28 Eylül 2009 Pazartesi

sabahattin ali - bütün öyküleri 1

SABAHATTIN ALI
Bütün Öyküleri İ
DEĞİRMEN, KAĞNI, SES
IÇINDEKILER
DEĞİRMEN
Yazarın Önsözü
Birinci Baskıya Konulan Not
Birinci Kısım
Değirmen
Kurtarılamayan Şaheser
Kırlangıçlar
Viyolonsel
Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi
İkinci Kısım
Bir Delikanlının Hikayesi
Bir Gemici Hikayesi
Bir Orman Hikayesi
Kazlar
Bir Firar
Kanal
Candarma Bekir
Sarhoş
Üçüncü Kısım
Bir Cinayetin Sebebi
Bir Siyah Fanila İçin
Komik-i Şehir
KAĞNI
Kağnı
Kamyon
Kafakağıdı
Gramofon Avrat
Arap Hayri
Bir Şaka
Duvar
Pazarcı
Apartman
Arabalar Beş Kuruşa
Fikir Arkadaşı
Düşman
Bir Skandal
SES
Ses
Köpek
Sıcak Su
Mehtaplı Bir Gece
Köstence Güzellik Kraliçesi

DEĞİRMEN
Yazarın Önsözü
Şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar
kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir
yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir
yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz
bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem.
Bunların, benim san'at hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından,
sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları
başkalarına okutmak için bir sebep olamaz.

Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü, bir
kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye
hakkım olmadığı kanaatindeyim; ama böylece belki de eski bir
hatayı devam ettirmekten başka bir şey yapmıyorum.

İyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür
dilerim.

S.A.

Sabahattin Ali'nin Değirmen'in 1935'teki baskısının sonuna
koyduğu not:

-İkinci ve üçüncü kısımdaki Bir Orman, Kazlar, Bir Firar, Candarma Bekir,
Bir Siyah Fanila İçin, Komik-i Şehir adlı hikayelerin Osmanlı İmparatorluğu
zamanındaki Anadolu'yu anlattığı okunduğu zaman anlaşılmakta ise de, bunu
burda ayrıca tavzihe lüzum gördüm.-

S.A.

:::::::::::::::::

Birinci Kısım

Değirmen

Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?..

Görülecek şeydir o... Yamulmuş duvarlar, tavana yakın
ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı...
Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya
dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış
buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz
torbalara doldurulmuş unlar...

Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler
uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan
doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...

Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda
çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde
dolan seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak
ağaçlarında esen kış rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen,
kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına
karışır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar,
gıcırdar.

Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım,
ama bir daha görmek istemem.

Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?

Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu...
Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri buluşur
ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam
genç olursa..

Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri
ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği
yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın
değil mi?..

Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar
güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur
ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat
kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta
sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi
mazeretler tedarik etmiştir.

Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle
gidiyor.

Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek,
onu istemek sevmek midir?..

Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?

Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak
ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?

Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir
minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle
bağırabilir misin?

Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim...

Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala,
ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma
be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu
aptalca bir laftır. Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana
veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır
ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...

Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde
yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz,
birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz.

Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest
dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler.

Dinle adaşım, sana bir Çingene'nin aşkını anlatayım...

..

Bir gün -karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün
çergi, -otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa
o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru göçüyorduk.

Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş
ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir
oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka
bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar,
bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.

Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar
parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.

Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında
kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.

İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen
açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi.
Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından
geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört
tane tahta oluğa taksim oluyordu.

İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli
çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı.

Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından
fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından
geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu.

Burada çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık
sık gelip giden köylülerden, değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu.
Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.

Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak, kanatlarının
biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya başladı.

İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı.
Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak
lakayt gözlerle bakıyordu.

Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı
söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.

Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya
verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti.

Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin
ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.

..

İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri
yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız
yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağırılıyorlardı.

Atmaca tabii en baştaydı...

Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır.

Bir kere heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice
dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri...

Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu...

Bunun için biz ona Atmaca derdik...

Başı, geniş omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik
dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik değildi...

Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı
söylenirdi.

Başka Çingene'ler gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi.
Şehir mektebini okumuş, bitirmişti; sonra içliydi... Sanırdın
ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden değil, doğrudan
doğruya yüreğinden veriyor.

Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların
önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.

Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki
al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun
bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...

Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları
söndürmek ister gibi- bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında
-bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan- birkaç ufak
damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.

Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize
bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu
dünyaya bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini
sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu
kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?..

Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı,
şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.

Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat
o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle
beraber çalgı çalardı.

..

Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp
ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız
için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın
altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.

Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.

Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan
ince örgülü saçları vardı.

Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi
yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından
dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.

Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin
çarklarından birine kaptırmıştı.

Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen
sallanıyordu.

Ve bu onu insanlardan ayırıyordu.

Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne
demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara
karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye
mecburdu.

Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla
da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının
arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi...

Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle
geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle
alt alta, üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla
su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak
istek dolu gözlerle bakmıştı.

Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların
yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını
biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.

Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup
meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan
yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı
ağlamaklı ederdi.

Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp
oturarak bize bakardı...

..

Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız,
değirmencinin bu sakat kızına vuruldu.

Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani
kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikarı (avı) oldu.

Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım
zaman alev saçağı sarmıştı... Yoksa çoktan çergiyi toplar,
başka yere göçerdim...

Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor,
zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın
altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...

Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere
atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik...

Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların,
yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve
inleyişi vardı.

Atmaca'nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu.
Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş
sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak
ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce, bu
işin böyle gitmeyeceğini anladım...

Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak
fidanlarının arasına oturduk.

Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen
bir kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.

Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi
sormuyordu.

Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı:

-Seviyorsun!..- dedim.

-Öyle...- dedi.

-Ne yapacaksın?..-

Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı
göğe çevirdi; uzun uzun baktı, birdenbire:

-Sen bizim çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden
çok, tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin bütün Çingene'lerden
üstündür. Sana açılmalıyım...-

Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi,
söylemeye başladı:

-Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen
benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... Ben ki, arkamdan
uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim;
yedi köye hükmeden eşraf bana gelip: 'Kızım senin için
yataklara düştü, Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme
basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..' diye yalvardılar
da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir
kolu olmayan kızı seviyorum.

Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki o da beni seviyor.
Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. 'Gel; dedim, 'beraber
kaçalım.' Acı acı güldü, 'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım,
bana sadaka mı veriyorsun?..' Onu nasıl sevdiğimi anlattım:
'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp
bir koldan daha mı az değerlidir?'

-Tekrar gözyaşları boşandı: 'Olmaz' dedi, 'düşün ki, her
karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni
böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek
ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara
uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün,
seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak
şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan
hemen buralardan git!..-

Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi:

-Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap
olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını
hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana
içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: 'Ne diye
gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?' demek
isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan alınır;
kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam
boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep
böyle sürüp gider...

Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma,
bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var.
Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk... Senin Atmacan
artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..-

Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü
ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım;
ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.

Koluna girip çadıra kadar götürdüm.

İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca'nın hali beni
korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Şimdilik işi
oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın
altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca'yı ve
dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında
görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını
gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli
belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark
gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.

..

Günler, kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri
gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların
sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes
müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir
durgunluk kaplamıştı.

İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları
okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca'nın imdadına
çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı
belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını
yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen
dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.

Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek
bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi
silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.

..

Bir gün Atmaca yanıma sokuldu.

-Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..- dedi.

Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı
gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.

-Değirmenin içinde çalacağım!- dedi.

-Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?-

Tuhaf tuhaf güldü:

-Korkma!- dedi, -Klarneti o gürültüde de size duyururum.
Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi.-

Yağmur akşama doğru sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut
ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar
zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.

..

Hepimiz değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane
gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar,
taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı.

Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak
tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök
gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.

Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı.
Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.

Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi:
Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya
başlamıştı.

Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile
unutamam.

Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını
kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan
taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.

İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın
gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların
dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli
bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan
sonra tekrar yükseliyordu.

Alacakaranlıkta Atmaca'nın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan
genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla
çırpınan büyümüş gözlerine...

Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim
kullandığımız kelimelerin takati yoktur...

Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... Fakat derhal
yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum
tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza
işleyen bir bıçak haline geliyordu.

..

Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca'nın ayağa kalktığını
gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.

Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı.
O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı.
Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan
sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...

O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına
arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler
uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan gibi homurduyor ve
dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha
büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi.
Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak
hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin
kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen
dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek
ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya
çekiliyordu.

Bu bakış ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça
düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen
kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat
bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı ağrılardan
kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasına bir şey vurulmuş
gibi inledi. Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına,
çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye
doğru atıldı.

Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık,
sonra delice bağırarak arkasından koştuk...

Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve -iş
işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.

Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu.
Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı.

..

İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikayesi.

Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler
kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında
oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...

Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin
kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak,
bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda-
gene hoş şeydir.

Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde
taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte
adaşım, yalnız bu sevmektir.

1929

...

Kurtarılamayan Şaheser

Genç şair siyah meşin ciltli ufak kitabı havaya kaldırarak
bağırdı:

-Bundan daha yükseğinin bulunduğunu söyleyemez, sevgilim
benim eserimden daha güzelini okuduğunu iddia edemez ya.-

Gözlerinde, erimiş bir madenin oynak parlaklığı ve yanık
yüzünde bir ekmek kabuğunun kırmızımtırak donukluğu vardı.

Yer ayaklarının altından itiyormuş, yahut gökyüzü kendisini
çekiyormuş gibi yukarıya uzanıyor; vücudunu insanlıktan
ayıran bir buğu, hareketlerine gökyüzündekilere mahsus sarhoşluğu
veriyordu. Çimenler üzerinde uçuşan beyaz kağıtlar,
ki bunlar elindeki şaheserin müsveddeleriydi, yüzüne sisten
yaratılmış küçük kuşlar gibi dokunup geçiyorlar ve sonra bahçedeki
beyaz güllerin, kan rengi karanfillerin, bıçak gibi keskin
kokulu sardunyaların, yaşmaklı bir kadına benzeyen zambakların,
ince sapları üzerinde alevli bir meşaleyi hatırlatan lalelerin
ve renkli maskeleriyle eski Yunan aktörlerini andıran hercaimenekşelerin
üstüne konuyorlardı.

Ve genç şair gülüyordu; yüzünün hiçbir çizgisini değiştirmeyen
fakat bir nehir coşkunluğuyla dökülen bir gülüş esmer
yanaklarına yayılıyordu.

Çünkü o bugün şaheserini bitirmişti.

Siyah meşin ciltli kitabın sahifelerine bakarak haykırdı:

-Artık hiç kimse benden yüksek değildir; Homeros veya
başkası! Ben bunlara da tepeden bakıyorum. Ve sevgilim benden
daha iyi yazanları gösteremeyecek. Ancak herkesten yüksek
şeyler yaratırsam beni seveceğini söylemişti. İşte, benden
evvel gelenlerin ve benden sonra gelecek olanların yetişemeyecekleri
yüksekliğe çıktım. Ve yalnız kendisi için yazdığım bu
kitabı ona verdiğim zaman o da benim için sakladığı kalbini
verecek...-

Kitabın sahifelerinden gözlerini ayırmayarak yürüdü. Islak
çimenleri çiğneyerek ve ayağının altında ezilen menekşelere
dikkat etmeyerek, iki tarafı mermer direkli bir kapıdan evine
girdi.

Ve şaheserini sevgilisine yolladı.

Tam sekiz sene evveldi ve o zaman genç şairin şakaklarında
şimdiki gibi beyaz teller, gözlerinin kenarlarında yorgunluk
çizgileri yoktu. Yüzünün derisi beyaz bir güle, dudakları kırmızı
bir güle benzerdi. Ve memleketin kadınları onun şiirlerini
sonsuz bir baygınlık ve şehvetle okurlardı. Bu esnada gözlerinin
önüne mısraları gibi tatlı ve ince endamıyla genç şair gelirdi.

Fakat güzelliğinin derecesi insan güzelliği hudutlarını aşan
bir genç kız vardı ki bunlara istihfafla (alay) dudaklarını bükmek
acayipliğinde bulunuyordu.

Ve genç şair, yazıları karşısında kendinden geçmeyen bu
fevkalade kızı seviyordu...

-Sevgilim- dedi, -mısralarım ki Hind'in ipeklileri kadar ince
dokunmuş ve İran'ın kıymetli halıları gibi hünerli renklerle
süslenmiştir, niçin senin kalbini heyecana getiremiyorlar? Geceyi
terennüm eden şarkılarım sana kendi gözlerini; gün doğuşunu
anlatan şarkılarım sana dudaklarının rengini hatırlatmıyor
mu? Dalgalara ait şiirlerimde dağınık saçlarının tellerine rast
gelmiyor musun?-

-Belki böyle olabilir...- diye genç kız cevap verirdi, -Belki
böyle olabilir, genç şair, fakat benim seni sevmem için daha
başka şeyler yazabilmen lazımdır. Bana tanımadığım şeylerden,
saklı güzellikler ve hakikatlerden bahsedebilir misin? Ve bunları
herkesten daha güzel olarak yazacak kudreti kendinde buluyor musun?

Güzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin, fakat Fuzuli
daha derin, Goethe daha azametli değil miydi?

Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare'i, istihza (üzüntü,
umutsuzluk) ve ıstırapta Dante'yi geçebilir misin?-

Ve genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahluktur.
Kadınları hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. Çünkü
bu kızın gözleri baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde
hissetmek, kafasında düşünmek kabiliyeti vardı...

Ve genç şair cevap verirdi:

-İçimdeki ateş, herkesin ısınmak için bana sokulmasına kafiydi.
Ben de onu üfleyip çoğaltmak, orada bir yangın yapmak
ihtiyacını duymuyordum... Lakin, ey sevgilim, görüyorum ki
bu, kıvılcımlarını senin kalbine sıçratamayacak kadar fersizmiş.
Fakat bunu yanardağ yapacak kudret bile bende var. Sana söylediklerini
aratmayacak eserleri getireceğim, sevgilim ve o zaman
kalbini bana vereceksin...-

-Ve o zaman kalbimi sen alacaksın!..-

Ve genç şair bir ay şehrin etrafındaki ormanları dolaştı, ki
orada yerlere kadar uzanan dalların pembe dudaklı çapkın gelinciklerden,
sarışın ve hayalci papatyalardan aldığı gürültüsüz
öpücüklere, yalnız sinsi sinsi yürüyen yabankedileriyle, daima
koşan ürkek karacalar mani oluyorlardı.

Ve bir ay geniş nehirlerin üzerinde kayıkla dolaştı ki, orada,
boyalı teknelerinde ağlarını temizleyen ihtiyarlar, tatlı sesli
su perilerinin toy balıkçıları bataklık sazlarının içine nasıl
çektiklerine dair acıklı türküler söylüyorlar; ve geceleri küçük
balıklar, ayın nehre avuç avuç serptiği gümüş kırıntılarını toplamak
için, suyun üstünde sıçrıyorlardı.

Ve bir ay, geceleri şehrin içinde gezerek, birbirinin göğsünde
uyuyan çiftleri, sokaklarda bir tek gölge halinde dolaşan
sevdalıları gördü. Korulardaki sık ağaçların altını ve alçak duvarlı
bahçelerde ay ışığının giremediği karanlık köşeleri gözetleyerek
sonsuz veda monologlarını veya kıskanç aşıkların yeis
dolu şikayetlerini dinledi.

Ve üç ay sonra, gümüş bir kalemle gümüş ciltli bir deftere
geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

Fakat bu defter, zehirli dikenlerle yazılmış gibi acı satırları
taşıyan bir cevapla geri geldi. Genç kız:

-Heyhat, zavallı şairim- diyordu, -şiirlerin ihtiyar ve zengin
çiftlik sahibinin kızını ağlatacak ve valinin mağrur yeğenine
önünde diz çöktürecek kadar güzeldir. Sokaktan geçtiğin zaman
kadınlar pencerelerden eskisinden daha çok sarkacaklar,
ihtimal minimini ipek mendillerini de -tabii dalgınlıkla- ayaklarının
dibine düşüreceklerdir. Fakat bütün bunlar beni sana
yaklaştırmaya kafi değil..

Gerçi gördüğün ve yazdığın şeyler fevkaladedir. Lakin ben
de seninle beraber olsaydım onları aynı şekilde görecek değil
miydim? Hangi şey bana bilmediklerimden bahsetti? Belki şiirlerin
bizzat hayat kadar tesirli ve tatlı yazılmıştı, saf ve iyilikle
doluydular; fakat söyle, Horatius senden kat kat tesirli ve tatlı
değil miydi? Vergilius, ilahi Vergilius kadar temiz ve hayır isteyici
olmak elinden geliyor mu?-

Genç şair tükenmez hıçkırıklarla minderlerin üstüne atıldı.
Yüzükoyun kapanarak ağlıyor, ağlıyordu. Hayatlarında hiç
sevmemiş olanların tahayyül edemeyecekleri bir acı onu boğuyor;
sanki gür alevli bir meşale göğsünün içerisinde dolaşarak
kaburgalarını yalıyormuş gibi kıvranıyordu.

Kendisini tutmak isteyerek, beyaz dişlerini mor kadife yastıklara
geçirdi... Göğsünü saran bir sesle kesik kesik: -Yazacağım
sevgilim- dedi, -sana istediklerini yazacağım!..-

Ve genç şair altı ay memleketin bütün büyük filozoflarını,
şairlerini dolaştı. Şehrin birinde, uzun siyah sakallı, tepeleri
çıplak filozoflar, eskimiş cübbelerinin geniş kollarını sallayarak
ona Aristoteles'ten, Epikür'den veya İbni Rüşt'ten bahsettiler.

Ve gözlerinde, başka bir aleme bakmaktan doğan, hürmete
layık bir mahmurlukla -ki genç şair bunu evvela açlıktan zannetmişti-
ruhun ölmezliğinden ve değişmelerinden; fani olan
eşyanın ebedi olan hayata ve fani olan hayatın ebedi olan eşyaya
karşı vaziyetlerinden ve -kendilerinin buldukları- ebedi hakikate
varmak felsefesinden; ezeli ve felsefi hayatın lezzet ve
feragatiyle dünya hayatının ve zevklerinin süfliliğinden -ta belediye
reisinin verdiği mükellef ziyafete geç kalmamak için bu
asil konuşmayı kesinceye kadar- coşkunca bahsettiler.

Ve diğer bir şehirde, gür beyaz kaşlı, damarlı elli meşhur
biyoloji alimleri genç şaire karıncaların öğleden sonraki yaşayışları
hakkında yeni nazariye ve tahminleri ihtiva eden yirmi
muazzam ciltlik kitaplarını hediye ettiler.

Ve çalımsız bir evde, şatafatsız bir masanın başında toplanan
beyaz ve nazik elli, ince yüzlü, parlak ve uzun saçlı, sihirli
sözlü şairler, -muhayyilenin genişlemesine pek ziyade yardım
eden- bir kağıt oyunuyla meşgul olurlarken şiirden, sanattan
ve bilhassa estetikten bahsettiler. Ve ona daha fazla alaka göstermek
isteyerek önlerindeki küçük para kümesini bitiriveren
bu kamil ölmezlerden bazıları, eve hülyalı bir loşluk veren sönük
kandilin ışığında, derin ve binbir renkli şiirlerini okudular.

Ve keskin kokulu portakal bahçelerinde, erguvan renkli
güller arasında, ay ışığının renklerini aksettiren firuze yüzükler,
opal taşından küpelerle dolaşan va küçük bir kuşa benzeyen
başlarını şairin ipek harmanisinin arasına saklayan sevgilileri
veya büyük bir gece şenliğine Lahur şalından sarıkları, zebercet
saplı asalarıyla, gümüş bilezikli zenci köleler arasında
gelen ve Firdevsi'yi imrendirecek ilahi cenk kasidelerini gülümseyerek
dinleyen uzun bıyıklı, heybetli sultanları onun taze
muhayyilesinde yaşattılar.

Ve genç şair altı ay memleketin velut (Doğurgan, çok eser veren)
ve bakir sanatkarları arasında seyahat etti. Köyün birinde, geniş
yapraklı çınarların altında, rutubet kokan hasırlara oturarak,
tepelerindeki saçları kazınmış buruşuk yüzlü ihtiyar saz şairlerini
dinledi. Ve onlar buna öyle kahramanları terennüm ettiler ki, zürafalar
gibi koşan beyaz atlarıyla bir akbaba sürüsü halinde şehre iniyorlar ve
korkudan ovalara kaçan ahali arasından ince vücutlu, pembe
topuklu kızları beygirlerinin üstüne alarak kaçırıyorlardı.

Ve öyle babayiğitlerden bahsettiler ki, ormanlarda bir kaplan
gibi hüküm sürüyorlar ve kendilerine uykuda baskın veren
yirmi tane düşmana, hiçbir silahın işlemediği dev gibi vücutlarıyla
saldırarak onları sansarın önündeki civcivler gibi dağıtıyorlardı.

Ve başka bir köyde, deniz kenarındaki isli bir kayıkçı kahvesinde
küçük boylu, seyrek bıyıklı bir aşık, elindeki minimini
kemençeyle binbir türlü korkunç ve hayret verici deniz maceralarını
haykırıyordu.

Ve genç şairin gözünün önünde, tek yelkenli bir taka ile
muazzam kalyonlara hücum eden, sahildeki kasabaları dehşet
içinde bırakan iri palalı, çıplak kollu kabadayılar; veya alçak
küpeşteli alamanalar (büyük kayık), aykırıseren cırnıklarla açık denizlere
uzanarak mücevher ve esir yüklü tüccar gemilerini soyan gözü
yılmaz korsanlar geçit resmi yapıyorlardı.

Ve o, bu basit çalgıların belki cırıltıdan fark edilemeyecek
olan nağmelerinde herhalde derin bir şeyler bulunması lazım
geldiğini hissediyordu.

Ve genç şair altı ay memleketin bütün şehirlerini dolaştı ve
orada ağlayanları ve gülenleri gördü.

Büyük bir konağın geniş salonunda raks ve kahkahadan
yorulup terleyenler serin şerbetlere, buzlu yemişlere koşarlarken,
kristal pencerelerden dışarı süzülen ışıkta, soğuktan donan
ayaklarını avuç avuç karla ovmaya çalışan ihtiyarları gördü.

Kucağında taşıdığı aç çocuğu yaşatmak için sarhoşların arkasından
koşan kadınları; ve karnında taşıdığı günahsız çocuğu
öldürmek için hekimlerin cebine beyaz alevli inci salkımları
koyan kadınları gördü.

Kardan ve rüzgardan koruyan bir dükkan kepengi altında
başını bir köpeğin sırtına dayayarak uyuyanları ve güzel ısınmış
odalarda, Çin ipeği örtülü yataklarda, nakris (Nikris olmalı. Halk
arasında damla hastalığı denir. Parmaklarda, topuklarda, eklem
yerlerinde olur. Tıpta gut adıyla geçer.) ağrılarıyla kıvranarak
uyuyamayanları gördü.

Aptalların tahakkümüne, günahsızların cezalanmasına; faziletin
susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet ehlinin
tahrik edildiğine ve nadanların alkışlandığına şahit oldu.

Ve tam bir buçuk sene sonra, altın bir kalemle altın ciltli bir
deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

..

Fakat bu defter, bir Arap hançeriyle yazılmış gibi keskin
satırları taşıyan bir cevapla geri geldi.

-Hayret, ey genç şair!- diyordu, -Öyle güzel şeyler yazıyorsun
ki, yüzyıllardan beri sahipsiz duran sanatkarlık tacı senin
başını süslemek için herhalde acele edecektir. Ve hükümdarlar,
sana bitip tükenmez şereflerin erguvan renkli maşlahını
giydirmek için saraylarının geniş bahçelerinde muhteşem ziyafetler
hazırlayacaklardır.

Halbuki ben gene senden uzak kalacağım...

Felsefelerini, ey şair, en ele avuca sığmaz kafaları bağlayacak
kadar kuvvetli ve güzel laflarla dolu olan felsefelerini senden
evvel Eflatun ve daha birçokları kandırıcı bir belagatle ve
fazlasıyla tekrar etmediler mi?

Kabadayılık ve savaş destanların o kadar tesirlidir ki,
Çin'in hiç durmadan uyuyan afyonkeşleriyle, Hind'in yıllardan
beri kımıldamayan fakirlerini, Priyamus'un kahraman milleti
veya Rüstem'in korkusuz arkadaşları gibi azgın dövüşlere, şanlı
yiğitliklere sürükleyebilir.

Fakat bu yolda Homeros'un senden daha coşkun, Firdevsi'nin
daha usta olduğunu inkar edebilir misin?

Gezdiğin yabancı yerlerin büyüleyici kokusunu ruhlarımıza
benzersiz bir ustalıkla üflüyorsun, fakat şüphesiz Byron da
seyahatlerini anlatırken güzellik ve ustalıkta senden daha aşağı
değildi.-

Ve genç şair ipek minderlere ateş gibi gözyaşları dökerek
düştü. O kadar çok seviyordu ve şimdiki ıstırabı o kadar büyüktü
ki artık hiçbir şey onu yatıştıramaz sanılırdı. Evvela iki
yumruğunu dişleriyle ısırarak ve ayaklarının ucuyla kadife sediri
parçalayarak hıçkırıyordu. Fakat biraz sonra birdenbire fırladı;
susmuştu. Gözlerinde yaş yerine alelacayip bir parıltı vardı.
Yavaş yavaş loş bir karanlığa dalan odaya alnından, gerilen
ve birdenbire daha genişlemiş görünen alnından, beyazımtırak
bir ışık yayılıyordu. Odanın aynı koyu lacivert tülle örtülmeye
başlayan renkli eşyası ortasında fildişinden bir Buda heykeline
benzeyen vücudu gittikçe büyüyor ve uzuyor gibiydi.

Geriye atılmış başından lülelerle saçlar çıplak omuzlarına
dökülüyor, bir şeyi kucaklamak ister gibi yumuşak bir hareketle
ileri ve biraz yukarı uzanan kolları bir mayıs gecesindeki hilali
andırıyordu. Gökyüzünün en uzak yerindeki birer yıldız gibi
kırpışan gözlerinin önünde kapkaranlık bir saha uzanıyordu:
Siyah, gözleri kamaştıracak kadar siyah bir boşluk... Ve bunun
ortasında ince bir yol vardı, kendi gözlerinden çıkan ve uzak,
görünmez yerleri dolaştıktan sonra yine oraya dönen ince, adeta
bir bıçakla çizilmiş gibi keskin ve beyaz bir yol, bir çizgi...

Ve anladı ki, ihtişam ve büyüklüğe, gizli hakikatlere ve ölmez
güzelliğe giden yol bu...

Oraya koşmak ister gibi atılırken, üzerlerindeki gözyaşı hala
kurumayan yastıklara düştü.

..

Ve genç şair tam iki sene hiçbir insanın giremediği hudutsuz
kum çöllerinde dolaştı.

Ayrı, her şeyden, herkesten ayrı ve uzak kalmak, yalnız
kendisini dinlemek, yalnız kendi düşünebileceği gibi düşünmek
istiyordu. Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar
çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu
çölde hiçlik ve... güzellik hüküm sürüyordu: Ne canlı kumları
güneşin ve ayın bakışlarından saklayan münasebetsiz bir ağaç,
ne durmadan sızan bir yara gibi etrafını kirleten bir su, ne de
üzerinde şairlerin zevzeklik edebilecekleri bir çiçek görülüyordu.

Ve işte burası güzeldi.

Çünkü burada yalnız güneş, ay ve kum vardı... Bir de rüzgar.

Ve bunlar büyük, güzel ve sarihtiler (açık, belli, belirgin).

Evet, büyüklüklerine rağmen sarih... Ne bir nebattaki karmakarışık,
anlaşılmaz değişmeler, ne bir hayvandaki içinden çıkılmaz
ve dehşetli yaşayış hareketleri, ne bir dimağdaki kökü
bilinmez hisler ve düşünceler... Burada insan ruhunun en çok
susadığı ve muhtaç olduğu bir vuzuh (açıklık) vardı ve bunu şairin
vücudundan başka hiçbir şey bozamıyordu.

Bu vuzuh, korkunç bir karışıklığın görmek kudretinden
mahrum olan gözlerimizdeki tecellisi de olabilirdi, buna rağmen
herhangi çelimsiz bir mahlukun mütecessis (meraklı) kafalarımızda
sıraladığı mızmız sorguları tekrar etmiyorlardı.

Ve o, zihni hiçbir sorgu çengeline takılmadan düşünebiliyordu.
İşte böylece bu mutlak güzelliğin içinde yıkandı, yıkandı...
Geceleri ayın ışığı altında insana kımıldıyormuş gibi gelen
kumlara yüzükoyun yatarak başını bu minimini zerrelere gömüyor
ve onlar, her nefes alışında ağzına, burnuna dolmak isterlerken,
o gözlerini içine çevirerek kendine bakıyordu. Anlıyordu
ki yazılacak şeyler, güzel ve hakiki şeyler yalnız orada
var...

Fakat o burada maddi elemlerin en acılarını tattı. Çünkü
gündüzün çöl bir maden eritme ocağına dönerdi. Birer kıvılcım
olam kumlar, derisini yırtarlar, güneşten su halinde akan alevler
sırtını yalar ve ensesini delerek beynine kadar dökülürlerdi.

Ara sıra bir hurma ağacı aramak ve su tulumunu doldurmak
için çölün kimsesizliğinden ayrılırken -ki nihayet o da bir
insandı ve yaşamaya mecburdu- ayaklarının altında kımıldayan,
kayan ve çöken bir zemin hissederdi. Ve bazan dizleri dermansızlıktan
kırılarak bu dikenli yatağa uzanır ve midesinin
dimağına kalkıp ilerlemek, uzuvlarına böylece uzanıp kalmak
için verdiği birbirine zıt emirlerin feci mücadelesine şahit olurdu.

Fakat o bunların bağırmalarını susturduktan sonra yine çöle
büyüklük ve tenhalık ülkesine dönmekte acele ederdi.

Hiçbir zaman susmayı bilmeyen kalbi hemen her gün sevgilisini,
evini, bütün bıraktığı yerleri yavaş fakat keskin bir sesle
fısıldar ve o, göğsünün içinde birbirine muvazi (paralel) birçok
bıçakların hep beraber hareket ettiklerini hissederdi.

Fakat iki sene sonra, sertleşen ve kararan bir deri, gözlerinin
kenarında derinleşen çizgilerle burayı terk ettiği zaman,
büyüklük ve güzelliği, acıyı ve hasreti yüz yüze tanıyordu.

Ve genç şair iki sene engin denizleri ve şimalin buz sahralarını
dolaştı.

Deniz... İşte bu da muazzam ve nefis bir şeydi... Kendisini
gezdiren geminin güvertesine uzanarak uzaklara, ta uzaklara
bakar ve kesik kesik nefes alan sulardan başka hiçbir şey görmezdi.

Çöl ve deniz hemen hemen aynı şeylerdi: Her ikisinde de
aynı büyüklük, aynı ağırbaşlı sessizlik veya aynı heybetli ve
derin bağırmalar... Ve denizde de, küçük, minimini, sinirlendirici
teferruat yoktu. İnsan orada yalnız renkten renge giren su
damlaları ve devlere benzeyen bir mahlukun yavruları gibi birbirleriyle
oynaşan hoyrat dalgalar görebilirdi... Sonra bitmez
tükenmez bir genişlikle karanlık ve sıkı bir derinlik... Ve bütün
bunlar onu manasız bir tecessüse değil, düşünmeye sevk ederlerdi.

Ve sonra buz sahraları...

Beyaz, temiz, günlerce uzanan bu yerlerde, gösterişsiz bir
kibarlık ve incelik vardı. Sade, şatafatsız, fakat güzel ve tatlı olmanın
sırrını ancak bu şekilsiz kar tepeleri keşfedebilmişlerdi.

Her şeyi hayattan uzaklaştıran, hiçbir zaman yenilmeyen
dehşetli bir kudretleri olduğu halde, mütevazı ve kibardılar. Ne
gururdan doğan bir süs, ne kendini beğenmeyi gösteren bir ses...

Ve işte genç şair fırtınalı denizlerden, soğuk buz sahralarından
ayrılırken, dünya hudutlarını aşan bir genişlik ve derinliği,
necip (temiz, soylu) kalplere mahsus olan bir kibarlığı ve esaslı
kıymetlerin bir tek elbisesi olan tevazuu içinde taşıyordu...

Ve genç şair iki sene dünyayı rastgele dolaştı. Bu sefer gördüğü
şeyler onu hayretten hayrete düşürüyordu. Halbuki değişen
hiçbir şey değil, sadece kendi görüşüydü.

Evvelce fazilet diye baktığı şeylerin birer merasim ve gösterişten
ibaret olduğunu ve asıl iyiliğe yalnız ahlak münakaşalarında
veya akıllı nasihatlarda rastlanabildiğini, namuslu olabilmek
için başkalarının namusuna dil uzatmanın, kirlenmeden
yükselebilmek için temiz alınlara basarak çıkmanın yeter olduğunu
ve daha buna benzer birçok şeyleri gördükçe şaşkınlığı
büsbütün artıyordu. Fakat o, böylece ahmaklık ve aciz isimli
mahluklarla, bunların çocukları, küstahlık ve riya adlı iki zavallıyı
tanımış oldu.

Ve ayrılırken kalbinde yalnız ufuksuz bir merhamet, yeis
veya hiddeti manasız bulan bir rikkat (yufkalık, incelik)
hissetti...

İşte genç şair şaheserini bilinmeyen ve bulunmayan kumaşlardan
dokumak için yaptığı bu seyahatten dönüşünde,
içinde Allahla boy ölçüşen bir kuvvet kımıldıyordu. Çünkü
şimdiye kadar yazanların ancak var olduğunu bildirdikleri şeye
o bizzat erişmişti.

Üç ay uğraşarak derin manalı, renkli kelimelerden bir elbise
giydirdiği şaheserinin her sahifesi onun çölde kavrulan ve
kutuplarda gerilen muzdarip derisinin bir parçasıydı ve bir sevinci
bağırmak, bir elemi ağlamak veya bulutlardan yüksek bir
fikre ulaşmak için durmadan kımıldayan satırlar coşkun sinirlerinden
örülmüştü. Ve o bu satırlardaki kelimeleri -vakit vakit
bir sabah yıldızının belirsiz ışığı gibi ince, felaketin gözleri kadar
keskin, yalanın dudakları kadar yumuşak ve bir çocuk rüyası
kadar tatlı sesler veren kelimeleri- gözlerinin kenarındaki
derin çizgilerden işledi.

Lazım gelen yüksek ve temiz asilliği eserine büsbütün verebilmek
için de, onu yazdığı müddetçe insanların arasına karışmadı.
Ve siyah bir kalemle, siyah meşin ciltli bir deftere yazdığı
şiirleri sevgilisine yolladı...

..

Bu sefer genç kız, gözlerinde gurur ve hayretin parıltısı,
hareketlerinde hasret ve isteğin acelesi olduğu halde bizzat geldi.
Boynuna atılarak onu öptükten sonra böyle haykırdı:

-Genç şair, genç şair, ey benim sevgilim! Artık hiç... hiç
kimse seni aşamayacak; sen peygamberleri gıptaya düşürecek
şeyleri yarattın, sen insanları yaşamaya veya öldürmeye sürükleyebilecek
şeyleri yazdın. Güneş senden daha sıcak, gökyüzü
daha geniş, ilkbahar rüzgarları daha canayakın değildir.

Ve sen bunları yalnız benim için yaptın.

Ey genç şair, ey benim sevgilim!

Artık hiçbir kadının benimle bir olmadığını hissediyorum.
Artık Leyla benim yanımda minimini ve Jülyet pek zavallıdır,
ben Beatrice'ye bile gururla bakıyorum ve bundan sonra Süleyman'ın
sevgilileri de benimle boy ölçüşemeyeceklerdir. Ebediliğe
senin kolların arasında süzüleceğim sevgilim ve yüksekte,
en yüksekte uçacağız.

Ey sevgilim, yalnız benim sevgilim!

Şimdiye kadar hep sana koşmak için çırpındığı halde yenilmez
bir gururun emirlerini dinlemeye mecbur olan kalbim bak,
içindekileri anlatmak için acele ediyor. O gururum ki, fanilerden
birine meyli olduğu için gönlümü bir ısırgan demeti gibi
dalamıştı, şimdi sana bunları söylemekte bir haz buluyor.

-Mademki uzun senelerin hasreti içimizde yaramaz bir çocuk
gibi tepinmektedir, gel, birbirimizin olalım ve sen bana aşkın
da ebedilik kadar tatlı ve güzel olduğunu anlat... Gel, beni
kollarının arasında sık...-

Fakat genç şair onu kollarının arasında sıkmadı.. Çünkü
hiçbir şey işitmemişti.

Sevgilisinin, sedirlerden birinin üzerine bıraktığı şaheseri
parmaklarıyla karıştırırken sihirli satırlar onun gözlerini, elinde
olmayarak, çekmişler ve o, derin bir hayret içinde kendinden
geçerek, bunları okumaya başlamıştı.

Yarattıkları o kadar güzeldi ve şairi o kadar kuvvetle çekiyorlardı
ki, sevgilisinin: -Beni işitmedin mi şair!- diye bağırdığını bile duymadı.

Ve ancak genç kız onu omuzlarından yakalayınca kendine
geldi. Kızın gözleri, kafasının içindeki herhangi bir ateşten kaçarak
dışarı fırlamak isitiyormuş gibi yanıyordu. Dudakları titreyerek
tekrar etti:

-Beni dinlemedin mi şair? Sana söylediklerimi işitmedin mi?-

-Ne söyledin sevgilim?- diye cevap verdi, -Beni affet, biliyorum
ki tamiri kabil olmayan bir şey yaptım. Ama bunun sebebi
senin için yazdıklarımın yine sana benzeyen güzellikleriydi.
Aşkın sesinden uzak kalan kalpleri hasretin ne hallere koyduğundan
bahseden satırlarım, beni seslerin en canayakınını
dinlemekten alıkoydu. Tekrar et sevgilim, söylediklerini benim
için tekrar et...-

Genç kız biraz düşündü. Yüzü beyaz, bir kuğunun tüyleri
kadar beyaz olmuştu. Başını ağır ağır kaldırarak sordu:

-Hiç, hiçbir şey duymadın mı?-

-Hiçbir şey sevgilim, fakat tekrar et-'

O zaman boğuk ve yeisini örtmek isteyen bir sesle tekrar
başladı:

-Kitabını okudum genç şair, yalnız harikuladeliklerle, yalnız
insanı saran güzelliklerle doluydu. Ve senin herkes gibi olmadığını
haykırıyordu.

Senden daha fazla uzak kalmak istemem ey şair!..-

Burada dudaklarını yakıcı bir gülüşle ısırdı; gözleri, donuk
ve karanlık, şaire dikildiler, dimdik baktılar. O bir kadın, baştan
aşağı bir kadındı... Dişlerini sıktı, onların arasından, keskin,
ağır bir sesle:

-Yalnız...- dedi, -Yalnız bu kitap dehanı ve kudretini bana
gösterdikten sonra aramızda lüzumsuz olmaya başlıyor... Ve
görüyorum ki o seni hemen hemen benim kadar alakadar edecek...

Hiç buna imkan var mı şair? Senin kafanda, ruhunda, hatta
en ufak bir hüceyrende (hücrende) bile benden başkasının yer almasına
tahammül edebilir miyim?

Şu halde büsbütün senin olmam için bu engelin ortadan
kalkması lazım. Ve sen benim için yazdığın bu kitabı yine benim
için yok etmekte eminim ki tereddüt etmeyeceksin, hatta
bunu ben yapacağım.-

Ve genç şairin elinden çekip aldığı şaheseri, orada, mercan
alevlerle yanan ocağa fırlattı.

Ve bir feryat, duvarları sarsan, havayı karıştıran, yüzyıllık
ağaçların fırtınada devrildikleri zaman yaptıkları gürültüye, ormana
bir yıldırım düştüğü zaman vahşi hayvanların kopardıkları
çığlıklara, ateş saçan bir yanardağın geniş çatlaklarından
fırlayan boğuk ve yırtıcı ıslıklara benzeyen bir feryat genç şairin
göğsünden fırladı...

Ve o, kendisini oraya, minimini alevlerin kitabın meşin cildini
ağlayışlı bir çıtırtıyla büktükleri ocağa doğru attı.

Fakat genç kız daha evvel koşarak ocağın önünü vücuduyla
kapatmıştı. Vahşi bir gülüşle: -Çekil!- dedi.

Erkek, ki o zamana kadar gözlerinde sonsuz bir tatlılık ve
ilahilikten başka bir şey bulunmazdı ve hareketleri devamlı bir
çekingenliğin ağırlığını taşırdı, birdenbire buğulanan bakışlar,
pençe haline giren kollarla oraya hücum etti ve her iki ağızdan
birden fırladı: -Çekil!..- ve hiçbirisi çekilmedi...

O zaman aralarında öyle korkunç bir mücadele başladı ki,
köpüren ağızlardan feci soluklar ve hırıltılar çıkıyor, duvarlara
şiddetle çarpan kafalar orada kanlı saç demetleri bırakıyordu.
Birdenbire erkek, genç kızı -gittikçe artan dermansızlığına ve
erkeğin yüzünü parçalarken dökülen tırnaklarına rağmen vücudunu
ocağın önünden ayırmayan genç kızı- boğazından yakaladı;
kendininkilere korkunç bir sebatla bakan büyük ve kanlı
gözler hareketsiz kalıncaya kadar sıktı.

Sonra, kollarının arasında yavaş yavaş gevşeyen, kanla bulaşık
olmayan yerleri ezik bir sarılık alan vücudu yere bırakarak
ocağa eğildi, gittikçe hafifleyen alevlerin arasından meşin
kitabı aldı.

Kavrulan, şeklini kaybeden bu ateşten cildi açtığı zaman
yere ancak bir avuç mavimtırak kül döküldü... Ve bunu gören
şair oraya, boylu boyunca yatan ölünün üstüne -bir kadının
elinden kurtaramadığı şaheseriyle beraber- cansız yıkılıverdi...

1929

(Atsız Mecmua, s. 17, 25.09.1932)

...

Kırlangıçlar

Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya
sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında
bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin
bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini
suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan
diğer kırlangıçlara bakmaya başladı. Başını hafif hafif sallıyordu.
Derin düşüncelere daldığı belliydi.

Söğüdün dalları hışırdadı. Bir erkek kırlangıç geldi, dişinin
karşısındaki dala kondu.

Kırlangıçlar arasında pek teklif yoktur. Uzun uzadıya takdim
filan edilmeden konuşmaya başladılar ve pek az sonra da
ahbap oldular.

Evvela havadan, sudan bahsedildi. (İki kişi birbirlerini yeni
tanıdıkları zaman havadan sudan bahsetmek adettir.) Fakat biraz
sonra erkek bir iki dal ileri geldi, dişi daha az çekingen bir
hal aldı.

Muhabbeti kaynattılar.

-Olur ya!- demeyin, iki kırlangıcın ilkbaharda, herkes dört
tarafa koşup çalışırken bir söğüt dalında oturup yarenlik etmeleri
gündelik işlerden değildir.

Bizim kırlangıçların ikisi de antika mahluklardı, yani öteki
kırlangıçlara benzemiyorlardı. (Başkalarına benzemeyenlere
antika derler.) Evvela dişi kırlangıç lafı derin tarafından açtı:

-Siz hiç çalışmıyorsunuz?-

Başka bir kırlangıç olsaydı hemen: -Ya siz neden burada
oturuyorsunuz?- diye ikinci bir sorguya kalkışırdı. Fakat bizimki
derin derin içini çekti ve sustu.

Ve dişi onun söylediği şeyleri anlıyormuş gibi başını salladı
ve gözlerini aşağıda şıpırtıyla akan suya dikti.

Bir müddet daha sustular. Erkek birdenbire gözlerini dişiye
dikerek söze başladı:

-Bakınız şunlara...- Ve aşağıda birbirini çaprazlayarak
uçan ve dokuma tezgahının mekiklerine benzeyen kırlangıçları
gösterdi. -Bakınız şunlara... Sabah akşam demeden, yaz kış demeden
çalışıyorlar. Ben bunlara çok kere sordum: Neden böyle
durmadan uğraşıyorsunuz, dedim, cevap vermediler. Omuzlarını
silkip yanımdan uzaklaştılar.-

Dişi:

-Birbirimize sen diye hitap etsek nasıl olur?- dedi. Erkek
okkalı sözlerine cevap olmayan bu lafı beklememekle beraber,
bu tekliften hoşlandı ve tekrar başladı:

-Adeta utanıyorum...- dedi, -Bütün kuşları sıraya dizseler
biz herhalde sonuncu gelmeyiz. Kılığımız, kıyafetimiz düzgündür.
Aklımız, şu sabahtan akşama kadar avaz avaz bağıran bülbülden
herhalde üstündür. Kanadımızı bir vursak en hızlı güvercinden
daha çok yol alırız. Halbuki bütün kuşların en zavallısı
bizmişiz gibi hiç durmadan didiniyoruz. Şu budala serçe bile
üç günlük ömrünü keyifle geçiriyor da, biz, arasından uçtuğumuz
ağaçları bile fark etmiyoruz.

Biraz durdu, dişiye doğru yandan bir göz attı:

-Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: 'Dünyada neler
gördünüz?' dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan
görmeye vaktimiz olmuyor ki...-

Dişi, gözlerinin içi buğulanarak:

-Ah- dedi, -tıpkı benim gibi düşünüyorsun.-

Erkek cevap verdi:

-Zaten seni burada tek başına görünce benim gibi düşündüğünü
anlamıştım. Doğru değil mi ama? Şu dünyayı adamakıllı
görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan
buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki?
Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?-

Dişi tasdik eder gibi başını salladı:

-Etrafımıza göz gezdirince- dedi, -ben de senin gibi, dört
tarafa koşan kırlangıçlardan başka bir şey görmüyorum. Ben de
bunlardan mıyım, diyorum, sonra da bunlardan değilim galiba,
diyorum. Onlar da beni pek istemiyorlar. Ne yapayım, burada
oturup etrafa bakıyorum. Siz de, şey, sen de gelmesen böyle yapayalnız
bu yazı geçirecektim.-

Akşama doğru lafları daha derinleştirdiler... Sonra ayrıldılar.
Ve her gün buluşmaya başladılar.

Aman yarabbi, neler konuşmuyorlardı!.. Eğer kırlangıçlarda
kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazacakları kitaplar
muhakkak ki üniversitelerde okutulurdu.

Gitgide birbirlerine daha çok alıştılar. Çok kere dişi daha
evvel gelir, gözlerini suya dikerek erkeği beklerdi.

Bir gün çiçeklerden, bir gün yıldızlardan, bir gün öteki
kırlangıçlardan bahsederlerdi. Hep düşünceleri birbirine uygundu.

Yalnız her ikisinin de içinde gizliden gizliye büyüyen bir
korku vardı: Bir gün gelip ayrılmak korkusu.

Hiçbirisi bu korkusunu ötekine söylemeye cesaret edemiyordu.
Kim bilir, belki öbürünün yanlış anlayacağından çekiniyordu.
(Çünkü içten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.)

İçlerinde bu ayrılık korkusu büyüdükçe bunu münasip bir
şekilde diğerine söylemek için düşünmeye başladılar.

Mesela:

-Hiç ayrılmayalım, olmaz mı?- demek vardı, fakat bu pek
geniş manalı ve müphemdi. Nasıl ayrılmayalım?.

-Bir yuva kuralım!- deseler, bu da pek bayağı kaçacaktı.
Hem o zaman başka kırlangıçlara benzeyeceklerini sanıyorlardı.

Dünyanın geçiciliğinden, gökyüzünün sonsuzluğundan,
sulardan ve diğer kuşların yaşayışlarından bahsederlerken,
gözleri birbirine hasretle bakar ve: -Birbirimizden nasıl
ayrılacağız?- demek isterlerdi.

Tesadüfün pek merhametli olmadığını ve birbirine böyle
yakın olanları bir ikinci defa karşı karşıya getirmediğini biliyorlardı.
Fakat konuştukları dil, diğer kırlangıçların diliydi ve bu
dilde, söylemek istedikleri şeyleri söylemekten utanıyorlardı.
Bu dil, onların içindeki şeylere uygun değildi.

Yavaş yavaş gözlerine ve bakışlarına bir gamlılık çöktü.
Dostluktan filan bahsederken, sesleri titriyor gibiydi; yahut onlar
böyle zannediyorlardı. Fakat böyle zamanlarda hemen birinden
biri, bir kahkaha atar ve işi alaya bozardı: İçi burkulduğu halde...
Nihayet günün birinde ikisi de bunun böyle sürüp gidemeyeceğini
anladılar. İkisi de birbirlerine açılmaya karar verdiler.

Sabahleyin karşı karşıya gelince dişi söylemek istediği şeyleri
gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu sırada, üzerinde oturdukları
söğütten sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından
geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin
önünü kapattı.

Erkek bu bakışı göremedi.

Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler.

Erkek ağzını açtı:

-Senden hiç ayrılmak istemiyorum...- demek üzereydi ki,
buvvv diye soğuk bir rüzgar esti...

Dişi, erkeğin sözlerini işitemedi.

Fakat her ikisi soğuk rüzgarın sesini duydular.

Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurmak zamanının
geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ayrılacaklarını anladılar.

İkisi de içini çekti.

Tepelerinden birçok kırlangıçlar geçti: Sıcak yerlere dönüyorlardı.

Ayrıldılar... Ve bir daha birbirlerini görmediler.

Fakat ikisi de küçük derenin kenarındaki söğüdü ve orada
geçirdikleri güzel ilkbaharı ve yazı unutmadılar.

Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara
tepeden baktılar... (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense
tepeden bakarlar.)

1933

(Varlık, s. 40, 01.03.1935)

...

Viyolonsel

İ

Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahçup bir kadın gibi
iri yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere
mensup bir seyyah kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına
benzeyen- bir zenci köyüne girdiler.

Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika'nın bu sapa köşesine
uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını,
fildişiriden yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzerine işlemeli
büyük yayını alarak maiyetiyle beraber köyün ortasındaki
meydanda bekledi.

Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin kulübesinde
istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan
melez tercüman koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı
tarafından yapılmış olması pek muhtemel olan tahta bir
kulübe gördüğünü söyledi.

Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit
bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru
söylüyordu. Bu, intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve
önünde vahşi orman çiçeklerinden vücuda getirilmiş bahçemsi
bir meydanlık vardı.

Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında yaşayan
bir beyaza ait olduğunu söyledi.

Tercümana sordular:

-Neredeymiş kendisi?-

-Belli olmaz- dedi reis, -o, buradan çalgısını alır çıkar ve
ne zaman isterse o zaman gelir!-

-Ne çalgısı?-

-Büyük... adeta bir timsah yavrusuna benzeyen bir çalgı..-

Seyyahlar birbirlerine sordular:

-Belki bir harp?..-

Reis:

-Bir değneğe gerilen at kıllarıyla çalınıyor!- dedi.

-Öyleyse bir kontrbas...-

-Yahut bir viyolonsel...-

-Evet, evet... Herhalde bir viyolonsel.-

Seyyahlar, reise tekrar sordular:

-O, bu çalgıyı nerede çalıyor?-

Elini uzatarak gösterdi:

-Ormanda!-

-Peki, bizi oraya götürür müsünüz?-

-Olmaz, o çalgısını çalarken hiç kimseyi istemez...-

Seyyahlar:

-Biz uzakta dururuz, kendisinin haberi olmaz!- dediler ve
ısrar ettiler.

Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana
doğru yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel
sesi geldi. Alman seyyah biraz dinledikten sonra:

-Sonbahar şarkısı!..- dedi.

