birine
oturdum.

Uzun boylu, uzun kır bıyıklı, ihtiyarlıktan hafif kamburlaşmış
bir adam, karanlık kahveden dışarı çıktı. Beni baştan aşağı
süzdükten sonra, kocaman yumruklarını, -Burada ne işin var?-
der gibi masaya dayayarak sordu:

-Kahve mi?-

-Evet, sade olsun!-

İri pabuçlarını sürüyerek gitti, biraz sonra iki fincan kahve
ile birlikte geldi. Kendisi de bir iskemle çekip karşıma oturdu:

-Hayır ola? İş için mi geldiniz?-

O zaman bu adamı hatırlar gibi oldum, sorduğuna cevap
vereceğim yerde, adeta yerimden fırlayarak:

-Siz ne zamandan beri bu köydesiniz?- dedim.

-Elli sene oluyor herhalde... Babam bu köye yerleştiğinde
ben on beş yaşında vardım... Öyle ya... elli sene olacak.-

Şimdi onu iyice hatırlamıştım. Otuz sene önce bu köyde
oturan tek Müslüman, bu Giritli kahveciydi. O da bizim misafir
kaldığımız yüzbaşıyı, çocuklarını, hatta beni ve kardeşimi hatırladı.
Buraya hangi hayalin peşine takılarak geldiğimi öğrenince
gözlerini yüzüme dikti, hiçbir şey söylemeden, o da aynı
hayalleri arayıp bulmak istiyormuş gibi daldı.

Sevgili bir ölünün başında bekleşen iki acılı insan gibi, konuşmaktan
çekinerek, bir saat kadar karşı karşıya oturduk. Üç
dört adım ötedeki hayvan kımıldadıkça nalların kaldırım taşlarından
çıkardığı donuk, tok seslerden, bir de ulu çınarların
yüksek dallarındaki hafif uğultudan başka artalıkta çıt yoktu.

Gitmek için doğrulurken dayanamadım, daha çok kendi
kendime söyler gibi mırıldandım:

-Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak!-

Karşımdaki, bir hakarete uğramış gibi yüzüme sert bir bakış
fırlatarak adeta bağırdı:

-Bizim ne kabahatimiz var be?-

Eliyle kalktığım iskemleyi işaret etti, kabahatli bir çocuk gibi
hemen oturdum. O, gözlerinin sert, fakat aynı zamanda dalgın
bakışını hep üstümde tutarak, devam etti:

-Buraya getirip oturttukları mübadillerin de kabahati yoktu.
İskeçe'nin, Kavala'nın tütüncüleri... zeytinden, incirden ne
anlasınlar? Ağaç dediğin bakım ister, masraf ister... Kıymetini
bilmeyene nimetini verir mi? Muhacirler iki sene üst üste mahsul
alamayınca ya kestiler, ya sattılar... Cahillikle fakirlik bir olmuş,
Sultan Süleyman'ın mülkü dağılmış... Zaten tefviz (bir malı birine verme)
işleri de seneler sürdü. Dünyanın dalavereleri döndü. Gelenlerin çoğu
meteliksizdi. Para yedirip işlerini gördüremeyince hepsi bir
yana dağıldı... Ne olacak? Rumeli'nde koca çiftlik bırakan adama
yüz ağaç zeytin düşmedi de, köyünde bir baskısı olan burda
üç fabrikaya sahip çıktı. Senin anlayacağın, hakkı olan alamadı,
hakkı olamayan binlerce aldı. Ama onlara yaradı mı? Ne
gezer!.. Anafor malın kıymetini bilmediler, yok fiyatına elden
çıkardılar. Buraların eskiden kalma bir iki derebeyi vardı. Kimi
İzmir'de, kimi Ankara'da oturur... hepsini onlar kapattı... Emvali
metrukeden (sahipleri kaybolmuş mallar), ağacı on kuruşa, on beş kuruşa
zeytin, incir bahçesi satın aldılar... 'Malımı satmam!' diye inat edenler
de en sonunda boyun eğdi. Ne yapsın?.. Para da, devlet de ağaların
elinde. Bunlarla baş olur mu?.. Patronlar istemedikçe, kimse
ağacının meyvesini toplatacak işçi bulamaz. Çoluk çocuk kendisi
toplasa, yağını çıkartacak fabrika bulamaz. Evvela dört senelik
mahsulünü, sonra kökünü satar, alır başını gider.-

Önündeki teneke masayı ezmek ister gibi yumruğunu bastı,
gözlerini uzun müddet etrafta gezdirdi, sonra devam etti:

-Burası eskiden ne idi, şimdi ne oldu!.. Ama sebebi var. Eskiden
burada oturan herkesin kendine göre malı vardı. İncirden,
zeytinden ne alırsa burda yer, burda bırakırdı. Bütün bu gördüğün
dağların, ovaların nimeti hep burda kalırdı. Şimdi buraların
sahibi olan beyler, ne alıyorlarsa başka yere götürüyorlar. Apartman
dikiyor, köşk alıyorlar. Otomobillere, karılara yatırıyorlar.
İşçilik diye burada bıraktıkları, aldıklarının binde birini tutmaz.
Kalanlar da bununla işte bu kadar geçinebilir... O senin bildiğin
Çirkince de işte bu hale gelir... Cennet gibi yerler virane oldu
diye gavurda keramet, Müslümanda kabahat arama!.. Eskiden
buraların sahipleri burada yaşar, burada işlerdi. Sen sahipli
memleketi sahipsiz eden beylerin yakasına yapış... Bir daha da
öyle demin konuştuğun gibi konuşma... Bizim elimize geçen
her yer neden böyle olsun? Burası bizim elimize geçti mi ki?
Merak etme, milletin eline bir şey geçmedi; ovalar, dağlar üç beş
fırsat düşkününün elinde toplandı... İşte o kadar...-

Yerinden kalktı, önüne bakarak biraz durdu, sonra:

-Haydi sana güle güle!- diyerek kahveye girdi.

Bağladığım yerde huysuzlanmaya başlayan atı çözdüm, eski
Çerkez eyerine atlayarak geldiğim yoldan geri döndüm.
Gözlerimi hayvanın iki kulağı arasından ayırmamaya gayret
ediyordum. Ovaya ininceye kadar neler düşündüm, hatırlamıyorum.
Hayatımda kafamın içini bu derece bomboş bulduğum
bir an yoktur. Selçuk'a varmadan önce ovada, tozlu yollarda,
sağa, sola saatlerce dolaştım. Atı bazan kendi haline bıraktım,
bazan çılgın gibi sürdüm. Nihayet, bütün vücudum sızlar bir
halde, istasyona döndüm... Vakit epeyce ilerlemiş olacaktı. İstasyon
kahvesinde iki üç kişi oturmuş, domino oynuyorlardı.
İhtiyar öğretmen bir köşede, çenesini bastonuna dayamış,
uyukluyor gibiydi. Atın nal seslerini duyunca doğrulup bana
doğru birkaç adım geldi. Ben yere atlayınca dizginleri elimden
aldı, kahveci çırağına teslim etti:

-Biraz gezdir de, kaşansın... Sonra eve götürürsün! Ocağa
seslen de bize iki sade kahve yapsınlar...-

Masanın başında bir müddet hiç konuşmadan oturduk. Sükutu
ilk bozan o oldu:

-Nasıl? Çirkince'yi gördünüz mü?-

-Evet, gördüm!-

Bu sözlerin ağzımdan bir küfür gibi çıktığını fark ettim,
adamcağızı kırmış olmayayım, diye yüzüne baktım. Bana,
-Kendiniz görüp hükmünüzü veriniz- dediği zamanki gibi garip
bir gülümseyişi vardı. Ağır ağır doğruldu:

-Bendenize müsaade... Yaş ilerledi, uyku bastırıveriyor.
Kahveci de ışıkları söndürdü. Bundan istiskal (hoşlanmadığını
soğukça anlatma, yüz vermeme) çıkar... Mamafih siz yolcusunuz,
tren vaktine kadar beklersiniz, zaten bir şey kalmadı.-

Gitmek üzereyken durdu, tekrar bana döndü.

-Müsaade buyurursanız- dedi, -zatıalinizi haddim olmayarak
bir hususta tenvir (aydınlatma) edeyim. Teşrif buyurduğunuz köye hala
Çirkince diyorsunuz. Halbuki orası artık Çirkince tesmiye (adlandırma)
edilmiyor. Kaza kaymakamı ile parti erkan-ı devr-i cumhuriyette
böyle güzel bir vatan köşesinin adını Çirkince olarak bırakmayı
muvafık bulmadılar, Dahiliye Vekaleti'ne müracaat ederek değiştirttiler.
Şimdi oranın ismi Şirince'dir... Ya... Şirince...-

Tekrar arkasını döndü, beni, bütün lambaları sönmüş olan
istasyonda tek başıma bırakarak, bastonunu sürüye sürüye
uzaklaştı.

1947

:::::::::::::::::

Kurtla Kuzu

Polis müdürlüğünün kapısından çıkar çıkmaz bir an durakladı.
Kırk elli adım ötedeki anacaddeden geçen otomobillerin
fenerleri, ince ince yağan yağmuru aydınlatıyor, ıslak kaldırımlar
üzerinde kayarak uzaklaşıyordu. Hiç durmadan çanlarını
çalan tramvayların tellerden ve raylardan çıkardığı gıcırtılar,
kapanan dükkanların kepenk gürültüsüne karışıyordu. Olduğu
yerde dimdik duran Rifat'ın gözleri ile kulakları, yirmi gündür
alışkanlığını kaybettikleri bu tesirler karşısında vazifelerini
yapmaktan ürküyorlardı. Belki daha uzun zaman böyle kalacaktı,
fakat kulağının dibinde birdenbire patlayan müthiş bir
gürültü ile silkindi, bir polis, kapının önünde duran motosikletlerden
birinin motörünü işletmişti. Rifat etrafına bakıp, hala
burada ve polis otomobilleriyle motosikletlerinin arasında olduğunu
fark edince, sanki kendisini tekrar yakalayıp yukarıya,
o beyaz duvarlı ve tahta tavanlı minimini hücreye götüreceklermiş
gibi dehşetle titredi. Hızlı adımlarla uzaklaşarak caddeye
çıktı. Yürümeyi bile unutmuşa benziyordu. Yakasını kaldırdığı
paltosunun etekleri bacaklarına dolaşıyor, ayak bilekleri
kaldırımlarda sağa sola bükülüveriyordu. Köşeye kadar gidip
tramvay bekledi. Hemen odasına giderek biraz su ısıtmak, üç
haftadır sırtından çıkmayan ve ağır kokuları sokakta bile burnuna
kadar yayılan çamaşırlarını, elbiselerini değiştirmek, tıraş
olmak, ondan sonra sokağa fırlayarak dolaşmak, dizlerinin dermanı
kesilmezse sabaha kadar dolaşmak istiyordu.

Bu sırada iki arabalı bir tramvay, tam önüne gelip durdu.
Kendi semtine gitmediği için buna binecek değildi. Yağmur
damlalarının çizgi çizgi süzüldüğü buğulu camların arkasındaki
hayal meyal insanlara gözlerini dikti. Fakat kafası o kadar
bomboştu ki, tramvayın kalktığını ve pencerelerin birbiri arkasına
uzaklaştığını bile görmedi. Bunun için, tam karşısında
peyda oluveren birinin gözlerini kendine dikerek baktığını,
körlerinkine benzeyen bir hisle fark edince, adeta korkuyla:
-Ah!- diye bağırdı, bir adım geri çekildi. Sonra gözleri koskocaman
açılarak:

-Nasıl?- dedi. -Sizi de bıraktılar mı?-

Siyah bir mantonun içine büzülmüş ve başını yünlü bir atkı
ile sarmış olarak hiç kımıldamadan karşısında duran genç
kadın, gırtlağından zorlukla çıktığı hissini veren bir sesle:

-Evet!- dedi, fakat bu anda nedense birdenbire gözleri yaşardı
ve başı önüne eğildi.

Rifat gülmeye çalıştı:

-Heyecanınızı anlıyorum ama, bunun ifadesi ağlamak değil,
gülmek olmalıydı... Size de çok fena muamele ettiler mi?..
Ne tarafa gideceksiniz?-

-Aksaray'a!-

-Ben de o tarafa gidiyorum. İsterseniz yürüyelim. Konuşuruz.
Acaba arkamıza adam koydular mı? İsterlerse koysunlar...
Artık mahzur yok, bizi kendileri tanıştırdılar.-

Yürümek için bir hareket yaptı, fakat kadının hala kımıldamadığını,
yalnız önüne eğilen başının sarsıldığını görünce yaklaştı,
bu sefer sahiden şaşırdı:

-Ne oluyorsunuz canım! Üç beş günlük bir macera sizi bu
kadar mı sarstı?-

Genç kız, karşısındakinin bu sözlerinde kendini gösteren
apaçık ihtar, hatta bir parça da küçümsemeyi isyanla karşıladı,
başını hızla geriye atınca atkısı arkasına kaydı. Kuru bir sesle:

-Ne münasebet!- dedi. -Bana yapılanlar ancak yapanları
küçültür... Beni heyecanlandıran o değil... İçerde size karşı o
fenalığı ettikten sonra... çıkar çıkmaz sizinle karşılaşmak beni
şaşırttı... Belki de mahsus böyle yaptılar... Bizi, arka arkaya
bıraktılar ki, rastlaşalım. Şu anda bizi gözetlemedikleri ne malum!-

-Dedim ya, yürüyelim. Takip ediyorlarsa farkına varırız...
Çekinecek ne var? Bizi içerde karşılaştıran ve birbirimize tanıtan
onlar. İkimizi de aynı anda serbest bırakıyorlar. Evlerimizin
aynı semtte olduğu da evraklarında kayıtlıdır... Şu halde beraber
yürümemizde ne fevkaladelik var? İsterlerse çağırsınlar da,
bunun sebebini öğrenmek için de üç gün, beş gün tutsunlar...
Haydi, gidelim.-

Bu sefer genç kız onun yanına sokuldu, koluna girdi:

-Haydi yürüyelim...- dedi, birkaç adım gittikten sonra: -O
geceyi bütün hayatımda unutamayacağım... Nasıl oldu da o
kadar zayıf bulundum...-

Rifat birdenbire ciddileşti:

-Olur, bazan olur... İnsan dedikleri mahlukun, içinde neler
kaynaştığını biliyor muyuz? Öyle anlar olur ki, en ummadığımız
adam en beklemediğimiz şeyleri yapabilir. Şimdi bu pişmanlığınız
bile iyi bir şey. Yaptığınız şey için mazeret aramıyor,
üzülüyorsunuz. Sonra o kadar mühim bir kusur yapmış da değilsiniz.
Beni tanımadığınız halde, tanıdığınızı söylettiler... Ne
oldu? İki taraftan hiç olmazsa biri sağlam çıkarsa vaziyet o kadar
tehlikeli olmayabilir. Sizi tanıdığımı bana da söyletmek istediler.
Dört gün uğraştılar... Ben mukavemet ettim, halbuki
siz aynı mukavemeti gösterememişsiniz. Eh, kendinizi öğrenmiş
oldunuz. Dedim ya, kendi içimizde, kendimize dair bilmediğimiz
o kadar çok şey var ki... Böyle vesilelerle meydana çıkıyor
da öğreniyoruz. Bunların var olması utanılacak bir şey
değildir, var olduğunu öğrendikten sonra buna göre hareket etmemek
yanlış, hatta korkunç olabilir.-

Bir müddet sustu. Yan gözle genç kıza bakıyordu. Atkısını
tekrar başına örtmeyi unutan kızın sarı kıvırcık saçları ıslak ıslak
parlıyordu. Rifat, sözlerini dönüp dolaştırdığı halde bir türlü
bağlayamıyor, nereye varmak istediğini, kendisi de bilmiyordu.
Bazı tatsız düşünceler kafasına hücum edince, onları uzaklaştırmak
için başka şeyler söylemeye çalışmıştı.

Bayezit taraflarında, camekanları soluk soluk parlayan bir
dükkanın önünde kızı kolundan tuttu:

-Karnınız aç değil mi, Sevim Hanım?- dedi.

-Aç olması lazım... Üç gündür bir şey yemedim.-

-Ben de... Şuraya girelim de birer çorba içelim.-

Bir eliyle kapıyı açarken ötekiyle cebini yokladı. Tevkif
edildiği sırada aldıkları beş on lirayı çıkarken geri vermişlerdi.

Masanın başında yan yana oturdular. Hiç konuşmadan
çorbalarını içtiler ve başka bir şey yiyemeyeceklerini, hemen
tıkandıklarını anladılar. Delikanlı cebinden sigara paketini çıkarıp
kıza uzattı, fakat o, başıyla, -İçmem- diye işaret etti ve
-Kalkalım- demek isteyen bir hareket yaptı.

O zaman Rifat, oturduğu iskemleyi biraz yana çekip yüzünü
daha çok genç kıza döndü ve başka şeyler düşünüyormuş
gibi dalgın gözlerle karşısındakine bakarken:

-Acele etmeyin... Benim de size söyleyeceklerim var!- dedi.

Dükkanda başka müşteri yoktu. Mal sahibi de, kirli bir camekanın
arkasındaki işkembe kazanının başında oturmuş, çenesini
eline dayamış duruyor, bir çorbadan başka bir şey yemedikleri
halde masada yan yana oturup lakırdıya dalan bu çifti
unutmuş görünüyordu.

İkide birde rüzgarın savurup camlara çarptığı yağmurun
gürültüsü kadar hafif bir sesle, Rifat konuşmaya başladı:

-O akşam beni, dört gündür beklettikleri ve geceleri çıplak
masaların üstünde yatırdıkları bir kalem odasından alıp da sizinle
yüzleştirmeye götürdükleri zaman, işi anlamıştım. Sizi
yumuşattıklarına kanaat getirmeseler, bu yüzleştirmeye lüzum
görmezlerdi. İlk karşılaştığımız anda bu kanaatim kuvvetlendi.

Koskoca masanın bir ucunda, iskemlenin kenarına ilişmiş,
adeta büzülmüştünüz. Masanın etrafında, yüzlerinde yorgun,
fakat insafsız ve biraz da alaycı bir ifade ile yer almış olan o beş
altı kişilik komisyon sizi bir hayli ürkütmüştü. Beni içeri aldıkları
zaman arkanız kapıya dönüktü. Beni getiren polisle beraber
yavaşça yanınıza kadar sokulduk. Sonra komisyon azasından
biri birdenbire size dönerek: 'Arkanıza bakınız, bu beyi tanıyor
musunuz?' diye sordu.

Yüzünüzü bana çevirdiğiniz zamanki halinizi unutamayacağım.
Senelerce önce, hayatımda ilk ve son defa olarak, bazı
arkadaşlarla ava gitmiştim. Tabii ne keklik, ne tavşan, hiçbir
şey vuramadım. Akşamüzeri dönerken, yolun ilerisinde, çıplak
bir taşın üzerinde bir sürü serçe gördüm. Bütün gün bir işe yaramayan
çifteyi o tarafa çevirip ateş ettim. Kuşlar pırrr diye dağıldılar.
Yalnız bir tanesi kanadından yaralanmış, yerde seke seke
kaçmak istiyordu. Koşup onu avucuma aldım. O zaman bir
kuşun kalbinin ne kadar hızlı çarptığını anladım. O fındık kadar
et parçası, avucumu patlatacak gibi vuruyordu. Gözlerinde
şaşkın, fakat müthiş bir korku vardı. Bu bakışlarını görünce,
hayvanı yere bıraktığım gibi kaçtım... İşte o akşam sizin bakışlarınız
bana, çoktan unuttuğum bu kuşun gözlerini hatırlattı.
Kalbinizin de herhalde onun gibi vurduğunu düşündüm. Birdenbire
içimden bir gülmek geldi. Evet, orada, dört gece uykusuzluktan,
açlıktan sonra, o korkunç odada, gecenin o saatinde,
o 'düşman' bildiğim adamlar arasında, sizin şaşkın haliniz,
dehşetten açılmış gözleriniz bana gülünç göründü. Hele, gözlerinizi
dimdik yüzüme dikerek: 'Evet, tanıyorum!' diye yalan
söylediğiniz anda, etrafınızdakilerden çok benden korkuyormuşsunuz
gibi bir haliniz vardı ki, bu haliniz, o anda size karşı
merhamet değil, istihfaf (hafifseme, küçük görme) duymama sebep oluyordu.
Belki siz de hatırlarsınız, yüzümü sizden çevirdim, orada oturanlara
gülümseyerek döndüm: 'Böyle bir hanım tarafından tanınmak benim
için bir şereftir. Fakat ben kendilerini tanımıyorum ve bundan
pek müteessirim!' dedim.

Beni tekrar yukarı çıkardıkları zaman adeta bir zafer kazanmış
gibiydim. Başka bir insanın zayıf olduğu yerde kendimizin
kuvvetli kaldığımızı bilmek gurur verici bir şey... Şimdi
bunları tekrar gözümün önünde canlandırınca içimden size değil,
kendime gülmek geliyor.-

Genç kız hayretle Rifat'ın yüzüne baktı. Bir şey söylemeyecekti,
delikanlı eliyle onu susturan bir hareket yaparak devam etti:

-Kendimi ne kadar kuvvetli hissediyordum bilseniz!.. Dört
gün bir kalem odasında, gündüzleri bir iskemlede, kımıldamadan
oturmuş, geceleri çıplak bir masaya uzanmış, fakat uyuyamamıştım.
İçimdeki bütün sinirler seferber olmuş gibiydi. Karnım
acıkmıyor, uykum gelmiyordu. Kafama sokulmak istenen
düşünceleri, vaziyetimin ne olacağı endişelerini, beni dışarıdaki
hayatıma bağlayan hatıraları, gözümün önünde canlanmak
isteyen çehreleri insafsızca uzaklaştırıyor, sadece mantık ve iradeden
ibaret kalmak istiyordum. Gündüzleri odayı dolduran
memurların konuşmalarına kulak verdikçe nefsime itimadım
büsbütün artıyordu. Hürriyetime, hatta hayatıma hükmedebilecek
durumda olan bu insanların zavallılığı gururumu artırıyordu.
O günlerde bunlara elbise, palto, şapka, ayakkabı veriliyordu.
Bütün konuştukları bundan ibaretti. Birisi, aldığı pabucun
bir teki öbürüne uymadığından şikayet ediyor, öteki, palto
provası yapan terziye sövüyor, bir başkası, kendisine verilen
şapkayı satıp üstüne para ekleyerek daha iyisini alacağından
bahsediyordu. Hepsi de, hizmetinde bulundukları idare makinesinden,
devletten, memleketin gidişatından şikayetçiydiler.
Herhangi bir kasaba kahvesinde, bir kenar mahalle tramvayında,
bir rakı meclisinde söylenen ve görünüşte üstünkörü, dar,
hatta yanlış oldukları halde sebepleri biraz kurcalanınca derin
yaralara dayanan o tenkitler, o küfürler, bu adamların da günlük
mevzularıydı. Üstelik, aleyhinde bulundukları sistemin
kendilerini, bu dertleri ortaya dökmek ve bunlara bir çare bulmak
için savaşanları ezmek işinde kullandığını bile fark etmiyorlardı.
Bazan, mesela akşamları paydos zili polis müdürünün
emriyle iki saat geç çalındığı veya izinli gidecek birine ani bir
vazife verildiği zaman, hiddetten kıpkırmızı olmuş suratlarıyla
bana dönüp:

'Beyim, bu heriflerin aleyhinde az bile yazıyorsunuz! Kendi
keyiflerinden başka bir şey düşünmezler... Bunların içyüzlerini
asıl biz biliriz ama, söyleyemeyiz ki. Ekmek parasıyla bağlanmışız
bir kere' diye dert yanıyorlar, fakat biraz sonra, masalardan
birinin üzerinde bulduğum bir kağıt parçasına, iş olsun
diye bir şeyler karalayacak olsam:

'Yazı yazmanız yasaktır beyim!' diye hemen üstüme atılıyorlardı.

