28 Eylül 2009 Pazartesi

dil ve anlatım 2

TARTIŞMA : Bir grubu (veya çoğunluğu) ilgilendiren, daha önceden belirlenen bir konu hakkında farklı düşünceleri olan kişilerin konuyla ilgili görüşlerini açıklamak, konuyu (veya sorunu) çözmek, muhatabın zayıf yönlerini aramak amacıyla bir araya gelerek yaptıkları karşılıklı konuşmaya tartışma denir. Tartışma konusu; üzerinde konuşmaya ve araştırma yapmaya değer nitelikte olmalı, kanıtlanmış konular üzerinde ısrar edilmemeli, normal bir ses tonuyla konuşulmalı, saygılı olunmalı, dedikodu etmekten, bağırıp çağırmaktan, konu dışına çıkmaktan ve konuşanın sözünü kesmekten kaçınılmalıdır. “Tartışmadan beklenen; gerçeği aramak, gerçeğin aydınlattığı hareket yolunu seçmektir. Söz cambazlıklarının, körü körüne direnmelerin, içten pazarlıklı propagandaların, duygusal çıkmazların gerçekleri kararttığı bir yerde tartışmadan beklenen faydalar derlenemez. ...Sakin konuşan, soğukkanlılıkla cevap veren, söylenecek sözü olmadığı zaman susmasını bilen, konuşurken kendine güvenç duyan bir kimse her çeşit konuşmada başarı gösterir. ”[1] Tartışmaları bir başkan yönetir. Tartışmada başkanın görevlerini hatırlayarak başkana yardımcı olmakla bir anlamda tartışmanın kurallarına da uyulmuş olunur.
Tartışmalarda başkanın görevleri
1. Konuyu özellikleri ve sınırlarıyla dinleyicilere belirtmek. 2. Konuşmacıları dinleyicilere tanıtmak.3. Tartışmayı başlatmak.4. Konuşmacıların konu dışına çıkmalarını engellemek.5. Herkese eşit konuşma süresi vermek.6. Konuşmacılara yerine göre sorular yöneltmek.7. Tarafsız olmak.8. Tartışma kurallarına uymayanları uyarmak.9. Kısa özetler yaparak konuyu toparlamak.10. Tartışmanın sonucunu açıklamak.
MÜNAZARA :Bir dinleyici grubu önünde yapılan münazara, açık oturum, panel, forum ve bilgi şöleni toplu tartışma çeşitlerindendir.
Birer cümle hâlinde ifade edilen bir tezle antitezin, iki grup arasında bir hakem heyeti -jüri- huzurunda tartışıldığı konuşmalara münazara denir. Tartışmalarda yarışma kaygısı olmadığı hâlde, münazaralar birer fikir ve söz yarışmasıdır.
Tartışmalar için geçerli olan kurallar münazaralar için de geçerlidir. Bir başkan yönetiminde, jüri önünde yapılan münazarada gruplardaki konuşmacı sayısı bir ile dört arasında değişebilir. Her grup kendi grup sözcüsünü (veya başkanını) önceden belirler. Münazaranın uygulanış şekilleri arasında küçük farklılıklar olmakla birlikte grup sözcüleri sırasıyla gruptaki arkadaşlarını tanıtırlar ve konuyu hangi yönlerden ele alacaklarını belirtirler. Daha sonra grup üyeleri konuşmalarını yaparlar. Son olarak sözcüler savunmalarını yaparak münazarayı bitirirler. Jüri, konuşmacıların hazırlıklarını, savunmalarını ve konuşmadaki başarılarını göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapar ve galip tarafı ilân eder
BİLGİ ŞÖLENİ:Bir konunun çeşitli yönleri üzerinde, aynı oturumda, konunun uzmanı değişik kimseler tarafından (çoğunlukla akademik konularda) yapılan seri konuşmalara bilgi şöleni (sempozyum) denir. Bilgi şöleni, diğer konuşma türlerine göre daha ilmî ve ciddî bir sohbet havası içinde geçer. Konuşmacılar, konuyu kendi ilgi alanları açısından ele alırlar. Meselâ, Yunus Emre konulu bir bilgi şöleninde konuşmacılardan biri onun yaşadığı dönemdeki siyasî gelişmeleri ele alırken bir başkası Yunus Emre’nin şiirlerindeki insan sevgisinden bahsedebilir. Bilgi şöleninden amaç, konuyu tartışmak değil, uzmanları tarafından olumlu ve olumsuz yönleriyle değerlendirilen konuya bir çözüm üretmektir. Konuşmaların sonunda oturum başkanı, konuyu özetler ve çıkan sonucu dinleyicilere aktarır. Bilgi şölenini, oturum başkanı yönetir. Konuşmacı üyelerin sayısı üç ile altı arasında değişebilir. Üyelerin konuşma süreleri genellikle beş dakikadan az, yirmi dakikadan çok olmaz. Bilgi şöleni, konunun önemine ve uzunluğuna göre oturumlar hâlinde, ayrı salonlarda birkaç gün boyunca da sürebilir. Bu nitelikteki konuşmalar genellikle akademik konularda olur.
AÇIK OTURUM :Geniş halk kitlelerini ilgilendiren bir konunun, uzmanlarınca bir başkan yönetiminde dinleyici grubu önünde tartışıldığı konuşmalara açık oturum denir. Açık oturum, büyük bir salonda dinleyiciler önünde yapılabileceği gibi stüdyoya davet edilen dinleyiciler önünde veya dinleyici grubu olmadan da radyoda ya da televizyonda yapılabilir. Konuşmacı sayısının üç veya beş kişi olarak tespit edildiği açık oturumlarda başkan önce konuyu açıklar, sonra konuşmacıları tanıtır ve sırayla söz verir. Başkanın konu hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Başkan, sırasıyla ve dönüşümlü olarak konuşmacılara sorular yöneltir, gerektiğinde kısa bir değerlendirme yapar. Tartışma boyunca tarafsız olmak, konuşmacılara verilen süreyi dengeli bir şekilde ayarlamak, tartışma kurallarının dışına çıkılmasını engellemek başkanın görevleri arasındadır.
Açık oturumun süresi konuya göre ayarlanmalıdır.



TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

Prof.Dr.Oktar TÜREL
Prof.Dr.Oğuz OYAN
Doç.Dr.Cem SOMEL
Doç.Dr. Tarık ŞENGÜL
Yöneten: Prof. Dr. Melih ERSOY



Melih Ersoy: ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği, Öğretim Elemanları Sendikası ODTÜ Şubesi ve EĞİTİM-SEN ODTÜ Şubesinin birlikte düzenlemiş oldukları “Türkiye Nereye Gidiyor?” başlıklı açık oturuma hoş geldiniz. Hepinizin bildiği gibi, kasım ayında başlayıp şubat ayında doruğa yükselen iktisadi bunalım, dün açıklanan, IMF’ye sunulan niyet mektubuyla yeni bir evreye ulaşmış bulunuyor. Bugünkü toplantımızda, hem bu iktisadi krizin ortaya çıkış nedenlerine, “kriz ortamına nasıl gelindi”, “krizin getirdikleri” ve “Türkiye nereye gidiyor” sorularına yanıt aramaya çalışacağız. Katılımcıları büyük ölçüde tanıyorsunuz; ama tekrarlamakta yarar olabilir: Dr. Cem Somel hocamız, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesi. Prof. Dr. Oktar Türel hocamız, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı ve öğretim üyesi. Doç. Dr. Tarık Şengül, yine aynı fakültede Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi, Prof. Dr. Oğuz Oyan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi.

Toplantıyı 20’şer dakikalık konuşmalarla sürdüreceğiz. Birinci tur konuşmalardan sonra ikinci turu dinleyicilerin soracağı sorular çerçevesinde yönlendireceğiz. Sayımız çok fazla olmadığı için, soruları yazılı istememize gerek olmayabilir. Eğer yarım saat içinde sayımız biraz daha artarsa, o zaman böyle bir yolu deneriz. Sözü fazla uzatmadan, hemen sözü Cem Somel hocamıza vermek istiyorum. Kendisi öncelikle “Türkiye’nin bu noktaya nasıl geldiği, küreselleşme süreci ve Türkiye’nin bu sürece eklemlenmesine” ilişkin olarak bir sunuş yapacak.

Cem SOMEL: Bu toplantıyı örgütleyen ÖES’e, EĞİTİM-SEN’e ve Öğretim Elemanları Derneği’ne teşekkür ediyorum. “Türkiye Nereye Gidiyor?” başlığını taşıyan bir toplantıda bir araya gelmiş bulunuyoruz. “Türkiye nereye gidiyor? sorusuna kestirme bir cevap vermek gerekirse, “Şimdiye kadar 500 yıldır gittiği doğrultuda gidiyor” diye cevap veririm; yani az gelişmişliği sürdürme ve derinleştirme doğrultusunda devam ediyor. Kapitalizm, Avrupa’da tüccar sermayedarların, kendi devletlerini nüfuzları altına almasından itibaren bu sermayedar sınıf dünyada ilişkiye girdiği bütün toplumların evrimine damgasını vurmuştur; bu suretle dünyayı iki kutba ayırmıştır. İkinci sanayi devriminden sonra, ülkelerin bir kutuptan diğerine geçişi kesilmiştir. Bugün artık “acaba gelişmiş ülke midir, azgelişmiş ülke midir” diye tereddüt edeceğimiz ülke sayısı çok değildir.
Gelişmiş ülkelerin sermayesinin kapitalizme terfi etmekte geciken ülkelerde aradığı, daima aynı şeydir: ucuz tabiî kaynak, ucuz işgücü ve pazar. Pazarları ele geçirmede, tabiî kaynaklara el koymada, ucuz işgücünden yararlanmada araç, ticaret ve sermaye hareketleridir. Sermaye hareketleri ile kast edilen kredi ve yatırımdır. Son 500 yılın tarihi böyle özetlenebilir. Merkantilist politikalar döneminde de, 19. ve 20. yüzyıldaki sömürgecilik devrinde de, İkinci Dünya Harbinden sonra soğuk harp sırasında ithal ikameci sanayileşme döneminde de, şimdiki küreselleşme döneminde de gelişmiş ülkelerin az gelişmiş toplumlara yönelik politikalarını kendi sermayedar sınıflarının ihtiyaçları belirlemiştir; ucuz işgücü, ucuz tabiî kaynak ve pazar ihtiyaçları. Az gelişmiş ülkelerde de kendi “şahsî menfaatlerini müstevlilerin emelleriyle tevhit” edebilen yerli işbirlikçiler daima bulunmuştur. (Bu kelimeler, artık unutulmaya başlayan Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde kullandığı ifadedir.)
Bir araştırmacı, Osmanlı’nın 19. Yüzyıl tecrübesini ve çöküşünün ivmesini şöyle özetliyor: “19. Yüzyılın bu ilk döneminde, bütün Avrupa ülkeleri sıkı bir himaye sistemi uygulamaktadır; Osmanlı Ülkesi hariç. Öteki memleketler, yeni kurulan sanayii dış malların rekabetinden korumak amacıyla gümrük duvarları çekerlerken, Osmanlılar kendi öz benliklerine yabancılaşmanın doruğuna varmışlar, liberalizmin en sadık uygulayıcısı durumuna gelmişlerdir. Yabancı malları, %3 gümrük ödeyerek rahatça memlekete girmektedir. Değerli hammaddelerimiz çok düşük resimler karşılığında, ya da kaçırılarak Avrupaya yollanmaktadır. Dış ticaret tamamen yabancıların elinde olup, yerli işbirlikçilerin yardımıyla yürütülmekte, Osmanlı zanaatlarını gün be gün çıkmaza sürüklemektedir.
“O günlerin Batı kapitalizmi, sistemin içsel mantığı uyarınca, elde ettiği ile yetinmemektedir; bu verimli pazarı daha geniş ölçülerle sömürmek amacındadır. Sömürebileceği az sayıdaki büyük ve zengin ülkelerden biridir Osmanlı memleketi.”

İsmini biraz sonra açıklayacağım bu araştırmacı, “Anlaşmalar ve Fermanlar” başlığı altında 19. yüzyılda Osmanlı’ların Batıyla imzaladığı, taviz üstüne taviz veren ve ekonomiyi Avrupa sermayesine açan politikaları anlattıktan sonra “Dış Borçlanma Başlıyor” diye bir başlık koyup, o zamanki sermaye hareketlerinin Osmanlı Devletinin egemenliğini nasıl zedelediğini anlatmaktadır. “Yabancıların Etkisinde Devlet” başlığı altında egemenliğin nasıl iktisadî zorlamalarla peyderpey teslim alındığını anlattıktan sonra; “Sömürünün Emrindeki Araç; Batılılaşmak” diye bir başlıkla şöyle devam etmektedir: “1840 tarihli Ceza Kanununun girişinde ‘Kâffe-i tebaa-i devlet-i aliyenin bilâ istisnâ emniyet-i can ve mal ve mahfuziyet-i ırz ve namus’tan söz edilmektedir. Cevdet Paşa ise günden güne önemi artan yabancı sermayenin gereklerini karşılamak üzere yeni kanunların zorunluğundan bahsederek varolan eğilimleri şöyle özetlemektedir: ‘...bundan dolayı bazı zevat, Fransa kanunları Türkçe’ye tercüme olup da mehakim-i nizamiyede onlar ile hükmolunmak fikrine sahip oldukları aşikârdır. Halbuki bir milletin kavanin-i esasiyesini [esas kanunlarını, Anayasasını] böyle kalb ve tahvil etmek [böyle dönüştürmek] ol milleti imha hükmünde olacağından bu yola gitmek caiz olmayıp ulema gürûhu ise o makule alafranga efkâra sapanları tekfir ederdi [kâfirlikle suçlardı]’” diyor. Araştırmacımız devam ediyor: “Cevdet Paşa’nın ‘bir milleti imha hükmünden’ gördüğü bu yenileşme, daha doğrusu kopyacılık eğilimleri, Batıdan aktarılan Ticaret Kanununda (1850), deniz Ticareti (1864), Ticaret Mahkemesi Usulü (1868), Ceza (1858) kanunlarında, 1880 ve 1881 Usul Kanunlarında kendini belli etmekte; Mecelle gerekleri karşılayamamakta, Avrupalıların ticarî sorunlarını çözümleyen özel heyetler, Nizamiye Mahkemeleri kurulmaktadır.”

Yazarımız, “Kısaca özetlendiğinde, Batılaşma hareketleri aslında çok küçük bir azınlığın ve yabancıların, özel sermaye ve mülkün çıkarını, güvenliğini sağlayan; halk kitlelerine hiç, ama hiç birşey getirmeyen hareketlerdir. Getirmemesi bir yana, günümüze dek sürecek kültür ikiliğine (düalizmine), halk kitlelerinin daha geniş çaplı ve daha rahat sömürülmesine yol açmıştır” demektedir. İki sayfa sonra bunları daha da büyük bir vurgu ile ifade etmektedir: “Özetlersek, Batılaşma, getirdiği kültürdeki ekonomik niteliğin doğal bir sonucu olarak paralı zümrelerce benimsenmiş ve onların kazanç imkânlarını genişleterek emniyete almıştır. Ancak bu liberalleşme, halkın daha rahat sömürülmesine yol açmıştır. Batılaşmanın temeli olan ekonomik nitelikler, aysberg örneği, halkın gözünde görülmemiş; ancak yüzeydeki belirtiler olan giyim-kuşam, kadın-erkek ilişkileri, hayat tarzı ve öteki üstyapı kurumları halkın gözüne çarpmış ve fark edilmiş; halk bunlara tepki göstermiş, düşman olmuştur” diyor. Yazarı belki merak edersiniz: İsmail Cem’dir. Eserin başlığı da Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’dir.