Rus ilave etti:

-Çaykovski'nin.-

Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş
gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: -İşte!..-

Dikkatle baktılar ve dinlediler. Gölge hiç kımıldamadan,
büyük bir maharetle aynı parçayı çalıyordu.

Sesler, birbirine giren yaprakları titreterek dağılırken İngiliz
seyyah:

-Bu adamın ne olması mümkündür?- diye söylendi.

Fransız seyyah: -Bir sanatkar...- dedi, -Ümidi kırılmış bir
sanatkar... Hakiki sanatın takdir edilmediğini görerek insanlardan
kaçan bir talihsiz.-

Rus: -Hayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak
için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası
yapmış...- diye, mütalaasını yürüttü.

Alman: -Bana kalırsa- diye fikrini söyledi, -bu geniş arazide
rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının
didişmelerine tercih eden bir akıllı.-

-Zannediyorum ki- dedi İngiliz, -vahşilerin hükümdarlığını
eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla
tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.-

Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak
bir meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak
yığınına dayadığı viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı
daha iyi gördüler... Siyah, kıvırcık sakallarının çerçevelediği
yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan çizgiler
vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçları soluk yanaklarını
gölgeliyordu.

Seyyahlar sordular:

-Hep burada mı çalar?-

-Ve o toprak yığını nedir?-

-Burada çalar- dedi reis, -karısının başucunda...-

-Karısı da var mıydı?-

-Vardı ve öldü.-

Sustular. -Gidelim!- dediler. -Köye döndüğü zaman anlarız...-

Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı
hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi.

-Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada
öldü... Ve ben başka yere gitmek istemem- dedi.

Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi
terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat
hiçbirisi o adamın asıl hikayesine temas etmedi.

İİ

İşte o adamın hikayesi:

Akdeniz'in yalı şehirlerinden birinde öyle bir genç vardı ki
kendisine rast geldikleri zaman, mahcubiyetle başlarını eğen
kadınlar, onu çok kere rüyalarında görürlerdi.

Ve zerdeva (ağaç sansarı) tüyleri gibi yumuşak olan kumral bıyıkları
genç kızların minimini kalplerini gıcıklamaktan geri kalmazdı.

Fakat bu gencin, dalgalı saçlarından, lacivert gözlerinden
ve bir şark kamçısı gibi kıvrılan vücudundan daha kıymetli bir
şeyi vardı:

Güzel nişanlısı...

Bir zamanlar bütün şehir delikanlılarının hayalini dolduran
bu genç kızın, daima düşünüyormuş gibi gergin duran alnı
artık bir kardeş busesi için en münasip yerdi. Çünkü o delikanlılar
biliyorlardı ki, doğunun donuk pembeliğini taşıyan dudaklar
başkasına nasip olmuştur. Ve menevişlerindeki manayı
kimsenin okuyamadığı kahverengi gözler yalnız bir kişinin
önünde kıvılcımlanacaktır.

Bu kız aynı zamanda şehrin en iyi viyolonsel çalanıydı.

Oturduğu iskemlede bir ayağını geri uzatıp dolgun göğsünü
çalgısına dayadığı zaman, öyle sesler çıkarırdı ki, memleketin
ihtiyar ve üstat musikişinasları bile başlarını arkaya çevirerek
gözlerini kurulamaya mecbur olurlardı.

Genç kız, nişanlısıyla beraber olmadığı zamanlar yalnız viyolonseliyle
konuşurdu; ve ona, nişanlısından dinlemek istediği şeyleri söyletirdi.

Lakin gafil genç bunu bilmiyor, onun, çalgısını kendisi kadar
çok sevmesini kıskanıyordu.

Ve bir gün:

-Ey sevgilim- dedi, -ey narin vücudunun, ipek saçlarının,
donuk pembe dudaklarının değil, bütün ihtiras ve iptilalarının
da bana ait olmasını istediğim sevgilim, artık viyolonseli bırak,
yalnız beni dinle, yalnız benim kalbimin tellerinde nağmeler
bulmaya çalış.-

-Aşk ne kadar hodbindir!-

Genç kız:

-Mademki sen istemiyorsun sevgilim- dedi, -ben artık viyolonsel
çalmayacağım... Nağmelerimi yalnız senin sözlerinde
arayacağım.-

Gözlerinde, sahibi için, yaşadığı ormanı bırakan bir ceylanın
garip mahzunluğu vardı. Sanat, ilahi sanat aşka yenilmişti.

-Ve aşk ne kadar kudretlidir!-

-Lakin sevgilim!- dedi genç kız ve bunu söylerken elleri
delikanlının avuçlarındaydı. -Elbet bir gün ihtiyarlayacağız ve
ölüm bizi alacak. Eğer o, bana senden evvel gelirse, bil ki tek isteğim,
gözlerim hayata kapanırken başucumda bir viyolonsel
dinlemektir; bunu bana vaat ediyor musun?-

-Evet- diye cevap verdi, -senden sonra yaşamak gibi bir
ceza bana mukadderse, kahverengi gözlerinin üstüne yemin
ederim ki, başucunda en yüksek sanatkara, en güzel besteyi
çaldıracağım.-

Bunun üzerine başlar geriye doğru uzandı. Söylediklerini
tekit etmek (pekiştirmek) isteyen dudaklar birleşti.

-Ve aşk ne kadar ateşlidir!-

..

Heyhat, saadet dedikleri el, insanları okşamakta pek hasistir.
Yalnız gülümsemek ve sevişmek için yaratıldıklarını sanan
bu gençler de o elin mukadder tokadını yemekte geç kalmadılar.

Evlenmişler; birbirlerinin olmuşlardı. Bahtiyardılar. Bahtiyarlıklarını
bulundukları yerde hapsetmek istemediler. Onu
her tarafa gösterebilmek için, bir gün, şehrin rıhtımında duran
gemilerden birine binerek seyahate çıktılar.

Gezdikleri yerde her gördükleri şeyin kendilerini sevindirmek
için yaratıldığını sanıyorlardı. Deniz onlara bir aşk masalı,
ormanlar bir vefakarlık hikayesi anlatıyordu.

Bilhassa engini çok seviyorlardı. Bazı yerlerde erkeğin gözleri
gibi lacivertleşen sular, bazı yerlerde her ikisinin kalpleri
kadar berrak ve şeffaf oluyordu... Ve dalgaların kıvrımlarındaki
köpükler, sulara sürünerek uçan beyaz kuşlar gibiydi.

Lakin bir gün, ufuklar karardı. Bir fırtına başladı. Öyle bir
fırtına ki, tasvirini ancak herkesin kendi muhayyilesi yapabilir.

Geminin kaburgaları çatırdamaya başladığı zaman, birbirlerine
sarıldılar. Gözlerini kapadılar...

..

Ancak ertesi gün -kendilerini sahilin kumlarına uzanmış
bularak yabani otlarla tedaviye çalışan zencilerin arasında-
gözlerini açtılar.

Ve uzak kayalarda parçalanan enkazdan başka canlı bir şey
göremediler.

Zencilerin sahilden epey içeride olan köylerinde birkaç ay
oturup, onların dillerini öğrenmeye başlayınca anladılar ki, burası
Afrika'nın en kimsesiz yerlerindendir ve on sekiz seneden
beri hiçbir beyaz adam uğramamıştır.

Ara sıra sahilde balık tutmaya giden kafileler tekrar söylediler
ki, o denizde şimdiye kadar uzaktan geçen bir gemi bile
gözlerine ilişmemiştir. Ve artık hissettiler ki -fırtına kendilerini
baygın olarak kıyıya attığı zaman- vahşileri orada bulunduran
tesadüfe minnettar olmaktan başka yapılacak şey yoktur.

Erkek: -Mademki beraberiz- dedi, -ve birbirimizi seviyoruz,
yaşayışımızın herhangi bir yerde olması bizim saadetimizi
bozmamalı!-

Fakat kadın hastaydı...

İİİ

Evet, kadın hastaydı. Günden güne eriyor, sararıyordu.
Nasıl bazı ağaçlar yerleri değiştirildiği zaman -usta bir bahçıvan
elinde bile olsalar- yaşayamazlarsa, genç kadın da burada
yaşayamayacaktı. Erkek bütün kudretiyle çalıştığı, vasıtasızlık
içinde bütün çarelere başvurduğu halde, bunun önüne geçemeyeceğini
anlıyordu.

Onu, sert kokular dağıtan ağaçlar arasında, berrak sulu nehirlerin
kenarında gezdiriyor; geceleri, yalnız Afrika'ya mahsus
olan parlak ay ışığı altında onun, mavimtırak damarlarıyla bir
istiridye kabuğuna benzeyen kulaklarına, yaşamayı tatlı gösterecek,
şarkılar söylüyordu. Fakat hepsi neticesizdi ve kadının
bir sene daha ömrü olmadığı muhakkaktı.

O zaman, bu kısa müddette kadına saadet verebilmek için
çareler düşündü, aklına viyolonsel geldi. Belki çalgısı olsaydı o,
bu kadar üzülmeyecekti.

Ve bir gün, maun ağacından haftalarca uğraşarak yaptığı
viyolonselle geldi. -Sevgilim- dedi, -hayatımız çok yalnız geçiyor.
Bak, sana bir arkadaş daha getirdim. Seni bir zamanlar bunu
çalmaktan menettiğim için ne kadar bedbaht olduğumu bilsen...-
Sonra sıkılarak ilave etti: -Hem bana da öğretmeni rica
edeceğim.-

Genç kadının soluk yüzünde, batan güneşte görülen bir
kırmızılık belirdi. Titreyen dudaklarıyla:

-Ben öleceğim- dedi, -ve sen, başucumda viyolonsel çalarak
vaadini yerine getireceksin...-

..

Öğrenmeye başladıktan pek az sonra, ufak parçaları çalabiliyordu.
Kadın, hayvan derileri üzerine yazdığı notaları buna
meşk ettiriyor, bu da onları alarak yabani ormanda saatlerce çalışıyordu.

Öğrendiği parçayı akşam üzerleri latif üstadına tekrar
ederken onun ağzından çıkacak bir takdir sayhası (haykırışı)
kendisine en büyük iç genişliğini verirdi.

Kadın da ara sıra çalıyordu. Ve o zaman bu şekilsiz alet, bu
at kıllarından yapılan yay, başka bir düyanın seslerini genç erkeğin
kulaklarına, oradan ruhuna götürürdü. Bir gün kadın:

-Bak, bu 'Sonbahar Şarkısı'dır- dedi.

Ve nağmeleri insanın içine görünmez mayiler halinde akan
bir besteyi bitirdikten sonra:

-İşte- dedi, -ölürken senden bunu isteyeceğim.-

Erkek:

-Ver- dedi, -çalışayım...-

-Hayır, bunu son günümün yaklaştığını hissettiğim zaman
vereceğim...-

Ve başka bir notayı uzattı.

Bazan üzüntülerin uzattığı, bazan yalancı bir sevincin kısalttığı
günler çok çabuk geçti. Ve kadın artık ayakta duramayacak
kadar eridi. Gözlerinin esmerleşen kenarlarında, beyaz
dudaklarında ölümün tayf halinde dolaştığını genç erkek görüyordu.

Belki, evet, belki iki üç günlük ömrü vardı. Fakat hala
-Sonbahar Şarkısı-nı vermemişti.

Birkaç defa, üzerlerinde nota yazılı olan derileri karıştırırken,
eline geçen bu şarkıyı bir türlü öğretmiyordu. Ölümün bu
kadar yakınında dolaştığından ihtimal ki haberi yoktu.

Genç adam onun son istediğini yerine getirememekten
korkuyordu: Ya kadın birdenbire ölüverirse?

O zaman bu şarkıyı çalamayacaktı.

Ve göğsünün üst tarafında pürüzlü bir cismin ağır ağır gezindiğini
hissediyordu.

Notayı istemek imkansızdı. Bu, hastaya ömrünün sonuna
geldiğini belli etmek olacaktı.

Bir tek isteği, onun son günlerinin müsterih geçmesi olduğu
halde, bu nasıl yapılabilirdi?

Nihayet bir gün, gene başka bir besteyi uzatırken, kadının
başı kucağına sessizce düşüverdi: Bayılmıştı... Erkek etrafa
koştu. Bir toprak çanaktan yüzüne sular serpti. O, gözlerini
açar açmaz kuru otlardan ibaret olan yastığının altından -Sonbahar
Şarkısı-nı çekerek:

-Al- dedi, -ve çabuk öğren. Korkuyorum ki, vakit az kaldı!-

Erkek yabani ormana koştu, deriyi bir baobap ağacının
gövdesine iliştirerek çalışmaya başladı.

Saatler geçti. Akşam oldu. Elinde viyolonsel ve nota ile kulübeye
koşan erkek, ağlıyordu. İçinde sönmez bir acı vardı. Ya
öldüyse, diyordu, ya yetişemediysem!

Kulübeden içeri girince, yatakta, gözlerini kapıya dikerek
kendisini bekleyen genç kadının yüzünde bir gülümseme dolaştı,
elini uzattı...

Elini uzattı ve erkek o eli yakalayıp sakallarından süzülen
yaşlara sürerek öperken, kadının gözleri tekrar kapandı.

Kadın ölmüştü.

Ve erkek bunu hissetti.

O zaman deli gibi viyolonsele sarılarak çalmaya başladı.
-Sonbahar Şarkısı-nı ona duyurmak istiyordu.

Dikkatle baktı, kadının gözleri açılacak mı diye baktı. Hayır,
açılmıyordu.

Sevgilisinin son isteğini yerine getirememekten doğan bir
yeisle yayına daha şiddetle bastı ve parmakları daha içten oynadı.
Onun kulübenin civarından uzaklaşmadığını zannettiği
ruhuna bu sesi yetiştirebilmek için hırsla çalıyordu.

Gözleri, yatakta gülümseyerek yatan ölüye dikilmişti. -İşitmiyor
musun, bak, ne kadar aşkla çalıyorum, ne kadar güzel
çalıyorum, işitmiyor musun?- demek istiyordu.

O zamana kadar bu kulübede çalınan viyolonsel, vahşileri
alakadar etmezdi. Fakat şimdi bu şarkı, genç adamın kalbinden
ıstırap ve hıçkırık halinde viyolonselin tellerine dökülen bu
beste, onları da şaşırttı, donuk hassasiyetlerine kadar işledi ve
hepsi koşarak kulübenin etrafına toplandılar.

Şimdi kapıda birbirinin üstüne çıkarak çalgıyı dinleyen
zenciler, siyah bir üzüm salkımını andırıyordu. Annelerinin
yapraktan eteklerine sarılan küçük çocuklar bile susmuşlardı.
Ve kulübenin önü ağlayan zencilerle -evet bu bir mucizeydi ve
hepsi birden ağlıyorlardı- bir arı kovanının ağzına benziyordu.

Genç adam, çalgısıyla beraber toprağın üstüne baygın yuvarlanıncaya
kadar çaldı.

İki gün sonra ayılınca, vahşiler, kendisini ormana, her zaman
viyolonsel çaldığı bir ağacın altına götürdüler.

Burada taze bir mezar vardı.

..

İşte bu genç adam, sağlığında dinletemediği parçayı karısının
ruhuna duyurabilmek için, bu mezarın başında, senelerden
beri viyolonselini çalar.

1928

(Meşale, s. 7, 01.10.1928)

...

Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi

Hasta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz
yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordum.

Sıcak bir sonbahar gününün sonuydu. Gecenin yaklaştığını
gören tabiat, serin bir nefes almak için kımıldanıyordu.

Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak
uzanan patikaya giderken, karşı tepelerin birinde yüksek bir
taş bina gözüme ilişti.

Perdesiz pencerelerine vuran güneş, ona kırmızı gözlü bir
canavar şekli veriyordu. Ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında,
harap bir kaleyi veya boş bırakılmış bir konağı andıran hazin
bir ihtişamı vardı.

Vaktin daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından
görmek isteğine kapıldım.

Kurumuş tarlaların üzerinde yürüdükten, hafif bir sırtı tırmandıktan
sonra, yarısına kadar açık duran paslı bir demir kapıyı
geçtim, aralarından otlar fışkıran çakıl döşeli bir yoldan
yürümeye başladım. İki tarafımda vahşileşmiş ağaçlar ve artık
tümsek halini almış eski çiçek tarhları vardı... Kuru bir havuzun
kenarında devrilmiş mermer saksılar duruyordu. Ve onların
arasında nasılsa kalmış olan beyaz bir kasımpatı, buraları
örten siyah perdenin üzerinde geçmişi görmek için bırakılmış
bir delik gibiydi.

Yanına yaklaştıkça insana sebepsiz bir ürkeklik veren binanın
hiçbir mimariye uymayan acayip bir tarzı vardı: Çapı on iki
metreyi geçmeyen bir silindir şeklinde epeyce yükseldikten
sonra birdenbire daralıyor ve böylece kule gibi bir parça daha
uzanarak üzeri camekanlı bir kubbeyle bitiyordu. Alt tarafını
kalın bir taş çember kuşak gibi sarmaktaydı ve bütün bina bu
haliyle eski bir yağ kandilini andırıyordu. Tam kapının üstündeki
odanın dışarıya doğru cumba şeklinde yaptığı bir çıkıntı
da bu kandilin kulpuydu.

Binanın niçin bu şekilde yapıldığını ve sonra hangi cehennem
nefesinin buralarda estiğini kestirmek imkansızdı. Keskin
bir bıçakla açılmış hissini veren ince uzun pencereler korkutucu
bir karanlıktan başka hiçbir şeyi açığa vurmuyorlardı.

Taş çemberin üzerinde oyulmuş birkaç ayak merdiveni çıkarak
paslı çivili, büyük kapıya geldim. Senelerden beri insan
eli dokunmamış gibi duran, çürümeye yüz tutmuş tahtalara
yaslandım. Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara,
küçük bulut kümelerine, bir yılan dili gibi kıvırarak uzattığı
son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim.

Etrafımda hiçbir hareket yoktu. Kertenkeleler bile, yosunlu
taşların üzerinde, akşamın alacakaranlığına bakarak, yavaşça
ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese
benzeyen bazı çıtırtılar vakit vakit duyulmaktaydı.

Gittikçe koyulaşan sessizliğin içinde, derin bir kuyuya
muntazam aralıklarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işittim.
Evvela istikametini kestiremediğim bu gürültünün, biraz
sonra, evin içinden geldiğini anladım. Sesler, aynı muntazam
aralıklarla durmadan yaklaşmaktaydı. En sonra büsbütün açılarak
taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlar haline girdiler
ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular. Doğrulmuş,
korku, merak ve hayretten ibaret bir halita (karışım) halinde kaskatı
kesilmiştim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat -ufak
bir gıcırtı bile yapmadığı halde- kapının yavaşça açıldığını ve
soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalayarak dağıldığını hissettim.

Şiddetle döndüm; ve o zaman, akşamın çabucak artan karanlığı
arasında, bu taş kulenin esrarlı adamıyla karşılaştım:

Bu, büyük bir baştan -iskelet halinde bir vücudun üstüne
konmuş- büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehennem
nebatının liflerine benzeyen kıpkızıl saç ve sakallarının arasında
beyaz, fakat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu.
Ve bunların hepsini, çürümüş bir meyvenin donuk rengi,
bir toz tabakası halinde, örtmekteydi.

Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapaklar arasında, bir granit
yosununa benzeyen soluk yeşil gözleri vardı. Derin ve karanlık
çukurların sonunda birer mahzen kapağını hatırlatan bu
gözler hiç, ama hiçbir şey ifade etmiyorlardı.

Sırtında siyah, harap olmuş bir elbise, ayağında eskimiş rugan
potinler vardı. İnsan onu, bir cenaze dönüşünden sonra hiç
soyunmayarak senelerce aynı halde kalmış sanabilirdi. Ve şimdi
kuru vücuduna bol gelen bu siyah elbiseler ona bir korkuluk
kılığı veriyorlardı.

Elini bana doğru uzattı. -Ah, bu, dünyada gördüğüm şeylerin
belki en korkuncudur-. Bu da aynı kırmızı çilli, çürük beyaz
deriyle kaplıydı ve bir insanınkinden ziyade ince bir eldiven
giydirilmiş bir iskeletin eline benziyordu. O kadar zayıf, o
kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek fark edilmeyen
siyah bir ceketin kolundan fırladığı için, üzerime boşlukta
asılıymış gibi geliyordu.

Omuzuma bir gece kuşu gibi konduğu zaman korkuyla bağırdım
ve silkindim:

-Ah... Ne istiyorsunuz?-

Fakat bu el, bu kemik el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı.
Ve o, sükunetle eğildi, göğsünden değil, yalnız ağzının
içinden gelen hafif bir sesle bana sordu:

-Siz birdenbire sönen kandilin hikayesini biliyor musunuz?-

-Hayır!- dedim. -Oh... Hayır...-

-Öylese geliniz!-

Dediğini yapmamak mümkün değildi, parmaklarını omuzuma
batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu...

Ayaklarımızın altından kayan bir zemini geçtik, minarelerin
esrarlı merdivenlerini andıran dar ve taş bir merdivene tırmanmaya
başladık. Korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde
halinde hissetmemiştim. Karanlık, bir gecekuşu kanadı gibi
yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işleyen bir karanlık
vardı. Etrafımdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvaların
gürültüsü, adımlarımızın boğuk sesine karışıyordu.

Ve ben, bütün korkuma rağmen, nerede ve nasıl biteceğini
bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum. Sanki onun
parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade, beni yediyor,
ayaklarımı daracık basamaklar üzerinde, ona yetiştirmek için,
çabuk çabuk hareket ettiriyordu.

Her kata yaklaştığımızda, beni sürükleyen adamın, evvela
karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş
bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece bu merdivenlerden
çok aydınlıktı...

Her katta, yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı. Bomboş
odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde
giren gece bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin
dışında siluet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar, hayat ve
ışık dünyası vardı... Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle
ona soruyordum:

-Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz?-

Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar
ediyordu:

-Siz, birdenbire sönen kandilin hikayesini okudunuz mu?-

-Hayır!-

-Pekala, yürüsenize!-

Parmaklar etlerime büsbütün geçiyordu; bir külçe halinde
tekrar sürükleniyordum.

Bu sefer de merdivende evvela başı kayboluyor, önümde,
siyah ve geniş pantolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları
çabuk çabuk atlayan iki ayak kalıyordu. Sonra gene
o mayi halindeki karanlık, gene kopup düşen sıvaların haykırışı...
Ayak seslerimiz ve hepsinin birden, toprak altından gelen
bir bağırış halinde yaptıkları korkunç uğultu...

Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor, kapıları yarı açık boş
odalar, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri ve artık tepelerindeki
birkaç yaprağı fark edilen siyah ağaçları tekrar görüyordum.
Her katta, daha kuvvetsiz olarak, dudaklarım kımıldardı:

-Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?-

Fakat cevap hep aynıydı:

-Siz, birdenbire sönen kandilin ne olduğunu biliyor musunuz?
O halde yürüyünüz!-

Ve korkunç çıkış tekrar başlıyordu.

Nihayet, nerede olduğumu, ne kadar zamandır bu yükselişin
sürdüğünü, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir zamanda
birdenbire durduk. Önümdeki adam eliyle bir kapağı
kaldırdı. Oradan girdik. Kapağı tekrar kapamak için omuzumu
bıraktığı zaman, derin bir rüyadan uyanıyormuş gibi oldum ve
etrafıma baktım.

Burası yuvarlak bir odaydı. Kulenin en tepesinde olduğunu
tavandaki camekanlı, küçük kubbeden anlıyordum. Oda,
ötekilerin büsbütün aksine olarak, çok güzel döşenmişti. Karanlık
duvar kenarlarında muhteşem koltukların gölgeleri belli
oluyordu.

Tam camekanlı kubbenin altında, yani odanın ortasında,
yuvarlak bir masa üzerinde hareket etmeyen bir alevle hafif hafif
yanan bir yağ kandili vardı: Aynen içinde bulunduğumuz
binanın şeklinde bir kandil...

Uzaktaki köşede, içerisinde biri yatıyormuş gibi kabarık
duran bir yatak vardı, bana nazaran eğri olduğu için, kimin
yattığını göremiyordum. Dayanılmaz bir merakın dürtmesiyle
yaklaştım ve orada yatanı gördüm. Gördüm... Ve boğazına şişler
sokulan bir hayvan gibi acı bir çığlık kopardım: Orada bir
iskelet yatıyordu. Kurumuş ve siyahlaşmış etleri yanak kemiklerine
yapışmış ve sarı saçları çürük bir yastığı küme küme yığılmış
bir kadın iskeleti..

Bu anda, kırılan bir camın şangırtısını andıran bir kahkaha
kulaklarımın dibinde patladı, siyah elbiseli adam:

-Pek mi korktun?- diyordu. -Niçin, niçin korkuyorsun?
Senden, yani hayattan büsbütün ayrı bir şey diye mi? Fakat bu
aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki?
Hiç... Bak, eğil de bak... Bu dişler yok mu, bu muntazam dişler,
onların arasından, şimdi bizim konuştuğumuz şeylere benzemeyen
ne tatlı sözler çıkardı bilsen... Düşünüyor musun ki,
bakmaya tiksindiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm
etmesi nasıl sabırsızlıkla beklenirdi!.. Tahmin edebilir misin ki,
boğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların
güneş altında ne hayat dolu parlayışları vardı.

Hem bu kadın benimdi. Şu ellerim, şu sana laf söyleyen ağzım
nasıl benimse, o da öyle benimdi. Fakat biliyor musun, kollarımın
arasından sıyrılıvermesi ne kolay oldu... Onunla aramızda
hiçbir mesafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz
için bir sebep bile lazım değil; ve bu iskelet bize o kadar yakındır
ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz
olmalıdır.-

Şimdi sesi pirinç bir havan gibi ötüyordu. Sanki bu adamın
boğazında bir perde vardı ve bazan içinden gelen şiddetli sesler
bunu kaldırarak kulakları çınlatıyor, sonra şiddet azalınca
perde tekrar düşerek sesler, bir duvar arkasından söyleniyormuş
gibi, kısılıyordu.

Verecek cevap bulamamaktan doğan bir ürkeklikle sordum:

-Sizi bu kadar sarsan, fakat hakikate yaklaştıran bu ölümün
sebebi neydi?- dedim. -Nesi vardı?-

-Hiç!- diye cevap verdi. -Hiçbir şeyi yoktu. Senin kadar
hayata bağlı, bu taş bina kadar sağlam -eliyle camekan kubbeyi
işaret etti- ve şu yıldızlar kadar nurlu ve zarifti.

Saadeti aramızda bir alev gibi hissediyor, bu alevden ısınıyor
ve aydınlanıyorduk... Fakat...-

Ses yine uzaktan geliyormuş gibi yavaşladı:

-Fakat biliyor musun, o kuvvet ki, hiçbir şeyi eksik olmayan
yağ kandillerinin alevini gelip alarak onları birdenbire karartır!-

Ne demek istediğini anlamayarak yüzüne baktım.

-Gel- dedi, -seninle birdenbire sönen kandilin hikayesini
okuyalım. O zaman bu kadını hangi ölünün götürdüğünü anlayacaksın.-

Orta yerdeki masaya doğru yürüyerek orada, kandilin
önünde açık duran siyah kadife kaplı ince bir kitabı aldı.

-Bunu, yanımızdaki kadının yüzlerce sene evvelki cetlerinden
biri yazmış- dedi.

Geniş bir kanapeyi masanın kenarına sürükledi. Üzerine
yan yana oturduk. Ve ben, kurumuş yapraklar rengindeki sarı
ve kalın sahifelerde eski, fakat keskin bir el yazısını, gözlerimi
ara sıra uzaktaki iskelete çevirerek ve yanımda, başına vuran
kırmızı ışıkla, akşamı seyreden bir sfenks gibi duran adama bakarak
merak ve sonra hayretle okudum:

-Yüzlerce eser yazdım. Her eserime kalbimin veya dimağımın
bir parçasını koyuyordum. Ve bunlar, hakikate çok yakın
şeylerdi. Fakat hiçbir yazımda bizzat hakikatin bulunmadığını
biliyordum. Her güzel yazan gibiydim: Konuştuğum
şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lafların değiştirilmiş
şekliydi. Halbuki ben, kulaklara bilmedikleri şeyleri
söylemek, göz hudutlarının arkasına geçmek istiyordum. Ve
bunun için çenemi avuçlarıma ve kollarımı dizlerime dayar,
gözümü yere veya ufka çevirerek gördüklerimin daha ötesindeki
şeyleri de bilmek isterdim. Fakat toprağın alaycı bir susuşu,
ufkun lakayt bir kaçışı vardı. Bana, 'Senin gözlerin,' diyorlardı,
'açık bıraktığımız şeyleri görmek için bile çok küçük
ve zayıftırlar. Sakladığımız hakikatleri nasıl bir cesaretle anlatmak
istiyorsun?..' Fakat ben arıyor, mütemadiyen arıyordum.

Yine bir gün odamda, masamın başında çenemi defterlerime
dayamıştım, beyaz kağıdın üzerine yayılan sakallarımın kıvırcıklarına
bakıyordum. İstiyordum ki, bu beyaz tellerin her
biri ince bir kalem olup bu yaprakları bütün bilmediğim şeylerle
doldursunlar ve ben onları hiç durmadan okuyayım, okuyayım.

Fakat birdenbire kağıtlar ve sakallarım görünmez oldu.
Odam ansızın kararıvermişti. Başımı kaldırınca, önümde senelerden
beri aynı intizamla yanan kandilimin sönmüş olduğunu
gördüm. Hiçbir rüzgar veya hareket olmadığına göre, yağının
bitmiş olması lazımdı. Lakin elime alıp bakınca, yağının dolu,
fitilinin kusursuz olduğunu gördüm; haznesinde bir delik, boğazında
bir sakatlık yoktu.

Benim farkına varamadığım bir rüzgara hamlederek (yorarak) tekrar
yakmak istedim... Fakat hayret: Yanmıyordu. Yaklaştırdığım
ateşler yalnız fitili kızartıyor ve oradan hoş olmayan kokular
çıkarıyordu. Alev, senelerden beri devam eden kırmızımtırak
alev artık yoktu.

Hangi sebebin bu ihtiyar şamdanı kararttığını düşünürken,
kaybolan aleve benzeyen bir ışığın kafamın içinde parlamaya
başladığını hissettim. Ve karşımdaki kandilin arkasında, ona
benzeyen sayısı bellisiz kandiller sıralandığını gördüm. Kimisi
benimki gibi sönmüştü ve kimisi hala kırmızı ve değişmez bir
alevle parlıyordu. Fakat ara sıra bunlardan biri, hiçbir rüzgar,
hiçbir üfleyen olmadığı halde, yavaşça kararıveriyordu. Ve bu
sönük kandillerin bir daha aydınlanması da mümkün değildi.

-Silkindim, bunu kendime bir ihtar telakki ettim. Artık bulmak
istediğim hakikati burada arayacaktım:

Yağları çok, fitilleri kusursuz ve her şeyleri tamam olan
kandillerin sebepsiz yere niçin söndüklerini ve kaybolan alevlerin
nereye çekilip gittiklerini bulmalıydım.

Bunun için, aynen kandilimin şeklinde bir bina yaptırarak
oraya yerleştim. Etrafımda dolaştığını hissettiğim büyük hakikate
burada kavuşacağımı biliyordum. Şimdi, en yakınlarımı
bile sokmadığım bu odada, gözlerimi tepedeki camlardan geçirerek
yukarılara bakıyor, orada birdenbire sönen kandillerin
alevlerini arıyorum...-

Kitabın intizamsız aralıklarla yazılan diğer kısımları, bir
kazana hapsedilen buhar gibi kenarlarını sıkıştıran bir kafanın,
görünmeyen, işitilmeyen ve dokunulmayan bir hayaleti takip
ediyormuş gibi etrafına nasıl hamleler yaptığını gösteriyordu.

Bataklık kenarlarındaki çürük sazların rutubetli ve ekşi kokusunu
dağıtan kalın yapraklar parmaklarının altından bahtiyar
bir günün saatleri gibi çabucak geçiyorlardı.

Ve sebepsiz yere sönen yağ kandillerinin hazin hikayelerini,
bir İbrani peygamber gibi, içim sarsılarak okuyordum:

-Beraber yanmak için yapılmış iki tane kandil vardı. Alevlerini,
birleşmek istiyor gibi, birbirlerine eğerlerdi ve birisinin
yetişemediği yeri öteki aydınlatırdı..

Aralarında ipek kumaşlar gibi kıvrılan ve parlayan ışık
huzmeleri gidip gelirdi... O kadar benzer ışıklarla yanarlardı
ki, etrafa dağıttıkları aydınlığın ayrı yerlerden geldiğine ihtimal
vermek mümkün değildi... Fakat bir gün, yağı çok, fitili yolunda,
haznesi sağlam olan bu kandillerin biri, en beklenmedik zamanda,
yavaşça kararıverdi. Titrek bir ışıkla yas tutmak isteyen
diğeri ise, onun arkasında gitmekte gecikmedi.

Ve ben, dört beş tanesi bir arada birçok kandiller daha gördüm.
İçlerinde savaştan çıkmış bir kılıç gibi parlayan yenileri
olduğu gibi, mahzenlerdeki yosunlu küplere benzeyen eskileri
de vardı. Ve büyük kandillerin yanında civciv gibi duran küçükler,
oynak alevlerle kıpırdıyorlardı. Ve bunlar, adeta ses çıkaran
bir şetaretle (sevinçle) beraberce yanarlarken aynı hissedilmeyen
rüzgar, hiçbir benzerlik sırasına bakmayarak, hepsini birer birer
söndürüverdi.

Yağları daha bitmemişti yarabbi, daha uzun müddet yanabilirlerdi.
Ben, artık anlamak istiyorum, bu alevleri alıp götüren
hangi sarsılmaz kudret, hangi dayanılmaz sebep, hangi yaradılış
mantığıdır?..

Ve ben, altından yapılmış yeni ve çok güzel bir kandil gördüm.
Usta bir kuyumcu elinden çıktığı, kenarlarını süsleyen
göz alıcı ziynetlerden belliydi.

O kadar tatlı bir ışığı vardı ki, kandilin parlak madenine su
halinde akan bu ışık, çıplak omuzlara dökülen kumral saçları
andırıyordu.

Ve alevi o kadar beyaz, o kadar hayat doluydu ki, yanacağı
müddeti sonsuzlukla ifade etmek, onun ömrünü kısaltmak olurdu.

Fakat bu da, gözkapakları açıldığı zaman kaybolan bir rüya
gibi, kendisine iştiyakla (özlemle) bakanların önünden çekiliverdi.

Ah... Yanmak isteyen kandilleri sebepsiz yere ve birdenbire
söndürülen kuvvetin, bu alevi saklayacak kadar güzel yerleri
var mıydı acaba?..-

Artık sonlarına yaklaştığım kitabı avuçlarımın arasında sıkıyor,
isyandan ve kızmaktan vazgeçerek bir iman ve tevekkül
ifade etmeye başlayan satırları kandilin kızıl ışığına tutarak
okuyordum:

-İsteklerime varabilmek için dış dünya ile bağlarımı azaltmak
lazım geldiğini seziyordum. Vücudumdaki her yıkılış, kafamda
yeni bir parlaklığa yol açıyor. Ellerimin titremesi arttı,
fakat ben baktığım şeyleri daha sebatlı ve ihtizamlı görmeye
başladım. Ah, ey peşinde koştuğum hakikat, nihayet seni yakalayacağım.-

Diğer sahifeler gittikçe karışan bir yazıyla şöyle devam ediyordu:

-Görüyorum... Parlak alevlerin üzerine uzanarak onları alıp
götüren siyah eli artık fark etmeye başladım. Yazdığım yazıları
seçmekte güçlük çeken gözlerim, bu alevleri çok uzaklara kadar
kovalayabiliyor. Belki yakında onların nereye saklandıklarını
söyleyebileceğim. Hiçbir şeyleri eksik olmadığı halde, birdenbire
sönüveren kandilleri hangi kuvvetin kararttığını ve alevlerin nereye
gittiklerini öğrenmek üzereyim. Ey her tarafımdan yavaş
yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik!-

Son sahifeye gelmiştim. Burada yazı artık okunmaz bir şekil
alıyordu. Deliliğe yakın bir merakla gözlerimi büsbütün
yaklaştırdım ve devam ettim:

-Gerçi ellerim kımıldamakta güçlük çekiyor ve gözlerim
yazdıklarımı görmüyor, fakat ne ehemmiyeti var? Artık hakikatin
pek yakınındayım.

Konacağı dalın etrafında uçan bir kuş gibi başımın üzerinde
kanat çırpışlarını duyuyorum.

Önümde sıralanmış birçok kandiller var... Parlak ışıkları
birdenbire yok olan zavallı kandiller...

Onların üstüne doğru uzanan siyah ve büyük bir hayalet
görüyorum. Ve alevler titreşerek hep bu istikamete uçuyorlar.
Fakat nereye gidiyorlar, Yarabbi: Ve o hayaletin aslı nedir?

Bazan açılır gibi olduğu halde gözlerimin üzerine tekrar
düşen bu perde ne zaman büsbütün kalkacak? .

Lakin artık bir hakikat dünyasını görmek üzere olduğum
muhakkak. Gittikçe kuvveti artan bir ışık, bana yaklaşıyor,
yaklaşıyor... Etrafım gittikçe daha aydınlandı... Ah...
İşte... İşte o kandilleri birdenbire söndüren kuvvet...-

Eyvah... Kitap burada bitmişti. Okuduğum müddetçe hiç
ses çıkarmadan yanımda oturan adama çılgın gıbı sarıldım:

-Söyleyiniz- dedim, -kitap niçin burada bitiverdi? Söyleyiniz,
kandilleri birdenbire söndüren hangi kuvvettir?.. Söyleyiniz,
bu adam niçin yazmamış, niçin devam etmemiş?..-

Siyah elbiseli adam yavaşça ayağa kalktı, hafiften gelen sesiyle:

-Bir gün- dedi, -onu elinde kalemiyle bu masada ve bu kitabın
başında ölü bulmuşlar...-

Birdenbire tepemizdeki camları sarsan bir kahkaha attı:

-Fakat- dedi, -yağları çok, fitilleri mükemmel, hazneleri
kusursuz olan kandilleri birdenbire ve sebepsiz yere söndüren
kuvvet, o adaletli ve şefkatli kuvvet, bu adamın emeklerine acıdı;
ancak son dakikada bulduğu, fakat ifade edemediği büyük
sırrın kaybolup gitmesini istemeyerek, bu hakikati onun çocuklarında
hiç şaşmadan devam ettirdi!-

Kolumdan tutarak yatağa doğru yürüdü. Orada; yarım
kalmış bir şikayete devam etmek istiyormuş gibi, ağzı aralık
duran iskeleti gösterdi. Sonra, kurumuş dalların rüzgarda çıkardıkları
iniltiye benzeyen bir sesle:

-İşte- dedi, -o zamandan beri, bu adamın neslinden gelen
herkes, hiçbir sebep olmadan, en parlak zamanlarında, böylece
sönüverdiler...-

İskelet halindeki başının neresinden çıktığına şaştığım iki
damla yaş, gözlerinin derin çukurlarından aşağıya doğru yuvarlanıyordu...
Kemikten ibaret kolunu onları silmek için kaldırırken oda
birdenbire karardı.

Masanın üzerindeki kandilin kırmızı alevi, hiç küçülmeden
ve titremeden, yavaşça yok oluvermişti.

1929

(Atsız Mecmua, s. 1, 15.05.1931)

:::::::::::::::::

İkinci Kısım

Bir Delikanlının Hikayesi

Öyle zamanlarım olur ki, beni sessizce bekleyen odama giderken,
bu her akşamki yürüyüş beni sıkar, boğar ve ben caddeyi
örten kalın kar tabakasının üstüne uzanarak orayı nefesimle
eritmek, ta toprağa kadar bir delik açmak isterim. Evin
kapısını her akşamki gibi anahtarla açmak, sonra kapamak, karanlık
koridorda yavaşça ilerlemek, merdiven basamaklarını
ayaklarımın ucuyla aramak, -ki onları saymış ve ezberlemiştim
ve dönemeç yerlerinin kaçıncı ayaktan sonra geldiğini gayet iyi
bilirdim- nihayet odama girmek... Bütün bunlar beni deli eder.
Bir kere de başka şeyler yapabilmek için mesela balkona tırmanmak,
pencerenin camlarını kırarak içeri girmek ihtirasını duyarım.

Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her
eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar
her zaman için yeni bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek
birçok lafları vardır. Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık
mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan,
soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları
ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim
kadar bildiktir. Halbuki en çok okuduğum bir kitabın en çok
okuduğum bir satırı bile bana bazan başka şeyler söyleyebilir.
Yalnız onların böyle en mahrem taraflarını bile görebilmek için
uzun bir beraberlik lazımdır. Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı
çok ketum olurlar. Bir kere de onlarla laubali oldunuz mu size
malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz
her şeye fazlasıyla maliktirler. Kitapları bir kadın gibi sevenler,
yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde
bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları
zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilen
saadetini hissederler: Kitaplarla zifafa girmesini bilen adam,
beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır. Ve biz daima, daima beşeriz.

Kadını hiçbir zaman inkar etmedim. Hatta geceleri beni
odama o kadar karışık bir halde yollayan, ekseriye bir kadın
muvaffakiyetsizliğidir. Ve ben, bilmiyorum neden, hiçbir kadından
aşk iltifatı görmüş değilimdir. Kadınlar benden hoşlanıyorlar,
fakat beni sevmiyorlar. Ben onlarda herhalde ya pek çocuk;
ya pek ukala bir tesir yapıyorum. Gayet iyi bilirim ki, en
münevver ve zeki kadın bile, mesela bir -Balzac romanlarının
kıymeti- bahsini ancak yirmi dakika dinleyebilir. Halbuki ben
en güzel bir kadını bile bir -Balzac romanlarının kıymeti- musahabesine
(sohbetine) feda edebilirim. Ve bende, onların asıl bayıldıkları
gurur ve teenniden (yavaşlık, dikkatli davranma), ağırlıktan eser
yoktur.

Bütün bunlara rağmen kadın gene benim en zayıf tarafımdır.
Fena bir zamanımda bana her haltı ettirebilir. Kadın benim
etimin, kemiğimin, kanımın ve muhayyilemin müthiş bir ihtiyacıdır.
Buna mağlup olmak bir hayvanlık, bunu inkar etmek
daha büyük bir hayvanlıktır. Onlarla beraber olduğum zaman
donuk, ihtirassız, adeta cinsi hislerimden uzaklaşmış bir adam
oluyorum. Ve kadın muvaffakiyetsizliklerimin en büyük sebebi
de, zannediyorum ki, budur. Bilmem bunun sebebi bir utanma
veya bir korku mu? Fakat dimağımın, içimde kabarmak isteyen
bu ihtiyacı bana adi, pis ve gülünç göstererek beni susturduğunu
biliyorum. Ama yalnız ve kadından uzak kaldığım zamanlar...
O zaman dimağım da beni yalnız bırakıyor: Yahut bana
hükmünü geçiremiyor ve ben feci bir hırs ve imkansızlık içinde
çırpınıyorum. Öyle zamanlarım olur ki, -bunun için de mesela
bir kitabın çok masum bir cümlesi veya sokaktan gelen bir kadın
sesi kafidir- o zaman benim için yalnız kadın vardır. İliklerimin
içinden bile -Kadın!- diye bağıran sesler işitirim. Ve o zaman
benim için yalnız bir tek kadın vardır. Yani, bütün kadınlar
benim için birdir. O zaman genç, ihtiyar, güzel, çirkin, herhalde
bir kadına malik olmak, benim için su içmek gibi bir şeydir.
Hatta bu ihtiyacın derece ve şiddetini anlamak için muhayyilemde
kabaran kadın hayallerini gittikçe çirkinleştirir, kötüleştiririm.
Nihayet öyle bir an olur ki, bu hayal pis ve korkunç
bir acuzeye kadar iner. Ve ben, ben onu da isterim. Böyle zamanlarımda
kadınları yalnız bir tek hissimle severim, hatta
anamı bile... Her gelişinde boğmaya mecbur olduğum bu hislere
gitgide daha çok esir oluyorum.

Bir gün haftalık bir mecmuadaki bir çorap reklamı şiddetle
gözlerimi buğulandırdı ve damarlarımda, kadın isteyen acayip
bir kanın dörtnala dolaştığını hissettim. Koltuğun kenarlarını
yakaladım. Sonra ayağa kalkarak odanın bir başından bir başına
hızlı hızlı yürümeye başladım. Nihayet daha fazla duramayarak
sokağa fırladım. Caddeye çıkınca bu kadın kalabalığı
içinde şaşırdım. Geliyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar ve konuşuyorlardı.
Hepsinin yüzüne sanki bir tanıdığı arıyormuş gibi ısrarla
bakıyordum. Gözlerimi vücutlarında gezdiriyor, kalçalarda
uzun müddet kalıyor, bacaklara indiğim zaman tıkandığımı,
boğulur gibi olduğumu, avaz avaz bağırmak istediğimi hissediyordum.
Ve her şeyden evvel, kendilerini soyuyordum: Çırçıplak...
Sonra bu çıplak vücutları yakalıyor, eziyor, kıvırıyor,
boyunlarını, enselerini ve kollarını öpüyordum. Hiçbir zaman
kendimi kaybetmiş değildim. Hatta yürüyüşümdeki, bakışımdaki
tabiilik ve sükunetin içimdeki vukuatla yaptığı tezada,
kendime bile hissettirmeden, kıs kıs gülüyordum. Akşam üzeriydi
ve kadınlar daha çok birbirlerine benzemeye başlamışlardı.
O kadar ki, boyları ve vücutlarının şekli bile gitgide aynı
oluyordu. Ve ben onların başka başka kadınlar olduğunu yalnız
değişen kokularından fark ediyordum...

Simsiyah bir şekle çarptım ve durdum. Başı ancak göğsümün
hizasına gelebilen bir kadındı. Biraz öne doğru eğilerek
özür diledim. Bu, onun homurtusunu ve başlamış olduğu fena
bir kelimeyi yarım bıraktırdı. Yüzüne baktığım zaman, gözlerinin
etrafının şiddetle karartılmış olduğunu gördüm. Siyah bir
tülle sımsıkı sardığı başının iki kenarından açık sarı saçlar fırlıyordu.
Yakası ve kolları siyah kadifeli düz bir mantosu vardı.
Ve hayret! Dudaklarının kenarlarındaki buruşukluklara, pişkin
gülüşüne rağmen, on altı yaşlarından hiç de fazla görünmüyordu.
Bulunduğumuz yer bir köşebaşıydı ve sağımızda loş ve
kimsesiz bir sokak uzanıyordu. Kolundan tuttum, o tarafa
doğru çektim. Mukavemet edecek oldu; gözlerimi yumdum ve
başımla gelmesini işaret ettim. Şaşırmış gibiydi. -Olmaz!- diye
kolunu çekiyor, fakat sahiden vazgeçeceğimden korkarak, cesaret
vermek isteyen bir gülüşle yüzüme bakıyordu. Bundan
istifade etmek için kolumu gevşettim. O zaman biraz yaklaşarak
sordu: -Evin uzakta mı?- -Hayır, şurada!..- diye cevap
verdim. Kendisini serbest bıraktım ve yan yana yürümeye başladık.

Yukarıdan aşağı bir süzdüm: Yürüyüşü muntazamdı, fakat
küçük ve biraz şaşkın adımlar atıyordu. Kalçaları pek yoktu.
Gözüm yanında sallanan eline ilişti. Durakladım. Bu küçük, temiz
ve ümidimin üstünde güzel bir eldi. Parmaklarını biraz
içeri doğru kıvırmıştı. Büzülmüş minimini bir kuşa benziyordu.
Hemen yakalayacaktım, fakat kendi kendime: -Hepsini
odaya saklayalım!- dedim. Merdivenleri çıkarken bacaklarına
dikkat ettim. İnce, gergin ve ahenktardılar. Eski ve siyah çorabın
altından bile pembe ve tatlı bir deri görünüyor gibiydi. Sakin
olmak için bir elimle merdiven tırabzanlarına sarıldım,
öbürüyle de boyunbağımı sımsıkı yakaladım. Niçin, mesela ceketimin
kenarını değil de, boyunbağımı yakaladım, bilmiyorum.

Oda kapısını anahtarla açmaya uğraşırken içimde sevince
benzeyen bir şey, sabırsızlık ve hırs vardı. Ellerim titriyordu. Ve
bu küçük an, bana bütün geldiğimiz yoldan uzun görünüyordu.
Fakat içeriye girince hiç beklemediğim, çok tuhaf birtakım
vakalar cereyan etti. Hatta o akşamdan sonra uzun müddet
kendimi toplayamadım, acayip bir hava içinde yaşadım, bütün
bunlar sırasıyla aşağıdaki şekilde oldu:

Odadan içeri girip kapıyı kapayınca, hiçbir şey söylemeden,
hatta yüz yüze bile bakışmadan, derhal kendisini yakaladım;
yarı kucağımda ve yarı sürükleyerek duvar kenarındaki
kanapeye götürdüm. Kız bir kere, -Ah!..- dedi ve galiba başka
şeyler de söyledi. Fakat ben, aldırış etmedim. Gözlerim sımsıkı
kapalı, onu rastgele öpmeye başladım. Dudaklarımın altında
sıcak ve ince bir deri duyuyordum. Sonra kollarını yakalayarak
yüzünü, çenesini ve dudaklarını öpmek istedim. O, dudaklarını
içeriye doğru sıkmıştı; çırpınıyor, tokatlıyor, kapalı ağzından
kesik iniltiler çıkarıyordu: Ateş gibi yanan yanaklarına ağzımı
götürdüğüm zaman ılık bir yaşlık hissettim, gözlerimi açtım ve
onun ağladığını gördüm. Şaşkın, kararsız, doğrulmuştum. Anlamayarak
bakıyordum. O da doğrulmuş, kanapenin köşesine
büzülmüş, yüzü, ellerinin, titrediği uzaktan bile fark edilen küçük
ellerinin içinde, omuzları şiddetle sarsılarak ağlıyordu. Bir
müddet öyle durdum. İhtimal birkaç dakika geçti, birdenbire
büyük bir hiddetin kafama doğru çıktığını fark ettim. Orta yerdeki
masanın üstüne sıçrayarak oturdum. Ellerimle iki yanımı
yakaladım. Biraz da böyle bekledikten sonra bağırmaya başladım:

-Bu da ne? Yeni moda mı bunlar? Bana bak! Sahiden anlamıyorum
ne demek istiyorsun?.. Sen buraya neden geldin kızım?
Başka şey mi bekliyordun? Yoksa böyle birdenbire başlayışım
namusuna mı dokundu? Yanına oturmalı, evvela elini yakalamalı,
bakışıp gülüşmeli, yarım saat cilveleşmeliydi, değil
mi? Yook yavrum, ben iş güç sahibi adamım, şu kitapları görüyor
musun, okuyacak adam bekliyorlar. Ben her zaman en kısa
yoldan giderim... İşte bu kadar...-

Biraz durdum, aklıma bir şey gelmişti. Parmağımı şaklattım
ve devam ettim:

-Yoksa bunlar hep komedi mi?.. Öyle ya, hep komedi...
Söyle, ne yapmak istiyorsun bir komediyle? Ahha, şimdi anlıyorum.
Bari bu usulü çok tatbik ettin mi? Sen karın yolunu tutmuşsun
be kızım!.. Bu dünyada merhamet ehli çoktur, seni herhalde
istediğinden ziyade, memnun ederler. Fakat bu iyi usul...
Sizin gibi kadınların namuslu rolüne çıkması, bu gayet iyi
usul... Sukut etmiş (düşmüş) masume... Allah Allah... Altı yüz sahifelik
roman... Beybaban miralaydı... Komşunun oğlu... Söylesene?..
Yoksa başka türlü mü? Baba şehit, anne aç... Kardeşler var...
Hem de mektebe gidiyorlar. Derhal kendini feda ediyorsun, değil
mi? Ne müthiş şey be! Söylesene, senin hikayen hangisi?
Belki de sen adamına göre başka şeyler anlatıyorsun. Bu da senin
zekanı gösterir. O kadar güç bir şey de olmasa gerek, sen
kitap okur musun? Ha? Öyleyse hiç korkma... Bir kişiye üç
dört hikayeyi birleştirip anlatsan sermayen gene tükenmez...
Bizim memleketin büyük muharrirleri her gün yenisini yazıyorlar.
Fakat ne yaman usul be... Bunu hepiniz yapıyor musunuz
şimdi? Vay haline cümlemizin... Biraz gözyaşı, biraz çarpıntı,
dinleyeni de söyleyen gibi ağlatan feci bir hikaye: Ah, hayat,
hayat, lanet sana!.. Sonra da burun kanamadan, üç dört kişiden
alamayacağın bir para... İhtimal daha fazla verenler de
vardır. Artık o sizin ustalığınıza, adamın hassaslığına bağlı. Ve
sonra kalpsiz herifin biri çıkıp da muhakkak ısrar ederse kaybedilen
bir şey yok ya... Biz alışkınız değil mi?-

Masadan indim. Karşısına geçip ellerim pantolonun cebinde
biraz durdum. İnsafsız ve hain, devam ettim:

-Fakat iki gözümün bebeği, bu sefer yanlış kapı çaldın. Sen
bu usulü daha ziyade kırkını geçmiş memurlarla, lise talebesine
tatbik edecektin. Onların yürekleri daha yufkadır. Bana vız
gelir... Şu kitapları görüyor musun? Yarısından çoğu hep seninkine
benzeyen masallarla dolu. Ve senden yüz kat akıllı ve
usta adamlar anlattıkları halde, gene beni kandıramıyorlar. Görüyorsun
ya, söktüremedin. A canım, ben de vakit bıraktım mı
ya? Kapıdan girer girmez... Hah hah hah...-

Gülüyordum. Ellerini yüzünden çekti. Yaşlar gözlerinin kenarındaki
siyahlığı, hatta bütün yüzünü yıkamışlardı. Dudaklarının
kenarında o, sokakta iken gördüğüm; pişkin çizgiler yoktu.
Bu, on beş yaşında, hatta daha küçük bir kız çehresiydi. Şikayet
dolu bir sesle, dudakları titreyerek sordu:

-Niçin bana böyle şeyler söylüyorsunuz?.. Niçin siz...-

Bu çocuk sesi, bu kalınlaşmamış, bu yalvaran çocuk sesi...