Ben de, bu zavallıları dinledikçe, hallerine baktıkça, uğrunda
savaştığım hakikatlere daha çok inanıyor, ahmaklığın, geriliğin
ve namussuzluğun bir gün nasıl olsa yenileceğine daha çok
güveniyordum. Yalnız, zayıf olmamak ve dövüşmekten yılmamak
lazımdı.

Kendimi daima avucumun içinde bulundurmak için, dediğim
gibi, adeta dervişçe bir irade denemesi, bir çile tecrübesi
yapıyordum. Bilirsiniz, böyle yerlerde beklemek, her an bir şey
olması ihtimali içinde, saatlerce, günlerce hiçbir şey olmadan
beklemek azapların en korkunçları arasındadır. Bir kapının
önünde, bir hücrede, neden olduğunu bilmeden beklemek. Kafanıza
dolmak isteyen türlü ihtimallerle zaman zaman yüreğinizin
çarpıntısı artarak beklemek. Ben kendimi buna bile alıştırmıştım.
Beynimi beyaz bir kağıt gibi bomboş hale getirebiliyor,
ruhsuz bir et yığını gibi, hayret verici bir duygusuzluk, bir çeşit
aptallık hali içinde, zamanın geçtiğini anlamadan bekliyordum.
Herhangi bir zayıf hissin pençesine düşmemek için, tevkif edildiğim
andan beri, çocuğumun, her zaman defterimin arasında
taşıdığım resmini çıkarıp bakmaktan bile kaçınmıştım.

İşte bunun için sizin o akşamki haliniz bende derin bir istihfaf
duygusu yaratmıştı... Durun, üzülmeyin... Eğer ondan
sonra olan bazı şeyler bana kendimi istihfaf etmeyi öğretmiş olmasaydı
bunları size söyleyemezdim... Kalbimizin 40 derece
ateşe kaç gün dayanabileceğini, böbreğimizin günün birinde taş
yapıp yapmayacağını nasıl bilemezsek, söylenmemesi gereken
bir hakikati veya bize zorla söylettirilmek istenen bir yalanı
söylememek için ne kadar tazyike tahammül edebileceğimizi
de ölçemeyiz. Kimisinde bu mukavemet ölüme kadar devam
eder, kimisi ilk korkunun doğurduğu heyecanla yumuşayıverip
cellatlarının elinde şekilsiz bir balmumuna döner... Fakat bilebileceğimiz
bir şey var ki, o da bu cellatların bize dost olamayacağıdır.
Bunların hepsi fena, vicdansız insanlardır demek istemiyorum.
Ne gezer, onların arasında da ne müşfik aile babaları,
ne vefalı arkadaşlar, ne hassas yürekli tabiat aşıkları vardır.
Ama karşımızda düşman olarak vazife aldıkları andan itibaren,
onlar, iradelerinin dışında bir kuvvetin oyuncağıdırlar. Cemiyet
içinde aldıkları mevki ve vazifenin onlara verdiği şahsiyet, tabiatın
şekil verdiği asıl benliklerini o kadar gölgelemiş, seneler
geçtikçe o kadar gerilere itmiş, boğmuştur ki, kendileri bile bu
asil benliklerini aramaya kalksalar, herhalde içlerinde karanlık
bir boşluk, bir kargaşalıktan başka bir şey bulamayacaklardır.
Benimle uğraştıkları, hatta işkence ettikleri sırada, ben onlarda
bu insan tarafı aramakla meşguldüm. Evet, onlar benim fena bir
kimse olmadığıma inandıkları halde muhakkak fena bir tarafımı,
kendilerince fena sayılabilecek bir tarafımı bulmaya uğraşırlarken,
ben onların insanlıktan uzaklaşmış, hayvanlıktan, vahşilikten
bile daha ürkütücü bir hal almış olan hareketlerinde, yüzlerinde,
sözlerinde, şu her şeyi iyi ve güzel bir ahenge götürmeye
çalışan tabiatın bir eserini, bir izini arardım. Onlara hiçbir zaman
kızamıyor, onlardan nefret etmiyor, sadece zavallılıklarına,
daha doğrusu insanlığın bu kadar tiksinecek hale gelmesine
acıyordum. Bunun için de, hiçbir tazyik, hiçbir işkence beni
kendi gözümde küçültmüyordu. Zaten işkence nedir? İrademiz
ve kafamız bizi küçültecek bir iş yapmadıkça, işkence sade bir
fizyoloji meselesidir. Etlerimiz, sinirlerimiz dayanabildikleri kadar
dayanırlar. Sonra, tabiat ne emrederse, o olur. Ama ruhumuzu
kamçılattırmamak elimizdedir. Halbuki ben ruhumun
üzerine bir tokat yedim ve bunda kabahatliyim! İşte sizi bu akşam
bunun için burada alıkoydum. Söylemeden edemeyeceğim.
Karımla çocuğum çıktığımdan habersiz, evde bekliyorlar...
Fakat daha önce içimdeki bu zehirleri boşaltmam lazım.
Yoksa onların, hiç kimsenin yüzüne bakamam. Siz, içerdeyken
zayıf bulunduğumuz bir anı bana hatırlatmasaydınız, ben bunu
kimseye anlatamayacak, belki ömrümün sonuna kadar, kendi
kendimden utanarak dolaşacaktım. Açık söylüyorum, sizi karşımda
bir çeşit suç ortağı olarak görünce adeta memnun oldum.
Neyse... Dayak o kadar mühim değildir, diyordum. Çünkü
otuz kırk sopadan sonra insan çok kere bir şey hissetmiyor. Tabuta
girmek, susuzluk... uykusuzluk... hepsi geçiyor... İstesek
de, istemesek de geçiyor. Ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar,
bunları çekerken, şu nokta daima aklımızda: Bunlar benim iradem
dışında olan işler. Önüne geçmek için ne yapabilirim? Yalvarmak
mı? Asla... Ne faydası var ki? Dilimiz ayrı, dünyamız
ayrı... Kuzunun kurda yalvarması gibi bir şey olur. Çünkü bana
işkence edenler de, birkaç ruh hastası bir yana, bunu sadece
zulüm olsun diye, zevk almak için yapmıyorlar... Vazife diye
başlamışlar... Ruhunu ekmek parasına satan her insan gibi yavaş
yavaş alışmışlar, birer makine haline gelmişler. Bizi onlardan
asıl iğrendiren, daha ziyade insanın böyle bir makine haline
gelmesi. Evet, ben ben olarak ve o o olarak kaldıkça, aradaki
mesafe muhafaza edildikçe işkence ve dayak o kadar mühim
değil. Fakat bu mesafeyi ortadan kaldırıveren bir şey... İnsanı
katilinin kolları arasına atan bir dikkatsizlik... İşte, beni bu yirmi
günlük cehennemin sonunda hala zangır zangır titreten
bu... Nasıl oldu? Nasıl yaptım? Bilmem anlatabilecek miyim?
Ama bir mahkumun celladına, bir koyunun kasabına gülümsemesi
gibi bir şey... Düşündükçe tüyleri diken diken eden bir
zavallılık... Bakın nasıl oldu... Sizinle muvacehe (yüz yüze gelme,
yüzleşme) edildiğimden on gün kadar sonra idi. Bir haftadan beri minimini
bir hücreye atılmıştım, ara sıra ordan alıp ifadeye götürüyorlardı. Ama, en
şiddetli işkenceler asla bana yapılmamıştı. Ben şöyle arada bir
yoklananlardandım. Günde, bir, en çok iki defa beş on sopa...
Sonra o tepesinde bin mumluk ampul yanan ve insanın beynini
cıvık bir çamur yığını haline getiren hücre... Eminim ki, koridorda,
tepedeki kırık camekandan dökülen karın altında, kuru
bir bank üzerinde iki haftadır büzülüp oturan altmışlık sendikacı
benden çok daha fazla azap çekiyordu... Sadece orada pineklemekle...
Evet, hücreye konduğumun haftası, yahut onuncu
günüydü, kısa boylu, tezgahtar kılıklı bir herif, bir sivil komiser
beni gelip aldı. Önce bir santim kadar uzamış olan sakalımı
tıraş ettirdi, üstümü başımı düzeltmemi söyledi. Koridora
çıktığım zaman, günün ışığı gözlerimi alıyordu. Birlikte yürüdük,
kapısı meşin kaplı bir odanın önüne gelince, orada duran
başka bir memurun kulağına bir şeyler söyledi, beni ona teslim
edip içeri girdi, pek az sonra çıkarak: 'Buyurun!' dedi.

İçerisi, oldukça iyi döşenmiş bir büro idi. Büyük, kristal bir
masanın arkasında, sarı bağa gözlüklü, tombulca yüzlü, dolgun
dudaklı biri oturuyordu. Ben girince ayağa kalkarak, birkaç
adım yaklaştı, elini uzattı ve: 'Geçmiş olsun Beyefendi!' dedi.

Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Şimdiye kadar ifademizi
alan heyetlerin hiçbirinde kendisini görmemiştim. Beni
getiren ve kapıda bekleyen memurların hallerinden, bilhassa,
bu meselenin tahkiki için Ankara'dan gelmiş, yüksekçe bir memur,
bir şef olduğu anlaşılıyordu. Bana uzattığı eline bir an şaşkın
şaşkın baktım. Kalın parmaklı, bembeyaz bir eldi ve hala
bana doğru uzanmış duruyordu. Ben de elimi uzattım ve avucumun
içinde ılık bir et yığınının yapışkanlığını hissettim. 'Buyurunuz,
şöyle oturunuz!' diyerek, kristal masanın yanındaki
maroken koltuğu gösterdi. Kendisi de yerine gitmeyerek, karşıdaki
koltuğa yerleşti. 'Size burada, layık olmadığınız şekilde
muamele edildiğini öğrenince çok üzüldüm...' diye söze başladı.
'Siz münevver, tahsil, terbiye görmüş, kıymetli bir gençsiniz.
Memleket daha sizden çok hizmetler bekliyor. Başınıza gelen
bu işin bir ehemmiyeti yoktur, bizim ve sizin müşterek gayretimizle
her şey düzelir.'

Ben ne diyeceğimi nasıl bir tavır alacağımı şaşırmıştım.
Bu yakın alaka, bu alışmadığım nezaket karşısında, her zamanki
kapalı ve soğuk halimi muhafaza etmeli miydim, yoksa
onun bu kibarlığına karşı ben de bir parça yumuşak mı davranmalıydım?
Acaba bu zarif muamele içten gelen bir nedametin
ifadesi mi, yoksa sinsi bir tuzak mıydı? O, benim daha fazla
düşünmeme meydan vermeden devam etti:

'Memurlarımız hakkında müspet kanaatiniz olmadığını
tahmin ediyorum. Hakkınız var. Ama insaflı düşünürseniz onlar
da mazurdurlar. Tahsilleri, yetişme tarzları nedir ki; bugün
devletin verdiği maaşla daha iyilerini bulmaya da imkan yok.
Bendeniz Viyana'da bulundum. Zabıta teşkilatını tetkik ettim.
Lise mezunu olmayan polis yok. Biz de böyle yapmaya çalışıyoruz.
Fakat daha seneler ister. İnşallah, bizde de, şahsa göre
muamele etmeyi bilen memurlar yetişecek.'

Bunları söylerken yüzümü, dizlerimin üstünde duran ellerimin
hareketlerini tetkik ediyordu. Gözlüklerinin arkasında fırıl
fırıl dönen gözleri hep gülümsüyor gibiydi. Birdenbire ayağa
kalktı: 'Sizi, şu ayaktakımı herifler, amele makulesi serserilerle
müsavi tutmanın doğru olmadığını kendilerine söyledim.
Ben sizi burada bir mevkuf değil, yardımını istediğimiz bir arkadaş
telakki ediyorum. Bazı hususlarda malumatınıza müracaata
zaruret hasıl olduğu için sizi buraya çağırdık ve birkaç
gün alıkoyduk. Bu vatan hainlerinin arasına herhalde merak
saikasıyla sokulmuş olacaksınız. Muhakkak ki bize bazı faydalı
bilgiler verebilirsiniz...'

Ondan sonra, geldiğim günden beri sorup durdukları, hiçbirinden
haberim olmayan ve ancak polisin hasta muhayyilesinden
doğduğu ilk bakışta anlaşılan o bir sürü saçma sualleri
tekrarladı. Ben, karşımdakinin nazik tavrına uydurmaya çalıştığım
yumuşak bir sesle: 'Beyefendi' dedim, 'maiyetinizdekilerin
az nazik metotları nasıl bir netice vermediyse, sizin bu çok
nazik sorgu şekliniz de faydasız kalacak. Çünkü sorduklarınıza
evvelce verdiğim cevaplardan başka bir şey bilmiyorum. Gizli
kapaklı hiçbir işle alakam yoktur, münasebette bulunduğumu
söylediğiniz kimseleri de, uzaktan bile tanımam.'

Bunun üzerine aramızda, on beş günden beri ötekilerle
aramızda devam eden karşılıklı didişmenin bir başka türlüsü
başladı. O, ani suallerle zihnimi dağıtmaya, beni kendi sözlerimde
bulmaya çalıştığı tezatlarla bağlamaya, muhakkak, her
ne pahasına olursa olsun bana bir şeyler itiraf ettirmeye, birtakım
insanlar hakkında, itham edici bir şeyler söyletmeye uğraştı.
Ben, sahiden bir şey bilmediğim, söyleyecek bir şeyim olmadığı
için, kısa cevaplar veriyordum. O, yüzünden eksilmeyen
tebessümle yanıma sokuluyor, üzerime doğru eğilerek beni ikna
etmek istiyor, bir şey elde edemeyince, kızmıştan ziyade canı
sıkılmış, benim hesabıma üzülmüş bir tavırla yerine gidip
oturuyor, gözlerini kapayıp biraz düşünüyor ve tekrar, bambaşka
bir taraftan aynı çıkmaz oyuna başlıyordu.

İçimde gitgide artan bir sıkıntı bana nerdeyse o sopalı ve küfürlü
isticvapları (sorgulama) arattıracaktı. Fakat bir taraftan da düşünüyor,
bana bu kadar nazik muamele eden adamı kızdırmaktan
bir şey çıkmayacağını, iyi idare edersem onu sahiden, doğru
söylediğime inandırabileceğimi, bir parçacık da olsa lehime görünen
kanaatlerini ters tavırlarımla sarsmakta bir fayda bulunmadığını
kendime tekrarlıyordum. Sesime samimi bir eda, yüzüme,
ona istediği gibi cevaplar verememekten adeta müteessir
olduğumu gösteren bir ifade vermeye çalışıyor, aramızda beliren
yakınlık havasını bulandırmamak için, dost gözlerle onun
hareketlerini takip ediyor ve suallerinin dışında kalan umumi
mahiyetteki bazı sözlerini başımla tasdik ediyordum. Fakat
onun bana söyletmeye çalıştığı şeylerden hiçbirine istediği cevabı
vermiş değildim.

Bir aralık yorulmuş gibi koltuğa çöktü. İlk defa, gülümsemeden,
ciddi ve araştırıcı gözlerle beni süzdü. Sonra cebinden
sigara paketini çıkararak uzattı: 'Buyurun!'

Bir an duraladım. Sigara tiryakisi değildim. Ara sıra içtiğim
olurdu ama, şimdi, yarı aç mideyle ve bu şartlar içinde, sigaranın
manzarası bile içimi bulandırdı. 'İstemem!' diyecektim.
Fakat karşımdakinin dimdik bana çevrilen bakışlarını fark
edince elimi uzattım. Yüzümde: 'Aman, aramızı bozmayalım,
güzel hatırınız içim alayım!' demek isteyen bir ifadeyle ve bu
uzun konuşmada ilk defa ben de gülümsemeye gayret ederek,
bir tane aldım, dudaklarımın arasına yerleştirdim. O hemen yerinden
fırladı, yeleğinin cebinden kibritini çıkardı. O zaman
ben büsbütün sırıtarak yüzüne baktım.-

Rifat o anı tekrar yaşıyor gibi heyecanlanmıştı. Elleri titreyerek
masanın üstündeki bardağı aldı, bir defada dikti. Sesini titreten,
boğazını düğümleyen heyecanının biraz yatışmasını bekleyerek
başını önüne eğdi. Fakat bunun bir faydası olmadığını, heyecanının
büsbütün arttığını anlayınca birdenbire ayağa kalktı.
Genç kızın dikkatle kendisine bakan gözlerinden kurtulmak için
dükkanın aydınlığından bir an önce uzaklaşmak istiyordu.

-Haydi, çıkalım, yolda anlatırım!- dedi. Masanın üstüne
hesabı bıraktı. Sokakta da birkaç dakika konuşmadan yürüdüler.
Sonra genç adam yanındakinin kolunu tutarak, birbirini kovalayan
kesik cümlelerle sözüne devam etti:

-Evet, yüzümü yağlı, yapışkan bir şey gibi kaplayan bir
gülümseme ile onun gözlerinin içine baktım. Hayatımda hiçbir
zaman, bu sigara ve kibrite karşı yüzümü kaplayan sırıtmanın
aşağılıklığını unutmayacağım. Hiçbir ayak, hiçbir hakaret, suratımdaki
o yılışık gerilme kadar, asla görmediğim halde bir
ayna karşısındaymışım gibi şimdi bile gözlerimin önünde duran
o sırıtma kadar beni kahretmemiştir. Düşünün, bir insanın
celladına gülümsemesi, kendi yumuşaklığı ile onu yumuşatabileceğini
sanması kadar gülünç, adi şey olur mu?

-Onun da gözlüklerinin arkasındaki gözlerinde memnun
bir parıltı belirdi. Ben o anda bile, bu memnunluğun içinde biraz
da alay karışık olduğunu sezer gibi oldum ve şaşırdım.
Ama kendimi toparlayacağım yerde, belki de bu şaşkınlığın tesiri
ile, yüzümü, o tükürülesi yüzümü onun o sırada yaktığı ve
bana doğru tuttuğu kibrite uzattım.

Ben daha ne olduğunu fark etmeden, kibrit elinden yere
düştü ve yüzümde korkunç bir tokat şakladı. Sigara ağzımdan
fırlamış, burnum kanamaya başlamıştı. Karşımdaki, saatlerden
beri tuttuğu hiddet ve kini hızlı nefesler halinde burnundan fışkırtarak,
arka arkaya suratıma tokatlar yapıştırıyor, dizlerimi,
karnımı tekmeliyor ve hırsından boğuklaşan bir sesle hiç durmadan
bağırıyordu: 'Hayvan... Sahiden karşımda sigara içebileceğini
mi sandın?.. Siz insan muamelesine layık mısınız
ulan... Senin gibi köpeğin sigarasını da ben yakacaktım öyle
mi?.. Vatan, millet haini... Sizleri bit ezer gibi ezmeli... Eşşek
seni... Kanapeye kurulmuş da bana sigarasını yaktırıyor...
Edepsize bak... Defol.'

Kapıya dönüp bağırdı: 'Gelin buraya!'

Hemen içeri giren iki memura beni gösterdi: 'Götürün bu
rezil herifi. Her şeyi itiraf ettirinceye kadar nefes aldırmayın!'

Hakikaten, bu defadan sonra iki gün nefes aldırmadılar.
Fakat sonra ne oldu, anlamadım, galiba onlar da bıktılar, yahut
hakikaten bir şey bilmediğime kanaat getirdiler. Bana karşı alakaları
birdenbire azaldı... Vücudumdaki çürükler geçince de
bıraktılar...-

Genç kız birdenbire durdu. Önüne bakarak:

-Bizim eve geldik, siz daha gideceksiniz galiba!- dedi.

Rifat önünde bulundukları kapıyı gösterdi:

-Burası mı?-

-Hayır, şu sokağın içinde. Fakat siz zahmet etmeyin!-

Elini uzatarak ilave etti:

-İkimizin de yalnız kalmaya ihtiyacımız var.-

:::::::::::::::::

Masallar

Bir Aşk Masalı

Bir zamanlar bir kadın hükümdar tarafından idare edilen
bir memleket varmış. Halk burada melikesinden son derece
memnunmuş. Çünkü bu genç ve çok güzel kadının, yurdunun
insanlarını bahtiyar etmekten başka bir düşüncesi yokmuş. Sarayında
kapanıp oturacağı ve kendine eş olmak isteyecek yakışıklı
şehzadeler bekleyeceği yerde, kış demez, yaz demez,
memleketin dört bucağını dolaşır, yüzünde keder, halinde durgunluk
gördüğü her vatandaşın gamına ortak, derdine derman
olurmuş. Çalışamayacak halde oldukları için zarurete düşenlere
hazinesi, dermansız illetlere tutulanlara yüreği her zaman
açıkmış. Yurdun her yanına dağılmış olan memurların başlıca
vazifesi, bulundukları yerde hayatından hoşnut olmayan kimse
bırakmamakmış. Buna kendi güçleri yetmezse, hiç vakit geçirmeden
melikeye bildirirler, o da her işini bırakıp oraya yetişirmiş.
Bunun için o memlekette yüzü gülmeyen insan yokmuş.

Ama günün birinde melikenin sarayının tam karşısında
genç bir derviş peyda olmuş. Sabahtan akşama kadar orada hiç
ağzını açmadan bekler, ortalık kararınca çekilip gidermiş. Kumral,
hafif dalgalı bir sakalın çevrelediği soluk yüzünde öyle dokunaklı
bir ifade, derin kara gözlerinde öyle içe işleyen bir hal
varmış ki, yoldan geçenler onun önüne bakır, hatta gümüş paralar
atmaktan çekinirler, yere sessizce birer altın bırakıp giderlermiş.

Her zamanki seyahatlerinden birinden dönen melike, sarayının
önünde bu garip dervişi görünce, yüzüne şöyle bir bakmış,
gözleri onun gözlerine ilişmiş, sarayına girerken başmabeyincisine:

-Bu adamın bir derdi var, sorun bakalım nedir!- demiş.