Yabancı (“uluslararası” denilen) bir kuruluşa verilen niyet mektuplarının ve Derviş’in “Güçlü Türkiye’ye Doğru Programı”nın Türkiye’yi götürdüğü doğrultu da budur. Bu gerçeği taze ve somut bir örnekle gözlerinizin önünde canlandırmak istiyorum: Bildiğiniz gibi yeni bir Merkez Bankası Yasası çıktı. Reform olarak sunuldu. Merkez Bankası Yasasının 4. Maddesinin yeni şekli, bankanın temel işlevini anlatıyor ve diyor ki, “Bankanın temel amacı, fiyat istikrarını sağlamaktır.”
Ecevit’in imzasıyla Meclis Başkanlığına gönderilen, bu madde değişikliğinin gerekçesi şöyle anlatılıyor: “Başta Avrupa Birliği olmak üzere, dünyadaki gelişmeler de değerlendirilerek, bankanın temel amacının fiyat istikrarını sağlama olduğu açıkça belirtilmiştir.” Bu madde gerekçesinin ilk cümlesi, daha sonra Bankanın temel amacını gerçekleştirebilmesi için gerekli olan bağımsız yapının sonucu olarak, hiç bir makam ve merciin bankaya talimat veremeyeceği hükme bağlanmıştır. Banka, Hükümetin büyüme ve istihdam politikalarıyla kendi para politikası arasındaki uyumu, temel amacı olan fiyat istikrarını sağlama ile çelişmemek kaydıyla gözetleyeceği belirtilmektedir. Fiyat istikrarının, kalkınmaya çalışan bir ülke için önemi açıktır, bunu tartışmaya gerek yok. Türkiye’nin son yirmi senedir enflasyondan nasıl zarar gördüğünü, nasıl kalkınmanın, yatırımın, büyümenin zarar gördüğünü tartışmaya gerek yok. Ancak yasa, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının işlevlerini, Türkiye’nin kendi enflasyon tecrübesine ve kendi toplumsal ihtiyaçlarına ve önceliklerine bakarak gerekçelendirmiyor. Başta Avrupa Birliği olmak üzere dünyadaki gelişmelere bakarak gerekçelendiriyor. Her ne kadar (İsmail Cem’in aktarmasında Cevdet Paşanın yakındığı tarzda) Fransa kanunlarının tercümesi değil ise de, fiilen ve fikren başka ülkelerden tercümedir bu yasa. Şu anda Bakanlar Kurulunda Dışişleri Bakanlığı mevkiinde bulunan kişinin vaktiyle teşhir ettiği Osmanlı reform zihniyeti hâlen sürüyor. O anlatılan olayların üzerinden yüz elli sene, bir buçuk asır geçmesine rağmen.

Türkiye’de emekçi halk, bu durumu sezmektedir. Nümayiş yapan toplulukların dövizlerinde taşıdıkları ve bağırdıkları sloganlar bunu göstermektedir. Yakın geçmişte solcu, merkezci, milliyetçi, İslamcı sendikalar ve meslek örgütleri bir Emek Platformunda birleşerek Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin iktisadî nüfuzundan kurtaracak somut politika önermeleri içeren bir program hazırlamıştır. Halktaki bu bilinç sıçraması karşısında en yetkili ağızlar ekranlarda reformlarının Türkiye’nin hayrına olduğuna inandırıcı şeyler söylemek zorunda kalmaktadır. Yetkili ağızlar, kendi programlarının Türkiye’de hazırlandığını vurgulamak ihtiyacını duymaktadır. Ne var ki tahsilli olmayan emekçilerin gördüğü apaçık memleket gerçeklerini, kendi “şahsî menfaatlerini müstevlilerin emelleriyle tevhit etmiş” kategorisine objektif olarak girmeyen çok sayıda aydın görememektedir; kafa karışıklığı içindedir. Neden?

Gelişmiş ülkeler saf ve uygulamalı fen bilimlerinde medeniyeti geliştiren, insanlığın sorunlarını çözen ve hayatı güzelleştirebilen keşif ve icatlar yapmaktadır. Aynı zamanda bu gelişmiş ülkeler, sosyal bilim alanında da dünyada gelir ve servet uçurumlarını sürdürmek amacını güden araştırmalar, kavramlar, kuramlar üretmektedir. Sosyal bilimler, fennin yarattığı imkânlar üzerinde gelişmiş ülkelerin tekelini korumaya, bu imkânları paylaşmamaya hizmet etmektedir.
Gelişmiş ülkelerde sosyal bilimlerde çok sayıda araştırma yapılmakta, moda kavramlar ve gündem konuları belirlenmektedir. Az gelişmiş ülke aydını, gelişmiş ülkelerde bîtaraf bir iktisat bilimi, bîtaraf bir sosyoloji, bîtaraf kamu yönetimi ve siyaset bilimi olduğuna inanmakta, inandırılmaktadır. İktisat alanında mukayeseli üstünlüklere göre ihtisaslaşmanın faydaları, ülkeler arasında kaynak tahsis etkinliğini gerçekleştirmenin faydaları, sınırsız rekabetin faydaları üzerine kuramlar; rasyonel beklentiler, modernleşme, aydınlanma, yönetişim, küreselleşme, yerelleşme gibi kavramlar; yolsuzluğun az gelişmişlik üzerindeki etkisi üzerine kuramlar az gelişmiş ülke aydınlarının gündemini ve araştırma konularını belirlemektedir. Bu durumda rekabet, saydamlık, etkinlik, ekonominin ve siyasetin ayrışması ve güçlü ekonomi kavramlarını rakamlarla süsleyen programlar makul ve anlamlı görünmektedir. Bütün bu ideolojik süslemeleri ayıkladığımızda geriye kalan: Derviş’in dün açıkladığı programında, iktisadî büyüme sağlayacak bir tedbir yoktur.

Büyüme ve kalkınma sağlayacak tedbirler; tasarrufu arttıracak, yatırımı arttıracak ve yeni sektörlerde yatırımı koruyacak tedbirlerdir. Tasarruf ve yatırım artışını ve yeni sektörlerde yatırımı sağlayacak tedbirler ithalatın kontrolünü, uluslar arası sermaye hareketlerinin kontrolünü, konvertibilitenin sınırlandırılmasını ve aktif bir rekabet ve teknoloji politikası gerektirir. Derviş’in programında bunlar yoktur. Türkiye’nin bu kalkınma politikaları uygulaması dünya ekonomisine eklemlenme biçimini değiştirmesi demektir. Şu da var ki, Türkiye’nin imza koymuş olduğu anlaşmalar bu tür politikalara cevaz vermemektedir.

Derviş’in programında IMF kredisi, özel kurumlardan alınmış dış borçları ödemeye, Merkez Bankası rezervlerini takviyeye, kur istikrarını sağlamaya, batık bankaların sermayelerini yerine koymaya kullanılacaktır. Bu kredi, yatırımda kullanılmayacaktır; Türkiye’nin üretim kapasitesini genişletmeye, yeni sektörler kurmaya, istihdamı genişletmeye kullanılmayacaktır. Neden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özel kurumdan özel kuruma verilmiş borçların sorumluluğunu üstlenmektedir, neden bu borçlarda özel hukukun hükümleri uygulanmamaktadır?

Programın bir amacı, iç borcu bütçe fazlalarıyla ödemektir. Bu maliye politikası, toplumu patlama noktasına getirir. Bu borç, bankaların likidite ihtiyaçlarını zorlamadan vadeye yayılabilirdi, bu borcun reel faizini bankalar üzerinde yaptırım gücüye fahiş düzeylerden indirilmesi mümkündü. Devlet borcunda yüksek faizin gerekçesi, risk primi içermesidir. Devletin borcunun riski ne olabilir ki? Devlet iflas etmez. Risk primi enflasyona karşı alınıyorsa, o zaman şu soru akla gelmektedir. Kamu çalışanlarının maaşları hedeflenen enflasyona göre tespit edilmektedir; memurlara bu risk primi tanınmamaktadır. Niçin devlete çalışanların maaşları hesaplanırken enflasyonun belirsizliğinin riski göz önünde bulundurulmamakta da devlete tefecilik yapanlara bu risk primi hakkı tanınmaktadır?
Son olarak şunu ifade edeyim: Derviş tarafından hazırlanan, Hükümetin ve IMF’nin desteklediği, dün açıklanan program, Türkiye’nin şimdiye kadarki gelişme doğrultusunda hiçbir yenilik teşkil etmemektedir. 1980’de Türkiye’nin şöyle bir 5 derecelik bir yön değiştirmesi söz konusu idiyse, bu program aynı doğrultuda gitmektedir. Program, Türkiye’nin bundan sonra tekrar dış ödeme bunalımlarına girmesini önleyecek hiçbir tedbir ihtiva etmemektedir. Türkiye’de bundan sonra bankalar iyi de yönetilse kötü de yönetilse, ülkemizin geçmişteki senaryoların aynen tekerrür ettiği dış borç bunalımlarına girmesi son derece muhtemeldir. Nitekim Türkiye gibi, gelişmiş ülkelerden kaynaklanan sermaye hareketlerine açılan bütün ülkeler aynı tehlikeye maruzdur.

Önce de belirttiğim gibi, bu gidişe alternatif bir siyaset, politika önermesi demeti, Türkiye’de emekçiler tarafından kaleme alınmış ve ortaya konmuştur. Ama basın, yayın, televizyon organları bunun üzerinde durmadığı için, toplumun büyük bir kısmı bu almaşık programdan bîhaberdir. Bunun ötesinde sorularınızı cevaplandırmaya hazırım.

M. Ersoy: Çok teşekkür ederiz. Cem Somel hocamız süresi içinde konuşmasını tamamladı ve bize Osmanlı zihniyetinin hâlâ sürmekte olduğunu söyleyerek, bir anlamda istikrar aradığımız şu günlerde, 150 yıldır istikrarlı bir iktisadi gelişme modeli izlediğimizi de belirtmiş oldular.
İkinci konuşmacımız Oktar Türel hocamız ödemeler dengesi ve borç idaresi sorunlarıyla ve bunun uluslararası yansımalarını içeren bir konuşma yapacaklar.

Oktar Türel: İlkin iki hususu belirterek konuşmama başlayayım: Şu anda İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığı görevinde bulunuyorum; ama bu platformda Dekan olarak değil, bir öğretim üyesi olarak görüşlerimi dile getireceğim. Arkadaşlarımızın da bildiği gibi ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Üniversitemizdeki özgür düşünce ortamının bir yansıması olarak farklı görüş ve düşüncede meslektaşlarımızı içinde barındıran bir fakültedir. Dolayısıyla burada dile getireceğim görüşler kişiseldir ve Fakültemi bağlamaz.

İkinci olarak değineceğim husus, “Türkiye nereye gidiyor?” gibi bir sorunun zihinlerde yaratacağı çağrışımlara cevap vermek için, bazen uzmanlık alanımızın dışında kalan alanlara da taşmanın kaçınılmaz hale gelmesidir. Öyle bir panel bileşimiyle karşı karşıyasınız ki, konuşmacıların üçü, meslek olarak iktisat alanında çalışanlardan oluşuyor, biri de siyaset bilimci. Panelin kuruluş dengesizliğinden kaynaklanan bu eksikliği gidermek için, biz iktisatçılar amatör siyaset bilimciler olarak bazı tuhaf yorumları dile getirirsek, bunu izleyicilerimizin anlayış ve hoşgörüyle karşılamalarını rica ediyorum.

Konuşmamda izninizle ilkin, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (GEGP) olarak lanse edilen programın ilk aşamasını ele alacağım. İlk aşaması ile 14 Nisan’da topluma duyurulan GEGP hazırlığı, hepinizin de hatırlayacağı gibi, iki öğeden oluşuyordu: (i) eksik bir makroekonomik egzersiz ve (ii) kurumsal değişiklik önerileri. Söz konusu makroekonomik egzersizi “eksik” olarak niteleyişim, bu egzersizde yer alan enflasyon gibi, büyüme hızı gibi, kamu sektörü birincil fazlası gibi değişkenler dışındaki diğer değişkenlerin hesaba katılmadığı anlamına gelmiyordu. Bütün bu değişkenler muhakkak bu egzersizlerde hesaba katılmış, ancak bu değişkenlerin somut büyüklükleriyle açıklanması uygun görülmemişti. Çünkü bu ilk aşamadaki bütün çabalar, IMF ile bir nihai ödünç anlaşması yapma amacına dönüktü ve nihai anlaşmaya varmanın bir parçası da “yapısal” tedbirlerin gerçekleşmesi konusunda IMF ile yapılan müzakerelerde verilen taahhütlerdi.

“Yapısal” tedbirlerle ilgili olarak muhtemelen sorularınız sırasında bazı ayrıntılara girmemiz gerekecektir. Ancak burada (örneğin sivil havacılık düzenlemesi gibi) ikincil önem taşıyan düzenlemeler dışında, yapısal tedbirler kümesi içinde yer alan 4 önerinin çok önem taşıdığına değinmekle yetinebilirim. Bunlar (i) tarım sektörüyle ilgili düzenlemeler, (ii) Telekom Kanunu ile ilgili düzenlemeler, (iii) Merkez Bankası Kanunu değişikliği ve Bankalar Kanunu ile ilgili düzenlemeler, ve (iv) bankacılığın yeniden yapılandırılması idi.

Bildiğiniz gibi bu önerilerin büyük çoğunluğu, programın ilk versiyonu ile ilan edildiği 14 Nisan 2001’den, programın şimdiki versiyonunun açıklandığı 15 Mayıs 2001’e kadar geçen sürede büyük ölçüde gerçekleştirildi. Programın 15 Mayıs’daki uygulanma duyurusuna kadar geçen süre içerisinde Dr. Derviş ve mesai arkadaşları, doğaçlama yaptılar. Nasıl bazı konserlerde müzisyenler içlerinden geldiği gibi, yani notaları bildirmeden çalarlarsa; onlar da işlerine geldiği gibi, “oyun kuralları”nı açıklamadan, para piyasalarına bazen müdahale ederek, bazen de etmeyerek, döviz kuru ve faiz hadleri üzerindeki birtakım belirsizliklere göz yumdular ve açıkçası, IMF ile bir nihai anlaşmaya varılıncaya kadar oyun kurallarını açıklamak istemediler.

Şubat 2001 kirizinin patlak vermesiyle 15 Mayıs anlaşmasına kadar geçen sürede oyun kurallarının ne olduğu konusunda bir belirsizlik vardı, biliyorsunuz. 15 Mayıs sonrasında oyunun kuralları açıklanmış gibi görünüyor. Daha önce Merkez Bankası, Aralık 1999 tarihli IMF destek anlaşmasıyla rezerv değişmelerini ve döviz kurunu kontrol etmeye çalışırken; öyle anlaşılıyor ki iktisat politikası sorumluları “doğaçlama” aralığı sonrasında rezerv değişmelerini ve faiz hadlerini kontrol etmeye çalışarak, döviz kurunu büyük ölçüde piyasadaki oluşumlara bırakan bir yaklaşım izleyecektir. Bu yaklaşım, enflasyonla ilgili tahminlerin esas itibariyle iyi niyetli özlemler olarak kalması demektir. Yani önümüzdeki günlerde iktisat politikası, esas itibariyle rezerv değişikliklerini gözetmeye ve bu arada ekonomik etkinlik hacmini çok büyük ölçüde daraltmamak ve kamu borçlanmasını çok aykırı noktalara itmemek üzere faiz hadlerini makul düzeyde tutmaya dönük olacaktır. Tabii, bu yaklaşım sonucunda 2000 yılında çok ümit bağladığımız döviz çıpası artık ortadan kalktığından, “tekne demir tarayacaktır”. Önümüzdeki günlerde böyle bir çıpanın yokluğu, muhtemelen daha çok hissedilecektir.
Enflasyon hedeflemesiyle ilgili konuda sorumluların beyanları, bu aşamaya geçişin biraz zaman alacağı, nihai aşamada enflasyon hedeflemesinin öngörüldüğü şekildedir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde enflasyon hedeflemesiyle ilgili fazla bir şey beklemenin anlamı yok; benzer şekilde, meslektaşım Dr. Somel’in de işaret ettiği gibi, istihdam ve üretim konusunda belli bazı öngörülerde bulunmanın ötesinde hedefler koymanın da anlamı yok; çünkü kamu otoritesi, şu anda bu iktisadi değişkenlere yön verebilecek kontrol levyelerinden yoksun görünüyor.