Yanına yaklaştım. Yüzüne dikkatle baktım:

-Yoksa... yoksa sen sahiden mi ağladın?-

Odanın bir başından bir başına iki üç kere gidip geldim.

Pencerenin yanında durdum. Karanlık caddeye uzun uzun
baktım. Kafamın içi bomboştu. Topuğumun üzerinde hızla geriye
döndüm. O, tekrar ellerini yüzüne kapamış, ağlıyordu. Birkaç
kere daha gidip geldim. Ara sıra durup ellerimle havada
işaretler yapıyor ve onun sarsılan başına bakıyordum. (Siyah
tül düşmüştü, biraz uzunca olan sarı saçları omuzlarına dökülüyordu.)
Ya... hımm... ya... diye karmakarışık ve manasız heceler
mırıldanıyor, meseleyi kavramaya çalışıyordum. Fakat galiba
bundan biraz korkuyordum da... İçimde utanmaya benzer
ağır bir şey vardı ve bu sonra nedamete benzer bir şey oldu. Bu
çocuğu fena yaralamıştım. Gözlerime bir yaşın çıkmak istediğini
hissettim ve alt dudağımı ısırarak bunları geri gönderdim.
-Peki ama, a çocuğum- dedim, -niçin hemen söylemedin?
Niçin sahiden ağladığını hemen söylemedin? Vakit bıraktım mı
desene.. . Dinleyecek halde miydim? Ahhh...-

Yanına gittim, bir elimle çenesini tutarak başını yukarıya
kaldırdım. Hiç mukavemet etmeden gözlerimin içine baktı.

-Ne kadar çok ağlamışsın sen- dedim, -ne kadar çok.- Yanına
oturdum. Elimi omuzuna koydum. Her şeyi tamir etmek
istiyor, fakat rabıtasız birçok laflar söylemekten başka bir şey
yapamıyordum.

-Artık sus ama... Susacaksın değil mi? Vah yavrum, vah
benim çocuğum... Seni ne kadar korkuttum kim bilir? Sen envai
türlü adamların keyiflerine uymuş, türlü sarhoşların türlü kepazeliklerini
görmüşsündür. Bu hayatta hepsi olur; buna rağmen,
bu hiç beklenilmedik vaziyet senin hala çocuk olan kalbini
kim bilir nasıl ürküttü? Her şeyi unutarak minimini bir kızcağız
gibi ağlamaya başladın. Vah sana... Ben ne hayvandım
yarabbi... Ama artık sus... Hala kızıyor musun? Benden çok nefret
ediyorsun, değil mi? Belki de hiç kızmadın da yalnız şaşırdın...
Baksana bana... Aman yarabbi, ne güzel gözlerin var senin...
Mavi değil mi onlar? Fakat bebekleri odanın alacakaranlığında
o kadar büyüyorlar ki, uzaktan siyah gibi görünüyorlar.
Ben hiç böyle göz görmemiştim: Gündüzün açık mavi, geceleri
siyah... Hala omuzların titriyor, korkuyorsun! Sen bir yabani
ördek kadar ürkeksin... Ve o kadar da güzel... Nasıl oldu da
sen bu yollara düştün be kızım?-

Parmaklarımı saçlarında gezdiriyordum, sonra minimini
ellerini avucuma aldım:

-Bak şu ellere... Küçük bir sultanın elleri gibi... Bunlar hiç
de kahır çekmişe benzemiyor. Sen daha pek yeni yuvarlandın
galiba kızım?.. O sokaktaki halin de ufak bir sarsıntıyla hemen
kayboluverdi... Sen kendine dönmek için bir işarete bakıyormuşsun.
Daha bu kadar acemisisin bu işlerin. Başını omuzuma
dayıyorsun... Artık barıştık değil mi? Benden artık nefret etmiyorsun,
korkmuyorsun... Zaten sen kimseye kızamazsın ki...
Daha o kadar çocuksun. Fakat söylesene kızım, nasıl oldu bu?
Nasıl oluyor da sen... Bu kadar ince, bu kadar temiz... Anlatsana
bana hepsini!.. Koy başını göğsüme, böylece, ellerin avuçlarımın
içinde bana anlat. İstersen ağlaya ağlaya anlat... Yahut
dur, niçin anlatacaksın? Sen söylemeden de ben bilmiyor muyum
sanki? Ben seni böyle de anlamıyor muyum? Hem belki
daha iyi anlıyorum. Hiçbir şey söyleme, söyleyeceklerini baştan
aşağı biliyorum. Seninki de bütün diğerleri gibi değil mi? Bütün
diğer hikayeler gibi... Hiç farkı yok... Ve işte bunun için
güzel, bunun için büyük... Kendisine benzeyen binlerce hikayeden
hiç farkı olmadığı için büyük... Zaten bu hikayeler, bu
birbirine çok benzeyen hikayeler en asil olanlarıdır.-

Başını göğsüme yatırmıştı. İki eli minimini bir yumak gibi
avucumun içinde duruyordu. Ve ben, öne doğru eğilmiş, yüzüm
onun sarı saçlarına karışmış, kulağına yavaş sesle birçok
şeyler söylüyordum: Başı ve sonu olmayan ve neye dair olduğunu
kendimin de bilmediğim karmakarışık sözler. O, ara sıra
başını büsbütün göğsüme bastırıyor, bana doğru sokuluyordu.
Ben de avucumun içindeki yumruklarını sıkıyor, elimi saçlarında
usulca gezdiriyordum. Ve ikimiz de esrarlı bir musikiye
uyuyormuşuz gibi ağır ağır sallanıyorduk...

-Bu oda karanlık- diyordum, -bu oda yalnız bugün değil,
her zaman böyle karanlık... Burada kitaplarımla ben yaşarız ve
bize aydınlık getirecek kimsemiz yok... Ben burada yalnızlığı
bardak bardak içiyorum. Ve ihtiyar kanepelerle konuşmak istediğim
zaman, onlar artık bana anlatacak yeni bir şey bulamıyorlar...
Sen bu odaya hiç görülmemiş bir şey gibi geldin... Bu
sarı duvarlar, bu yıllanmış eşya seni bir daha unutamazlar. Bana
her gün senden bahsedeceklerdir. Onlar da benimle beraber
seni arayacaklar, buraya her girişimde sorucu gözlerle bakarak:
'Nerede o?..' diyeceklerdir. Tahmin etmiyorum ki senin bulunduğun
yerler buradan daha aydınlık olsun. Buraya gelmek,
tekrar başını göğsüme koymak, ellerini böyle yumruk yaparak
avucuma vermek istediğin anlar olacaktır. O zaman hiç düşünmeden
gel; beni kitaplarımın temiz arkadaşlığından ayıracağından
korkma... Ve bu eve girerken içinden hiçbir tereddüt geçmesin:
bu odanın eşiğine bilmem şimdiye kadar senden daha
temiz biri ayak bastı mı?- Sonra elimi yanağında gezdirerek
sordum: -Geleceksin, değil mi?-

-Ya... Geleceğim!- dedi. Başını bana doğru çevirdi. Ağlamaktan
kızaran gözleri gülümsüyordu. Onu tekrar göğsüme bastım.

-Ben artık gideyim!- dedi. Doğruldu. Yanıma oturdu; üstünü
başını düzeltmeye başladı, ara sıra yüzüme bakıp tekrar gülümsüyordu.

Hazırlanıp ayağa kalktı, sordum:

-Niçin bu kadar erken?-

Çok hafif bir sesle cevap verdi:

-Caddeler büsbütün tenhalaşmadan...-

Sustum. Gözleri mahzunlaşmış, dudaklarındaki gülümseme
silinivermişti. Kadife yakalı siyah mantosunu giydirdim.
Başını hafifçe sağa bükerek:

-Allahaısmarladık...- dedi ve ellerini uzattı. Onları alarak
dudaklarıma götürdüm. İçimde müthiş bir ağlamak ihtiyacı
vardı, kendimi tuttum.

Ellerini çekti ve ayaklarını sürüyerek ağır ağır kapıya kadar
gitti. Orada bir an durdu. Arkasına dönerek yüzüme baktı.
Ve birdenbire bana doğru koştu. Kollarını boynuma attı; yüzümü
tekrar tekrar ve kısa aralıklarla delice öpmeye başladı. Dudakları
ateş gibiydi ve vücudu titriyordu. Kendimi toplayıp
onu tutmaya vakit kalmadan sıyrıldı, gözyaşlarını silmeye çalışarak
kapıya koştu. Bir saniye sonra merdivenlerde kayboldu.

Bulunduğum yerden kımıldayamıyordum. Tahta merdivenleri
koşarak inen ayak sesleri çabucak uzaklaştılar, işitilmez
oldular. Ben daha uzun müddet, belki yarım saat, belki daha
fazla, aynı vaziyette kaldım ve dinledim. Kanepeye gidip oturarak
masanın üstünden bir kitap aldım.

1930

...

Bir Gemici Hikayesi

Şap Denizi'nde dolaşan gemilerin ateşçilerine kazanların
önü güverteden daha serin gelir.

İşte bunun için başaltındaki kamaradan çıkarak ocak vardiyasına
giden genç bir ateşçi, gözlerini kapayıp öne doğru eğilerek
koşuyor, gemiyi yalayıp duran sıcak rüzgardan kaçmak istiyordu.
Fakat fırtınanın önündeki gemi cezbeli bir derviş gibi
kendini dört tarafa çarpıyor ve makine dairesine doğru koşmaya
çalışan genç ateşçi düşmemek için bazan küpeşteye, bazan
kaptan kamarasının açık duran kapısına sarılıyordu. Biraz sonra
ufak kapıya yetişti. Daracık demir merdivenleri koşarak indi.

Bu genç ateşçi daha on dokuz yaşındaydı. Tercümei hali (biyografisi)
gayet kısadır: Babası yüzbaşıydı. Tekaüt olunca oğlunu okutamadı.
Zaten çocuğun dilindeki kekemelik, okumasına engeldi.
Onun için mektebi dördüncü sınıfta bıraktı. On dört yaşından
on sekiz yaşına kadar yalnız boş gezdi. Babasının evinde yiyip
içerek ve sokakta kavga ederek geçen bu günler, babası kalp
sektesinden ölünceye kadar devam etti. Oğlunun haylazlıklarının,
oldukça gün görmüş olan babanın ölümünde fazlaca tesiri
olduğu da söylenebilir. Yalnız bu ölümden sonra sert bir -ekmek
kazanmak- devresi başladı. Babasından kalan maaş, anasıyla
küçük kız kardeşine bile yetmiyordu. İhtimal, deniz kenarı
bir şehirde olmaları, gemilere girmesine sebep oldu. Bun-
da katiyen bir tercih falan yoktu. Aynı ihtimalle şoför ve bakkal
çırağı da olabilirdi. Fakat şimdi bir senelik deniz hayatı
onu başka şey olmak istemekten vazgeçirmişti. Eski serseriliği
de kalmamıştı. Uzun seyahatlerin ve karanlık bir istikbalin
verdiği tabii bir filozofluk, haddinden fazla çalışmanın verdiği
lakayt bir dürüstlük ve ahlaklılık, onun hayatını idare ediyordu.
Düşündüğü için değil, vakti olmadığı için fenalık yapmıyordu.

Dili onu biraz da münzevi yapmıştı. İnsanlara pek güç meram
anlatıyordu; yarım saat uğraşarak bir kelime çıkarabiliyor,
etrafındakileri güldürmese bile sıkıyor, daha fazla da kendisi
sıkılıyordu. Deniz ona oldukça mükemmel bir arkadaştı. Başaltındaki
kirli yatağında, geminin burnuna çarpan dalgaların
uğultusunu dinler, onları uykusunda bile duyardı. Zaten sıkmadan
uzun uzun anlatmasını bilen yegane geveze, denizdir.
Ömürlerinin dörtte üçünü denizde geçiren ihtiyarların arasında
bile, suların sesini sıkıcı, yeknesak bulan, bu sesten bıkan birine
tesadüf edilmemiştir.

Diğer bütün tayfalar gibi kaçakçılık yapar, Rusya'ya ruble,
Mısır'a esrar götürerek kazandığı paraların birazını anasına
gönderir, üst tarafını İskenderiye'de Habeş, İstanbul'da Rum,
Sivastopol'da Rus kadınlarına yedirirdi. İçki içmediği ve geveze
olmadığı için, kadınların ona hususi bir teveccühleri vardı.
İri vücudu, kuvvetli kolları, siyah, güzel yüzü arkadaşlarını da
kendisine bağlamıştı. Ve, hiçbirisi okumak yazmak bilmeyen
bu adamların arasında, dört senelik tahsil ve yatağının başucundaki
birkaç kitap, ona başka bir mevki veriyordu.

Bu gemiye gireli daha bir ay olmamıştı. Hangi şeytan onu
bu Allah belasını veresice tekneye sokmuştu yarabbi? Gemi değil,
bir cehennemdi bu... Altmış sene evvel İtalya'da yapılmış,
kocaman, dört direkli, yelkenli ve tek kazanlı bir vapurdu. Bir
Ermeni'den daha çok tebaa değiştirmiş, Yunan veliahdına yatlık,
Danimarka hükümetine mektep gemiliği, bir Rus tüccarına
posta vapurluğu yapmıştı. Ve şimdiki sahibi İstanbullu bir Yahudi,
bu hurdayı Aden ile İstanbul arasında şilep olarak işletiyordu.

Yelkenler artık kullanılmaz bir haldeydi, direklerden bile
korkulurdu. Ve tek kazan, bu timsah ölüsüne benzeyen yığıntıyı
yürütebilmek için, patlayacak derecelere geliyordu. Yalnız
bu kadar da değildi: İş ağır, yemekler fena, kaptan sarhoş ve
edepsizdi. Sabahtan akşama kadar içer ve söverdi. İsmi Fıçı
Kaptan'dı. Bu isim kendisine şöyle verilmiş:

Bu adam vaktiyle gene böyle hem buharlı, hem yelkenli bir
gemide süvariyken, kamarasında fitilli bir barut fıçısı dururmuş.
Tayfanın yarı aylıklarını iç ettiği, yahut başka bir münasebetsizlik
yaptığı zaman, millet ayaklanır, herifi denize atmak isterlermiş.
O zaman kaptan, dudağından hiç düşmeyen sigara
ile fıçıya yaklaşır: -Eğer yanıma sokulursanız, hep beraber uçarız!-
der, tabii tayfa da sokulamaz, dağılırmış, sonra açıkgöz bir
miço, geceleyin herifi gözetleyerek; fıçının arka tarafındaki
musluktan bardak bardak şarap doldurup içtiğini görmüş ve iş
meydana çıkmış. Kendisine o zamandan beri Fıçı Kaptan diyorlarmış...
Mal sahiplerine yaranacağım diye, bütün tayfanın
canını çıkarıyordu. Elinden gelse yemek bile vermeyerek kumanyayı
olduğu gibi geri getirecekti. Zaten verdiği yemek de
sade suya bakladan ibaretti. Öğle ve akşam bakla.

İşte bizim on dokuz yaşındaki genç ateşçimizin sıcak rüzgardan
boğulmamak için eğilerek koştuğu ve bu sırada düşmemek
için küpeşteye ve ambar kapağındaki kahve çuvallarına
sarıldığı gün, bu sade suya bakla bütün tayfanın canına tak demişti
ve herkes ilk iskelede vapuru bırakıp kaçmayı düşünüyordu.

Genç ateşçi, söylediğimiz gibi, demir merdivenleri koşarak
indi. İşine başladı. Vardiyayı kendisine teslim eden arkadaşı
dev gibi bir adamdı, yumrukları hemen hemen bir çocuk kafasından
büyüktü. Yeni gelene sordu:

-Ne yediniz?-

-Bakla!-

İri adam müthiş bir küfür savurdu. Vapura girdi gireli bir
kere bile karnı doymamıştı. Söylenerek ve tehditler savurarak
yukarı çıktı.

Genç ateşçi süngüyü alarak ocağı karıştırmaya başladı. Kapak
açılır açılmaz insanın yüzüne rüzgara benzeyen bir ateş
çarpıyor, deri kavrulur gibi oluyordu. Ocağın içi hayret edilecek
kadar beyazdı. İnsan bunu adeta eritilmiş bir maden zannedecekti.
Ve bir tenceredeki kaynar su gibi fıkırdıyor, aynen
onun gibi buhara benzeyen beyaz dumanlar saçıyordu.

Genç ateşçi beş dakikada bir sırsıklam olan beyaz gömleğini
çıkarıyor, sıkıyor, vücudunu kuruluyor, tekrar sıkıyor ve
sonra giyiyordu. Islak saçları kıvrılmış ve kordon kordon terli
alnına düşmüştü. Kabarık ve kırmızı pazılarından birbiri arkasına
beyaz damlalar yuvarlanıyordu. Ateşin keskin parlattığı,
cilalandırdığı bu ıslak vücut insanda diz çökmek ve gözleri kapamak
isteğini uyandırıyordu.

Genç ateşçi, ara sıra süngüsüne dayanıyor, bir an için kapadığı
siyah kapağa gözlerini dikerek düşünüyordu:

Üç dört sene sonra ne yapacaktı? Bu öyle bir işti ki, en sağlam
adamı birkaç senede tamamlardı. Ondan sonra makine
yağcılığına, vinççiliğe, hatta hamallığa geçmek, yarı sakat ve
çürük bir vücudu birkaç gün daha yaşatabilmek için uğraşmak
icap edecekti. Ve daha sonra? Allah bilir...

Alt dudağının sol tarafını dişlerinin arasına alarak başıyla
kısa bir hareket yaptı. Bir şey düşünmek istemediği zaman böyle
yapardı. Ve bu sefer bunları düşünmek istemiyordu. Sonra
düşünmek istemediği için birdenbire kendi kendine kızdı. Gerçi,
bu ona bir yaranın üstünde parmakla oynuyormuş gibi bir
ıstırap veriyordu, fakat mademki elinde olan bir tek imkan
buydu; kendisinden her şeyi almışlar, bir bunu alamamışlardı,
artık bundan da istifade edemezse ayıptı.

Peki, kendisinden her şeyi niçin almışlardı? Birçok yerlerde
birçok adamların konuşmalarına kulak vermiş, onlardan daha
az akıllı olmadığına kanaat getirmişti. Kuvveti de yerindeydi;
şu halde sırf bir tesadüf onu böyle, ötekileri öyle yapmıştı ha?
O zaman birdenbire farkına vardı ki, kendisini ve arkadaşlarını,
hatta bütün kendisine benzeyenleri bir hareketten, bir kabarıştan
meneden bu -tesadüfe inanma-dır. Çünkü öyle anlar olur
ki, insan, çok cüretli denebilecek şeylere bile kalkar, hiç akranı
olmayanlara bile hücum eder; fakat hücum edeceği şeyin yalnız
bir fikir, görünmez bir kuvvet, bir -tesadüf- olması, onu yerinde
oturmaya mecbur eder... Halbuki, mademki eninde sonunda
hep birdi ve hiçbir zaman şimdi olduklarından daha fena
olmaları mümkün değildi, niçin -tesadüf-e de hücum etmekten
çekinmeliydi?

Evet, hep tesadüf... Onun sırtına giyeceği yoktu ve mal sahibi
seksen kat üst üste giyebilirdi. Bu tesadüftü... Fakat, eğer
mal sahibi bunlara ayda yirmişer lira fazla verse, -bunu yapmak
onu hiç de sarsmazdı- o zaman bunların da birer kat, ikişer
kat elbiseleri, çamaşırları olur ve -tesadüf- böyle olmazdı...

Tesadüfün bu kadar kolay değişebileceği hiç de aklına gelmemişti.

Birdenbire karnında bir gurultu başladı. Biraz evvel yediği
yemek boğazına kadar çıktı ve orayı ateş gibi yakarak tekrar
geri döndü. Ne berbat yağdı bu be!..

Genç ateşçinin başı dönmeye başladı. Hem kazan başına
vuruyor, hem de midesi bulantı yapıyordu.

Biraz evvel buraya doğru koşarken kaptanın açık kapısından
dışarı vuran et kokusu burnuna geldi. Ve dimağı bir anda
şu konuşmayı yaptı:

-O neden et yiyor, o sarhoş?-

-Çünkü o, kaptan!-

-Fakat o, bir öküzden daha budaladır!-

-Fakat o, senden çok okumuştur!-

-Beni de okutsalar ben de okurdum...-

-Ne yapalım, senin baban çabuk öldü, senin diline baktırılmadı
ve sen okuyamadın... Tesadüfün cilvesi bu!..-

Genç ateşçi birdenbire küreği ve süngüyü fırlattı, demir
merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladı.

Başaltı kamarasında uyuklayan, türkü söyleyen tayfalar,
vardiyasını bırakıp gelen ateşçiyi görünce bir kaza falan oldu
sanarak korktular; fakat o bağırdı:

-Hadi be, ne duruyorsunuz, kaptana gidip et isteyeceğiz.
Vermezse zorla alacağız... Kuru baklayla ateş yakamayız biz!..-

O zamana kadar böyle bir şey yapmayı hiçbirisi aklına bile
getirmemişti. Fakat sanki her zaman ve her vapurda yaptıkları
bir şeymiş gibi bu sözler onlara gayet tabii geidi. Cıgaralarını
atıp ökçeleriyle söndürerek arkasından yürüdüler. İriyarı ateşçi
hala homurdanıyordu. Birtakımı da ellerine silah falan almışlardı.
Lostromo ile ahçının, kaptanın adamı olduğunu düşünerek
ihtiyatlı hareket ediyorlardı.

Gemi müthiş sallanıyordu; o yakıcı rüzgar tayfanın derilerini
pul pul ediyordu. Maamafih, iş korktukları kadar uzun ve
güç olmadı. Kaptan zaten telaşla odasından fırlamış, bunlara
doğru geliyordu. Aşağıda kimse olmadığı için, istim düşmüş,
vapur yavaşlamış ve gittikçe dönmeye, fırtınaya yanını vermeye
başlamıştı. Vaziyet tehlikeliydi. Kaptan ahçıya kilerdeki yarım
koyunun derhal bunlara verilmesini söyledi. Tabanca elinde,
kaptanı müdafaaya hazırlanan lostromo, onu söylenerek cebine
koydu; fakat isyan eden tayfanın lombar direğine çekildiği
eski günleri düşünerek içini çekti.

Yarım koyun bir işe yaramadı: Acele ile yaptıkları pirzolayı
sıcaktan yiyemediler ve denize attılar.

Ve kaptan, genç ateşçiyi hemen Port-Sait'te, diğerlerini İstanbul'da
vapurdan attı.

Fakat bunlar: -Kuru baklayla ateş yakamayız!- demesini
ve kaptanın yarım koyununu almasını öğrenmiştiler...

1930

(Resimli Ay, s. 8, Ekim 1930)

...

Bir Orman Hikayesi

-Orman bizim her şeyimizdir delikanlı, anamız, babamız,
evimiz...- diye, yanımda oturan ihtiyar anlatmaya başladı.
Alacakaranlık gittikçe artıyordu. Güneş, aşağılarda uzanan
ovadan tamamen çekilmişti. Yalnız arkamızdaki büyük ormanda,
ağaçların üstüne atılmış kırmızı bir çuha gibi rüzgarla hafif
hafif kıpırdıyordu. Biraz sonra büsbütün kayboldu. Ve o anda
her şey değişiverdi. Şimdiye kadar yaşayan, kımıldayan, ses çıkaran
ova artık ölüydü ve beyaz, ince bir sisle örtülmeye başlamıştı.
Buna karşılık orman canlanıyordu. Sabahtan beri ancak
mırıltıları duyulabilen ağaçlar konuşuyorlar, bağırıyorlar, sallanıyor
ve ellerini birbirine uzatıyorlardı. Yalnız ağaçlar değil,
yerdeki otlar, kuru yapraklar, çalılar, ağaçların gövdesine sarılan
sarmaşık soyundan nebatlar, hatta kahverengi mantarlarla
koyu yeşil yosunlar bile canlanmıştı. Gürültülü bir kımıldama,
bir ses kargaşalığı ormanın kenarlarından dışarı dökülüyordu.
Arkamızda büyük bir şehir gerinerek uyanıyor zannediyordum.
Birden bir işaret almışlar gibi bu ahenge hayvanlar da karışıverdiler.
Kuş haykırışları, ulumalar, acele koşan ayakların
altında kırılan dalların sesi birbirini kovalıyordu. Ara sıra ovaya
kadar uzanarak oradaki mutlak sessizliği bile yırtan acı ve
keskin bir feryat, arkasından bir boğuşma gürültüsü ve uzun
hırıltılar, bu karanlıkla beraber canlanan şehre korkunç bir mahiyet
veriyordu.

Biraz ileride ön ayağıyla hırçın hırçın eşelenen atım kişnedi
ve başını bana doğru çevirerek inler gibi sesler çıkardı. Sonra,
tekrar otlamaya başladı.

Yanımdaki ihtiyar, dirseklerini dizlerine dayamış oturuyor
ve sigara içiyordu. Buruşuk dudaklarının bir kenarından aşağı
doğru sallanan bu küçük ateş, sakallarına tuhaf bir kırmızılık
veriyordu. Sıkarak ufalttığı gözlerini ayaklarının ucuna, yahut
yüzüme dikerek kırpıştırıyordu.

-Her şeyimiz, delikanlı, varımız yoğumuz ormandır bizim...-
diye devam etti. -Ormanı evimizden iyi tanırız, her
ağaç bizim kahrımızı anamızdan çok çekmiştir. Köyümüz bir
ormanın ortasındaydı, etrafını ağaçlar bir duvar gibi sarmıştı.
Biz onun dışında da dünya olduğunu bilmezdik bile. Çocukken
değneklerden yaptığımız kağnılara kuru yaprak doldurur,
arabacılık oynardık. Daha sonraları babalarımıza yardım etmeye
özenir, kaybolan deve torumlarını aramak için en sık yerlere
dalardık. Orada kaybolmamız mümkün değildi. Hiç bilmediğimiz
yerlerde bile sıkıntı çekmeden yolumuzu bulurduk. Kırık
dallar, devrilmiş kütükler bize yol gösterirdi. Hem insan kendi
evinde kaybolur mu? Büyüdükçe ormanın, bizim için daha başka
şeyler olduğunu da anladık: Sırtımızı o giydiriyor, karnımızı
o doyuruyor, evimizin kerestesini o veriyordu. Ormansız yaşamak!..
Bunu aklımıza getirmiyorduk bile...-

İhtiyar, kolumu tuttu. Elleri titriyordu. Kendisine bir şey
olmuş gibiydi. Küçük, dermansız gözleri yaş doluydu. Buruşuk
yüzünde birçok çizgiler daha belirmişti. Bir şey söylemek istiyor,
fakat tıkanır gibi oluyordu. Yüzünden, ağzının kenarlarından,
gözlerinden, hatta vücudunun her sarsıntısından dökülen
bir acı beni sarıyor, kucaklıyordu. Nihayet, boğazını tıkayan bir
şey varmış da onu fırlatmaya muvaffak olmuş gibi birdenbire
ve bir haykırışa benzeyen bir sesle:

-Delikanlı, bizim elimizden ormanımızı aldılar, bizi ormansız
bıraktılar... Bizi bir tek ağaçsız bıraktılar!..- diye bağırdı.

Sonra elini başına götürdü. Kasketini geri iterek seyrek beyaz
saçlarını yakaladı. Böylece bir müddet kaldı. Ben onun içerisindeki
vukuatı takip ediyor ve kurulması biten bir duvar saatinin
rakkası gibi nasıl yavaş yavaş sükunete geldiğini görüyordum.

Dudaklarını yakmaya başlayan cıgarayı attı. Sakalından
külleri silkti ve yüzüme bakmadan, oldukça sakin bir sesle,
şöyle anlattı:

-Babalarımız dedelerimizden, biz de babalarımızdan ne
gördükse onu yapıyor, tıpkı onlar gibi yaşıyorduk. Bundan
memnunduk. Zaten yeryüzünde başka bir şeyin de olabileceğini
bilmiyorduk ki memnun olmayalım. Bütün vazifemiz, bize
verilen emanetleri oğullarımıza vermek, onlara da böyle yapmalarını
söylemek zannediyorduk. Dışarıdan gelecek bir elin
bunların hepsini altüst edeceğini düşünmüyorduk bile...

Bir gün hükümetin bir şirkete ormanın öbür başında işlemek
müsaadesi verdiğini duyunca, ihtimal bunun ne demek olduğunu
pek bilmediğimizden, hiç aldırış etmedik...

Fakat çok geçmeden ormanın öbür ucunda birbiri arkasına
devrilen ağaçları, gittikçe büyüyen meydanları görünce nasıl
bir tehlikenin yanaştığını fark eder gibi olduk; bu tehlikeyi gücümüzün
yettiği kadar kendimizden uzak tutmaya çabaladık.
Fakat ormana düşen bu yara, yavaş yavaş yayıldı, kökleşti. En
eski, en büyük ağaçlar, önünde bilmeden ürperdiğimiz, ceddimizmiş
gibi çekindiğimiz ihtiyar gövdeler birbiri arkasına devriliyor,
çıplak meydanlar gün günden artıyordu. Çocukluğumuzda
güçbela aralarından geçebildiğimiz, güneşin bile giremediği
kuytu, sıkı yerlerde şimdi kel birer meydan vardı. Üzerlerinde
yalnız ezilmiş otlar, ufak yongalar görülen bir meydan...
Sonra bu yara, işleyerek, büyüyerek bizim köyün baltalıklarına
kadar dayandı. Biz buraya yabancı bir baltanın girmemesi
için hep birden karşı koyduk. Ne para, ne tehdit bizden
ağaçlarımızı alamayacaktı. Fakat şirket öyle dalavereler, dolaplar
çevirdi ki, nihayet odunumuzu satamaz olduk. Kerestemiz
elimizde kaldı, yok pahasına gene şirkete verdik. Hatta işsizlikten
bazı gençler şirkete baltacı girecek oldular, hepimiz olmaz
dedik. Fakat nihayet ormanımızı parça parça elimizden almalarına
razı geldik.

Delikanlı, biz köylü adamlarız. Aklımız çok ilerisine ermez.
Şirket bize, bu ormanları son sistem işleteceğim, dedi. Ormancılığın
usulü budur, dedi. Siz beceremiyorsunuz, dedi. Belki
doğru söylüyordu. Fakat bu işteki geriliğimizden istifade ederek
bizi eli böğründe bırakmak revayıhak (Burada, -doğru muydu,
doğruluğa yaraşır mıydı?- anlamında.) mıydı? O bizim cahilliğimizi,
zavallılığımızı kesesini doldurmak için bahane yaptı.
Kendisiyle at yarıştıramayacağımızı biliyordu. Hiç insaf etmeden
hepimizin canına okudu.

Artık çocukluğumuzun, delikanlılığımızın geçtiği yerlerde
yüreğimiz sızlamadan dolaşamıyorduk. Gençliğimde kız kaçırdığım
zaman arkasına sığınıp dört kişiyle dövüştüğüm bir ağaç
vardı. Gövdesinde o zamandan kalma kurşun yaraları dururdu.
Onu devirirlerken uzakta durup baktım. Bir bacağımı, bir
kolumu kesiyorlarmış gibi oluyordum. Ne gelir elden delikanlı?
Gözümün yaşını silip ayaklarımı kuru otlarda sürüyerek
uzaklaştım.

Her şey, her şey bitmişti artık... Hiçbirimizin yüzünde gülmek
takati kalmamıştı... Köy bile artık eski köy değildi. Biz ihtiyarlar;
onu tanımakta güçlük çekiyorduk. Etrafını ağaçtan duvarların
çevirdiği, dünyadan uzak köy değildi bu... Şimdi kasaba
yolunun kenarında, bir kulübede, yabancı biri şirketin
amelesine yiyecek ve içecek satıyordu. Bunlar da köy sokaklarında
yıkılarak dolaşıyorlardı.

Fakat beş altı yüz ağaçlık bir parça, bir koru vardı ki, bütün
köy, ölse burasını satmamaya, kaptırmamaya karar verdi.
Artık bununla geçinmeye çalışacaktık. Çocuklar, babalarının
anlattığı eski, büyük ve esrarlı ormanı burada bulmaya çalışacaklardı.
Bu, köye eski günlerinin bir yadigarıydı. Hiçbirimiz,
ama hiçbirimiz buraya el sürdürmek istemiyorduk. Şirket de,
galiba ileri gitmekten korktuğu, bizi darıltmayı da menfaatine
uygun bulmadığı için, burayı elde etmeye pek hevesli görünmüyordu.
Fakat bunun uzun sürmeyeceğinden korkuyorduk.
Nitekim öyle oldu, onların ağaçlarına son günlerde kurt düştüğünü,
büyük ziyanlar verdiğini duymuştuk. Şirket, bunun
altından kalkmak isteyecekti. Bir sabah, bizim koruya baltacıların
girdiği haberi köyü dolaştı. Herkes evinden çıkıyor, gene
giriyor, komşuya koşuyor, sokaklarda şaşkın, acele gidip geliyordu.
Fakat bu şaşkınlık çok az sürdü. Herkesi bir ağırlık,
ümitsiz kararlar verdikleri zaman insanlara gelen bir ağırlık
kaplayıverdi. Hepimiz, bulunduğu siperde son kurşunu atacağını,
sonra orada muhakkak öleceğini bilen bir nefer gibi sakindik.
Tıpkı o nefer gibi, dudaklarımızın kenarında acı bir istihza
vardı. Sansarın ağzındaki bir pilicin, yahut kesilmek
üzere olan bir koyunun son çırpınışlarıydı bunlar, delikanlı...
Onlar da bunun faydası olmadığını belki çok iyi bilirler ama...-

İhtiyar biraz durdu. Sert bir rüzgar çıkmıştı. Ormanın bütün
dalları, bütün yaprakları ötüyor, haykırıyordu. Bu sesler
fırtınalı bir denizin gürültüsüne benziyordu; ağaçlar büyük
dalgalar gibi iniyor ve çıkıyorlardı. Ormanın üzerimize devrileceğini
zannediyordum. Zaman zaman yükselip alçalan, mütemadiyen
makamını değiştiren bu muazzam uğultu, ihtiyarın
kelimelerini büyütüyor, kıvırıyor ve kendisiyle karıştırıyordu.
Onun sözlerini, orkestra içindeki bir flütün diğer aletlerin sesinden
ayırt edilmeyen sesi gibi karışık duyuyordum. İhtiyar devam etti:

-Ta ne zamanlardan beri sesimizi çıkarmayıp içimize attığımız
şeyler, hep birden uyandı; hepsinin acısını birden duyduk.
Bu acı, gençleri, ihtiyarları, kadınları ve çocukları hep birden
bir kurt sürüsü haline koymaya kafi geldi. Elimizde baltalar,
sopalarla ormana daldık. İşçiler daha yeni başlıyorlardı. Bir tek
ağaca el sürerlerse analarını belleyeceğimizi söyledik; durdular.
Azlıktılar ve böyle bir şey beklemiyordular. Derhal eşyalarını
toplayarak ormanın kenarına çekildiler. Biz de ağaçların altına,
onlara karşı oturduk. İçimizden birini kasabaya, hükümetin bu
işlere karışan memuruna yollayıp bekledik. Bu bekleyiş akşama
kadar sürdü. Biz akşama kadar ağzımızı açıp konuşmadık. Hükümetin
memuru geç vakit, yanında şirketin bir memuruyla
beraber geldi. Bizim yanımızdan geçip gittiler, amelenin başındaki
adamla konuştular.

Sonra hükümetin memuru yanındaki iki candarmaya bizi göstererek:

-Sürün bunları ormandan dışarı!- dedi.

Şirketin memuru, ameleye:

-İşinize bakın siz!..- dedi.

O zaman köylü; kadın, erkek, bütün köylü, hiçbir işaret almadan,
hiç kavilleşmeden (sözleşmeden), sanki bir elden idare ediliyormuş
gibi, o anda yerlerinden fırladılar. Gözleri kapalı, karşılarında
duranların hepsine saldırdılar. Odunlar, balta sapları inip kalkmaya
başladı. Ormanın akşamla koyulaşan alacakaranlığında
gölge gibi cisimlerin birbirinin üstüne atıldığı görülüyordu. Kapalı
ağızlarda hapsedilen kısık ve iniltiye benzeyen seslerden
başka bir şey duymak mümkün değildi. Çok sürmeden şirketin
işçileri teker teker kayboluverdiler. Geri kalanlar da selameti
kaçmakta buldular. Fakat hükümetin göbekli memuru ancak
köye kadar koşabildi, orada köy odasına saklanarak kapıyı arkadan
sürmeledi.

Biz de, artık her şeyin bittiğini, bunu bizim yanımıza
bırakmayacaklarını pekala biliyorduk; artık yapacak bir şeyimiz
yoktu. Biz işimizi bitirmiştik. Şimdi bekleyebilirdik.

Her şey beklediğimiz gibi oldu:

Ertesi gün imdat alıp gelen candarmalar, çocuklar ve kocakarılardan
başka, kadın, erkek bütün köy halkını iplerle bağlayarak
kasabaya götürdüler ve memuru kurtardılar.

Sonra duydum ki, delikanlılarla kadınlar onun bulunduğu
odayı sabaha kadar durmadan taşlamışlar. Bir şey yapamamaktan,
bir şey yapamayacağını bilmekten doğan bir şaşkınlıkla
taşlamışlar. Tıpkı şeytan taşlar gibi... İçlerindeki hırsı böylece
söndürmeye çabalamışlar... Zavallılar.-

İhtiyar sustu. Rüzgar durmuştu. Ormandan hafif sesler
geliyordu. Ağaçların üzerinde, uzun ve atlas bir etek dolaşıyormuş
gibi fısıltılar vardı. Yapraklar, içerisinde piyano bulunan
bir odada bağrıldığı zaman piyano tellerinin çıkardığı hafif,
ince uğultuya benzeyen karışık, birbirinden ayrılmaz, acayip
mırıltılarla kımıldıyorlardı. Orman dev büyüklüğünde bir
çocuk gibi mışıl mışıl uyuyordu ve bu sesler onun nefesleriydi.

İhtiyar yeni bir sigara yakarak kalktı. Bilmediğim bir tarafa
doğru ağır ağır yürüdü. Ben de atıma binerek bu uyuyan ormanın
zifiri karanlığına doğru yavaşça süzüldüm.

1930

(Resimli Ay, s. 7, Eylül 1930)

...

Kazlar

Dudu, elinde mektupla hızlı hızlı öğretmenin evine gitti:

-Şunu okur musunuz?- dedi, -Seyit'ten geliyor!-

Köyde bekarlıktan canı çıkan öğretmen, Dudu'nun çenesinin
altından doğru görünen göğsüne yandan bir göz attı. Kadının
esmer teninde elbiselerinin hafifçe gölgelediği bir yol, öğretmeni
bir iki kere yutkundurdu. Sonra elini uzatarak: -Ver
bakalım- dedi.

Dudu'nun kocası üç sene evvel düğün yerinde birisini vurmuş,
on sene yemişti. Gerçi ölene kurşun atanlar sekiz kişiydi
ve rastlayan kurşunun kimin silahından çıktığı belli değildi, fakat
Seyit'le arkadaşı Durmuş'tan gayrısı kazadaki müstantiğe (sorgu yargıcı)
para yedirip men'i muhakeme (yargılamayı önleme) kararı almışlardı.
Vilayet ağır cezası da bu ikisine onar seneyi dayamıştı. Öğretmen mektubu
okudu:

Evvela selam edip karısının hatırı şerifini sual ettikten sonra,
kendisinin pek o kadar iyi olmadığından, koğuştaki yerinin
pisliğinden ve bitten şikayet ediyor, Dudu gelirken bir iki kaz
getirirse başgardiyanla müdüre vererek yerini değiştirteceğini,
koğuşun baş taraflarında, biti az, temizce bir yere geçeceğini
söylüyordu.

Dudu mektubu öğretmenin elinden çekip aldı. Koynuna
iyice yerleşti. Bu esnada öğretmen Dudu'nun göğsündeki gölgeli
yolu biraz daha aşağılara kadar takip etmek imkanını buldu.

Dudu okulun kenarındaki gübrelikte yuvarlanan oğlu
Hüsnü'yü elinden tutarak düşünceli düşünceli evine döndü; ne
yapacağını bilmiyordu.

Topu topu bir kazı vardı; onun da yumurtalarını bakkal İlyas
Efendi'ye bağlamıştı. Kaz her gün yumurtlarsa, geçenlerde
Hüsnü'ye içlik yapmak için aldığı bezin parasını bir ayda ödeyecekti.
Şimdi kazı şehre iletirse İlyas Efendi evinde yorgan döşek
koymaz, alır götürürdü.

Hem sonra bir kaz... Halbuki Seyit iki tane istiyordu...

Eltisinin evine gitti; bu, Seyit'in ağasının karısıydı. Kocasını
daha on beş gün kadar evvel maktulün akrabaları avda vurmuşlardı.
Dudu Seyit'e götürmek için bir kaz isteyince yeni dul bağırdı:

-Git şuradan, git! O Seyit olacak gidinin yüzünden kocamı
elimden aldılar. Damlarda sürünsün de çıkamasın inşallah...-
Ve ağlamaya başladı.

Dudu kapıdan döndü ve korkusundan başka akrabalarına
gidemedi... Gece gözünü kapayamadı. Evde dört yaşındaki oğlundan
başka kimsesi yoktu. Bu gece korkuyordu. Seyit'in düşmanları
kocasına yardım etmemesi için onu mütemadiyen tehdit
ediyorlardı. Seyit'in ağasını bile, kardeşine ara sıra yardım
ettiği için vurmuşlardı. Köyde kime gitse kovulacaktı.

Halbuki Seyit iki tane kaz istiyordu. Hem de kendisi için
değil.

Yavaşça yataktan kalktı, avluya indi. Kümesten kazı yakalayarak
ayaklarını bağladı. Kaz bağırmaya başladı. Komşu bahçedeki
çitin arkasından başka kazlar cevap verdiler.

Dudu biraz düşündü. Sonra çitin bozuk yerine doğru yürüdü.
Öteki bahçeye geçti. Birbirlerini itip kakalayarak köşeye
sinmeye çalışan kazlardan bir tanesini yakaladı.

Köpek, tanıdığı için sesini çıkarmıyordu.

Dudu, Hüsnü'yü sırtına bağladı. Kazları ayaklarından tutarak
bir eline aldı. Öteki eline de bir torba bulgur yüklendi.

Hüsnü'nün eline de ufak bir çömlekle pekmez verdi. Ara
sıra ayağı taşa çarpınca pekmezler arkasına dökülüyordu.

Gecenin serinliğinde şehre doğru yürümeye başladı.

Şehirle köyün arası yayan dokuz saatti.

..

Seyit aşağı yukarı üç aydan beri hastaydı, hapishane doktoru
hastanede yatmasına lüzum gösteriyor, birkaç gün yatıyor,
daha ağır bir hasta gelince taburcu ediliyordu.

En nihayet hiç kabul etmeyiverdiler:

Tedavisi kabul olmayacak kadar ilerlemiş olan veremleri
hastaneler kabul etmiyorlardı. Nizamnameleri (yönetmelikleri)
böyleydi.

Böyle hastaların cezalarının tecili ve tahliyeleri icap ederdi.
Fakat Seyit, hastalığının ne olduğunu bilmiyordu.

Hapishanelerin bu gibi dalaverelerini bilen açıkgöz ve pişkin
mahpusların da onunla meşgul oldukları yoktu. Çünkü çok fakirdi.

Evrakı ve raporları müddeiumumilik (savcılık) kaleminde duruyor,
takip eden olmadığı için sıra bekliyordu.

Koğuşun en fena tarafında, aptesliğin yanında yatıyordu.
Hem de yarı aç.

Hasta olduğu için çalışamıyor, kimseye hizmet edemiyor,
su falan taşıyamıyor ve bir tayınla kalıyordu.

Bu bir tayını da üç günde yiyor, kalan ikisini satarak katık
yapmak istiyordu.

Ve bütün gün, hiç kalkmadan yatardı.

Biraz ilerideki pencereden bir avuç kadar gökyüzü görünürdü:
Masmavi...

Gözlerini oraya diker, hiç konuşmadan beklerdi.

Köye mektup yazdırdıktan sonra uzun müddet yollayamadı.
Çift sürme zamanıdır, işler yarım kalır diye tereddüt ediyordu.

Daha fazla bekleyemeyeceğini anlayınca, iki bükülü mektubu
kuşağının arasından aldı. Görüşme gününde nizamiye kapısına
giden bir mahpusa:

-Şunu bizim gelip giden köylülerden birine ver!- dedi.

Ve daha sabırsızlıkla beklemeye başladı.

Mektubu götürecek olan köylünün bir sürü mahkemeleri
vardı, on gün kadar şehirde kaldı; ve Seyit hep bekledi.

Gözleri, avuç içi kadar mavi göğe dikilmiş, yattı. Yalnız akşamüzerleri,
yattığı yerde biraz kuru tayınla biraz pekmez yiyor, sonra uyumaya
çalışıyordu.

Dudu gelirse nasıl kalkıp kapıya gideceğini düşünüyor,
-sürüne sürüne bile olsa gene giderim!- diyordu.

Evlendikten bir ay sonra askere gitmiş, tezkere aldıktan
yirmi gün sonra hapsedilmişti. Ve Dudu'ya hiç doymamış gibiydi.
O da nedense hala gelmiyordu.

Artık bekleyemeyecekti galiba.

Dudu hapishaneye geldi. Kapının önü tenhaydı. Sokulduğu
zaman candarma itti ve -geri git!- diye bağırdı.

Kapıda duran gardiyan, kazları ve torbayı görünce onu çağırmak
için elini kaldırdı. Fakat tam bu sırada birkaç hapis bir
sedye çıkardıkları için o tarafa gitti.

Hapishane katibi: -Musallaya götürün, ben kaydına işaret
veririm!- diye bağırarak odasına giriyordu.

Başgardiyan da elindeki bir kağıdı gardiyanlara ve bazı
mahkumlara imzalatıyordu. Bu, ölünün bir yorganı, bir bakır
kabı ve bir çift eski kundurası kaldığına dair müzekkereydi.

Sedye kapıdan çıkarken gardiyan biraz ötede duran Dudu'ya sordu:

-Kimi istedin?-

-Opruklu Seyit'i.-

Gardiyan yüzünü buruşturdu. Eliyle, kapıdan biraz evvel
çıkan ve bir gardiyanla hafif cezalı iki mahkum tarafından musalla
camiine götürülen sedyeyi göstermek üzereyken, gözleri
tekrar kazlara ve torbaya ilişti.

Elini uzattı:

-İçerde ama, bugün görüşme günü değil. Ver onları da sen
haftaya gel!-

Torbayı, kazları, pekmez çömleğini aldı, duvarın kenarına
koydu; hala daha kapının dibinde oturan Dudu'ya:

-Haftaya gel, dedik ya... Biz bunları kendisine veririz. Hadi
bakalım, bekleme!..- diye bağırdı.

Dudu şehirde bir hafta kalabilir mi hiç?

Hüsnü'yü kolundan tutup çekerek yürümeye başladı.

Çocuk dönüp dönüp arkaya bakıyor:

-Hani ya babam?.. Nerde ya babam?.- diye vızıldanıyordu.

Dudu çocuğu hızla bir çekti:

-Ne diye bağırırsın?- dedi, -Göstermediler işte!-

Sonra biraz yumuşadı:

-Harmanda geldiğimizde görürüz!..-

Köye döndüler.

..

Köye gelir gelmez Dudu'yu candarmalar yakaladı. Kaz çaldığı
için kasabada muhakeme edildi ve üç aya mahkum oldu.
Yalnız, cezasını kaza hapishanesinde yattığı için, harman zamanına
kadar, Seyit'in ölümünden haberi olmadı.

1933

...

Bir Firar

İki candarma İdris'i aralarına almış götürüyorlardı.

İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok
dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu.

Bayram namazında İmamköy Camii'ni bastığını ve orada
namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti.

Halbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu...

Ne çare?.. Dayak bu... Her şeyi söyletir.

En aşağı yedi sene yiyecekti.

Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe
candarmaların birisi koluna yapışıyordu.

Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de sigara verdiler...

Bunlar da aslında fena adamlar değildi... Fakat ne yapsınlar,
vazife... Takibe çıkarken, -faili bulmadan gelirseniz gözüme
görünmeyin!- diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü
soyan çoktan kirişi kırmış olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak
lazımdı.

İdris de zaten kaç senedir buralarda serseri serseri dolaşıyor,
binbir türlü dalaverelere girip çıkıyordu.

Birkaç kere de sigara kağıdı ve çakmaktaşı satarken yakalanmıştı.

Asıl mühimi, köylü kendisinden şikayetçiydi. İlk zamanlarda
rahmetli babasının -babası köyün imamıydı- hatırını sayanlar
bile onun bu hallerini görünce kaybolmasını istemeye başladılar.

İdris köyde kaldıkça candarmanın ayağı kesilmeyecekti.

Bunun için candarmalar İdris'i yakalayınca, muhtarla köy
bakkalı, İdris'i vakadan bir gün evvel İmamköy tarafına giderken
gördüklerini söylediler...

Bu kadarı yeterdi. Üst tarafını candarmalar söylettiler...

İdris İmamköy Camii'ni bayram namazında nasıl soyduğunu anlattı..

Şimdi İmamköyü'ne gidiyorlardı.