Başmabeyinci hemen dervişin yanına sokulmuş, o memlekette
insanları bir sözle bile incitmeye izin olmadığı için, tatlı
bir sesle:

-Derviş, duruşun, bakışın gamlı; içinde sakladığın bir kederin
mi var?- diye sormuş.

Derviş gözlerini yere çevirmiş:

-Hayır!- diye mırıldanmış.

-Peki, öyleyse neden yüzün gülmüyor, neden burada bütün
gün durup bekliyorsun? Bilirsin ki, melikemiz yurdunda
dertli insan bulundukça, kendi de dertlenir, içi rahat etmez.
İstediğin neyse söyle, çaresini ararız!-

-Hiçbir derdim, hiçbir isteğim yoktur. Melikemiz üzülmesin!- demiş.

Başmabeyinci saraya dönüp bunları hanımına anlatmış,
sonra:

-Bilmem ama efendimiz- demiş, -sesi hafif ve gamlı, gülümsemesi
acıydı.-

Melike:

-Olmaz- demiş, -onun bir derdi olduğu her halinden belli.
Ne kadar acı güldüğünü ben sarayımın pencerelerinden gördüm.
Belki derdinin büyüklüğü onun nutkunu tutuyor. Ama
ben hiçbir vatandaşımın rahatsız edildiğini istemem, bırakın
durduğu yerde dursun. Yalnız bu akşam arkasından gidin bakın,
onulmaz illetlere tutulmuş bir hastası mı var, para yetiştiremediği
bir sevgilisi mi?-

Derviş o akşam da önüne bir yığın halinde biriken altınları
toplayıp, alacakaranlığa gömülen sokaklara dalmış, yürümüş,
yürümüş, şehrin kenar semtlerine gelince, altınları avuç avuç
torbasından çıkararak, buralarda oturan ve halleri vakitleri başka
hemşerilerinden biraz daha düşük olan kimselere dağıtmış,
sonra şehrin kenarındaki küçük, taş bir kulübeye girerek çorbasını
pişirmiş, sırtını duvara verip kalmış. Kulübenin penceresinde
gün ağarıncaya kadar onu gözetleyen başmabeyinci,
uyuyor mu, yoksa uyumayıp düşünüyor mu, anlayamamış.

Melike bunları duyunca büsbütün kederlenmiş. -Memleketimde
dertli bir insan var da, ben ona derman olamıyorum-
düşüncesi içini bir kurt gibi kemirmeye başlamış. Kimseyi zorlamak,
kimsenin yaptığına ettiğine karışıp tedirgin etmek şanından
olmadığı için, dervişin sarayın karşısında durmasına
ses çıkarmamış, ama onun günden güne sararıp solduğunu,
gözlerinin daha derine kaçtığını gördükçe, kendisi de eriyip süzülmüş.
Kendisi de artık sarayının penceresinden ayrılmaz, tül
perdelerin ardında bütün gün dervişi seyreder, -Onun içini kemiren
dert nedir acaba?- diye kendini yermiş.

Bir gün yine böyle perdelerin arkasından bakarken, dervişin
siyah, derin gözleri pencereye çevrilmiş. Bu gözlerdeki bitip
tükenmez hasreti fark eden melike, dervişin içini yakan
derdi sezer gibi olmuş, yerinden fırlayıp başmabeyincisini çağırtarak:

-Bu dervişi sarayıma getirin, derdini kendim soracağım-
demiş.

Derviş, melikenin huzuruna çıkınca büsbütün sararmış.
Gözlerini yerden kaldıramamış. Derdi sorulunca, duyulur duyulmaz
bir sesle:

-Hiçbir derdim, hiçbir dileğim yoktur!- deyip susmuş.

Ama melike bu kısa cevapla yetinmemiş. Yumuşak, tatlı,
adeta yalvarır gibi:

-Nasıl olur derviş?- demiş. -İnsanın içini bir dert kemirmeyince
yüzü böyle solar, gözleri böyle dalar mı? Belki gönlündeki
dilek sana pek büyük, pek erişilmez göründüğü için söylemekten
kaçınıyorsun. Ama bilirsin ki, benim yurdumdaki insanları
bahtiyar görmekten başka hiçbir arzum yoktur. Haydi,
çekinmeden ne istediğini söyle. Dilediğin, fakat elde edilmez
sandığın şey, uçsuz bucaksız bir zenginlik midir? Her gün önüne
yığılan altınları arzularına göre çok küçük bulduğun için mi
azımsayıp dağıtıyorsun? Eğer böyleyse söyle, sana bitip tükenmez
hazinelerimin yarısını, hayır, hepsini vereyim.-

Derviş başını kaldırmadan, sallayıp cevap vermiş:

-Hayır melikem, hayır; benim böyle bir derdim, böyle bir
dileğim yoktur.-

Melike soluk yüzünde dolaşıp koyu kahverengi gözlerinde
biriken bir kederle tekrar sormuş:

-Yoksa bir kadının idare ettiği bir memlekette yaşamak sana
ağır geliyor da, kendin mi bir devletin başına geçmek istiyorsun?
Eğer böyleyse, başına geçtiğin devleti benim kadar,
belki benden daha fazla şefkatle, dirayetle idare edeceğini biliyorum.
Söyle, memalikimin (ülke) yarısı, hayır, hepsi senin olsun!-

Derviş başını kaldırmış, ama gözleri hep yerde cevap vermiş:

-Hayır, melikem, hayır, benim böyle bir derdim, böyle bir
dileğim de yoktur.-

Melike al dudakları solup titreyerek yerinden kalkmış, bir
adım yürümüş:

-Peki, nedir istediğin derviş?- demiş. -Gençsin, güzelsin,
gözlerinde doymamış bir hasretin ateşli bulutları dolaşıyor.
Kendine layık gördüğün bir eş mi bulamadın? Memleketin en
güzel kızları benim sarayımdadır. Söyle, bütün cariyelerimi
karşına dizeyim, en sevimlisini, hayır, hepsini al!-

Bunun üzerine derviş gözlerini kaldırıp sonsuz bir hüzün
içinde melikeye bakmış, bakmış, sonra sesi titreyerek:

-Hayır, melikem hayır...- diyebilmiş, ama sesi boğazında
düğümlenip kalmış.

O zaman melike, dervişin yüzüne uzun uzun bakmış, baktıkça
soluk yanakları al al, renksiz dudakları nar gibi olmuş.
Koyu kahverengi gözlerini bir ışık sarmış. Dervişin de yüzü kızardıkça
kızarır, gözleri yandıkça yanarmış. Bu sefer genç kadın
gözlerini yere çevirmiş, hafif, titrek bir sesle:

-Anladım derviş- demiş, -içini yakan derdi, yüreğini saran
hasreti anladım. Ne istediğini biliyorum. Söyle, o da senin olacak!-

Derviş bunu duyunca, yeniden sapsarı kesilmiş, sonra yine
kıpkırmızı olmuş, birkaç kere bir şey söylemek ister gibi dudakları
titremiş, en sonunda ta yüreğinin içinden derin, uzun
bir -Aaah!- çekerek olduğu yere düşmüş, kalmış.

Etraftan koşan mabeyinciler eğilip bakınca onun ölmüş olduğunu
görmüşler. Dervişin yüzünde, dille tarifi imkansız,
baktıkça gün ışığı gibi insanın yüzüne vuran bir saadet varmış.

Başmabeyinci esefle başını sallayıp:

-Ne talihsiz adam!- demiş. -Tam muradına ereceği anda öldü!-

Gözlerini dervişin yüzünden ayırmayan melike:

-Sus!- demiş. -Ondan daha talihli insan var mı? Asıl bahtiyar,
bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona
erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir
'Ah!' diyerek düşüp ölebilendir.-

1946

:::::::::::::::::

Devlerin Ölümü

Çok, çok eski zamanlarda, bundan yüz milyonlarca yıl evvel,
dünyamız henüz bilginlerin -İkinci devir- adını verdikleri
çağlardayken, yeryüzünde birtakım kocaman, korkunç devler
yaşamaktaydı. Bugün bildiğimiz hayvanların çoğu o zamanlar
daha ortada yoktu. Canlı yaratık olarak denizlerdeki balıklar,
birçok kuşlar, pek küçük bazı memeli hayvanlar ve kurbağalar
vardı. Bir de bu söylediğimiz devler. Bunlar da çeşit çeşitti.
Boyları sekiz on metreden tut da, yirmi beş metreye kadar olurdu.
Kimisinin kalın, pul pul, sırtı dikenli derileri, küçük bir oda
büyüklüğünde başları, bir adam boyu dişleri ve boynuzları, kimisinin
dört beş metre uzunluğunda bir boynun ucunda küçücük
başları vardı. Hemen hepsinin kuyrukları uzun, pençeleri
tırnaklıydı. Sürüngen hayvanlar soyundan olan ve damarlarında
sıcak kan dolaşmayan bu devler loş ormanlarda, sulak, bataklık
yerlerde yaşarlar, ot, et, ne bulurlarsa yerlerdi. Tembel
oldukları için çok kere karınlarını ormanlarda, sularda, su kenarlarında
ölüp kalmış hayvanların leşleriyle doyururlardı. O zamanlar
çoğu ağaçlarda yaşayan memelileri yakalayabilmek için
arka ayaklarının üzerinde doğrulurlar, uzun boyunlarını dalların
arasına uzatırlardı. Onlara kaygısız ve rahat yaşamak imkanını
veren ne cesaretleri, ne de zekalarıydı. Sadece dev yaradılışlarına
dayanarak etraflarını kasıp kavuruyorlardı. Bir yerde
göründükleri zaman bütün canlılar ordan kaçışır, balıklar suyun
derinlerine, kuşlar göğün maviliklerine, öteki hayvanlar
ağaç kovuklarına, inlere dalarlardı. İlk bakışta yeryüzünün bu
tembel fakat doymak bilmez, bu aptal fakat kuvvetli, bu korkak
fakat zalim devlerden kurtulacağı akla bile gelmezdi. Sular onların,
karalar onlarındı. İlerde zeka ve bilgisiyle bütün varlıklara
hükmünü yürütecek olan insan, henüz yapraklar arasında
ürkek ürkek dolaşan ve yere çekine çekine inen avuç içi kadar
bir memelinin cevherinde saklıydı. Rakipsiz ve kaygısız sahip
oldukları bu dünya üzerinde battal vücutlarıyla ağır ağır dolaşan,
ara sıra bir leşi paylaşmak yüzünden birbirleriyle boğuşan,
yirmi tonluk gövdelerini doyurup beslemekten gayri dertleri
olmayan bu mahlukların ne günlerinden, ne geleceklerinden
korkuları vardı. Dünya onları beslemek, onların rahat ömür
sürmelerini sağlamak için kurulmuştu.

Ama yeryüzünde, hiçbir şey, ne kadar uzun ömürlü olursa
olsun, sonsuz değildir. Milyonlarca sene ortalığı kasıp kavuran,
uçsuz bucaksız dünyaya kayıtsız hükmeden devlerin de sonu
göründü. Tabiat ve hayat şartları, önüne geçilmez sebeplerle
değişmeye başladı. Bu birdenbire olmadı. Belli belirsiz kendini
gösteren bir kuraklık, yine insan aklının zor kavrayacağı kadar
uzun yıllarda, bu devlerin rahat, yumuşak yurtları olan bataklıkları,
sulak yerleri kuruttu. Bol yapraklı loş ormanlar seyrekleşti.
Yeni şartlara uymasını bilen, yaradılışları buna müsait
olan mahluklar yeni yeni gelişmelerle çeşitlenirler, ürerlerken,
bu canavarlar, dev vücutlarının aradığı bol rutubeti bulamayarak
birer birer kırıldılar. Kuru çöllerde, bir yudum yaşlığa kavuşmak
için dolaştılar, koştular, süründüler; ellerine geçirebildikleri
hayvanların sıcak, kırmızı kanlarını, kendi aralarında
boğazlaşıp birbirlerinin damarlarındaki renksiz, soğuk, koyu
ıslaklığı içtiler. Zayıflıklarını hissettikçe, eski saltanatlarının
yıkılmaya, ömürlerinin sona ermeye yüz tutuğunu anladıkça
vahşilikleri arttı. Kendi yumurtalarını, kendi yavrularını bile
parçalayıp yediler. Kokmuş, çamurlaşmış su birikintilerinin başında,
birbirleriyle boğuşup, yüzlercesi birden öldüler.

Ama hayat durmadan akışına devam etti, yeryüzünden izleri
bile silinen devlerin bir zamanlar hüküm yürüttükleri yerlerde
yeni canlılar türedi, o minimini memeliler gelişti, hele onların
vücutlarındaki küçücük, yumuşacık bir parça, beyin dedikleri
beyaz bir yığın, gitgide kudretini artırdı. O devlerle kıyaslanınca
bir solucan kadar küçük kalan bir mahluk dünyaya
pençeleri, dişleriyle değil, kafasıyla hakim oldu. Bulanık hatıraları,
çeşitli mahlukların on binlerce nesillik değişmelere rağmen,
bilinmeyen yollardan bize kadar ulaşan bu devlerin varlıklarını
bile o meydana çıkardı. Uçsuz bucaksız bir araştırma,
bilme isteğiyle her yerleri kurcalayıp eşelerken, o devlerin nasılsa
çürüyüp yok olmamış kalıntılarını buldu. Hayalinde onların
şekillerini canlandırdı. Onlara çeşit çeşit isimler taktı. Şurdan
burdan topladığı kemikleri oyuncak gibi bir araya getirdi
ve seyretti.

İşte böylece, bir zamanlar kudretlerine son yokmuş gibi görünen,
yeryüzünden silinip gidecekleri akla bile gelmeyen bu
devlerin şimdi sadece bataklıklarda tek tük kemikleri, müzelerde
iskeletleri ve masallarda korkunç, fakat zararsız hatıraları
kaldı.

Çünkü hayatın durdurulmaz akışı bunu böyle istiyordu.

1946

:::::::::::::::::

Koyun Masalı

Bir zamanlar iri ağaçlı, uçsuz bucaksız bir ormanın kenarındaki
çayırlıkta, başında çobanı ve köpekleriyle, bir koyun
sürüsü yaşıyordu.

Çayırın otu her zaman bol ve taze, kenardan akan derenin
suyu bol ve temizdi; yazın gölgesine yatacak birkaç gür yapraklı
ağaç, kışın soğuktan kaçıp barınacak kuytu bir mağara,
sürünün rahatını tamamlıyordu.

Ama koyunların keyfi yolunda değildi. Çobandan şikayetleri
vardı. Sakalına kır düşmeye başlayan bu adam, sabahtan
akşama kadar bayırda uzanıp uyuklar, arada bir kavalını üfler,
köpeklere bağırır, yine uykusuna dalardı. Koyunların sütünü
sağıp içebildiğini içer, içemediğini satar, canı istedikçe bir kuzu
kesip kebap eder, yahut bir koyun boğazlayıp kışa kavurma hazırlar;
iki üç haftada bir gelen celebe en yağlı koyunları, kuzuları
satar, sonra yine yatıp uykusuna bakardı. Hepsi bir tarafa,
bu celebin eline düşenlerin eninde sonunda kasaba varacaklarını
bilen koyunlar, kanlı gözlü herif her göründükte korkudan
titreşirler, birbirlerine sokuluşurlar, karşı koymayı akıl edemezlerdi.
Ne yapsınlar? Bu dünyanın düzeni böyleydi.

Ama koyunların arasında bu işe bir türlü aklı ermeyenler,
günün birinde bıçak altına yatmak korkusuyla yaşamaktansa,
bu işi bir kökünden halletmek isteyenler türemişti, günden güne
de bunların sayısı çoğalıyordu. Mesela, bütün sürü kendi
halinde otlar görünürken aralarından gözü kızmış bir koç fırlıyor,
çobanın kaba etine bir boynuz yapıştırıyordu. Çoban onun
peşini kovalayıp köpeklerin yardımı ile yakalasa, bir ağaca sımsıkı
bağlayıp ilk gelen celebe bu hayvanı teslim etse bile, bu hal
öbürlerini yıldırmaya yetmiyor, -Sonu kasaba gitmek olduktan
sonra, bugün de bir, yarın da bir!- deyip boynuz savuran koyunların
sayısı günden güne artıyordu.

Eh, koyun deyip geçmeyelim. Onların içinde de ne koçlar,
ne yiğitler vardır. Dünya kuruldu kurulalı bütün koyunlar çobanla,
köpekle yaşamadılar ya! Onlar da bir zamanlar kasaptan,
celepten, çobandan, köpekten habersiz, yiyeceklerini kendileri
arayıp bulurlar, düşmanlarını kendi sert boynuzları ile
yıldırıp kaçırırlardı.

Ama onların yağlı etlerine göz dikenler, sütünden yağ ile
peynir, derisinden kürk ile çarık yapanlar, her şeyden önce koyunları,
çobansız kalırlarsa kurdun kuşun şikarı (av) olacaklarına,
kendi başlarına açlıktan öleceklerine inandırdılar. Bu böyle sürüp
gittikçe koyunlar da kendilerine inanamaz, kuvvetlerine
güvenemez oldular. Sandılar ki, çobanın onları canavardan koruması,
önlerine bir tutam ot atması, yumuşak etleri için değil,
kara gözleri içindir.

Ama dediğimiz gibi, yavaş yavaş koyunların aklı başına
gelmeye başladı. Çobanlar da günden güne kötüleşmişlerdi.
Hele bu sonuncusu iyice dalgacıydı. Keyfinden, rahatından
başka bir şey düşünmez, sürüye canavarlar saldırınca, eski çobanlar
gibi sopasını kapıp köpekleri peşine katarak onlara karşı
koyacağı yerde, birkaç koyun, kuzu atıp başından savmaya bakardı.

Günün birinde bitişik ormandaki yabani hayvanlar, canavarlar
birbirine girdiler. Çünkü o sene kış sert olmuş, kurtlar,
ayılar yiyecek bulamayınca azmışlardı. Onların ulumaları, kükremeleri
sürünün bulunduğu çayıra kadar gelince koyunlarla
beraber çoban da tir tir titriyordu. Bu aralık, ormandaki kavgadan
yaralanıp kaçan, yahut açlıktan pek zebun düştükleri için
kavgaya katılamayan birkaç sıska kurt, ormanın kenarına sığınmışlardı.
Korkudan şaşırmış koyunları görünce: -İşte dişimize
göre düşman!- diyerek ileriye atıldılar. Ama canavarların kıpkırmızı
açılan ağızlarıyla iri dişlerini görünce koyunlar işin şakaya
gelmeyeceğini anladılar. Köpekler de, koyunlar elden gidince
kendilerinin aç kalacaklarını düşünüp gayrete geldiler;
hep beraber bu sıska kurtlara saldırdılar. Koçlar başlarını öne
eğip iri boynuzlarıyla canavarların üstüne yürürlerken, köpekler
de bir hayli havlayıp gürültü ettiler. Zaten dermansızlıktan
dört ayakları üzerinde zor duran aç kurtların birkaçı gerisingeriye
ormana kaçtı, öbürleri cansız yere serildi.

Bu sırada saklandığı yerden çıkan çoban, sopasını savura
savura tekrar sürünün başına geçmek isteyince, koyunlar akıllarını
başlarına topladılar. Kasabı, celebi hatırladılar. Köpekler
de onun sopasından kurtulmanın ve koyunlarla baş başa kalmanın
sırası geldiğine hükmettiler. Hep birlikte çobanın üstüne
yürüdüler. Ödlek çoban kaçıp canını zor kurtardı, bir daha da
ortada görünmedi.

Bu kavgadan en karlı çıkan köpekler olmuştu. Hem çayırdaki
kurt leşlerini, hem de onlarla dövüşürken ölen beş on koyunu
yiyip iyice doymuşlardı. Kuyruklarını keyifli keyifli sallayıp
uzun, kırmızı dilleriyle yalanarak ortalıkta dolaşmaya,
-Gördünüz ya, sizi kurtlardan da, çobandan da kurtardık!- diye
koyunlara caka satmaya başladılar. Aradan zaman geçtikçe
daha da burunları büyüdü; meğer köpekleri köpekleten çoban
korkusuymuş, çobansız kalınca ondan beter oldular. Havladıkça
kendi seslerine hayran oluyorlar, -Koyunları gayrete getiren,
kurtları korkutup kaçıran bu sestir!- diye ulumalarını yükselttikçe
yükseltiyorlardı. Üstelik içlerine bir de büyüklük kurdu
düşmüştü: yaralı, sakat birkaç canavarı havlayıp kaçırdıklarını
sandıkları için, kendilerinin öyle rastgele köpeklerden olmadıklarına
inanıyorlar, -Köpek ne demek? Bizim de aslımız kurt değil mi?-
diye övünüyorlardı.

Yavaş yavaş bu kuruntu hepsini zihnini sardı. Koyunlara
tepeden bakmaya başladılar. Onların bir kere tadını aldıkları,
etlerini unutamadıkları için; kenarda köşede yakaladıkları kuzuları
parçalayıp yemeye, hatta biraz sürüden ayrılan iri koyunlara
bile saldırmaya kalktılar. -Bizim gibi soyu ormanlara
hükmetmiş kahramanların miskin miskin koyun bekçiliği etmesi
ne demek?- diye aralarında hayıflanıyorlar, tekrar vahşi
ormanlardaki saltanatlı günlere dönmek istiyorlardı.

Kendi gözlerinde büyüdükçe, koyunları daha da küçük
görmeye başlamışlardı. Onlar sadece etleri yenecek, sütleri sağılacak
mahluklardı:

-Biz havlayıp gayrete getirmesek bu sersemler boynuzlarını
bile kullanamazlardı- diyorlardı. -Yanı başımızdaki kocaman
ormanda bizim soyumuzdan kurtlar, hatta şu kırtıpil çakallar
hüküm yürütür, ortalığı kasıp kavururken, bizim bu çayırda
kuzu gibi yaşamamız ayıp, çok ayıp...-

Köpeklerden kurtulmak çobandan kurtulmak kadar kolay
değildi. Bunların hem sayısı çok, hem dişleri keskindi. Üstelik
bir niza çıksa fırsat bilip üç beş koyunu paralayıveriyorlardı.
Bunun için koyunlar, işin sonu neye varacak? diye telaş içinde
bekleşiyorlar, çobanı kovdukları gibi bu köpekleri de defetmeyi
bir türlü gözlerine kestiremiyorlardı. Ama köpekler en sonunda
hem kendilerinin, hem de koyunların başını nara yaktılar;
bir gün, daha fazla sabredemeyip, ormanı zapt etmeye karar
verdiler. Bu işi kendi başlarına yapamayacaklarını bildikleri
için koyunları da önlerine kattılar:

-Siz boynuzlarınızla yol açar, karşınıza çıkanları tepelersiniz,
biz de etrafınızda bağrışır, size cesaret verir, düşmanları
yıldırırız!- dediler. Bu seferin sonu hayıra varmayacağını ileri
sürerek katılmak istemeyenleri, -Alçak, korkak, miskin, hain!
Sen bizim gibi damarlarında asil kurt kanı taşıyan köpeklerle
bir arada yaşamaya layık değilsin!- diye parçaladılar ve... iştahla
yediler.