Bu arada küçük bir parantez açarak, kendi kendime bazı sorular sorup, kendi bildiğimce bazı cevaplar vermeye devam edeceğim: “Biz niye acaba döviz bulma telaşına düştük?” Diyeceksiniz ki, “Bu bilinmeyen bir şey mi? Dövize talep çoktu, döviz talebini Merkez Bankası karşılayamadı, para yurtdışına kaçtı, ve saire…” Ama burada bir açıklığa ulaşmamız gerek; çünkü dış kaynak veya dış tasarruf girişi, iktisatçıların bize hatırlatacakları gibi, cari işlem açıklarını kapatmak için istenebileceği gibi, sermaye hareketleri için de istenebilir. GEGP’nin gerek 14 Nisan’da açıklanan egzersizlerinde, gerekse ikinci aşamadaki tahminlerinde gayet açıkça görülmektedir ki, Türkiye son yıllarda cari işlemler açığını kapatmak için borçlanmamaktadır; 2001 yılında Türkiye, ya son derece sınırlı bir cari işlemler açığı, ya da (muhtemelen) cari işlemler fazlası verecektir. Bu şartlarda, yeni borçlarla toplam yurtiçi harcamaların daha yüksek bir düzeye çekilmesi söz konusu değildir; yani Türkiye yeni borçları yurtiçi harcamalarda kullanacağı ek kaynak olarak talep etmemekte, dolayısıyla toplam yurtiçi harcamalarını ve bu meyanda Dr. Somel’in değindiği yatırım harcamalarını artırmak gibi bir amacı söz konusu olmamaktadır. Dolayısıyla “Bu programda yatırım ve üretim nerededir?” arayışı, boş bir çabadır; böyle şeyler zaten program müellifleri tarafından hedeflenmiş değildir. Ancak yapılan her makro-ekonomik egzersizin içinde açık veya örtük olarak büyüme, enflasyon ve ödemeler dengesi tahminleri vardır; bu tahminleri de zaten Hazine ve Merkez Bankası sorumlularının açıkladığı metinlerde bulmamız veya bunlardan çıkarmanız mümkündür.

Eğer cari işlemler için bir kaynak talep etmemişsek, o zaman anlaşılıyor ki bu dış kaynak esas itibariyle sermaye hareketleri için talep edilmiştir ve sermaye hareketleri için döviz talep edilmesi de Türkiye’nin 2001 yılındaki borç geri ödemeleriyle ilgilidir. Kaynağını açıklayamayacağım bir çalışmaya göre; 2001 yılında özel bankacılık kesiminin vadesi gelen dış borç ana para ödemeleri -faiz ödemeleri değil- yaklaşık 41 milyar $ düzeyindedir. IMF ve diğer uluslararası finansal kuruluşlar, bu özel dış borç ana para ödemeleri yanında, kamu sektörünün vadesi gelen 11 milyar dolar civarındaki dış borç ana para ödemelerini de göz önünde bulundurarak Türkiye’ye 52 milyar $’lık bir şantaj yapmışlardır. Yani açıkçası, belirli ekonomik şartlara razı olmadığı takdirde Türkiye ekonomi yönetimini, bir borç ödeyemezlik durumuna düşürme ile tehdit etmişler ve bu tehditler etkili olmuştur. Ancak Türkiye ölçeğinde bir ekonominin borç ödeyemezliğe itilmesi son derece riskli bir girişim olduğu için, aslında IMF’nin şantajına boyun eğilmesi, IMF ve dış finans çevreleri tarafından da büyük ve saklanmayan bir memnunlukla karşılanmıştır. Nitekim Türkiye’de telekom ve bankacılık sektörüyle ilgili kanunlar çıkarken, yurtdışından ve bu meyanda IMF Başkanı Köhler’den Türkiye ve Arjantin için, “Türkiye ve Arjantin çok iyi şeyler yaptılar, piyasa kurallarına bağlı kaldılar” diye övgüler gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye’yi esasen moratoryuma kadar zorlamayı göze alamayacak dünya finans sistemi, Türkiye’nin böyle bir şeyi kesinlikle düşünmediğini eylemleriyle de göstermesi sonunda rahat bir nefes almış ve dolayısıyla yeni iktisadi şartların oluşumunu Türkiye ile beraber gözleme aşamasına girmiştir.
Özetle, biz 2001 yılında dış borç geri ödemelerini sağlayabilmek, yani borcu borçla ödeyebilmek için borçlanmaktayız. Ancak burada çok ilginç durum var: Bu tür borçlar, esas itibariyle Mayıs ve Haziran 2001’de sadece kamu dış borçlarını değil, vadesi gelen özel borçları da gerektiğinde ödemek için kullanılacaktır; çünkü Merkez Bankası, son ödünç merciidir (“lender of the last resort”). Dolayısıyla ticari kredilerini döndürme (roll- over) konusunda yeterli beceriyi gösteremeyen veya kreditörlerine artık güven vermeyen özel bankacılar Merkez Bankasına giderek “ağlayacaklar”, Merkez Bankası da “lender of the last resort” sorumluluğu altında bu ağlayışlara müsamahalı davranacak ve bu bankaların döviz borçlarının ödenmesini sağlayacaktır.

Öte yandan bir de kamu iç borçları sorunu var. Kamu iç borçları sorununun dış borç sorunuyla aynı nefeste dile getirilmesi, bir iktisat politikası anlayışı olarak yanlıştır. Sözgelimi “Kamu kesiminin 60 milyar dolar eşdeğeri iç borcu var, 50 milyar dolar kadar da dış borcu var, toplam 110 milyar dolar eder!” benzeri şeyler, elmalarla armutları toplamaya benziyor. Borç idaresiyle ilgili özellikler açısından iç borç ve dış borç birbirinden farklı şeylerdir. Bunları aynı kaba koymak, kamu sektörünün müflis durumda olduğunu ilan etmek isteyenlerin çok sık kullandıkları bir saptırmadır, bu saptırmalardan kaçınmalıyız.

Gelecekle ilgili bazı öngörüler yaparak konuşmama son vereceğim: Bunlardan ilki, kısa dönemde olacaklarla ilgilidir. 2001 yılı sonbaharına kadar çok büyük bir bunalım beklememek gerek, sadece iki ihtiyat varsayımını bu beklentiye eklemeliyiz: (i) dövize yeni bir spekülatif saldırı olmazsa, (ii) hanehalklarının aktif tutma biçimlerinde radikal bir değişiklik olmazsa. İlginçtir ki, hanehalkları, Şubat 2001 bunalımı sonrasında döviz ve Türk Lirası arasındaki likit aktif paylaştırmalarında radikal bir değişikliğe gitmemişler, bu davranışlarıyla Türkiye’yi daha büyük bir çöküşten ve nihai moratoryumdan uzak tutmuşlardır. 2001-2002’de neler olacak acaba? Şunlar olacak: İyimser tahminlerden biraz daha yüksek enflasyonla karşılaşacağız, iyimser tahminlerden daha büyük bir üretim gerilemesiyle karşı karşıya kalacağız. Bunların nedenlerini tartışmalar sırasında dile getirebiliriz.

2001-2002’de ekonominin dış ilişkileri açısından karşılaşacağımız önemli bir gelişme de gayrimillileşme. 2001 ve 2002’de Türkiye’nin gerek bankacılık sektöründe, gerek üretken sektördeki bazı girişimlerinin giderek yabancılar eline geçmeye başladığına tanık olacağız. Bunun nedenlerini yine tartışma süresinde cevaplamaya çalışacağım.

Uzun dönemde karşı karşıya kalacağımız bir başka sorun da Türkiye ekonomisinin yeni istikrarsızlıklara ve yeni finansal şoklara açık olması. Uğursuz bir benzetme yapmama izin verirseniz, bu durum biraz da Kuzey Anadolu Fayı’ndaki depremleri andırıyor. Yani önümüzdeki günlerde bir deprem olacağını biliyoruz; ama nasıl yerbilimciler bu depremin zamanını kestiremiyorlarsa, iktisatçılar olarak da bu depremin zamanını kestiremiyoruz. Ortada bir saatli bomba var, bombanın saati çalışıyor; ama saat ayarını bilmiyoruz. Dolayısıyla 2001-2002 yılında yeni finansal şoklarla karşı karşıya kalabiliriz; bu finansal şokların temel kaynağı, GEGP’nin herhangi bir çözüm getirmediği ve getiremeyeceği kaynağı, Türkiye ekonomisinin dış dünya ile sermaye hareketleri temelinde eklemlenme biçimidir.

Son olarak bir başka konuya değinerek sözlerimi bitireyim: Önümüzdeki günlerde Türkiye ekonomisinin dış dünya önünde manevra imkânını daha da azaltan yeni gelişmelerle karşı karşıya kalacağız. Bu gelişmeler, sadece IMF kredi destek anlaşmasıyla sınırlı değildir; bu gelişmeler, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB)’ne ulusal program uyarınca vermiş olduğu tavizlerle, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ile yapılan hizmet ticareti uluslararası anlaşması ile (İngilizce kısaltması ile GATS, yani “General Agreement on Trade in Services”), ve ticaretle ilgili yatırım tedbirlerini içeren anlaşma (İngilizcesi TRIMs, yani “Trade-Related Investment Measures”) ile de ilişkilidir. Son zikrettiğim anlaşma, Türkiye’nin yatırım politikası üzerine belli birtakım kısıtlar getirmektedir. Dolayısıyla bizim müteşebbislerimiz, “Hükümetimiz bize yatırımlarda şöyle destek olsun, böyle teşvikler getirsin!” gibisinden talepleri dile getirirken dünyanın farkında değillerdir. Benzer şekilde meslek adamlarımızın çoğu, “Hükümetimiz bizi mühendislikte, ticarette, finans hizmetleri alanında bizi dış rekabetten korusun; yabancı girişimciler önünde bizim haklarımızı savunsun!” dedikleri zaman, keza dünyanın farkında değillerdir. Çünkü Türkiye hükümeti, DTÖ’ye hayat veren anlaşmalarla, sadece meta ticareti üzerinde değil, hizmet ticareti üzerinde de, yatırım politikaları üzerinde de birtakım taahhütler altına girmiş; üstelik bunları kesin bir zorunluluk olmadığı halde, Ulusal Program’a da koyup AB’ye karşı da angajmanlar haline getirmiştir. Önümüzdeki günlerde bu açıdan yeni gelişmelere de tanık olacağımızı tahmin ediyorum; yaşayarak göreceğiz.