İdris düşünüyordu; adamakıllı dalmıştı.

Bu dakikada aklında, ne yediği dayak ne de yiyeceği yedi
sene vardı. Onun zihnini büsbütün başka bir şey, başka bir düşünce
dolduruyordu.

Bu düşünce ona dayaktan ve hapisten daha acı geliyordu.

Fazla işlemeye alışmamış olan kafası bir çare arıyor, bulamıyor,
sıkıntısını, dışarıya fırlayan gözlerinde, yüzünün birbirine
karışan sinirlerinde gösteriyordu.

Düşündüğü şey şuydu:

İdris dayak yerken, köyü soyduğunu söylemişti. İş bu kadarla
bitmiyordu. Deliller de lazımdı. Bunun için paraları ve
gümüş saatleri nereye koyduğunu söylemek icap ediyordu.

Ne parası? Ne gümüş saati... Hatta ne soygunu?.. Fakat
söylemek lazımdı... Sopa, dipçik ve tekme dayanılır gibi değildi.
Beyni kafasından fırlayacak gibi oluyordu: Ne söylesin?

-İmamköyü'nü ben soydum!- demek kolay... Fakat paralarla
gümüş saatleri meydana çıkarmak zor...

Hem çok zor...

Değnekler, tekmeler, dipçikler kalkıp iniyordu. Bayılacak
gibi oldu. Gözleri karardı. Elini hafifçe kaldırdı:

-Diyivereceğim!- dedi.

Candarmalar bıraktılar. Yüzüne su serptiler. Bir sigara verdiler.
O zaman İdris ilk aklına gelen ismi söyledi:

-Paralar İmamköyü'nde kahveci Süleyman Ağa'da!- dedi.

Dayak kesilmişti. İdris'in de o zaman düşündüğü yalnız
buydu. Fakat İmamköyü'ne doğru yola çıkınca büsbütün başka
şeyler düşünmeye başladı. -Yandı garip Süleyman Ağa!- dedi

Süleyman Ağa, kendi köyünde olsun, İmamköyü'nde olsun,
ona hala yardım eden bir tek kişiydi. Kahvesinde yatacak
yer verir, ona nasihat falan ederdi.

Nereden aklına evvela bu zavallının ismi gelmişti?..

Şimdi candarmalar, hiçbir şeyden haberi olmayan ihtiyarı
yatıracaklar ve döveceklerdi. Gebertinceye kadar döveceklerdi.

Süleyman Ağa: -Bilmiyorum!- diyecek, binbir türlü yemin
edecek, fakat dayağı yiyecekti. Titrek sesiyle yalvaracak, anlatmak
isteyecek, kıvrım kıvrım kıvranacak, fakat dayağı yiyecekti.

Ak sakallı ihtiyarın, sakallarından yaşlar akarak ağladığını
görür gibi oldu. İhtiyarın iki kat olmuş beline tekmelerin, dipçiklerin
indiğini görür gibi oldu. Beyaz, gür kaşların altında, feri
kaçıp dışarı fırlayan iki gözün kendisine dikildiğini, -beğendin
mi ettiğini, İdris!- demek isteyerek baktığını görür gibi oldu.

Beline tekrar bir dipçik yemiş gibi inledi.

Candarmaların biri ona yandan bir göz attı... Sonra bir sigara
daha çıkarıp verdi...

İdris sigarayı göbeğinin üzerinde sallanan kelepçeli elleriyle
yakalayarak ağzına götürdü. Sıkı sıkı bir iki nefes çekti.

Beş on adım daha gittiler...

Sigara İdris'in ağzından düştü...

A-ah... Bunu yapamayacaktı...

Karşıdan İmamköy görünmüştü... Evvela bir iki uyuz
ağaç, sonra birkaç kerpiç ev... Beş on çıplak çocuk...

Yüz adım daha... Sonra köye geleceklerdi... Ve Süleyman Ağa.

İdris etrafına bir bakındı... Şosenin sağ tarafı fundalıktı.
Candarmalara baktı: Silahları ellerinde gidiyorlardı.

Bir sıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak
fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar -şırrak- diye
mekanizmaları açıp kapadılar, ondan sonra iki tok ses... Havada
kısa ve keskin bir vınlama oldu, İdris olduğu yere yıkıldı.

Candarmalar yanına koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde
kan geliyordu. Gözlerini açtı: -Süleyman Ağa'nın bir şeyden
haberi yok...- dedi: Başı yana düştü. Ağzından tekrar ve
çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak: -Benim de...- dedi.

Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu
yerde dimdik kaldı.

1933

...

Kanal

Çumra Kanalı'nın suları Beyşehir Gölü'nden çıkarken su
rengindedir; Konya Ovası'nda kan renginde...

Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz;
ben, Dedemköylü Mehmet'le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.

Konya Ovası'nın ufukları mavi değil, sarıdır, sapsarıdır...

Siz bunun, rüzgarın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu
söyleyeceksiniz; ben, Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet'in
benzinin sarılığından diyeceğim.

..

Bozkırlardan mahsul tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez
topraklar devedikeninden ve iki santimlik otlardan başka
bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan yanan
göğüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler.

İnsan ellerinin açtığı kanal, bu ovaların yalnız susuzluğunu
artırır. Bulanık ve tembel, sanki buraya geldiklerine kızıyorlarmış
gibi yüzlerini buruşturarak ağır ağır akan sular, biraz ötede
çatlaklarını -su!- diye bir karış açan toprakları doyurmak değil,
buğuları ve serinlikleriyle olsun avutmazlar. Bir zeytinyağı ırmağı
gibi koyu, sıkıntılı bir akışla sallana sallana geçip giderler.

Bu ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen köylerde insanlar
parça parça elleri, yanık derili yüzleri, kenarları çok kırışık
gözleriyle çalışarak inatçı topraktan bir lokma ekmek söküp
almaya uğraşırlar.

Dedemköy, kanalın yakınındadır. Yalnız, sular Beyşehir
Gölü'nden gelinceye kadar öyle azalır ki, değil dönüm dönüm
tarlaları, üç karışlık bir bostanı bile doyuramazlar.

Yağmur yıllarında gülen yüzler, parlayan gözler kurak senelerde
buruşur, kanalın sarı sularına dikilir, faydası olmayacağını
bildiği halde bundan medet umar; yağmur yılları da ancak
beş senede bir kendini gösterir.

..

Dedemköylü Menmet'le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular.
Aralarında yaş farkı da yoktu. Küçükken köyün harman
yerinde beraber emeklemişler; sokağın gübreli tozlarında beraber
yuvarlanmışlar; sıska inekleri, ellerinde boylarından büyük
bir değnekle, köyün kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler;
kanalda beraber kurbağa taşlamışlardı...

Biraz daha büyüyünce analarıyla beraber pazara yağ ve
yoğurt satmaya giderler, yedi saat ötedeki dağdan eşekle odun
getirirler, hatta bunları beraber satarlar ve bazan acemi ve yabancı
bir memurdan beş on kuruş fazla koparırlarsa, bir örnek
mintanlık zifir alırlardı.

Delikanlılıklarında beraber düğünlere gitmişler, avrat oynatmışlar,
kadın kaldırmışlardı. Bütün Orta Anadolu insanlarında
olduğu gibi bunlarda da lakırdı haline gelmeyen bir dostluk
vardı. Bu dostluk pek delikanlı zamanlarında, yan yana giderken
birbirlerinin elini tutup sallamak şeklinde görünürdü.
Biraz sonra topraktan ekmeği dişiyle sökenlere mahsus ciddilik
onları da ağırlaştırdı. Ev yükü üstlerine çökünce, daha az buluşur
oldular, Zağar Mehmet evlenmişti; Dedemköylü Mehmet'in
babası öldüğü için anası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan
kardeşi onun başına kalmıştı.

İki eski arkadaş bazan, akşamüzerleri caminin duvarları
dibinde yan yana çömelerek köye dönen sığırlara bakarlar, yarım
saat kadar konuşmadan dururlar, sonra birbirlerine bakıp,
yalnız ağızlarının kenarında kalan bir gülüşle sırıtarak evlerine
giderlerdi.

Nihayet, evin içindeki çalışan elleri artırmak için Dedemköylü
Mehmet'le kardeşi Mustafa aynı günde evlendiler. Yaşları
yirmiyi geçmeyen iki tane gelin kerpiç kulübenin birer köşesine
yerleştiler.

Hayat, yüzyıllardan beri devam ettiği gibi, katı topraktan
bir lokma bir şey sökmek için, sessiz bir dövüş halinde ilerlemeye
başladı.

Dostluklar, hovardalıklar, kabadayılıklar, yalnız ekmek düşünenlerde
yavaş yavaş yok olmaya başlayan bu hisler ve hareketler,
bir hatıra bile olamayacak kadar kafalarda sislendi.

..

Bir gün Zağar Mehmet, tarlasını kanaldan sularken, arkın
yavaş yavaş boşaldığını, meydana sarı bir çamur tabakası çıktığını
gördü. Başını kaldırıp evvela kanala, sonra biraz yukarıdaki
Dedemköylü Mehmet'in tarlasına baktı. Suyu orada önlediklerini
ve kendi tarlalarını suladıklarını gördü.

Altı yaşındaki oğlunu oraya yolladı. Çocuk çıplak ayaklarıyla
tezeklerin üstünden koşarak Dedemköylü Mehmet'in tarlasına
gitti ve: -Babam suyu koyuversinler diyor!- diye bağırdı.

Mehmet hiç cevap vermedi. Çocuk biraz daha bekledikten
sonra gene koşarak kendi tarlasına döndü.

O zaman iki Mehmetler, aralarında yüz elli adım mesafe
olduğu halde, birbirlerine şöyle bakıştılar.

Bu bakış birçok şeyler ve her şeyden evvel, o günden itibaren
aralarında barışması olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu.
Bu bakışta kin yoktu, çünkü aralarında kin doğuracak
bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının
gölgeleri, insanların içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı.
Hatta ihtimal biraz da teessür vardı: Yaşayabilmek, şu çatlak
tarladan bir avuç ekin çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar
dövüşmeleri lazım geldiğini bilmekten doğan bir teessür.

Çünkü birbirlerine başkaca kinleri yoktu.

Zağar Mehmet iki erkek kardeşle başa çıkamazdı. Bunun
için evvela sulh olmak istedi. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını,
suyun iki adamı kandıracak kadar çok olmadığını biliyordu.
Nitekim Dedemköylü Mehmet onun gönderdiği habere
cevap bile vermedi.

Zağar Mehmet gene bekledi. Tarlasına gitti, dibindeki çamurlar
kuruyup çatlayan su yollarına, sonra yukarı taraftaki
tarlada dolaşan Mehmet'e uzun uzun baktı ve bekledi. Gökyüzüne
baktı, bir bulut aradı ve bekledi...

Ekinler, sıska ekinler, yavaş yavaş bir karış kadar oldular.

Ondan sonra güneş bu bir karış yeşilliği kurutmak için işini
gücünü bırakıp bozkırların bu köşeciğine dökülmeye başladı.
İnce yapraklar güneşin altında, sıcaktan soluyan bir köpeğin
dili gibi titreşiyorlardı.

Bir karıştan fazla büyüyemiyorlardı... Zavallı ekinler...

Dedemköylü Mehmet'in tarlası diz boyu oldu. Zağar Meh-
met'inki hala bir karış... Ve güneş, görünmeyen bir borudan
yalnız Zağar Mehmet'in tarlasına akıyordu. Yapraklar daha bir
karışken sararıyorlardı.

Çumra'da sulama idaresi vardı, bu idarenin müdürü, muhasebecileri,
memurları vardı, fakat kanal Dedemköylü Mehmet'in
tarlasından öteye bir damla yaşlık bile geçmiyordu.

Zağar Mehmet, bir karışken sararan ekinlerle beraber karısının,
akşamlara kadar elinde çapa ile iki kat çalışan altmışlık
anasının ve altı yaşındaki oğlunun da sarardıklarını görüyor,
düşünüyor ve bekliyordu. Bozkır köylüsünün ne düşündüğünü
ve ne beklediğini kimse bilmez.

..

Bir gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp tarlaya gitti.
Kuru su yolunun içine yattı. Dedemköylü Mehmet'le kardeşi
tarlada göründükleri zaman beş el ateş etti.

Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek
kadar kolay değildir.

Zağar Mehmet koşup gelen karısına, kanalı açmasını, tarlayı
sulamasını, bundan sonra kanalın suyunu kimseye kestirmemelerini,
çünkü yukarı tarlanın artık erkeği kalmadığını söyledi.

Karısı kanalı açmaya giderken arkasından seslendi, oğlunu
zebil etmemesini, ara sıra hapishaneye beraber getirmesini, kocakarıya
da hakaret etmemelerini tembih etti.

Sonra tarlanın kenarına oturdu. Kanalı açan karısına baktı,
baktı ve uzaktan doğru gelen muhtarla candarmayı bekledi.

..

Dedemköy kanalının suları kıpkırmızıdır: Mehmet'le kardeşinin
kanları gibi. Konya Ovası'nın ufukları sapsarıdır: Zağar
Mehmet'in benzi gibi... Ve hapishanede, ağasından yıllığını almadan
gitmediği için davar çaldı diye iftiraya uğrayarak iki seneye
mahkum olan Dedemköylü bir çoban, Zağar Mehmet'in
koğuşundan uzak bir yerde, etrafına toplanan hapislere, gözlerini
kapayıp başını biraz arkaya atarak, Dedemköylülerin şarkısını söyler:

Ecel gelir kapımızı dolaşır,

Kara haberimiz köye ulaşır,

Çifte gelin kuzu gibi meleşir.

Yuma hocam, yuma, kanımız aksın,

Dostumuz ağlasın, düşmanlar baksın...

Zağar Mehmet'in bu şarkıyı dinlemeye yüreği dayanmadığı
için, kendisi uzaktan görününce hemen susar.

1934

(Varlık, s. 25, 15.07.1934)

...

Candarma Bekir

Hapishanede Çallı Halil Efe'ye hep sorardım:

-Sana ne diye yüz bir sene verdiler? Ne haltlar karıştırdın?-

-Asmadıklarına şükür, efendi!- diye cevap verir, sinsi sinsi
gülerdi. Birkaç kere, vukuatını öğrenmek için, sıkı sıkı sordum,
nihayet başından savar gibi: -Devlet benden iki başıbozuk, bir
candarma, bir mavzer, iki at soruyor- dedi.

Devletin sorduklarını o kadar çabuk sayıverdi ki, ağzım
açık yüzüne bakakaldım:

-Ne diye bunları senden soruyorlar?- dedim.

-Kayıpmışlar da, gördün mü diye soruyorlar!- dedi. Tepeden
bir gülüşle yüzüme baktı. Efendi olduğum için hapishanede
ilkönce bana pek itibar etmezlerdi. Zaman geçtikçe ısındık;
Halil Efe'yle de ahbaplığı ilerlettik, o zaman yaptığı vukuatları
kısım kısım anlattı.

Bunların her biri ayrı ayrı hikayelere mevzu olabilirler; ben
şimdilik yalnız bir candarma, bir at ve bir mavzeri niçin Halil
Efe'den sorduklarını anlatacağım.

..

-Çal'da Süleyman'ı vurduktan sonra İzmir'e kaçtığımı,
orada yakayı ele verince beni Denizli Hapishanesi'ne gönderdiklerini
sana anlatmıştım. Mahkememizi bekler dururken, günün
birinde beni hapishane müdürünün odasına çağırdılar,
'Çal Müddeiumumisi seni istedi, tahkikatı genişletecekmiş,
Çal'a gideceksin!' dediler. İzmir'den gelirken tabanlarımda açılan
yarıklar yeni iyi olmuştu, yüreğim cız dedi. Sen bilmezsin,
karakoldan karakola yayan sevk olmak ne demektir. Hele bu
yakaların candarmaları beni hep tanırlardı, dostum olan vardı,
düşmanım olan vardı. Müdüre yalvardım: 'Aman etmeyin, beni
kaza müddeiumumisine göndermeyin!' dedim. 'Emir çıktı
bir kere, gitmemenin yolu yok!' dedi. Ne yapalım, devlet kuvvetine
güç yetmez ki. Hapishanede birisini yaralayıp hakkımda
tahkikat açtırsam, iki üç ay daha kalırdım, ama asıl mahkemem
görülmemişti. Reis kötü tanırsa encamım iyi olmaz diye düşündüm.
Hemşeriler sağ olsunlar, birkaç tayın topladılar, biraz keş
peyniri, biraz da kuru soğan verdiler, hepsini çıkın yaptım,
postalları ayağıma sicimle bağladım, nizamiye kapısının altında
merkezden gelecek candarmayı bekledim. Kapıcı gardiyan
Necip Efendi benden hiç hazzetmezdi. Hem efe, hem fakir olduğuma
mı kızardı kim bilir... Candarma gelince bir kenara
çekti, biraz konuştular, ondan sonra candarma kelepçeyi ille arkadan
vuracağım diye tutturdu. 'Aman, ocağına düştüm, uzun
yol gideceğiz; insaf et!' dedim. Dinlemedi bile, kollarımı arkaya
kanırtıp kelepçeyi vurdu. Düzüldük yola. Denizli'den Çal az
yol değildir. Temmuz ortasıydı. Sıcakta yedi sekiz saat yol alıyorduk.
O yanlarda karakollar birbirine yakındır, günde iki
candarma değiştiği olurdu; uyuya uyuya fıstığa dönmüş candarmaya
üç beş saat yol koyar mı? Çabucak öbür karakola
ulaştırıp geri döneyim diye beni koşturur, 'Aman, bir kıyıda biraz
oturalım, hiç dermanım kalmadı!' deyince dipçiği basardı.
En kötüsü, güneş ortalığı kavurduğu zamanlar yanından geçtiğimiz
harmanlara uğrar, göğsüne bağrına döke döke ayran
bakracını başına diker, köylüler verse bile bana bir yudum içirmezdi.

Üçüncü günü akşama doğru Baklan Ovası'nda tren boyunda
Kaklık köyüne geldik. Artık Çal uzak değildir diye içim ferahlamıştı.
Bir de karakolda kimi görsem: Bizim Kara Muradın
Bekir'i. Candarma olmuş. Beni görünce bir güldü. 'Yandın garip
Halil'im, yandın! dedi. Bir mahalleliydik ama, küçükten beri
hiç aramız barışmamıştı. Birbirimize diyivermesek bile, içten
içe hasım gibiydik. Ben, şu bildiğin karı meselesinden Süleyman'ı
vurunca, Bekir büsbütün kanıma yürür oldu. Süleyman'la
pek arkadaştılar. Bacısını da galiba rahmetliye vermek
niyetindeydi. Ben eşkıya olup dağa çıkınca köyde rahat oturamaz
oldu. İki kere de yataklarımı ihbarladı. O zaman: 'Eceline
susamadıysa edebiyle otursun, Çallı Halil'in gözüne gayrı dünya
görünmüyor!' diye haber saldım... Sesi çıkmaz olduydu.
Şimdi karşımda namlı şanlı candarma olmuş, yüzüme bakıp
bakıp sırıtıyordu. Sonra yanıma sokuldu, elini omuzuma vurdu:
'Gel bakalım hemşerim, geçmiş olsun, kasavet etme, zeybek
kısmı dayanıklı olur! dedi. 'Allah Allah, oğlan halimize acıdı!'
dedim; ama o yıvışık sırıtması hiç durmuyor, gitgide zihnimi
karıştırıyordu. Beni aldı, kendi yattığı odaya bitişik olan köyün
misafir odasına götürdü, kelepçeyi çözmeden içeri bıraktı: 'Yat
uyu bakalım da, yarın sabaha kuvvetli bulun!' dedi. Gene öyle
kötü kötü sırıttı. Ben toprak sedirdeki hasırın üstüne uzandım.
Bekir'in bu gülüşleri netameli ama, Allah hayır verir inşallah
dedim, uyudum.

Sabahleyin şafakla beraber uyandım. Odanın iki duvarındaki
ufak pencerelerin önünde kalabalık vardı. Ne oluyor ki diye
doğrulacak oldum, Bekir içeriye girdi; hep akşamki gibi gülüyordu.
Yanıma sokuldu: 'Kalk bakalım Halil Efe, seninle eski
hesapları temizleyelim. Bak ne kadar dostun varsa topladım
geldim!' dedi. Kendi kendime bir daha: 'Yandın garip Halil Efe
yandın!' dedim. Gözlerimi şöyle bir pencerelere, kapının aralığına
doğru gezdirdim. Amanın ne göreyim! Yedi köyün ayanı (ileri gelenleri)
muhtarı burada... Bekir gitmiş, bana düşman ne kadar köy varsa
hepsinin ihtiyarlarını toplamış gelmiş. Hiç renk vermedim.
Bekir yanıma sokuldu. Kelepçeye yapışıp bir asıldı, hemen
doğruldum. Çeke çeke odanın ortalık yerindeki direğe götürdü,
bir ip çıkardı, beni oraya sımsıkı bağladı. Ondan sonra bastı
sopayı...

Mahpuslukta adam dayak yemekten yılmaz. Eğer Bekir
yalnız dayak atsa, bunu da tenha bir yerde yapsa, hiç ağırıma
gitmezdi. Candarma değil mi, helbet dövecek; ama böyle yedi
köyün muhtarını başına toplayıp da envai türlü hakaret etmesi
bana pek dokundu. Beş on değnek vurduktan sonra gidiyor,
kapıdan yalak gibi ağzını açıp bakan muhtarlarla, oraya biriken
köylülerle konuşuyor, sonra dönüp yanıma gelerek soyuma sopuma
sövmeye, suratıma tükürmeye, ötemi berimi tekmelemeye
başlıyordu. O tükürünce ben elimi yüzüme götürmek istiyordum.
O zaman bağlar bileğimi acıtıyordu... Yüzümü acıdan
buruşturunca, bakanların hepsi katıla katıla gülüyorlardı...

Bizim Bekir bir saatten ziyade benimle eğlendi; her yanımı
dayaktan çürüttü, uyuz ite yapılmayacak hakareti yaptı... Ama
ben de ağzımı açıp bir of demedim. Onun meramı beni zebun
edip yalvartmaktı. O kadar adamın karşısında ölüm serilse bunu
yapamazdım; yine de yapmadım.

Bekir yorulunca yakamı bıraktı, köylülerle beraber yemek
yemeye gitti. Ben içimden: 'Ülen Bekir, sen bir elime düşmeyesin!'
dedim. Ben Çallı Halil Efe olduktan sonra kimsenin ettiğini
yanına komazdım.

Az sonra Bekir göründü. Hiç sesini çıkarmadan bağlarımı
çözdü, dışarı çıkardı, atına bindi, beni önüne kattı, Çal'a doğru
yürümeye başladık. Denizli'den beri hiç atlı candarma ile yürümemiştim;
bu da kaderde yazılıymış dedim.

Şöyle böyle iki saat kadar yürüdük. Ovanın ortasındaydık.
Bekir atını ağır ağır sürüyordu, ben de dizime kadar çıkan otların
içinde bir yürüyüp bir koşarak sol yanında gidiyordum. Bir
aralık baktım, kelepçenin ortasındaki vida sallanıyor. Ellerimi
yavaşça iki yana çevirdim, kuvvetli kuvvetli bastım, paslı kelepçenin
vidası çıt dedi, düştü. Hiç sesimi çıkarmadan daha bir
yarım saat gittik. Ondan sonra Bekir'e döndüm, ellerimi uzattım:
'Bekir Efe' dedim, 'bu kelepçenin vidası düşmüş.' Bekir aklınca
kabadayı adamdı. Elinde mavzeri, altında atı olduktan
sonra ben nereye kaçabilirdim ki? Hiç istifini bozmadı. 'Çıkar
kelepçeyi, koy cebine!' dedi... Dediğini yaptım; biraz daha yürüdük,
o zaman kuşağımdan gümüş tabakayı çıkardım, Bekir'e
uzattım: 'Al bakalım Bekir Efe, sar bir cıgara!' dedim, 'Ben Çallı
Halil, sen Çallı Bekir olduktan sonra, biz daha çok rakılar içeriz,
çok kadehler tokuştururuz...'

Yüzüme bir baktı. Durdu, durdu, ondan sonra elini uzatıp
tabakayı aldı. Elinde tuttuğu mavzeri dizlerinin üstüne yatırdı,
dirseklerini onun üstüne dayadı, tabakayı açıp cıgarayı sarmaya
başladı... Şöyle yandan bir göz attım. Hem cıgarayı sarıyor,
hem de dirseklerini sıkı sıkı mavzere basıyordu. Silahın namlusu
benden yana olduğu için hiç umut yoktu. 'Ülen Bekir, bunu
da çaktın!' diye içimden söyledim. Tam bu sırada Bekir cıgarayı,
ıslatıp yapıştırmak için, dudaklarına götürdü. Dirsekleri
mavzerin üstünden şöyle bir nefes alımı kalktı.

O, daha ne olduğunu anlamadan ben mavzeri kapınca yirmi
adım öteye fırlamıştım. Oradan bağırdım:

-İn bakalım Bekir çavuş, şimdi de biz hesap görelim!- Bekir
hemen indi, gülerek yanıma sokulmak istedi. 'Olduğun yerde
kal!' diye bağırdım, -Kelime-i şahadet getir, seni vuracağım!'

Bey, Bekir'in bu sözleri dediğim zamanki halini bir görmeliydin.
Yüzü sararıverdi, melil melil yüzüme bakmaya başladı:

'Aman Halil Efe,' dedi, 'yavuklum var, bir garip anam var,
canıma kıyma da ne yaparsan yap.'

Yüreğim acımadı değil, ne kadar aramız açık olsa, yine
hemşerilik vardı. Bir mahalle delikanlısıydık. Ama onun ettiği
hakareti kandan başka bir şey temizlemezdi. Bekir sağ kaldıkça
insan içine çıkamazdım: 'Vuracağım seni Bekir, başka yolu yok;
bir vasiyetin varsa söyle!' dedim.

Bunu dedim, mavzeri de doğrulttum. O zaman Bekir kurtuluş
olmadığını anladı. Garip garip bana baktı, sonra başını
çevirdi, öte yanda yularını sürüyüp otlayan atını bir süzdü.
Sonra başını kaldırıp gökyüzüne de bir göz attı. Tekrar bana
döndü, ağzını açtı, tam bir şey söyleyecekti, tetiğe dokandım.

Bekirceğiz oraya yıkılıverdi.

Ama sana bir şey söyleyeyim mi efendi, sen istersen gene
inanma, benim tetiğe dokunmamla, Bekir'in yere düşmesi bir oldu.
Allah bilir ya, garip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü.
Benim kurşun ona diriyken değil, ölüp yere yıkılırken değdi.-

1934

...

Sarhoş

Kanuni Kamil, bahçe sahibinden yevmiyesini aldıktan sonra
bir saat kadar daha orada kaldı. Hanende Muhsine adamakıllı
sarhoştu, tam balta olacak sıraydı. Zaten Kamil de burnunun
ucunu görmüyordu.

Garsonlar yavaş yavaş radyom lambalarını söndürüyorlardı.
Bir bekçiyle iki polis, kenardaki salkımsöğüdün altına yıkılıp
kalan bir kunduracı çırağını kaldırmışlar, dışarı çıkarmaya
çalışıyorlardı. Gazino sahibi o tarafa koşup hesap isteyince, sarhoş
çırak bir daha yıkılır gibi oldu. Ağzını bir tarafa eğerek anlaşılmaz
laflar mırıldandı. Fakat gazinocu pek dolma yutar soyundan
değildi. Yakasına yapışıp başından kasketini alınca oğlan
ayılır gibi oldu. Pantolon cebinde bir hayli arandıktan sonra
parayı verdi, polislerin kolunda, çıkıp gitti.

Gazinocu büfeye döndü. Kamil'le Muhsine büfeden vuran
aydınlığa bir masa çekmişler, karşı karşıya oturuyorlardı. Önlerinde
ufak bir şişe rakı vardı. Kamil önüne bakıyor, kız kendi
kendine hafif şarkılar mırıldanıyor ve sonra durup dururken
gülüyordu. Bu, daha ziyade yüz sinirlerinin acayip bir gerilmesine
benzeyen bir gülüştü.

Kamil düşünüyordu:

Gazinocu, Muhsine'yi alıp otele kadar götürmeden defolmuyor;
ne yapmalı da bu akşam beraber gitmeli? Sonra asıl
mühimi: Bizimkini ne yapmalı?.. Geceyarısı sokaklara fırlar, karakolları
ayağa kaldırır. Ne şirrettir o... Sıska, sarı yüzüyle karısı
gözünün önüne geldi: Şimdi otelde oturmuş, pencereden sokağa
bakıyor, beni bekliyordur, diye düşündü. Ürktü ve elini
yüzüne götürüp gezdirerek şaşkın bir hareket yaptı.

Bu sırada gazinocu geldi. Muhsine'ye: -Hadi bakalım!- dedi.
Muhsine kalktı. Kamil de beraber... Bahçede yürüdüler. Yollar
kumluydu ve gıcırdıyordu. Kamil kolunun altında sıkı tutmaya
çalıştığı siyah kılıflı kanununu birkaç defa ağaca çarptı,
yıkılacak gibi sallandı.

Yolda beş on adım gittikten sonra bir araba geçti. Gazinocu
eliyle işaret etti, araba durdu; evvela Muhsine bindi, gazinocu,
kızın arkasından binmek isteyen Kamil'i eliyle iterek içeri atladı
ve araba yürüdü.

Kamil yolun ortasında bir müddet sallanıp durarak düşündü.
Hemen hemen her akşam bu böyle olduğu için kızdığı falan
yoktu. Yalnız, her akşam böyle arabaya ayağını atarken itilip
sokakta yalnız kalınca bir müddet düşünmek adetiydi. Sonra
sallanarak kendi oteline doğru yürüdü.

Dört katlı otelin en üst penceresinden beyaz bir gölge sarkıyordu.

Kamil ürperdi.

Yukarıdan kısık bir ses bağırdı:

-Çingene!.. Alçak Çingene!.. Bahçe dağılalı bir saat oluyor.
Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi?-

Kamil başını yukarı kaldırdı, muvazenesini kaybederek yere
yuvarlanıyordu, kanunu destek gibi kullandı ve ayakta kaldı.
-Ne bağırıyorsun gece yarısı be!.. Hesap görüyorduk...-

-Hesap mı? Arabanın peşinde köpek gibi dolaştın, görmedim
mi sanıyorsun? Dinsiz, imansız Çingene!..-

Yukarıdan doğru ağlayan bir çocuk sesi duyuldu. Kamil
okkalı bir küfür savurdu. Fakat kendini tutamadı, yere yuvarlandı.
Siyah torbalı kanunu yerden kaldırıp koltuğunun altına
sıkıştırırken yukarıda bütün sokağı çınlatan bir feryat koptu.
-Gelme buralara alçak... Sokmam seni içeri... Gelme!..-

Beyaz baş içeri çekilmek istedi, fakat hızla çekilirken pencereye
çarptı, pencerenin kenarındaki değnek düştü. Ağır çerçeve
bütün yüküyle kadının başına indi. Kamil yalnız bir cam
şangırtısı işitti.

Merdivenleri hızlı hızlı çıktı, otel hizmetçisi, alışkın olduğu
için, fazla ehemmiyet vermedi. Don gömlekle yatağından kalkıp
kapıyı açmıştı, tekrar yerine koştu.

Kamil söylene söylene odaya geldi. Kanunu bir duvar kenarına dayadı.

Ortada, karyolanın ayak ucundaki demirle pencere arasında,
bir salıncak sallanıyordu.

İki yaşlarında kadar bir çocuk salıncakta oturmuş katılırcasına
ağlıyordu.

Kamil cam şangırtısını unuttu. Çocuğun yanına gitti. -Sus
iki gözüm, sus anam babam!-

Salıncağın yanına diz çökerek çocuğu sallamaya başladı,
bu sırada yayvan yayvan ninni söylüyor, karmakarışık şeyler
mırıldanıyordu:

-Ah o anan olacak karı... Ah... Nereden başıma sardım bu
sıska kaltağı... Senin de başının derdi, benim de... Eeee... Uyu
bakayım... Hadi uyusana... Ninni... Ninni...- Sonra makamla
söylemeye başladı:

-Bir gün İstanbul'a gitsek, niiiinni...

Şu karıyı başımızdan savsak, niiiinni,

O zaman sen de kurtulursun ben de, niiiinni.-

Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şaşırttı. Karısı bağırmıyor,
gelip saçını başını yolmuyordu... Garip bir korkuyla
yerinden doğruldu... Odada gözlerini gezdirdi. Çocuk da susmuştu...
Karısı hala pencereden dışarı bakıyordu. Kamil bunu
görünce kısık bir kahkaha attı:

-Ne bakıyorsun be?..- dedi, -Ne var dışarda?.. Mahalleyi
nasıl ayağa kaldırdığını mı seyrediyorsun?- Yarı kapalı gözlerini
açmaya çalışarak bir kahkaha daha attı. Fakat bunu yarıda
kesti. Gözleri büsbütün açıldı. Bir adım kadar ilerledi.

Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu.
Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat
yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından
başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu.
Kamil hiç sesini çıkarmadı; yavaş yavaş geri çekildi,
içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa
doğru uzun uzun baktı... Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı...

1933

:::::::::::::::::

Üçüncü Kısım

Bir Cinayetin Sebebi

İ

Ağır ceza muhakeme salonunun önü hıncahınç kalabalıktı.

Efendi kılıklı adamlar, külhanbeyler, hukuk fakültesi müdavimleri,
lise talebesi hanımlar, kahvede tavla oynamaktansa
burada muhakeme seyretmeyi ekonomiye daha muvafık bulan
geçkin işsizler koridorlarda geziniyorlardı. Salon dolmuştu, iğne
atacak yer yoktu. Zaten dışarıda dolaşanlar da içeride yer
bulamayanlardı. Hiç olmazsa girerken, çıkarken suçluyu görürüz,
neticeyi de öğreniriz diye bekliyorlardı.

Kızının nafaka davası için ikinci hukuka gelen ihtiyarca bir
kadın bir orta mektep talebesine sordu:

-Evladım, burası neden kalabalık?-

-Hüsameddin'in muhakemesi de ondan!..-

-Ne yapmış bu Hüsameddin?-

Çocuk, kadının cahilliğine güldü:

-Adam öldürmüş, adam!..-

Ve izah etti:

-Bu sene muallim çıkmış, Anadolu'ya tayin etmişler, harcırahını
şurada burada yemiş, sonra da, yol parası için, tanıdığı
bir komisyoncuyu tabancayla öldürmüş...-

-Genç desene!-

-Öyle, daha çocuk bile... Dört defadır da bir bahaneyle
muhakemesini talik ettiriyor, (erteletiyor) bakalım bu sefer...-

Sözü yarım kaldı. Halk harekete gelmişti. Başlar birbirinin
omuzundan merakla uzanıyordu:

-Geliyor!-

-Geliyor!-

-Hani yahu?-

-Kör müsün be! Elleri kelepçeli, başını önüne eğmiş...-

Siyah şapkasının altında sararmış yüzü bir kat daha zayıf
görünen ince, orta boylu bir genç iki candarmanın arasında hızlı,
dolaşık adımlarla geçti. Üzerine dikilen gözlerin tesirinden
kurtulmak için etrafına bakınıyordu.

Salonun yanındaki ufak aralıkta ellerinden kelepçeyi çıkardılar.
Kendisini pencerenin yanına attı. Ayasofya'nın önündeki
ağaçlara, aşağıdaki ayran, kuru poğaça, simit satan adamlara
baktı. Gözünü etrafta bir gezdirdi. Bu açık göklere, bu gri kaldırımlara
hasret çektiği besbelliydi.

Pos bıyıklı mübaşir çağırınca şapkasını eline alarak içeri
girdi. Yerine oturuncaya kadar dinleyici sıralarını süzdü. Kendisine
bakan gözlerden azap duyduğu görülüyordu. Nefsini
zorlayarak yukarı locaları, sıraları falan bir daha gözden geçirdi,
aradığını bulamadığı anlaşılıyordu. Yumrukları sıkıldı, yüzü
buruştu, çenesi titredi. Az daha ağlayacaktı. Sonra büyük bir
gayret sarf ederek başını çevirdi ve yerine oturdu.

İİ

Reis bey, müsaade ederseniz artık her şeyi, bütün hakikati
söyleyeceğim! Ben, reis bey, komisyoncu Nuri Efendi'yi sizin
bildiğiniz, şimdiye kadar da benim söylediğim gibi, para için
öldürmedim. Ben onu, kendisiyle münasebeti bile olmayan bir
mesele yüzünden, bir aşk, bir gönül meselesi yüzünden öldürdüm.
Bunu size başlangıcından anlatayım:

Bir gün, arkadaşlarım, İstanbul liselerinden birinden bu sene
mezun olan bir hanımın benimle tanışmak istediğini söylediler.
Peki dedim, fakat pek o kadar da alakadar olmadım.
Çünkü bilirsiniz ki erkekle kadın arasında daimi bir arz ve talep
vardır: Birincisi kadın, ikincisi erkek tarafından; eğer talep
kadın tarafından olursa o kadar hoş olmuyor.

Neyse, tanıştık... Görünüşte alelade bir kızdı. Beni bizim
mektebin müsamerelerinde görmüş, rollerimi beğenmiş, onun
için konuşmak istiyormuş.

İlk günlerde o beni arıyor, ben çekingen durdukça üstüme
düşüyordu. Elimde olmayarak alaka gösterdim. Uzun uzun her
mevzudan konuştuk. O zaman anladım ki bu kız göründüğü
gibi değil: Çok zeki, her şeyi kavrıyor, her şeye aklı eriyor.

Zeki kimseler çok hoşuma gider. Ben de onu aramaya başladım.
Ve bu sefer de gördüm ki reis bey, bu kız bana çok benziyor:
Huyları, düşünceleri, hayata karşı felakkileri, itiyatları...
Hatta yüzü bile... Görenler bizi kardeş sanıyorlardı.

Bu defa da ben onun üstüne düştüm... Ve münasebetimizi
arkadaşlık hududunun dışına çıkarmak istedim... O zaman
aramızda birbirimize hissettirmeden bir mücadele başladı... Bu
mücadelede ikimiz de bütün zekamızı kullanıyorduk. Ben bu
gibi şeylerde pek acemiydim reis bey, onun için her mübahaseden
(konuşmadan) yenilerek çıkıyordum. O serseri ruhluydu, birleşmeyi, bir
bağla -velev manevi olsun- bağlanmayı havsalası almıyordu.
Ben kapalı olarak onu ne kadar iknaya çalıştımsa olmadı. Ne
cepheden hücum etmek istesem daha evvel anlıyor, cevabını
veriyordu. O çok zekiydi: İnsanın söyleyeceği şeyleri değil,
söylemek isteyebileceği şeyleri bile hissediyordu. Bir gün dedim ki:

İki kişi mücadele ederken birisi mağlubiyeti kabul ederek
diğerine dehalet etmek (sığınmak) istese ötekisi ne yapar?

-Muhtariyet (özerklik) verir!- dedi.

Benim dehaletimi bile kabul etmiyordu.

Düşünün efendim, bu kadar alıştıktan, onu bu kadar tanıdıktan,
kendime bu kadar yakın bulduktan sonra ondan nasıl
ayrılabilirdim? Bunun imkanı yoktu reis bey. Ben de artık her
şeyi bırakarak yalnız ona sahip olmak gayesine kendimi verdim...
O yavaş yavaş kendini çekti. Benimle konuşmamak için
bahaneler buluyor, bana elinden geldiği kadar az rastlamaya
çalışıyordu. Şimdi başka arkadaşları, başka ahbapları vardı.

..

Ah, reis bey, sevmek, hele benim gibi sevmek berbat bir
şeydir. Hayatımda yalnız o vardı. Gözümü kapadığım zaman
onu, açtığım zaman onu, uyuduğum zaman onu, uyandığım
zaman onu görüyordum.

Halbuki ben onun için bir hiçtim; gelmiş ve geçmiş birisi...
Nasıl anlatayım efendim, çorabının yırtığı, şapkasının kurdelesi
kadar benimle alakadar olmuyor, evlerindeki kedi kadar bile
beni sevmiyordu.

(Dinleyiciler arasında iki üç kişi güldü. O, müfrit (aşırı) jestler
yaparak, ellerini göğsüne vurarak devam etti.)

Ne yaptımsa, reis bey, fayda etmedi. Üstüne düştükçe benden
kaçtı. Her şeyi açıkça söylemek istiyor, fakat cesaret edemiyordum.

Hatta bir akşam, arkadaşların tertip ettiği bir vapur gezintisinde,
ona bir kelime, -Seni seviyorum!- kelimesini söyleyebilmek
için, içtim, yıkılıncaya kadar içtim.

Beni dinlemedi bile... Yanına gittiğim zaman kaçtı, en sonra
da: -Sarhoş olduğun zaman çok müziç (can sıkıcı, rahatsız edici)
oluyorsun!- dedi.

Artık birbirimize karşı son derece soğuk ve resmiydik.

..

Gelelim asıl vakaya reis bey:

Bir gün buna birkaç arkadaşıyla beraber yolda tesadüf ettim.
-Adliyeye gidiyoruz- dediler, -Necmi'nin muhakemesine.
Haydi bize yer bul!..-

Döndüm; ona hizmet etmek bile tatlıydı. İçeride yer bulamadık.
Fevkalade üzüldüler. Adeta büyük bir fırsatı kaçırmış gibi
telaş ediyorlar, -Ne diye az daha erken gelmedik!..- diyorlardı.

Bir han bekçisini para için keserle parçalayan bir katilin
muhakemesine bu kadar alaka göstermek bana garip geldi; bu
alelade bir merak falan değil, bir hırstı.

Uğraşa uğraşa onları yerleştirdim, kendim de aşağıda katili
beklemeye başladım. Ben de elimde olmayarak merak ediyordum.
Biraz sonra hasır şapkasıyla göründü. Yirmi beşlik, çilli
yüzlü, basit, hatta bayağı tavırlı; aşağılık bir tenasübü (burada
dış görünüşü anlamında) olan birisiydi.

O da tıpkı demin benim geldiğim gibi elleri kelepçeli, iki
tarafı candarmalı olarak geçti. Bir sirk gibi buraya toplanan
halk onu görmek için de birbirinin omuzuna çıkıyordu.

Muhakeme bittikten sonra kızların yanına gittim. Necmi'nin
mübahasesiydi. Şaşırdım: Aman yarabbi, sokakta görseler
başlarını bile çevirmeyecekleri bu adam katil olunca gözlerinde
bir ehemmiyet almıştı. Bir kahraman gibi ondan bahsediyorlar,
ağzını açışında, söz söyleyişinde, elini kaldırışında, her
hareketinde bir güzellik, bir kibarlık buluyorlardı.

Bunlar lisede okumuş, liseyi bitirmiş kızlardı. Bilhassa o en
baştaydı.

-Ah- dedi, -hiç adam öldürecek kıyafet var mı onda! Yazık
vallahi...-

-Yahu- dedim, -katil olacak surat olmasa katil olmazdı.-

O zaman hepsi birden itiraz ettiler: Erkeklerin zaten birbirlerini
beğenmediklerini, birbirlerirıi kıskandıklarını söylediler.

Kendimi araştırınca Necmi'yi sahiden kıskandığımı hissettim:
Güzelliğini; tavırlarını değil, katilliğini...

Çünkü onun bu kadar beğenilmesine sebep, yalnız katil olmasıydı.
Adam öldürünce bunların gözünde yükselmişti...

Düşündüm: O bana bu kadar alaka gösterse ben neler yapmazdım?..

Acaba, dedim, birisini öldürsem benimle bu kadar meşgul
olurlar mı?

Düşündükçe bu fikir beynimi sarmaya başladı.

Gözümün önüne, bu salonda muhakeme olunurken onun
alaka ile beni dinlemesi geldi. Kaşlarını kaldırmış, zeki, afacan
gözlerini açmış, bana bakıyor, şimdiye kadar görmediği güzellikler
keşfediyordu.

Adam öldürmek ve mahkemeye düşmek bende değişmez
bir fikir oldu.

Halbuki hoca olmuş, harcırahımı almıştım. Düşündüm, aklıma
bir fikir geldi: Bu parayı barlarda falan yer, yol parası için
de birisini öldürürdüm.

Öyle yaptım.

Kumar falan bilmiyordum. Elimdeki yüz lirayı iki gecede
yemek için çekmediğim kalmadı. Onu bitirir bitirmez, bir gece,
eskiden tanıdığım komisyoncu Nuri Bey'in evine gittim.

Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı adamı üç dört kurşunda
yere serdim..

Hapishanede, reis bey, muhakeme gününün heyecanıyla
yaşadım. Seyirciler arasında onun ince uzun yüzünü görüyordum.
Halbuki ilk muhakemede gelmedi. Belki haberi yoktu,
dedim, yahut işi çıkmıştır. İkincide gene yoktu. Gözlerimi bütün
localar ve sıralarda gezdirdimse de onu bulamadım. Bilseniz
reis bey, üzerinize garip bir hayvana bakar gibi merakla dikilen
yüzlerce göze bakmak ne zor şey... Ben üçüncü muhakemede,
dördüncü muhakemede hep baktım, gelmemişti. Her
bulamayışımda, muhakkak gelecek sefere gelir, diyordum.
Onun nazarında bu kadar hiç olacağımı tahayyül edemiyordum.

Hele bu sefer, evvelden gelen bir his onu herhalde içeride
bulacağımı söyledi. Dışarıda da birkaç arkadaşı gözüme ilişince,
muhakkak, dedim, gelmiştir.

Aman Allahım, reis bey!.. Ben onun için, yalnız onun için
adam öldürmüşken, bu sefer de gelmedi reis bey, bu sefer de
gelmedi..

1927

...

Bir Siyah Fanila İçin

Kadıköy vapuru bir lodos dalgası gibi şiddetle çarparak
köprüye yanaştı. Evvela bir iki cesaretli kendini iskeleye fırlattı.
Arkasından sarsıntıyla çözülüp içindekiler dağılan bir kırpıntı
bohçası gibi alacalı bulacalı bir kalabalık söküldü.

Kısa lacivert etek, beyaz bere giymiş, uzun burunlu, gözlüklü,
elindeki çantasından mektepli, hatta darülfünunlu olduğu
anlaşılan bir hanım kız İstanbul tarafına yürüdü. Tam Ada
iskelesinin yanından geçerken kulağının dibinde birisi bağırdı:

-Boyyalıııım!.. Ayna gibi... Küçük hanım tozunu alalım!..-

Mektepli kız tozdan beyazlaşan iskarpinlerine baktı, o tarafa
yürüdü, sildirdi.

Sandığın üstüne bir yüzlük atıp giderken boyacı arkasından seslendi:

-Güzin Hanım!.. Beni tanımadınız mı?..-

Güzin Hanım hayretle döndü. Bu eski püskü elbiseli, siyah
fanilalı, ince kumral bıyıklı külhanbeyini süzdü. Evet, gözleri
yabancı değildi, ama ne münasebet! Şiddetle başını salladı:

-Hayır!-

Öteki güldü:

-Azıcık gelir misiniz?..- dedi.

Güzin Hanım istemeyerek yaklaştı:

-Tanıyamadım dedim ya!-

-Düşünün bakalım!.. O kadar uzak değil canım... Söyle bir
sene evvel... Ömer... Mülkiyeli Ömer!..-

-Ömer!.. Sahi sen misin?..-

-Ha bileydin şunu!..-

-Fakat bu ne hal?..-

-İşte böyle Güzin abla, boyacılık yapıyoruz!..- Öteki hala
inanamıyor gibiydi.

-Hani seni bir yere kaymakam yapmışlardı ya?.. Neydi
oranın ismi?.. Tuhaf bir şey canım... Adana mıydı?..-

-Adana kaymakamlık değildir!..-

-Peki, nasıl oldu bu? Anlatsana!..-

-Tuhafsın be Güzin!.. Burada olur mu?.. Dur yahut, gel şuraya
girelim!..-

Beraber yürüdüler, Ada iskelesinin ikinci mevki bekleme
salonuna girdiler... Tahta kanapelerden birine yan yana oturdular.
Ara sıra kapıdan uzanıp bakanlar, sandığını yanına koymuş
genç bir boyacıyla gözlüklü bir mektepli kızın hararetle
konuştuğunu görüyorlar, acayip acayip başlarını sallayarak çekiliyorlardı.

..

Erenköy'üne gidiyormuş kadar basit ve üzüntüsüz, İstanbul'dan
ayrıldım. Öyle Pendik'i geçince içime bir gariplik falan
da çökmedi; gittiğim kazayı, staj gördüğüm vilayetin ufak bir
numunesi gibi tahayyül ediyor, -İki sene oturmaktan ne çıkar?..-
diyordum, -İnsan pişkinleşir, hayatı anlar!-

Kasaba, istasyona üç saat uzaktaydı. Ancak gece yarısı gelebilen
köhne forda binerken şoför:

-Yollar bozukçadır beyim- dedi, -birkaç yerde ineceğiz!-

Bu laf biraz zihnimi bulandırdı.

Yarım saat ancak gitmiştik, birden durduk.

-Yolu kaybettik!..- dediler.

-Şose yok mu?..-

-Var ama tamir ediliyor, otomobil geçmez!..-

-Ne yapacağız?..-

-Yolu arayacağız!..-

Gece zindan gibiydi. Otomobil karanlık bir odaya kapatılmış
bir kedi gibi alevden gözleriyle dört tarafa atılıyor, duruyor,
geriye dönerek tekrar koşuyordu. Ova düzdü. Zulmet (karanlık) göz
alabildiği kadar uzuyordu. Tam iki saat böyle kah otomobille,
kah inerek fenerle dolaştık. Nihayet yol dedikleri birkaç araba
izini bulabildik.

Sallana sallana yarım saat daha gitmiştik, arabamız gene
durdu:

-İneceksiniz beyim!..-

İndik, önümüzde yaya çıkılması bile güç bir yokuş vardı.
Kısa fakat dik bir yokuş. Otomobil evvela geriledi. Sonra avına
atılan bir tazı gibi şiddetle fırladı. Bu hız onu ancak yarıya kadar
çıkarabildi. Artık canlı bir mahluk gibi soluyor, homurdanıyor,
lakin bir adım ileri gidemiyordu. Döndü, yokuşa arkasını
verdi; böyle çıkmak istedi... Ama yalnız bir iki adım fazla yürüdü.
Şoför kan ter içinde iniyor, artık isyan eden motörün kolunu
çeviriyor, arkadan dayanıyor, bu esnada küfürlerin de binini
bir paraya savuruyordu. Nihayet bizim de yardımımızla
makine yokuşun başını buldu.

Bu şekilde birkaç kere daha inip bindikten sonra hızlı hızlı
sarsılmamızdan kasabanın kaldırımlarına geldiğimizi anladım.

Güneş uzaktaki dağların arkasında kollarını gererek uyanırken
ben belediye reisinin evinde yumuşak bir yer yatağında
uykuya sarılıyordum...

..

Birkaç hafta zarfında şehri ve civarını gezdim. Ahalisini
gözden geçirdim.

Hayatımda bu kadar inkisara uğrayacağımı tasavvur edemezdim.

Memleketin bende bıraktığı yegane intiba basitlik oldu. Burada
tabiat basit, muhit basit, halk basit, hulasa her şey basitti...

Benim gibi karmakarışık ruhlu bir adamın böyle yerlerde
ne hale gireceğini tasavvur et.

Ahali manasız ve fesattı.

Bilir misin Güzin, bambu bastonlar olur, ben onları çok severim;
çünkü bünyelerinde değişiklik vardır, düz değildirler...

Bir de hezaren bastonlar vardır: Bunlar düz olmakla beraber
ağaçları asildir, temizdir, onun için iyidirler.

Bazan kavak ağacından da baston yaparlar... Düşün ne
berbat şeydir bunlar!.. Düz, basit, sonra da nevileri adi.

Hadi bunlara da saf oldukları için tahammül edilebileceğini
farz et!.. Ya içleri de kurtlu olursa?..