Ama daha ormanın kenarındaki çalılıklarda, dört taraftan
üzerlerine saldıran kurtlar, ayılar, parslar, hatta sırtlanlar ve
çakallar, sürüyü kısa zamanda perişan ettiler. Köpeklerin havlaması
ağaçların tepelerine varmadan boğuldu, koyunların sıcak
kanı yerdeki kuru yaprakların arasında çabucak kayboldu.

Hasta, yahut ihtiyar oldukları için bu sefere katılamayan
dört beş koyunla bir hayli körpe kuzu, çayırın kenarındaki mağarada
birbirlerine sokulmuşlar, ormandan gelen acı sesleri;
yürek paralayan melemeleri, ümitsiz havlamaları dinliyorlar,
korkudan titreşiyorlardı. Sesler kesilince birbirlerinin yüzüne
baktılar, ormanı zapt etmeye giden köpeklerle onların zorla sürükledikleri
koyunların başına geleni anladılar. Aralarındaki iki
ihtiyar koç, ağır ağır mağaranın kapısına doğru yürüdüler, kendilerini
beklemek üzere orada kalmış olan iki sakat köpeğe
yaklaştıkları, henüz kuvvetini büsbütün kaybetmemiş olan
boynuzlarını, şimdi karşılarında şaşkın şaşkın uluyan itlerin
karınlarına geçirdikleri gibi, ta ilerdeki dereye kadar fırlattılar.
Sonra mağaradaki kuzulara dönüp şöyle dediler:

-Bu dünyada çobansız da, köpeksiz de yaşanabilirmiş.
Ama bunu anlamak için her defasında bu kadar kanlı kurbanlar
verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur. Bari siz gözünüzü
açın da, ilerde başınıza yeniden itler, hele kendilerini kurt
sanan palavracı itler musallat olursa, sürüyü canavarlara paralatmadan
onları defetmeye bakın!-

1946

:::::::::::::::::

Sırça Köşk

Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş
varmış. Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden
yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş.
Alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine
kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün,
uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki
ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba
bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken,
içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen
yerinden fırlayıp:

-Gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün
sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!- demiş.

Ötekiler:

-Bu sırça köşk de nedir?- diye sormuşlar, beriki:

-Durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!- diye
onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehire varınca nasıl
davranacaklarını öğretmiş.

İndikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Bu memlekette
bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına
buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar
arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna
göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz
uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek,
nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar
hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı
akıllarından bile geçirmezlermiş.

Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda
ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler
küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda
aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp,
yanlarından geçenlere duyuracak şekilde:

-Allah allah... Amma da acayip memleket ha!..- diye söylenirlermiş.

Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp
başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar.
Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar
memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında
soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş:

-Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?-

Ahbapların elebaşısı:

-Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?- diye öğrenmek istemiş.

-Ne sırça köşkü?-

-Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?-

-O da neymiş?-

Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp:

-Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar.
Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!- demiş.

Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar.
Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

-Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu
bir şeyse belki biz de yaparız!-

-Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke
bağlanmayan memleket olur mu?.. Haydi dostlar gidelim!..-

Halk, aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların
yanına sokulup:

-Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Mademki
bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!-
demişler.

Yabancıların elebaşısı:

-Olmaz... Olmaz... Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil...
Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça
köşkü olan şehire gidelim!- demiş. Ama halk bırakmamış, -Ne
lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!-
diye direnmiş.

Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap
sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi
seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya,
kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara
yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet
camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam
olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:

-İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin
şanına layık büyüklükte değil ama, o da olur. Şimdi
bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın,
yiyeceği içeceği artırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın,
biz her işinize bakarız...-

Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi
yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların
hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten
emir çıkmış:

-Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize; hem hizmetimize
bakanlara dar geliyor.-

Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle
onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun,
çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam
olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek
olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek
elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu
bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak
için gayrette kusur etmemişler.

Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat
binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan
ordan çıkmak istemez, bunun tersine dışarda kalanlar yolunu
bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte
oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini
pek bükmüş. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık:

-Sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar
hazır yiyiciye ne lüzum var?- diye şöyle bir görünecek olmuşlar.
Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice
anlatmış:

-İşte- demiş, -şu odada ben otururum, sırça köşkün başında
ben varım, bensiz bu iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz
olur muydu?.. Şu odalarsa baş yardımcılarımızın... Ta
gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek
ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!-

Halk:

-Pekala- demiş, -ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var?
Mesela şu odadaki ne iş görür?-

-O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına
o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz
verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz
razı olur mu?-

-Eee... şu odadaki?-

-Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal
gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri
arar bulur... Öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?-

-Peki, ya şurdaki?-

-Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.-

-Bunu da anladık, ya bu odadaki?-

-Sırça köşkün odalarını süpürtür...-

Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarla bu odalarda
aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış;
çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı,
kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş. Eh, artık
bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra
bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış.
Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat
kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini,
giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça
köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı
bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün
adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin
yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna
inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile
sustururlarmış. Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe
istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar
da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere,
buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile
getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin
halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar
bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için
elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi
kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki
son koyunu da vermeye çağrılmış. Getirmişler, teslim etmişler,
söve saya dağılmaya başlamışlar. Onların böyle homurdandığını,
artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri
de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün
balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:

-Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız,
ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde
ettiniz. Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval
ekin, dört beş davar nedir ki?.. Biz sizin şanınız, şerefiniz için
çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz.
Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik,
boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün
koyunların kelleleri halka dağıtılsın!-

Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı
olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan
koyunların kafalarını halka dağıtmışlar.

Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki
başa bakarak hayretle bağırmış:

-İyi ama bu başın beynini almışlar!-

Elebaşı balkondan seslenmiş:

-Öyle... Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez,
ziyan edersiniz!-

Başka biri:

-Peki, ya bu başların dili de yok!- diye haykırmış. Elebaşı
aşağıya doğru eğilmiş:

-Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!-

Bir üçüncüsü:

-Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!-

Elebaşı ona da cevap vermiş:

-Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin
ondan da...-

Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak
üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:

-Böyle başın da bana lüzumu yok!- diyerek, boynuzundan
tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir
şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada -Şangır!..-
diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam, hiçbir
zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu
kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına
ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla
buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam
kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi
zor kurtulmuş...

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz
da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini
yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün
kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar
çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış:

-Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde
nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz,
devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla
buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.-

1945

:::::::::::::::::

ESİRLER

-3 Perde-

Esirler

(Oyun, 1 tablo, 3 perde)

Vaka Miladi yedinci asırda ve Çin'in payitahtlarından biri olan
Si-Gan-Fu şehrinde geçer.

TABLO

BİLGE'nin evinde bir oda, bir köşede bir yatak ve üzerinde BİLGE'nin
ölüsü. Gece; arkada bedir halinde ay görünür.

BİRİNCİ MECLİS

1'İNCİ ve 2'İNCİ HİZMETKAR

Ayın göründüğü pencerenin yanında

1'İNCİ HİZMETKAR: Si-Gan-Fu şehrinin mehtabı ne kadar donuk;
hiç bizim bozkırlarınkine benzemiyor!

2'İNCİ HİZMETKAR: Evet, benzemiyor. Fakat bunu da seyredebilmek,
hiç seyredememekten herhalde iyidir.

1'İNCİ HİZMETKAR: Yani?

2'İNCİ HİZMETKAR: Yani, gözlerimin donuk bir mehtaba bakabilmesine
razıyım, tek büsbütün kapanmasınlar.

1'İNCİ HİZMETKAR: Niçin bu akşam laflarımız aynı şey etrafında
dolaşıyor?

2'İNCİ HİZMETKAR: Bilmem. İhtimal bu ölü başka şeylerden
bahsettiğimizi istemiyor, ihtimal hep kendisiyle
meşgul olmamızı istiyor.

(Uzun bir sükut)

1'İNCİ HİZMETKAR: Ne fena şey değil mi?

2'İNCİ HİZMETKAR: Ne?

1'İNCİ HİZMETKAR: Ölmek. Etrafında dolaşan, konuşan ve yürüyen
adamlara iştirak edememek, artık onlardan büsbütün ayrı olmak...

(Ölünün elini tutar, kaldırır ve yavaşça tekrar
bırakır. El aşağıya doğru sallanır.) Bak!..

2'İNCİ HİZMETKAR: Ne var?

1'İNCİ HİZMETKAR: Dün benden su istemişti, getirdiğim zaman
elini uzattı... Bu elini işte. Parmaklarını
şöyle kıvırarak kupayı yakaladı ve ağzına
götürdü. Bak, şu ağzına... Halbuki şimdi...

2'İNCİ HİZMETKAR: Şimdi mi? Şimdi elini uzatamaz ve bardağı
ağzına götüremez, işte bu kadar. Bu adam
niçin öldü acaba?

1'İNCİ HİZMETKAR: Yahut niçin kendini öldürdü?

2'İNCİ HİZMETKAR: Evet, niçin?

1'İNCİ HİZMETKAR: Herhalde yaşamak istemediği için.

2'İNCİ HİZMETKAR: (Kollarıyla geniş hareketler yaparak) Yaşamak...
istemediği için...

1'İNCİ HİZMETKAR: Oğlunun birisi bir Çinliyi öldürdü.

2'İNCİ HİZMETKAR: Ve kaçtı.

1'İNCİ HİZMETKAR: Fakat Çinliler diğer çocuklarını yakaladılar
ve hapsettiler.

2'İNCİ HİZMETKAR: Ve bir tanesi hapiste öldü.

1'İNCİ HİZMETKAR: Kendisini de götürdüler, sonra ihtiyardır diye
bıraktılar.

2'İNCİ HİZMETKAR: Fakat döndüğü zaman evini harap olmuş,
malını mülkünü yağma edilmiş buldu. Çocuklarının
birini de ölmüş...

1'İNCİ HİZMETKAR: Ötekini de kaçmış buldu. Biliyor musun,
Tulu'nun başını getirene 8.000 dirhem gümüş
verileceğini ilan ettiler.

2'İNCİ HİZMETKAR: Evet. Bütün Türk mahallesi de tarassut altında.
Çinliler her gün birkaç kişiyi alıp götürüyorlar
ve bunların pek azı geri dönüyor.
Fakat Bilge kendisini öldürmekle bunlara
bir faydası dokundu mu?

1'İNCİ HİZMETKAR: Yalnız kendisine.

2'İNCİ HİZMETKAR: (Başını sallayarak) Hiçbir şey ölümden daha
korkunç değildir!

1'İNCİ HİZMETKAR: Her şey ölümden daha korkunçtur. (Sükut)
Bazı gece uyuyamazsın, içinden uykuyu
alıp götüren büyük bir derdin vardır. Yarın
karşılaşacağını ve önünde ezileceğini bildiğin
birçok müşkülat yakıcı bir güneşin ışığı
gibi gözlerine vurur, seni uyutmaz. Sen yorgun,
bitkin, bir dakika kendini unutabilmek
için çareler ararsın. Kalbinin etrafında gürültü
yaparak sana uykuyu haram eden bu
düşünceleri bir an olsun kafandan çıkarmaya
karar verir, yüze kadar sayar, yahut gözlerini
sabit bir noktaya dikerek hiçbir şey
düşünmezsin. Yavaş yavaş tatlı bir dalgınlık
vücuduna yayılmaya başlar, adeta her tarafının
yumuşadığını duyarsın. Fakat bu anda
kafandan zorla çıkarıp attığın düşünceleri
dışarda tutan eller de yumuşar. Ve bir sandalın
altındaki deliği kapayan tıkaç oradan
alındığı zaman sular nasıl deli gibi içeri dolarsa,
bu düşünceler de tekrar kafana hücum
ederler. Sen, kalbin şiddetle çarparak
uyanırsın. Aynı azap yeniden başlar. Seni
asıl harap eden, şimdi uyusan bile yarın akşam
bu işkencenin gene tekrar edeceğini,
hiç bitmeyeceğini bilmektir. O zaman gözlerinde
bir uyku tüter. Öyle bir uyku ki, ne
çarpıntısı vardır, ne de yarını... Yorgun vücudun
boylu boyunca yatıp dinlenecek ve
hiçbir düşünce, hiçbir dert sana gelmeye
yol bulamayacaktır. İşte ölüm bu uykudur...
Geceleri gözlerini kapayamayanların
aradıkları uzun ve rüyasız uyku: Ne o? Kapı mı?

2'İNCİ HİZMETKAR: Hayır, fakat gelmeleri yakındır... Biliyor
musun, başımı pek emniyette hissetmiyorum...
Bu akşam Tulu da ötekilerle beraber
gelecek, babasını görecekmiş.

1'İNCİ HİZMETKAR: Ben bu akşamki toplantıda ölü bir babayı
ziyaretten daha başka sebepler de görüyor
gibiyim. (Dışarda hafifçe kapı vurulur) Kapı...
Bu sefer sahiden..(Çıkarlar. Biraz sonra içeri
TULU ve diğer birkaç TÜRK girerler.)

İKİNCİ MECLİS

TULU, bir iki TÜRK

Bu sahnede, TULU sözlerini söylerken fasıla ile diğer TÜRKLER
de gelirler, ölünün önünde ve dağınık olarak dururlar, hepsi altı yedi
kişi kadar olacaktır; sonra teker teker giderler.

TULU: Karanlık merdivenlerden bir kere bile sendelemeden
çıktım. Ayaklarım bu eve aşinalıklarını daha
kaybetmemişler. Sokakta bile ayağıma çarpan her
taş kendisini eskiden tanıdığımı bana hatırlatmak
istiyordu. O taşlarda hala küçük ve çıplak ayaklarımın
izi, hala dizlerimin kanı vardır. Bu sokaklarda
ve bu evde her şey eski ahbap olduğumuzu, düşman
olmamıza imkan olmadığını söylüyorlar; fakat
ben bir Çinliye sapladığım bıçakla kendisini de öldürdüğüm
babamı görebilmek için bu sokaklardan
bir gölge gibi geçmeye, bu eve bir hırsız gibi karanlıkta
ve sessizce girmeye mecburum. (Elleriyle etrafını
gösterir) Bu eve, bu eve!... Nasıl anlatayım... Bilseniz,
bu sokaklarda güneşin aydınlığı altında kollarımı
sallayarak korkusuzca on adım yürüyebilmek,
bu evin kapısını ellerim titremeden, etrafıma
ürkerek bakınmadan açabilmek, bu odada sesimi
boğazımda boğmaya mecbur olmadan konuşabilmek
için neler verebilirdim... Bilseniz bu ne dehşetli
bir saadettir!

1'İNCİ TÜRK: Tulu, hiçbirimiz senden daha az azap çekmiyoruz,
hiçbirimiz şimdi çiğnediğimiz kaldırımı dönüşte
tekrar çiğneyeceğimizden emin değiliz.

2'İNCİ TÜRK: Evimizden ve çocuklarımızdan ayrılırken, dudaklarımızın
sükutuna rağmen, gözlerimiz uzun bir ayrılığın vedaını yapıyor.

1'İNCİ TÜRK: Bir pusuda gibiyiz. Küçük bir hareket bir düşman
okunun vızıldayarak gelmesine sebep oluyor.

TULU: Güneş herkese aynı ışığı dağıttığı halde kuvveti ellerinde
tutanlar bizim ondan kendileri kadar istifade
etmemize hayret ediyorlar, buna müsaade etmek
istemiyorlar. Zannediyorlar ki, herhangi bir tesadüfün
bugün kuvveti onlara vermiş olması bizim
bu havayı daha az teneffüs etmemiz, bu güneşte
daha az ısınmamız için bir sebeptir.

1'İNCİ TÜRK: Dünyada kuvvetlinin ve zayıfın, akıllının ve budalanın,
faziletli olanın ve sefilin aynı derecede malik
oldukları bir hak vardır: Yaşamak hakkı!.. Hiçbir
meziyet, hiçbir kuvvet bu hakkı birisiNden alıp diğerine
vermek salahiyetinde değildir. Çinliler bize
yaşamak hakkını bile vermiyorlar. (1'İNCİ HİZMETKAR
girer.)

ÜÇÜNCÜ MECLİS

1'İNCİ ve 2'İNCİ TÜRKLER, TULU, 1'İNCİ HİZMETKAR, sonra KÜRŞAD

1'İNCİ HİZMETKAR: İmparator'un hassa askeri kumandanı hemşerimiz
Kürşad geldiler. (Çıkar, KÜRŞAD girer.)

KÜRŞAD: (Selamlaştıktan sonra) Arkadaşlar, vaktimiz
az, yapacağımız işler çok mühimdir. Bir
ölünün önünde esirlere hayat verebilmek
çarelerini arayacağız. Halkın bu esarete daha
fazla tahammül edemeyeceği muhakkaktır.
Hatta hürriyeti okları, yayları ve
beygirleri kadar benimsemiş olanların buna
şimdiye kadar nasıl katlanmış olduklarına
şaşıyorum. Teşekkür edelim bu ölüye ki, bir
millete yaşamadığını, fakat yaşaması lazım
geldiğini anlattı. Atlarını geniş sahralara
sürdükleri zaman karşılarında ufuktan başka
bir şey görmeyen ve yalnız rüzgarın mukavemetine
uğrayan Türkler, her attıkları
adımın bir Çinli maniasına çarpmasına nasıl
sabredebilirler? Bozkırların hür ve yırtıcı
kartalı, şişman göbekleri yumurta ve etiyle
besleyen bir tavuk olmaya daha ne kadar
tahammül edecek?..

1'İNCİ TÜRK: Kürşad, seni buraya çağrışımızdan bu tahammülün
artık sonuna erdiğini anlamalıydın!

2'İNCİ TÜRK: Kürşad, sözü kısa keseceğim; biz milletin
bu halde kalmasının mesuliyetini sırtımızda
hissettik ve sonunda hayat veya ölüm olan
bir mücadeleye atılmaya karar verdik.

1'İNCİ TÜRK: Bu mücadelede bize sen rehberlik edeceksin!

2'İNCİ TÜRK: Kürşad, bizi kurtaracaksın!

1'İNCİ TÜRK: Bizim hakanımız olacaksın. Sen İmparator'un
hassa askeri kumandanısın, maiyetindeki
zabitler ve asker Türktür; sana sadıktır.
Sarayda en sözü geçen sensin. Eğer
Çin şarapları senin damarlarında kanının
ateşini söndürmedi, güzel çiçekler sana
yaylalarımızın kum kokusunu unutturmadıysa
bizim başımıza geçeceksin.

KÜRŞAD: Dostum, gözlerinde büyük endişelerin izini
görmesem bu sözleri bir hakaret gibi kabul
eder, onları sana kılıcımın ucuna takıp geri
verirdim. Ağabeyim Kiyeli mağlup olduğu
ve Türkler esir edilip Çin'e getirildiği zaman
ben daha on dört yaşındaydım. Yani
tam yirmi beş seneden beri Çin sarayındayım.
Burada ağabeyimin ve bütün hanedanımız
efradının birer birer ve hicaplarından
öldüklerini gördüm. Zannediyor musun ki,
Çin sarayının ihtişamı bana bütün bunları
unutturdu?.. Geldiğim günden beri bu süslü
odalara, bu en ince ipeklerden yapılan
yataklara ısınamadım. Geldiğim günden
beri memleketimin çorak ovalarını, geceleyin
kapısından kum çöllerini ve ay ışığını
seyrettiğim kıl çadırları arıyorum. Bu çadırlardan
her birine on tane Çin sarayını feda
ederdim. Dörtnala koşan atlarımızın üzerinde
aç mideme indirdiğim bir lokma yarı
çiğ et şimdi bana İmparator'un en mükellef
ziyafetlerinden daha tatlı geliyor. Daha çocuktum,
bütün eğlencem yay çekmek, çıplak
atlara binip bir ok gibi sahranın kumlarına
dalmaktı. Büyüklerin akınlarına iştirak
edebilmek, onlar gibi erkek olmak için çalışıyordum.
Talih beni bizim kadınlarımızdan
bile kadın olan bu Çinlilerin arasına attı ve
yirmi beş senedir Çinlilerden öğrendiğim
yegane şey onları istihfaf etmek oldu.

1'İNCİ TÜRK: Sen bizim hakanımız olacaksın Kürşad
Han!

2'İNCİ TÜRK: Atlarımızı gene sahralara süreceğiz, yirmi
günlük yerlere akına gideceğiz.

KÜRŞAD: Dostlarım, eğer arzularımızı imkanların terazisinde
tartmazsak her giriştiğimiz işte
karımız bir muvaffakiyetsizlik olur. Benim
hakan olmam mümkün değildir.

HEPSİ BİRDEN: Neden?

KÜRŞAD: Bir faydası olmaz da ondan.

1'İNCİ TÜRK: Bu da ne demek?

KÜRŞAD: Her şeyden evvel buradan kurtulmaya bakmalı,
hakan istemeden evvel hakan isteyebilecek
vaziyete gelmeli. Bu en sonra düşünülecek
mesele. Sonra hakanlık için benden
evvel ağabeyimin oğlu Yulu Han var.

1'İNCİ TÜRK: O daha çok genç.

KÜRŞAD: Bir millete taze hayat vereceklerin ihtiyar
olmamaları lazımdır.

1'İNCİ TÜRK: Yulu Han burada doğdu ve memleketini hiç
görmedi.

KÜRŞAD: Memleketine olan hasreti de bunun için hepimizden
fazla.

1'İNCİ TÜRK: Çin İmparatoru'nun Yulu Han'ı bir evlat gibi
sevdiği, hatta İmparator'un erkek evladı
olmadığı için bu muhabbetin Çinliler arasında
pek de hoş karşılanmadığı söyleniyor.

KÜRŞAD: Maksatlarımız için ne kadar muvafık.

1'İNCİ TÜRK: Fakat sen hakan olmayacak olduktan sonra
gene bize yardım edecek, bizi idare edecek misin?

KÜRŞAD: Elbette. Hem kendime bir taç ve taht tedarik
etmek için değil, esirlere hürriyet verebilmek,
onları kurtarmak için sizin başınıza
geçeceğim. Böylece hasis düşüncelerle alakası
olmayan bu mücadelede daha müsterih
ve daha gayretle çalışacağımı zannediyorum.

1'İNCİ TÜRK: Öyleyse artık harekete geçmemize hiçbir
mani kalmadı demektir.

TULU: Mahirane tertip edilecek ve kahramanca yapılacak
olan bir isyan, bizi pek de uzakta olmayan
vatanımıza götürecektir.