M. Ersoy: Oktar Türel hocamızın açıklamalarından anlıyoruz ki, yeni gelecek olan kaynak, yatırım ve üretime yönelmeyecek, dış borç ödemelerinde kullanılacak. Batı bir şekilde bu kaynakla Türkiye’nin moratoryuma gitmesini önlemiş olacak. Dolayısıyla bu kaynak yine Batıya dönecek. Tabii bu çerçevede konuşmalar oldukça olumsuz ve karamsar bir tablo çiziyor. Bu konuda maalesef yapabileceğimiz bir şey yok. Keşke TÜSİAD’dan veya Hükümetten de bir kişi olsaydı da biraz içinizi açacak birkaç cümle söyleseydi, ama öyle bir şansımız yok. Onun için bugün böyle biraz karamsar bir tabloyla devam edeceğiz.
Oğuz Oyan: Aslında bu zaman ayarı belirsiz saatli bombalar, -bir tane değil çünkü- 80 sonlarından itibaren zembereği kurulmuş bombalardı. Bunlar aslında belli zamanlarda patladı; Türkiye 89 sonrasında dış şoklara açık bir ülke haline geldi, sıcak para hareketleri altında bir ülke konumunda ve giderek büyüme-daralma çevrimleri kısalan ve dip noktada negatif olmaya başlayan, son 8 yılda 3 kez küçülen bir ekonomi haline geldi; 94 yüzde 6’nın üzerinde, 99 yüzde 6’nın üzerinde ve 2001 şimdilik yüzde 3, muhtemelen Oktar hocanın da söylediği gibi daha yüksek bir gerileme yaşayacak. Bundan sonra daha kötüsü ne olabilir; daha kötüsü şu olabilir: Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; 89 sonrası Rusya tipi uzun süreli bir gerileme konjonktürüdür. Yani bundan sonra daha büyük bir bela ne olabilir Türkiye açısından; bu olabilir.
Türkiye gibi gelişme sorunsalı olan bir ülke, yani yetişme sorunsalı olan bir ülke açısından kuşkusuz bu, kâbus senaryosu. Ancak salt mali piyasalar üzerine düzenleme yapan bugünkü programlar ve bu arada salt o değil tabii; “yapısal reform” denilen alanlar ile Türkiye’nin kendi geleceğini belirleme konusundaki karar mekanizmalarını sürekli olarak ayıklayan, “reform” denilen bu sözde reformlar, giderek Türkiye’yi geleceği belirsiz, giderek üretimden kopan ve özellikle de istikrarlı büyüme olayından kopan bir ülke durumuna yöneltme riskini taşıyor. Aslında 99 sonrasında ortaya konulan programın iki ayağı vardı: Bunun bir tanesi, “istikrar” denilen ayağı; ki bu, aslında Türkiye’de enflasyonu düşürmek olarak açıklandı. Bu, esas itibariyle bir kamu borç yükü artışını frenleme programıydı, dolayısıyla faizleri frenleme operasyonuydu; ama bu acaba programın asli hedefi miydi? Bunun asli hedef olmadığı bugünlerde çok daha net anlaşılmış olmalı.
Aslında programın tali denilen, yani bu istikrar ayağını desteklemek üzere gündeme getirilen ve “yapısal” denilen ayağı, tali değil, asli hedef durumundaydı. Asıl hedef, hızlı bir şekilde Türkiye’yi bu yapısal denilen, yani uluslararası kapitalist sistemle o sistemin egemen güçlerinin istediği biçimde eklemlenme girişimiydi. Aslında çok ilginç bir şekilde “Şubatta, ikinci kriz sonrasında program çöktü” falan denildiğinde, hiç kimse bu Meclisteki yasalarla belirlenen bu programın asıl ayağının çöktüğünden bahsetmedi; hatta 19 Şubattan sonra dahi, “Aman bir an önce şu yasaları geçirelim” diye, o sıcak günlerde bile tartışma sürdü. Nihayet bugünlerde de görüyorsunuz, en son dün Financial Times’dan çıkan bir haber yer almıştı, Sayın Derviş “Eğer yapısal reformlar yapılmazsa ben giderim” diyordu. Bu, aslında çok önemli işaretler; Türkiye gerçekten bir yapısal dönüşüme zorlanıyor. Bu yapısal dönüşümün -Oktar hoca da söyledi- önemli, genel olarak bütün ülkeler açısından çok önem verilen 3 ayağı var: Enerji ayağı var, iletişim ayağı var, mali sistem ayağı var (bankacılık artı Merkez Bankası, Türkiye’de görüldüğü gibi). Belki buna Türkiye açısından çok önemli bir başka ayağı eklemek lazım: tarım. Çünkü Türkiye hâlâ tarımı çok önemli bir ülke, dolayısıyla Türkiye’de, başka bir ülkede olduğundan çok daha fazla tarımdaki dönüşüm önem taşıyor. Bu, Türkiye açısından da kuşkusuz önem taşıyor; ama şu an bu programın acil yasal düzenlemeleri açısından tarıma dönük niyetlerinin önemine birazdan değineceğim.
Bu program, acaba bir kamu maliyesi krizini çözme programı mıydı ya da belki kamu maliyesi krizi, sadece kamu maliyesinden kaynaklanan, kamunun kötü yönetiminden kaynaklanan bir kriz miydi? Çünkü bize hep böyle söyleniyor. Bu soruyu belki burada çok fazla açamayız, ama bunu tartışmamız lazım; çünkü bu, ciddi bir ideolojik hegemonya yaratıyor, toplumun başka bir şekilde düşünmesi engelleniyor. Keza şu soru önemli: 99 sonrasında girilen kamu borç yükünü, borç stokunu tedricen azaltan program, bugün yeniden gündemde; bu acaba sürdürülebilir mi? Sürdürülemez olduğu, yani kamu üzerindeki borç yükünün tedricen azaltılmasının 99 programının iflasıyla artık bittiğini anlamamız gerekirken, bugün hâlâ kamu kesimine faiz dışı bütçe fazlaları verdirerek yavaş yavaş, adım adım adeta “biz bunu oluştuğu süre kadar bir zaman dilimi içinde azaltırız” deniliyor.
Aslında program, bu konuda çok iyimser değil; ben size dünkü açıklanan programın tablosu üzerinden açıklayayım: 99 yılındaki hedefi şuydu: 99 yılında kamu borcunun, yani iç ve dış borcun milli gelire oranı yüzde 58 kabul ediliyordu. Eğer program başarılı olsaydı, 2002’de yüzde 55’e düşeceği öngörülüyordu. Burada şimdi revizyon yapıldı. Şu en alttaki satıra bakarsak; 99 yılı için kamu kesimi net borç stokunun milli gelire oranı yüzde 61 öngörülüyor. Bu, daha önceki programda, birinci niyet mektubunda yüzde 58 olarak gözüküyordu. O niyet mektubunda, 2002’de yüzde 58’e düşmesi öngörülüyordu. Şimdi programı bir yıl uzattık, 2003’e getirdik; bakalım kaça düşecek... Bu yıl, 2000’de yüzde 58’den yüzde 78,5’e çıkması, yani 2001 yılı içinde 20 puan birden artması öngörülüyor; çünkü çok kısa vadeli, çok yüksek maliyetli bir kamu borçlanması yılını yaşıyoruz. Daha sonra 2002 yılında yüzde 70, 2003’te de yüzde 65; yani hâlâ 99 yılının üzerinde bir kamu borçlanması. Demek ki program, aslında çözmeyi amaçladığı, hedeflediği bir sorunu çözmekten ziyade, bu borç yükünün artışını stabilize etmek, denetim altına almak istiyor. Alabiliyor mu? Eğer yüzde 78’i baz alırsanız, yani 2001’i; evet, denetim altına almış gibi gözüküyor. Ama alabilecek mi?
Eğer kamu borç stoku bu noktalardaysa, bunun bize söylediği şey şudur: Bundan sonraki yıllarda da kamu kesimini, bütçeyi faiz dışı fazla vermeye zorlayacağız. Bunun anlamı şu: Faiz dışındaki bütün harcamaları kısmaya devam edeceğiz. Yüzde 78’den 65’e indirmek için, yaklaşık 13 puanlık bir azalışı gerçekleştirmek için bu yıl ve önümüzdeki iki yıl boyunca daha az yatırım yapacağız, daha az sosyal harcama yapacağız, daha az sosyal güvenlik, kamu görevlileri açısından daha düşük maaşlar, daha az sağlık-eğitim ve daha çok paralı kamu hizmeti. Kamu hizmetlerinin fiyatlandırılarak satılması; yani vergi karşılığında bir hizmet olarak sunulması değil de, fiyatlandırılarak -piyasalaştırılarak, özelleştirilerek deyin, ne derseniz deyin- sunulması modeli daha fazla önümüze gelecek.
1999-2001 arasındaki kamu kesimi büyüklüğü, faiz dışı kamu kesimi büyüklüğü bizde yüzde 20-22 dolayında. Peki Avrupa Birliğinin 15 ülkesinde kaç? Faiz dışı kamunun boyutu bu ülkelerde ortalama olarak yüzde 43,5. Türkiye, yüzde 22’lik bir kamu kesimiyle zaten üye olmak istediği Avrupa Birliğinin yarısı düzeyinde bir ülke; yani hizmet üreten kamu kesimimizin göreli boyutu ancak bu kadar. Şimdi bu programla yapılmak istenen ne? Faiz dışı kamu kesimini daha da küçültmek! Yani Türkiye’nin Avrupa Birliğine değil de, bir Afrika Birliğine üye olması gibi bir amacı olsa, bu çok anlaşılır bir hedef olabilirdi, o zaman hep beraber desteklerdik; ama burada bir paradoks var, bunu mutlaka çok iyi vurgulamak gerekiyor. Bakın, bunu biraz daha tarihi bir süreç olarak görelim: 2001’e bakmayalım; çünkü 2001 kadük bütçe dolayısıyla geçersiz olmuştur. Saydamda görüldüğü gibi, tablonun birinci satırında, faizler dahil bütçe harcamaları var. Birinci satıra bakarsanız; 80 öncesi yüzde 21 civarında bir bütçe büyüklüğümüz var. 81’den sonra birinci dönemde, yani askeri dönemde bu oran düşüyor, Özal döneminde daha da düşüyor; ama ondan sonra 94’ten itibaren en azından bir artış eğilimi var ve 2000 yılında yüzde 37’ye kadar çıktığını görüyoruz. Aslında Türkiye’de bütçe harcamalarının önemli bir artışa 90’lı yıllarda geçtiğini; ama 80’li yılların bütününde, 80 öncesine kıyasla azaltıldığını görüyoruz. Gerçi 2000 yılında yüzde 37 dahi, Avrupa Birliği ortalaması olan 47,5’in altındadır. Ancak bu çok önemli değil; ikinci olguya bakalım: Faiz dışı bütçe harcamalarına bakarsanız, 1980 öncesinde hâlâ yüzde 20’lerdedir -çünkü faiz harcaması çok azdır 80 öncesinde- ama Özal döneminde yüzde 13’e getirildiğini ve daha sonra tekrar yüzde 20’lere çıkıldığını görüyoruz; yani dönemin başlarındaki oranlara 20 yıl sonra tekrar ulaşılıyor.
Aslında belki burada ilgi çekecek nokta şudur: Türkiye’de, başlangıçta yüzde 21’lik bir bütçe harcaması, yüzde 20’lik bir faiz dışı bütçe harcaması yaratabilirken, şimdi yüzde 37’lik bir bütçe harcaması ancak yüzde 21'lik bir faiz dışı harcamaya izin verebilmektedir. Aslında bütçenin asli işlevi, faiz dışı harcamalardır; çünkü hizmet üretimi orada var, başka tarafta yok. Faiz, bir transfer ve bu transfer başka bir transferden farklı. Örneğin sosyal güvenlik kuruluşlarına da transfer yapabilirsiniz; ama onun sosyal bir işlevi vardır, faizde o yoktur.
Program bize neyi öngörüyor? Türkiye’de devleti küçültmeyi, yani aslında hizmet görevini küçültme anlayışına yeniden dönüşü öngörüyor. Oysa bu oranlar, bütün 80’li yıllardan önce gelişmiş ülkelerde artış göstermiştir. Aslında sırf cari ve yatırım olarak alsaydık, buradaki gelişme de yukarıdakilerle benzer eğilim olarak bir gelişme gösterebilirdi. Böyle bir devletin Türkiye’de -kalkınma amacını bir tarafa bırakalım da- acaba mevcut bölüşüm ilişkilerini yani Cumhuriyetin 75 yıldır oluşturduğu bölüşüm ilişkilerini sürdürecek bir gücü, etkisi olabilecek midir? Hayır, yani bunu dahi sürdürebilecek bir yapıda olamayacaktır. İşte,borç ödemeye öncelikli olarak kaynak ayırmak gibi nedenler yanında şimdi bu nedenle karşımıza “yapısallar” geliyor.
Bu yapısal ayağa bakarsak; sözkonusu yapısal düzenlemeler sadece son zamanlarda dile dolanan 15 yasayla sınırlı bir olgu değildir. Türkiye, 1999 Temmuzundan 2001 yılına kadar 1 Anayasa değişikliği, 25 yasa değişikliği ve bir Meclis iç tüzüğü değişikliği yapmıştır. Anayasa değişikliği, uluslararası tahkimi getirmiştir, Anayasayı özelleştirmeye açmıştır. Daha sonra o 25 tane yasayla da Türkiye önemli ölçüde yapısal dönüşüme uğratılmaya başlanmıştır. Örneğin tarımla ilgili söyleyeyim: 2000 yılı Haziran ayında çıkarılan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Hakkındaki Yasa, dünyanın herhalde hiçbir egemen ülkesinde olmayacak bir hüküm getirerek, bundan sonra bu kooperatif birliklerine kamunun, herhangi bir kuruluşunun hiçbir zaman bir mali destekte bulunamayacağını yasa hükmü haline getirmiştir. Bu, ancak bir eyalet devletinde olabilir ya da eyalet devletinden daha ötesi, bir sömürge devlet için böyle bir şey söz konusu olabilir; hiçbir hükümran devlet böyle bir yasa hükmüyle kendi politika araçlarını elden çıkarmaz. “Bu bir dış zorlama mıdır” derseniz; evet, çünkü ben canlı tanığıyım. Aslında herkes tanığı da, ben bunun özel olarak tanığıyım; Dünya Bankası heyetinin böyle bir hükmü koymak istediğini, bizzat Dünya Bankası heyetinden duyduğum için de biliyorum. Yani bu eğer böyle olabiliyorsa, demek ki Türkiye’de birtakım yapısal dönüşümlerin asla buradaki makro ekonomik dengeleri desteklemek için getirilmiş birtakım önlemler olmadığını düşünmemiz lazım.
Tarımla ilgili ne yapılıyor? Bİr kere birliklerle ilgili, yani tarımdaki örgütlenmeyi de çok yakından ilgilendiren, desteklemeyi çok yakından ilgilendiren düzenlemeyi yaptık; Şeker Yasasını çıkardık, Tütün Yasası tasarı olarak bekliyor. Bütün bunlar, aslında bir bütünün parçaları. Türkiye, şu taahhütlere girmiştir: Tarımdaki fiyat politikasını bundan böyle -niyet mektuplarının birincisinden başlayarak- birtakım uluslararası fiyat hareketleriyle ilişkilendirmek yükümlülüğü altına girmiştir. Örneğin Türkiye’nin en önemli tarımsal ürünü olan buğdayda Chicago Borsası fiyatlarını esas almayı taahhüt etmiştir. Oysa, ABD dahil hiçbir gelişmiş ülke, kendi çiftçisini, bir ticaret borsası olan, bir ürün borsası olan Chicago Borsasının fiyatlarına mahkûm etmemiştir; çünkü aslında gelişmiş ülkelerde, Amerika ve Avrupa’da çiftçinin cebine giren fiyatlar, bu borsadaki değişim fiyatlarının çok üzerinde kalmakta, aradaki fark fiyatını bir sübvansiyon olarak devlet ödemektedir. Oysa Türkiye, geçen yıl Chicago Borsasının yüzde 35 üzerinde, bu yıl yüzde 20 üzerinde olabilir sınırıyla, ama giderek Chicago Borsası düzeyine getirmeyi taahhüt etmiştir.
Türkiye, bu niyet mektuplarıyla, -ki niyet mektuplarının bu hükümleri aynen bugünkü programla da devam etmektedir- bundan sonra tarımda fiyat açıklamakdan vazgeçeceğini, herhangi bir fiyat açıklanmayacağını taahhüt etmiştir. Bunun dışında, tarıma ilişkin bütün destekleme kurumlarının özelleştirilmesini ya da işlevlerinin daraltılmasını taahhüt etmiştir, Toprak Mahsulleri Ofisi de dahil olmak üzere. Keza TEKEL’i ikiye ayırarak; Tekelin sınai tesislerinin özelleştirilmesini, diğer tütün desteklemeyle ilgili birimlerinin bir ayrı örgütlenme içinde olmasını, ama bunların kesinlikle bir alım kurumu olmaktan çıkarılmasını öngörmüştür...
Ayrıntıya girmiyorum; ama size Şeker Kanunuyla ilgili bir şeyi söyleyeyim: Dünyada şeker arzıyla talebi arasında bir dengesizlik var; şeker arzı, şeker talebinden fazla. Türkiye, dünyada şeker üretiminde önemli bir ülke; şeker üretiminde 11 inci sırada, tüketiminde 8 inci sırada. Türkiye, kendi gelir düzeyinin üstünde şeker tüketen bir ülke; örneğin Avrupa Birliğinde ortalama kişi başına 36 kilo şeker tüketilirken, Türkiye 31 kilo tüketiyor. Oysa dünya ortalaması 19 kilodur. Dolayısıyla şeker tüketimi bu kadar fazla olan bir ülkede şeker üretiminin geriletilmesi, -ki, kotalar bunu getirecek, Türkiye şeker üretimi gerileyen bir ülke haline gelecek- herhalde ciddi bir pazar olarak görüldüğünü gösteriyor.
Bir başka şey de söyleyeyim: Londra Beyaz Şeker Borsasında şeker fiyatları 1995’te 396 dolar/ton iken, 99 yılında 200 dolar/ton olmuştur; yani kabaca fiyatlar yarıya inmiştir. Bunu nasıl çözeceksiniz? Yani siz eğer çokuluslu şirketler olsanız ve uluslararası finans kuruluşları sizin adınıza, gelişmiş ülkeler adına hareket ediyorsa, neyi istersini? Örneğin şeker için yeni mahreçler istersiniz. Gelişmiş ülkeler ve bunların Truva Atları olan çokuluslu şirketler açısından bakarsanız, bu tür taleplerin gündeme getirilmesi son derece doğal. “Doğal” derken, “karşı çıkmıyorum” anlamında söylemiyorum; ama bizim iktidarların buna hiçbir sorgu-sual olmaksızın teslim olmaları ve buna karşı çıkışların dahi bastırılmak istenmesi doğal değil. Türkiye’de galiba bu seslerin bu kadar azınlıkta kalması, bu itirazların Türkiye’nin yüzde 40’ını oluşturan bir tarım kesimi açısından o kadar sönük kalması, sorgulanmaya değer.
Ben, buradan arkadaşımın konusuna, Tarık’ın konusuna bir geçiş yapayım: Türkiye’de aslında hâlâ istihdamdaki payı ortalama yüzde 40 –bu konuda istatistiklerin çok güvenilir olmadığı da bir gerçek- olan bir sektör, kuşkusuz bu büyüklüğünde kalmamalı. Türkiye, 1980 sonrasında eğer ticaret yönlü bir gelişme modelini benimsememiş olsaydı, sanayi yönlü gelişmeye devam edebilseydi, muhtemelen biz zaten şimdi 2000’li yıllarda bunun çok daha altında, belki yüzde 20’lerde bir tarım istihdamıyla ve muhtemelen milli gelire katkısı bakımından yüzde 9-10’a düşmüş bir tarımla karşı karşıya olabilirdik. Kırsal göç, bu 20 yıl içinde denetlenebilir bir süreç haline de getirilebilirdi. Ancak şimdi ne yapmak istiyoruz, bu programla neyi kabul ediyoruz? 2 yıl-3 yıl içinde tarımdaki geniş kitleleri çok büyük göç dalgaları halinde kentlerin üzerine yığacak bir program ortaya koyuyoruz. Çünkü bütün tarımsal destekleme araçlarını, kurumlarını tasfiye ediyoruz; yerine “doğrudan gelir desteği” denilen ne olduğu anlaşılmayan bir model getirmeye çalışıyoruz. Bu, model de değil, dünyanın hiçbir tarafında tek başına uygulanmayan bir şeyi getirmek istiyoruz.
Bu program milyonlarca kitleyi yeni bir göç dalgası olarak kentler üzerine atacaktır ve bunun Türkiye üzerine getireceği çok büyük maliyetler olacaktır. Öncelikle ekonomik maliyeti daha fazla olacaktır. Çünkü milli gelirin yüzde biri-ikisi dolayındaki bir destekleme maliyetiyle milyonlarca yoksul köylüyü kırsal alanda tutmak daha maliyetsiz bir çözümdür; kentlerde bu kitlenin doğuracağı maliyet ekonomik anlamda daha fazla olacaktır. Kuşkusuz sosyal anlamda maliyeti daha da fazla olacak, Türkiye giderek daha güç yönetilir bir ülke olacak, dolayısıyla dışarıdan güdülenmesi daha kolay bir ülke haline gelecektir. Siyasi anlamda da Türkiye daha güç yönetilir ve siyasi aşırılıklara -özellikle dinci sağ anlamında bakarsanız- daha fazla meyletmiş bir ülke haline gelebilecektir.