İşte burada halk adi, alelade ve çürük ruhluydu.

Anadolu'da işsizliğin doğurduğu yegane iş olan dedikodu,
almış yürümüştü. Mektep muallimi hususi muhasebe memurunu,
tapucu müddeiumumiyi (savcıyı), malmüdürü şube reisini çekiştirir,
on dakika sonra da kahvede beraberce tavla oynayıp garson
kızlara sarkıntılık etmekten sıkılmazdı.

İlkmektep müdürü müfettiş olmak için çalışırdı, çünkü alacağı
harcırahlarla, çalgılı kahve kızları uğruna girdiği borçları
ödeyecekti...

Belediye reisi mebus olmak için faaliyet gösterirdi, çünkü
şimdi diş geçiremediklerinin o zaman tepesine binecek, ahbaplarına
caka satacaktı...

..

Tabiatta da hiç değişiklik yoktu... Oh... O birbiri arkasına
uzanan nihayetsiz sıra dağlar!.. Gerçi kasabanın karşısında
-herkesin ilk vesilede methini yaptığı- bir çamlık vardı, güzeldi,
ama buraya yakışmıyordu. Bu esmer dağların ortasında,
kirli bir bakkal önlüğüne yamanmış yeşil kadifeyi andırıyordu.

Dağların üstünde ne bir ağaç, ne iri bir kaya vardı. Yalnız
ufak ufak çakıllar... Hani şose yollarına dökerler, en büyüğü
yumruk kadar taşlar olur ya, sanki onları almışlar, avuç avuç
serpmişler... Neye benziyordu biliyor musun?.. Zımpara kağıdına;
ömrümüzü, zevklerimizi törpüleyecek bir zımpara kağıdına...

Köyler, bilmem neden, dağ köşelerine, çukur vadilere yapılmıştı.
Kireçli, beyaz dağların dibine sığınan bu mamureler (bayındır,
insan bulunan yer) insana cibinlik köşelerindeki tahtakurusu
yuvalarını hatırlatıyordu.

-Konuşacak, dert yanacak bir adam!..- diye kendi kendime
haykırdım...

Yoktu... Malumat sahibi, derin, muğlak bir kimseye rast
gelmek mümkün değildi.

Müthiş surette yalnız kaldığımı hissettim. Ah!.. Bilhassa bu
kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor yarabbi!..

İstanbul hasreti beni fena halde sardı. Evleri, sokakları, denizleri,
insanları gözümden gitmiyordu. Aksaray'da karpuz satan
bir külhanbeyi, bana bu Orta Anadolu kazasının en yüksek
memurundan daha cana yakın, daha tabii, daha konuşulur geliyordu.

Bir gün İstanbul'a gönderilen bir tahriratı (yazıyı) imzalatmaya
getirdikleri zaman:

-Ah!..- dedim, -Şu mübarek yerin ismini yazmak bile tatlı!..-

Yerli katibin yanında yaptığım bu hafifliğe sonra kendim
de kızdım.

Her şeyi bırakarak buraya gelmek isteyince, karşıma istikbal
hülyalarım, mektepte muhayyilemin süsleyip püsleyerek
kafama yerleştirdiği tasavvurlarım çıkıyordu. Ama öyle bir hale
geldim ki, çıldıracaktım. Düşünüyordum: Gidersem istikbalimi
kaybedecektim, fakat durursam aklımı... Yalnız kaldığım
günlerde benim yegane dostum olan aklımı... Her şeyden fazla
sevip beğendiğim akılcağızımı!

Ne kuvvetliymişim ki; bir siyah fanila bana oradan ayrılmak
çılgınlığını yaptıracak tahassüsleri (duyguları) verinceye kadar
tahammül ettim.

Kış gelmiş; kar, yerli tabirle, güdük devenin kuyruğuna
çıkmıştı. İstanbul'unki onun yanında konfetidir. Orada kar her
yerdeki gibi yumuşak, tatlı değil; dolu gibi iri, yerleri tekmeler
gibi sert yağar, biraz sonra da rüzgar onları alarak çöl kumları
gibi yüzünüze fırlatırdı... Güneşi bulutların arasından alay
eder gibi dilini çıkardığı zaman görebilirdik...

Bir sabah uyanınca gene kar yağmakta olduğunu gördüm.
Hava bazan önümüzdeki camii göstermeyecek kadar bulanıyor,
bazan da ta uzaklardaki dağlar bile görünüyordu. Sanki tabiat
büyük bir sinema makinesini net yapmaktaydı... Karşımızdaki
çamlığa yakın karlar, aktörlerin beyazlatmak için saçlarına
serptikleri pudraları andırıyordu.

Titreye titreye kalktım. Ceketi omuzuma atarak yüzümü
yıkamaya gittim...

Gelip aynanın karşısına geçince, tanımadığım birisi bana
baktı... Şaşırdım. Aynada ince bıyıklı, siyah fanilalı, ceketi
omuzunda bir külhanbeyi duruyordu. Bu... Bu... Bendim, yeni
bırakmaya başladığım bıyıklarım, dağınık saçlarım, aba ceketimle
bendim... Ama sırtımdaki siyah fanila? Nereden gelmişti
bu?.. Bu bıçkın fanilasını ne zaman giymiştim?..

Zihnimde bir şimşek çaktı: Dün bir kutu fanila alarak eve
yollamıştım, demek içlerinde bir tane de siyah varmış; ben de
gece çamaşır değiştirirken farkında olmadan giymişim!..

Birden değiştiğimi hissettim... O kadar süratle değişmiştim
ki, eski benliğimle yeni benliğim arasındaki ayırıcı çizgiyi
elimle tutabileceğimi zannediyordum...

Aynadaki adam gözleriyle bana şöyle diyordu:

-Gafil!.. Burada seni sıkan, halk, muhit değil kendi mevkiindir;
sen efendi olmak kabiliyetinde değilsin... Sen nizam, kanun
gibi kayıtlara tabi olamayacak kadar serserisin... Muayyen
bir daire, muayyen bir ikametgah seni sıkar, sana hergün değişen
bir iş, her gece değişen bir yatak lazımdır... Ne yazık ki
bunları daha şimdi anlayabiliyorsun... Artık yapacağın, mukadderin
olan yaşayışa avdettir. Bunun için de evvela başından
melon şapkayı, sırtından kolalı gömleği çıkarmalı, siyah fanilanla
tam bir uçarı olmalısın... Göreceksin ki hayatın zevki değişikliktedir...
Ama öyle elbise değiştirir kadar basit olanlarında
değil, hayatına yeni bir istikamet verecek kadar büyük tenevvülerde
(çeşitliliklerde)...

Bundan sonra aç kalmayı spor, dayak yemeyi eğlence bilecek,
kendinden kuvvetli olanlara aktör, kendinden zayıf olanlara
hakim, enayilere karşı insafsız olacaksın... Bilmelisin ki, yaptıkların
zekanın hamakate (aptallığa) galebesinden ibarettir... Artık hayatının
sahifelerinden yeisi, bedbinliği, kederi sil, çünkü kuvvetli
bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur... Hadi...
Düşünme... İstanbul'a dön... Kendi hayatına dön!..-

Aynadaki adam sustu. Dikkat ettim, eski kaymakama hiç
benzemiyordu. Vücudunda bir kıvraklık, gözlerinde hayatı anlayan
bir parıltı vardı...

Bu adam saçlarını tarar, kollarını gerdiği zaman fanilasının
altında şişkin memeleri belirirse çok güzel olacaktı... Siyah elbiselerine
aykırı düşen bıyıkları bile, şimdi dudaklarını tatlı tatlı
gölgelendirmeye başlamıştı.

İki gün sonra İstanbul'daydım. Tasavvur ettiğim hayata
kavuştum. Bana vatanperverlikten, oraların tenvire (aydınlığa,
aydınlatılmaya) ihtiyacından bahsetme! Söyleyeceklerin doğrudur,
lakin -burada sesini alçalttı- lakin bizim için, yani benim içinde
yetiştiğim gençlik için, memleket muhabbeti bir fantezi, feragat
lügatten silinen bir kelime, hodbinlik en makul seciyedir.

Benim başkalarından farkım; samimiyetim, düşüncelerimi
açıkça söyleyip yapmamdır.

Adaaam sen de, işte aç kaldığım yok. Ara sıra ahbaplara da
rastlıyorum, beni davet ediyorlar, gülüp eğleniyoruz. Ama bazıları
yol göstermeye, nasihat etmeye kalkıyorlar ki, gece yarısı
evlerini bırakıp kaçtığım oluyor.

..

Yavaşça ellerini uzatarak sandığın kayışını yakaladı.

-Uzun konuştuk, Güzin!- dedi, -Canını sıktım. Ara sıra geçerken
uğrarsan hem boyarız, hem de bir iki laf atarız... Bana müsaade...-

Kutusunu afili bir tavırla omuzuna vurarak yürüdü. Güzin
Hanım arkasından baktı, baktı, sonra dudaklarını bükerek o da
yürümeye başladı. Ve bir parça uzaklaştıktan sonra yavaşça mırıldandı:

-Kaçık!-

1927

...

Komik-i Şehir (Ünlü Komik)

İ

-Yeni bir tiyatro kumpanyası gelmiş!..-

Bu haber kasabaya seferberlik havadisleri kadar çabuk yayıldı.

Akşamüzeri bir elinde çıngırak, öteki elinde kocaman bir
levha ile eşeğe binerek sokakları dolaşan boyalı cüce, arkasında
şalvarlı çocuklardan, kahveci çıraklarından bir kuyruk sürükledi.

Çınarlı çeşmede su dolduran kadınlar, testilerin üstüne
oturarak, biri gitmeden biri gelen bu tiyatrolara beddua
ettiler.

Müddeiumumi, mugayiri ar ve haya (edep ve namusa, ahlaka aykırı)
danslara, oyunlara karşı ne gibi tedbirler alınacağını düşündü...

Kopuklar, kör Veysel'in meyhanesinde kafa kafaya vererek
daha yüzlerini görmedikleri kızların güzellikleri hakkında iddialar
yaptılar.

Münevver gençler, meydan yerindeki eczanenin önüne iskemle
atıp bu heyetin -kıymetli sanatkaranesine- dair münakaşada
bulundular.

Kırtasiyeci, dekor yapmak için mukavva alıp parasını vermeden
giden öteki kumpanyayı düşünerek birkaç küfür savurdu...

Herkes boştu, herkese iş lazımdı, herkes az çok alakadar oldu.

İİ

Candarma kaymakamlığından (eskiden yarbay karşılığı bir rütbe)
mütekait belediye mimarının eseri olan taş tiyatro binası daha
tamamlanmamıştı. Fakat içinde oyun verilebiliyordu. Memleket büyükleri
erkenden locaları doldurmuşlardı.

Birinci loca kaymakamın...

Bu, mülkiyeden yeni çıkmış, İşkodralı bir gençtir... Emsalinde
bulunan her şey kendisinde var: Ukala, kendini beğenmiş, kötücül
(kötü göz sahibi)...

Sokakta başını ileri uzatarak, bastonunu kaldırımlara sert
sert vurarak bir yürüyüşü var ki...

Akıl itibariyle herkesten üstün olduğuna kanaat etmiştir...
Kazanın doktorlarıyla bile, ders anlatan bir müderris tavrıyla
konuşur...

Hayatta namuslu adam tasavvur edemez: Ona göre bütün
kadınlar orospu, bütün erkekler buna benzer illetlerle malul,
yahut hırsızdır..

Yanında oturan da candarma kumandanı. Kaymakamın
hemşerisi... Bilseniz ne habistir... Memlekete yeni gelen memurlara
her türlü kolaylığı gösterir... Sırf onlarla ahbap olarak
gece toplanmaları yapmak, böylece aile kadınlarıyla çeşmiçerez (içli
dışlı olmak) geçinmek için...

Büyük bir hırsı da -iki kelimeyi bir araya getiremediği halde-
içtimalarda nutuk söylemektir. Her milli bayramda hükümet
meydanında masanın üstüne çıkar:

-Evet arkadaşlar... Evet... Bu memleket, evet...- diye saatlerce
öter...

Nedense kaymakamla da pek anlaştılar.

Öteki loca müddeiumuminin...

Bu da Manastır'ın Ohri kazasından bir Arnavut'tur. Domuz
itlafındaki (öldürmedeki) hizmetinden dolayı nasıl takdirname aldığını
anlatan ziraat müdürünü dinliyor, ara sıra:

-Dil mi fendım?.. Şayanı ayret!- diye kafasını sallıyor...

Diğer localar da boş değil.

Hususi muhasebe memuru, harcırahları eksik tahakkuk ettirmekteki
maharetiyle meşhurdur. Şişman göbeğini locanın kenarına
dayayarak aşağıya, iki polis refakatinde umumhaneden
gelen sermayelere bakıyor.

Gazete müdürü, yanındakilere, devlet ricaliyle nasıl içlidışlı
olduğunu, mebusların çoğunu nasıl isimleriyle çağırdığını
anlatmakla meşgul.

Belediye azaları ara sıra koridora çıkıyor, biraz sonra bıyıklarını
silip ağızlarına leblebi atarak giriyorlar... Bu kasabanın
kaçak rakıları pek enfestir...

Eşraf kızlarına süzgün süzgün bakan genç zabitler, arkadaşlarının
ensesine vurarak kibar şakalar yapan muallimler de
bu localardadır.

Aşağıda ise herkes sarhoş, kafayı çeken gelmiş... Kimisi
bol keseden kabak çekirdeği ısmarlıyor, kimisi yanındakinin
yakasından tutmuş, dili dolaşarak:

-Söyle... Yakarız değil mi... Ha?.. Ha?.. Söylesene, yakarız...
Değil mi?..- diye bağırıyor. Öteki onu dışarı çıkararak hava
aldırmaya çalışıyor.

İİİ

Perde açıldı...

Alakadarları birkaç kişiden ibaret olan kantolar oynandı.

Son açılışta herkes karşısında çarlistoncu Suzan'ı buldu.

Bir alkış koptu. Klarnet, ud, trampetten ibaret olan cazbantla
beraber dans başladı. Belli ki çok oynamış, fakat üstünden
çiftetelli edasını atamamıştı. Ayakları yumurta çalkalamak
için kullandıkları teller gibi birbirine dolaşıyor, gözlerine inen
oksijenli saçlar, kibar bir el vuruşuyla geriye atılıyordu.

El şakırtıları, tekmeler, ıslıkların gayretiyle bu numara birkaç
kere tekrar edildi.

Perde kapandığı zaman herkes coşkundu, müddeiumumi
ziraat müdürüne eğildi:

-Akiki zenatkar... Dil mi fendım?..- dedi; mutadı (alışkanlığı)
üzere başını bir daha salladı...

Bir sürü düettolar, kuvarettolar oynandı, yırtık sesli kız,
karşısındaki pazen şalvarlı cücenin karnına vurarak:

-İnandın mı hey budala hah hah ha...

Turp sıkayım aklına hah hah ha... -

Dedikçe, hususi muhasebe memurunun karnı, gülmekten
locanın kenarını yıkacak gibi sarsılıyordu...

Bunlar da bitti...

On beş dakika istirahatten sonra feci dramlar, kahkahalı
komediler başlayacaktı...

İV

Komik-i şehir Rahmi, sahnenin arka kapısından dışarı bakarak söylendi:

-Of... be, ne kar bu?..-

Sonra arkasında duran aktris Viktor'a döndü:

-Amma berbat memleket ha!..- dedi, -Üç gün evvelki hava
neydi, şimdiki hava ne!..-

Yavaş yavaş kapıları kapadı, etrafına bakındı... Kimse yoktu...
Viktor'u elinden tutarak kendine çekti, kucakladı...

Dört seneden beri beraberdiler... Rahmi bir mızıka binbaşısının
Harbiye'yi yarıda bırakarak tuluatçılığa heves eden oğlu,
Viktor İzmirli bir Yahudi zengininin kızıydı...

Babası galiba bir para meselesi yüzünden intihar edince
-herkesin kolayca tasavvur edebileceği birtakım safhalardan
sonra- bu seyyar tiyatro kumpanyalarına girmiş, Garbi Anadolu'yu
senelerce dolaşmıştı...

Bir gün, Edremit'te, yarım yamalak bir heyetle oyunlar veren
Rahmi'ye tesadüf etti...

Bu kızıl saçlı, yeşil gözlü, güzel ve biraz da delişmen komik
kendisini yanına aldı...

Seviştiler, fakat bu aşkları, nedense kumpanya değiştikçe
değişen aktris sevdalarından biri olmadı...

Rahmi artık onu kantoya falan çıkarmadı, piyeslerde, komedilerde
ufak tefek roller verdi.

Böyle olduğu halde, Viktor, boyalı aktrislerin yanında çok
göze çarpıyordu. Hatta birkaç akşam evvel birisi altın saatini:

-Var ol be!..- diyerek bağırarak dramın en heyecanlı yerinde
sahneye fırlatmıştı...

Rahmi onu bir dakika yanından ayırmıyordu... Öteki aktörlerle
konuşmasına bile razı değildi... Kendisinden başkasının
onun sarı saçlarına, güzel yüzüne bakmasına dayanamazdı...

Dolgun vücudunu kucakladığı zaman, mavi damarları belli
olacak kadar şeffaf yüzüne bakıyor, sevincinden ağlamak istiyordu.
Biliyordu ki, yaşadıkları yaşamak değildir... Fakat bu
tuluatçılık öyle bir şeydir ki, bir kere yakalanan yakasını kolay
kolay sıyıramaz... Kumar gibi, sigara gibi bir şeydir. Aç kalır,
soğuk han odalarında geceler, herkesten istihfaf (aşağılama) ve tahkir
görür, lakin onu gene bırakamazlar...

En iyi sanatlar, en kazançlı işler onun bir nüktesine, bir
sahne irticaline (doğaçtan oynanan bir sahne anlamında) feda edilir...

V

Rahmi sahneye girdi:

-E...- dedi, -hazırlandınız mı bakalım?..-

Tiran rollerini yapan Münir yanına sokuldu:

-Hazırız!..- Sonra kulağına eğilerek:

-Biliyor musun Rahmi?- dedi, -Birkaç akşamdan beri ön
tarafa oturup mariz çıkaran, patırtı yapan külhanbeyler yok
mu?.-

-Bu akşam yoklar değil mi?.. Ben göremedim...-

-Tabii göremezsin... İki üç tanesi dışarıda dolaşıyor, ötekiler
de içeride kuytu köşelere sinmişler... Bir gidip gelmeler falan
var ama... Hani biraz tetik olsak fena olmaz...-

-Dağ başında mıyız yavrum?..-

Ayrıldılar, Rahmi kuşkulandı... Fakat ehemmiyet vermemeye
çalıştı... Aldırmadı...

-Evhamlı çocuk...- diye güldü.

Oyun başladı...

Oyun epeyce ilerledi...

Rahmi sahnedeydi...

Viktor Rahmi'nin boynuna sarılmıştı...

Piyes Namık Kemal'in -Zavallı Çocuk-uydu...

Viktor söylüyordu:

-Muhabbet, Atacığım... Muhabbet...-

Birden ortalık karıştı...

Birbiri arkasına tabancalar patladı... Salondaki ve sahnedeki
lüks lambaları söndü; korkanlar, üzerlerine lambaların sıcak
gazları dökülenler bağırışıyorlardı...

Herkes birbirini çiğneyerek kaçıştı...

Rahmi paltosunun cebinde elektrik fenerini ararken bir tabanca
kabzası yedi...

Aklı başına geldiği zaman sahne, polisler, candarmalarla
dolmuştu... Ayağa kalkar kalkmaz bağırdı:

-Viktor... Nerede Viktor?..-

Müddeiumumi ifadesini almak için susturdu:

-Anlatmanız lazımdır nasıl oldu mesele... Dil mi fendım?..-



O gece sabaha kadar uyuyamadı... Ortadan kaybolanlar
Viktor'la Suzan'dı...

Halbuki Suzan biraz sonra geldi... Çok çabalandığı için herifler
bırakmışlardı: -Tırnaklarımla yüzlerini parçaladım...- diyordu...
Viktor'un baygın ve Çömlekçizade'nin kucağında olduğunu söyledi...

Rahmi sabahı zor yaptı... Şafakla beraber candarma kumandanının
dairesine gitti... Ortalığı süpüren bir neferden başka kimse yoktu...

Dışarıda, kar altında dolaştı... Kahvelere girdi çıktı... Vakit
geçmiyordu.

Meydan yerindeki büyük saat dokuzu vurdu...

Rahmi topuklarına kadar kara gömülerek dolaştı...

Saat buçuğu çaldı...

Saat onu çaldı...

Candarma kumandanı gocuğuna bürünmüş, çizmelerini
çekmiş, elinde dikenli bastonuyla göründü.

Rahmi koştu. Fakat öteki bunu görür görmez: -Gördünüz
mü akşam yaptığınızı?.. Başımıza iş açtınız!- diye azarladı..

-Biz mi beyim?..-

-Elbet siz... Hep kendi ihtiyatsızlığınız!-

-Niçin efendim?.. Ne yapabilirdik ki?..-

Cevap vermedi... Rahmi sordu:

-Yalnız... Bir takip falan çıkmadı mı daha?..-

Yürüye yürüye odaya gelmişlerdi. Dik dik baktı:

-Ne takibi?.. Bu havada mı?..-

Şaşırdı: -Nasıl... Onları bırakacak mısınız?..-

-Getirirler!..-

-Ne zaman?.. İstediklerini yaptıktan sonra, değil mi?.. Neye yarar?..-

Öteki, çizmelerini sobada kurutarak, cevap verdi:

-Pencereden dışarı bak bakalım... Bu havada sen gider misin?..-

-Giderim... Yanıma iki candarma verin, giderim!..-

-Hadi be sersem...- diye mırıldandı.

Rahmi coştu... Çıldıracaktı... Bağırdı:

-Peki ama, siz bu memleketin inzibatını temine memur değil
misiniz?.. Herkes canını ve namusunu size emanet etmedi
mi?.. Mesul olacağınızı düşünmez misiniz?.. Bu yaptığınızın
korkaklık olduğunu düşünmez misiniz?-

-Posta!-

Bir nefer girdi.

-At şunu dışarı!..-

-Baş üstüne beyim!- Rahmi'ye döndü:

-Buyurun!-

O zaman: -Yapmayın yüzbaşım!- diye yalvardı, -Allah aşkına
yapmayın... Bir tek candarma... Ben yayan yürüyeyim...
Yalnız bir tek süvari candarma verin. Beraber gidelim.-

-At dışarı!-

Nefer kolundan tuttu.

O, sallana sallana çıktı.

Vİİ

Rüyada gibiydi... Ne yapacaktı?.. Kime gidebilirdi bu yabancı yerde?..

Hükümet yok muydu?.. Başlarında kendilerinin hür, namuslarının
emniyette olduğunu söyleyen bir hükümet yok muydu?..

-Oh!- dedi, -Sahi... kaymakama çıkmadım. Ona söylerim,
yalvarırım, hatta tehdit ederim.-

Yürüdü... Hükümet konağına girdi:

-Beyim... Akşam siz de vardınız... Kadınlarımızdan birisini
kaçırdılar... Bir takip çıkarsanız.-

-Hay hay... Şimdi candarma kumandanına yazarım.-

-Efendim, ben ona gittim: Beni dışarı attı. Bu havada takip
olmaz, dedi. Yalvardım... Bağırdım... Dinlemedi...-

-Ya...-

Düşündü... Herhalde kumandanın istemeyişinde bir sebep
vardı... Pencereden baktı... Hakikaten kar çılgın gibi savruluyordu.

-Peki... Siz gidin, ben çaresine bakarım.-

-Çok teşekkür ederim beyim.-

Rahmi çıktı. Söz almış demekti... Handa biraz oturdu...
Öğleden sonra hükümete uğradı. Kaymakamın yanına girdi:

-Beyim... Takip çıktı mı?..-

-Haaa... Bak unutmuştum!-

-Oh... beyim, nasıl olur ya?..-

-Hem biliyor musun... Boşuna külfet... Nasıl olsa birkaç
güne kadar getirirler.-

-Fakat bu birkaç günde... Buna nasıl tahammül edilir?..-

-Canım herhalde kadının da gönlü vardı. Bak... Öteki nasıl
kurtulup gelmiş...-

-Baygınmış efendim...-

-Laf!..-

-Beyefendi... Boş şeyler konuşuyoruz... Vakit geçecek!..-

Öteki kızdı... Kendisine, kazanın kaymakamına bu laf söylenir miydi?..

-Boş şeyler mi konuşuyoruz?.. Biliyor musun ne dediğini?..
Bir orospu için başımıza iş mi açacaksın?-

Bu sefer Rahmi kızdı:

-Orospu... Orospu ha... Kaymakam bey... O, sizin namuslu
geçinenlerinizden bile namusludur!..-

Bu lafa da kızmak lazım geldiğini hissetti:

-Edepsiz... Takip çıkarmıyorum!..-

Nasıl?.. Takip çıkarmıyor muydu?..

Niçin kendisine hakim olamamıştı, niçin böyle münasebetsiz
laflar söylemişti?.. Bunu tamir etmeliydi:

-Beyim...- dedi, -beyciğim... Kusuruma bakmayın... Pek
perişan oldum... Aklım başımda değil... O benim için her şeydir
beyim... Ben onsuz yapamam... Siz de gençsiniz; siz de
sevmek nedir bilirsiniz... Şimdi onun ne halde olduğunu düşünmek
bile beni çıldırtıyor... Yalvarırım kaymakam bey...
Emredin de iki candarma olsun çıkarsınlar...-

-Havalar açılsın da o zamana kadar gelmezse karakollara
sordururuz...-

-Bekleyemem... O kadar bekleyemem... Muhakkak deli
olurum...-

Ellerini uzatarak yalvardı:

-Oh beyim... Onu buldurunuz, onu buldurursanız size ne
kadar dua edeceğiz... Sizi ne kadar seveceğiz... İnsanlardan
büsbütün yüksek bir kimse olarak tanıyacağız, -sözlerine bir
dram edası verdi- siz bizim aşkımızın yegane mabudu olacaksınız...
Siz bizim...-

-Amma yapışkan şeysin be!- diye bağırdı, -Odacıyı çağıracağım
şimdi...-

Bu adamı rikkate (duygulandırmaya çalışmak anlamında) getirmeye
çalışmak neticesizdi... Gözyaşlarını avuçlarına silerek çıktı...

Kaymakam koltuğunun arkasına yaslanarak derin bir oh çekti:

-İyi ki candarma kumandanına sordum... Çömlekçizadelerle
uğraşıp dertsiz başıma dert mi açacaktım?..- diye söylendi.

Vİİİ

Rahmi akşama kadar dolaştı ve bedelinin yarısını vererek
birkaç gün için bir at kiraladı... Tek başına Viktor'u aramaya gidecekti...
Atı alır almaz sabahı falan beklemeden yola çıktı...

Şehirden uzaklaşınca gece olmuştu. Hayvanını onların gittiği
söylenen Türkmen köylerine doğru sürdü. Kar kesilmiş,
bulutlar hafiflemişti, ay bunların arkasında kurşuni abajurlu bir
elektrik ampulü gibi hafif hafif parlıyordu... Yalnız soğuk bir
rüzgar vardı. Nihayetsiz ovaların karlarını yalayıp gelen bu
rüzgar sanki her mesamesine (deri üzerindeki gözle görülmeyen delikler,
gözende) kızdırılmış bir iğne sokuyordu... Muşambasına daha iyi sarıldı,
fakat ayakları fena halde üşüdüğü için attan indi, dizginleri koluna
geçirerek hızlı hızlı yürümeye başladı...

Karlar ayaklarının altında, ağızda kauçuk çiğneniyormuş
gibi sesler çıkarıyordu... En ufak bir hareket bile yoktu... Ara
sıra durarak etrafı dinlediği zaman, cebindeki saatin tıkırtısından
başka şey duyulmuyordu...

Kağnı tekerleklerinin siyah izlerini taşıyan yollar, beyaz
kar sahralarının ortasında, bir ölü elinin mor damarları gibi
kıvrıntılar yaparak uzuyordu...

-Ne bitmez yollar yarabbi!..- diye söylendi... Üç gün, tam
üç gün yürüdü... Hastalıklı köylülerden ekmek istedi. Tezek
alevinde ısınan çocuklara bir kerpicin üstüne oturarak ders anlatmaya
çalışan köy muallimlerinden yol ve haber sordu...

Üçüncü gündü. Öğleye doğru büyük bir çam ormanından
eli tabancasında, kurt sesleri dinleyerek geçerken, uzaklarda at
nallarının sesini duydu...

Biraz sonra tepeden dört beş süvari göründü. O, kenara çekilerek
bekledi, yaklaştıkları zaman gördü ki bunlar aradıklarıdır
ve birisinin kucağında Viktor yatıyor. Hemen önlerine çıktı...
Onlar bunu görür görmez filintalarını doğrultarak:

-Depreşme!..- diye bağırdılar... Yaklaşınca kendi aralarında
müzakereler oldu. Sonra birisi inerek Rahmi'nin üstünden
silahlarını aldı, tekrar atına atladı. Kucaklarında baygın duran
kadını karların üstüne bırakarak gerisingeriye dörtnala uzaklaştılar...

Siyah yamçılarının eteklerini savurarak beyaz çam dalları
arkasında gözden kayboldukları vakit Rahmi ne yapacağını
düşündü...

-Dönmeli!..- dedi.

Viktor'u kucağına alarak hayvana atladı... Ağır ağır yürüdü...
Soğuk yoktu... Hele ormandan çıktıkları zaman güneş bile
görünmeye başlamıştı. Kış günlerinin bu tatlı öğle güneşi bulutların
arasından ovaya, karların üstüne uzandıkça insan kendisini
altın sütunlu bir kubbenin altında ve bir mermer sarayda
zannediyordu.

İX

Dört gün sonra, bir gece yarısı kasabaya girdiler... Zayıflamışlar,
sararmışlar, boğazlarına kadar çamura batmışlardı...
Karlar eridikçe balçıklaşan yollar, zamklı kağıtlara yapışan sinekler
gibi onları çabalandırmıştı...

Handa, Rahmi Viktor'u kendi eliyle soydu, yatağa yatırdı...
Onun rutubetten sızlayan ayaklarını avuçlarıyla ovarak
ısıttı...

Sac sobalı ufak odaya bütün kumpanya efradı birikmiş:

-Aşkolsun be- diyorlardı, -biz seni gürültüye gitti sanmıştık...-

O anlattı... Heriflerin Viktor'u şehre kadar getirmek zahmetine
bile katlanmayarak karların ortasında nasıl bıraktıklarını;
dönüşte kalmak istedikleri köylerin kendilerini nasıl istemeyerek
kabul ettiklerini anlattı..

Kaymakamla candarma kumandanının kendisine neler
yaptığını anlattı.

X

İki gün sonraydı; öğle üzeri Rahmi yol tedarikleri yapmak
için çarşıya gitmişti. Bir candarma geldi:

-Viktor Hanım'ı kaymakam bey istiyor, bazı şeyler soracakmış!- dedi...

Başını cama dayayarak uzak dağlara bakan Viktor, duygusuz
bir makine gibi hazırlandı. Çünkü komiserlerin, candarma
kumandanlarının, kaymakamların çağırmasına alışkındı... Bu
vukuatı eksik olmayan hayatta kaç kere istintaklar (sorgular)
geçirmiş, kaç kere toprak zeminli tevkifhanelerde yatmıştı...



Kaymakam odada yalnızdı... Viktor girince:

-Geçmiş olsun- dedi, -inşallah hepsi cezalarını bulacaklar...-

Evvelce bir takip bile çıkarmayan adam şimdi alakadar
oluyor, ince ince sualler soruyordu. Bunun tek sebebi işgüzarlıktı.
Bazı kötü niyetlilerin: -Meseleyi örtbas etti!- demelerine
meydan vermemek için, hazır kadın da bulunmuşken, bir faaliyet
göstermeliydi. Nasıl olsa işin gürültülü patırtılı kısmı geçmişti...

Yalnız konuşma ilerledikçe tuhaf tuhaf bir şeyler olduğunu
hissetti... Gözlerini Viktor'un beyaz, solgun yüzünden, koyu
mavi gözlerinden ayıramıyordu. İçinden: -Amma enfes şey
be!..- diye söylendi.

Bu kadına karşı zapt edilemez bir hırs duyuyordu...

Koltuğundan kalkarak kızın yanındaki iskemleye oturdu.
Elleri iradesini dinlemeyerek, onun aşağıya doğru mecalsizlikle
sallanan uzun kollarını yakalamak istiyordu.

Niçin çekiniyordu sanki?.. Bu sapa kazanın kralı demek
değil miydi o?.. Kim hesap sorabilirdi kendisinden?.. Bilhassa
böyle bir tiyatrocu kız için!..

Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Damarlarında dolaşan kan değil,
yanardağ lavlarıydı sanki. Her uzvu geriliyor, titriyor, dudakları,
farkında olmadan, dişleri arasında parçalanıyordu. Ne söylediğini
şaşırmıştı:

-Senin bu kadar güzel olduğunu bilseydim takibe kendim
çıkardım!- diyor, müfrit hareketlerden menetmeye çalıştığı elleriyle
onun omuzlarına dokunuyordu.

Nihayet kaynayan bir çaydanlık gibi taştı... Viktor'un kollarını
sımsıkı yakaladı:

-Gel!- dedi, -Gel!.. Bitirdin beni!..-

Genç azalarının kuvvetiyle unu kucakladı... Bazan solan,
bazan kırmızılaşan titrek dudaklarını kadının gerdanına yapıştırdı...

Viktor serbest kalan bir eliyle onun başını itmeye çalışıyor:

-Ne yapıyorsunuz?.. Çıldırdınız mı?.. Ne yapıyorsunuz?..-
diye bağırıyordu...

Odanın öteki başındaki kanepeye götürmek için kucakladığı
esnada kadın silkindi... Kollarını kurtardı, o zaman kaymakamın
aklına bile getirmediği bir şey oldu:

Beyaz, zayıf bir kol kalktı... Kaymakamın suratına şiddetle
indi.

Kaymakam ince parmakların tombul yanağında bıraktığı
izleri ovuşturarak masanın yanına sıçradı.

Aç bir köpek iştahla sarıldığı bir et parçası ağzından kapıldığı
zaman, nasıl kızar ve vahşileşirse, kaymakam da öylece
kızdı, vahşileşti ve kudurdu...

Öyle adamlar vardır ki, haysiyet, şeref gibi kayıtlara aşina
olmadıkları halde, gurur ve nahvetlerine (kibir, burnu büyüklük)
dokunulur, acizleri yüzlerine çarpılırsa kendilerini kaybedecek kadar
hiddetlenirler.

Bu da, her ne kadar sakin olmaya, itidalini (soğukkanlılığını)
muhafazaya çalışıyorsa da, gözleri bir noktaya dikilmiş, bu tokada
mükemmel bir mukabelede bulunabilmek için düşünüyordu:

Masanın üstündeki kalemi şiddetle aldı... Titreyen elleriyle
beş altı satır yazdı.

Kapının önündeki hademeye karakol kumandanını acele
çağırmasını söyledi, o gelince kağıdı uzatarak:

-Bu kadını al...- dedi. -Fahişelik yapıyormuş; Çömlekçizadelerle
dağa falan kaçmış, evvela hükümet doktoruna, sonra da
umumhaneye götürürsünüz...-

Birbiri arkasına gelen bu vakaların aptallaştırmış olduğu
Viktor'u kolundan tutarak götüren karakol kumandanına:

-Dikkat edin ha... Mesul ederim!- diye bağırdı.

Biraz sonra odaya gelen candarma kumandanına vakayı
anlattı ve hiddetle mırıldandı:

-Görsün kaymakam tokatlamayı!..-

Dişlerini çıkararak sırıttı... Islık gibi bir sesle: -Hem ne zaman
olsa elimizde demektir- dedi, -yalnız arası biraz soğusun!..-

Xİİ

Bu son vaka Rahmi'yi fena halde sarstı, muvazenesi bozuldu.
Bir meczup gibi sokaklarda dolaşıyor, her gördüğü adamın
yanına sokularak derdini anlatıyor, muavenet (yardım), merhamet
dileniyordu.

Kaç gece kaymakamın kapısı önünde bir köpek gibi uluyarak
ağladı... Kaç kere candarma kumandanının yolunu bekleyerek
onun eteklerine sarıldı... Kaç gece umumhaneye girmek
isteyerek nöbetçi candarmadan azar ve tekme yedi.

Kumpanya efradı da artık dağılmaya başlamışlardı. Yalnız
eski patronlarını bu halde bırakıp gitmeye gönülleri razı olmayan
dört beş kişi, onu kandırmaya, buradan götürmeye çalışıyordu..

Gene bir akşamdı, alacakaranlıkta evine giden kaymakam,
yolda Rahmi'ye tesadüf etti:

-Gene mi sen?..-

-Viktor'u bana ver!- dedi. -Viktor'u bana ver, bir saat bile
beklemeden buradan gideceğim.-

Beklenmedik bir cesaretle kaymakamın yakasından tuttu:

-Eğer vermezsen... O zaman... Biliyor musun... O zaman
seni öldürürüm... Bu elimle... Boğazını sıkarım... Seni zevkle...
Kahkahayla öldürürüm... Bilsen seni öldürmek ne tatlı
olur... Yarın dairene geleceğim... Onu orada bulurum değil
mi?.. Yoksa!..-

Ellerini uzatarak korkunç işaretler yaptı... Hızlı adımlarla
dolaşık sokaklarda kayboldu...

Kaymakam şaşırmıştı, bu gözlerin sahibi dediğini yapacağa
benziyordu... Bu adam bir deliydi... Öyle ya... Adamakıllı deli.

Sonra bu vaziyet, halk arasında ufak tefek mırıltılar çıkmasına
da sebep oluyordu...

Bir çare... Bütün bunları toptan temizleyecek bir çare lazımdı...

Güldü... Bir fabrika gibi şeytani fikirler yapan kafası, bu
çareyi de bulmuştu:

Ertesi gün, Komik-i Şehir Rahmi Bey kumpanyası, birçok
vukuata, memleket inzibatını ihlal edecek ahvale sebebiyet verdiklerinden,
bir yaylıya doldurularak, idareten kaza hududu
haricine, -iki candarma refakatiyle- çıkarılıyordu...

Xİİİ

Yaylı, çamurlu yollarda acı, boğuk sesler çıkararak ilerliyordu...
Hava kapanık ve sıkıntılıydı... Üzerinde yer yer su birikintileri
duran ova, kirli bir sofra muşambasını andırıyordu...
Alçak bir tavan gibi, ıslak yerlere yaklaşan bulutlarla, ufkun
manzarası münasebetsiz ve çirkindi. Tepelerinde beyaz kar yığınları
duran kırmızı topraklı dağlar, Rahmi'nin gözüne, iltihaplı
kan çıbanları gibi görünüyordu...

Öğleye doğru Üzümcü Deresi'nin çağıltısı işitildi... Arabacı:

-Çay taşmış diyorlardı... Galiba köprü korkuluklarını da
sel götürmüş... Su çoksa geçemeyiz...- dedi. Geldikleri zaman
suyun epeyce alçalmış olduğunu gördüler... Araba, tekerlekler
dokundukça yerinden oynayan kalasların üzerinde sarsılarak
yürüdü. Dere, aşağıda, çağlayan şiddetiyle akıyordu. Çamurlu,
asabi sular bazı büyük taşlara çarparak köpürüyorlar, sonra beyaz
bir sakal gibi uzayarak kayboluyorlardı... Köprünün ortasına
gelmişlerdi... Birdenbire atlar şaha kalktı... Başlarını kaldırıyorlar,
tepine tepine köprünün kenarına yaklaşıyorlardı. İçeride
feryatlar koptu... Nasıl oldu bilinemez, araba -birbiriyle konuşarak
yanından giden iki candarmayı da sürükleyerek- aşağıya
uçtu. Kahverengi sulara gömüldü...

XİV

Bir gün odasında:

-Teverrüm ettiği melfuf tabip raporuyla de teeyyüd eden
umumhane sermayelerinden (verem olduğu ilişteki doktor raporuyla da
doğrulanan genelev kadınlarından) Viktor'un hastaneye sevki...-
hakkındaki evrakı okuyan kaymakamın yanına topal birisi girdi
ki bu, mahut vakadan -sakat olarak kurtulabilen yegane
adam- candarmalardan biriydi...

Hastaneden yeni çıktığı için dermansızdı, bir kanapenin
ucuna ilişti:

-Beyefendi!.. İçime dert olacak da...- diye başlayarak birçok
şeyler söyledi.

Bilhassa, o vakanın, söylendiği gibi kaza olmadığını, çünkü
köprünün üstünde giderken arabanın içindekilerden kızıl saçlı
bir adamın atılıp dizginleri yakaladığını, şiddetle asılarak arabacının
ve hayvanların mukavemetine rağmen dereye sürüklendiklerini anlattı...

Fakat kaymakam kendisine, -Herhalde korkuyla hayalet
görmüş olduğunu, böyle zırva lafları bırakmasını, sonra elalemin
alay edeceğini, hatta mesuliyeti bile olduğunu, hülasa çenesini
kapatmasını- söyledi...

1928

:::::::::::::::::

KAĞNI

Kağnı

Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşı'nda
Sarı Mehmet'i vurdu.

Otuz evli köy birbirine girdi. Şaşırdılar. Herkes korku içinde
candarmaların gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya
altı saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe
on beş gün bile uğramazlardı. Bu; köylünün aklına en geç
geldi; ondan sonra köyün ihtiyarları kahvede Hüseyin'in babası
Mevlüt Ağa'nın etrafına toplandılar. Sarı Mehmet'in bir tek
ihtiyar anasından gayri kimsesi yoktu. Onu karşılarına aldılar;
davacı olmaması için kendisine nasihat etmeye başladılar. İmam:

-Ülen kocakarı- diyordu. -Dava edersen ne kazanacaksın?
Kim gider de Mevlüt Ağa'nın oğlu adam vurdu diye şahitlik
eder? Etse bile sen ayda bir iki defa kasabaya gidip her seferde
dört beş gününü gavur edersen tarlanı kim eker, işine kim bakar?
Kasaba iki günlük yol, gidersin, şahitlerin gelmedi, haftaya
uğra derler, mahkemen talik olur. Sen gününü şaşırıp gidemezsin,
candarma seni alır götürür, gayrı kendin istesen bile
yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu.
Cenabı Hak böyle istemiş, Allah'ın emrine mahkeme ile mi karşı
koyacaksın? Ne yapsan oğlun geri gelmez. Gel bu işi kapatalım.
Sarı Mehmet'in sana zaten bir faydası yoktu ki; düğünde
seyranda gezer, sattığın iki şinik ekinin parasını avratlara yedirirdi.
Bak Mevlüt Ağa bundan sonra seni hep kollayacağını süylüyor. Ne dersin?-

Bütün bu sözleri oturduğu yerde başını sallayarak dinleyen
ve çapaklı, ağlamaktan kızarmış gözlerini, budaklı bir dala
benzeyen iri mafsallı, çatlak derili elleriyle silen kocakarı, imam
lafını bitirdikten sonra da hep aynı şekilde sallanmakta devam
ediyordu. Bir demet kuru ot gibi başındaki yamalı ve kirli örtünün
altından fırlayan kınası solmuş kır saçlarını yüzünden ve
ıslak yanaklarından çekti. Anlaşılmaz şeyler mırıldandı.

Orada oturanlardan birkaçı daha kocakarının karşısına geçip
çömelerek yarı kandırır, yarı tehdit eder şekilde uzun uzun
söylendiler: -Öyle değil mi, ha? Diyiversene, ha! Aklın yattı
mı? Diyiversene!- diye diller döktüler.

Bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir
hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi.
Başucunda iki üç sinek dolaşıyor, vınlıyordu. Biraz ötede,
güneşten gözlerini kırpıştıran bir sürü ufak çocuk, ellerinde
boylarından büyük değneklerle ve hiç seslerini çıkarmadan bu
üstü örtülü ölünün, keçenin alt ucundan fırlayan ayaklarına bakıyorlardı.
Tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün
çorabın içinde donuk bir sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve
bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca
yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu. Ara sıra içlerinden
biri uzaklardan kendisini çağıran anasının sesine koşuyor,
biraz sonra yine koşup gelerek eski yerini ve kımıldamayan
tavrını alıyordu.

Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun başucuna
gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan
ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini
silmeye başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır
ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu. Bir ihtiyar, kısık sesiyle
bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de yavaş yavaş
dağıldılar. Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama
doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan
sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkandı ve gömüldü.
Mevlut Ağa, ezandan evvel Sarı Mehmet'in anasına iki
tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yolladı.

Bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi.
Kahvenin önünde indiler. Bunları görünce muhtarın yüreği
-hop- dedi, çünkü bunlar karakolun candarmaları değildi, herhalde
vilayetten geliyorlardı. Candarmaların biri kahvede hemen
kağıt kalem çıkardı, muhtardan başlayarak herkesin ifadelerini
almaya koyuldu. Öbür candarma köyün meydanında
aşağı yukarı dolaşıyordu.

Mesele derhal köye yayıldı. Savrukların Hüseyin'le kavgalı
olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden
duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti. Müddeiumumi
evvela kendisi doktoru da alıp gelecekti. Sonra
ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne
kestiremedi; işi tahkik etmelerini söyleyerek açıkgöz iki
candarma yolladı. Doktor, daha ihtiyatlı bulunmak için, eğer
bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya getirmelerini candarmalara
sıkı sıkı tembih etti.

Sarı Mehmet'in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız:
-Ben kimseden davacı değilim!- dedi. -Oğlun eceliyle mi
öldü, vuruldu mu?- sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele
ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükümet
kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç
geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında
köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti.
O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve
tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman
daha gençti de...

Sonra Mehmet geri gelecek değildi, Mevlüt Ağa'yı düşman
etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü.
Onun için hep inkar etti.

İkindiüstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle Mehmet'in
ölüsünü mezardan çıkarttılar. Ancak yarım metre kadar
toprağın altında olan ceset, şiddetle taaffün ediyordu (kokuyordu).
Herkes beş on adım geri çekildi. Candarmalar Mehmet'in anasını
çağırarak: -Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin...
Doktor muayene edecek!- dediler.

Kadın: -Yavrumu mezarında bile rahat komadılar!- diye
iki yanını dövüyor ve bütün Anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan
ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu. Mütemadiyen
sallanmakta ve çatlak, kuru yumruklarını ağzına ve gözlerine
götürmekte idi. Candarmanın biri ayağıyla hafifçe arkasından
dokundu: -Kalk bakalım!- dedi.

Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça
parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi,
ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı. Bunları
yaparken ikide birde duruyor ve bir müddet ağlayıp kendi
kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. Gece olduktan
sonra yalnızca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtarı,
imamı, Savrukların Hüseyin'i birbirine bağlayarak önlerine
katmışlar ve yollanmışlardı.

İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük
öküzün çektiği kağnının arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak;
elinde değnek, ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya
çalışarak, yürüyordu. Yaz gecelerinin parlak ay ışığı
altında çakalların sesini bastıran bir gıcırtı ile ağır ağır ilerleyen
bu kağnı, hiç de bir ölü taşıra benzemiyordu: Öküzler sırtlarına
vuran aydınlık altında canlı ve gürbüz; yamalı yorgan ve köhne
kağnı fevkalade kıymetli bir madenden yapılmış gibi güzel
ve yeni görünüyorlardı. Kadının gölgesi, elindeki değnekle beraber,
beyaz taşların, çalıların üzerinden atlayarak metrelerce
uzanıyor, rakseder gibi sıçrıyordu.

Halbuki altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile
sersemlemiş, sendeleye sendeleye yürüyor, bazan birdenbire
hızlanan öküzlerin yanında gitmeye çabalıyordu. Yavaş yavaş
ayakları sürüklenmeye, ağlamaktan, içine akıta akıta ağlamaktan
daralan göğsü nefes alamamaya başladı.

Kağnının kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. Ayakları
birbirine dolaşıyordu. Öküzlere -oooha- diye bağırmak istedi,
sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı,
tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. Karşıdan
doğru yeni çıkan serin bir rüzgar üçetekli entarisini ve şalvarının
paçalarını uçuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir
bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden tekrar
düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.

Kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak
ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve
ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif
bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.

(Varlık, 15.09.1935)

...

Kamyon

Kamyon, Zincirli Han'ın dar ve basık kapısından, yan duvarlara
sürtünüp sıvaları dökerek ve üzerine bağlanmış sepetlerle
çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına çıktı. Şoför bir
eliyle direksiyona yapışmış, dört metre genişliğindeki sokağın
karşı tarafındaki berber dükkanlarına girmeden sola manevra
yapabilmeye uğraşıyor, öteki eliyle de ağzına peynirli pide tıkıyordu.
Toz, çamur, benzin, makine yağı tabakalarının altında
elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan şoför yamağı
arka tarafta durmuş, iki yana koşarak şoföre:

-İleri!.. Geri!.. Yana!..- diye işaretler veriyor, bir taraftan da
soğan ekmek tıkınıyordu. Kamyon, içindeki yirmi iki müşterisiyle
beraber sokağa çıkıp biraz ilerledikten sonra durdu. Uzaktan
doğru koşup gelen bir çocukla, otomobilde heybesini bacaklarının
arasına almış değirmi sakallı birisi fiskos edip konuşmaya
başladılar. Ara sıra duyulan -Buğday, veresiye defteri,
şinik, sekiz metre kara dimi...- gibi sözlerden, İzmir'e giden
manifaturacının, oğluna; dükkan idaresi ve köylülerle veresiye
muamelesinin şekli hakkında son talimatı verdiği amlaşılıyordu.
İkide birde sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre şöyle
bir başını çevirip:

-Dur azıcık... patlamadın a!..- diyor; sonra gözlerini müşterilerde
de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil, başka sabırsızlananlar
varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.

Bu sırada, sırtında eski bir heybe ile çok genç bir köylü otomobile
yaklaştı; tereddüt eder gibi bir müddet şoföre baktıktan sonra:

-İzmir'e mi?- diye sordu.

-Oraya!..-

-Beni de alır mısınız?-

-Yer yok!..-

Delikanlı hemen arkasını döndü, uzaklaşmaya başladı. Fakat
şoförün penceresine dayanarak ona birtakım şeyler havale
eden esmer, uzun boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi
arkasından bağırdı:

-Gel buraya! Hey... Delikanlı!..-

Köylü döndü. Esmer, uzun boylu adam şoföre:

-Ne diye yer yokmuş, arkada bir yere sıkışmıştır!..- dedi.

Bu adam kamyonun sahibi idi. Şoför yüzünü buruşturarak
indi. Delikanlıdan yarım lira peşin aldı. Sonra, arabanın arka
kapağını gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine çullarını seren
öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni gelene bir yer açtı. Zaten dizleri
üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem; -olmaz,
buraya nasıl sığar!- diye söyleniyorlar, hem de her setre pantollunun
emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı.
Genç köylü bir kıyıya çömeldi, heybesini altına aldı ve
kamyon, hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü.

Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş çerçeveli
gözlük takmış; yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam -Beyşehir taraflarına
dava toplamaya giden bir avukat- başını arkaya çevirerek!
-Uğurlar olsun cümlenize!- diye bağırdı. İçerdekiler hepsi
birden aynı sözü tekrarladılar. Konya'dan çıkıp Beyşehir'e giden
yolun başlangıcındaki dik yokuşu tırmanmaya başlayınca,
herkes yanındaki ile veya çaprazlama ta öbür baştaki biriyle lafa
koyuldu; birkaç kişi yalnız cigara içip dumanını savuruyordu.
Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira
eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan
bu kısmında ikide birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan
köylüler, cıgara da içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı.

..

Sonradan gelen genç köylü ilk defa otomobile biniyordu.
Benzi sapsarıydı. Bunun yarısı alışmadığı bir şeyde hızlı hızlı
götürülmenin verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka bir
şeyden geliyordu.

Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu delikanlı otomobile
binmişti, İzmir'e gidecekti. Araba İzmir'e gelince şoför
yolcuları selametlemeden evvel nedense yol parasının üstünü
toplamak adetindeydi. Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık
ki şoförün bu isteğini yerine getirecek vaziyette değildi. Yanında
beş parası bile yoktu.

Mahsuller para etmeyince, vergiler ödenmez hale gelince,
evde tuz, gaz tükenip yerine yenisini koyamayınca oğul babasını
bir kenara çekmiş:

-Baba, ben gidip şehirlerde çalışayım. Bak, köyün yarısı
gitti, İzmir'de çok iş varmış. Fabrikalarda adamına göre yarım
lira yevmiye bile veriyorlarmış. Kışın burada kalıp yük olacağıma,
gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada
çalışırım...- demişti. İhtiyar babası aklı ermediği ve fakirlikten
söz söyleyemez, fikir ortaya atamaz hale geldiği için peki
dedi. Ve on sekiz yaşındaki delikanlı, bundan evvel İzmir'e gidip
gelenlerden akıl danışmaya gitti.

İzmir'e gitmek için evvela Konya'dan otobüse binmek lazımdı.
Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş üzerinden iki üç günde varılıyordu.
Yol parası beş lira idi. İzmir'e varınca hemşerileri bulup,
ötesini onlardan öğrenmek lazımdı.

Delikanlı bunun üzerine yol parası tedarikine çıktı. Fakat
evindeki eski bir çifteye bir liradan fazla veren bulunmadı. Beş
lira gibi mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek, bir
hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırmış
bir halde iken bakkalın oğluna rastladı. Bu çocuk bir zamanlar
babasının yanından kaçıp şoför muavinliği yapmıştı. Kendisine
akıl öğretti:

-Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı verilirmiş?..-
dedi ve ona, şoföre yarım lirayı peşin verdikten sonra bir daha
beş para vermemesini, İzmir'e yaklaştıkları zaman usulca arkadan
atlayarak tüymesini ve İzmir'e yayan girmesini söyledi.

Yalnız şunu da ilave etti:

-Amanın tetik ol, İzmir'e girmeden otomobili durdurup
yol parasını toplarlar. Sen daha evvel atlamazsan yandığın
gündür. Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler,
üstelik de don gömlekten gayrı neyin varsa alırlar...-

İşte bu on sekiz yaşındaki köylü delikanlısı, cebindeki elli
kuruşu peşin verdikten sonra, böylece on parasız otomobile
binmiş, İzmir'e ameleliğe gidiyordu.

Yolculuğun ikinci günü akşamına doğru genç köylü olduğu
yerde rahat oturamamaya başladı. Yola çıkalıdan beri açtı.
Köyden beraber aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez yemişti.
Yanı başında kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen
köylülere yutkunarak bakıyor, sanki başı dönüyormuş gibi
gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan tahtalarına dayıyordu.
Sonra birdenbire irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak
öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu.
İçinde, otomobil ilerledikçe büyüyen bir korku ona ara sıra açlığını
unutturuyor, yahut açlıkla karışarak onu sersemletiyordu.
İzmir'e yaklaştıklarını yolcuların konuşmalarından anlamıştı.
Fakat ne kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman geldi mi?
Eğer daha çok varsa bu Allah'ın dağlarında gece yarısı yolu nasıl
bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline
düşerse?.. Ya şoför parayı vermeden atlayıp kaçtığını karakola
haber verirse?.. O zaman candarmalar kendisini dövmezler
miydi? Acaba candarmaların dayağı mı daha kötü idi, şoförün
dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir merhametli
çıkar da bunu dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde
rezil olmak vardı. Üstelik don gömlekle kalacaktı. Bu kılıkta
İzmir'e nasıl girer, hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka
çare yoktu...

Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon, arkasında atılmış
pamuk gibi bir toz yığını bırakarak koşuyor, dar dönemeçlerde,
içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar yapıyordu.
Birçok defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip
şey, çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden hızıyla, ciğerlere
ve beyne dolan sıcak benzin kokusu ile birdenbire korkunç
bir kılık alan bu makine ona anlaşılmaz bir ürkeklik veriyordu.
Bu toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından,
bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir'in
hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin
kokulu yüzü, Beyşehir'de inen gözlüklü avukatın siyah ceketinden
fırlayan sıska ensesi geçiyordu.

Ara sıra otomobil herhangi bir sebeple yavaşlar gibi olunca
delikanlı yüzünde zapt edemediği bir dehşet ifadesiyle yerinden
fırlıyor, -Acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?-
diyor; araba tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine
çekiliyor ve atlamak için kati kararını veriyordu. Fakat nasıl
atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün
hislerine alışamadığı ve ezici tesirler yapan korku makinesi
kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına
imkan olmadığını sanıyordu. Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına
bakınıyor, etrafındaki köylülerin, ön sıralarda oturan
efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa yakasına
yapışacaklarını zannediyordu. Alnından yanaklarına doğru terler
akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.

Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun sol tarafı sarp bir
kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyunda bir yar, esner gibi
ağzını açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motörün hafifleyen
gürültüsü arasında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu.
Henüz taş bile döşenmemiş olan şosenin bu kısmında
çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular burada yayan
yürür ve otomobiller yavaş yavaş ilerlerdi. Bunun için otomobili
tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve:

-Haydi beyler!- dedi.

Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu: Delikanlı, gözleri
dönmüş, korkudan titreyerek, kendini dışarıya, yolun üstüne
fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış
ona muvazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere
döndükten sonra ayağı boşa gitti ve eliyle çalılara tutunmaya
çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı
bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla birlikte, yardan
aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı.

Ayda Bir, Eylül 1935

...

Kafakağıdı

Akşamüzeri hapishaneye bir sürü adam getirdiler. Hepsi
elli kadar vardı. Bu kadar kalabalığı süngü takmamış iki candarmanın
arasında görünce yol parası borcundan buraya geldiklerini anladık.

Nizamiye kapısından girince avluda sıra oldular. Bir gardiyan
elindeki kağıda bakarak yoklama yaptı. Ondan sonra duvar
kenarına dizilerek çömeldiler, konuşmadan bekleşmeye başladılar.

Kılıkları pek perişandı. Poturları parça parça sarkıyordu ve
çoğunun ayağında kunduraya benzer bir şey bile yoktu.

Sırtlarında devetüyü çuldan kısa ve gene parça parça cepkenler,
bunun altında solmuş, lime lime yıpranmış ve yamadan
görünmez olmuş mintanlar vardı. Siperini sağ veya sol yanaklarının
üstüne getirdikleri kasketleri yağ içindeydi ve yırtık siperden
koyu sarı mukavvalar fırlıyordu.

Yanlarına koydukları çul heybelerin yan yatan ağızlarından
birkaç somun kara ekmek, birkaç dürüm yufka ve bazılarınınkinden
birkaç taze soğan yaprağı görünüyordu.

Hangi koğuşa gideceklerini ve ne yapacaklarını söyleyen
olmadığı için uzun zaman beklediler. Aralarında ara sıra bir
şeyler fısıldaşıyorlardı. Kendi köylerinden birkaç mahpus yanlarına
sokulunca isteksiz ve çekingen tavırlarla onun suallerine
cevap veriyorlar, ara sıra başlarını başka tarafa çevirip uzaklara
bakarak bu konuşmaya devam etmekten pek hoşlanmadıklarını
anlatıyorlardı.

Hakikaten, tanımadıkları mahpuslardan ziyade hemşerilerinden
tanıyor gibiydiler. Katilden veya başka ağır cürümlerden
yatan kendi köylülerinin karşısında, yol parası veremedikleri
için hapse düşmüş olmak onlara pek ağır geliyordu.

İçlerinde bir de ihtiyar vardı. Görünüşte altmışı çoktan aşmış
olan bu adamın artık yol parası vesaire ile alakası olmasa
gerekti. Mavi damarları fırlamış ve kütükleşmiş ellerinde tuttuğu
eğri ve kalın bir sopaya dayanarak kalkabiliyor ve iki kat olmuş
belini hemen bir yere yaslamak için duvarın yanına gidiyordu.

Kupkuru ve uzun çenesinde birkaç tel sallanmakta, dökülerek
adamakıllı seyrekleşen ak saçlarının altında lekeli ve pul
pul olmuş bir deri parlamaktaydı.

Üstü başı ötekiler kadar, hatta daha fazla perişandı. Belindeki
meşin silahlık, belki altmış senenin kahrını çekmiş olduğu
için, tüylenmiş, çatlamış, taban astarı gibi incelmişti.

Yanına yaklaştım. İhtiyarlıktan ufalmış gözlerle bana baktı.
Geçeceğimi sanarak başını gene başka tarafa çevirdi.

Yanına diz çöktüm:

-Merhaba, dede!- dedim.

Dönüp baktı. Gözlerinde ufak bir hayret parladı ve döndü.

-Eyvallah!-

Her yeni gelene söylenen beylik cümleyi söyledim:

-Geçmiş olsun!-

-Sağ ol!-

Tekrar önüne baktı. Bir cıgara çıkarıp verdim. Titrek elleriyle
aldı, sonra silahlığından teneke bir tabaka çıkararak açtı.
İçinde bir tutamdan az tütün tozu ve bir fitilli çakmak vardı.
Bunun seferberlikten kalma olduğu besbelliydi. Avcunun içi ile
hızlı hızlı çaktı, sonra fitili düzeltip birkaç kere daha denedi. Bir
türlü yanmıyordu. Bu sırada benim yakıp uzattığım kibritle cıgarasını
ateşledi ve ağır ağır, derin derin çekti.

Ben gene sordum:

-Vukuatın ne, dede?-

-Ne vukuatı oğul, susa yolu parası veremedik!-

-Kaç yaşındasın?-

-Ne bileyim? Seksen olmalı!..-

-Nasıl olur? Altmışını geçenlerden yol parası istemezler...-

-Benden istiyorlar...-

-Bir yanlışlık olacak.-

-Yanlışlık değil oğul!- dedi ve anlattı:

-Dört oğlum vardı, birisi katilden hapse düştü, sekiz sene
yattıktan sonra öldü; ikisi seferberlikte gitti; biri de candarma
idi, eşkıya takibinde vuruldu, topal kaldı, şimdi köyde oturur,
benim elime bakar. Öbür oğullarımın çocukları yoktu. Bunun
da bir tek oğlu oldu, o da sekiz yaşında sıtmadan öldü. Öleli
yirmi yılı aşkındır. O zamandan beri topal oğlumla otururuz.
Benim kocakarı ile topalın karısı tarlayı sürer, ekerler, ben de
harmana yardım ederim, topal da çardakta oturup bostanı bekler,
kıt kanaat geçiniriz. Üç sene evvel bizim ağa dere boyundaki
ufak tarlamıza sahip çıkar oldu. Bağırdık çağırdık, fayda etmedi.
Oğlan sakat, bende de derman yok, hakkımızı kendimiz
arayamadık. Mecbur olduk hükümet kapısına düşmeye. İki sene
mahkememiz sürdü. Bizim tapumuz filan yoktu ama, bütün
köylü o tarlanın bize dededen kaldığını bilirdi. Bunu soran olmadı,
ağa yalancı şahit dinletti, mahkemeyi kazandı. Mahkeme
sürerken benden kafakağıdımı istediler, nereden bulayım? Askerden
döneli devlet kapısına işim düşmemişti; aradım aradım
yok... Sonra mushafın arasında bizim topalın ölen oğlunun kafakağıdını
buldum. Onun da adı Mehmet'ti. Kafakağıdı değil
mi, hep bir, dedim, vilayete kaydını gördürdüm, yeniden adres
verdim.

Mahkemede bir şey çıkmadı. Vilayete gelip giderken öbür
tarlayı yüzüstü koyduğumuzla kaldık. Altı ay sonraydı, köye
tahsildarlar geldi. Yol parası vereceklerin arasında muhtar beni
de okudu. Yanlış olacak diye kulak asmadım. Birkaç kere gelip
gittiler, aldırmadım. Yirmi senedir yol parasından muaftım.

Bu sefer tahsildarlar candarmayla beraber geldiler. Yol parası
vermeyenlerle beraber beni de aldılar; ben seksen yaşındayım
dedim ama, dinleyen olmadı. Nüfusa geldik, defteri açıp
baktılar, daha yirmi dokuz yaşındasın dediler. Amanın etmeyin,
halime bakın dedim, olmaz, tevellüdün işte burada, adresin
de belli, diye dayattılar. Cebimdeki nüfusu çıkarıp verdim,
orada da 29 gösteriyormuş, o zaman aklım erdi ama, neyleyim?
Daha çok kurcalarsan başına iş açılır, dediler. Ben de sesimi çıkarmadım.
Altı lirayı bir denkleştirebilsem verir kurtulurdum
ama, bu zamanda altı liranın yolu nerde? Kaderde yazılıymış
dedik, geldik buraya...-

Gülmeye başlamıştım:

-Ama babacığım, hiç insan torununun nüfus kağıdını alır
mı?- dedim.

Bıkkın bir tavırla elini salladı ve:

-Ne olurmuş sanki?- diye mırıldandı, -Hepsi devletin kağıdı
değil mi?-

Ağaç, 14.03.1936

...

Gramofon Avrat

Azime bu kızı eline geçireli bir sene bile yoktu. Fakat adı
şimdiden bütün Konya hovardalarının arasında yayılmış, bunun
sayesinde Azime'nin çıkınına yeşil yeşil bangonotlar dolmaya
başlamıştı.

Yaşı daha yirmi sularında idi. On beş senelik oturak avratlarından
güzel oyun oynuyor, bütün türküleri, en zorlarını bile,
gözünü kırpmadan söylüyordu. Bir yanık sesi vardı ki... Bu ses
için ismi Gramofon Avrat olmuştu. Asıl adı pek malum değildi.
Nereden geldiğini de bilenler azdı. Dilinin epeyce düzgün olduğuna
bakılırsa herhalde şehirde bir efendi yanında evlatlık
kalmış olacaktı. İki sene evvel ilk defa olarak Dereköylü bir delikanlının
yanında Meram'da bir oturağa gelmiş, ondan sonra
bir iki ay bu çocukla dolaşmıştı. Dereköylü bir gece kavga arasında
vurulup ölünce bütün öteki kimsesiz ve efesiz oturak kadınları
gibi Azime'nin eline düştü. Azime ne tükenmez hazine
yakaladığını bilmez değildi. Kızı evvela terzi Mürüvvet'e götürüp
hanımlar gibi giydirdi, ayağına tokalı pabuçlar aldı, bir
hafta, on gün istirahat ettirdi. Ondan sonra bir geceliğine oturağa
göndermek için otuz, kırk, yerine göre yüz lira alarak ve sürüyüp
götürmesinler diye yanına kendi adamlarından bir silahlıyı
-efesidir, yalnız göndermez- diye katarak kızı çalıştırmaya başladı.

Anasının beşibiryerdelerini, babasından kalan iki dönüm
tarlayı, Araplar Mahallesi'ndeki eski evi satan her delikanlı paralarını
kuşağına basıp Azime'ye geliyor ve bir gececik oynatmak
için Gramofon Avrat'ı istiyordu.

Öteki avratlar hep yaşlı kadınlardı. Oyundan anlayan hovardaların
beğenebileceği bir oyun, ancak on beş yirmi senede
öğrenilebiliyor ve bu müddet içinde yüzler, kalın düzgün tabakaları
altında saklanacak kadar çöküyordu. Az ışıklı çıraların
veya sönük lambaların ziyasında oynayan bu kadınların yüzlerinden
çok ayaklarına ve türlü türlü ahenklerle kıvrılan vücutlarına
bakıldığı için yüzlerinin ve yaşlarının pek ehemmiyeti yoktu.

Fakat bu Gramofon Avrat... Daha bu yaşta, yıllanmış kadınlardan
güzel ve ustaca oynayan, en kıvrak şarkıları konuşuverir
gibi kolayca söyleyen, rakı verirken adamın gözlerinin içine
bakıp gülen bu yaman kadın öbürlerine benzemiyordu. Bu
kız için millet birbirini kırıyordu. Azime kızı oynatacak olanların
akıllı uslu olmalarına ne kadar dikkat ederse etsin, her oturakta
muhakkak kavga çıkıyor, silah atılıyor, adam vuruluyordu.
Fakat şeytan kız, bunların hepsinden yakayı kurtarmasını
biliyordu. Tam kavga alevlenip kendi yüzünden dövüşenler
kendisini unutunca usulcacık sıvışıyor, onu getiren ve asla kavgaya
karışmayan adamla beraber, kapının önünde bekleyen
arabaya atlayıp bağlar arasından dolaşarak -Azime yengesine-
geliyordu.

Gramofon Avrat'ın acayip bir huyu vardı: Bir gördüğünü
bir daha hiç hatırlamıyordu. Uğruna evini barkını harcayanları
bile ikinci görüşünde tanımamazlıktan geliyor, daha doğrusu
sahiden tanımıyordu. Çünkü karşısındaki kendisini ona hatırlatmak
için: -Nasıl bilmezsin canım, Silleli'nin bağına gittik
ya... Orada Küçük Ali beni bıçakladı da dört ay hastanede yattım
ya!..- dedikçe öyle masum bir tavırla: -Bilemedim hay
efendiciğim, bilemedim işte!- derdi ki, yalan yaptığını söylemek
insafsızlık olurdu.

Kendisini alıp götüren ve oynatanların, hatta bir iki gece
yanlarında alıkoyanların ne zengin ne de -aslan gibi delikanlı-
olmaları, bunların Gramofon Avrat'ın kafasında yer bırakmalarına
yetmiyordu. Yalnız bir kişiyi ve uzun zaman unutmadı:

Azime'nin eski dostlarından Rumelili bir Hüseyin Ağa vardı.
Konya'dan istasyondan çıkınca insanın karşısına dizilen bir
sürü çift atlı paytonların belki dörtte biri bu adamındı. Azime'ye
araba lazım oldu mu, buna haber salar, Hüseyin Ağa da
işin sonunda bazan vukuat da çıkabileceği için en genç ve kuvvetli
arabacısı Murat'ı yollardı.

Bu delikanlı, hiç konuşmadan, hiç arkasına bakmadan kendisine
söylenen yere atları sürer, hangi bağa gidilirse, kapısının
önünde bekler, çağırılsa bile içeri girmez ve sabaha karşı oturak
bitince yahut bir vukuat çıkıp silah sesleri ve bağırışlar arasında
Gramofon Avrat bağdan dışarı fırlayınca hemen atların torbalarını
alır, dörtnala şehre dönerdi.

Ne kadın ona, ne o kadına bir laf söylemiş değildiler. Aylardan
beri onun doru atları ve hafif arabası kadını birçok yerlere
götürdüğü, birçok yerlerden, bazan arkalarından atılan
kurşunlara rağmen, selametle evine getirdiği halde, belki bir
kere adamakıllı birbirlerinin yüzüne bakmamışlardı.

Fakat bir gece Murat hastalanıp yerine başka arabacı gelince
Gramofon Avrat bindiği arabadan atladı ve gitmem diye dayattı;
ne yalvarmak, ne bağırmak fayda vermedi. Azime pohpohlamak
için birkaç gün sonra bunu oğlana söyleyince o, aldırış
etmezmiş gibi, omuzlarını silkti.

Bir gün Meram'ın ta öbür başında bir oturağa gittiler. İçerde
sazlar çalınıp şarkılar titreşen dut yapraklarında dolaşırken,
dönen ve oynayan kadınların kaşık sesleri taşlı bir yolda dörtnala
koşan at nalları gibi geceye yayılırken, her zamanki şey oldu:
Bağırmalar, sövüşmeler başladı. Birkaç silah sesi duyuldu.
Murat başını çevirerek bağın tenha kapısına baktı, neredeyse
bu kapıdan çıkıp arabaya atlayacak olan kadını ve -efesini-
gözledi. Fakat bunun yerine içerden keskin bir kadın sesi çınladı:

-Amanın Murat yetiş, beni vurdular!-

Oğlan yerinden sıçrayarak bahçe kapısını omuzladı. İçerde
hala boğuşanlar vardı. Birkaç kişi kadını kucaklayıp bağ evine
sokmaya çalışıyorlardı. Kadın Murat'ı görünce ellerini ona
doğru uzattı ve ilk defa olarak ona, hem de çok şeyler söyleyen
gözlerle, baktı. Murat yavaşça ceketinin cebinden iri nagantını
çıkararak oradakilere doğru sıktı; onlar, nereden geldiğini anlamadıkları
bu ateşten şaşırdıkları sırada çabucak kadını yakalayıp
dışarı fırladı ve arabaya atlayarak şehrin aksi tarafına, dağlara
doğru sürdü.

Fakat buraları iyi tanımadığı ve sığınacak kimsesi olmadığı
için birkaç gün sonra candarmaların eline düştü, kendisini hapishaneye,
kadını hastaneye kaldırdılar. Gramofon Avrat hastaneden
çıkınca ilk işi Murat'ı sormak oldu. Tabanca attığı zaman
yaralananların biri öldüğü için, delikanlı, esbabı muhaffefesi
(hafifletici sebeplerden dolayı ceza indirimi) filan çıktıktan
sonra, tam on iki buçuk sene yemişti.

Bu günden sonra kadın ne bir oturağa gitti, ne eline kaşık
alıp oynadı, ne de güzel ve yanık sesini duyan oldu. Evvela
yaşlıca birinin yanına kapatma girdi. O kendisini kapı dışarı
edince de umumhaneye düştü. Fakat her salı günü muhakkak
hapishaneye gidip Murat'ı görür, ya birkaç kuruş para, yahut
da yağ, bulgur, cıgara gibi bir şey bırakırdı. Aralarında bir iki
kelime bile konuşmadıkları halde kendi uğruna hiç düşünmeden
adam vuran bu çocuğu, vücudunu satıp kazandığı paralarla
besliyor, belki de artık yalnız bunun için çalışıyordu.

Resimli Herşey, 05.12.1935

...

Arap Hayri

Mektep kitaplarındaki haritalarda bir insan eli kadar küçük
görünen Anadolu, çeşit çeşit birbirine benzemez insanlarla
doludur. Öbek öbek kasabacıklar, kendi içlerine kapanmış birer
küçük dünyadır. Gerçi, bozkırları altmış kilometre ile geçen trenin
ara sıra durduğu tenha istasyonlardan veya tenezzüh otomobillerinin
yarım saat için mola verdiği ağaçlı hükümet meydanlarından
bu dünyayı görebilmek kolay, hatta mümkün değildir,
fakat yirmi beş yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara
gelip üç dört gece kıraathanenin üstündeki otel kılıklı yerde
yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer
gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden, başlıbaşına
bir dünya görürler. Fakat bu da görmek değildir: Oralarda
uzun zaman oturmak, akışa kapılarak yaşamak lazımdır.
Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar
bu kasabalara geldikleri zaman, ne kadar ayrı bir alemin
insanları olduklarını anlarlar. Kendileri için ehemmiyetli olan
birtakım şeylerin buralarda adının bile anılmadığını, senelerin
burada ancak resmi birkaç binada ve kahvenin mermer masasının
üzerinde çay lekeleriyle yatan bir iki gazetede yürüdüğünü,
yaylı arabanın yerini tutan otomobilin, küçük bir daire üzerinde
ağır ağır dönen hayatta bir değişiklik yapmadığını fark
edince şaşırır ve hemen kaçmak isterler.

Bilmezler ki bu donmuş sanılan hayatın da büyük dalgaları,
şehirlerdekine nazaran daha az aktörce, daha çıplak ve içten
ihtirasları, daha sarsıcı maceraları vardır. Bu maceralar büyük
bir olağanlık içinde geçip gittiğinden roman veya piyes haline
konulmazlar, pek seyrek olarak bazı gazetelerde bir taşra muhabirinin
mektubu olarak çıkar ve unutulurlar.

Bizim burada anlatacağımız vaka bu nevidendir; fakat şimdiye
kadar hiçbir gazetede çıkmamıştır.

Beyşehir'in en mühim ve lüzumlu adamı, muhakkak ki boyacı
Arap Hayri idi. Berberin kapısının kenarında küçük sandığına
ayaklarını, çamur sıvalı duvara sırtını dayayarak uyuklarken
onun bu ehemmiyetinin farkına varılmazdı. Diz boyu toz
içinde yüzen bu kasabada herkes kundura boyatmanın saçmalığını
biliyor ve böyle bir lüksü bayramlara saklıyordu. Hatta
bunun için Hayri yalnız Beyşehir'i değil, dört beş saatlik yerlerdeki
Seydişehir'le Akseki'yi de idare ediyordu. Konya'dan bir
kamyon gelince hemen şoförün yanına gider, onun makine yağı
içindeki postallarını temizleyip boyar ve makine Seydişehir'e
doğru kalkıp giderken kutusuyla beraber çamurluğa yapışırdı.

Hayri'nin kıymeti muayyen günlerde ve birdenbire anlaşılırdı.
Valinin, kolordu kumandanının veya bunlara yakın mertebede
başka bir devletlinin otomobili, Beyşehir Gölü'nün üst
tarafından doğru, iki yanı bağlar ve ağaçlarla sarılı şoseyi toza
bulayarak sökün etti mi, derhal kasabayı bir telaş kaplar, gelen
ile -teşerrüf- edecek olan veya bunu ümit eden ne kadar memur
ve eşraf varsa birer adam göndererek Hayri'yi çağırtırlardı.
Kendisine kimsenin muhtaç olmadığı zamanlarda bile ağır
bir istiğnayı (tokgözlülük, nazlanma) her haliyle belli eden bu
boyacı, kendisine Arap ismini verdiren ve koyu kahverengi bir köseleye
benzeyen yüzünün derisini hafifçe buruşturur, koşup gelenleri,
gülümsemeye benzeyen bir ifade ile karşılardı.

Hakimin gönderdiği mübaşir, kaymakamın gönderdiği
candarma, istihkam taburu kumandanının gönderdiği odacı
birbiriyle Hayri'yi paylaşamazlar ve çekişmeye başlarlardı. O
zaman Hayri çamur sıvalı duvara dayadığı başını ve arkaya
doğru kaykılan vücudunu azıcık bile kımıldatmadan dik gözlerle,
önünde bağırıp çağıranları süzer ve nihayet sabrı tükenen
kaymakamın candarması ötekileri hızla itip:

-Kalk ülen! Basarım tokadı ha!- diye bağırınca ağır ağır
sandığını yakalayarak candarmanın önüne düşerdi.

Bazan bu arayıcılar onu her zamanki yerinde bulamazlar,
soruşturmaya başlarlardı. O zaman, gölgeli dükkanında bir
başçavuşun veya bir köy mualliminin bıyıklarını kırpan berber
başını çevirmeden bağırırdı:

-Akseki'de, Akseki'de, Arap'ı aradınızsa Akseki'de!..-

Ve üç dört gün sonra Beyşehir'e dönerek kendi yokluğunda
arandığı haberini duyan Hayri, eski yerine oturur, önünden geçen
kaymakamın tozlu ve burunları yukarı kıvrık sarı iskarpinlerine
gülerek bakardı.

Hayri'nin kıymeti bir de kasabaya tuluat kumpanyaları gelince
anlaşılıyordu. Para vaziyetleri yüzünden bir arada beş altı
kişiden fazla seyahat edemeyen bu kumpanyalar ikinci derecedeki
aktörlerini indikleri yerin garsonlarından, çıraklarından ve
boşta gezenlerinden seçmek adetinde idiler ve onların Beyşehir'deki
gediklileri bu Hayri idi. Bir oyuncu kumpanyası gelir
gelmez Hayri'nin yüzü büsbütün tuhaf bir ciddilik alır, tavırları
daha bir kurumlu olurdu. Sandığını kahve ocağına saklatır,
heyetin adeta vekilharçlığı, rehberliği, hatta bir dereceye kadar
direktörlüğü vazifesini üstüne alırdı... Kahvenin üstündeki
otelde ancak bir tek çıplak oda tutabilen bu -Genç Türk- veya
-Asri Temsil- heyetinin gıdasını tedarik için kolunda sepetle
alışverişe çıkan ihtiyar kantocu Şaziment'le beraber zerzevatçı
ve kasapları dolaşır, beraber pazarlık eder, paranın üstünü kendisi
sayıp alır, elleri dolu olan kantocunun çantasını açıp bunları
oraya attıktan sonra, öteberinin de yarısını kendisi yüklenirdi.

Temsillerde esas vazifesi perdecilik olmakla beraber rollere
çıktığı, hatta bazan birkaç laf ettiği de olurdu. Onu görünce
seyircilerin hepsi kahkahayı bastığı halde Hayri gülmez, hatta
kızgın ve istihfaf eden (hafifseyen, küçümseyen) bir bakışla
aşağıyı süzerdi.

Kasabaya son gelen kumpanya, -Sahir Süha-nın -Sanatkar
Gençler- temsil heyeti idi. Hanay Kahve dedikleri iki katlı gazinonun
üst katında, daha geldikleri akşam, elbiselerinde otomobil
yolculuğundan kalma tozlarla oyun vermeye başlamışlardı.

Bu gelenlerin arasında, Sahir Süha'nın karısı olduğu söylenen
Adalet isminde bir genç kadın vardı. İlk akşamdan itibaren
derhal göze çarptı. Zayıf ve ufak tefek olduğu için, güzelliğine
rağmen, bu gözü ette olan seyircilere hoş görünmeyebilirdi; fakat
çok güzel oyunlar oynuyor, nefis halk şarkıları söylüyordu.
Birçok oturak alemi kadınlarının, Meram bağlarında bir gençlik
bıraktıktan sonra, ancak otuz beş kırk yaşında erişebildikleri
bir ustalık ve hünerle kıvrılan, koşan ve dönen bu genç kadına
bakarken insan, etrafı kerpiç duvarlı bir bağda, kötü fener ışıkları
arasında, uçar gibi rakseden ve hareketlerinin görülmemiş
güzelliği ve ahengi içinde yüzlerinin buruşukları ve boyaları silinen
o oyuncu kadınlardan birini gördüğünü sanıyordu. Bu
aktris Adalet, ayaklarının ve ellerinin hareketine köy oyunlarının
güzelliğini ve sadeliğini, oturak oyunlarının sarhoş edici
kıvrıntılarını koymasını bilmişti. Bu yüzden, köylü, efendi, esnaf,
bütün seyirciler hep birden kendisine tutuldular. Onun küçük
avuçlarının arasında tahta kaşıklar kırıldıkça oturanların
göğsünden iniltiler fırlıyordu. Sesi insanın gözlerini yaşartacak
kadar yanıktı ve söylediği şarkıları o kadar benimseyerek söylüyordu ki,

Uzun uzun kavaklar,

Dökülüyor yapraklar;

Ben yarime doymadım,

Doysun kara topraklar...

derken gözlerin önünde, sarı yapraklarını hafif bir rüzgara
kaptıran ince uzun kavaklar ve bunların dibinde küçük bir
tümsek belirir gibi oluyordu. Perde açıldığı zaman gazino tekmeler
ve alkışlardan yıkılacak gibi sarsılıyor ve herkes kendine
göre tutkunluğunu gösteriyordu. Sarhoş bir saraç çırağı ağlıyor;
bir nüfuzlu zat otelci ile hususi konuşmalara girişiyor; istihkam
taburunda ihtiyat zabitliği yapan bir edebiyat muallimi
gözlüğü buğulanarak başka dünyaları dolaşıyor ve kulağından
kafasına bir şurup gibi akan bu halk şarkılarına kalbinin avuçlarını
uzatıyordu. Fakat, sahnede, perdelerin büzülüp toplandığı
sağ köşenin arkasında oturan ve elinde perde iplerini tutarak
gözlerini oyuncu kadına diken Hayri bu tutkunların en sahicisi
idi. Çok kere kadının oyunu bittiği halde o dalgın dalgın bakmakta
devam eder, seyircilerin gürültüleri ve alaycı kahkahaları
başlayınca kendine gelerek silkinir ve iplere asılırdı.

Öteki kadınların oyununu, bulunduğu yerde, arkalıksız bir
iskemleye oturarak seyrederdi ve galiba müşterilerden ayrı olmamak
için iskemlesini biraz sahneye sürerek başını perdenin
kenarından çıkarır, herkesin baktığı taraftan sahneye bakmak
isterdi.

Fakat Adalet ortaya gelince derhal iskemlesini içeri çeker,
seyrederken kimse tarafından görülmek istemezdi.

Ancak genç kadın kendisini adamakıllı oyunun humması
içine atınca Hayri de yavaş yavaş kendini unutur gibi olur,
adım adım ilerler ve kenara toplanan perdenin arkasından evvela
öne doğru uzanmış başı, sonra eski, elbiselerinin içinde titriyormuş
gibi görünen gövdesi meydana çıkardı.

Oyundan başka zamanlarda da Adalet'in yanından ayrılmıyor
ve göl kıyısına gezmeye giderlerken olsun, kahvede oturup
hesaplaşırlarken olsun, hep hazır bulunuyor ve emir bekliyordu.
Sahir Süha böyle bir adamları olduğu için adeta iftihar
duymakta idi ve aklına bir şey gelmesine de imkan yoktu. Nitekim
bütün kasabada da hiç kimsenin aklına ciddi olarak Hayri'nin
Adalet'e tutulacağı gelmezdi. Yalnız Adalet bunun farkına
varmış görünüyordu. Bu çok pişmiş ve ruhu muhakkak ki
çok kazınmış kadında zavallı Hayri'ye karşı adeta acımaya
benzer hisler belirmişti. Ona bir şey sipariş ederken sesine okşamak
isteyen tonlar karışıyordu. Hayri'nin gözleri kadının yüzüne,
binlerce defa onun uğruna ölebilecek bir bağlılıkla dikilirken,
Adalet tatlı bir gülümseme ile çocuğa isteyebileceği şeylerin
hepsini birden vermiş oluyordu.

..

Kumpanyanın gideceği günün gecesi kasabanın ileri gelen
memurlarından birkaçı, istihkam taburunun göldeki tombazlarıyla
bir göl ve ay ışığı safası tertip ettiler. Dört tombaz yan yana
getirildi ve üzerine kalaslar kondu, masalar yerleştirildi, rakılar
ve yemekler kenarlara dizildi, aktris Adalet ile kocası denilen
Sahir Süha da bu eğlentiyi şereflendirdiler. Arap Hayri ve
birkaç neferle bir iki odacı sofralara hizmet ediyorlardı. Hayri
pek sessiz ve durgundu. Hizmet ettiği masalardan kendisine
rakı uzatıyorlardı; o bunları alıp bir nefeste dikiyor, fakat hiç
değişmeden işine bakıyordu. Gitgide herkes cıvıttı. Adalet fitil
gibi oldu ve Sahir Süha bir kenarda sızdı. Göğsü bağrı çıplak
genç kadın birkaç ayık hovardanın kucağında dolaşıyordu. İki
neferden başka ayakta hiç kimse yoktu. Arap Hayri diz çökmüş,
yaşlıca bir adamın kucağında yatan ve gözleri kendisine
rastlayınca yüzünü -anlarsın ya!- demek isteyen bir sarhoş gülüşü
kaplayan Adalet'e bakıyordu. Sal gölün orta yerlerinde
hafif hafif sallanıyor ve demir teknelere çarpan minimini dalgalar
cıvıldar gibi sesler çıkarıyordu. Aşağıların rüzgarsızlığına
karşı gökteki küçük bulutlar o kadar çabuk koşuyorlardı ki, ay,
bunların birinden çıkıp ötekine girerken, kalasların üzerine serilen
bu sarhoş yığınının üstünde bin bir türlü gölge oyunları
yaratıyordu.

Hayri, koyu meşin yüzü ay ışığından ve gözleri kendinden
parlayarak, hep diz üstü çökmüş ve elleri dizlerinin üzerinde,
Adalet'e bakıyordu. Hem yaşlı adam hem de kadın uyumuşlardı.
Adalet'in gerdanı açıktı. Ay onun yükselip alçalan beyaz
göğsüne yeşilimtırak bir ışık gönderiyordu.

Sal yavaş yavaş sallanmaya başlamıştı, neferler ön tarafta
sahile doğru kürek çekiyorlardı. Yüz metre kadar ötede, gölün
kıyısında siyah ve bodur söğütler görünüyordu. Hayri hafifçe
eğildi, yaşlı memurun uzun ve pis tırnaklı ellerini genç kadının
göğsünden çözdü ve onun zaten küçücük olan vücudunu kucaklayarak
tombazın kıyısına sürükledi; orada, ayın birdenbire
bulutlardan kurtularak dökmeye başladığı serin ışık altında,
kadının yüzüne uzun uzun baktı; ince ve rengi kaçmış dudaklar
hafif hafif kıpırdıyor ve dağınık siyah kaşların altındaki göz
kapakları bir nabız gibi atıyordu.

Hayri uyuyan kadını kalasların üzerine yatırdıktan sonra
kendisi kenara tutunarak yavaşça aşağıya, göle doğru süzüldü,
ay ışığı altında göğsü kabarıp inen kadını gürültüsüzce kendine
doğru çekti; bir eliyle kenarı tutuyor, ötekiyle onu kucaklıyordu.
Hayri'nin kucağından aşağı doğru uzanan ayakları suya
dokununca kadın gözlerini açar gibi oldu; fakat bu sırada çocuk
salın kenarını bıraktığı için birdenbire ve gürültü çıkarmadan
ikisi de suya gömüldüler.

Ay sarhoşların yağlı ve şiş gözlerine vurarak parlıyordu.
Neferler hiçbir şeyin farkında olmadan, gözleri kıyıdaki karanlık
söğütlerde, suları şıpırdatarak kürek çekiyorlardı. Tombazların
demir gövdelerine vuran sular kuş cıvıldamalarına benzeyen
sesler çıkarıyordu.

Varlık, 01.05.1935

...

Bir Şaka

Konya Hapishanesi'ne ilk girdiğim gün Cavit Bey'le tanıştım.
Beni ihtilattan menederek (sanıkların ya da tutukluların görüşmesini,
bir araya gelmesini engelleme) başgardiyanın yattığı odaya kapamışlardı.
Gece olunca nöbetçi gardiyan kapımı açarak beni yukarıya, -yüze gelen
mahpuslar- koğuşuna götürdü.

Gaz lambalarının asılı durduğu duvarların kenarlarındaki
minderlere oturarak yavaş yavaş konuşan, mangalları karıştıran,
fasulye ayıklayan, Kuran okuyan mahpusların arasından
geçerken hepsi süratle yerlerinden kalkıyorlar, -geçmiş olsun
beyim!- diye mırıldanıyorlardı.

Gardiyanla beraber ufak bir odaya girdik. Burada dört beş
kişi vardı. Kapı açılınca -şırrak!- diye bir tavla kapandı. Fakat
oyuncular gelenin köse gardiyan, yani ahbap olduğunu görünce
tavlayı telaşsızca bir kenara koydular. Ötekiler duvar kenarında
yığılı duran ve üstleri birer halı ile örtülen yataklara yaslanmışlardı.
Gözleri yarı kapalı, düşünüyorlar veya düşünmüyorlardı.
Köşede, bir mangalın başında, saçları makine ile kesilmiş,
çok zayıf bir adam oturuyor, çay demliyordu. Gözleri küllü
ateşte, hafif hafif sallanırken dudakları da kımıldıyor gibiydi.
Yaşı otuz beş sularında olabilirdi. Bizi görünce odadakilerin
hepsi ayağa kalktılar: -Geçmiş olsun, buyurun şöyle...- diyerek
yer gösterdiler. Kim olduğumu söylemeye hacet yoktu. Hepsi
haber almışlardı.

Çay demleyen adamın yanına oturduk. Bu adam Cavit
Bey'di.

...

Bu Cavit Bey Adapazarı taraflarında bir yerde muhasebe-i
hususiye memuru iken bacanağını vurmuş. Neden vurduğu
pek belli değil. Sinirli bir adam olduğu için ihtimal birden bir
parlama neticesinde bunu yapmış. Galiba karısını bacanağından
kıskanıyormuş. Aradan sekiz sene geçtiği ve Cavit Bey
Konya'ya gönderileli ancak altı ay olduğu için işin esasını öğrenmek
kolay değildi. Yalnız dışarıda iken pek huysuz, kavgacı,
rakıya düşkün olduğunu söyleyenler vardı. O zaman on beş
sene vermişler. Karısı ve şimdi on dört yaşlarında olması icap
eden bir oğlu, o vakadan sonra kendisiyle bütün alakayı kesmişler.

Cavit Bey bunlardan hiç bahsetmezdi. Hatta onun hapishanenin
dışında da yaşamış olduğunu tahmin etmek güçtü. O burada
hapishanenin taşlardan, demir parmaklıklardan, candarmaların
mavzerlerinden ayrı olan maneviyatını, ruhunu yaşatıyordu.
Doğrudan doğruya hapishanenin manevi tarafıydı.

İlk günlerde bana başucundaki rafımsı yerden aldığı el
yazması bir kitaptan Tur Dağı'na (Musa Peygamber'in Tanrı'yla
karşılaştığı dağ), Hallac-ı Mansur'a (asılarak öldürülen (M.S. 922)
bir mufasavvıf), Münkir, Nekir'e (ölümden sonra insanları sorguya
çekeceklerine inanılan iki melek) dair yerler okurdu. Kitabın koyu
vişneçürüğü ile kahverengi arasındaki meşin cildi kurt yeniği içinde ve
dökülmek üzere idi. Kabın iç sayfalarında acemi yazılar, içi esrarlı
çizgilerle dolu daireler, vezni bozuk beyitler vardı.

Onun eski hayatı hakkında duyulanlara inanmak güçtü.
Akşamları az ateşli mangalın başında hafif hafif sallanan, gayet
yavaş sesle konuşan, kendisine bir şey söylendiği zaman ilkönce
anlamayarak insanın yüzüne saf bir gülümseme ile bakan,
sonra bir cevap verebilmek için gözlerinin kenarını buruşturup
alnını gererek kendini zorlayan bu adamı başka türlü, mesela
rakı masası başında tasavvur etmek elden gelmiyordu.

Mahpuslar yalnız paralılara ve zorbalara itibar ettikleri
halde Cavit Bey'e merhametle karışık bir hürmetleri vardı. Bazan
istidalarını ona yazdırıp beş on kuruş verirlerdi. Hiçbir yerden
on parası gelmeyen ve devletin verdiği bir tayına kalan bu
adama hali vakti yerinde mahkumlar para, erzak vererek yardım
ederlerdi.

Bu da onlara, akşamları gene o hafif sesiyle dini ve mistik
dersler verirdi. Ve onlar bu karmakarışık ve içine Arapça cümleler
serpiştirilmiş sözleri hiçbir şey anlamadan derin bir alaka
ile dinlerlerdi.

Cavit Bey de söylediklerini pek anlamış değildi. Birçok birbirine
benzeyen ve birbirine zıt bilgiler ve fikirler kafasında,
tıpkı, hafif rüzgarlı bir havaya serpilmiş kuş tüyleri gibi, uçuşup
duruyorlardı. Bu, onlardan hangisini yakalayabilirse, eline
hangisi gelir, yüzüne hangisi sürünüp geçerse onu söylüyordu.
Bunun için kendisiyle konuşmak zor, sözlerini anlamak imkansızdı.
Birçok grameri düzgün cümleler ağzından yavaş yavaş
dökülür, fakat bu cümleler, hatta bu cümlelerin içindeki kelimeler
birbirine manaca bağlanamazdı.

Bir gün doğduğum günü sordu. İçi takvim gibi çizgiler,
münhani (eğri) işaretlerle dolu bir defteri karıştırdı; zayiçeme
(Yıldızların belli zamandaki yerlerini, durumlarını gösteren cetvel)
baktı ve bana burcumu ve huylarımı söyledi. Bu günde doğanlar
halim selim ve felaketleri hafif ve devamsız olur, dedi. (Birinci
noktayı bilmem fakat ikincide galiba yanılıyordu.) Ben, felaket
içinde olan her adam gibi, kolay inanır olmuştum. Beraat edeceksin
diye verdiği teminatı dinliyor ve ümitlere düşüyordum.
Mahkum olduktan sonra da evrakımın temyizden bozuk geleceğini
rüyalarımı tabir ederek, haber verirdi.

...

Cavit Bey asıl Havzalı idi. Galiba oralarda akrabaları da
vardı. Konya gibi gurbet elde hapislik ona çok ağır geliyordu.
İstida vererek Samsun Hapishanesi'ne naklini istemişti. İstidasında
sıhhi vaziyetini öne sürdüğü için hastaneye, heyet muayenesine
gönderildi. Ondan sonra heyecan içinde neticeyi
beklemeye başladı. Ve ben bu günlerde ömrümün en büyük
münasebetsizliğini yaptım.

Hapishanenin hareketsizliği, vukuatsızlığı, yeknesaklığı
içinde hayatın ufak hadiseleri bile o kadar ehemmiyet alır, o kadar
büyür ki, mesela mahpusların bir köpeğinin ölmesi insan
ruhları üzerinde, dışarda iken ancak bir yangının, bir zelzelenin
yapabileceği tesiri bırakır. Bir akşam komşu koğuşa gitmek
için gardiyanlardan izin istemek, açıktaki bir memurun devletten
iş istemesi kadar mühim bir şeydir. Çok küçük başlayan bir
vaka bile, her türlü meşguliyetten uzaklaştırılmış ve ufak bir
odaya hapsedilmiş olan bu kafalarda yavaş yavaş büyür, bir
ehemmiyet alır, hatta bir zaman için hayatın tek hedefi olur.

Sonra bir hapishaneden ötekine gönderilmek dışardan bakınca
ehemmiyetsiz, hatta kelepçeli yolculuğun zorlukları düşünülünce,
fena gibi görünürse de, bildik yerler, tanıdık muhitler
hiçbir yerde hapishanede olduğu kadar şiddetle aranılmaz.
Görüşme günleri kapıya kimsesi gelmeyenler, mahkumlar arasında
en zavallı sayılırlar. Bunun için gurbet hapishanesine düşenler
hep memleketlerine nakil için uğraşırlar.

Ben bunları o zaman bilmediğim, düşünmediğim için Cavit
Bey'in bu nakil işine bu kadar ehemmiyet verişini gülünç
buluyordum. Samsun da hapishane, burası da hapishaneydi.
Bunun için ufak bir şaka yaparak hep beraber biraz gülmekte
bir fenalık görmedim.

Cavit Bey'in, hastanedeki rapor işini, bir hafta kadar evvel
tahliye edilmiş bir malmüdürü takip ediyordu. İki üç günde bir
kapıya gelerek havadis verir, hakikatte bir hiçten ibaret olan bu
havadisler Cavit Bey'i o gece uykudan mahrum ederdi.

Bir gün, akşamüstü bu malmüdürünün ağzından bir tezkere
yazdım: -Vakit geç olduğu için sizi göremedim, sıhhatiniz
yalnız naklinize değil, cezanızın teciline sebep olacak kadar
sarsılmış göründüğünden heyeti sıhhiye (sağlık kurulu) tahliyeniz hakkında
rapor yazıyor. Müteessir olmayınız. Çıktıktan sonra nasıl olsa
kesbi afiyet (sağlığını kazanma) edersiniz!- dedim. Bu ufak kağıdı o
gün izinden gelen bir gardiyana vererek kendine gönderdim, kağıdı dışarda
malmüdüründen aldığını söylemesini de tembih ettim... Bu işten
birkaç mahkumun daha haberi vardı. Gardiyan gülerek tezkereyi
aldı ve yukarı götürdü.

Nedense o anda Cavit Bey'in bu şakaya inanıvermesi ihtimalini
düşündüm ve yaptığıma birdenbire pişman oldum...

Cavit Bey sahiden inandı. Yukarıdan kıs kıs gülerek inen
mahkumlardan biri, onun, elinde tezkere ile odadan odaya koştuğunu,
herkese müjde verdiğini söyledi.

İçim cız dedi; ne yapacağımı bilemeyerek şaşırdım kaldım.
Herkes katıla katıla gülüyordu. Ben gitgide daha azaplı bir nedamet
içine düşüyordum. Nihayet işi düzeltmek için koşarak
yukarı çıktım. Tam merdiven başında kendisi ile karşılaştım.
Beni kolumdan tuttu, sesi titreyerek:

-Çıkıyorum!- dedi ve tezkereyi uzattı.

Aldım. Okuyormuş gibi yaptım. Sonra kaşlarımı çatarak:

-Ama niçin seviniyorsunuz? Hasta olduğunuzu yazıyor!- dedim.

Bu ehemmiyetsiz şey üzerinde durduğuma şaşıyormuş gibi
yüzüme baktı:

-Bir kere çıkayım da, sonrası kolay. Ölsem ne olur?- dedi.
Benim sözlerimi dinlemeden, heyecanla, fakat gene o yavaş
sesiyle anlatmaya devam etti:

-Ben zaten bunu dün akşam gördüm. Havza'daki evde
oturuyormuşuz, ablamın küçük bir oğlu vardı, pek severdim,
altı yaşında iken ölmüştü. O geldi kolumdan tuttu: 'Gel dayı
bahçeye çıkalım!' dedi. İşte bak... Çıkıyorum!-

Kolumu bıraktı, ufak adımlarla koşarak gitti.

Ona bu coşkunluğu, bu hudutsuz saadeti içinde hakikati
söyleyebilecek cesareti kendimde bulamadım.

Cavit Bey, bütün koğuşa, çıkınca nerelere gideceğini, nasıl
iş tutacağını anlatıyordu. O zamana kadar hiç ağzına almadığı
halde bu akşam birdenbire karısından ve çocuğundan bahsetmeye
de başlamıştı. Oğlu için -Büyümüştür kerata...- diyor ve
karısının ismini söylemeyerek sadece -bizimki- diyordu. Ve bu
-bizimki-, bütün mülkiyetiyle -benimki!- demek istiyordu. Etrafındakilerin
yüzündeki alayı fark etmeyecek kadar kendini hülyalarına kaptırmıştı...

Herkes yattıktan sonra da Cavit Bey'in sabahlara kadar
Kuran okuduğunu; dualar ettiğini, hatta uzun uzun ağladığını
ertesi sabah mahkumlardan duydum.

Ömrümün en acı saatlerini yaşadım.

Öğleye doğru Cavit Bey işi sezer gibi oldu. Birkaç mahkumun
pek açık alayları onun kulağını bükmüştü. Acı hakikatin
tesiri, saadetindeki kadar büyük oldu. Yıldırım çarpmış gibi
bahçedeki kütüklerden birinin dibine çöktü. Sonra kalktı, sarhoş
gibi sallanarak yukarıya, odasına çıktı. Hiç kimse yanına
gitmeye cesaret edemiyordu. Felaket, nedense, başkalarında olduğu
zaman bile bizi yanından kaçırıyor.

Cavit Bey iki üç gün kendini toparlayamadı. Benim için:
-Ondan böyle şey beklemezdim!- dediğini haber aldım, fakat
kendimde gidip özür dileyecek kuvveti bile bulamadım.

...

Bu hikaye burada biter: Fakat ben, bununla münasebeti
olan başka bir vakayı da şuracığa koymaktan kendimi alamıyorum:

Rapor şakasından bir hafta kadar sonra hapishane müdürlüğüne
benim hakkımda bir kağıt geldi:

-İstanbul müddeiumumiliğine teslim edilmek üzere candarmaya
teslimi- deniliyordu.