KÜRŞAD: İmparator'un kuvvetli bir ordusu tarafından
tekrar mağlup ve esir edilmek için mi?
Eskisinin iki misli ezilmek için mi? Ne kadar
zayıf olduğumuzu unutuyor musunuz?

TULU VE 1'İNCİ TÜRK: Ne demek istiyorsun?

KÜRŞAD: Daha akıllıca davranmamız lazım geldiğini
söylemek istiyorum.

1'İNCİ TÜRK: Ne gibi?

KÜRŞAD: İmparator'un evlat namına bir tek kızı var,
tabii biliyorsunuz.

TÜRKLER: Evet.

KÜRŞAD: İmparator'un Yulu Han'ı ne kadar sevdiğini
de biliyorsunuz, hatta kendi kızından bile
çok sevdiği söyleniyor. Öyle değil mi?

TÜRKLER: Evet.

KÜRŞAD: Ben biraz daha ileri giderek, İmparator'un
Yulu Han'la Hiyungyu'da, kendi kızında,
güzel bir çift gördüğünü söyleyeceğim.

1'İNCİ TÜRK: Pekala?..

KÜRŞAD: Biz İmparator'dan daha çabuk davransak
nasıl olur acaba? İmparator'un ne budala olduğu
malum, elinden bir iş geleceği yok.

1'İNCİ TÜRK: Anlamıyorum!

KÜRŞAD: Gayet basit: Türkistan'a Yulu Han'la beraber
Hiyungyu'yu da götürürüz. Hakanımıza
bir zevce lazım değil mi? Hem bu eski
bir adettir: Çin prensesi almak... Gerçi İmparator
kendisinin bulunamayacağı bir düğüne
biraz kızacak, kızacak ama...

1'İNCİ TÜRK: Ama?..

KÜRŞAD: Ne kadar kızsa... sevgili kızı Hiyungyu ile
ondan daha sevgili Yulu Han'a karşı ordu
gönderebileceğini zannediyor musunuz?

TULU: Bakalım kızı razı olacak mı?

KÜRŞAD: Neden olmasın?

TULU: Yulu Han'ı seviyor mu?

KÜRŞAD: Genç kızlar ilk aşklarında pek o kadar titiz
değildirler; tesadüfün önlerine ilk çıkardığı
adama çabucak minimini kalplerini verirler.
Seveceği insanları seçmek ve onlar üzerinde
düşünmek, ancak, bu işlerde tecrübeli olduktan
sonra başlar. Hiyungyu böyle şeylerden
anlamayacak kadar küçüktür. Daha on yedi...

(İçeriye telaşla 1'İNCİ HİZMETKAR girer; TULU'ya,
sonra KÜRŞAD'a, sonra diğerlerine koşar.)

DÖRDÜNCÜ MECLİS

Evvelkiler, 1'İNCİ HİZMETKAR, sonra HİYUNGYU

1'İNCİ HİZMETKAR: Tulu Bey... Kürşad Han...

TULU: Ne oluyor?

KÜRŞAD: Birisi mi geldi?

1'İNCİ HİZMETKAR: (KÜRŞAD'a) Evet... Evet, birisi... Sizi muhakkak
görmek istiyor... Yüzü kapalı...
Çok acele ediyor. (Umumi telaş, TULU öteye
beriye koşar.)

KÜRŞAD: Benim burada olduğumu nasıl biliyorlar?..
Git burada kimse yok, de... Koş...

(Bu sırada siyah örtü içinde, yüzü kapalı olarak
HİYUNGYU girer, yüzünü açarak KÜRŞAD'a
doğru koşar.)

KÜRŞAD: Hiyungyu!

1'İNCİ TÜRK: (TULU'ya) İmparator'un kızı...

TULU: Bu vakitte... Burada... İmparator'un kızı?

KÜRŞAD: Hiyungyu!..

HİYUNGYU: Çabuk... Çabuk... Bunu kaçırın... (TULU'yu
gösterir.) Bir şey sormayın, kaçırın...
Geliyorlar... (KÜRŞAD'a) Bu buradayken
gelirlerse siz mahvoldunuz... Ven-Çing geliyor,
Başvekilin kendisi... Maksadı yalnız
sizi mahvetmek... Haydi, kaçırın bunu...
Burada olduğunu duymuş, sizi de buraya
girerken görmüşler; sizi mahvetmek istiyor...
Sarayın bahçesinde maiyetine emirler
verirken duydum... Nasıl koşarak geldiğimi
bilseniz... (Bu esnada TULU karşı taraftaki
pencereden atlıyarak kaybolur.)

KÜRŞAD: Fakat Hiyungyu... Ne münasebet... Sen...
Ne işin var burada?.. Sen niçin geldin?..

HİYUNGYU: Maksatları yalnız sizdiniz. Sizi tuzağa düşüreceklerdi.
Sizi bu gençle bir arada görseler,
düşünsenize ne olurdu? (Dışarda gürültüler
olur.) İşte geliyorlar.

KÜRŞAD: Fakat Hiyungyu... Bu nasıl iş, Hiyungyu
seni anlayamıyorum... Ne yapacağız?.. Senin
burada bulunuşunu nasıl anlatacağız?
(Ven-Çing kapıda görünür.)

BEŞİNCİ MECLİS

Evvelkiler, VEN-ÇİNG

VEN-ÇİNG: (Geriye) Bütün evi arayınız! (Odaya) Tulu nerede?
Size soruyorum!.. (KÜRŞAD'ı yeni görüyormuş
gibi yaparak) Ah, siz burada mısınız? (Hafifçe
eğilir.)

KÜRŞAD: Siz de hazin ölümüyle hepimizi müteessir eder
Bilge'ye son hürmette bulunmaya mı geldiniz?

VEN-ÇİNG: Evet... Şey... Öldüğünü duymuştum... Oğlunu
demin buraya girerken görmüşler... Çin kanunları
nazarında asi olan firari oğlunu. (Etrafa bakınarak)
Demek yanılmışlar... (HİYUNGYU'nun
farkına vararak) Ah... Ah... Prenses... Prenses Hiyungyu...
(Derin bir eğilir, doğrulur, birkaç defa daha
eğilir, şaşkın, orada bulunanların yüzüne bakar.
Sonra kendini toplamaya çalışarak KÜRŞAD'a) Acaba
Prenses Hazretlerinin... bu vakitte... burda...
ne gibi bir münasebetle bulunduğunu sorarsam
hata mı etmiş olurum?

(Türkler bu esnada yavaşça ve KÜRŞAD'a işaret
ederek kaybolmuşlardır. KÜRŞAD, VEN-ÇİNG'e
doğru bir adım atar, fakat HİYUNGYU gözleriyle ve
yüzüyle yalvarır gibi işaretler eder ve sakin olmasını
rica eder. KÜRŞAD biraz düşünür, sakin olmaya karar
veren bir tavır alır.)

KÜRŞAD: Acaba Prenses Hazretlerinin ne gibi bir münasebetle
burada bulunduğunu sormasanız hata mı
etmiş olurdunuz?

VEN-ÇİNG: (Bir müddet anlamayarak bakar, sonra biraz hayretle,
kaşlarını kaldırıp başını biraz bükerek) Ya!.. (Bu -ya-
kelimesini uzatır. Bu esnada HİYUNGYU gene
KÜRŞAD'a işaret ederek ve ona bakarak yavaşça kapıda
kaybolur. KÜRŞAD ve VEN-ÇİNG bir müddet
sessizce birbirlerini ölçerler, nihayet VEN-ÇİNG kısa
bir -ya- der, hafifçe eğilir ve çıkar. KÜRŞAD bir
müddet daha kalır. Düşünür. Sonra karar vermiş gibi
başını sallar, kapıya doğru yürür.)

TABLONUN SONU

BİRİNCİ PERDE

Çin İmparatoru'nun sarayının bahçesi. Çiçekler, tarhlar ve ağaçlar.
Sağda çiçekler ve yeşillikle örtülü kanepe kılıklı bir sedir. Arkada
ve biraz solda sarayın bir kısmı görünür.

BİRİNCİ MECLİS

Bir BAHÇIVAN, FİLOZOF SİYAOHİ

(BAHÇIVAN bu perdede ve müteakip perdede daima bahçeyle
meşgul olur. Kah çiçekleri sular, kah bir makasla tarhları tanzim
eder, kah kaybolur ve tekrar gelir. Etrafın mükalemesiyle ve
hareketleriyle pek az alakadar olur ve ara sıra sadece başını kaldırarak
bakar... FİLOZOF SİYAOHİ kısa boyludur, söylerken elleriyle hareketler
yapar.)

SİYAOHİ: (Perde açıldıktan biraz sonra gelerek) Pıst, baksana!

BAHÇIVAN: (Başını kaldırarak bakar.)

SİYAOHİ: Prenses... Prenses Hiyungyu bu taraflara gelmedi mi?

BAHÇIVAN: (Hayır makamında başını sallar.)

SİYAOHİ: Bana haber yollamıştı ya... Beni bahçede görmek
istiyormuş!..

BAHÇIVAN: (Omuzlarını silker ve işine koyulur.)

SİYAOHİ: Ne acayip adam. On sekiz sene beraber felsefe
okuduk. Hatta karanlık ve menfi kuvvet olan
Yin ile aydınlık ve müspet kuvvet olan Yang arasında
muvazeneyi temin eden Chyi, yani merkezi
hayat kuvveti değil, bilakis Shang-Ti, yani semadır
diye kendine mahsus bir felsefesi de vardı.
Fakat çok sevdiği çiçeklerin ilahlar arasındaki
bu ali münasebetlere pek kulak asmadıklarını,
kendisini dinlemediklerini gördü; bunun üzerine
düşündüklerini başkalarına söylemekten de
vazgeçti. Hatta zannediyorum ki, düşünmekten
de vazgeçti... Hah... Prenses Hiyungyu geliyor.
Allah Allah... Ne kadar da dalgın yürüyor... Beni
aramaya geldiği halde görmeden geçecek galiba...
(İleri ve sola doğru bağırır) Prenses Hiyungyu,
Prenses Hiyungyu!.. (Kendi kendine) On yedi
yaşında bir kalbin yüklenemeyeceği ağırlıkları
yüklenmiş gibi... O kadar yavaş ve ezilmiş yürüyor
ki... (HİYUNGYU girer.)

İKİNCİ MECLİS

HİYUNGYU, SİYAOHİ

SİYAOHİ: Acaba küçük prensesimizi sabahın bu vaktinde
tatlı uykusuından uyandıran gürültüyü hangi
münasebetsiz yaptı?

HİYUNGYU: (Eliyle kalbini göstererek) Bu, Siyaohi!..

SİYAOHİ: Eyvah!.. Muhakkak korkunç bir rüya gördünüz!..

HİYUNGYU: Hayır, Siyaohi!..

SİYAOHİ: Yastığınız çok alçak mıydı?

HİYUNGYU: O da değil Siyaohi!

SİYAOHİ: Şu halde muhakkak yatarken fazla çay içtiniz!

HİYUNGYU: Hayır Siyaohi, hayır, hiçbirisi değil... (SİYAOHİ'yi
kolundan tutar, kendisine doğru çevirir.) İnsan
nasıl sever Siyaohi?

SİYAOHİ: Bilmem!..

HİYUNGYU: Sen hiç sevmedin mi?

SİYAOHİ: Mütemadiyen!

HİYUNGYU: Kimi?

SİYAOHİ: Hiç kimseyi!..

HİYUNGYU: (Kızgın) Siyaohi!..

SİYAOHİ: Prenses?..

HİYUNGYU: Benimle eğleniyorsun, ben artık çocuk değilim!

SİYAOHİ: Haşa... Fakat sevmek için muhakkak -birisi- mi
lazımdır?

HİYUNGYU: Değil mi?

SİYAOHİ: Ne münasebet?.. Sevgi bizi saadete, zevke götürecek
bir vasıtaysa diğer birisine ihtiyaç vardır.
Fakat muhabbeti böyle adi bir vasıta değil de,
büyük ve temiz bir gaye, hatta hayatımızın sebebi
olan bir mevcudiyet diye kabul edersek
başka birisinin lüzumu yoktur. İnsan tek başına
da sevebilir. Böylece hiç kimseye hasredilmeyen
bir aşk bütün kainatı içine alabilir. Halbuki bir
şahısta toplanabilen ve teskin edilebilen bir aşkın,
düşün, ne kadar kuvvetsiz ve dar olması lazımdır!

HİYUNGYU: Nasıl olur Siyaohi? İnsan asıl birisini sevdiğini
anlayınca içinin de kainatı alacak kadar genişlediğini görüyor.

SİYAOHİ: Prensesimizin birisini sevdiği anlaşılıyor.

HİYUNGYU: Hem nasıl Siyaohi...

SİYAOHİ: Mamafih... Aşk siz yaştaki çocuklar arasında
pek o kadar da tehlikeli olmayan bir oyundur.
Belki biraz da hoş bir oyun... Fakat ciddiye almamak
şartıyla!..

HİYUNGYU: Siyaohi, bilmezsin ne haldeyim... Oyun değil bu
Siyaohi... Ne kadar imkansız ve neticesiz bir arzunun
elinde olduğumu bilsen bana acırsın...
Bütün mukavemetlerim faydasız kalıyor. Dağdaki
küçük bir derenin nehire doğru koşan suları
gibi bütün hislerim ona koşuyorlar. Ben kendimi
bu selin önüne geçecek kadar kuvvetli hissetmiyorum.
Ve bu derenin suları nasıl ellerinde olmayarak
taştan taşa yuvarlanırlarsa, ben de onlar
gibi heyecandan sevince, sevinçten kedere,
kederden tereddüte yuvarlanıyorum... Bunlar
benim zayıf omuzlarımın çekemeyeceği yükler,
Siyaohi; bana bir çare, Siyaohi, bana bu delice
düşünceleri kafamdan çıkarıp atacak bir çare...

SİYAOHİ: Büyük filozof Lao-Tse der ki: Hastalığını hastalık
olarak bilen hasta değildir. Şu halde senin
bütün bunlardan kurtulman için hasta olmadığını
bilmenden başka bir şey lazım değil; Fakat
Lao-tse aynı zamanda... Ah... Hayır... Burada
değil... Ven-Çing geliyor... Felsefenin ve ilahi
düşüncelerin bana verdiği ağırlığa ve kemale
rağmen bu adamın bulunduğu yerde kendimi
bir tuzakta zannediyorum. İçimi sebepsiz bir
endişe kaplıyor... Bu da etrafına avuç avuç emniyetsizlik
saçan adamlardan biri... Ben gidiyorum...

HİYUNGYU: Ben de geliyorum...

(Beraber sağa doğru yürürler. VEN-ÇİNG girer.)

ÜÇÜNCÜ MECLİS

VEN-ÇİNG, HİYUNGYU

VEN-ÇİNG: (FİLOZOF'la beraber giden HİYUNGYU'ya seslenerek)
Prenses Hiyungyu!..

HİYUNGYU: (Durur, FİLOZOF çıkar.)

VEN-ÇİNG: Ne güzel tesadüf Yarabbi... Sizi görmeyi o kadar
istiyordum ki...

HİYUNGYU: Bir şey mi söyleyecektiniz?

VEN-ÇİNG: Evet... Fakat insanın söyleyecek hiçbir şeyi olmasa
bile gene sizi görmek isteyeceği muhakkaktır.

HİYUNGYU: Her zamankinden daha iltifatkarsınız Ven-Çing.

VEN-ÇİNG: Siz de her zamankinden daha güzelsiniz, Prenses!

HİYUNGYU: Fakat ben bu iltifatlardan hoşlanmadığımı söylersem?

VEN-ÇİNG: Tasavvur edemeyeceğiniz kadar müteessir olurum.

HİYUNGYU: Sahi mi?

VEN-ÇİNG: Prenses, küçük yaşınızdan beri benden sebepsiz
bir kaçışınız, bana anlayamadığım bir itimatsızlığınız
var. Daha beş altı yaşındayken sizi elinizden
tutarak bahçede gezdirmek isterdim, fakat
siz derhal bağırmaya, tepinmeye başlar, nihayet
çırpınarak elimden kurtulurdunuz...

HİYUNGYU: Daha o zamandan mı başlamıştınız?

VEN-ÇİNG: Neye, Prenses?

HİYUNGYU: Hiç; işinizi çok sağlam tutmak istediğiniz anlaşılıyor.

VEN-ÇİNG: Ah Prenses, siz hep böylesiniz... Anlaşılmasına
imkan olmayan birtakım laflarla beni her zaman
üzmek istersiniz... Ne diyordum... Küçükken
sizi kendime bir parça ısındırabilmek
için neler yapmazdım... Fakat siz en mahir işçilerin
elinden çıkan oyuncakları bile, bir kere
bakmaya lüzum görmeden, bir köşeye atardınız...
Hele fildişi ve porselenden yapılmış bir
Buda mabedi getirmiştim ki, içinde yakılan
ışık, pencerelerinden dışarı alaimisema renklerine
ayrılarak intişar ediyordu ve Buda'nın
gözleri halis opal taşındandı. Fakat getirdiğimin
ertesi günü bir kölenin çocuğunda, bir hafta
sonra da parçalarını bahçede gördüm... Bununla
beraber hiç ümidimi kesmedim. Sebepsiz
yere benden ürken minimini kalbinizi kazanmak
için nelere başvurmadım Yarabbi?.. Hatta
sihirbaz kadınlara bile müracaat ettiğimi söylersem
ihtimal şaşarsınız... Fakat ne bunlar, ne
de güzel kulağınıza eğilerek söylediğim tatlı
sözler sizi bana birazcık olsun alıştıramadı...
Bakın, güzelliğinin rivayeti yüzlerce milyon
ağızda dolaşan bir kız oldunuz, hala benden
kaçıyorsunuz...

HİYUNGYU: Şimdi hatırlıyorum... Küçükken beni ne kadar
sıkardınız Ven-Çing... Sarayda daima sizin beni
gelip bulamayacağınız bir köşe aradım... Fakat
siz en saklı bucakları bile keşfeder, beni, sıkıcı
ve yaşıma uymayan iltifatlarınızla, yığın yığın
hediyelerinizle adeta boğardınız. Size, o zaman
ne kadar kızardım bilseniz!.. Hele sözleriniz...
Nefesiniz solucan gibi ensemi, saçlarımı dolaşır,
kelimeleriniz içime diken gibi batardı. Bilhassa
sesinize verdiğiniz o yumuşaklığa, tatlılığa hiç
tahammül edemezdim. Çünkü sizi kölelere bağırırken,
hizmetkarlara emirler verirken de
duymuştum... Anlamaz görünürler ama, çocuklar
böyle şeyleri, ihtimal kendileri de pek
farkına varmadan, o kadar derinden sezerler
ki... Sizin yanınızda sıkılır, avaz avaz bağırmak
ister, nihayet çırpınarak kucağınızdan kurtulur
ve kaçardım... Ah Ven-Çing, bunları hatırladıkça
size adeta yeniden kızıyorum.

VEN-ÇİNG: Prenses, bu eski şeyleri tekrar etmekle ne kadar
büyük bir hata işlediğimi şimdi anlıyorum.

HİYUNGYU: Değil mi, Ven-Çing?.. Yanlış bir tabiye kurdunuz;
bu, ihtimal muvaffakiyetinizi biraz geri bırakacak...

VEN-ÇİNG: Anlamıyorum Prenses...

HİYUNGYU: (Kendi kendine) Bir insan nasıl bu kadar riyakar
olabilir Yarabbi? (VEN-ÇİNG'e) Ven-Çing!.

VEN-ÇİNG: Efendimiz?..

HİYUNGYU: Sen niçin bu kadar fenasın Ven-Çing?

VEN-ÇİNG: (Hayretle) Ne gibi Prenses Hiyungyu?..

HİYUNGYU: Bilmem... Fakat...

VEN-ÇİNG: Siz hala çocuksunuz Prenses...

HİYUNGYU: Değilim Ven-Çing... Değilim... Fakat...

VEN-ÇİNG: Fakat... Prenses Hiyungyu?..

HİYUNGYU: Çocuk değilim... Fakat... nasıl söyleyeyim bilmem
ki... Bir insanın bu kadar sefil bir planı
uzun seneler, şeytanca bir sabırla nasıl tatbik
edebildiğini hala zihnim almıyor...

VEN-ÇİNG: Prenses bugün benimle muamma konuşmaya
niyet etmişler galiba, kendilerini anlayamıyorum.

HİYUNGYU: Çok iyi anlıyorsunuz Ven-Çing... (Gülerek) Ven-Çing!

VEN-ÇİNG: Efendimiz.

HİYUNGYU: (Aynı şekilde gülerek) Benim bir ablam olsaydı
beni böyle sevmezdiniz değil mi?.. Buna lüzum
görmezdiniz...

VEN-ÇİNG: Ne münasebet Prenses?..

HİYUNGYU: Ne münasebet mi?.. O zaman babamın varisi o
olurdu da ondan... O zaman Çin İmparatorluğu
-bana- değil, -ona- kalırdı...

VEN-ÇİNG: Çok insafsızsınız, Prenses.

HİYUNGYU: İhtimal çok akılsız olmadığım için Ven-Çing...

VEN-ÇİNG: (Bir hareket yaparak) Haksızsınız Hiyungyu...
Neyse... Ben sizi, birkaç şey söylemek için alıkoymuştum...

HİYUNGYU: Fakat söylemeye vakit bulamadınız.

VEN-ÇİNG: Söyleyeceğim şeyler çok mühimdir.

HİYUNGYU: (Sedire oturur.) Sizi dinliyorum.

VEN-ÇİNG: (Yanına oturarak) Bu, Çin İmparatorluğu'nun selameti
meselesidir.

HİYUNGYU: (Gülerek) Tamamen kulak kesildim.

VEN-ÇİNG: Siz dün akşam, gidişinizin sebebini bir türlü
bulamadığım bir yerdeydiniz...

HİYUNGYU: (Ciddileşerek ve ayağa kalkarak) Ne demek istiyorsunuz?

VEN-ÇİNG: İmparatorumuzun hiç de yerinde olmayan merhamet
ve şefkatlerinden layık olmadıkları halde
istifade ederek memleketimizde yaşamak imkanı
bulan bu barbarlar, Türkler, son zamanlarda
mevkilerini unutarak kımıldamak istiyorlar.
Ben adamlarım vasıtasıyla her hareketlerini takip
ettirmekteyim; ve yakında hepsini birden
ezmek imkanlarını bulacağım... Fakat bu münasebetsiz
vukuata sizin de isminizin karışması
hiç iyi olmayacak...

HİYUNGYU: Neler söylüyorsunuz Ven-Çing?