M. Ersoy: Oğuz Oyan hocamıza çok teşekkür ediyoruz. Söyledikleri içimizi biraz daha kararttı; Şöyle ki, bu yapısal dönüşüm modeliyle birlikte, gelecek yıllarda -verilen mektuplar çerçevesinde ve öngörüler bağlamında- bütçedeki faiz dışı harcamalar inanılmaz ölçüde azalacak, -ki bu da gerçekten daha da küçülen bir Türkiye, eğitime, sağlığa, kültüre daha az yatırım yapan bir Türkiye ve daha az ücretler ve maaşlar demek oluyor.
Son konuşmacımız Tarık Şengül hocamız, konuya daha farklı bir açıdan bakacak. Üç iktisatçı hocamız konuyu ağırlıklı olarak iktisadi bağlamda ele alıp değerlendirmişlerdi. Tarık Şengül bize bu sürecin siyasi sonuçları ve mekânsal etkileri üzerinde bir sunuş yapacak ve daha sonra da “bir karşı hegemonya oluşturulabilir mi” konusunda görüşlerini açıklıyacak.

Tarık Şengül: Sayın Oktar Türel iyi bir benzetme yaptı, saatli bomba benzetmesi. Ben, onun büyük kentlere yerleştirildiğini düşünüyorum; yani bundan sonraki kriz -ki, buradaki konuşmalar çerçevesinde, içinden kolay çıkamayacağımız anlaşılıyor- büyük ölçüde kırda da ciddi sonuçlara yol açmakla birlikte, aslında asıl etkilerini sanırım sonunda dönüp dolaşıp büyük kentlerde gösterecek. Bu iki temel nedenle geçerli görünüyor bana. Birincisi, krizin yol açtığı durgunluk ve işten cıkartmalar zaten işsizlik kıskacında bulunan kentlerdeki yaşamı daha da olumsuz bir ortama itecek. İkincisi, krizin ve IMF-Dünya Bankası dayatması uygulamaların etkisiyle, 4-5 yıl içinde büyük kentlere yönelen ciddi göçler yaşayacağız. Kır bu göçler sonucunda kendi içinde bir stabilizasyon kazanacak; ama kriz, ondan sonra sanırım asıl büyük kentlerde yaşanacak.
Bu tür bir sorunu merkezine alacak bir sunuş yapacağım. Önce “krizin siyasal anlamı nedir” diye genel bir değerlendirme yaptıktan sonra, “sözü edilen kriz, kent mekânında ne tür görünümler alabilir” sorusu etrafına bir değerlendirme yapacağım. Son olarak da, zaman kalırsa, nasıl bir siyasal muhalefet ya da karşı proje üretilebilir; o konuda biraz da spekülatif olmakla birlikte, bir değerlendirme yapmak istiyorum.
“Yaşadığımız krizin siyasal anlamı nedir?” sorusuna bence verilebilecek en kısa yanıt şu: Türkiye’de 1980’le birlikte başlayan ve aslında son 20 yıl içinde çeşitli çabalara rağmen başarısız kalan bir proje, açıkçası topluma bu kez kararlı biçimde dayatılıyor. Şunu kastediyorum: Biz, bütün görece niteliğine rağmen, 1980’lere kadar, “görece” tek toplumlu bir hegemonya projesi çerçevesinde yaşadık. Gelişmeci devlet dediğimiz, ithal ikamecilikle nitelenen ve de belli bir büyümeyi başarabilen bir proje, bütün sınıflı niteliğine rağmen, büyümeden tüm toplumsal kesimlere eşitsizlikler içinde de olsa bir pay verdi. 1980 de uygulamaya konan dışa açık büyüme modelinin getirmeye çalıştığı, daha öncekinden farklı olarak, belli kesimleri açıkça dışlayan, diğer bir anlatımla iki uluslu bir toplum projesinin oluşturulmasıydı.
Son 20 yılda, bu strateji yer yer başarıldı. Örneğin, Özal döneminde -Hocam biraz önce gösterdi- bu konuda belli bir kararlılık görünüyor. Özal yönetimi, kentlerde yer yer bir popülizmle bunu dengelemeye çalışsa da, aslında belli bir dışlayıcılığı başardı. Bununla birikte son yirmi yılın geneline bakıldığında, Türkiye’de siyasal dengeler ve toplumsal muhalefet, bu türden iki toplumlu, yani bir kesimin neredeyse tamamen dışlandığı bir projenin bütünüyle uygulanmasına olanak vermedi. Diğer bir anlatımla, 2000 yılına gelirken, aslında İngiltere’de Thatcher, Amerika’da Reagan tarafından uygulanmaya konulan ve kendisi için birtakım kesimleri feda edilebilir görüp dışlayan hegemonya projelerinin Türkiye’de sistematik olarak uygulanamadığı anlamına geliyor.

Yaşadığımız kriz,siyasal anlamı itibariyle, bu tür bir kesin tercihin topluma dayatılmasına bir kez daha ortam hazırlamış görünüyor.Bu tür bir projenin tasarımcıları ve destekçileri Dünya Bankası-IMF liderliğinde bir kez daha kollarını sıvamış görünüyorlar. Yani iki toplumlu bir siyasal projeyle bu kez çok daha keskinleşmiş bir biçimde karşı karşıyayız; Türkiye’de geçmişte olmadığı biçimde, mavi yakalı işçiler, “marjinal sektör” dediğimiz enformel sektörde çalışan insanlar ve daha önce birtakım sosyal politikalar çerçevesinde hâlâ büyümeden pay alan kırsal nüfus gözden çıkartılıyor. Bu, bir anlamda artık Türkiye’nin geçmişte hiç alışık olmadığı türden iki toplumlu bir proje etrafında yaşamayı öğrenmesi demektir. Türkiye bunu öğrenebilir mi, öğrenemez mi; onu sonuçları itibariyle gelecekte göreceğiz. Ancak toplumu ikiye bölen bir proje bu ve de bu tercihini çok açık biçimde yapıyor; bu, bütçede de çok açık, kamu kesiminin rolünü azaltarak kırsal kesime verilen destek anlamında da açık. Biraz önce söylediğim gibi, iki toplumlu bir ülke projesinin yerleştirdiği saatli bombanın yeri de kentler.
Birileri, “Türkiye’deki kentler aslında her zaman iki toplumluydu; bir tarafta gecekondular vardı, bir tarafta apartmanlar vardı, bir tarafta kırdan gelip endüstri proletaryası haline dönüşemeden enformel sektör içinde yaşayan bir kesim vardı, bir tarafta daha düzenli işlerde çalışan insanlar vardı, bu anlamda bir ikili toplum yapısı kentlerde zaten mevcuttu” diyebilir. Ben, belli ölçülerde bunun geçerli olduğunu düşünmekle birlikte, bazı yönleriyle de bu tür bir değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Şu nedenle doğru değil: Türkiye, ithal ikameci dönemde belli bir büyümeyi sağlarken, doğru, kırdan hızla göçen insanları aynı biçimde emek, sanayi proletaryası ya da hizmet sektörü içinde formel bir emek gücü haline dönüştüremedi. Ancak yavaş da olsa, kırdan göçen nüfus, bir anlamda kentsel yapıların hem ekonomik, hem de sosyal anlamda parçası olabildiler; yani bir kısmı yavaşça sanayi proletaryası oldu, bir kısmı devlet tarafından “sosyal politikalar” diye değerlendirebileceğimiz politikalar çerçevesinde emildi, bir kısmı enformel sektör biçiminde, büyüyen bir ekonomiye eklemlendi.
Bugün geldiğimiz nokta şu: Biraz önce sayın Oğuz Oyan’ın sözünü ettiği türden, 50’lerdekine benzer hızlı bir göç dalgası yaşanacaksa, -ki, yaşanacak diye varsayıyoruz, göstergeler o yönde, ben de öyle varsayıyorum- bu sürecin geçmişteki göç süreçlerinden iki noktada farklılaştığını söylemek mümkündür. Bir tanesi şu: Türkiye bugün küçülen bir ülke, İkinci Dünya Savaşı sonrasının büyüyen ülkesi değil. Savaş sonrası Türkiye yavaş da olsa büyüyen bir ülkeydi ve kırdan boşalan nüfusu kendi oluşturduğu yapıların içinde emebiliyordu. Bugün böyle bir sorunumuz var; yakın bir gelecekte sanayi ve hizmet sektörlerinin küçüleceği görünüyor ve de geleceğe yönelik de çok iyimser bir tablo çıkmıyor. Bunun anlamı şu: Bırakın yeni gelen işgücünü istihdam edebilmek, mevcut işgücünü tutmakta zorlanan bir ekonomi ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla bırakın yeni gelecek nüfusu, mevcut nüfusu koruyabilecek bir ekonomiye sahip değiliz.
Bu tür bir nüfus büyümesi karşısında küçülen bir ekonominin kentlerdeki sonucu ne olacaktır sorusu önem kazanmaktadır. Benim öngörüm bir süredir giderek derinleşen kentsel kutuplaşmanın çok daha uç noktalara taşınmasıdır. Burada geçmişteki o gecekondu-apartman ayrımından başka bir ayrımdan bahsediyorum. Aslında Türkiye buna çok ciddi olarak, çok farkında belki olmadan hazırlandı. Bakın gecekondu teriminden varoş terimine geçiş, ideolojik platformda bu tür bir yapılanmanın ön habercisi aslında; yani gecekonduların daha önce görece pozitif olan imajını varoş betimlemesiyle korkuların ve de oralarda ne olduğununun bilmediği mekânlara dönüştüren söylem, aslında bugün Türkiye’de yeni anlamını buluyor.
Bugün Türkiye’nin büyük kentlerinin çeperlerinde yaşanacak süreçler, büyük olasılıkla geçmişte gecekondularda yaşanan süreçler olmayacak. Ortaya çıkan işsizlik, insanların başka tür birtakım yaşam biçimlerine, arayışlara girmesini çok büyük bir olasılıkla doğuracaktır. Bir anlamda bugün dünyanın başka ülkelerine ilişkin, örneğin Brezilya kentleri için konuştuğumuz ve “bizde bu kadar yok” dediğimiz, birtakım yaşam biçimlerinin Türkiye’deki kentler açısından da kanıksanabilir hale geleceğini görüyoruz.
Aslında varoşları hazırlayan mantık, Türkiye’de bunun karşısında başka bir şey daha hazırladı: Ben, bundan 3-4 yıl önce “Türkiye’de burjuvazi, kentlerden niye bu kadar korkuyor” diye kendi kendime soruyordum; çünkü bakıyorsunuz, kentlerin dışında, etrafı duvarlarla çevrilen, kapılarında niçin girip çıkacağınız sorulan birtakım konut alanları oluşmaya başladı. Böylece, bir taraftan varoşların temsil ettiği gettolar oluşurken,diğer tarafta da zengin gettolar da oluşmaya başladı Söz konusu zengin gettolarının girişinde şöyle tabelalar görüyorsunuz: “Bırakınız kent sizi özlesin.” Aslında, kentin varsıl kesimleri, özellikle 1980 sonrası rant ekonomisinden kazanan yeni orta ve üst sınıflar kentlerin içini boşaltarak, kendileri için daha güvenilir ve güvenlikli gettolar oluşturuyorlar. Yanlarında alışveriş merkezlerini, lüks mağzalarını, kafe ve restorantlarını alarak, mevcut kenti çalışan sınıflara ve yeni ekonomiyle eklemlenmeyi beceremeyen geleneksel orta sınıflara bırakarak, ama kaynakları dayanlarına alarak terk ediyorlar. Böylece iki uluslu bir ülkenin iki uluslu kentleri ortaya çıkıyor.
Ne var ki bu tür bir yapılanmanın huzur bulabilmesi mümkün görünmüyor. Kentlerin yaşadığı bu çelişki ve toplumsal-mekansal kutuplaşma önemli toplumsal patlamalara gebe görünüyor. Bu tür bir gerilim içinde yeni orta sınıfların çekildikleri duvarların gerisinde rahat edebileceklerini söylemek oldukça güç görünüyor.
Burada sadece bir korku toplumu portresi çizmek istemiyorum. Bence artık bu tür negatif yönleri vurguladıktan sonra, “alternatif ne olabilir” diye bir bakmak gerekiyor. Burada böyle bir soruyu sorduktan sonra, acaba solun bir karşı projesi olabilir mi” diye bir soru etrafında konuşmak da gerekiyor. Burada tabii ciddi olumsuzluklar var. O olumsuzlukların başında, Türkiye’nin geçmişteki ortamı içinde solun kendi içinde içine düştüğü önemli birtakım çıkmazlar var, önemli ikilemler var. Nedir bu ikilemler? Bir siyasetin algılanışında Türk solu açısından ikililikler etrafında siyaset yapma anlayışı oluştu: Bir taraftan laiklik-köktencilik türü bir siyasal algılama biçimi, bir tarafta Türk-Kürt kimliği etrafındaki bir siyasal mücadele veya algılama biçimi; ama bunların hepsine de temel hazırlayan başka bir ikilik çerçevesinde siyasette algılama var, devlet-sivil toplum ikiliği çerçevesinde siyaseti algılama biçimi. Bu tür bir siyaset yapma biçimi, şu ana kadar burada konuştuğumuz konuların hiçbirini algılama kapasitesine sahip değil. Yukarıda sözünü ettiğimiz ikililikler çerçevesinde siyaseti algılamanın sınıf temelli eşitsizliklere referans veren hiçbir yönü yok. Devlet-sivil toplum ikiliğine bakın, en çok burada var; burada oluş biçimi de aslında sosyal devlet olgusunun yıkılışına çanak tutan bir sol algılama. Ne deniliyor; -mesela bu çok baskın- “Türkiye’de devlet çok güçlü, sivil toplum çok güçsüz.” Dünya Bankası da söylüyor, “O zaman daha az devlet” diyor ve de Türkiye’de solun bir kesimi bunu alkışlıyor.
Başka bir boyutta aynı şey Avrupa Topluluğu çerçevesinde başımıza geliyor; yani Türkiye’de insanlar kendi sorunlarını kendileri çözmek yerine, düşülen acz ve çaresizlik, başka türlü algılamaları beraberinde getiriyor. Avrupa’yı Türkiye’nin kurtarıcısı olarak görmek yanılgısını doğuruyor. Burada ikilemleri laiklik-köktencilik, Türk-Kürt, devlet-sivil toplum diye koyarsanız, Türkiye’de olup biten, hele son dönemde olup biteni algılamanız mümkün değil; algılamayınca da “Biz algılamadık, Avrupa Topluluğu iyi algıladı bu sorunu, bizim sorunumuzu onlar çözsün” diye böyle bir beklentinin içine giriyoruz. Bir boyutuyla da siyaseti algılayışımız, bir anlamda kendi iktidarsızlığımızı ve de iradesizliğimizi kabul etmeye götürüyor bizi.