Sevindim. İstanbul ne kadar olsa daha alışkın olduğum bir
yerdi. Arkadaşlarım çoktu. Gelenim, gidenim fazla olurdu.
Gerçi Konya'da da yalnız değildim, fakat bu nakil bir değişiklikti
ve bana fena gelmedi. Hemen eşyalarımı topladım. Kitaplarımı
bir sandığa yerleştirdim, vakit geç olduğu için herhalde
yarın gidecektim. O akşam koğuş koğuş dolaşarak tanıdıklara,
tanımadıklara: -Hoşça kalın, Allah kurtarsın!..- dedim. Cavit
Bey'in odasına gittiğim zaman o hemen yerinden kalktı ve yanıma
gelerek elimi sıktı, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya
başladı. Dargın ayrılmak istememişti. Bir müddet beraber oturduk.
Kendisi İstanbul Hapishanesi'nden buraya geldiği için
oradaki bazı nüfuzlu mahpuslara tavsiyeler yazdı, biraz serbest
olmak, rahat edebilmek için lazım olan hususi malumatı verdi.

..

Ertesi gün akşama doğru candarmalar nizamiye kapısına
geldiler. Ben kitap sandığımı evvelce yollamıştım. Kolumda
paltomla bahçedeki mahpusların arasından geçtim. Fakirler yavaşça
yanıma sokularak beş on kuruş istiyorlardı. Hepsine biraz
bir şey uzattım. Ancak tahliye edilenlerin yaptıkları bu cömertlik
bana onlarınkine benzer tatlı bir zevk veriyordu. En
sonra Cavit Bey'i gördüm. Tekrar elimi sıktı ve ben ona da iki
lira verdim... Tahliye edilen mahkumların birçoğu gibi...

Fakat ben tahliye edilmiyordum. Ve trene bindikten sonra
candarmanın elindeki sevk kağıdına bakınca gördüm ki, İstanbul
müddeiumumiliğine, Sinop Hapishanesi'ne gönderilmek
üzere teslim edilecektim. Bunu okuyunca çöker gibi oldum. Bir
deniz kenarında yapyalnız duran bir hapishane gözlerimde
canlandı ve içinde bir tek bile tanıdığım olmayan o yalı şehrini
düşündüm... -Gurbet hapishanesi!- dedim...

Zorlukları, azapları anlatmakla tükenmeyecek bir yolculuktan
sonra Sinop'a geldim... Hapishane ve şehir o kadar fena
görünmedi bana... Mahpus her şeye çabuk alışır, mahpus kalender
olur...

Fakat geldiğimden on gün kadar sonra Konya'dan aldığım
bir mektup beni hem güldürdü, hem de uzun uzun düşüncelere
daldırdı.

Mektup Cavit Bey'dendi. İstanbul'a değil Sinop'a gönderildiğimi
öğrenince bütün arkadaşların çok üzüldüklerini söylüyor
ve şöyle devam ediyordu:

-Kardeşim, size yaptığım büyük fenalığı vicdanıma mazur
gösterebilmek için beni affettiğinizi söylemeniz lazım. Size karşı
olan hatam büyüktür. Bir müddet için hiddetime yenilmiş,
bana yaptığınız o şakadan sonra geceleyin temiz kalple Allah'a
dua ederek: 'O da bana yaptığı gibi bir şeye uğrasın!..' demiştim.
Duamın bu kadar çabuk kabul edileceği ve size bu kadar
ağır dokunacağı aklıma gelemezdi... Yaptığım bu kötülüğü bana
bağışlayınız!..-

Ayda Bir, Ekim 1935

...

Duvar

Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede
kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda
çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular
damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir
parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen
uzaklaşırlardı.

Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak
ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran
şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı
zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım
ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra
aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi
yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?
Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan
ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun
bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya
gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti
hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha
iyi değil midir?

Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti
gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek
için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak
ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler bir bahar
havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi.
Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen küçük
beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi: unutmayı alırlardı.

Ve burada konuşulan şeyler hep eskiye, dışarıya ait şeylerdi.
Sanki hiç kimse buraya girdikten sonra yaşamıyor, yahut
hafızası bunu zapt etmiyordu. Buradaki hayattan bahsetmek
lazım gelince de o kadar isteksiz anlatılırdı ki, insanda, söyleyene
azap veren bu şeyleri susturmak arzusu uyanırdı.

Yalnız kır saçlı bir mahpus bana hapishaneye ilk geldiği senelere
ait bir vaka anlattı. Belki bunu ona sıkılmadan anlattıran,
içeriden ziyade dışarıya ait olmasıydı. Bu, yarı kalmış bir firar
hikayesiydi.

Yalnız daha evvel hapishanenin duvarlarından bahsedelim:

Avlunun dört tarafını çeviren surlar kara tarafında kalın ve
birbiri arkasına birkaç tane idiler. Bir zamanlar burası şehrin iç
sarayı imiş ve şimdi sarı yüzlü, sakallı ve dünyadan uzak zavallıların
dolaştığı bu bahçede asırlarca önce genç cariyeler, belki
aynı hürriyet aşkıyla gözlerini yukarı çevirip denizi dinleyerek,
dolaşırlarmış. Bu kalın surlar onları hem yabancı gözlerden,
hem de düşmandan korumak için yapılmış.

Şimdi yer yer çöken ve üzerlerinde biten bin türlü ot altında
taşları görünmez olan bu duvarların garp köşesindeki kısmının
yıktırılmasına başlanmıştı. Buraya yeni münferit (hapishanede
tek kişilik hücre) daireler yaptırılacağı söyleniyordu.

Bir gün yukarıda söylediğim kır saçlı mahpusla birlikte bu
yıktırılan duvarı seyrediyor, kazmayı vurdukça parça parça
aşağı dökülen harçlara bakıyorduk. Sekiz metre kadar geniş
olan surun yıktırılması epey uzun sürüyordu ve dış bahçenin
bu tarafına gelmelerine müsaade olunan emniyetli yahut eski
mahpuslar, uzun seneler içinde pek bol olarak görülmeyen bu
-eğlenceyi- sabahtan akşama kadar oturup seyrediyorlardı.

Duvar yarı yarıya yıkılmıştı ki, benim yanımda sesini çıkarmadan
duran kır saçlı mahpus yavaşça kulağıma eğildi:

-Bir zamanlar ben bu duvardan kaçacaktım!- dedi.

Merakla yüzüne baktım. O, bahçenin bir kenarındaki kuru
ayva ağacına doğru yürüdü. Yan yana çömeldik, gözlerini parça
parça aşağı düşen duvardan ayırmadan anlattı:

-Dokuz sene evvel, yeni hapse düştüğümün birinci senesinde
bu duvarların dibinde ahşap dükkanlar vardı. Bazı mahpuslar
orada marangozluk, oymacılık, kuyumculuk yapar ve
çıkardıkları işleri dışarıdaki komisyonculara vererek limana gelen
vapurlarda sattırırlardı. Biz de, cürüm arkadaşımla birlikte,
evimizden beş on kuruş getirterek şu şimdi yıkılan duvarın
önündeki bir dükkanda çalışmaya başladık. Sessiz insanlar olduğumuz
için müdür bizi koruyordu. Biz de karımızdan ona
üç beş kuruş ayırıyorduk. Fakat ne bu iş, ne de kazanç bize dışarısını
unutturamıyordu. Düşün! İkimiz de yirmi iki yaşındaydık.
Dışarıda ele avuca sığar şey değildik. Bir, orospu kadın yüzünden
vukuat yapıp içeri düştüğümüz zaman, burada birkaç
günden fazla kalacağımızı aklımız kesmiyordu. Fakat cezamız
tasdik olup on beş sene yüklendikten sonra aklımız başımıza
geldi. Daha doğrusu aklımız başımızdan gitti. Ama ne yaparsın?
Dört taraf dört duvar. Belki af çıkar; cezasını sonuna kadar
yatan kaç kişi var ki?.. diye kendimizi avutmaya çalıştık.

Bir gün dükkanın bir köşesinde tutkal kaynatıyorduk. Çanağın
altına sürdüğüm odun, duvarın taşına çarptı. Bana, taş
yerinden oynar gibi geldi. Hemen ateşi ve çanağı oradan kaldırdım,
taşın soğumasını beklemeden yapıştım. Azıcık kireç
döküldükten sonra, koca bir tepsi ekmeği kadar büyük olan taş
yere düştü. Eğilerek içeri baktım. Gözlerime inanamayacaktım:
Uzakta, ta ileride dar bir ışık görünüyordu. Hemen arkadaşımı
çağırdım. O da yere yatarak bakmaya başladı. Sonra bana dönüp:

'Bu delikten dışarı çıkmak zor olmasa gerek, hemen kaçalım!' dedi.

Ben kendisine 'düşünelim' diye cevap verdim. Acemilik etmeye
gelmezdi. Akşama kadar iş göremedik, bir içeri, bir dışarı
dolaştık.

Bazı geceler, iş çok olursa, gardiyana beş on kuruş vererek
dükkanda kalmak mümkündü. Gardiyan, koğuş yoklamasında
bizi mevcut gösterirdi. O akşam düdük çalıp herkes koğuşlarına
giderken Arap gardiyanın eline bir yirmi beş kuruşlukla bir
tutam esrar sıkıştırdık. O da: 'Hapishaneden banker olup çıkacaksınız
ellalem!' diye yarenlik ederek gitti. Gece oluncaya kadar
ceviz takozlarını keserle yontup sözümona sedefli nalın yaparak
vakit geçirdik.

Yatsıdan sonra lambayı köşeye çekerek taşı oradan aldım,
arkadaş pencereden nöbetçi gardiyanı gözlüyordu. Kafir Arap
her sefer esrarı çekince bir köşede uyur kalırdı ama, bu sefer
domuzuna dolaşacağı tutmuştu. Ben delikten içeri süzüldüm.
Gözüm öbür baştaki delikteydi. Ay ışığı olmadığı için orası
şimdi koyu yeşil bir fener gibi parlıyordu. Biraz daha sürünerek
ilerledim. Sırtım taşlara dokunuyor, enseme kireçler dökülüyordu.
İki adam boyu kadar gittikten sonra birden ferahladım.
Elimle iki yanımı, üstümü yoklayınca geniş bir yerde olduğumu
anladım, yine yoklaya yoklaya doğruldum.

Burası üç adım eninde, üç adım boyunda bir yerdi. Başımı
eğerek ayakta durabiliyordum. Duvara dayanarak solumaya
başladım. Sürünürken oldukça yorulmuştum. Böylece biraz
bekledikten sonra dükkan tarafında bir patırtı oldu ve delik karardı.
Önce korktum, sonra baktım bizim oğlan geliyor. Sanki
bu yerin dibindeki delikte bizi duyacaklarmış gibi, yavaş sesle:

'Arap gardiyan uyudu mu ki?' diye sordum. Yattığı yerde
ilerlemeye çalışarak: 'Öyle olmalı, yarım saatten beri dolaşmaz
oldu!' dedi. O benden daha zor sürünebiliyordu. Nihayet benim
durduğum yere geldi, hemen:

'Burası ne biçim yer?' diye sordu. Sonra ellerini duvarda
gezdirerek söylendi:

'Vıyy, her yanlar da yaş!'

Elimle onu aradım, parmaklarıma meşin bir torba dokundu.
O zaman ne diye zor zoruna sürüklenebildiğini anladım.

Gündüzün acele ile bu torbayı bulmuş, belli etmemek için
yalnız kendi tayınlarımızı içine koyarak saklamıştık. Belki bir
gün, iki gün insan yüzü göremeyecektik...

Ben bunu unutmuştum bile, arkadaş unutmamış ve beraber
getirmiş. O da biraz dinlendikten sonra: 'Haydi bakalım
dayan!' dedim. Bu sefer o öne düşerek şimdi daha yakına gelen
deliğe doğru ilerlemeye başladı. Ben de yere uzanarak arkasından
gitmeye hazırlandım. Önümdeki, birdenbire durdu: 'Buradan
geçilmez!' dedi. Başı deliğe yaklaştığı için, dışarıda, kalenin
üstünde dolaşan candarmanın duymasından korkuyor ve
yavaş konuşuyorduk. Sonra, sesi taşların ve kendi elbiselerinin
arasında boğulmaktaydı. Ben kalktım; o geri geri sürünerek
geldi.

'Delik birdenbire darlaştı. Bir taş var, onu söktürmek lazım.
Ondan sonrası yine ferah!' dedi.

O sıkıntılı yolu bir daha geçerek dükkana döndüm. Bahçeyi
bir güzel dinledim: Ne ayak sesi, ne de Arap'ın öksürüğü
duyulmuyordu. Lambayı biraz açtım. Sandığın içinden bir keski
ile bir çekiç alarak geri döndüm.

Ondan sonra sıra ile deliğe girip çalışmaya başladık. Ses çıkarmamak
için çekici hiç kullanmıyor, yalnız keski ile taşın etrafındaki
harçları dökmeye, taşı oynatmaya çabalıyorduk. Bizi
dışarı atacak olan deliğe yarım adım bile yoktu. 'Bir şu taş düşse!'
diyordum.

Gözüm karanlığa alıştığı için dışarısını seçebiliyordum.
Karşımda öteki surun taşları vardı. Fakat bu surlar pek harap
olduğu için aralarından geçmek kolaydı. Kasabadaki oğlanlar
bile kuzularını alıp burada yayarlardı. Bu vakadan sonra hepsini
tamir ettirdiler.

Böylece her birimiz üç dört kere girip çıktık. En son ben
girmiştim. Yarım saat kadar uğraştıktan sonra taş, bir sürü sıva
ile beraber, önüme yuvarlanıverdi. Sevincimden deli gibi oldum.
Arkada sesleri duyan arkadaşım da sabırsızlanıyordu. Ellerimle
sımsıkı sarılarak taşı geri geri getirdim. Onu bir kenara
iter itmez deliğe doğru atıldım.

Fakat ben bu işle uğraşırken hiç dışarı doğru göz atmamıştım;
deliğe yaklaşınca ne bakayım: Şafak sökmüş bile.

Başımı yavaşça uzattım ve elli adım kadar ötedeki kalede
nöbetçi candarmanın gölgesini gördüm.

Tere gömülüvermiştim. Ağır ağır geriye döndüm ve:
'Yazık, kaçamayız!..' dedim.

Arkadaşım evvela güldü ve deliğe kendisi girdi. Fakat biraz
sonra o da geldi. Karşı karşıya durduk, artık gözlerimiz birbirimizi
seçiyordu.

'Bu akşam geçti, başka bir akşam inşallah!' dedim.

Fakat bu kadar yaklaştıktan, hatta serbestliğin içine böyle
başını uzatıp baktıktan sonra insana geri dönmek pek zor geliyor.
Arkadaş başını salladı:

'Başka akşamı falan yok, bu akşam gideriz!' dedi.

'Artık bu akşam kalmadı, bugün diye konuş!'

'Peki, bugün gideriz!'

İlkönce ben de geri dönmeyi ister değildim, fakat bunun
lazım olduğunu ona anlatırken onu değil kendimi kandırdım.
En sonunda sözlerime o kadar inanmış ve kendimi o kadar korkutmuştum
ki: 'Sen istersen git, ben kalırım, candarma kurşunuyla
geberecek halim yok!' diye bağırdım, hızla geriye dönüp
dükkana doğru sürünmeye başladım. O arkamdan bağırdı:

'Ülen gitme! Candarmanın gözünü avlar, daha ortalık adamakıllı
aydınlanmadan otların arasına sine sine gideriz!' dedi.

Fakat benim yüreğim, kör olası bir korku, bir can korkusu
ile öyle yaman atmaya başlamıştı ki, üstümü başımı yırta yırta
kendimi dükkana zor fırlattım ve taşı eski yerine kapatarak sabahı
ve koğuşların açılmasını bekledim.

O gün kuşluk vakti iş meydana çıktı. Gardiyanlar, candarmalar
dükkana doluverdiler. Ben yarı korkudan, yarı şaşkınlıktan
aptala dönmüştüm. Taşı çektiler, delik meydana çıktı. Eğilip
bakınca öbür baştaki delik, bu sefer kocaman olarak görünüyordu.
Yol bomboştu... Bir candarma mavzerini uzatarak iki sıkı
attı. Kurşunların karşı surlara vurdukları duyuldu. Hemen
bütün dükkanları boşalttılar. Duvarlar muayene edildi, bizim
arkadaşın kaçtığı delik iki yandan ördürüldü ve bir daha böyle
dükkan açmak falan yasak edildi.

Ben çok dayak yemedim. Kendim kaçmadığım için hapishane
müdürü, karakol kumandanı, hatta müddeiumumi halime
acıdılar. Fakat keşke dayaktan öldürselerdi!..-

Kır saçlı mahpus bir müddet sustu. Yarı kapalı gözleri bir
hayali kovalıyor gibiydi. Başını bana çevirmeden, küfrediyormuş
gibi keskin keskin:

-Ah... ne enayilik ettim!- dedi, -Ne enayilik ettim! Bir candarma
kurşunu on beş seneden daha mı kötü sanki? Bir korku
yüzünden gençliğimi yok ettim.-

-Halbuki o... kim bilir şimdi nerelerdedir? Bir daha buralarda
görünmedi. Herhalde uzak bir memlekette, kendisini tanımayanlar
arasında yerleşti, akıllı uslu adam oldu... Belki çoluk
çocuğa da karışmıştır. İstesem ben de onunla beraber olabilirdim.
Fakat bir dakikalık korku... O kahrolası korku...-

Çenesinin adaleleri gerilmişti. Hayatımda kendisini bu kadar
istihkar eden, kendisine bu kadar kızan insan görmedim;
her gün üst üste yığılarak müthiş bir kin halini alan bu nefret
dudaklarından çıkarak bir tükürük halinde kendi korkaklığının
yüzüne fırlatılıyordu.

Karşıda ameleler duvarı iyice alçaltmışlardı, ikimiz de ayağa
kalkarak o tarafa yürüdük. Tam bu sırada gürültüyle birkaç
taşın yuvarlandığı duyuldu.

Ameleler geri fırladılar. Yanımdaki gülümsemeye çalışarak:
-O benim söylediğim boşluğa geldiler galiba, duvarın tam orta
yerindeki boşluğa... Ben o zamandan beri çok düşündüm, ama
bunun ne diye yapıldığını bulamadım. Kim bilir, eski zamanlarda
burada duvar içinde yollar, kapılar mı vardı?- dedi.

Ameleler bu sefer taşların düştüğü deliğe yaklaşmışlar, içeri
doğru bakıyorlardı. Birkaç taşı daha ellerine alıp bir kenara
koyduktan sonra birdenbire, yüzlerinde elle tutulabilecek bir
dehşet ifadesiyle, doğruldular...

Etrafta bulunanlar ve bunların arasında kır saçlı mahpusla
ben, o tarafa yürüdük; artık bir metreye kadar inmiş olan duvara
tırmanarak deliğe yaklaştık. Herkes halka olmuş, ses çıkarmadan,
aşağı bakıyordu. Bunları aralayarak biz de sokulduk ve
gözlerimizi oraya çevirdik...

Elime birisinin yapıştığını, sımsıkı tuttuğunu ve sinirli sinirli
titrediğini hissettim.

Orada, binlerce seneden beri güneş görmemiş olan rutubetli
taşların üstünde bembeyaz bir insan iskeleti uzanıyordu.

Çoğu birbirinden ayrılmış olan kemiklerin ayak ucunda bir
çift eski kundura, yanı başında meşin bir torba vardı.

Başımı kaldırarak yanımdakine baktım. O hala elimi tutuyor
ve sinirli sinirli sıkmakta devam ediyordu.

Yüzü sapsarıydı ve bu yüzde, henüz ölümden kurtulanlarda
görülen şaşkın bir hayata sarılış vardı...

Ayda Bir, 01.05.1936

...

Pazarcı

Tekaüt olduktan sonra karısının memleketi olan Ege Denizi
kıyılarındaki bu kasabada ufak bir dükkan açıp tuhafiyecilik
yapmak istedi. Pek becerikli idi. Balkan Harbi'nde yaralandıktan
sonra da bir kere istifa ederek askerlikten ayrılmış, Üsküdar'da
Uncular Sokağı'nda ufak bir yağ ve sabun dükkanı açmıştı.
O zaman üç ayda işini o kadar ilerletti ki, karşı sırada daha
büyük bir mağaza tutarak oraya taşındı. Fakat seferberlik çıkınca
işler karıştı, tekrar askere istediler. Bir hastalık bahane
ederek gitmemenin imkanını bulmak üzere idi; karısı tutturdu,
-İlle beli kılıçlı zabit isterim, ben yağcı karısı olayım diye sana
varmadım!- dedi. O da sesini çıkarmadı. On sene, Çanakkale'den
Afyonkarahisar'a kadar birçok yerlerde, cephe gerisi hizmetinde
olsa bile, epeyce yıprandı. Bu sefer tekaüt olduğu zaman
saçları adamakıllı beyazlanmıştı.

Elindeki birkaç yüz lira ile açtığı tuhafiyeci dükkanı ilk zamanlar
oldukça iyi işliyor, yani kendisini, karısını ve iki çocuğunu
geçindiriyordu. Mahalle arasında ufak bir meydana bakan
ve adı tuhafiyeci dükkanı olmasına rağmen içinde kınadan
gazyağına, çorap ipliğinden defter ve kaleme kadar her şey bulunan
bu basık yerin önü, akşamları, topukları aşınmış takunyalı
ve saçları otuz örgülü kızlarla, elinde bir gaz şişesiyle bekleyen
ve birbiriyle kavga eden yalınayak oğlan çocuklarıyla dolardı.
Yüzer paralık, beşer kuruşluk alışverişlerini ettikten sonra
yollarda yarım saat eğlenerek evlerine giden bu çocukların
akını bitince, dükkanın önüne iskemlesini atar, çeşmeden dönen
ve testiyi taktıkları kollarının mukabil tarafına 45 derecelik
bir zaviye (açı) ile meyleden biraz daha büyük çocukları ve camiye
akşam namazına giden ihtiyarları seyrederdi. Bu mahallede
oturan bir iki memur, geçerken onunla birkaç laf atarlar ve o,
dükkanını kapayarak bunların en sonuncusuyla beraber evine
yollanırdı.

Fakat çocukları yavaş yavaş büyümeye başlamışlardı ve
basık tavanlı dükkanın kazancı onları biraz güç geçindiriyordu.
Mesela iki seneden beri kendi sırtına bir elbise yaptıramamış,
yüzbaşılığından kalma üniformalarını bozdurarak giymişti.
Gene bozdurarak ilk mektebin son sınıfına giden oğluna palto
yaptırdığı kurşuni pelerinini, bir zamanlar, ağarmamış saçlarının
altında ve dik omuzlarında dalgalanır gibi kıvrılan bu şimdi
havı dökülmüş kumaşı, sıska oğlunun sırtında gördükçe
gözleri yaşarır gibi oluyordu. Balkan Harbi'nden sonra ticarete
atılan o eski ve becerikli adam bu değilmiş gibi, vaziyeti bozuldukça
çekingen ve şaşkın bir hal alıyordu.

Nihayet kirayı da veremeyerek dükkanı kapattı. İçindekileri
eve taşıdı, sonra iki gaz sandığı alarak pazarcılığa başladı.

Kasabaya birer saat uzaklıkta iki ufak kasabacık daha vardı;
birinde salı, birinde perşembe günleri pazar kurulurdu.
Kendi kasabalarının pazarı da cumartesi idi. Haftanın bu üç
gününde dükkandan kalan ufak tefek mallara, şube reisliği
yaptığı zamanlar yanında yazıcı olarak bulunmuş olan ve buranın
büyükçe tüccarlarından sayılan bir gençten veresiye aldığı
şeyleri de katarak bir köşede ufak bir sergi açıyor; heybelerini
bir kenara bırakan ve çekişe çekişe pazarlık eden köylü kadınlara
hafif ve hala tatlı sesiyle beğendirmeye çalışarak, makara,
sakız, düğme, gelin teli satıyordu. Öbür kasabalara gitmek için,
yalnız o günlere mahsus olarak kiraladığı bir eşeğe, içerisine
bütün o çorap kutularını, iplik çilelerini, kına torbalarını doldurduğu
iki gaz sandığını yükler, güneş doğmadan yola çıkarak
erkenden, pazarı olan kasabaya varırdı. Orada kendisine
pek hürmet eden bir helvacıdan genişçe bir kapı kanadı alarak
kaldırıma yatırır, kapının dışarıda boşta kalan kısmını taşlarla
besler, sonra onun üzerine çeşit çeşit kutuları açardı. Kışın yağmur
bastırıp bunları yarı ıslak toplayarak bir dükkana sığındığı,
yazın göğsü bağrı açık, ak saçları ter içinde, yanı başında bir
kağıtta duran kirazlardan ağzına birkaç tane atıp serinlemeye
çalıştığı olurdu.

Akşama doğru köylüler -aksata-yı (alışverişi) bitirip eşeklerini öne
katarak yola düzüldükleri ve güneş fersiz ve eğri ışıklarıyla
gözleri kamaştırır olduğu zaman, o, yarı kapalı gözlerle en tatlı
meşguliyetine; hatıralarıyla oynamaya başlardı. O zaman ta
mektep sıralarından, Harbiye'nin arka duvarından atlayıp kaçarak
Beyoğlu'nda çapkınlık etmekten başlayan ve Anadolu ve
Rumeli'nin küçüklü büyüklü birçok şehirlerinde, köylerinde
dopdolu geçirilen bir hayat, gözlerinin önünde inanılmayacak
kadar canlı bir resmi geçit yapardı.

Halinden şikayetçi olan ve bulunduğu vaziyete asla alışamayan
bütün insanlarda olduğu gibi onun da muhayyilesi,
kendisini bile şaşırtan bir mükemmellikle işliyordu. Kafasının
içinde, kah Arnavutluk'ta sarp bir kayanın üzerindeki kaleden
bulanık vadinin görünüşü; kah Yalvaç'ta nişanlanıp sonra dedikodu
yüzünden ayrıldığı ve bu yüzden uzun zaman içkiye vurduğu
tüfekçi ustasının kızı; kah İstanbul'un o zamanki levantenlere
mahsus eğlence yerlerinden birinde Rum kızları ve kendisi
gibi izinli arkadaşlarla geçirdiği bir alem; kah bir azgın yağız
at; bir muharebe meydanı; hulasa elli senelik ömrünün her
safhasından, bazan pek ehemmiyetsiz, bazan hayatının gidişini
değiştirmiş bir parça diriliyor, hem de dün olmuş gibi canlı, vuzuh
içinde ve tesirli olarak yeniden yaşıyordu.

Eşeğini önüne katıp, alışverişin bıraktığı on beş yirmi lirayı
cebine atarak sarp ve büyük bir tabiatın bütün güzelliğini
toplayan yollardan kendi kasabasına dönerken bile, bu hatıralardan
ayrılmazdı. O kadar bugünden uzak, o kadar eski hayatının
içinde yaşıyordu. Yanı başında onunla beraber eşeklerini
önlerine katan ve harıl harıl alışveriş lafı eden Alanyalılar,
önünde yırtık pabuçlarını sürüye sürüye giden ve toplayabildikleri
sadakaları torbalarına doldurup sırtlarına vuran profesyonel
dilenciler, dahaa birçok köylüler, nane yağcılar, bir yaylı
araba ile geçen manifaturacılar, ortalığı toza bulayan bir otomobille
yoldakileri iki yana fırlatan zeytinyağı fabrikatörleri
ona, tanımadığı, yeryüzünde bulunduğunu bile bilmediği bir
memleketin adamları gibi yabancı, uzak, sis içinde görünüyorlardı.

Bir gün, bir vaka onu bugünden alarak eski hayatının ta ortasına;
bütün romantikliği ve acayipliği ile muhayyilesinin
dünyasına götürdü. Böylece hayatının son ve güzel hadisesini
yaşadı, fakat bu, aynı zamanda onun her şeyinin sonu oldu:

Gene böyle grup halinde pazardan dönerlerken, dar bir boğazda,
fundalıkların arasından üç silahlı göründü. Etrafındakilerin
şiddetli korku nöbetleri geçirdiklerinin, telaşla kaçacak
yer aradıklarının farkına bile varmayan eski zabit, -Soyunun!-
diye bağıran boğukça bir sesle kendine geldi. Derhal eli ceketinin
iç cebine gitti. Pazardaki alışverişin bıraktığı yirmi iki lira
burada idi ve bu bütün sermayesinin yarısından fazlasıydı.

Birkaç haftadan beri ağızlarda, karı meselesi yüzünden dağa
çıkan ve birkaç köy basan bir eşkıyanın lafı dolaşıyordu; fakat
bu sıkı zamanlarda onun böyle yol kesecek kadar ileri gideceği,
her şeyden kuşkulanan Aksekili aktarların bile aklına gelmemişti.
Üzerlerine dikilen silahların karşısında herkes süratle
soyunuyor ve çeşit çeşit elbiseli adamların yerinde beyaz çamaşırlı
ve titreşen şekiller kalıyordu. Eşkıyalardan biri uzakta ve
silahı elinde bekledi, öteki ikisi yolcuların yanına gelerek yerdeki
elbiseleri karıştırdılar, bütün paraları ve saatleri aldıktan
ve elbiselerden de kendilerine üç takım seçtikten sonra, bir köşeye
birikmiş bekleyen pazarcıların yanına giderek ağızlarının
içini, avuçlarını muayene ettiler ve parmaklarından gümüş yüzükleri
söküp aldılar.

Akşamın alacakaranlığında, ağaçların yukarıdan doğru gelen
uğultusuyla derenin aşağıdan gelen şarıltısı arasında bu beyazlar
yığını ve onların arasında, çamaşırlarından daha beyaz
kalmış kolları ve seyrek beyaz saçlarıyla eski zabit hiç de gülünç
olmayan bir manzara idi. Dudaklarının kenarı acı acı bükülmüştü,
kah eşkıyaların karıştırdıkları gaz sandıklarının altında
öteye beriye dönen eşeğe, kah gözleri patlayacakmış gibi
dışarı fırlayan Alanyalı manifaturacıya bakıyordu.

Eşkıyalar işlerini bitirdikten sonra bunlara üstlerini giymelerini
söylediler. Ondan sonra silahlarını doğrultarak: -Hadi
bakalım, marş!- diye bağırdılar. Herkes ağır ağır ve adeta ayakları
gitmek istemeyerek yürüyordu. Geride durup bekleyen eşkıyanın:
çete başının önünden geçerken hepsi korkudan önlerine
bakıyorlardı. Kafilenin en sonunda giden eski zabit başını
kaldırarak orada, yarı adam boyu yüksekliğinde bir taşın üstünde
silahına dayanmış duran adama uzun uzun baktı, merakla
baktı ve sonra gözlerini ileri çevirerek yürümeye başladı.
Fakat eşkıya birdenbire bulunduğu taştan atlayıp onu kolundan
yakaladı, kendine çevirerek, gitgide koyulaşan akşamın
içinde hayretle baştan aşağı süzdü. Sonra, elleri yanına çekilmiş,
gözleri hüzün içinde: -Beni tanımadın mı bey?- dedi.

O baktı, bu zayıf, sinirli, kırmızımtırak gözlü yüze dikkatle
baktı, sonra omuzundan tutarak yavaş sesle: -Tanıdım, sen şey
değil misin?- dedi ve onun ismini söyledi. Bu karşısındaki,
kendisi bir zamanlar Çanakkale'de divanıharp azası iken, askerden
kaçan, sonra bir gece yarısı kapıya gelip: -Aman bey,
beni kurşuna dizdirme, ben teslim olacağım!- diye yalvaran
bu taraflı bir neferdi. O zaman divanıharpte onu kurtarmış,
sonra da bir ay kadar yanına emirber almıştı. Namuslu bir çocuk
olduğu halde çok sinirli ve ataktı. Ufak bir laf için arkadaşları
ile boğaz boğaza girerdi. Bu yüzden yanında fazla alıkoyamayarak
karargaha göndermiş ve o zamandan beri bir daha adını bile duymamıştı.

Öteki hemen arkadaşlarını çağırarak eski zabiti onlara tanıttı,
elini öptürdü. Aldıkları parasını geriye verdikten sonra,
onun birkaç misli daha da para verdiler. Eski neferin: -Vah beyim,
siz bu hallere mi geldiniz!- derken gözleri yaşarıyor gibiydi.
Kendisinden bahsederken: -Ne yapalım beyim, bir namus
meselesi yüzünden başımıza bu işler geldi. Eh, aç da durulmuyor,
Allah taksiratımızı affetsin!- dedi. Zabiti en çok sarsan şey,
eski neferinin tavırları idi. Hiçbir zaman kendisine karşı eski
muamelesini değiştirmiyor, elleri yanında, adeta bir iş buyurmasını
bekliyordu. Öteki iki kişi de biraz geride ve elleri göbeklerinde
bekliyorlardı. Biraz daha konuştuktan sonra: -Hadi beyim,
geç kaldım, bizi gönülden çıkarma duanı bekleriz!- diyerek
onu gönderdiler.

Eski zabit, ormanın yukarısından gelen uğultusu ile derenin
aşağıdan gelen şarıltısı arasında, gözleri karşı yardan doğru
çıkan ayın ilk ışıklarında, ağır ağır yürüyordu. İçerisi bu dereden
çok daha büyük birtakım nehirlerle dolup boşalıyor, kah
gülüyor, kah gözleri yaşarıyordu.

Fakat kasabaya gelenler hemen meseleyi karakola haber
vermişlerdi. İçlerinden biri bunun geriye kalıp eşkıyalarla uzun
boylu görüştüğünü de saklanıp seyretmiş ve candarmalara bildirmişti.
Şehre girerken yakalayıp ifadesini almaya götürdüler.
Üzeri arandığı zaman çıkan paralar ve biraz perişan gözleri,
şüpheleri büsbütün arttırdı. Eşkıyalarla sözlü olduğu, onlara
habercilik ettiği iddiasıyla tevkif edildi. Tahkikat ilerleyince
meselenin meydana çıkacağı muhakkaktı; fakat buna vakit kalmadan
o, tevkifinin yirminci günü, ömrünün o belki en geniş
günürtü kovalayan bu dar günlere tahammül edemeyerek hapishanede
öldü.

Varlık, 01.07.1935

...

Apartman

Siri damın üzerinde, keskin bir koku dağıtan yaş tahtalara
keseri vuruyor, bir taraftan da batıya doğru inmeye başlayan
güneşi gözlüyordu. Ağustosun sonuna yaklaştıkları için mal
sahibi çatının çabuk örtülmesini istemişti. Yağmurlar başlar diye
korkuyordu. Bunun için sekiz kişi iki gündür hep çatıda uğraşıyorlardı.

Öğleyin şöyle on dakika dinlenip biraz ekmekle yarım karpuz
yemiş, hemen işe başlamıştı. Böyle yüksekte (apartman beş
katlı idi) ve yarı yatmış, yarı ayakta durarak yaş tahtalara abanmak
ve mütemadiyen başının üst tarafmda keser sallamak insana
sersemlik, hatta baş dönmesine benzer bir şey veriyordu.

Bir akşam olsa, bir eve gitse, bir arka üstü yatsa ve karısı ile
küçük kızına şöyle göğsünü kabarta kabarta bir bağırıp çağırsa!..

Mal sahibi karşı apartmanda oturuyordu (orası da kendi
malı idi). Onun için burada bağırmak değil, hızlı bile konuşamıyorlardı.
Herif bazan pencereyi açıp göbeğini kenara dayayarak
saatlerce baktığı ve ara sıra: -Orasını iyi kapat!- yahut:
-Lakırdıyı bırakalım!- diye emirler verdiği için işçilere, o olmadığı
zaman da devam eden bir çekingenlik gelmişti. Sessiz sessiz
çalışıyorlardı.

Birdenbire irkildi. Etrafına bakınırken ilerideki sokak başında
küçük bir küfecinin iki kat olmuş geldiğini gördü. İçi, safrası
kabarmış gibi, allak bullak oldu. Eliyle yarı çivilenmiş tahtalardan
birine yapıştı, aşağıya doğru dikkatle bakmaya başladı.

Küfeye yükletilen eşyanın altında, ayakları sokağın bozuk
taşlarına yapışıkmış gibi adımlar atarak ilerlemeye çalışan küçük
hamal kendi oğlu idi.

Bir gün iş bulup on gün bulamadığı sıralarda, onu, zaten
sebebini anlamadan iş olsun diye gönderdiği mektepten almış,
bir daha göndermemişti.

Bir karısı ve bu oğlundan başka iki de kız çocuğu vardı.
Ayın en çok on gününde aldığı en çok altmışar kuruşla bunları
doyuramıyordu. Küçük oğlan ufaktan çalışmaya başlamalıydı.

Ucuzca bir eski küfe aldıktan sonra onu pazarlara gönderdi
ve çocuk gününe göre yirmi yirmi beş kuruşa kadar kazanıp
getirmeye başladı. Büyüdükçe belki beş on kuruş daha fazla da
çıkarabilirdi.

Fakat bu sefer fena yüklemişlerdi. Alnına güneş vurdukça
terlerin parıldadığını o buradan görebiliyordu. Çocuğun yanında
giden uşak kılıklı bir adam ara sıra ona durup bir şeyler söylüyor,
galiba: -Yürüsene be!- filan diyordu.

Yaklaştıkları zaman küfenin içinde neler olduğunu da seçmeye
başladı. Bir sürü şişelerin arasında irili ufaklı konserve
kutuları vardı, renkli kağıt kuşaklara sarılmış teneke kutular.
Ve sonra şişeler, kısa, tıknaz, fıçı biçiminde, huni biçiminde, dar
boğazlı, şiş gerdanlı ve içinde beyaz, yeşil, vişne rengi ve kan
rengi sular bulunan birçok şişeler. Çocuk bu ağır yüklerin altında
yıkılacak gibi yürüyordu.

Çocuğun yanında yürüyen adamı tanıdı: Apartman sahibinin
uşağı idi. Herhalde bu akşam karşıda ziyafet olacaktı. Bu
içkiler, bu çeşit çeşit balık ve konserve kutuları bunu gösteriyordu.

Küfeci ve uşak karşı apartmanın kapısına geldiler. Çocuk
ufacık elleriyle duvara tutunarak bir ayağını merdivene attı.
Babası yukarıdan bu ayağın pazılarının nasıl titreye titreye gerildiğini
gördü. Fakat çocuk öteki ayağını bir türlü kaldıramıyordu.
Yük herhalde çok ağır olacaktı. Uşak canı sıkılmış bir tavırla
ve eli arkada seyrediyordu. Çocuk bir hamle daha yaparak
o basamağı ve aynı güçlükle öteki üç basamağı çıktı, kapıdan
içeri girdi.

Babası yukarıda adeta nefes bile almayarak bekliyordu.
Ustabaşı damın öbür ucundan: -Hey... durma!- diye bağırdı.
Silkinerek, keseri başının üzerindeki tahtalara vurmaya başladı.
Fakat aklı hep arkada, karşı apartmanda idi. Ara sıra gene durarak
dinliyor, fakat kalbinin gümbürtüsünden başka bir şey
duymuyordu. Biraz sonra, keser seslerinin arasında, kulağına
şangırtıya benzeyen bir ses geldi. Durdu, geriye ve aşağıya
doğru eğilerek dinlemeye başladı. Karşı apartmanın içinde kalın
bir ses bağırıyordu. Fakat söylenen sözleri anlamak mümkün
değildi. Ara sıra ince bir vızıldanma kulağına gelir gibi
oluyordu. Biraz sonra sesler kapıya yaklaştı.

Yukarıdaki adam büsbütün eğilerek bakmaya başladı. Kapıdan,
önce oğlu çıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bir eliyle küfesini
ipinden tutup sürüklüyor, öteki eliyle de sağ dizini ovuşturuyordu.
Bu ayağı kan içindeydi.

Arkasından uşak göründü. Çok kızgındı:

-Haydi bakalım, çek arabanı!- diye çocuğa bağırdı.

Çocuk büsbütün ağlamaya başladı. Bu arada anlaşılmaz
bir şeyler söylüyordu. Öteki hızla bağırdı: -Defol ulan! Senin
yüzünden ben de laf işittim! Taşıyamayacaktın da ne diye yüklendin...-

Çocuk yine bir şeyler mırıldandı. Uşak:

-Pamuk yükletecek değildik ya!..- dedi.

Çocuk gözlerini silmeye başlayarak:

-O kadar yerler dolaştırdınız, paramı verin hiç olmazsa!-
diye yalvardı.

Öteki omuzlarını silkti:

-İki şarap şişesi kırıldı, yüz ellişerden üç lira... Bir de para
mı istiyorsun?- diyerek apartmanın köşesindeki ufak kapıdan
içeri girdi. Çocuk hala orada duruyor ve uuuf, uuuf... diye ağlıyordu.
Ayağından sızan kanlar apartmanın önündeki beyaz
parkeleri kırmızıya boyamıştı.

Babası yukarıdan donmuş gibi bakıyor, bir şey söyleyemiyordu.
İşe karışır ve çocuğun kendi oğlu olduğu anlaşılırsa mal
sahibinin kendisini kovacağını zannediyordu. Öyle ya, -Çocuğu
niçin ağlattınız?- yahut, -Çocuğun parasını verin!..- demeye
kalksa derhal defedilirdi. İşinden ayrılıp aşağıya da gidemezdi.
Zaten bunları bu anda hiç düşünmüyordu. Yalnız aptal
gözlerle aşağıya bakıyor ve göğsünü parçalayacakmış gibi çarpan
kalbini tutuyordu.

Birdenbire karşı pencere açıldı, apartman sahibinin evvela
büyük göbeği, sonra kırmızı başı göründü. Dışarı uzanmaya
çalışarak gürler gibi bağırdı:

-Hey!.. Zırlamasına pencerenin önünde!.. Defolup gitsene!..-

Uşak hemen girdiği kapıdan fırladı.

Küfesinin üstüne oturarak ve yaralı dizine baka baka ağlayan
çocuğu omuzundan tutarak kaldırmak istedi.

Çocuk bağırıyordu:

-Görmüyor musun be!.. Cam kırıkları dolmuş içine... Uuuf...-

-Haydi git başka yerde ağla!..-

-Beş kuruşumu verin!..-

Penceredeki adam hırsından kıpkırmızı kesilerek bağırdı:

-At şu piçi şuradan be!..-

Uşak, küfeciyi kolundan yakalayarak sürüklemeye başladı.
O, küfesini bir eliyle tutuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kalktığı
yerde parkeler kıpkırmızı idi ve güneş orasını donuk donuk
parlatıyordu.

Çatının üstündeki adam hiç kımıldamadan aşağıya bakıyordu.
Gözlerinin içi yanıyor ve beyni karıncalanıyordu. Yakası
boğazına dar geliyormuş gibi bir hisle elini boynuna götürdü.

Çocuk gitmek istemiyordu. Şimdi para filan istediğinden
değil, ayağının acısından olduğu yerde kalıyordu. Gözleri penceredeki
adama ilişen uşak çocuğu hızla itti; o, küfesiyle beraber
yüzükoyun yuvarlandı. Artık ağladığı bile duyulmuyordu.

Çatıdaki adam gözlerinin büsbütün karardığını ve güneş
vurmuş gibi beyninin içinde gürültüler olduğunu hissetti. Çatının
kenarına dayanan ayakları titriyordu. Yavaş yavaş dizlerinin
gevşemeye ve bükülmeye başladığını fark ederek elleriyle
başının üst tarafındaki tahtalara tutunmak istedi. Fakat parmakları
da gevşemişti ve hiçbir şeye sıkıca yapışamıyordu. Vücudu
yaş tahtaların üstünde hafif bir gıcırtı çıkararak ağır ağır
kaydı. Çatının kenarına kadar gelip orada bir an takılır gibi olduktan
sonra, aşağıya, sokağın ortasına, içi toprak dolu bir çuval
gibi boğuk bir ses çıkararak düştü.

Çocuğu kaldırmaya uğraşan uşak onu bırakarak beri tarafa
koştu ve penceredeki adam bir şeyden tiksiniyormuş gibi yüzünü
buruşturduktan sonra, kanatları hızla vurarak içeri çekildi.

Ayda Bir, Kasım 1935

...

Arabalar Beş Kuruşa

Akşam, caddelerin kalabalık zamanında, köşe başına bir
kadınla bir çocuk gelirdi. Siyah bir çarşafa bürünen kadın elleriyle
çarşafını yüzüne kapatır, yalnız iki siyah göz, sokağın yarı
aydınlığında, parıltısız, önüne bakardı. Çocuk yanında ayakta
dururken o çömelir, küçük bir çuvaldan birtakım oyuncaklar
çıkarırdı: Bunlar bir değneğin ucuna takılmış bir çift tahta tekerlekti.
Tekerleklerin üzerinde, iki yuvarlak tahtanın arasına
çivilenmiş dört çubuktan ibaret kameriye gibi bir şey duruyor
ve tekerlekler yerde yürütülünce bu kameriye fırıl fırıl dönüyordu.

Oyuncaklar kadının önünde dizilince çocuk bir tanesini eline
alıyor, kaldırımda ileri geri götürerek incecik sesiyle bağırmaya
başlıyordu:

-Arabalar beş kuruşa... Beş kuruşa... Arabalar beş kuruşa!..-

Ve sokaklar tenhalaşıncaya kadar, belki üç dört saat, burada
duruyorlardı.

Çocuk sekiz yaşında vardı, fakat ilk görüşte altı yaşından
fazla denilemezdi. Zayıf ve minimini idi. Sonra, hiç durmadan
bağıran sesi küçük bir kızın sesi gibi ince ve titrekti. -Beş kuruşa!-
derken -ş-lere basıyor ve dudaklarının arasından onları
ezerek çıkarıyordu.

Kendisi de annesi gibi hep önüne bakar ve başını kaldırmazdı.

Bulundukları köşenin biraz ötesinde parlak vitrinli bir tuhafiye
mağazası vardı. Büyük kristallerin arkasında türlü göz
alıcı renklerde boyunbağları, şık tokalı kemerler, yün kazaklar,
eldivenler ve daha birçok, insanlara lazım olan ve olmayan şeyler,
geçenlerin yüzüne gülüyordu. Ana oğul bunların önünden
geçerken, geçtikten sonra köşelerine yerleşirken, başlarını hiç
çevirmemeye gayret ederlerdi. Eğer sokağın çamurlu kaldırımlarına
akseden ve orayı yer yer parlatan ışıklar da olmasa belki
böyle bir mağazanın bulunduğunu bile fark etmeyeceklerdi.

Halbuki gelip geçenlerin çoğu, bilhassa çocuklar, bu parlak
camekanların önünde durup, orada bir köşeye, ustaca bir karmakarışıklık
içinde yığılmış oyuncaklara gözlerini dikiyorlar;
sonra, mahzun bir tavırla yollarına koyulunca karşılarına çıkıveren
tahta tekerlekli arabalara dudaklarını kıvırarak ve adeta
hayallerinde vitrinden kalan güzel şekilleri bozuyormuş gibi
canları sıkılarak bakıyorlardı. Fakat küçük satıcı onların bu
isteksizliklerini fark etmez, önüne bakarak kısa aralıklarla bağırırdı:

-Beş kuruşa, arabalar beş kuruşa...-

Büyücek bir otomobil, mağazanın önünde durdu; içinden
süslü ve şişmanca bir kadınla sekiz dokuz yaşlarında, beyaz
bereli ve tozluklu, yumuşak lacivert paltolu bir çocuk indi. Beraberce
mağazaya girdiler.

Biraz sonra çocuk iç vitrinleri seyrede ede dışarı çıktı, sokağa
indi ve oyuncakların olduğu köşeye bakmaya başladı. Tam
bu sırada küçük satıcının sesi işitildi.

-Arabalar beş kuruşa!..-

Başını çevirip baktı, sonra koşarak o tarafa gitti, siyah çarşaflı
kadının yanındaki çocuğun elini tutarak:

-Aaa!- dedi, -Sen burada araba mı satıyorsun?-

Satıcı başını kaldırıp baktı. Hemen yüzü güldü, o da -Aaa-
dedi ve ilave etti: -Annem yalnız gelemiyor, sonra bağıramıyor
da... Onun için ben de geliyorum!..-

Beyaz tozluklu çocuk, yün eldivenli ellerini paltosunun cebine
sokarak küçük bir kesekağıdı çıkardı, içinden bir badem
ezmesi alıp ağzına attı, bir tane de arkadaşına verdi. Ağzını şişirerek
sordu:

-Derslere ne zaman çalışıyorsun?-

-Mektepten çıkınca... İki saat filan çalışıyorum, dersleri yapıyorum.
Ondan sonra buraya geliyoruz. Hem gece zaten çalışamam
ki. Gaz masrafı çok oluyor.-

-Bizim öğretmeni gördün mi? Şimdi buradan geçti!..-

-O benim araba sattığımı biliyor!-

Ve ileride birkaç çocukla bir kadının geldiğini görünce sözünü
keserek bağırdı:

-Arabalar beş kuruşa!..-

İkisi de el ele tutuşmuşlardı. Çarşaflı kadın hazin gözlerle
bunları süzüyordu. Beyaz tozluklu çocuk hesap vazifesini yapıp
yapmadığını sordu:

-Ben demin evde uğraştım, yapamadım, gece beybabama
soracağım!- dedi. Öteki:

-Nesini soracaksın, çok kolay...- dedi ve anlattı.

Adamakıllı lakırdıya dalmışlardı. Hatta küçük satıcı artık
-arabalar beş kuruşa- diye bağırmayı bile unutmuştu.

Öteki, arkadaşının kolunu sarstı ve: -Hişt!- dedi, -Benim
yanımdaki çocuğun ağzı kokuyor, ben söyleyeceğim de senin
yanında oturacağım... Hem daha iyi çalışırız!..-

-Benim yanımdaki kalkmaz ki; hem ben söyleyemem. Mahalle
komşumuzdur... O da bizim gibi fıkaradır...-

Sözüne devam etmedi. -Onu kaldırdı da yerine zengin çocuğu
oturttu derler...- diyecekti, vazgeçti.

Başka şeylerden bahsetmeye başladılar.

Fakat tam bu sırada beyaz bereli, yumuşak lacivert paltolu,
beyaz tozluklu çocuğun annesi mağazadan çıktı, iki tarafına
bakındı. Ellerinde paket vardı. Şoför koşarak onları aldı ve kendi
yanına yerleştirdi. Kadın köşeye doğru bakınca çocuğunu
gördü ve aldığı şeylerin keyfi ile gülümseyen yüzü birdenbire
sertleşti. Hızlı adımlarla o tarafa yürüdü. Çocuk, annesinin
böyle hiddetle kendisine doğru geldiğini görünce hemen susmuş,
şaşkın, fakat gülümseyen bir bakışla gözlerini ona dikmişti.
Bir an hepsi birden kımıldamadan durdular.

Küçük satıcının annesi başını kaldırmış, yuvarlanır gibi gelen
bu kürk mantolu ve yılan derisi iskarpinli kadına bakıyordu.

Kadın yaklaşınca, hala şaşkın şaşkın gülümseyen oğlunu
bileğinden yakaladı:

-Bu ne hal?- diye bağırdı. -Kimlerle konuşuyorsun?-

Ve öteki elindeki şemsiyeyi, elini hala unutarak arkadaşının
avucunda bırakan küçük satıcının omuzuna vurdu. Sonra
haykırdı:

-Pis, baksana, senin konuşabileceğin insan mı bu?-

Çocukların kolları birbirinden ayrılıp aşağı sallanıverdi. Siyah
çarşaflı kadın duvarın dibine büzülmüştü ve küçük satıcının
gözleri kolunun acısından yaşla dolmuştu.

Arkadaşının gözündeki yaşları gören çocuk, henüz birçok
şeyleri öğrenmediği için, ruhundan fışkıran bir isyanla:

-Anneciğim-, dedi, -o benim mektep arkadaşım!-

Kadın, yüzü kıpkırmızı kesilerek, oğlunun sözünü kesti:

-Ben yarın mektebinize de telefon edeceğim. Seni kendi seviyende
olmayanlarla temas ettirmeyi gösteririm!..-

Oğlunu kolundan çekti. Geride kalan küçük satıcı ile anasına,
yerin dibine geçirmek ister gibi tahkir edici ve ezici bakışlar
atarak yürümeye başladı. Oğlu hala dönüp geri bakıyor ve yaşlı
gözlerini başka taraflara çeviren arkadaşını görünce kendinin
de gözleri yaşarıyordu.

