29 Eylül 2009 Salı

reşat nuri güntekin - meczuplar

Meczup öteden beri eğlencesiz ve neş'esiz Anadolu'un hazin bir şenliğidir.

Kasabalar, hele büyükleri onun barınmasına köyden daha elverişlidirler. Halk bu biçarelere bir nevi kudsiyet atfeder. Sokakta bir ses duyuyor gibi gözlerini muayyen bir noktaya dikerek kendi kendine konuşan meczup ona göre ruhlar âlemiyle yakınlığı olan bir yarım evliyadır. Arasıra ağzından çıkan abuk sabuk lâkırdılar gaibden birer haberdir.

Sadık rüyalar gibi, onun da birer karışık rüya olan sözlerinin tabircileri vardır.

Bu tabirciler meczubun söylediği kelimeleri yakın bir muharebeye yahut kasabada birinin öleceğine işaret sayarlar.

Mavera kuvvetleriyle münasebeti olan bu insanlar halk nazarında tekin değildir. Duaları dükkâna müşteri, tarlaya yağmur getirebileceği gibi bedduaları da insanı meselâ attan düşürüp sakat etmeğe, hatta hânümanını söndürmeğe kaadirdir.

Bu nevi hastalara herhangi şekilde bir yardım teşkilâtından mahrum olan kasabalarda, bu masum itikat onların az çok korunmalarına sebep olur.

Bunlardan birinin sar'alı, ötekinin frengili olduğu, yani sadece sizin benim gibi bir vücud hastası bulundukları bilinseydi elbette bu kadar yardım ve alâka göremiyeceklerdi.

Büyük şehirlerde belediye meczuba hem bakmaz, hem de üstelik takaza ederek oradan oraya kaçırır. Fakat kasabalarda böyle değildir. Kahvelerde oyunu kladırarak yenilik yaptıklarına kani olan idareciler ve belediye reisleri halkın bir teftişi hükmünde olan bu biçarelere pek ilişmiyorlar. Halk onları hiçbir zaman aç bırakmaz; çul çaput kabilinden de olsa öteberi vererek sevabına giydirir.

Hatta haşarı sokak veya mektep çocuklarının onlara dokunurlarsa çarpılacaklarına inandırılmış olmaları bile bu biçareler hesabına ehemmiyetli bir kazançtır.

Bunun için ufak köylere ağır gelen meczuplar mütemadiyen kasabalara akarlar ve biraz da orijinal bir tarafları bulunursa buralarda kolayca tutunmağa muvaffak olurlar.

Meczuplar arasında senelerle kasabanın bir şöhreti haline gelenler, bir nevi fahrî hemşeri hukuku alanlar pek çoktur. Düğünler, bayramlar ve cenazelerde göz herkesten evvel onları arar. Kimse kendilerinden yüksünmez; birçok insanlar onları neşe ve gamlarına ortak yaparlar.

*

Orijinalite dedim.Meczupların hemen hepsinde aşağı yukarı bir orijinalite vardır. Bir kere kılık kıyafetleri son derece düşkündür. Yamalı asker pantolonunun üstüne işlemeli kadın bluzu giymek, patlak bir melon şapkaya ayna kırıkları, entariye palaska takmak gibi aykırılıklar bu kıyafeti büsbütün soytarılaştırır.

Hastalık çok kere bu biçarelerin çehrelerine -yamrıyumru burunlar, içeri çökmüş yahut dışarı fırlamış alınlar, gözler, ağızlarla- feci olduğu kadar da komik bir maske takmıştır. İçerdeki kazazede ruh bu maskeyi harekete getirince karşımıza hiçbir artistin tasavvur edemiyeceği bir karikatür canlanmış olur.

Bu itibarla evleri, sokakları, insanları hep birbirlerine benziyen kasabaların hususiyetini onlar meydana getirirler.

Etraflarında yaşıyan ve daima aynı fikirler ve kelimelerle konuşan insan kalabalıkları zihinlerde bir hatıra, bir iz bırakmadan kaybolurlar, fakat onların hatıraları uzun zaman yaşayıp gider.

*

Meczubun kasabalarda ufak bir içtimaî rolü de vardır. O çok kere sokağın, çarşının tek eğlencesi gibidir. Dükkânlar arasında dolaşması, kahvelere girip çıkması çehreleri açar, bir neşe vesilesi olur.