VEN-ÇİNG: Düşününüz... Bilhassa babanız mukaddes İmparator
bunu duyarsa ne olur? Ve maazallah
halk duyarsa... Saraydan çıkmasına katiyen imkan
olmayan ve buna zaten adetlerimiz de müsait
olmayan bir genç kız saraydan gizlice çıkıyor...
Hem de ne zaman?.. Gece!.. Hem de nereye?..
Bir asinin evine!.. Mukaddes İmparatorluğa
karşı bir isyan hareketinin hazırlandığı haber
verilen bir eve... Düşünün... Bu duyulursa babanıza
karşı vaziyetiniz ne olur!..

HİYUNGYU: Ven-Çing!..

VEN-ÇİNG: Ve babanızın halka karşı vaziyeti ne olur?..

HİYUNGYU: (Yalvararak) Yeter!..

VEN-ÇİNG: Mukaddes İmparatorumuz çok yaşlıdır. Böyle
bir darbeye dayanacağını ben zannetmiyorum.

HİYUNGYU: (Yeisle) Bu vakayı sizden başka bilen yok Ven-Çing!..

VEN-ÇİNG: Öyle ama, bilirsiniz ki ben vatanın selametini
her şeyden üstün tutarım.

(HİYUNGYU sol kolunu yüzüne götürürerek arkasını
döner, sağ eli yanında sallanarak böylece durur;
düşünür veya ağlar. Bir müddet sonra VEN-ÇİNG
yavaşça HİYUNGYU'nun sağ elini tutar.)

VEN-ÇİNG: Prenses Hiyungyu!..

HİYUNGYU: (Döner, VEN-ÇİNG'e bakar. Gözleri ağlamıştır.) Ne
istiyorsunuz?

VEN-ÇİNG: Bu kadar üzülmeye sebep yok. (Elinden çekip yanına
oturtarak) Daha her şey bitmiş demek değildir...
Sizin böyle ağlamanız insana her şeyi
unutturur. (Sokularak) Sizi ağlatmamak, sizi üzmemek
için insan her şeyi yapabilir. (HİYUNGYU'nun
öteki elini de tutar.) Hatta hiyanet bile
edebilir... (HİYUNGYU geri çekilir ve ellerini kurtarmak
ister, VEN-ÇİNG sokulur.) Bu işin ufacık
bir gürültü bile yapmadan kapanması benim
elimdedir... Zaten Hiyungyu, biliyorsun ki, bu
sarayda hemen hemen her şey benim elimdedir...
Sen budala bir kız değilsin, Hiyungyu. İktidar
ve zekayı daha fazla inkar etmek senden
beklenmezdi. (HİYUNGYU'yu omuzlarından tutar,
o müdafaa eder. Bahçenin diğer ucunda KÜRŞAD
görünür.) Bütün vahşiliğine rağmen bir
gün bana geleceğini biliyordum. Zaten senin gibi
akıllı bir kıza yakışan da buydu... Bunları bırakalım,
maziyi bütün münasebetsizlikleriyle
beraber unutacağız... Yalnız gel sen, gel... (Öpmek
ister, HİYUNGYU mukavemet eder; kanepeye
arkası üstü yıkılır. VEN-ÇİNG üzerine eğilir. HİYUNGYU
çırpınır ve tokatlar, fakat VEN-ÇİNG
sağ eliyle kızın iki kolunu da sımsıkı tutar, sol koluyla
başını kaldırarak öpmek ister. HİYUNGYU çırpınır
ve bağırır.)

HİYUNGYU: (Bağırarak) Bırak... Bırak beni... Kürşad...

DÖRDÜNCÜ MECLİS

Evvelkiler, KÜRŞAD

KÜRŞAD gelir, VEN-ÇİNG'i ensesinden tutar ve fırlatır. VEN-ÇİNG
yere yuvarlanır, fakat derhal kalkar ve kılıcına davranır.

VEN-ÇİNG: (Hücum ederek) Koru kendini, kölelerin kabadayısı...

KÜRŞAD: (Kılıcını çekerek) Ve namuslusu... Bu, herhalde
çocuk namuslarına saldıran haydut bir efendi
olmaktan iyidir. Ne dersin?..

VEN-ÇİNG: (Dövüşerek) Seni geberttikten sonra bu kılıcı
haddini bilmeyenlere ibret olsun diye bütün
Çin mahallelerinde ve Türk mahallelerinde dolaştıracağım...

KÜRŞAD: (Dövüşerek) Ben halbuki bir alçak kanına bulaşan
bu kılıcı kırıp bir köşeye atacağım.

VEN-ÇİNG: Sakın kendini!..

KÜRŞAD: Hangimiz?..

VEN-ÇİNG: Ah... (Kılıç elinden düşer, sol eliyle sağ kolunu
tutarak uzaklaşır.)

BEŞİNCİ MECLİS

HİYUNGYU, KÜRŞAD

KÜRŞAD: (Kılıcını yerine kor. HİYUNGYU'ya gider. Onu kaldırır,
kucağına alır, kanepeye oturur.) Hiyungyu...
Kızım... Korktun mu? Kalbin ne kadar hızlı atıyor...
Bu kadarcık bir çocuğa bu kadar hayasızca
taarruz edebilmek için insan göğsünde bir yığın
çamurdan başka bir şey taşımamalı... Bir çiçeğin
ince yapraklarını parmaklarının arasında
ezmek istiyormuş gibi uzanan eli kılıcıma rast
geldi. İhtimal bu ona bir müddet için ders
olur... Güzelliğe hücum edenler içlerinde ve
dışlarında güzelliğin en ufak bir eserini bile taşımayanlar
ve güzel bir şey yapmaya asla muktedir
olmayanlardır. Onlar böylece kendi mahrumiyetlerinin
intikamını aldıklarını zannederler.
(HİYUNGYU'nun yüzünü kendine çevirerek) Bu
kadar güzel, bu kadar temiz bir mahluku insan
nasıl incitmek isteyebilir Yarabbi? Hiyungyu...
Sen, sana bakanlara yaşamak, namütenahi yaşamak
arzusu veren bir çiçeksin; bu çiçeği soldurmak
kendi hayatına kastetmek değil midir?..
Hayatın tahammül edilmez meşakkatleri yüzünden
kafaları ölüm düşüncesiyle dolanlar sana
bir kere baksalar bu düşüncelerin acayip bir
rüzgar tarafından sürükleniyormuş gibi kaybolduğunu
ve içlerinin tatlı bir teselli ve ümitle dolduğunu
görürler. Ağlayanların dudaklarını neşeli
bir tebessümle kıvırmak için senin güzel sesinin
duyulması kafidir. Sen Hiyungyu, sen delileri
akıllı... (Gülerek) akıllıları da deli edebilirsin...
Ne o, gözlerini kapadın, hala fena mısın?

HİYUNGYU: Hayır, Kürşad, sizi dinliyorum... Ne kadar güzel
söylüyorsunuz... Bana şimdiye kadar hiç
kimse böyle şeyler söylemedi, fakat şimdi siz
söylerken hepsini evvelden biliyormuşum gibi
oldum. Sesiniz, bana o kadar yakın... ve ... o
kadar emniyet verici ki... Bu sarayda insan emniyetten
başka her şey bulabilir... Yalnız o yoktur...
İnsanın etrafı kendisinden bir şey bekleyenler
veya kendisine hiç sebepsiz fenalık etmek
isteyenlerle doludur... Ve böyle bir yerde
insan kendisine korkmadan koşabileceği birisini
o kadar arıyor ki...

KÜRŞAD: Vah kızım, vah... Bu kadar müdafaasız bir çocuğa.

HİYUNGYU: Bana çocuk demeyin... Kızım da demeyin...
Hiyungyu deyin... O meseleden de artık bahsetmeyelim.
Ben, hatta Ven-Çing'e şimdi bir teşekkür borçluyum.

KÜRŞAD: Ne?..

HİYUNGYU: (KÜRŞAD'a gittikçe sokularak) Bana size minnettar
olmak imkanını verdiği için... Kürşad, biliyor
musunuz, sizin tarafınızdan kurtarılmak saadeti
için, yalnız bunun için en müthiş tehlikelere
bile gözümü kırpmadan atılmaya hazırım...
Tasavvur edemezsiniz, sizin himayeniz
altında olduğumu, bir sıkıntıya düşersem beni
koruyacağınızı düşünmek beni nasıl sarhoş ediyor.
(Daha sokularak) Böyle kollarınızın arasında
kendimi her tehlikeden, her dertten, her üzüntülü
düşünceden uzak hissediyorum... Adeta
bu dünyada değilmiş gibiyim... Sanki ilahlar
beni yalnız bugün için yaratmışlar; sanki ben
çocukluğumdan beri yalnız bugünü beklemişim,
bugünün hasretini çekmişim... Şimdi artık
vaktin hiç geçmemesini, durmasını istiyorum.
İstiyorum ki, her şey bu dakikada bitsin ve bundan
sonra hiçbir şey devam etmesin; çünkü geçen
her dakika bu anları benden biraz daha
uzaklaştıracak. (Ellerini KÜRŞAD'ın boynuna sarar,
KÜRŞAD onun ağır ağır saçlarını okşar.) Ben
zavallılığımı, yalnızlığımı gittikçe daha çok hissetmeye
başlayacağım... Sonra... ben artık sizden
uzakta nasıl yaşarım?.. Sesinizin bana verdiği
kuvvet kollarınızın arasından çıkar çıkmaz
kaybolacak zannediyorum... Oh Kürşad, beni
bırakmayın, beni yalnız bırakmayın!..

KÜRŞAD: Sen üzülme çocuğum... Ben seni...

HİYUNGYU: Hani bana çocuğum demeyecektiniz?..

KÜRŞAD: Sen üzülme Hiyungyu... Seni yalnız bırakmama
imkan var mı artık... Ne zaman bana ihtiyacın
olursa bil ki o anda ben de sana muhtacım
ve seni bekliyorum.

HİYUNGYU: Değil mi Kürşad, hiç üzülmeyeyim, hiç korkmayayım
değil mi?.. Sizi her zaman yanımda
bulacağım değil mi?.. Ben ne kadar korkmuştum...

KÜRŞAD: Zaten insan en tatlı, en bahtiyar anlarını bile
ilerde geleceğini tasavvur ettiği felaketli ve karanlık
günleri düşünerek karartmaktan kendini
alamaz, ilahlar lekesiz ve tam bir saadeti insanlara
vermek istememişlerdir.

HİYUNGYU: (Sokulur ve daha sıkı sarılır.) Değil Kürşad! İlahlar
insanlara layık olduklarından çok daha fazla
saadet veriyorlar... Bakın, ben belki kendimi
bildiğim günden beri kalbimin size ait olduğunu
da biliyordum. Bu sarayda siz hiç kimseye
benzemiyordunuz ve ben yalnız, ama yalnız sizi
seviyordum. İçimde bin bir türlü arzunun tepindiğini
hissediyor, fakat bunların ne olduğunu
fark edemiyordum... Bütün hayatını bir şey
istemekle geçirmek fakat istediği şeyin ne olduğunu
kendisi de bilmemek ne kadar tahammül
edilmez şey bilseniz... Sonra bir gün kendimi
sizin kollarınız arasında bulunca ne istediğimi
anlıyorum. (Başını KÜRŞAD'ın yüzüne yaklaştırır.)
Bilseniz ölmek bana şimdi ne kadar kolay
gelecek... Yalnız beni daha çok sıkın... Kürşad,
çok çok sıkın! (Sımsıkı sarılır, KÜRŞAD'ı dudaklarından
öper. Öteki mukavemet etmez. Bir müddet
böyle kalırlar. Sonra KÜRŞAD yavaşça doğrulur.
HİYUNGYU da kalkar, başı öne eğilmiş durur.
KÜRŞAD onu omuzlarından tutar.)

KÜRŞAD: Bana bak Hiyungyu!..

HİYUNGYU: (Başını kaldırır.)

KÜRŞAD: Sen artık çocuk değilsin Hiyungyu... (Çenesinden
tutarak) Bana bak... Sen çocuk değilsin artık, anlıyor musun?

HİYUNGYU: (Hafif ve titrek bir sesle) Kürşad!

KÜRŞAD: Ve çocukluk yapmamalısın artık...

HİYUNGYU: Ben sizi seviyorum Kürşad!..

KÜRŞAD: Ve böyle laflar da söylememelisin Hiyungyu...
Böyle şeylerden bir daha hiç bahsetmemelisin...
Ben senin çok yaşlı bir ağabeyinim Hiyungyu...
Senin her derdinin yarısını kendi kalbimde hissederim.
Fakat...

HİYUNGYU: Sizi seviyorum Kürşad!

KÜRŞAD: Hiyungyu!.. Kalbine susmasını emret...

HİYUNGYU : Ah Kürşad, dinlemez ki!..

KÜRŞAD: Eğer ilahlar dimağların sözüne bu kadar az itaat
edebileceğini bilselerdi onu vücutlarımızın
en yüksek yerine koymaktan vazgeçerlerdi...

HİYUNGYU: Fakat sen de Kürşad... Sen de...

KÜRŞAD: Yeter... Ne söyleyeceğini biliyorum... Belki Hiyungyu...
Belki... Fakat bizi arzularımızdan
başka kuvvetlerin idare ettiğini de kabul edelim.
İlahlar bunu istemiyorlar... Biz ne kadar istesek
faydasız... Allahaısmarladık Hiyungyu!..
(Yürür. Dört beş adım gittikten sonra durur ve geriye
döner. Hareketsiz duran HİYUNGYU onun geri
döndüğünü görünce kollarını uzatır ve ona doğru
koşmak ister. Fakat KÜRŞAD tekrar dönerek ağır
ağır yürür. HİYUNGYU kolları ileri uzanmış olarak
durur ve KÜRŞAD bahçenin ucunda kaybolunca,
oraya, çimenlerin üstüne yıkılır.)

(BİRİNCİ PERDENİN SONU)

İKİNCİ PERDE

Sahne birinci perdedekinin aynı

BİRİNCİ MECLİS

KÜRŞAD (Yalnız)

KÜRŞAD: (ÇiçekIerin arasından gelir.) Gayet doğru düşünüyorum,
eminim; hatalı hareket etmiyorum, eminim;
vazifemi yapıyorum, eminim; fakat gene rahat
değilim. Bu yaptığım ve yapacağım işler, bütün
azametlerine rağmen, seven bir kalbi yaraladığımı
bana unutturamıyorlar. Milyonlarca insanın
sevinç kahkahaları bile Hiyungyu'nun hıçkırıklarının
aksini kulaklarımdan alıp götüremeyecek ve
ben çok iyi biliyorum ki muvaffakiyetlerimin çehresi
onun sararmış yüzünü görünce buruşacak ve
neşesini kaybedecek. Bu niçin böyle?.. Eğer yapmak
istediğim şeylerle buna mukabil feda ettiğim
şey bir terazinin gözlerine konursa evvelkilerin
çok ağır basması lazım. Çünkü bir tarafta milyonlarca
insanın hayatı, hürriyeti, saadeti; diğer tarafta
ise yalnız genç bir kızın küçücük kalbi var. Halbuki
bu taraf daha ağır basıyor... Şu halde terazinin
bu kefesinde yalnız bir genç kızın feda edilen
kalbi değil, benim görmediğim yahut görmek istemediğim
bazı şeylerin de bulunması lazım. Bunlar
ne olabilir?..

Hiyungyu'yu seviyorum... Ve bu alışverişte asıl feda
ettiğim şey onun kalbi değil, benim kendi aşkım...
İşte bunun için bu fedakarlık bana bu kadar
ağır geliyor...

Evet... Ben aşığım... Hem adamakıllı...
Aşk muhakkak ki bir hastalık... Aşık olduğumuzu
ilk zamanlarda kendimizden bile saklamak istememiz
zaten bunun bir hastalık olduğunu gösteriyor...
Biz mütemadiyen: Değilim, değilim!.. diyoruz.
Ve onu ancak, kolumuzu kımıldatamayacak
kadar bize hakim olduğu zaman kabul ediyoruz.
Lakin hasta bir adamın artık başka işlere kalkışması
gülünç değil mi?.. Kendi kalbini bir aşkın elinden
kurtaramayan adam nasıl milyonlarca insanı
kurtarmaya kalkar? Minimini bir kızın elinde
oyuncak olduğunu hisseden adam devletlere karşı
koyacak, milletlere hayat ve hürriyet verecek ha?
Bundan daha saçma şey olur mu?.. Hadi be Kürşad,
vazgeç böyle şeylerden. Kendi aczini ve kudretsizliğini
gör, korkaklığını, zavallılığını anla ve
yoluna git... Budala... Senin gibi göğsünde bu kadar
küçük ve çürümüş bir kalp taşıyanların bu kadar
ağır işlere girişmesi... Olur küstahlık değil...
Çin sarayının Çinlilerden daha itaatli uşağı, bu saray
sende hiçbir şey bırakmamış... Haydi... esirleri
daha kuvvetli, daha temiz olanlar kurtarsın...
Sen onların hakaret ve kin tükürüklerini yüzünden
sil ve Hiyungyu'na koş, Hiyungyu'na... (Bağırır.)
Hiyungyu... Hiyungyu...

(HİYUNGYU bahçede görünür.)

İKİNCİ MECLİS

KÜRŞAD, HİYUNGYU

HİYUNGYU: Beni mi çağırdınız Kürşad?

KÜRŞAD: (Kanepeye oturur.) Seni çağırdım. Gel buraya Hiyungyu...
Hastayım ben... (Başını tutarak) Ooof...
Öyle hastayım ki ben... Hiyungyu... Koy
ellerini başıma... (HİYUNGYU ellerini KÜRŞAD'ın
alnına kor.) Hah şöyle... (Bir müddet sükut,
sonra KÜRŞAD silkinir, ayağa kalkar, bütün
hareketleri deruni bir mücadeleyi ve tereddüdü ifade
eder. Eğilir, HİYUNGYU'nun iki yanağından tutarak)
Ne yapmalı Hiyungyu... Sen çocuksun daha,
ne bileceksin değil mi? (Eliyle başını ve alnını
döverek) Bilsen Hiyungyu bunun içinde neler
oluyor!.. Oooof... Hastayım ben... (Bahçede birkaç
kere dolaşır, HİYUNGYU'nun önünde durur,
ona bakar ve onu omuzlarından tutarak ayağa kaldırır.)
Hiyungyu, bana yalnız sen yardım edebilirsin!...

HİYUNGYU: Ne yapmamı istiyorsunuz Kürşad?

KÜRŞAD: Kasırgadan sonra çıkan hafif ve serin bir rüzgar
çölün baygın yolcularına ne yaparsa; aylarca
süren kuraklıktan sonra gelen bir yağmur kurumaya
yüz tutan ekinlere ne yaparsa sen de bana
onu yap: Bana yaşamak kudretini, yaşamak cesaretini,
yaşamak imkanını ver...

HİYUNGYU: Ben aynı şeyleri sizden alıyorum Kürşad, size
yardıma kalkmam ayın güneşi aydınlatmak istemesine
benzemez mi?

KÜRŞAD: (HİYUNGYU'yu tekrar omuzlarından tutarak) Hiyungyu;
ben başkalarına taze hayat ve taze
kuvvet vermeye kalkarken bunlara herkesten
çok kendimin muhtaç olduğumu unutmuştum.
Benim artık epeyce yaşlanan damarlarımda sakin
ve hiçbir şey yapmaya iktidarı olmayan bir
kan dolaşıyor. Başkalarının bana lüzumu yok,
Hiyungyu; fakat ben yaşamak istiyorum... Yaşamak
için de sana muhtacım. (HİYUNGYU'yu
omuzlarından havaya kaldırır.) Hiyungyu; sana ne
kadar ihtiyacım olduğunu bilmezsin! (Tam öpmek
üzereyken bahçede, sağ tarafta gözlerini kendisine
dikerek hareketsiz duran 1'İNCİ TÜRK'ü görür. Şaşkın,
HİYUNGYU'yu yere bırakır, gülmeye çalışarak)
Sen ne kadar hafifsin Hiyungyu!.. Adeta
tüy gibi... Ya, benim minimini Hiyungyum, sen
adeta benim kızım yerindesin... Gördün mü seni
nasıl kolayca havaya kaldırıverdim... Daha
çocuksun sen... Ha, demin ne diyordum... Sana
ihtiyacım var diyordum değil mi? Evet... Sana
çok ihtiyacım var... (Ciddileşerek ve sesi ağırlaşarak)
Hiyungyu, eğer beni hakikaten seviyorsan,
beni bir parça olsun seviyorsan aramızda
olan herşeyi unut; eğer benim için muhakkak
bir şey yapmak, bir fedakarlıkta bulunmak istiyorsan
dinle: Bu yakınlarda bu sarayda birtakım
fevkalade vakalar olacak, bunların sana da
taalluk eden tarafları vardır. Sen benim tarafımdan
yaptırıldığını bildiğin veya tahmin ettiğin
hiçbir hadiseye itiraz etme... Tamamen tabi
ol... O zaman beni çok sevindireceksin... Başka
her düşünceyi, her arzuyu kalbinden çıkar. Artık
birbirimizden saklamaya lüzum yok Hiyungyu:
Seni kaybetmek benim için de çok
azaplı olacak; fakat biz bunda nefsini feda etmenin
zevklerini bulmaya çalışalım. Ben biraz
evvelki zaaflarımdan şimdi utanıyorum. Bundan
sonra utanılacak bir şey yapmamaya dikkat
edelim... Hadi sen de git... Ve düşünme... Yalnız
tabi ol... Hadi bakalım. (Yanaklarından öper,
HİYUNGYU gider, 1'İNCİ TÜRK gelir.)

ÜÇÜNCÜ MECLİS

KÜRŞAD, 1'İNCİ TÜRK

1'İNCİ TÜRK: Her şey hazır!

KÜRŞAD: Her şey hazır.

1'İNCİ TÜRK: Yalnız...

KÜRŞAD: Yalnız?..

1'İNCİ TÜRK: Sende ilk günlerin hararetini görmüyorum Kürşad.
Sende büyük işlere karar verenlere mahsus
bir katilikten ziyade ne yapacağını bilmeyenlere
mahsus bir tereddüt var. Gerçi senin kollarını bağlayan
şey korku olamaz, fakat başka ne olabilir
Kürşad?

KÜRŞAD: Korku mu?.. Dostum, korku öyle bir bağdır ki, bazan
bir felç gibi gelerek insanın her adalesini en
ufak bir hareketten menedebilir. Fakat herhangi
fevkalade bir vaka, bir heyecan, hatta bir arzu gevşemez
zannedilen bu bağları derhal koparmaya
kifayet eder. En ümit edilmedik zamanlarda cılız
ve korkak kedilerin yırtıcı birer aslan oldukları
çok görülmüştür. Yeter ki bizim kollarımızı bağlayan
daha başka şeyler olmasın.

1'İNCİ TÜRK: Bu başka şeyler ne olabilir?

KÜRŞAD: Hiç... Ben size lazım olan şeylerimi veriyorum.
Fazlasını istemeyiniz ve benim bir parçamı da
kendime bırakınız. Size dimağımı, vücudumu ve
kılıcımı veriyorum, bu kadarı yeter mi?..