“Burada bizim yapabileceğimiz açılım ne olabilir?” En azından geldiğimiz noktanın tek olumlu yanının, artık Türkiye’de sınıf temelli bir siyaseti anlamaya hizmet edebilecek bir olumsuzluk olduğunu düşünüyorum. Yani bugün bu tablolar, mesela tarımdaki desteği çekme, kentlerde büyük ölçüde yapılan sosyal harcamalara yönelik birtakım kısıtlamalara gitme; laiklik-dincilik temelinde, Türk-Kürt sorunu çerçevesinde, devlet-sivil toplum çelişkisi çerçevesinde algılanabilecek bir şey değil. Burada vicdanı olan her entelektüel, her aydın, artık sınıf kavramına referans vermek zorunda. Dolayısıyla burada yeni açılım, ancak ve de şu söylediğim ikilikleri aşan bir açılım, ancak sınıf temelinde oluşturulabilir. O tür bir temeli sağlayabilirsek, o zaman devleti de basitçe sivil toplumun karşısına koymayıp, aynı zamanda devletin içindeki kazanımlarımızı da savunabileceğiz. O zaman Türk-Kürt ikilemi çerçevesinde oluşan ve de aslında emekçileri kendi içinde de bölen birtakım ikilikleri aşıp, sömürülen hem Türk, hem Kürt insanlarını bir araya getiren bir projeden bahsedebileceğiz. O zaman basitçe bir laiklik-İslamcılık temelli bir algıdan kurtulup, esnaf eyleminde örneğin gerçekten canı yandığı için meydana çıkan insanları da içerebilen bir siyasal projeden bahsedebileceğiz. Bunun ipuçlarını Emek Platformu bence çok güzel sağladı, Cem hoca vurguladı. Orada bakın, içinde isteyerek ya da istemeyerek HAK-İŞ de var, isteyerek ya da istemeyerek daha böyle bugüne kadar sınıf temelli siyaset yapmayı hep biraz da gönülsüzce yapan TÜRK-İŞ de var. Buradaki aslında siyasal liderlikten çok, toplumsal tabanın bir dayatması; burada bu taban siyasal önderliğini arıyor. Türkiye’de bu önderlik, bir anlamda ortaya konulabilecek mi, konulamayacak mı; Türkiye’nin geleceğine ilişkin felaket senaryolarının felaket mi, yoksa bir açılım mı olduğu sorusuna verebileceğimiz yanıt, bu tür bir önderliğin ortaya konulup konulamamasıyla çok ilgili. Dolayısıyla ben, bütün bu senaryoların içinden çok olumlu şeylerin de çıkabileceğini düşünüyorum; yeter ki iradi bir biçimde Avrupa Topluluğundan değil, Dünya Bankasından değil, siyasal çözümü kendimizden bekleyelim.
M. Ersoy: Çok teşekkür ederiz. Tarık Şengül hocamız, bize son gelişmelerin siyasi ve mekânsal boyutlarını aktarmanın ötesinde, biraz da bir karşı hegemonya nasıl oluşturulabileceği konusunda görüşlerini aktardı. Şimdi, dinleyicilerimizin sorularını ve görüşlerini alıp, konuşmacılarımıza ikinci tur için söz vereceğiz.

Bir dinleyici: Türkiye'deki belirli bir durumun iktisadi ve sosyolojik boyutları olduğunu, bilimselliği üretebileceğimiz siyaset boyutunu yeniden düşünerek, bunu hatırlatarak siyasi ve belki daha farklı noktalara da değinilmesi gerektiği kanaatindeyim. Süreçleri incelemek gerekir diye düşünüyorum. Bu süreçleri bir tarafa atarak, salt bugünkü nesnel iktisadi ve sosyolojik boyutlarıyla toplumun bize sunduğu malzeme üzerinden siyaset üretemeyiz. Çünkü bahsedilen gündemler bildiğimiz gündemler. Türkiye'deki toplumsal durum, emekçi sınıfların toplumsal algısını, siyasal algısını epeyce şekillendirmiştir. Bu şekillenmeye bence dönüştürmemiz gerekiyor, reddetmemiz değil.
Bunları yaparak onlar kurtulur mu?. Bu emekçi sınıfların, yani toplumun kapitalizmden bir çıkarı olmayan sınıfların- kendi toplum projeleri olmalıdır. Veyahut siyasal olarak ifade edecekleri bir şeyleri, ortaya koyacakları bir düzenleri olmalıdır. Bence yeni gündemlerin böyle olması gerekir.
Bana kalırsa, Emek Platformu krizden beri gerçekleştirdiği çıkışlarda siyasal olarak son derece iddiasız ve son derece geri -ideolojik olarak demiyorum. Bu ülkenin geleceğine dair nasıl bir manzara çizdiği ve çözüm itibariyle programı bence anlamlıydı ve doyurucuydu. Ama sorun bunu hayata geçirmektir.

T.Şengül: Bu göç sorusuyla başlayayım: “Göç olur mu, olmaz mı” sorusu tabii geleceğe yönelik kestirim; yani her kestirim gibi belli bir yanılgı payı olabilir. Ama burada tabii yaşanan deneyimler var; geçmişte Türkiye'nin yaşadığı deneyimler, bir de benzer deneyimleri yaşayan başka ülkeler. Yani bize ipucu verebilecek bu iki örnekten yola çıkabiliriz. Türkiye'deki göç olgusunun izlediği çizgiye bakarsanız, bir kere özellikle 1945’lerden itibaren olan göçte kentlerde öyle çekici filan bir şey yok; yani insanlar kentlere geldiğinde gökyüzüyle başbaşalar. Yani bir kısmı için, özellikle de aslında ilk gelen kesim için, hakikaten öyle izledikleri akraba ya da hemşehri de yok. Tabii kentlerin o anlamda başlangıç itibariyle müthiş bir çekiciliği yok o dönemde, benzer biçimde bugün de öyle bir çekicilik yok.Yani sorun kırın itmesi. Artık kırda kalma olanağı kalmadığından insanlar göç ediyor. Yani şöyle bir şey yok; “kent daha iyi, burada yaşıyoruz; ama orada daha iyi yaşayalım” diye gitmiyor insanlar kente. Artık öyle bir aşamaya geliyor ki, ondan sonrası açlıkla başbaşa kalma; yani dereceli bir biçimde. Dolayısıyla öyle bir ortam içinde göç ediliyor. Kentin bütün bu olumsuzluklarına rağmen, ölçeğiyle, ekonomik aktiviteleriyle hâlâ kıra göre gelecekte de daha cazip olabileceğini de söyleyebiliriz.
İkinci bir boyut, sınıf temelli bir siyasete ilişkin kaygılarınız. Ben şöyle bir şey söylemedim: “Bunlar yalancı problemlerdir...” Aslında karşı bir hegemonyaya doğru diye koyduğum başlığın içinde bu tür bir şey vardır, onu biraz buraya bıraktım, onun için şimdi çok kısaca değerlendireceğim bu sorunu. Laiklik sorununun ya da Kürt sorununun gerçek olmayan yalancı sorunlar olduğunu düşünmüyorum. Ama bir sonucu önemli; Türkiye'de bu tür sorunların ülkenin gündemini sürekli işgal ediyor olması -haklı nedenlerle ya da başka nedenlerle- bazı sorunların ki, bugün karşılaştığımız krizi de içeren ve de sınıf temelli bazı sorunların Türkiye'de neredeyse hiç tartışılmamasına, tartışıldığı zaman da çok yanlış mecralara gitmesine yol açtı.Dediğim gibi, Türkiye'de sol, özelleştirmeyi destekler hale geldi. Benim burada vurgulamak istediğim daha çok bu boyutu, o sorunların sorun olmaması gibi bir boyut değil. Tam tersine, burada yeni bir projenin açık uçlu bir sınıf siyasetini içermesi gerektiğini düşünüyorum; yani burada diğer ezilen kesimleri de içerebilecek ve de hatta, örneğin, Kürt sorununu bir milliyetçilik sorunundan ya da bir aşiretler sorunundan kurtarabilecek bir sınıf siyasetinden. Örneğin, İslamcı kesim içinde yine bir aşiret, şeyhlik vesaire mantığıyla bu kesimleri yönlendiren bir mantıktan kurtarıp, özellikle ezilmeye vs. karşı dinsel kimliklerini kullanan insanların da içerilebileceği bir projeden bahsediyorum.
Bakın, niye Türkiye'de din temelli bir siyaset 1980 sonrası yükseliyor? Niye 1970’lerde büyük kentlerde sola oy verenler Refah Partisine, Fazilet Partisine oy veriyorlar? Burada solun kendi içinde hem bunu düşünmesi lazım; ama buradan giderek, insanların yanıldığı tür bir sonuca varmaktan çok, siyaseti nasıl anlamakta solun kendisinin bir anlamda iktidarsız ve de basiretsiz hale geldiğini ortaya koyması lağzım. O yüzden de ortaya çıkacak yeni sınıf siyasetinin formülasyonunda bunun bir anlamda kurgulanmasında basitçe bir kriz temelli bir siyaset anlayışı da olamaz; onun ötesine geçmesi lazım, ezilen diğer kesimlere açılması lazım ve o sorunların da aynı zamanda sınıf sorunuyla ve de bölüşüm sorunlarıyla çok yakından ilgili olduğunu göstermesi lazım. O zaman Refah Partisine yönelen kitleleri de bu tür bir siyasetin yanında ve içinde görmek mümkün olacak diye düşünüyorum.
O. Oyan: Bana çok fazla soru yok; bu Emek Platformuyla ilgili meselede programın doyurucu; ama programı sahiplenmesi gereken kesimin iddiasız ve ruhsuz olduğunu söylendi. Buradaki bu masa etrafındaki arkadaşlarımızın önemli bir çoğunluğu Emek Platformunun bildirisinin hazırlanmasına katkıda bulundular aslında; ama kuşkusuz, bunu sahiplenmesi gereken emek kesiminin kendisi. Biz de bu emek kesiminin parçasıyız; ama ana gövdenin bunu çok daha iddialı bir şekilde savunması gerekirdi. Ama bu galiba şu an Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarla da ilişkili; yani örneğin, bunun en büyük, en örgütlü kesimi olan TÜRK-İŞ’e bakarsanız, o şimdi toplu sözleşmeyi kurtarma peşinde. Dolayısıyla birçok konjonktürel nedeni de var bunun.
Başka bir şey de söyleyeyim: Şu an medyanın ideolojik baskısı öyle bir noktada ki, şu an kamu emekçileri ücret artışı için Kızılay’da yürüseler, muhtemelen kendi dışlarından eskiden olduğundan daha az destek alacaklardır ve muhtemelen birçok işsiz ya da düşük ücretle çalışan, kayıt dışında olanlar “siz de fazla oluyorsunuz” diyebileceklerdir. Toplum öylesine şekillendiriliyor ki, güçsüzler/dışlanmışlar bu türden tepkileri dahi yüksek sesle bağıracak noktaya geldiler. Şu anki müzakere pozisyonu şöyle: TÜRK-İŞ, reel ücret kısılması gerekliyse buna razı; ama “sizin istediğiniz kadar olmasın, daha az kısılma olsun” noktasında. Yani, reel bir artış talep etme noktasında hiç değil. Ama bunun büyük sermayenin gündem belirleme gücüyle ilişkisini unutmayalım ve Türkiye'de sadece işçi sınıfı değil, sadece memurları vesaire katarak genel emek sınıfı açısından değil; ama birçok kesim açısından bir kabulleniş olayı var.
Bugün bu salonun dolmaması da bununla kısmen ilişkili olay; kısmen diyorum, çünkü birçok başka üniversitede çok daha kalabalık salonlar hâlâ olabiliyor. Yani burada genelleşen bir duyarsızlık noktası var, bu duyarsızlık noktası şu: Eğer iletişim kanallarını elinizde tutuyorsanız, o zaman gündeme hâkimsiniz. Yani burada bunu pek tartışmadık; ama eğer sisteme muhalif bir sol muhalefet olacaksa, ilk önce sesini duyuracak kanallara sahip olması gerekiyor. Bu olmadan çok fazla bir şey yapamazsınız; yani bugünkü dünya koşullarında sesinizi duyurma olanaklarınız çok kısıtlı.
Bakın, Emek Platformunun Program İlkeleri çıktı, buna Cumhuriyet bile çok fazla yer vermedi; yani tefrika etmedi, bütün yayınlamadı mesela; diğer büyük basın ise kesinlikle sansürü seçti. Mesela, bugün uygulanan istikrar programı kriz sonrasında önceleri –Başbakanı dahi içerecek biçimde- açıkça tartışılırken, medya aykırı seslere daha çok yer veriyordu, çünkü o zaman kendi kafaları da karışmıştı. Ama şimdi her şey yeniden oturdu, herkesi yeniden şekillendirdiler ve programın aleyhindeki sesler birden kesildi; veya ancak tek tük çıkıyor. Yani genel bir tepki yok. Buna izin vermiyor sistem. Oysa buna karşı çok daha gür bir ses olması gerekiyor. Bunda herkesin bir sorumluluk payı var, buraya gelenler için söylemiyorum; ama bu böyle.
Siyasal bir zeminde buna cevap vermek gerekir, Emek Platformu da yetmez; yani bugün Türkiye'de eğer bir siyasal parti etrafında buna bir tepki gösterilemiyorsa, bu sonuçta sağın elinde kalacaktır. Özellikle de dinci/şeriatçı sağın eline kalması riski çok yüksektir. Solda radikal muhalefet yapan küçük partilerimiz yok değil, var; ama kitleselleşemiyorlar; bunu çözmeden örgütleyemezsiniz emek kesiminin muhalefetini.
Bu yıl, 2000 yılında -bunu Derviş de söylüyor- bütün vergiler, faizlere yetmeyecek. Bundan daha büyük bir toplumsal tepki malzemesi olabilir mi? Bu yıl bütün vergilerin tümü faizlere yetmiyorsa, daha ne olsun; yani insanların “dur, yeter” demeleri için daha neye gerek var? Üstelik bu resmen de açıklanıyor, gizli falan da değil. Tabii bunu algılama düzeyine bağlı buna karşı tepki koyma meselesi. Bu masanın etrafındaki arkadaşlar, biz bunu yıllardır söylüyoruz. Aslında Türkiye'nin bu tuzağa düşmesi 1986’dan beri görülüyordu.
Uygulamadaki programa karşı seçenekler nedir? Bir kere IMF’yle program yaparak Türkiye'nin bir çıkışı yoktur. IMF ve Dünya Bankası çizgisinde kalarak Türkiye ancak bir iki yılı kurtaracak. Bakın, bu yıl 14,5 milyar dolar bir giriş öngörülüyor yıl sonuna kadar. Oysa Türkiye'nin, sadece 2001 yılında dış borç ödemesi (özel artı kamu kesimi toplamı) 27 milyar dolardır. Peki, seneye ne olacak; Türkiye'nin dış borç faturası giderek büyümeye devam edecek? Peki, yeni kaynak girişi nasıl sağlayacağız? Senaryoya göre, artık Türkiye'nin itibarı yükselecek, kredibilitesi yükselecek ve Türkiye bu sefer artık mali piyasalardan uygun koşullu borç bulmaya başlayacak. Peki, bütün bunların sonucu ne olacak; bütün bunların sonucu -tabloyu tekrar koymayayım- Türkiye'nin dış borçları sürekli artmaya devam edecek.
Osmanlı’nın Düyunu Umumiyesinden çok daha beter bir noktadadır Türkiye. Aslında giderek bir mütareke dönemi aydını, mütareke dönemi basını ve mütareke dönemi teslimiyetçiliği ile buna karşı çıkanlar arasında bir saflaşma ortaya çıkmaya başlamıştır; yani Türkiye'de artık laiklik üzerinden, laiklik ekseninden bölünen bir toplumsal doku yoktur. Bugünkü turnusol kağıdı, teslimiyetçi olup olmamak çizgisidir.
O. Türel: Bu panelde genellikle karamsar bir havanın egemen olması, siyasal bir çözümün, ya da siyasal bir çözüm için alternatiflerin en azından ipuçları ile net olarak görülmemesinden kaynaklanıyor. İktisatta “Başka alternatif yoktur! türünden iddialar hiçbir zaman inandırıcı değil. İktisatta her zaman alternatifler vardır, zaten iktisat bu işin bilimi. Tahmin ediyorum önümüzdeki günlerde, arkadaşlarımızın değindiği yeni bazı siyasal oluşumlar bu alanda daha değişik ufuklar yaratabilecek.