Bazısının konuşması tekerleme halinde tekrar ettiği birkaç kelimeden ibarettir. Fakat bu onlarla yarenlik edilmesine kâfidir. Herkes ona meselâ "Kaç karı alacaksın Köse Halil?" diye sorar, onun "dört karı, dört dört" diye verdiği değişmez cevabı birinci defa işitiyormuş gibi güler, uzakta oturanlara yüksek sesle tekrar eder. En ağırbaşlılar "Vay hain! Senin kendine bakacak halin yok be. Ne yapacaksın dört karıyı" diye nükte yaparlar.

Gariptir ki bunlardan bir kısmının aileleri de vardır ve çok kere bu insan cürufunun kazancıyle evlerde birkaç tane sapasağlam ve aklı başında insan geçinir.

Meczup böyle yerlerde bir soytarı, bir meddah, bir tiyatrocu vazifesi görür. Hatta bazen iki deliyi birbirine takıştırmak suretiyle eğlenceli ortaoyunu sahneleri de meydana getirilir. Zaten öteki sahnelerde de en muvaffak olan komikler kambur, kör, cüce gibi bir vücud arızası bulunanlar değil midir?

Meczupla eğlenmek, hayatın en ağır sefaletinden neşe bekliyen kadar daralmak hazindir. Bunda insanı az çok inciten bir şey vardır. Maamafih bana asıl acı gelen bu taraf değildir. Bazı yerlerde akıllı uslu insanlar meczuba eziyet etmek suretiyle keyifleniyorlar.

Delinin zıddına giden bir kelimeyi tekrar ederek onu kızdırıp bağırtmak âdetine bir dereceye kadar göz yumulabiliyor. Fakat onları korkutarak bir derece daha çıldırmalarına gülenler de az değildir.

Ben kasabalardan birinde bir mikrosefal tanıdım. Zavallının kollarıyle bacakları kuruya kuruya kalem haline gelmişti. Birkaç delikanlı bir gün onu kucaklarına aldılar, "seni atacağız" diye bir kuyunun üzerinde sallamağa başladılar.

Şefaatim üzere yere bırakıldığı zaman meczup ağlıyordu. Mademki netice itibariyle o da insan, elbette onun da gözyaşları olacak. Fakat ben o zamana kadar delinin yaşla ağlıyanına mı tesadüf etmedim nedir; hiç bir gözyaşının bana onunkiler kadar dokunduğunu hatırlamıyorum.

Gençler muhakkak fena çocuklar değil. Hatta bu biçareye arasıra para filân da verdiklerini zannederim... Sadece biraz gülmek istiyorlar ve tedbirsizlikten şakanın dozunu kaçırıyorlar.

Ne yapalım ekmek hiçbir yerde bedava değildir. İnsan deli de olsa onu hak etmek için bir parça ağlıyacaktır.

*

Maamafih ben meczuba lokantada yemek ısmarlayıp yedirenleri de görmüşümdür.

Deli ile aynı lokantada, karşılıklı masalarda yemek yediğim için alınacak kadar aristokrat değilim. Yalnız bu zavallıların acayip huyları var. Meselâ yere düşürdükleri kemiği alıp yemeğe başlıyorlar, yahut tabaklarına tükürerek insanı tiksindiriyorlar.

Yalnız gene şaka maksadıyle, sırf bir parça gülüp eğlenmek için meczuba rakı içirenler oluyor ki mürüvvetin bu derecesi hakikaten fazladır.

Ben bunlardan birine (B...)'de tesadüf ettim. Meczup Mücadele senelerinde dağda bulunarak getirilmiş bir dilsizdi. Nereli olduğunu kimse bilmiyordu. Cüce denecek kadar kısa boylu, fakat bir canavar gibi kuvvetli yapılı, sarı sakallı bir adamdı. Beline şakadan bir de bıçak takılmıştı. Şehrin sokaklarını o halde dolaşmasında mahsur görülmüyordu.

Bir akşam lokantada birkaç küçük memurun ona rakı içirdiklerini gördüm.

Bu nevi ikramlara evvelden alıştırılmış olacaktı ki rakıyı susuz içiyor ve her kadehte biraz daha çıldırarak, dili olmadığı için, ua, ua, diye korkunç bir hayvan sesi çıkararak gülüyordu.

Pek vehimli bir insan olmadığım halde o gece karanlık sokaklar arasından yerime dönerken gözlerimle gayriihtiyarî onu aradım ve köşebaşlarını bir parça açıktan döndüm.


Reşat Nuri Güntekin
Anadolu Notları II