1'İNCİ TÜRK: Yeter!..

KÜRŞAD: Fakat kalbim...

1'İNCİ TÜRK: Onun bize lüzumu yok...

KÜRŞAD: Kalbim bir başkasıyla beraberdir.

1'İNCİ TÜRK: Bir başkasıyla beraber olan kalbini burada bırak
ve bize onsuz iltihak et... Bir kaya gibi...

KÜRŞAD: (Başını eğerek yavaş yavaş) Bir kaya... gibi...
(Sükut)

1'İNCİ TÜRK: (Bir müddet sonra) Kürşad, üç yüz silahlı, istediğin
şekilde hazırlanmıştır; vereceğin talimatı bekliyorlar.
O kadar sabırsızlanıyorlar ki insan bunların
damarlarındaki kanın bir ateş olduğunu ve bu delikanlıların
biraz serinlemek için muhakkak damarlarını
boşaltmak istediklerini zannediyor.

KÜRŞAD: Bu akşam...

1'İNCİ TÜRK: Bu akşam mı?..

KÜRŞAD: Bu akşam istedikleri gibi serinleyecekler ve hatta...

1'İNCİ TÜRK: Hatta?..

KÜRŞAD: Hatta belki de soğuyacaklar... (Sükut) Hepsi de
çok genç değil mi?..

1'İNCİ TÜRK: İçlerinde gözlerini bu hayata anavatanda açmış bir
kişi bile yoktur...

KÜRŞAD: Bunların anaları da var değil mi? Çok sevdikleri
anaları... Sonra... hayatı da kim bilir ne kadar seviyorlardır.

1'İNCİ TÜRK: Kürşad, ölüme gidenlerin anaları ve hayata olan
muhabbetleri değil, iman ve cesaretleri sorulur...

KÜRŞAD: Pekala... Kendilerine, yapacakları işe dair hiçbir
şey söylemediniz mi?..

1'İNCİ TÜRK: Bunu sizden başka kimse bilmiyor... Hatta ben bile.
Büyük bir kıskançlıkla herkesten sakladığınız
planınızı bugün söyleyeceksiniz. İki milyona yakın
insanın hayatı ve hürriyeti sizin şimdi söyleyeceğiniz
sözlere bağlıdır. Tabii bunun farkındasınız.

KÜRŞAD: Tabii... Ve bunun ne kadar dehşetli bir şey olduğunun
da farkındayım.

1'İNCİ TÜRK: Sizi dinliyorum.

KÜRŞAD: Dinleyiniz öyleyse: Bilirsiniz ki İmparator geceleri
gizlice saraydan çıkar ve Si-Gan-Fu şehrinin sokaklarını dolaşır.

1'İNCİ TÜRK: Evet, bu halk arasında da söyleniyor.

KÜRŞAD: İmparator her gece yanına maiyetinden beş on kişi
alarak ve kıyafetini değiştirerek alelade bir mandarin
gibi sokaklarda dolaşır. Çok sevdiği ecdadından
birinin böyle yaptığını bir müverrih kendisine
söylediği için İmparator bu itiyadına pek sadıktır.
Yalnız, o, beş on kişiyle gidiyor ve dolaşıyorum
zannederken saray muhafızlarının büyük bir
kısmı uzak bir mesafeden onu takip etmekte, gideceği
yerlerde daha evvelden tertibat almaktadır...

1'İNCİ TÜRK: Peki...

KÜRŞAD: Saray muhafızlarının büyük bir kısmının onun arkasından
gitmesi, sarayda küçük bir kısmının kalması demek olduğu da
meydandadır!

1'İNCİ TÜRK: Evet...

KÜRŞAD: Anlamadınız mı? Bu gece saray tenhalaşıp muhafaza
azalınca bizim üç yüz silahlımızın dörtte biri
derhal hücuma geçerek genç prensimiz Yulu Han'ı
buradan alıp kaçıracak.

1'İNCİ TÜRK: Prenses Hiyungyu ile beraber... değil mi?

KÜRŞAD: (Uzun uzun ve dalgın, manasız gözlerle baktıktan sonra
yavaşça) Evet, Prenses Hiyungyu'yu da kaçıracaklar.

1'İNCİ TÜRK: Kararımız öyleydi değil mi?

KÜRŞAD: Evet, kararımız öyleydi.

1'İNCİ TÜRK: Ve bunu bilhassa sen istiyorsun!..

KÜRŞAD: Ben mi istiyorum?.. Hayır... Ha... Evet... Bunu
bilhassa ben istiyorum.

1'İNCİ TÜRK: Üç yüz atlı Yulu Han'la Prenses'i aldıktan sonra
hiçbir yerde durmadan vatana dönecekler ve orada,
hakansız kalan milletin başına geçerek buradaki
kardeşlerini kurtarmaya gelecekler.

KÜRŞAD: (Gene dalgın) Evet... Öyle yapacaklar... Bunlar daha
sonraki işler... Bu akşam... Bu akşam her şey olacak değil mi?

1'İNCİ TÜRK: Bana mı soruyorsunuz?

KÜRŞAD: (Toplanarak) Evet... Bu akşam her şey olacak... İki
milyon esir var değil mi?.. Bu iki milyon esir bu
geceyi bekliyorlar değil mi? Bu esirlerin her şeyi
bu akşama bağlı, değil mi?.. İki milyon ha!.. Bu akşam...

1'İNCİ TÜRK: Emirlerinizi veriniz!..

KÜRŞAD: Bu gece üç yüz silahlı sarayın dışında duracak ve
bunların yetmiş beşi iç bahçeye girecekler... Kapıcılar
Türktür ve her şeyden haberdar edilecektir...
Bu yetmiş beş kişi gözlerini benim saraydaki odama
dikecek ve bekleyecekler... İmparator sarayda
bulunduğu müddetçe benim odamın ışığı yanacaktır.
Odamda ışık söner sönmez saraya hücum
edilecek ve Yulu Han'la Hiyungyu odalarından
alınacak...

1'İNCİ TÜRK: Evet!..

KÜRŞAD: Bu esnada diğerleri atları üstünde sarayı çevirecekler
ve hariçten herhangi bir taarruza meydan vermeyecekler.

1'İNCİ TÜRK: Evet...

KÜRŞAD: Kapının önünde iki kuvvetli süvari bulundurulacak
ve bunlar oraya getirilen Prens ve Prenses'i
derhal terkilerine alıp dörtnala uzaklaşacaklar.

1'İNCİ TÜRK: Evet...

KÜRŞAD: Yulu Han'la Prenses hiçbir şeyden haberdar olmayacakları
için hayret ederler, belki de mukavemet
etmek isterler, buna katiyen ehemmiyet verilmeyecek.

1'İNCİ TÜRK: Evet...

KÜRŞAD: Bu kadar... Sizde sarayın planı vardır. Orada Yulu
ile Prenses Hiyungyu'nun odaları gösterilmiştir,
bunu takım zabitlerine adamakıllı öğretirsiniz.

1'İNCİ TÜRK: Hiç yanılmayacakları şekilde öğretirim.

KÜRŞAD: Şimdi gidiniz. İmparator bu tarafa doğru geliyor,
sizi görmesin. Bu gece benim arkamda can vermeleri
muhtemel olanlara benden selam götürünüz.
(1'İNCİ TÜRK çıkar.)

DÖRDÜNCÜ MECLİS

KÜRŞAD (Yalnız)

KÜRŞAD: Ey ilahlar, kendimi çok zayıf hissediyorum, başladığım
işte bana kuvvet veriniz... Ey kalbim, mevcudatın
en zavallısı olan dimağımdan ayrı kalmakta
daha fazla ısrar etme... Hiyungyu!.. Sen de
bil ki, bir tercih karşısında olsaydım, sana, değil
bir milleti, bir cihanı, bir kainatı feda ederdim;
fakat artık intihap hakkına malik değilim, bir kere
ok yaydan çıkmış bulunuyor... İki milyon... Bu
akşam... Hiyungyu... Seni elimle... İlahlar bana
merhamet etsinler... (Çıkar.)

BEŞİNCİ MECLİS

VEN-ÇİNG (yalnız), sonra İMPARATOR

VEN-ÇİNG: (Çiçeklerin arkasından usulca çıkar, KÜRŞAD'ın
arkasından bir müddet bakar, ellerini ovuşturur)
Plan mükemmel... Hele bir tatbik edilirse daha
nefis olacak... Yalnız küçük bir kusuru var:
Tertip edenler bu sarayda bir de Ven-Çing bulunduğunu
nasılsa unutmuşlar... Ven-Çing
minimini, güzel, tatlı Hiyungyu'yu bunlara,
bu barbarların eline nasıl bırakıverir?.. Allah
göstermesin... İmparator geliyor... (Derhal dalgın,
meyus bir hal alır, bu esnada hava kararır ve
bulutlanır.)

İMPARATOR: (Ağır ağır girerek) Ven-Çing, deminden beri seni
arıyorum; bu hikayeler artık benim canımı
sıkmaya başladı; anlıyor musun!..

VEN-ÇİNG: Hangi hikayeler, efendimiz?..

İMPARATOR: Bu Türkler meselesi... Ne zaman bitecek bu?..
Görüyorum ki bilhassa sen bu zavallılara rahat
vermemekte inat ediyorsun. Fakat bilirsin ki
imparator nazırına söz dinletemediği zamanlar
celladına söz geçirebilir...

VEN-ÇİNG: (Eğilerek) Efendimize sadakatimden dolayı öleceğim
için ne kadar bahtiyar olduğumu tasavvur edemezsiniz.

İMPARATOR: Ne istiyorsun bu adamlardan?..

VEN-ÇİNG: Efendimiz çok merhametli ve çok iyi kalplidirler;
bunun için düşmanlarını bile müdafaadan
ayrı ve ilahlara mahsus zevkler duyuyorlar.
Fakat ben sadık bir köle sıfatiyle bunlara tahammül
edemiyorum. Ve bunun için şimdi başımı vereceğim...

İMPARATOR: Ne diye düşmanlarımdan filan bahsediyorsun?
Kim bunlar?..

VEN-ÇİNG: Hainlerin ve hayatınıza kastedenlerin bile müdafii
olduğunuzu gördükçe sizin mabutlara
olan yakınlığınızı da görüyor ve hayatınız için
daha ziyade endişe ediyorum.

İMPARATOR: Neler söylüyorsun sen Allah aşkına?

VEN-ÇİNG: Size olan sadakatim şimdi kulakların işitmeye
tahammül edemeyeceği hıyanetleri anlatmaya
beni sevk ederse sizden affımı dileneceğim...
Bu küstahlığımın cezasını beni derhal cellada
göndererek veriniz, yalnız mukaddes hayatınız
için beni sonuna kadar dinleyiniz...

İMPARATOR: Dinliyorum.

VEN-ÇİNG: Bu akşam hayatınıza kastedilmek isteniyor!..

İMPARATOR: Ne dedin? Ne dedin? Ne isteniyor?..

VEN-ÇİNG: Hayatınıza kastedilmek isteniyor... dedim.

İMPARATOR: Kim tarafından?

VEN-ÇİNG: Müdafaa ettikleriniz tarafından! Layik olmadıkları
nimetlerinizle kuvvetlenen kollarını
şimdi size kılıç sallamakta kullanacak olan bu
adamlara karşı bir şey yapamamak bana ölmekten
çok daha acı geliyor... Mademki size
olan sadakatimi göstermek imkanları yok, derhal
cellatlara emrediniz... Yaşamak bana pek
azaplı geliyor...

İMPARATOR: Maksadını daha açık söyle!..

VEN-ÇİNG: Efendimiz sözlerime inanmak lütfunda bulunacaklar
mı?.. Hiç olmazsa bu akşam gece yarısına
kadar?.. O zaman kendisinin sadık kullarıyla
hayatlarına kastetmek isteyen denileri (alçakları)
ayırmak imkanları hasıl olacaktır.

İMPARATOR: Çabuk, daha açık söyle... İnanacağım.

VEN-ÇİNG: Efendimiz... Büyük bir merhametle yaşamalarına
müsaade ettiğiniz Türkler bir ihtilal hareketi
yapmak üzeredirler...

İMPARATOR: İmkanı yok...

VEN-ÇİNG: Bana inanacağınızı vaid buyurmuştunuz...
Gece yarısına kadar...

İMPARATOR: Devam et...

VEN-ÇİNG: Bu ihtilalin ilk adımı mukaddes hayatınıza
kastetmekle başlayacaktır. Ve bütün bunları
idare eden...

İMPARATOR: Çabuk söyle...

VEN-ÇİNG: En inandığınız!..

İMPARATOR: Söyle diyorum!..

VEN-ÇİNG: En itimat ettiğiniz... ve bana, bu sadık kulunuza
tercih ettiğiniz...

İMPARATOR: (Üstüne yürüyerek) Söyleyecek misin?..

VEN-ÇİNG: Kürşad!..

İMPARATOR: (Elleri yana düşer, durur, şaşırır.) Yalan söylüyorsun.

VEN-ÇİNG: Bana inanacaktınız?..

İMPARATOR: İmkanı yok.

VEN-ÇİNG: Gece yarısına kadar...

İMPARATOR: Her şeyi söyle!..

VEN-ÇİNG: Burada yapılan bir hıyanet planını dinlemeye
beni sevk eden tesadüf herhalde efendimize
olan muhabbetimi yeni bir sadakat eseriyle
mükafatlandırmak istemişti. Burada sizin nasıl
öldürüleceğinize... Aman Yarabbi... evet... nasıl
öldürüleceğinize dair konuşuldu ve şu kulaklarım
onları dinledi...

İMPARATOR: Nasıl?..

VEN-ÇİNG: Bu gece sokağa çıktığınız zaman üzerinize hücum
edilecek...

İMPARATOR: Yalan.

VEN-ÇİNG: Keşke yalan olsa... O zaman dünyanın en bahtiyar
mahluku olurdum.

İMPARATOR: Bu gece sokağa çıkarken müdafaamı kuvvetlendiririm.
Bundan onların tabii haberi olmaz...
Bakalım görürüz... Hücum ederlerse
sana hakkın varmış derim... ve o zaman... o
zaman muhakkak ki bir şeyler yaparım...

VEN-ÇİNG: Evet... en iyisi bu... Yalnız... görüyorsunuz ki
hava gittikçe kararıyor, bir fırtına yaklaşmak
üzeredir. Ve böyle havalar hainlerin karanlık
maksatları için her şeyden daha muvafıktır.
Evet... müdafaanızı çok kuvvetlendireceksiniz,
fakat ya fırtına ve yağmurun verdiği şaşkınlık
ve karanlıktan istifade eden bir ok efendimize...
Oh, daha ilerisini düşünmüyorum...
(Eğilerek) Efendimiz, biz kullarınız için mukaddes
olan hayatınızı koruyunuz...

İMPARATOR: Ne yapalım öyleyse... Sen sözlerini nasıl ispat
edeceksin?..

VEN-ÇİNG: Siz sarayda kalınız efendimiz... Onlar deni
maksatlarına nail olmak için buraya bile hücum
edeceklerdir: Konuşurlarken kulaklarımla
duydum, eğer bu gece dışarı çıkmazsanız üç
yüzden fazla silahlı adamla saraya hücum etmelerine
karar verilmiştir.

İMPARATOR: Aklım almıyor bunları Ven-Çing... Kürşad,
elimde büyüttüğüm ve bu derecelere çıkarttığım,
bu kadar itimat ettiğim Kürşad... İmkanı yok...

VEN-ÇİNG: Maalesef hakikat efendimiz... Siz yalnız sükunetle
geceyi bekleyiniz, hainlerin mahiyetini anlayacaksınız.

İMPARATOR: Sarayın muhafazasını kuvvetlendirmeli... Fakat
hiç belli etmeden...

VEN-ÇİNG: Hepsini bana bırakınız... Siz sükun ve huzur
ile bekleyiniz... Canlarını uğrunuzda vermek
isteyenler şu bahçedeki ağaçların yapraklarından
daha çoktur. Hiç kimse size elini süremeyecektir.

İMPARATOR: Pekala... Her şeyi sana bırakıyorum. Yalnız...
bu şüphelerin asılsız çıkarsa... bilirsin ya Ven-Çing!..

VEN-ÇİNG: Dediğim gibi efendimiz... maalesef sözlerim
yalnız hakikatten ibarettir.

İMPARATOR: Ben gidiyorum.. Kürşad ha?.. İnanamıyorum.
(çıkar.)

ALTINCI MECLİS

VEN-ÇİNG (yalnız), sonra VEN-ÇİNG'in MAİYET ÇAVUŞU

VEN-ÇİNG: Ala... şimdi ufak bir iş daha... (Bahçenin öteki
ucuna işaret eder, MAİYET ÇAVUŞU girer.) Bana bak.

ÇAVUŞ: (Sokulur ve bekler.)

VEN-ÇİNG: Adamların arasında boyu ve şekli İmparator
hazretlerine benzeyen birisini seçecek ve onu
aynen İmparator gibi giydireceksin... Anlıyor
musun? İmparator geceleri dışarı çıkarken nasıl
giyiniyorsa tıpkı öyle...

ÇAVUŞ: Evet efendim...

VEN-ÇİNG: Ve sonra her akşam İmparator hazretleriyle beraber
giden adamları da alacak, hep beraber şehri gezmeye çıkacaksın.

ÇAVUŞ: Evet efendim.

VEN-ÇİNG: Anlıyor musun? Sarayda ve hariçte, bilhassa hariçte
herkes İmparator'un her zamanki gibi şehri
devre çıktığını zannedecek.

ÇAVUŞ: Anlıyorum efendim.

VEN-ÇİNG: Öyleyse git ve bana saray muhafızları kumandanını
yolla... Çabuk, dediklerimi unutma. Ve
hatırla ki bu işte başının omuzların üzerindeki
vaziyeti mevzubahistir.

ÇAVUŞ: Emredersiniz. (Çıkar.)

YEDİNCİ MECLİS

VEN-ÇİNG (Yalnız)

VEN-ÇİNG: Bu iş de oldu demektir. Ah Kürşad, sen beni
unutmayacaktın... (Güler, bahçenin öbür başına
doğru hızlı hızlı gider)

(İKİNCİ PERDENİN SONU)

ÜÇÜNCÜ PERDE

İMPARATOR'un sarayında bir divanhane. Mermer zemin. Mermer
sütunlar, karşıda bir merdiven vesaire.

BİRİNCİ MECLİS

SİYAOHİ (yalnız), sonra BİRİNCİ YARALI ASKER

SİYAOHİ: (Yalnız, ağır ağır dolaşır, önüne bakar, konuşmaz.)

1'İNCİ YARALI ASKER: (Sallanarak ve koşmaya çalışarak içeri girer.
FİLOZOF'u görür. Durur.)

SİYAOHİ: (Askerin kanlı elbisesini göstererek) Ne o, delikanlı,
elbiseni niçin alacalısından intihap ettin?

1'İNCİ YARALI ASKER: Bir bayrama iştirak ettim de ondan...

SİYAOHİ: Nasıldı bu bayram?

1'İNCİ YARALI ASKER: Dehşet... Herkes şevkinden yerlere seriliyor...
ve bir daha kalkamıyordu...

SİYAOHİ: Peki, neler gördün?..

1'İNCİ YARALI ASKER: Öyle şeyler gördüm ki Siyaohi, bunları
hayatımın sonuna kadar unutamayacağım.

SİYAOHİ: Bu kadar çabuk unutulacak şeyler mi gördün delikanlı?

1'İNCİ YARALI ASKER: (Anlamayarak bakar.)

SİYAOHİ: Diyorum ki, gördüğün şeyler bu kadar
ehemmiyetsiz miydi ki çabucak unutacaksın?
Çünkü vaziyetin hayatının sonu dediğin
şeyin öyle pek de uzak olmadığını
gösteriyor.

1'İNCİ YARALI ASKER: Siyaohi!..

SİYAOHİ: Ölmek üzere olduğunu görmüyor musun?

1'İNCİ YARALI ASKER: (SİYAOHİ'yi yakalayarak) Yaşamak istiyorum,
Siyaohi, yaşamak, hiç ölmemek istiyorum...

SİYAOHİ: Eğer bunu bu kadar çok istiyorsan derhal
ölmen lazımdır.

1'İNCİ YARALI ASKER: (SİYAOHİ'nin yüzüne bakar.)

SİYAOHİ: (Askerin omuzuna elini koyarak) Niçin ölmekten
bu kadar korkuyorsun? Niçin
ölümden bu kadar korkuyorsunuz?..
Ölüm bugünkünden daha çok yaşamak
demektir; ölüm ilelebet ve bin bir şekilde
yaşamak demektir. Düşün ki şimdi bu vücudun
dağılıp sen artık yaşamadığını zannettiğin
zaman hepimizden, bütün yaşayanlardan
çok bir hayata malik olacaksın...
Mesela bir uzvun iri bir kayada yosun
halinde yeşerirken diğer bir uzvun bir
damla yağmur suyu halinde uzak bir denize
dökülecek... Bir parçan eskicinin tamir
ettiği kunduraya kösele olarak çivilenirken
diğer bir parçan bir mandarinin
sofrasındaki nefis çay takımını teşkil edecek.
Namütenahi şekillerde yaşayacaksın
delikanlı ve namütenahi zamanlarda yaşayacaksın.
Yalnız şimdiki hayatından bunun
ufak bir farkı olacak: O zaman yaşadığını
bilmeyeceksin, sende mevcudiyetinin
şuuru olmayacak... Fakat ne ehemmiyeti
var? Esas mesele yaşadığını bilmek
değil yaşamaktır. Ve sana yaşayacaksın diyorum...
Niçin üzülüp duruyorsun öleceğim
diye?.. Bırak bunları da bu çok meraklı
seyahate çıkmadan evvel bana gördüğünü
söylediğin dehşetli şeyleri anlat.

1'İNCİ YARALI ASKER: Yaşayacağım ha?..

SİYAOHİ: Tabii yaşayacaksın... Sen gördüklerini anlat... Hadi...

1'İNCİ YARALI ASKER: Bu akşam saray muhafazasına memurduk.

SİYAOHİ: Her akşamki gibi...

1'İNCİ YARALI ASKER: Hayır, her akşamkinden başka... çünkü
bu akşam bizden başka daha birçokları da
aynı işe memurdular. Ve biz ortalıkta bir
başkalık olduğunun farkındaydık. Zaten
bunu her zamanki gibi, malum mevkilerimize
değil de Ven-Çing'in dairesine, mutfağa,
daha bilmem nerelere kısım kısım
dağılışımızdan ve bir emir alıncaya kadar
bırakıldığımız yerlerden kımıldamamak
için verilen talimattan da anlamıştık...

SİYAOHİ: Saraya gündüzden mi geldiniz?..

1'İNCİ YARALI ASKER: Akşamüzeri ve ufak ufak gruplar halinde
arka kapıdan geldik. Bize yerlerimizi gösteren,
Ven-Çing'in zabitlerinden biriydi.