Türkiye’de emekçi sınıfların varlığı ve konumu üzerinde Dr. Şengül’ün geliştirdiği fikirlere temelde katılıyorum; bunları tekrarlamak istemiyorum. Burada, öğretim üyelerine ve üniversiteye belirli rol ve işlevler düştüğü kanaatinde de değilim; üniversite öğretim üyelerinin siyasal ve ekonomik tavırları ile çeşitli toplumsal sınıflar önünde konum almaları, kendi siyasal inançları doğrultusunda şekilleniyor. Yaşadığımız ve yaşayacağımız günlerde üniversitede düşünce ve düşünceyi ifade etme özgürlüğünü en üst düzeylerde tutabilmek, üniversite yönetiminin ve üniversite mensuplarının elinden gelen ve yapabilecekleri en iyi şey gibi görünüyor.

Tarım sektörüyle ilgili tartışmalar son derece ilginçti; ama karşı karşıya kalacağımız depremin büyüklüğü konusunda önümüzdeki verileri galiba pek tartmadık. Göreli verimlilik oranına, yani tarım dışı kesimdeki kişi başına gelirin tarım kesimindeki kişi başına gelire oranına baktığımız zaman, bu oranın 1970’lerin ortalarında 3.5 dolayında olduğunu görmekteyiz. Başka bir deyişle, ortalama kentli, ortalama tarım kesimi çalışanının yaklaşık 3.5 katı gelir elde ediyordu. Söz konusu oran, 1980’lerin ortalarında 4.5 dolayına yükseldi; 1990’larda 5 dolaylarında bulunuyordu. 1999’da endüstriyel sektörün çok büyük bir çıktı gerilemesine uğraması, bu göreli verimlilik (ya da göreli gelir) katsayısını tekrar 4.5 yakınlarına çekti.

Ancak en azından bir 25 yıllık ufka baktığımız zaman görüyoruz ki, kır kesiminin göreli gelir düzeyinde dramatik bir kötüleşme olmadı. Bunu nasıl sağlayabildik? Bunu kısmen iç göçlerle, kısmen de dünya tarımsal ürün fiyatlarındaki göreli kötüleşmeyi ülke ekonomisine tümüyle yansıtmamak yolu ile karşılayabildik. 1975’ten 2000 yılına kadar dünyada tarımsal fiyatlar, sınai ürün fiyatlarına göre yarı yarıya gerilediği halde; Türkiye şartlarında tarımsal fiyatların tarım dışı fiyatlara göre düşüşü sadece ¼ dolayında oldu; yani Türkiye tarım sektörünü göreli fiyatlar mekanizması ile koruyacak destekleme ve dış ticaret politikalarını sürdürebildi. Ama bugün tarımda önümüze getirilen ve dayatılan model, bu politika araçlarının hemen tümüyle ortadan kaldırılması anlamını taşımaktadır. Bu, iç ticaret hadleri açısından geçmişte karşı karşıya kaldığımız şokların hiçbirisiyle kıyas kabul etmeyecek kadar büyük bir şok demektir.

Dolayısıyla tarım sektörü bu kadar büyük bir şoka maruz kaldığı zaman oldukça vahim bir toplumsal durumla karşı karşıya kalacağız. Son 25 yılın gelişmesine baktığımız zaman, Türkiye’de tarım dışı sektörde yılda yaklaşık yüzde 3 dolayında, tarım sektöründe ise yüzde 1 dolayında bir emek verimliliği artışı görülüyor. Diyeceksiniz ki, “yüzde 2 civarında bir üretkenlik artışı farklılığıyla ne olur, bu fark o kadar anlamlı mı?”. Bileşik faiz formülü bu gibi hallerde birikimli ve trajik sonuçlar yaratır. “Yıllardan beri kendi haline bırakılmış ve verimsizliğe terk edilmiş bir tarım sektörü, bu kadar büyük bir iç ticaret haddi şokuyla karşı karşıya kalırsa, bu şoku geçmişte olduğu gibi yine göçle, informal mekanizmalarla ya da öz-sömürü oranını yükselterek atlatır” türünden bir iddiada bulunamayız. Görünebilen gelecekte, tarımdaki göreli gelir kayıplarını kamu bütçesinden telâfi etmeye de kaynak yetiştiremeyiz. Özetle, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde eğer bu eğilimler devam edecek olursa, tarım sektörü geçmişte karşılaştığı şoklardan çok daha büyük bir şokla karşı karşıya kalacaktır. Tabii bunun siyasal yansımaları da olacaktır; yani karşı karşıya kalacağımız şokun büyüklüğü karşısında “geçmişte telafi mekanizmaları vardı, gelecekte de bu tür mekanizmalar sürer” diyemeyiz.

Anekdotla bir hatırlatma: Arpaçay’lı bir Fakültemiz çalışanı var; özellikle son yıllarda kent ekonomisindeki kriz dolayısıyla “Artık bu büyük kent yaşanamaz hale geldi; Arpaçay’a dönelim” diyen bazı hemşehrilerinin varlığından söz etti. 2000-2001 yıllarında belki arızi ve anekdotal kıra göç öyküleri işitebiliriz. Ama bunun gerçekten arızi olduğunu ve önümüzdeki günlerde tarım sektörünün karşılaşacağı şokun çok daha büyük olacağını hatırlamamız gerekir.

Prof. Oyan “mütareke basını” deyimini kullandı; bu deyim mütareke basınına hakarettir. 1999 yılında; öğrenci arkadaşlara, 1919 şartlarının ne olduğunu daha iyi anlayabilsinler diye, dönemin iktidara yakın gazetelerinden Alemdar’ın bazı sayılarını derlemiştim. Alemdar’ın 1919 kolleksiyonlarının gösterdiği şey, o dönemin İngiltere’ye ve saltanata yakın aydınlarının İngilizlerle uğraşmaktan çok, ülke içindeki muhalifleriyle uğraştığıdır. Yani bu insanlar Alemdar’da olsun, o dönemin diğer yayın organlarında olsun, “Aslan İngilizler, ne kadar iyi ettiniz, Yunanlıları kışkırttınız da İzmir’e çıktılar!” gibisinden şeyler yazmadılar. Bugün iki büyük gazetemizdeki haber başlıkları Türkiye’deki insanlar adına gerçekten utanç vericidir. Neredeyse “16 milyar dolar’lık ödünç aldık!” diye insanları sokakta bayram yapmaya gönderecek bir çılgınlık içinde görünüyoruz; bu çılgınlık “mütareke basını” yakıştırması ile ima edilenin çok ötesine geçmiştir artık. İnanınız ki mütareke basını bugün izlediğimiz örnekler önünde gerçekten masum kalmaktadır.

Ömer Seyfettin’in bir hikâyesinde 1908’le ilgili hoş bir espri vardır: O dönemin en popüler insanları, 1908 devrimini başaran Jöntürkler’dir ve hikayede birileri, 1908 devrimini başaran Jöntürkler için övgü dörtlükleri yazar. O övgü dörtlüklerinden biri şöyledir:
“Kalkın, ey ehl-i vatan
Biz de şâdân olalım
Bu Jöntürk’ün uğruna
Hemen kurban olalım!”
Birisi kalkıp, “Kalkın, ey ehl-i vatan, Kemal Derviş uğruna biz de kurban olalım!” diye sokaklara düşmemizi teklif ederse, hiç şaşırmayın; gerçekten böyle bir kollektif çılgınlık içindeyiz ve bu kollektif çılgınlığı Türkiye’nin yazılı ve görsel medyası akıl almaz bir şekilde pompalamaktadır.

İktisatla ilgili sorulara gelince, önce bir konuya değinmek istiyorum: 2000-2001 finansal bunalımlarında dış dünya, özel bankalara borç vermekte ve kredi hatlarını tazelemekte çok istekli davranmadı. Dolayısıyla Prof. Oyan’ın sözünü ettiği şey, yani kamu kesimi net dış borç yükünün 1999’dan 2001’e hızla yükselmesi aslında şundan kaynaklanıyor: Kamu sektörünün dış dünyadan aldığı yeni borçlar, özel sektörün tazeleyemediği kredi hatlarını kapatabilmek için kullanılacak. Dolayısıyla 2001 yılında dış borcun özel ve kamu sektörü arasındaki dağılımında kamu sektörü lehine önemli bir savrulma olması bir yerde olağan.

Dış finans kurumlarının özel bankalara yaptığı şantaj devam eder mi? Türkiye’yi moratoryuma itme noktasında duracak bir halat çekme oyunu, İngilizce deyimiyle bir “brinkmanship” tarzında devam eder. Niye devam eder? Çünkü bu “brinkmanship”, döviz piyasasına getirdiği baskılar dolayısıyla Türkiye’yi daha yüksek reel döviz kurlarına itmektedir. Daha yüksek reel döviz kurları, dış finans grupları ve sermaye grupları için çok elverişli bir konjonktür yaratır; çünkü böyle bir konjonktürde “Canım, size borç veremiyoruz, bari sizin finansal veya fiziki aktiflerinizi satın alalım da döviz açığınız böyle kapansın!” denilecektir. O zaman tabii Türkiye’de gayet ucuz fiyatla bankalar, işletmeler kapatılacaktır. Sonuç olarak, şantaj önümüzdeki günlerde sürecek ama Türkiye moratoryuma itilmeyecektir. Çünkü Türkiye’yi moratoryuma itmenin hem siyasal, hem ekonomik düzlemde büyük riskleri vardır ve bütün uluslararası finans örgütleri bunun farkındadır.

Acaba biz Türkiye’deki bunalımla 1997’dekine benzer bir uluslararası finansal bunalımın tetiğini çekmiş olabilir miyiz? Biraz güç; çünkü 1997 Doğu Asya bunalımından sonra bu tür bunalımlar “sporadik” olmaya başladı. Sözgelimi, bir Brezilya bunalımı eşanlı olarak Arjantin’e yansımadı; bir Rusya bunalımı Türkiye’ye geniş çapta yansımadı; bir Türkiye bunalımı tekrar Doğu Asya’ya dönmedi. 1997 Doğu Asya bunalımından sonra karşı karşıya kaldığımız sporadik bunalımları sistemik hale getirebilecek çok önemli bir olay var; dünya gelişmiş ekonomileri topluluğunun bizatihi bir bunalıma girmesi olasılığı.

Bu olasılık önünde Alan Greenspan’ın yüreğinin tıp tıp attığını yakından izlemek mümkün; çünkü Amerikan Merkez Bankası son 1 yıl içinde dört kez faiz hadlerini indirdi. Evrensel resesyon tehlikesi doğal olarak dünya finans sisteminin başında da dolaşan bir hayalettir. Türkiye’deki bir büyük çöküşün, yani tazelenmiş bir finansal bunalım sonrasının büyük uluslararası reperküsyonları olacağını iddia etmek biraz zor. Sporadik çevresel bunalımların sistemik bir hal alması, dünya ekonomisinin gelişmiş merkezlerini silkeleyen bir büyük bunalımla olasıdır. Bu da, geçmişe kıyasla, bugünlerde biraz daha ciddi, ama yine de epey zayıf bir olasılık gibi görünüyor.

Bir arkadaşımızın güzel bir sorusu vardı, “Bu faizden artakalan paralar nereye gidecek?” diye. Bakın, faiz dışı kamu harcaması GSMH’nın %13.5’u dolayında görünüyor; bunun aşağı yukarı 3-3.5 puanlık kısmı Türkiye’de emekli ödemelerine ve muhtemelen kurulacağı iddia edilen işsizlik sigortasıyla ilgili ödemelere gidecektir (tarımsal gelir desteğini hesaba bile katmıyorum). Geriye kalan yüzde 10, kamu yatırımlarıyla kamu carilerine ayrılacaktır. Türkiye halen kamu yatırımlarına GSMH’sının yüzde 5’ini, kamu carilerine de GSMH’sının yüzde 13’ünü ayırmaktadır. “GSMH’sının yüzde 18’ini kamusal tüketime ve kamusal yatırıma ayıran Türkiye, bunu 2 yılda yüzde 18’den yüzde 10’a getirsin!” derseniz, böyle bir zorlama Dr. Derviş’i muhtemelen tekrar Amerika’ya yolcu eder; yani bu ölçüde zorlama, tutmaz. Üstelik, bu tür bir zorlama beraberinde bir siyasal meşruluk sorunu getirir; kamusal etkinlik alanının böylesine daraltan siyasal kadroların nasıl iktidarda kalabileceği tartışma konusu olur. Dolayısiyle, telaffuz edilen bu rakamların sağduyuya uygun, akla uygun tarafı yoktur.
Son olarak değineceğim bir kaç konu var; Dr. Aşcıgil’in sözünü ettiği şeyler, GATS ve TRIMs anlaşmaları. Türkiye’nin taraf olduğu TRIMs Anlaşması, yatırım teşviklerinin ticari yansımaları spesifik olacaksa; yani ticarete konu üretimi malların üzerinde spesifik etkiler yaratacaksa, böylesi teşviklerin verilmemesini öngörür. Bu türden teşvikler verildiği takdirde, diğer ülkeler DTÖ’nun kuruluşuna yol açan antlaşmada yer alan şikâyet mekanizmalarını harekete geçirebilir ve Türkiye’nin ticaretiyle ilgili tedbir kararlarının uygulanmasını ve/veya Türkiye’nin tazminat ödemesini talep edebilirler. Yani, bundan sonra artık bol keseden yatırım teşvikleri söz konusu olamaz. “Biz, bölgesel gelişme amaçları için bazı teşvikler vereceğiz” diyebilirsiniz; ama bu teşvikler selektif değil, genel ve açık olmak durumundadır. Türkiyenin bütçesi olsa olsa selektif teşviklere elverişliyken, siz “Selektif teşvik de yapamazsınız” derseniz, bunun anlamı, “Siz yatırım teşvik araçlarını uygulayamazsınız” demektir. Selektif olarak uygulayamadığınız teşvikleri, bütçe kısıtları dolayısiyle genel olarak hiç uygulayamazsınız.