SİYAOHİ: Bunun niçin böyle yapıldığını size söylemediler mi?

1'İNCİ YARALI ASKER: Hayır... son dakikaya kadar bir şey bilmiyorduk.

SİYAOHİ: Son dakikada bildiğiniz neydi?

1'İNCİ YARALI ASKER: Yine hiç. Yalnız güneş battıktan iki saat
kadar sonra gelen bir emirle yerlerimizden
fırladık ve saraya hücum eden zırhlı
süvarilere karşı müdafaaya başladık. Karşımızdakiler
İmparator'un hassa askerleriydi.
O kadar şaşırmıştık ki, oklarımızın
kirişlerini çekmeyi bile beceremiyorduk
ve hücum edenler gitgide ilerliyorlardı.
Bu sırada Ven-Çing göründü, -Ne duruyorsunuz,
İmparatorunuzu öldürecekler!..-
dedi. Biz de derhal yaylara sarıldık.
Bir anda bu mücadele o kadar kızıştı ki,
oklarımız karşımızdakilere küfürlerimizden
daha çabuk ve daha bol gider oldular.
Bu esnada bizim ellerimizi tekrar bağlayan
ve bizi tekrar hayretten donduran bir
şey oldu. Arkamızdan sarayın merdivenlerinden
koşarak Kürşad geldi ve bize:
-Durun, ne yapıyorsunuz?..- diye bağırdı.
Geriye baktık, fakat Ven-Çing ve onun zabitleri
derhal Kürşad'ın üstüne atıldılar.
O, kendisini müdafaa ederek aramızdan
geçti ve karşımızdakilerle beraber bize
hücuma başladı.

SİYAOHİ: Kürşad mı?

1'İNCİ YARALI ASKER: Keşke başkası olsaydı.

SİYAOHİ: Neden?

1'İNCİ YARALI ASKER: Çünkü onun attığı oklar, dünyada yerleşip
kalmaya niyet etmiş görünen en canlı
arkadaşlarıma bile, ikamet müddetlerinin
bitmiş olduğunu haber veriyor ve etrafımı
boşaltıyordu. Kendimi zelzele esnasında
bir mabette zannediyordum. Dev gibi
adamlar mabut heykelleri gibi, bağırıp çağırmadan,
fakat gürültü ve dehşet içinde,
yıkılıyorlardı.

SİYAOHİ: Asker, bu vakanın destanını sana yazdırmalı.

1'İNCİ YARALI ASKER: Bu destanı yazabilmek için mürekkep yerine
kan kullanmak lazımdır. Halbuki
bende böyle bir şey kalmadı.

SİYAOHİ: Güzel konuşuyorsun asker... Bak, ölüm
kendisi gelmeden evvel sana felsefeyi yolluyor.
Düşün ki, eğer ölürsen herkesten
daha hakim olacaksın... Neyse, sen hikayene
devam et.

1'İNCİ YARALI ASKER: Ne diyordum, Kürşad'ın attığı oklar boşa
gitmiyordu. Fakat herhalde Çin'de askerler
Kürşad'ın oklarından daha çok olacak
ki, her yere düşen adama mukabil, sarayın
muhtelif yerlerinden beş on silahlı daha
çıkıyordu. En nihayet arka kapılardan
gelen külliyetli bir yardımcı kuvvet karşımızdakilere
sarayda onların oklarını tükettirecek
ve kılıçlarını körlettirecek kadar
çok insan bulunduğunu anlattı. O zaman
Kürşad geri dönmek emri verdi. Atlarına
binerek uzaklaştılar.

SİYAOHİ: Ve siz de arkalarından.

1'İNCİ YARALI ASKER: Evet... Ven-Çing, Kürşad'ı kaçırırsak
hepimizi kılıçtan geçirteceğini söyledi, fakat
bizim ümidimiz yoktu. Bilirsin ya, Türklerin
atları süvarilerine bizimkilerden daha
çok itaat ederler.

SİYAOHİ: Kaçtılar mı?

1'İNCİ YARALI ASKER: Onları kaçırmayan biz değiliz... Fırtına ve
nehirdir. Birdenbire yükselen sular, nehirde
köprü filan bırakmamıştı. Sular karanlıkta
böyle kabarıyor, adeta geldiği yere
gitmek ister gibi, çok alçaklardan geçen
bulutlara sürünmeye çalışıyordu.

SİYAOHİ: Gördüğün korkunç şeyler bu kadar mıydı?

1'İNCİ YARALI ASKER: Nerede!.. Asıl dehşetli şey, asıl akılların
almayacağı şey burada, bu nehrin kıyısında
oldu. İki taraf tekrar harbe başlamıştı. Ve
bu seferki hiç evvelkine benzemiyordu.
Burada askerler, fırtınada birbiri üzerine
devrilen iki ağacın dalları gibi birbirine giriyorlar,
birbirlerini kırıyorlar, eziyorlar ve
boğuk sesler çıkarıyorlardı. Sonra nehir
kabarıyordu, sular ayaklarımızın altına
kadar geliyor, yağmur yaralarımızı serinletmek
ister gibi daha hızlı yağıyordu.

SİYAOHİ: Asker, dövüşenler ne yapıyordu?

1'İNCİ YARALI ASKER: Dövüşenler mi?.. Ya... Dövüşenler... Sular
gitgide kabarıyordu. Yağmur suları yerinde
tutmak için bütün ağırlığıyla onun üzerine çöküyordu.

SİYAOHİ: Sen sözünün sonunu bir türlü getiremez misin?

1'İNCİ YARALI ASKER: Her taraf karanlıktı... Nehir... Sular...
Yağmur... (Geriye doğru kaykılır, sallanır, düşer. Ölür.)

SİYAOHİ: Daha az gevezelik edebileceği bir yere gitti.
Acaba bu kadar lafı söyleyebilmek için
mi. orada ölmedi de buraya kadar geldi?

(İMPARATOR arkadan gelir. SİYAOHİ'yi
görünce ona doğru koşar.)

İKİNCİ MECLİS

SİYAOHİ, İMPARATOR

İMPARATOR: Siyaohi, nedir bu olanlar?

SİYAOHİ: Neler, Efendimiz?

İMPARATOR: Bugün olan biten şeyler?.. İnsanlar meğer ne
anlaşılmaz mahluklarmış... Dünya ne anlaşılmaz yermiş!..

SİYAOHİ: Dünyanın ve insanların bir parça bir şeye benzeyen
yerleri de bu anlaşılmaz taraflarıdır.
Baksanıza siz bile onları anlamadığınız zamanlarda
müsterihtiniz ve şimdi anladığınızı
zannettiğiniz için bu kadar şaşıyor ve üzülüyorsunuz.

İMPARATOR: Ah... Bu lafların ortalığı düzeltmeye bir faydası olsa.

SİYAOHİ: O zaman on para kıymeti olmazdı.

İMPARATOR: Siyaohi... Sükunetin beni çıldırtacak, ben deminden
beri Hiyungyu'yu arıyorum. Sarayda bulamadım.

SİYAOHİ: Bu, onun sarayda olmasına mani değildir. Söyleyelim
de bulsunlar.

İMPARATOR: Söyledim. Arıyorlar, fakat sen ne dersin? Acaba
kaçırdılar mı?.. Onu da beraber götürdüler
mi? O zaman ne yaparız?..

SİYAOHİ: Yapılması lazım, makul ve mümkün olan şeyleri yaparız.

İMPARATOR: Sus Siyaohi... Sen... (Uzaktan gelen 2'İNCİ YARALI
ASKER'i görerek) Gel, asker, bu tarafa gel...

ÜÇÜNCÜ MECLİS

Evvelkiler, 2'İNCİ YARALI ASKER

İMPARATOR: Nereden geliyorsun?

2'İNCİ YARALI ASKER: (Cevap vermeyerek İMPARATOR'un yüzüne
bakar.)

İMPARATOR: Asker, nereden geldiğini bilmiyor musun?

2'İNCİ YARALI ASKER: (Bakmakta devam eder.)

SİYAOHİ: Galiba gideceği yeri düşünmekle meşgul
de, nereden geldiğinin pek farkında değil.

İMPARATOR: (Askeri omuzundan tutup sarsarak) Sana
İmparator'un sual soruyor küstah!..

2'İNCİ YARALI ASKER: (Silkinip omzunu çekerek): Senden daha
heybetli birisiyle hesap görmek üzereyim
ve bir daha elime geçirirsem ona kendim
bazı sualler sormak isterdim.

SİYAOHİ: İnsanların böyle akıllı, böyle cesaretli ve
sahiden insan olabilmeleri için muhakkak
ölüme bu kadar yaklaşmaları mı lazım acaba?

İMPARATOR: Asker, bir İmparator gibi sormuyorum.
Ne halde olduğumu görüyorsun, bana cevap ver.

2'İNCİ YARALI ASKER: İhtiyar, ne yalan söyleyeyim, şu halde bile
senin yerinde olmak istemezdim.

SİYAOHİ: Bir askere, İmparator'a karşı bu sözleri
söylemek cesaretini veren ölüm herhalde
çok güzel bir şey...

İMPARATOR: Anlat, asker!..

2'İNCİ YARALI ASKER: Harp olan yerden geliyorum. Eğer herhangi
bir şeye şaşacak olsaydım...

SİYAOHİ: Bu akşam herkes şaşılacak şeylerden
bahsediyor, fakat bunların ne olduğunu
söylemeye bir türlü vakit bulamıyor.

2'İNCİ YARALI ASKER: Nehrin kenarında onlara yetiştik... Köprüyü
sular götürmüştü. Biz herhalde onlara
azgın sulardan daha mülayim geldik
ki, yüzlerini bize çevirdiler ve bizi oklarıyla
karşıladılar.

SİYAOHİ: Yağmur yağıyordu. Sular yükseliyor ve
ayaklarınızın altına kadar geliyordu. Karanlık vardı.

2'İNCİ YARALI ASKER: Evet Siyaohi, söylediğiniz gibi, yalnız
biraz daha ciddiydi...

İMPARATOR: Ne oldu? Hepsini yakaladınız mı?

2'İNCİ YARALI ASKER: Hepsini kaçırdık...

İMPARATOR: Nereye?..

2'İNCİ YARALI ASKER: Gidip yakalamamıza imkan olmayan bir
yere... Gerçi birçoğumuz aynı yere gitti,
fakat harbe orada devam edeceklerini hiç
zannetmiyorum. Ben kendi hesabıma
böyle bir şey yapmak niyetinde değilim...

İMPARATOR: Kürşad ne oldu?

2'İNCİ YARALI ASKER: Onu yakaladılar ve buraya getiriyorlar...
Fakat uzun müddet elinizde kalacağını zannetmem.

İMPARATOR: O ölmedi mi?

2'İNCİ YARALI ASKER: Onun yerine başka birisi öldü...
(İMPARATOR'u kolundan tutup hafifçe sarsarak)
İhtiyar, sana söyleyeceğim şeyleri dinle...
Biraz üzüleceksin herhalde... Fakat bu
adam (SİYAOHİ'yi gösterir.) birçok sözler
bilir ve insanların kendi ölümlerinden
maada bütün dertlerini sözler hafifletebilir.

İMPARATOR: Seni dinliyorum asker.

2'İNCİ YARALI ASKER: Kürşad kendisine doğru uzanan kılıçlara
artık göğsünü tutmak ve bu uzun yorgunluğu
daha uzun bir istirahatle dinlendirmek
niyetindeydi ki, birdenbire nereden
çıktığını anlayamadığımız yüzü örtülü
küçük bir muharip peyda oldu. Yeni
geldiği, hiç yarası olmayışından anlaşılıyordu.
Derhal Kürşad'ı müdafaaya başladı.
Bizim askerler anlamadıkları bir korkuyla
geriye çekildiler ve kılıçlarını yere
indirdiler. Bu siyahlı muharibi bulutların
ve fırtınanın gönderdiğini, ona hücum
edilemeyeceğini zannediyorlardı. Bu esnada
Ven-Çing elinde kılıcıyla meydanda
göründü. Karanlık gecede ve gürültü
arasında hiçbir şey fark edilemediği için,
gelenleri yerden peyda oluvermiş zannediyorduk.
Ven-Çing doğru Kürşad'a koştu,
fakat onun önünde siyahlı muharibi
gördü. O da bizim gibi evvela silahını indirdi,
fakat karşısındakinin yere inmeyen
kılıcını göğsünde görünce geriye çekildi.
Kürşad'a arkadan saldırmak istedi, nedense
küçük ve siyah muharibe bir şey
yapmadan Kürşad'ın işini bitirmek istiyor,
fakat ne tarafa dönse karşısında onu
görüyordu. Küçük muharibin bu işlerde
usta olmadığı belliydi. Görülüyordu ki,
kılıcını idare eden usta bir elden ziyade
coşkun bir gönüldür.

İMPARATOR: Kimdi bu siyahlı muharip?

2'İNCİ YARALI ASKER: Bunu biz de kendimize sorduk.
Ven-Çing'in bütün ihtiyatına rağmen onun
yüzüne çarpan bir kılıcı siyah örtüsünü
düşürdü. Ve biz, birbiri arkasına çakan
şimşeklerin aydınlığında siyahlı muharibin
kim olduğunu gördük.

İMPARATOR: Kimdi bu?

2'İNCİ YARALI ASKER: Prenses Hiyungyu.

İMPARATOR: (Geri geri çekilerek) Hiyungyu mu?

2'İNCİ YARALI ASKER: Evet, Prenses Hiyungyu idi. Kendisini
müdafaa edenin Prenses olduğunu görünce
Kürşad da, sanki hiç yarası yokmuş,
sanki vücudunda kandan eser kalmayan
o değilmiş gibi karşısındakine saldırmaya
başladı. Ven-Çing kılıcının günün
birinde bu kadar şerefleneceğini asla
aklına getirmemiştir: İki asil göğüs ona
hedef olmak için birbiriyle yarış ediyor ve
diğerini geri itiyordu. Ven-Çing de artık
kendini unutmuş gibiydi. Fakat o anda
önünde bulunan Kürşad'a savurduğu
kurtulunmaz bir darbe derhal araya giren
Prensesi delip geçince o da şaşırdı ve ancak
bir alçağın yapacağı şeyi yaptı: Kılıcını
atarak kaçmak istedi. Fakat Kürşad
onu birkaç adım kaçtıktan sonra öldürdüyse
bunu herhalde onun ölüsünü Prenses'in
yanına sermemek için yapmıştır.

İMPARATOR: (ASKER'i iki eliyle omuzlarından tutarak)
Kızım. Kızım öldü mü benim?

2'İNCİ YARALI ASKER: (Birdenbire sarsılır ve geriye düşecek gibi
olur.)

İMPARATOR: (Onu kolundan yakalayarak) Söyle, Hiyungyu öldü mü?

2'İNCİ YARALI ASKER: Bırak beni... Şimdi -ben- ölüyorum...
(Düşer.)

İMPARATOR: (SİYAOHİ'ye) Ne dedi bu?

SİYAOHİ: Beraber dinledik Efendimiz.

(Dışarda gürültüler olur. Askerler, HİYUNGYU'nun
ölüsünü getirirler, karşı merdivenlerin
yanındaki taş bir sedire bırakırlar.
İMPARATOR ve SİYAOHİ evvela ne olduğunu
anlamayarak bakarlar, sonra İMPARATOR
koşarak kızına gider ve ona sarılır.)

DÖRDÜNCÜ MECLİS

SİYAOHİ, İMPARATOR, ASKERLER

SİYAOHİ: (Kendi kendine) Dünyada cereyan eden hadiselerin
en tabiisi ve en bolu ölümdür. Böyle olduğu
halde genç bir kızın ölümü beni bile daimi
sükunetimden ayırmak istidadını gösteriyor.
İhtiyar babası güzel bir kız, sevgili bir kız kaybettiği
için müteessirdir; halbuki ben, güzel bir
kız, sevgili bir kız öldüğü için müteessirim, daha
doğrusu hayretteyim. Katiyyen hata etmediklerini
zannettiğim yüksek kuvvetlerin ilk ve
son hataları genç ve güzel kızları öldürmek
olacak. Ne kadar düşünürsem düşüneyim, bu
hususta ilahlara bir mazeret bulamıyorum.

İMPARATOR: (Kızının başucunda) Sarayımın en güzel çiçeği,
uçsuz bucaksız Çin'in en güzel kızı. Benim ihtiyar
günlerimin, hiç tükenmeyen baharı... Niçin
yüzüme baktığın zaman gülümsemiyorsun?..
Sen eskiden böyle yapmazdın, kucağıma
oturur ve mütemadiyen tebessüm ederdin...
Niçin şimdi yüzün bu kadar ciddi?.. (Durur,
sonra ağır ağır) Kim bilir ölüm seni ne kadar
kolay almıştır!..

Haylaz bir çocuğun sapanıyla vurulan minimini
bir saka kuşu gibi çabucak, hiç çırpınmadan
ruhunu ölümün ellerine teslim etmişsindir. Ve
ölüm sana bu kuşa geldiği kadar habersiz gelmiştir.
(Durur. Dışarıda gürültüler olur, sonra ses
kesilir ve silahlı askerlerin arasında, kanlar içinde
ve sapsarı, Kürşad içeri girer. İMPARATOR onu
görünce doğrulur ve üstüne koşmak ister. Bu sırada
birkaç asker, VEN-ÇİNG'in ölüsünü de getirip bir
kenara bırakırlar.)

BEŞİNCİ MECLİS

Evvelkiler, KÜRŞAD, ASKERLER

KÜRŞAD: (Eliyle kendisine doğru gelen İMPARATOR'a işaret
ederek) İhtiyar, kederinin büyüklüğünü takdir
ederim. Ben senden daha az kederli değilim.
Fakat ben elemlerimi dindirecek bir yere
gitmek üzereyim, sen oraya gelmek için ihtimal
bir müddet daha bekleyeceksin ve hakikaten
acınmaya layıksın...

İMPARATOR: Bu sözleri bana nasıl söylüyorsun?.. Yaptıkların
başını yere eğmek ve susmak için sana kafi gelmiyor mu?..

KÜRŞAD: Hakiki vazifelerimizin ne olduğunu pek kati
bilmediğimiz bu dünyada ben vazifem olduğunu
zannettiğim bir şeyi yapmak istemiştim.
Halbuki sen benim vazifeme hıyanet ettiğimi
iddia edeceksin... Belki ikimiz de haklı, belki
ikimiz de haksızız, belki de ikimizden biri haklıdır.
Ve bu anda üzerinde en az durulacak bir
mesele varsa, o da budur. Ben zannediyorum
ki, olan şeylerin karşısında şu anda duyduğumuz
elem ve ızdırap, bunların niçin böyle olduğunu
düşünmekten bizi menedecek kadar
kuvvetlidir. (Etrafına dönüp bakınarak) Nerede
Hiyungyu?.. (HİYUNGYU'yu görür, o tarafa koşar,
uzun uzun bakar.) Hiyungyu... Hiyungyu...
Ben dünyadaki insanların en delisiymişim...
(Kolları arasına alır. Kendisi de taş sedire oturur.
Alnına vurarak) Budala bak!.. Bu senin eserin...
Hiyungyu artık yaşamıyor... Kürşad, bunun
sebebi sensin. (Onu okşayarak) Hiyungyu...
Baksana bana Hiyungyu... Esirleri kurtarmak
için seni feda ettim değil mi?.. Bütün kainatı
senin için feda etmek lazım gelirken, seni esirlerin
uğruna feda ettim. Ve hiç kimseyi de kurtaramadım.
Kendime ve sana yaptığım bütün
zulümlerin neticesi bu: Yüzlerce ölü... Benim
gibi bir delinin arkasında taze ömürlerini bir
kılıca veren bir sürü ölü... Ve bunların hepsinden,
kainatın başından beri ölenlerin hepsinden
daha kıymetli olan sen... Esirleri daha
kuvvetli bir adam kurtaracaktır, Hiyungyu...
Bugün olmazsa yarın kurtaracaktır. Çünkü ancak
esareti isteyenler esir olurlar ve bizimkiler
artık bunu istemiyorlar. Onları kurtaracak birisi
herhalde çıkacaktır. Fakat seni kim kurtaracak
Hiyungyu?.. Bir milleti tekrar neşesine kavuşturmak,
senin soluk dudaklarının kenarına
ufak bir tebessüm vermekten çok daha kolaydır.
Ben düşünmeliydim ki, ezilenleri kurtaracak
olanlar büsbütün, başka yaradılır. (HİYUNGYU'yu
kucağına alarak ayağa kalkar, sallanır.)
Kuş gibisin Hiyungyu... Her zamankinden
daha hafifsin... Seni kollarımın arasına
canlı olarak aldığım zaman bir daha bırakmamalıydım.
O zaman gözlerin yalvarırken bunu
istemişti. Seni göğsümden kalbimi söker gibi
sökerek bıraktım... Niçin?.. Şimdi ölünü bağrıma
basarak çıldırmak için... (Onu kolları arasında
sallayarak) Uyu, güzel Hiyungyu, uyu... Yarın
güneş ıslak dünyanın ve kanlı meydanların
üzerinde parlayarak her şeyi temizleyecek. Çiçekler
tekrar açacak. Güneş ölülerin altında
ezilen çiçeklere yeniden hayat verecek ve ey
dünyadaki çiçeklerin en hayat dolusu, her yeni
doğan güneş seni biraz daha solduracak... Her
şey yaşayacak, Hiyungyu, halbuki sen artık
yaşamayacaksın... (Etrafına anlamaz gözlerle bakarak)
Hey burada duranlar, anlamıyor musunuz,
siz yaşayacaksınız ve Hiyungyu yaşamıyacak...
Aklınız eriyor mu sizin buna?.. (Bağırarak)
Siz niçin yaşıyorsunuz?.. Hiyungyu öldükten
sonra siz nasıl yaşıyorsunuz?.. (HİYUNGYU'nun
ölüsünü tekrar sedire bırakarak
yerden bir kılıç alır ve etrafa saldırmak ister.) Hepiniz,
hepiniz ölmelisiniz!.. (Koşmak isterken yere
yuvarlanır. Sonra sürünerek tekrar HİYUNGYU'ya
doğru gider. Dizlerinin üzerinde doğrulmak
ister.) Hiyungyu.... (Hafif hafif) Hiyungyu... Hiyungyu...
(HİYUNGYU'yu kucaklar, sonra kolları
gevşer, yavaşça yere yıkılır, ölür. Uzun bir sükut.)

İMPARATOR: (Ağır ağır) Ölüleri yarın layık olduğu merasimle
kaldırırsınız... Nazırlar da yarın toplansınlar,
Türkler meselesi hakkında konuşacağız...
Memlekette umumi matem ilan edilsin... (Çıkarken
ayağıyla VEN-ÇİNG'in ölüsünü gösterir.)
Bunu da kaldırınız. (Hepsi beraber ve ağır ağır çıkarlar.)

SON