AR-GE teşvikleri gelecekteki teşvik politikasının tek açık kapısı gibi görünüyor. Dolayısıyla Türkiye gelecekte yatırım teşviklerini yönlendirecekse, AR-GE teşviklerinden ve sınırlı ölçüde uygulanabilecek bölgesel teşviklerden başka çıkış yolu kalmıyor. Ama bölgesel yatırım teşviklerini geniş çaplı uygulamaya yönelmek, yukarıda değindiğim gibi, günümüzdeki ve yakın gelecekteki bütçelerle olacak iş değil.

GATS Antlaşması’nın nasıl bir felâket olduğunu Türkiye’deki meslek örgütleri örneğin TMMOB ve çevresindeki meslek odaları, yavaş yavaş fark etmeye başladılar. Rahatsızlık duymaları da boşuna değil. Çünkü GATS, Türkiye’de teknik meslek mensuplarının çeşitli mühendislik hizmetleri ve diğer hizmetler (örneğin danışmanlık, tıp ve sosyal hizmetler) alanında farklı muamele görmelerini ortadan kaldıran bir anlaşmadır. Bundan sonra artık bu tür hizmetlerin sunumunda, geçmişte şu veya bu şekilde korunmuş çalışma ve gelir kazanma imkânlarına sahip olan Türk mühendisi, doktoru, finans uzmanı, eczacısı ve benzerleri bundan sonra artık ayrıcalıklı ulusal muameleden yararlanamayacak, faaliyet gösterdiği piyasaların yabancıya da açıldığını görecektir. Bu değişimin somut bir başlangıcı da zaten yeni İhale Kanunu’nda yaşanmıştır. İhale Kanunu, Türkiye’nin yabancı ülkelere karşı kullandığı önemli bir pazarlık manivelasını da yok etmek üzeredir; o da kamu alımlarında yerli-yabancı ayrımının yapılması veya yapılmamasıyla ilgilidir. Bunu hem DTÖ antlaşmaları, hem de Avrupa Birliği'’e uyum çabaları doğrultusunda uygulamak üzereyiz. Türkiye’de az sayıda meslek adamı bu gelişmelerin farkında; büyük çoğunluk farkında değil. Yurtiçi istihdam imkânlarımız, üstelik vasıflı insan gücü istihdamıyla ilgili imkânlar yavaş yavaş aşınıp yıpranıyor. Önümüzdeki günlerde eğitim görmüş gençlerimize; “Kusura bakmayın, burada çalışma imkânınız yok, sizi bari sevabına yurtdışına postalayalım da oralarda çalışın !” mı diyeceğiz? Böyle bir geleceği görmemeyi umuyorum.

C. Somel: İlk sunuşumda, “Türkiye nereye gidiyor?” sorusuna kestirme bir cevap verdim ve bütün konuşmalar en sonunda aynı neticeye vardı: Türkiye daha büyük bir çıkmaza doğru gidiyor, rakamlarla ortaya döküldü, tahlillerle söylendi. Gözümüzün önünde şekillenmekte olan düzen Türkiye'de yaşayan insanların, Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun menfaatleriyle çelişmektedir. Büyük çoğunluk, bu düzenden, bu politika ve bu gidişten mağdurdur, zarar görmektedir. Fakat nasıl oluyor da bu duruma katlanılıyor ve düzen sürüyor? Burada propaganda, ideoloji, basın-yayın üzerinde tekel rol oynuyor. Gelişmiş ülkelerin iletişim kanalları, bilim-kültür alanındaki tekeli de bunda etkili oluyor.

Burada bir sorun, kimlik meselesidir. Bir toplum, genel olarak bir istikrarsızlığa doğru gidiyorsa, insanlar kendilerini güvensiz hissediyor iseler, kendilerini toplumlarının geleceğiyle özdeşleştiremiyor iseler, o zaman çok tipik bir tepki, gerçeklerden kaçmak ve kendi küçük dünyasını yaratmak oluyor. Kimlik arayışları bu davranışın bir yansımasıdır. İçinde yaşadığı toplumun kimliğiyle yetinmeyip kendine ayrı bir kimlik aramak, o kimliği paylaşan insanlarla kendi küçük dünyasını yaratmak ve mümkünse bir siyasî hareket, bazan da bir ayrılıkçı hareket yaratmak. Bu kimlik arayışlarının objektif bir temeli de olabiliyor; bir mağduriyet, bir tarihî sorun buna zemin oluşturabiliyor. Dolayısıyla yeni yaratılan, yeni uydurulan tarikatlar misali icat edilen kimlikler olabildiği gibi, bin yıldır mevcut olan bir kimliğin yeni baştan bir kurtuluş arayışı içinde kullanılması söz konusu olabilmektedir. Bu kimlik arayışları kendiliğinden olmakta, ve ayrıca kışkırtmaktadır. Muhalefet güçlerinin birleşmesini engellemek isteyen yerli ve yabancı düzen sahipleri bunları kışkırtmaktadır. Bunu bazan ülkenin devleti yapmaktadır. Bazan dışarıdan gelen sivil toplum kuruluşları, şu veya bu isim altında gelen çeşitli gelişmiş ülkelerin uzantıları bu yeni kimliğe bürünme eğilimlerini kışkırtmaktadır. Üniversiteler de katkısını eksik etmemektedir.

İlk sunuşumda arz ettiğim gibi, yüzünü Batıya çevirmiş olan ve ilhamını gelişmiş ülkelerdeki bilim kurumlarından alan, gündemini oraya bakarak belirleyen üniversiteler de belirledikleri müfredatlarını ve lisans üstü öğrencilerine verdikleri tez konularını, kimlik ve buna benzer kavramlar etrafında tespit etmek suretiyle bu eğilimi desteklemektedir. Bu eğilimleri sorgulamak yerine onları benimsemekte, onları gündemde tutmakta ve bu eğilimleri vurgulamaktadır.

Oysa eğer toplumun büyük çoğunluğunun bu düzenle bir çelişkisi olduğu, yani toplumun büyük çoğunluğunun alternatif bir yapı, almaşık politikalar etrafında birleşebileceği gerçek ise bu gerçek, bir soruda gündeme getirilen meseleye cevap getirmektedir: çıkış için umut vardır. Yani Türkiye toplumunun merkezkaç kuvvetlerin elinde parçalanması mukadder değildir. Bence, Türkiye toplumunun içinde bulunduğu çıkmazdan çıkması için bir imkân, bir nesnel mesnet, bir dayanak vardır; potansiyel bir güç mevcuttur. Ama bu gücün harekete geçmesi için ‘saf proleter sınıf’ aramamak lâzımdır -bu da bir soru olarak ortaya atıldı- saf hiçbir şey aramamak lâzımdır. Gerçek toplum, İstanbul’da Kürt Alevî işçiler, Malatya’da Türk Sünni işçiler, Adana’da Arap ırgatlar gibi karışık özellikli insanlardan oluşmaktadır. Bütün mesele bu insanların ortak ihtiyaçlarını dile getiren siyasî akımları ortaya çıkarmaktır, siyasî programları belirlemektir ve bunların desteğini sağlamak ve harekete geçirmektir. O zaman Türkiye'de yapılamayacak hiç bir şey yoktur, o zaman hiç bir uluslar arası taahhüt Türkiye'nin elini kolunu bağlayamaz.

Emek Platformu bir program hazırladı. Bu, kâğıt parçası olarak da kalabilir, bir toparlayıcı güç de olabilir. Şu anda Platformun dönem sözcülüğünü yapan Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği bunu bir güç aracı haline getirmek için elinden geleni yapıyor. Diğer örgütlerin de birtakım faaliyetleri var. Zaman zaman Türkiye'nin çeşitli illerinde Emek Platformu bileşenlerinin birlikte hareket ettiği, birbirleriyle temas ettiği; daha önce olmadık şekilde, sendikaların, meslek odalarının birlikte bir şeyler yapmaya çalıştıkları, bir ahenkli mücadeleye girdikleri haberleri gelmektedir. Bunlar gazetelere yansımıyor.

Tabiî ki, bu mücadelenin bir gelgiti var, bir inişi çıkışı var. Sertleşme, yumuşama, sadakatsizlik hâdiseleri olabilir. Nihayet bu Programın kendisi de mükemmel bir program değil ve belgenin geliştirilmesi de gerekir. Ancak bu da mücadele içinde olur. Bence bu program bizi iyimserliğe sevk etmelidir; zira bu belge, Türkiye'de kendi diğer kimliklerini bir kenara koyup, sınıf kimliği etrafında bunu hazırlayabilmiş olan insanların bilinç sıçramasını yansıtmaktadır. Diğer kimliklerini bir kenara koyup, kendisini “milliyetçi” diye tasvir eden ve aslında kendisini “solcu” diye tasvir eden memur sendikaları konfederasyonuna karşı kurulmuş memur sendikaları konfederasyonunun gelmesi, bir de kendisini “İslamcı” diye tanıtan bir memur sendikaları konfederasyonun da oraya katılması... işçi sendika konfederasyonlarının üçünün de bir araya gelip bunun yazılmasına ve şekillenmesine katılması, küçümsenmeyecek bir sınıfsal bilinç etrafında birleşme eğilimini göstermektedir. Bunu bir aşama olarak görmek lâzım. Her ülkede bunu görmek mümkün değildir. Türkiye'de de yeni bir gelişmedir. Bu üzerinde durulması ve desteklenmesi gereken bir hâdisedir. Platformun ve programın eksikleri varsa, eksiklerinin nasıl giderileceği üzerinde düşünmek gerekir.
Oktay Türel hocamız da bahsetti, önümüzde bunalımlı günler var. Bir kere Amerika Birleşik Devletleri bir iktisadî daralma eğilimindedir. Avrupa Birliği bu iktisadî daralmaya yönelişi durduracak politikalar uygulamamaktadır. Bu durumda Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının beklediği ihracat patlaması, turizm patlaması olmayabilir. Olmazsa, programın güvendiği önemli bir dayanak ortadan kalkmış olacaktır. Bu durumda iktidarın plânladığı bütçe fazlalarıyla borçları ödemek mümkün ve adil değildir. Ancak topluma bunu söylemek lâzımdır. Basın yayın kuruluşları bunu yapmamaktadır. Bu görev Türkiye'de aydınlara düşmektedir. Bu konuda söyleyeceğim bundan ibarettir.

Tasarrufu arttırma konusunda bir soru vardı. İzah edeyim: tasarruf, üretilmiş ve tüketimde kullanılmamış mal ve hizmetleri ifade eder. Tasarruf yatırımın kaynağıdır. Türkiye'de gelir içerisinde tasarrufun oranı yüzde 21-23 civarında seyretmektedir. Bunu arttırmak mümkündür. Arttırmanın yolu, lüks ve gereksiz tüketimi kısmaktır. Lüks ve gereksiz tüketimin bir kısmı özel tüketim biçimindedir, bir kısmı kamu tüketimi biçimindedir. Şu anda iktidar kamuda tasarrufu amaçlamaktadır. Ancak onun amacı, yatırım için kaynak yaratmak değildir; borç ödemek için kaynak yaratmaktır. Dolayısıyla benim tasarrufu artırma önerimin hedeflediği amaç ile, iktidarın tasarruf tedbirleri arasında bir ilişki yoktur.

Tasarrufun yatırım için kaynaklık etme işlevini biraz daha somutlaştırmak için şunu ilâve edeyim: Bir ülkede üretim kapasitesinin bir kısmıyla tüketim malları üretilmemesi, o kapasiteyi yatırım malları üretimine tahsis edilmesini mümkün kılabilir. Mesela, otomotiv sanayiinde binek otomobili talebi ve üretimi azalırsa atıl kalan kapasite ile binek otomobili yerine kamyonet üretmeye başlanabilir. Eğer ülkenizdeki üretim tesisleri ancak tüketimde kullanılabilecek mallar üretebiliyor ise, üretilen tüketim malları ülkede tüketilmediğinde (yani tasarruf edildiğinde) bunları ihraç etmek ve yatırım malları ithal etmek mümkündür. Dolayısıyla tasarrufu arttırmak, yabancı sermayeye ve yabancı tasarrufa bağımlılığı artırmadan yatırımları artırmanın yoludur.

O.Türel: Başkan küçük bir ekleme yapmama izin verir mi? Bu paneli daha kapsamlı, daha başarılı bir organizasyonla gerçekleştirmeyi becerebildiğimiz gün zaten Derviş Programı’nın alternatifini hazırlayacak noktaya gelmişiz demektir. Önemli bir organizasyon zaafıyla huzurunuza çıktık; bunun için bütün izleyenlerden özür diliyoruz.

Sözünü ettiğiniz kuruluşların özelleştirmesi zaten IMF’ye verilen niyet mektuplarında yazılı. Özelleştirdiğiniz zaman pay sahipliğinin kadarı yabancıların eline geçer, ne kadarı ulusal ellerde kalır, bunu kestirmek biraz zor. Zaten sermaye hareketleri üzerindeki kısıtları kaldırmışsınız; yabancıların Türkiye’de herhangi bir finansal aktif almaları konusunda kısıt yok; rahatlıkla bu aktiflerin sahipliği yabancılara gidebilir. Yanılmıyorsam şu anda Türkiye’de yerleşik ve İMKB’ye kayıtlı olan ve şirketlerin kote edilmiş piyasa değerlerinin üçte birine yakın bir kısmının pay sahipliği yabancıların elindedir. Yani sözünü ettiğiniz o şeyler, Türkiye’de zaten gerçekleştirilmek üzere programlanmış bulunuyor.

Telekom’la ilgili bir ufak saptamayı anlatmama Sayın Başkan izin versin. Bugünkü gazetelerde Dr. Derviş çok ilginç bir şey söylüyordu; okumuş olanlarınız vardır: “Telekom piyasası çok sıkı”, diyordu, “2 yıl için Telekom hisselerini satmaktan vazgeçebiliriz.” Acaba bu sözlerin ardında yabancı kreditörlerden 16 milyar dolar’lık ödünç vaadi almanın getirdiği güven mi var? Sadece o değil; çünkü Telekom’da esas sorun, telekomünikasyon piyasasının kontroluyla ve yönlendirilmesiyle ilgili idi. Türkiye’de birtakım özelleştirme çığırtkanları “Hepsini mi satalım, yüzde 45 mi olsun, yüzde 35 mi olsun, altın hisse mi olsun?” diye gölge boksu yapmaktayken, işin özü gözden kaçtı ve telekom piyasasının kontrolü ve regülasyonu kamusal alan dışına çıktı; hepinize geçmişler olsun. Gelecekte bu yüzde 45 kısıtının, altın hisse uyutmacasının ne olduğunu hep beraber göreceğiz. Altın hisse konusunda ilginç bir Türkiye uygulamasını geçenlerde Milliyet yazarı Zülfikar Doğan hatırlattı: Biz, TELETAŞ’ı özelleştirdiğimiz ve en son kertede ALCATEL’in eline bıraktığımız zaman altın hisse uygulamasıyla bıraktık. Bugün TELETAŞ altın hissesinin ne olduğunu hatırlayanınız var mı? “Gamlı baykuş” olmak için neden yok. Temel sorun, iktisadi alternatiflerin olmayışında yatmıyor; temel sorun siyasal sorun.