Küçük satıcı, o titrek ve ince sesiyle bağırıyordu:

-Beş kuruşa... Arabalar beş kuruşa!..-

Ayda Bir, Şubat 1936

...

Fikir Arkadaşı

Gel, şurada birkaç tane atalım!.. Canım efendim, yarım saat
oturmakla evde sopa yemezsin. Evli değiliz ama, böyle şeylerden
anlarız. Burada enfes meze veriyorlar; hem de ucuz. Bu kadar
görüşmüşlüğümüz var, bir rakımızı iç bari...

Yavrum... Hey, garson!.. Getir bakalım bir şeyler!..

Otur iki gözüm. Seninle ahbaplığımız o kadar eski değil
ama, nedense pek sevindim. Ben arkadaş canlısıyım. Bilhassa
fikir arkadaşı olabilecek insanlara bayılırım. Değil mi kardeşim,
şu memlekette beş on entelektüeliz, birbirimizi tanıyıp tutmazsak
halimiz ne olur? -Şimdi menfaat dünyası, hasbi (karşılıksız) arkadaşlık
yok!..- diyorlar ama, ben bu fikirde değilim. Biz adi halk gibi
düşünebilir miyiz hiç? Ne tahsilimiz, ne karakterimiz, ne de fikirlerimiz
buna müsait değildir. Seni bilmem, fakat ben maddelerin
fevkinde bir manevi bağa, insanları birbirine yaklaştıran
bir hisse inanıyorum. Düşün, dünyada birbirini severek, birbirine
yakın olmak hisleri de olmasa yaşamanın manası kalır mı?
Bizi kütlenin fevkine yükselten yalnız bunlardır. Fakat biz entelektüeller
arasında da muayyen birtakım fikir bağları yok, herkes
kendi havasında ve menfaat peşinde... Onun için candan
bir arkadaş bulunca dört elle sarılıyorum. Burası ufak yer. İnsan
boğulacak, her münevverin hayat hakkında, insanlar hakkında
birçok düşünceleri, ne diyeyim, kendine göre felsefesi
var. Bunu anlayacak, mukabil fikirlerini dinletecek bir dosta
hepimiz muhtacız. Dedim ya, yok... yok... Bizim dairede on kişi
kadar varız... Hep münevver, tahsilleri yerinde, zeki adamlar;
fakat hiçbirisi ile kafa dengi olamıyorum. Halbuki şöyle candan,
kardeş gibi bir arkadaşlığa dünyalar feda... Koca dairede
bir bizim şu oğlan vardı. Hani canım, başına bir felaket geldi...
İşte o... Galiba avukatlığını da sen almışsın... Çok insan çocuktu
doğrusu, pırlanta gibi bir kalbi vardı. Samimi arkadaş diye bir
onu tanıdım. Ne yaparsın? İnsanlar böyle işte... Bir iftira, haydi
kodese... Hani hiç kabahati de yok değildi, çenesini tutmaz, ileri
geri söylenirdi. Kaç kere dedim: Oğlum, devir o devir değil,
dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Al üç buçuk kuruş maaşını,
otur bir köşede... Değil mi efendim? Biz de fikir sahibiyiz... Ben
kendi nefsime ondan çok daha ileriyim... Evet, bu dünya böyle
yürümez, fakat her şeyin sırası var... Bak, ben ağzımı açıyor
muyum? İnsan karda yürüyüp izini belli etmemeli... Fakat cahil
çocuk, dinlemezdi ki... Hep burnunun doğrusuna giderdi. Sanki
tek başına dünyanın mihverini (eksen) değiştirecek...

Oğlum, garson!.. Bize birer rakı daha getir bakalım!..

Okur okur, kitaplarda yazılan şeyleri hakikat zannederek
kafasına yerleştirirdi. Hayata bakmalı, hayata; kitaplarda bir
şey yok... Kim bilir, belki biz de evimizde okuyoruz... Fakat hayat
büsbütün başka... Etrafı ve zamanı kollamalı... Vakti geldiği
zaman ben ondan daha fedakarca ortaya atılırım... Kafamdaki
bir fikir uğruna kanımı son damlasına kadar akıtmazsam namerdim.
Ama dedim ya, zamanı var.

Ah, ah... Yaktı kendisini oğlan, yaktı... Burası ufak yer...
Her şey hemen büyütülür... Sessiz sedasız bir köşeye çekilip yaşamak
lazım. Halbuki o önüne gelene çatardı. Memleket büyüklerinin
hepsini darılttı. En sonra da, o mahut heriflerle tutuştu.
O zaman kendisini çağırdım: Yavrum, dedim, bunlarda
din, iman yoktur, insana en sonra yapılacağı en önce yaparlar...
Fakat dinletemedim. Öbürleri iki yalancı şahit bulunca bastılar
iftirayı... Oğlan da girdi içeri...

İnanmazsın, o gün akşama kadar deli gibi dört yana dolaştım.
Aklıma geldikçe gözlerim yaşarıyordu. Evet, ağladım! İstersen
inanma kardeşim; dedim ya, ben arkadaş canlısıyım; hele
böyle sevdiğim birisi için canım feda... Hilafsız söylüyorum,
ciğerim kopmuş gibi oldum. Ne parası var, ne kimsesi var...
Anası, kardeşleri onun eline bakıyorlar. Felaket, hem de ne felaket...
Kendi param yok ki vereyim... Olsa, dedim ya, canım feda...
Fakat malum... Biz maaş ehliyiz... Sonra kimseye gidip bir
şey de söyleyemezsin... Cürüm fena... İnsanı hemen lekeleyiverirler.
Alemin on parmağında on kara... Hapishaneye de gidip
göremedim. Biliyor musun? Yüzü soğuktur şu menhus yerin...
Fakat elimden gelen her şeyi bu çocuk için yapmak isterim...
Dedim ya, arkadaş için canım feda...

Seni avukat tuttuğunu duyunca çok memnun oldum: Çünkü
nazik mesele... Her avukatın becerebileceği iş değil... Genç
olmak, ateşli olmak, davanın ruhunu duymak lazım. Hakikaten
yanılmamışım... İlk celsede yaptığın müdafaayı anlattılar (şey,
ben o gün biraz rahatsızdım da kendim mahkemeye gelememiştim,
arkadaşlardan tafsilatını dinledim), yaman bir müdafaa
yapmışsın... Hani neredeyse birkaç celsede oğlanı kurtaracaksın...

Garson... Gel bakalım, şu mezeleri değiştir...

İç kardeşim iç!.. Vallahi şunu kederden içiyorum. Yüreğim
nasıl yanıyor bilsen... On sene arasam böyle kafa dengi bir arkadaş
bulamazdım. Onu da talih elimden aldı. Düşünüyorum
da, biz burada kafayı çekerken o, taş odalarda kim bilir ne yapıyor?..
Hey gidi dünya!..

Ama biliyor musun?.. Bu belki onun için bir derstir. Bir
müddet yatsa hiç de fena olmayacak... Ona böyle bir sille lazımdı,
değil mi? Ha?!.. Ne dersin? Gitgide azıtıyordu. Maazallah
tuttuğu yol ipe kadar varabilirdi. Gene hafif atlattı... Yatsa
yatsa bir iki sene yatar, bu da ona lazım... İstikbali, hayatı, ömrünün
sükuneti namına lazım... Mefkuremiz namına lazım...
Anladın mı, mefkuremiz namına lazım... İki gözüm kardeşim,
sen de onu seviyorsan müdafaa etme... Ona iyilik etmek istiyorsan
bırak biraz burnu sürtsün...

Mussolini ne demiş? Adam olmak için şu kadar sene hapis
yatmak gerek, demiş; değil mi? Yaman herif şu Musolini vesselam...
Cemiyetin bu feci halinde bir entelektüel için hapis yatmak
elzem. Olgunlaşmak, hayatı anlamak için başka çare yok.
Bizimki de belki bu sayede biraz kitaplardan başını kaldırır da
etrafını görür, körü körüne atılganlıktan vazgeçer.

Dedim ya, onu seviyorsan müdafaanı gevşek tut. Her şeyin
altını o kadar kurcalama... Mahkemede pek ateşli olduğunu
duyunca hem memnun oldum, hem de oğlanın hesabına üzüldüm.
Seni buraya çağırışım da bunu görüşmek içindi. Zaten
kendisi sinirlidir, ileri geri laflarıyla nasıl olsa hakimleri
kızdıracak, işi büsbütün berbat edecek, cezayı da yiyecek... Hah...
Hah... Bir senecik yatar... Ne diye başını sallıyorsun?.. Avukatlık
ücreti alacaksan, vicdansızlık mı olur diyorsun?.. Bu ona fenalık
değil ki, doğrudan doğruya iyilik... İstersen bu parayı alma!
Bir arkadaş için fedakarlık et de alma... Hem kaç lira verecekti?
Yirmi beş lira değil mi? Ben otuz lira veririm; sen yalnız
onu mahkum ettir!.. Görüyorsun ya, ben onun iyiliği için hiçbir
fedakarlıktan kaçınmıyorum. Yalnız bu kadar mı? Böyle candan
bir dosttan, böyle bir fikir arkadaşından mahrum olmaya
da katlanacağım...

Ne? Otuz lirayı nereden mi bulacakmışım?.. Şey, bizim oğlan
hapse girince yeri açık kaldı tabii... İşlerine vekaleten ben
bakıyorum. Bu aydan itibaren maaşıma ilave olarak kırk lira
kadar da ücret alacağım...

Garson!.. Birer rakı daha!..

Ayda Bir, Aralık 1935

...

Düşman

Gece, hafif yağmur çiseliyordu.

Asfalt yolda yürürken yeni rugan iskarpinleri nemli nemli
parlıyor ve siyah, çizgili pantolonu bunların üzerine tatlı bir
akışla dökülüyordu. Paltosunun geniş yakasını kaldırmış, kalın
eldivenli ellerini arkasına bağlamıştı.

Dalgın dalgın yürüyor ve boş gözlerle ayaklarına, ıslak asfalttan
biraz yukarıya doğru kalkıp sonra kolayca ileri uzanan
ve yine ıslak asfalta dokunan iskarpinlerine bakıyordu. -Hayat
bu rugan iskarpinlere ne kadar benziyor!- dedi, -Tıpkı bunlar
gibi biz de günler geçtikçe aşınmaya, bir tarafa kaykılmaya, çirkinleşmeye
ve nihayet işe yaramamaya başlayacağız...-

Sonra bu düşünceleri istediği kadar ince ve zekice bulmadığı
için dudaklarını büktü. Biraz evvel bir arkadaşının evinde
oynadığı pokeri aklına getirdi. Otuz lira kazanmıştı.

-Yanıma o karı oturmasaydı daha çok kazanabilirdim!- diye
söylendi, -Kadın hem kocasının parasına güvenerek cesur
oynuyor, hem de eğilip kağıtlarıma bakıyordu.-

Ağır, fakat tatlı bir pudra, esans ve saç kokusu burnuna gelir
gibi oldu, yutkundu.

Hayat ne güzel fakat ne can sıkıcı şeydi!.. Gündüz daire...
Hafif bir iş, bol para... Akşamüzerleri güzel bir yemek, bazan
sinema... Çay... Poker... Sonra uyku... Bunların hepsi güzeldi, fakat
bütün günü dolduran bu eğlendirici işlerin içinde insan bir
boşluk hissi duymaktan kurtulamıyordu. Bir şey eksik gibiydi,
bütün ömrünce işlemeyen bir yeri varmış gibiydi.

Şimdi evine dönerken gene bu boşluğun farkına vardı. Gününü
güzel geçirdiğini, hatta otuz lira da kazandığını düşünüyor
ve içinde gene doyurulmamış bir yer kalmasına şaşıyordu.
-Belki bu hayat, sık sık uykusuzluk sinirleri bozuyor!- dedi.

Evinin önüne gelmişti. Aralık duran bahçe kapısını ayağıyla
itti. İki tarafı çiçekli çakıl yolda yürümeye başladı. Geceleri
eve hep arka taraftaki küçük kapıdan girerdi. Salona ve ön kapıya
yakın bir yerde yatan hizmetçiyi uyandırmak istemediği
ve yatak odası bu kapıya daha yakın olduğu için farkına varmadan
kendini buna alıştırmıştı.

Başı yukarıda yürüyordu. Kapıya yaklaşınca elini cebine
götürüp anahtarı çıkardı ve ileriye baktı.

Şiddetle ürkerek olduğu yerde kaldı: Bir karaltı kapının hafif
girintisine büzülmüş, kımıldamadan duruyordu.

Elini cebine götürdü. Tabancasını almamıştı. Karaltı birdenbire
kımıldadı.

Genç adam bağırmak ve kaçmak ister gibi bir tavır aldı, fakat
karaltı parmağını ağzına götürerek yavaşça -Suss!- dedi.

Bunu o kadar tabii, o kadar emirden uzak, fakat hakim bir
sesle söyledi ki, öteki, elinde olmayarak durdu ve merakla o tarafa
baktı.

Karaltı yaklaştı:

-Şurada biraz uyumuş kalmışım. Bir fenalık için geldim
sanmayınız... Yatacak yerim yok!- dedi.

O zaman ev sahibi yabancıyı dikkatle süzdü ve hayret etti:
Bu, ne bir dilenciye, ne de bir serseriye benziyordu. Kılığı oldukça
düzgün, boyunbağlı, adeta efendi soyundan bir şeydi.

Lakayt görünmeye çalışarak yabancının yanından geçti ve
elindeki anahtarı kapıya soktu.

Sonra birdenbire korkarak durdu. Bu herife pek çabuk
inandığını düşündü ve bir an, kafasına bir şey inmesini bekledi.

Öteki, ayaklarını sürükleyerek birkaç adım gitmiş, sonra
durup yüzünü tekrar genç adama dönmüştü:

-Bu gece bahçenin bir köşesinde yatmama müsaade etmeyecek misiniz?-

Bunu söyleyerek ufak bir leylak ağacının altına doğru bir
adım attı.

Evin sahibi geriye dönerek yabancıya baktı. Yüzünü dallar
ve yapraklar gölgelediği için pek göremiyordu. Yalnız sesi o kadar
emniyet verici idi ki, bütün korkularını ve tereddütlerini silip
götürüyordu.

Kafasında bir ışık parlayıp söner gibi oldu. Bu sesin emniyet
vericiliğinin bir tanışıklıktan geldiğini zannetti. Şimdi bu
sesin dimağındaki akisleri ona bir ahbabın sesi gibi geliyordu.

Birkaç adım daha ilerledi. Yağmur durmuş, bulutlar birbirlerini
kovalamaya başlamıştı. Gece yarısından sonra çıkan yarım
bir ay dallarin arasından geçerek yabancının yüzünü yer
yer aydınlatıyordu.

-Müsaade etmiyorsanız gideyim!- dedi ve etrafına bakındı.

Fakat genç adam onun ne söylediğini anlamadı. Dalların
arasından geçen ışık yabancının ağzını ve çenesini aydınlatmıştı.
Bu dişleri, söz söylerken iki kenarı aşağı doğru çekilen bu
dudakları tanır gibi oldu.

Eğilip karşısındakinin yüzüne bakmak istedi, o geri çekildi.

O zaman sordu:

-Siz şey değil misiniz?..-

Öteki, elini ağzına götürdü:

-Sus... Oyum!.. Ben seni görür görmez tanıdım. Fakat beni
hatırlayacağını sanmamıştım...-

Ev sahibi karşısındakini bileğinden tuttu, kendine doğru,
ay ışığının altına çekti.

-Pek az değişmişsin- dedi... Sonra ilave etti: -Hayır... Çok
değişmişsin... Gerçi yüzünün hatları değişmemiş gibi ve ağzın,
burnun hep aynı... Hele ağzın... Fakat nasıl söyleyeyim, ihtiyarlamış
gibisin; ama bu ihtiyarlık da değil, benden daha genç duruyorsun...
Hulasa bir başka türlü olmuşsun. Yüzünün dışı değil,
içi değişmiş gibi. Aman canım... Anlatamadım işte...-

Öteki hafif bir gülüşle dinliyordu. Sadece:

-Sen de biraz değişmişsin!..- dedi.

Kapıya yaklaşmışlardı; ev sahibi yanındakine döndü:

-Dışarısı serin değil mi? İçeri girelim!-

Öteki büsbütün güldü ve mırıldandı:

-Beni evinin içine sokmak tehlikelidir!-

Genç adam birdenbire durdu. İlk şüpheleri tekrar kafasına
gelmişti. Onun bu duraklayışının farkına varan arkadaşı:

-Yok canım- dedi, -evini filan soymam. Fakat polis tarafından
aranıyorum...-

Ev sahibi arkadaşına dikkatle baktı. Sonra gülerek:

-Kim bilir ne işler karıştırdın!.. Gel bakalım!..- dedi.

Karanlık koridordan geçtiler, bir merdiven çıktılar ve bir
salona girdiler.

Ev sahibi elektriği açtı.

Misafir dudaklarında hep o hafif gülümseme ile etrafına
bakmaya başladı:

Oldukça iyi döşenmiş, bilhassa fazla süsten kaçılmış olan
oda biraz dağınıkça idi. Sahibinin bekar olduğunu, yazıhaneye
benzer bir masanın üstündeki perişan kağıtlar gösteriyor ve
hizmetçinin bu oda ile meşgul olmaktan menedildiği anlaşılıyordu.
Yerde küçük bir halı, alçak sigara iskemleleri, rahat iki
koltuk ve köşede bir sedir vardı. Pencereleri krem renginde tül
perdeler kapatıyordu.

Ev sahibi:

-On iki sene oluyor, değil mi?- dedi.

-Evet; mektepten çıktığımızdan beri görüşmedik!-

-Ne yaptın da seni polis arıyor? Ben bir zamanlar tehlikeli
fikirlere saplandığını ve işinden çıkarıldığını duymuştum!-

-Tahmin edebileceğin şeyler!-

-Dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?-

-Siz dünyanın değişmez olduğuna inanmaya mecbursunuz!-

Bir müddet sustular. Her biri birer koltuğa oturdu ve ev sahibi
sağ tarafındaki radyoyu karıştırmaya başladı. Biraz sonra
uzaklardan gelir gibi hafif bir müzik duyuldu.

İkisi de ses çıkarmadan dinlemeye koyuldular. Bir operanın
son kısımları çalınıyordu. Gürültülü aletlerin derinden gelen
sesleri yavaşlayınca kavala benzer tatlı nağmeler işitiliyor
ve her ikisinin de yüzlerinde yumuşak, ılık bir hava dolaşır gibi
oluyordu.

Misafir gözlerini yerdeki halıya dikmişti. Yüzünde yine bir
gülümseme vardı, fakat bu seferki gülüşü, biraz evvel dudaklarının
kenarına yerleşip, sahibinin etrafına bir duvar çekilmiş gibi,
yaklaşmak isteyenleri uzaklaştıran bir gülüş değildi. Bir çocuğun
tebessümü kadar içten ve yaklaştırıcı idi.

Başını yavaşça kaldırdı. Arkadaşına döndü:

-Ne güzel değil mi?- dedi, sonra ilave etti: -Dört senedir
müzik dinlemedim!-

-Neden?-

-Fırsat düşmedi.-

Radyodan uzun ve sürekli alkışlar geldi. Arkasından Almanca
sözler başladı ve ev sahibi elini uzatarak düğmeyi çevirdi.

Odayı birdenbire bir sessizlik kapladı.

İkisi de birbirlerinin yüzüne baktılar ve gülüştüler. İçlerinde
bir saniye için on iki sene evvelde yaşıyorlarmış hissi uyandı.
Bakışları o kadar arkadaşça idi.

Ev sahibi kalktı, ötekinin yanına geldi, elini omuzuna koyarak:

-Anlat!- dedi.

-Sen anlat!-

-Görüyorsun... Normal yollarda yürüdüm ve eh, bir parça
bir şeyler oldum!-

-Normal yollarda yürüdüğüne bu kadar emin misin?

-Neden?.. Çalıştım, faydalı oldum ve ilerledim!-

-Yürüyüşünü bilmem... Normal olabilir... Fakat üzerinde
yürüdüğün yola bu kadar inanıyor musun? Hele faydalı olduğuna...-

Cevap vermedi, öteki tekrar sordu:

-Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?-

-Biraz!-

-Yaptığın ve faydalı olduğunu söylediğin şeyleri, sana gelinceye
kadar geçirdikleri merhalelerde ve senden sonra aldıkları
yollarda takip ettin mi? Kimlere ve ne kadar faydalı olduğuna
baktın mı?-

Ev sahibi üzüntülü bir tavırla elini salladı ve gülmeye çalışarak:

-Bırak şu derin lafları canım!- dedi.

O zaman misafir de ayağa kalktı:

-Hiç derin laflar değil- dedi, -Bir kere görebildikten sonra
o kadar açık ve elle tutulur şeyler ki... Fakat doğru, bırakalım...
Çünkü insanın kafası bir kere bunları düşünmeye başlarsa bu
rahat koltuklarda bu kadar rahat oturmak mümkün olmaz sanıyorum.-

-Seni böyle düşüncelere götüren sakın bu rahat koltuklara
erişemediğinin kızgınlığı olmasın...-

Bu sözler üzerine arkadaşının yüzü birdenbire değişti. Dudaklarının
ucundaki yumuşak gülümsemenin yerine acı ve yukarıdan
bakan bir sırıtma geldi:

-Kafama düşünmeyi, gözlerime görmeyi yasak edebilsem,
senin çıktığını zannettiğin yere varmanın bana güç gelmeyeceğini
bilirsin...-

-Bilmem... Mektepte en ilerimizdin!-

-Şimdi?..-

-Şimdi en ayrımız!..-

Bu lafı rastgele söylemişti. Fakat söyledikten sonra ağzından
çıkanın nasıl çıplak bir hakikat olduğunu anladı. Karşısındaki
ile eski arkadaşı arasında hiçbir münasebet yoktu. Eski
uysal, laf söylemekten utanan, iştirak etmediği fikirleri bile itiraz
etmeden dikkatle dinleyen çalışkan ve dürüst çocuğun yerinde,
inattan ve sabit fikirlerden yapılmış gibi tırmalayıcı bir
adam vardı. Eskiden hep yumuşak ve tatlı bakan ve insana yanına
sokulmak hissini veren bol kirpikli siyah gözleri şimdi vakit
vakit donuk bir parıltı ile karşısındakine çevriliyor ve onu
tepesinden basarak küçültür gibi oluyordu. Bu bakışların altında
ezilerek başını başka taraflara çevirdi. Sonra misafirinin yüzüne
bakmaya çalışarak:

-Yorgunsun, sana yatacak yer göstereyim!..- dedi.

-Demek beni evinde yatırmaya cesaret edeceksin!-

-Niçin bana hakaret etmek istiyorsun?-

Cevap vermedi, yavaşça ayağa kalktı.

Başka bir şey konuşmadan salondan çıkarak merdiveni indiler,
biraz evvel girdikleri kapının yanındaki odayı açan ev sahibi:

-Burada yat... Benim odamdır. Ben yukarıda sedire uzanırım!- dedi.

Misafir ses çıkarmadan içeri girdi.

-Rahat uykular...- diyerek eline kapıya götürürken durdu,
arkadaşına döndü:

-Gel seni bir kere kucaklayayım. Belki bir daha görüşemeyiz!..- dedi.

-Neden? Yarın burada değil misin?-

-Ben erkenden kalkar ve usulca giderim. Evinde kaldığımın
duyulması iyi olmaz. Gel, seni öpeyim, bilirsin ki eskiden
seni çok severdim...-

Öteki -Şimdi?..- diye sormak cesaretini kendinde bulamadı.

Birbirlerini kucakladılar. Öpüştüler. İkisinin de gözleri yaşarmıştı.
Misafir tekrar:

-Rahat uykular!- dedi.

-Rahat uykular!-

Kapı yavaşça kapandı.

Ağır ağır merdiven basamaklarını çıkarken, içinde, bir azası
yerini değiştirmiş, bir yeri boşalmış yahut bir yerine fazla bir
şey dolmuş gibi hisler duydu.

-Söylediği şeylerde bir hakikat bulunabilir mi ki?..- diye
düşündü. -Zannetmem... Bütün dünya budala mı?.. İnsan acayip
mahluk... Kafası bir kere bir şeye saplanıverince en akıllısından
böyle bir mecnun doğuyor!..-

Tekrar salona girince radyoyu karıştırdı. Birkaç İngiliz istasyonu,
senelerden beri nevileri değişmeyen dans havaları çalıyordu.
Düğmeyi sağa sola çevirdi; Leningrad'ın verdiği bir İngilizce
konferanstan başka bir şey bulamadı. Masasının başına
geçip oturdu.

Bir türlü uykusu gelmiyordu. Dışarı çıkıp bir dolaptan bir
battaniye getirdi. Sedirin üzerine bıraktı. Uzun ve yorucu bir
mükalemeden (konuşmadan) çıkmış gibi kafası yorgun ve dağınıktı.
Halbuki bir şey de konuşmuş sayılmazlardı.

Arkadaşının tepeden bakan gülüşü ve söz söylerken: -Bu
en açık hakikatleri de bana ne diye söyletirsin sanki?..- demek
isteyen kendinden emin ve isteksiz tavrı gözünün önünden gitmiyordu.

Ona kızar gibi oldu. Ruhunun durgun suyuna attığı bir
taşla onu böyle rahatsız eden, iyi kurulmuş bir makine gibi senelerden
beri hiç aksamadan muayyen birkaç formül içinde işleyen
maneviyatını birden sarsan bu küstah eski dostun buna
hiç hakkı olmadığını düşündü.

-Gidip onu kaldırayım ve münakaşa edeyim!..- dedi.

Aşağı indiği zaman arkadaşının uykuya dalmış olduğunu
gördü. Elektriği yaktığı halde uyanmamıştı. Yüzü kendisini
hayrete düşürdü: Bu çehre, sanki demin yukarıda ona karşı
buzlanıveren gergin, sinirli yüz değildi. Burada, kendi yatağında,
çocuk gülümsemeleri ile mışıl mışıl bir delikanlı uyuyordu.
Bu uyuyanın polisten kaçan bir sergüzeştçi, cemiyete diş bileyen
bir adam olmasına imkan var mıydı? Şu anda muhakkak ki
aşk rüyaları görüyordu.

Onu uyandırmaya kıyamadı. Tekrar odasına döndü. Sonra
düşündü ki, birkaç müphem manalı ve keskin cümleden başka
aralarında bir şey konuşulmuş değildi. Kendisi zihninde bu
mükalemeleri devam ettirmiş ve bir çıkmaza girmişti. Fakat
bunu düşününce titredi. Demek ki aşağıda uyuyanın dediği
doğruydu: Farkında olmadan bile biraz düşününce insanın rahatı
kaçacaktı.

Masanın üzerindeki gazeteleri karıştırmaya başladı ve
üçüncü sayfada gözü bir yere ilişti, dikkatle okudu:

Arkadaşının ismi geçiyor ve polis tarafından şiddetle arandığı,
fakat artık yakalanacağı, çünkü zabıtanın iz üzerinde bulunduğu
yazılıyordu.

Birkaç satırla da, şimdiye kadar yaptığı cürümlerden bahsediliyor;
bu adamın iyi bir tahsil görmüş olmasına ve bir zamanlar
memlekete faydalı olacağı ümitlerini vermesine rağmen
bugün sosyal nizam için bir tehlike haline geldiği ve cemiyetin
sarih bir düşmanı olduğu anlatılıyordu.

Uzun zaman bu satırlara baktı. Sonra ağır ağır mırıldandı:
-Düşman!-

O zaman gözünün önüne geldi ki, arkadaşı ona hakikaten
bir düşmandan başka bir gözle bakmamıştır.

Yüzü uzaklaştırıcı bir hava ile sarılan ve eski günleri hatırlayınca
yumuşar gibi olsa bile, bugüne döner dönmez bir kale
gibi kapanıveren ve ancak hücum için açılan bu adam bir -düşman-dı...

-Bir gün o ve onun gibiler hakim olursa...- dedi ve ürperdi.
O zaman onunla karşı karşıya gelmeyi düşünmekten bile korkuyordu.

Sonra, aşağıda; polisten kaçan ve kendi evine sığınan bir
zavallının kendisini bu kadar korkuttuğuna kızdı.

-Aptal!- dedi, -Kuvvetin kendilerinde olmadığını bilmiyor!..-

Evet, kuvvet kendisinde idi ve bütün bir devlet, polisleri,
candarmaları, mahkemeleri, hatta bankaları, mektepleri ve gazeteleri
ile kendisini koruyordu.

Bir an içinde bütün bu müesseselerle olan yakınlığı ve arkadaşının
kendisinden hızla uzaklaşıp sisler, karanlıklar içinde
kaybolduğunu hissetti.

Kendisine daha çok emniyet vermek için pencereye gidip
sokağa baktı. Ta ilerideki köşede bir polis dolaşıyordu. Hemen
pencereyi açıp onu çağırmak istedi; çünkü aşağıdaki orada kaldıkça
burada rahat uyuyamayacaktı. Fakat bağırsa sesinin onu
uyandırabileceğini düşündü ve geri döndü. Gazeteyi tekrar karıştırdı.
Demin bulduğu yeri bir daha okudu ve söylendi:

-Polis izi üzerinde imiş... Ya benim evimde bulunursa?..-

O zaman gözünün önünden karakollar, hapishaneler, mahkemeler
geçiverdi. Etrafına bakındı... Bu sıcak odadan, bu alıştığı
eşyalardan ayrılmayı düşündü ve bunun korkusuyla bütün
etrafındaki şeylere adeta yapıştı.

Hayır, daha fazla duramazdı. Bir eli yavaşça telefona gitti;
öbür eliyle de rehberi karıştırıp numarayı bulduktan sonra telefonu
açtı.

Karşısına gelen nöbetçi komisere meseleyi anlatıp telefonu
kapayınca bir rüyadan uyanır gibi oldu. Elleriyle başını tutarak
odada dolaşmaya başladı.

Birçok fikirler birbirini kovalayıp başının içinden geçiyorlardı.
Kah: -En büyük alçaklığı yaptın, evine sığınan birini ele
verdin!- diyor, kah: -Bir düşmanı elimle saklamak beni koruyan
kuvvetlere hıyanet etmektedir...- diye düşünüyordu.

Dakikalar geçtikçe büsbütün yerinde duramaz oldu. Demin
onun kendisini nasıl kardeşçe, nasıl içten ve nasıl inanarak
öptüğü aklına geldi: Yanakları tutuştu. Nihayet daha fazla dayanamadı,
aşağı inerek onu kaldırmaya, -Kaç, geliyorlar!- demeye karar verdi.

Merdivenleri hızla atlayarak alt kata vardı. Arkadaşının
yattığı odanın kapısını açtı: -Kalk!- diye bağıracaktı, sesi
boğazında kaldı.

Bir anda zihninden geçen bir düşünce onu durdurdu:

Şimdi bir çocuk gibi uyuyan bu adam, doğrulur doğrulmaz
işi anlayacak, o insanı ezen gülüşüyle, o çelik gibi parlayan
gözleriyle kendisine bakacak ve bu onun karşısında küçülecek,
küçülecek, kaybolacaktı.

Bu manzarayı gözlerinin önüne getirince ürperdi. Üzerinde
arkadaşının korkusuz, alaycı, kendine güvenen bakışı dolaşıyormuş
gibi silkindi. Onun karşısında bu perişan halde görünmek,
onu bütün sözlerinde tasdik etmekten başka bir şey değildi.

Dakikalar geçiyordu.

İki birbirine zıt his arasında ne yapacağını şaşıran genç
adam kapıda durmuş, yatağın üstüne elbiseleri ile uzanarak
kaygusuz bir serseri uykusuna dalan arkadaşına bakıyor, ara
sıra onu uyandırmak için bir adım atar gibi olduğu halde, uyanınca
onun nasıl bu güç vaziyette bile derhal kuvvetli olacağını
ve kendisinin, bütün büyük yardımcılarına rağmen nasıl küçülüp
zayıf kalacağını düşünerek duruyor ve terliyordu.

Dışarıda ayak sesleri duyar gibi oldu ve her şeye rağmen
kararını verdi, birkaç adım ilerleyerek elini uykudakinin omuzuna
koydu.

Tam bu anda sokak kapısına yavaşça vuruldu. Hemen oraya
koşarak kapıyı açtı. Bunlar, ikisi sivil, ikisi resmi dört
polisti.

Sessizce içeri girdiler.

Genç adam, girenlere, yarı aralık duran oda kapısını gösterdikten
sonra, acele adımlarla, gürültü çıkarmadan merdivenlere
doğru yürüdü, koşarak yukarı çıktı.

Ayda Bir, Ocak 1936

...

Bir Skandal

İ

Muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu'nun bozkırlarında
bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu.

Sıtma benizli kerpiç evlerden, yapraksız dallarını iri örümcek
ayakları gibi geren ağaçlardan ve nasıl dolaşıp hareket ettiklerine
hayrette kaldığım, hayatla alakası olmayan insanlardan
başka bu şehrin hususiyetleri yoktu.

Şehre bir türlü ısınamadım, çünkü ısınmak niyetinde değildim:
İçimde gizli bir hiddetle buraya gelmiştim, sebebi basit:

Şiddetle aşıktım ve bana aşık olmayı aklından bile geçirmeyen
sevgilimi İstanbul'da bırakmıştım.

Yakıcı, kavurucu bir aşktı bu; beni deliye çeviren, geceleri
sabahlara kadar sokaklarda dolaştıran bir aşk. Fakat onu bu hale
sokan biraz da bendim. Aşkla tehlikeli bir oyuncak gibi oynamak
istiyordum... Lise ve üniversitedeki deliliklerimin bu en
delicesi idi... Zavallı kızcağız benimle ahbap olmak istemişti.
Halbuki daha iki kere konuşmadan ben kendisine abayı yakmış
ve herkese ilan etmiştim. Kız neye uğradığını bilemedi, şaşırdı.
Ben ona herkesin karşısında aşkımı ilan ettim. Yolda kendisini
gördüğüm zaman koltuğumun altından kitaplarımı düşürdüm
ve fenalık geçirir gibi duvarlara yaslandım. Adım adım onu takip
ettim ve baygın baygın yüzüne baktım, hulasa beni sevmemesi
için ne icap ettiyse yaptım. Ve kızın artık hakikaten bu
münasebetsizliklerden sıkıldığını, benden sinirlendiğini anladığım
gün ona sahiden aşık olduğumun da farkına vardım. İşte
geceleri sokakları dolaşmak, eşi dostu kandırıp içerek, onlara
dert yanmak gibi şiddetli aşk tezahürleri bundan sonra başladı.
Ne çare, artık iş işten geçmiş, kızı ciddiyetime inandırmak imkansız
olmuştu.

Bazı gün evinin etrafında dolaşıp komşuların dikkatini, daima
pencere kenarında oturan kötürüm halasının hiddetini,
kendisinin de nefret ve asabiyetini üstüme çekiyor; bazı gün
onun ismini ağızlarına alan bir sürü arkadaşla dövüşerek yüzümü
gözümü mosmor ediyor, bazı gün de bir kahve köşesine çekilerek
aruz vezni ile aşıkane şiirler yazıyordum.

Sevgilime değil, aşka, beni sarsan, serseri yapan, vukuat çıkartan
bir aşka aşıktım. İçimde boş durmayı hiç istemeyen; mütemadiyen
kımıldayan bir şeytan vardı ve bu şeytan, eskiden
beri, iş bulamadığı ve beni mektepten attıracak veya karakolda
geceletecek bir vakaya sevk edemediği zamanlar hiç olmazsa
birisine aşık ederdi... Ama kime olursa olsun...

Deli gibi yaşıyordum o zamanlar... Ve başka türlü yaşamak
aklıma gelmiyordu. Etrafımdakileri hayrete düşüren bir zekanın
imtiyazlarından istifade etmekten başka bir şey istemiyordum.

Belli başlı fikirlerim de yoktu.

En büyük zevklerimden biri, mütefekkir geçinen birçok
adamları, saçmalığını kendimin de bildiğim fikirlerle susturmaktı.
Onlar bu doğru görünen, fakat manasızlığını aklıselimin
derhal anlaması mümkün olan lakırdı kalabalığı karşısında
hayret ve takdirle ağızlarını açarken ben deli bir kahkaha sağanağını
zor zapt eder, biraz evvelkinin tamamen zıddı yeni birtakım
mütalaalar beyanına başlardım. Bunlar bana zekanın en
tabii hakları gibi geliyordu. Kendi kendime:

-Budalalarla alay etmeyecek olduktan sonra niçin zeki oldum?-
diyordum. Ve etrafımdaki insanlar arasında bir parçacık
olsun budala olmayanlar nadirdi. Aklıma eseni yapıyordum,
çünkü etrafım her yaptığımı hoş görmüş, beni hareketlerime
gem vurmamaya alıştırmıştı. Başkaları için ayıp olan şeyler
bende affediliyordu. Gerçi hareketlerimin iyi veya fena olanlarını
ayırmakta güçlük çekmiyordum, fakat etrafımın bana verdiği
bu fazla nefis itimadı en kötü vaziyetlerden bile kurtulmamın
kabil olduğuna beni inandırmıştı.

Hiç düşünmeden yaşıyor, her şeyi kaprislerime bırakıyor
ve bol bol aşık oluyordum; hem de deli gibi aşık... En ilerlemiş
vaziyetlerde bile derhal toplanacağımdan emindim ve kalbim
aklımın itaatli bir uşağı idi. Eğer istediği gibi at oynatıyorsa bu
kafamın bu işte bir mahzur görmeyerek bunlara müsaade etmesiyle
oluyordu.

Zekanın bazan kendisinde söz söylemek iktidarı görmeyerek
susabileceğinden ve dünyanın en kuvvetli adamının bile
bazan eli ayağı bağlanmış gibi acze düşebileceğinden habersizdim.
İrademizin ve dimağımızın karışamadığı meçhul kuvvetlere
dair; içimizdeki namütenahi gizli yanardağlara dair bir fikrim
bile yoktu. Etrafımda yalnız aciz ve hamakat (ahmak) gördüğüm
için kendimi olduğumdan çok kuvvetli sanıyordum. -Budala-lar
beni haddinden fazla şımartmışlardı.

İİ

Bu şehre geldiğim zaman işte vaziyetim bu merkezde idi.

İlk olarak şehrin münevver sınıfı ile temasa geldim; ama ne
temas, ne münevver sınıf!

Bir gece, galiba geldiğimin ikinci gecesi idi, bizim mektebin
muallimlerinden biriyle kulüp kılıklı bir yere gittik. Beş on kişi
toplanmış, güya radyo dinliyorlardı. Ben girdiğim zaman hararetli
bir münakaşa vardı; biraz dinleyince alaturka-alafranga
musiki münakaşası olduğunu anladım. İşin tuhafı, bu münakaşa
bizde mutat olduğu üzere: -Alafranga bizim ruhumuza uygun
değildir, kuru gürültüdür!- veya -Hayır, alaturka basittir,
monotondur, ruhları uyuşturur- gibi, meşhur musikişinaslarımızın
makalelerinden alınma cümlelerle değil, gayet orijinal bir
tarzda cereyan ediyordu: Münakaşacılardan biri ötekinin Anadolu'nun
bir köşesinde bulunan memleketini zikrederek orada
alafranga musikiyi öğrenmek ve anlamak değil, duymak bile
mümkün olmadığını söylüyor, diğeri ise çocukluğundan beri
alafranga ile kulağı dolu olduğunu, memleketindeki bir komşularının
mükemmel bir gramofonu bulunduğunu ve daha yedi
yaşında iken -Tuna Dalgaları-nı ıslıkla çalacak kadar ruhunun
alafrangaya ısındığını ileri sürüyordu. Bizdeki gibi beş on
kişiyi değil, milyonlarca adamı iki dakikada ağlatmak veya
güldürmek ve neşelendirmek iktidarında olan bir musikinin
hararetle müdafaasını yapıyor, büyük bestekarlardan ve onların
hayatlarından, pek de münasebeti olmayarak misaller getiriyordu.
Yalnız bu sırada bazı sinema artisti isimlerini musikişinas
isimleri diye yutturduğu nazarı dikkatime çarptı. Sinema
gibi pek de ciddi olmayan bahislerdeki cahilliklerinden istifade
ederek karşısındakileri mağlup etmeye çalışan bu genç sinirime
dokundu ve hemen söze karıştım:

-Aman birader, bu isimde bir artist vardır, ama bestekar
var mı bilmiyorum!-

Öteki hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

-Şey canım, yanlış söyledim, şey diyecektim...-

Bu sefer de İstanbul'a gelen Macar takımı kalecisinin ismini
attı, ben de bu delikanlının musikide değilse bile sinema ve
spor hususunda epeyce malumatlı olduğunu tespit ettim.

Bana fikrim sorulduğu zaman, -Vallahi pek aklım ermez!-
diyerek sustum.

Bahis biraz sonra daha ciddi meselelere, siyasiyata intikal
etti:

-Buhran fena, halimiz ne olacak bilmem!-

-Ah bir harp çıksa!-

-Deli misin be!-

-Neden? Biz harbe karışmayız. Umumi harpte tecrübesini
gördük... Bu sefer bitaraf kaldık mı, sat harp eden milletlere
yumurtayı, sat tavuğu, sat buğdayı, bak buhran filan kalıyor mu?-

Hakikaten ben bu usulü düşünmemiştim; yalnız pek az bir
zaman sonra daimi encümen azasından biri bu sene kuraklık
yüzünden mahsul olmadığını ve hariçten buğday ithal edilmesi
lazım geldiğini söyledi. Bu fikri biraz evvel musip mütalaa
(doğru, isabetli düşünce) ile bir türlü telif edemedim.

Bir mühendis uzun müddet edebiyattan, bir doktor bahçesinde
yetiştirdiği çiçeklerden bahsetti ve bir lise muallimi belediyenin
yeni yaptırdığı şehir planını tenkit etti. Nihayet bu ciddi
bahislerden yorulan münevverler sözü havaiyata döktüler;
ben de bu -havaiyat- bahsi esnasında, bir ilk mektep hocasının
karısından boşanma davası açtığını, eczacı Nahit Bey'in bir eğlencede
fena halde dayak yediğini, bazı mektep talebesinin kötü
şöhretli bir kahveye devam ettiklerini ve oldukça büyük memurlardan
birinin dün akşam bütün maaşını pokere verdiği
için iki gecedir evine gidemediğini öğrendim. Bu laflar da bittikten
sonra birkaç kişi gerine gerine esnedi ve herkes yavaş yavaş
şapkasını, bastonunu alarak evine dağıldı.

Yaman şeydi bu bizim memleketin münevverleri vesselam...

İİİ

Bazı aileler kendi aralarında toplanarak gece eğlentileri yapıyorlardı.

Bu toplantılarda tombala oynanıyor, dedikodu yapılıyor,
bazan da ufak poker partileri çevriliyordu. Şehrin yüksek sosyetesine
mensup kimselerin devam ettiği bu meclislere ben de
bir vesile ile girmek imkanını buldum: Çünkü, bir bekarın böyle
aile kadınlarının bulunduğu bir meclise girebilmesi, mebus intihap
edilmesinden daha güçtü.

Bu muhit, şehrin bu en güzide muhiti fikri hayat itibarıyla
merhamete şayandı. Bilhassa o kadınların cehaleti, küstahlığı
ve benlik davası. Ve bilhassa o erkeklerin basitliği...

Bundan evvelki hayatımda sergüzeşt ve maceralarımdan
başka bir şey düşünmediğim ve kendi hayatımdan başkasını
görmediğim için bizim içtimai hayatımızın pek aşinası değildim.
Burada iş güç olmadığı için etrafıma dikkat ettim ve dehşet
içinde kaldım.

Erkekler belki mühendis, belki doktor, belki avukat veya
muallim olmuşlardı, fakat bunu bir fikir ihtiyacı olarak değil,
iyi karnını doyurmak, iyi giyinmek, güzel karı alabilmek için
yapmışlardı. Yani dimağ gibi en asil bir uzuvlarını midelerine
ve tenasül cihazlarına uşak olarak kullanıyorlardı. Yalnız ekmek
parası düşünen ve asıl vazifelerini, tefekkür (düşünme) kabiliyetlerini
tamamıyla unutarak basit birer makine haline giren bu kafalarda
akıl, saf ve maddiyatın dışına çıkabilmiş akıl, artık lüzumsuz
bir şeydi. Münevverlerimizde dimağların rolü körbağırsağınkinden
daha fazla değildi.

Dünyaya, millete, devlete, vatana dair muayyen ve ezberlenmiş
fikirleri vardı ve bunların suya sabuna dokunmamasına
azami derecede dikkat ediliyordu. Bu vatanperverlerle ilk çatışmamız
da böyle bir vesile ile oldu.

Yine bir aile toplantısında kadınlar bir kenara çekilmiş, fiskos
ediyorlar ve erkekler şundan bundan konuşuyorlardı. Bir
aralık söz, köylüye, köylünün dertlerine intikal etti; kuraklıktan,
kıtlıktan bahsolundu ve gözü mebuslukta olan Vasaf Bey
isminde muhteremce bir zat:

-Fakat ne de olsa, köylü bizim efendimizdir- dedi.

Ben derhal lafa karıştım; geldim geleli hiç bu kabil münakaşalara
girişmemiş olduğum için herkes sustu ve kulak verdi, ben sordum:

-Niçin?-

Öteki, sualime hayret eder gibi yüzüme baktı:

-Niçin mi? Bizi besleyen, bizi ve memleketi doyuran odur
da ondan!-

-Yalnız bir şey söyleyeceğim: Efendi diye başkasını çalıştıran
ve ona hükmünü geçirene derler; çalışıp çabalayıp en sonunda
elindekini bir hiç mukabilinde verenlere değil...-

Herkes şaşkın gibi yüzüme bakıyordu. Ben bir kere kendimi
unutmuştum. Eski pervasızlığım, heyecanımla devam ediyordum:

-Rica ederim, biraz hakikatlere bakalım, mesela biz şehirliler
de hükümete vergi veririz değil mi? Buna mukabil hiç olmazsa
sokağımızda bozuk bir kaldırım, yollarda sönük bir lamba,
evlerimizin ve şahsımızın selameti için mevcut olduğu söylenen
bir zabıta vardır; çocuklarımızı hiç olmazsa boş gezmekten
kurtaracak bir mektep buluyoruz. Fakat sorarım size: Köylü
verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur,
sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün
birinde bile yoktur. Candarma oralara asayişten ziyade
vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmayalım, köylü
mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin bütün
manasıyla hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek belki
eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin
boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın
sadasını duymamak için: -Köylü efendimizdir!- gibi cümleler
güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek
iktidarında değildir.-

Sustum, etrafımdakilerin yüzüne baktığım zaman şaşırdım,
muhterem zat da dahil olduğu halde hepsinin çehresinde
bir şaşkınlık, bir korku vardı.

Aynı zamanda bana kızgın nazarlarla bakıyorlardı. Kadınlar
da lakırdılarını bırakıp etrafımıza gelmişlerdi, hiçbir şeyin
farkında olmayarak onlar da umumi korkuya ve şaşkınlığa iştirak
ediyorlar, bana kocaları gibi hiddetli hiddetli bakıyorlardı.
Yalnız bu şişman, pudralı ve hususiyetsiz çehreler arasında
bir genç kız gözüme çarptı. Temiz bir yüzü vardı ve çok güzeldi;
o kadar ki, başka tarafa bakarsam göreceğim her şeyin bu
çehrenin kafamdaki aksini bulandıracağını zannediyor, gözlerimi
yüzünden ayıramıyordum. O da olan bitenden bir şey anlamış
değildi, yalnız bana herkes gibi hiddetle bakmadığını
gördüm. Bu genç kız nedense hiçbir şey anlamadan benimle
beraberdi.

Herkesi bir soğukluk kapladı ve ben, beni buraya getiren
arkadaşımla beraber çıktım. Bu arkadaş kendisini müşkül mevkide
bıraktığım için bana fena içerlemiş, beni getirdiğine de, getireceğine
de pişman olmuştu, çıkar çıkmaz:

-Gördün mü ettiğin haltı?- dedi.

-Ne olmuş?-

-Daha ne olacak, sen bu küçük şehir hayatını bilmezsin;
yarın rivayetleri seyret. Sözlerinin nasıl değiştiğine sen bile
şaşacaksın.-

-Ne söyledim canım?-

-Açıktan açığa muhalefet yaptın ayol!-

-Allah Allah... Abdülhamit zamanında değiliz ya, tabii düşündüğüm
ve doğru bulduğum şeyleri açıkça söyleyeceğim;
söylediklerim yalan mıydı, sen ondan bahset.-

-Yalan değil, değil ama...-

-O halde kes lakırdıyı. Hem ben ne söyledim Allah aşkına?
Köylüyü müdafaa etmedim mi? Yasak mı bu?-

O mırıldandı:

-Köylüyü müdafaanın filan ne lüzumu var efendim?-

-Sus, böyle söyleme, köylü bizim efendimizdir!..-

İV

Bir gün şehrin gezinti yeri makamında olan bir tepede otururken
karşıdan beş altı kadından ibaret bir grup sökün etti. Yanımdan
geçerken birisini gözüm ısırdı. Bunu muhakkak bir
yerden tanıyacaktım. Sonra aklıma geldi: O münakaşa akşamı
bana dost gözlerle bakan genç kızdı. Bu sefer de baktı. Öyle
manalı filan bakmadı; fakat baktı ve ben nedense bu bakıştan
lüzumundan fazla memnun oldum.

Derhal kendi kendime şu muhakemeleri yürütmeye başladım:

-Bu kızın bakışından memnun oldum ve heyecanlandım,
bu muhakkak. Neden? Galiba Selmin'e benziyordu da ondan
(Selmin, İstanbul'da bıraktığım sevgilimin ismi idi). Ama oğlum,
kendini aldatma. Bu hanım kızın Selmin'e benzer tarafı yoktu...

-Şu halde ne olabilir? Aşık değilim, buna imkan yok. Çünkü
ben daima ilk görüşte aşık olurum. Halbuki iki gün evvel
gördüğüm bu kızı neredeyse bugün tanıyamayacaktım. Demek
ki aşık olmak şöyle dursun, çehresini hafızamda güç zapt etmiştim...-

-İyi ama, neydi o deminki heyecan? Bak, hala kalbim çarpıyor...
İnsan anlaşılmaz mahluk vesselam... Adaaam sen de!..-

Ve başka şeyler düşünmeye başladım.

Uzun müddet tek başıma dolaştım. Ortalık kararınca evin
yolunu tuttum. Deminki genç kız yine aklıma geldi:

-Ne tuhaf yüzü var! İnsana garip bir çekingenlik veriyor.
Güzel kadınlara karşı şimdiye kadar duyduğum şeyleri bu kızcağıza
karşı duymadım. Mesela ben güzel bir kadın gördüğüm
zaman muhakkak en evvel öpmek arzusu duyarım: Kucaklamak,
öpmek ve sonra... bırakmak. Şimdiye kadar kadınlara
karşı olan hissiyatımda daima biraz da istihfaf ve hakimiyet karışıktı.
İlk defa bu çok güzel kızı öpmek arzusu duymuyorum.
İlk defa olarak bu genç kıza karşı içimde hürmete benzeyen
şeyler beliriyor. Galiba Anadolu, insanı romantik yapıyor da
ondan... Gülünç şey...-

Tekrar başka şeyler düşünmeye başladım: Taaa yatıncaya
kadar. Yatakta hiç farkında olmayarak yine aklıma geldi. Kendi
kendime güldüm. Fakat hayalimdeki çehreyi çıkarıp atmak cesaretini
kendimde bulamadım. Daha doğrusu bunu istemedim.
Bu kızı düşünmek bana tuhaf bir zevk vermeye başlamıştı. Düşüncelerimde
devam ettim:

-Evet, bu kız şimdiye kadar duymadığım birtakım hislerin
bende uyanmasına sebep oldu.

-Bunların aşk olmasına ihtimal yok. Çünkü kendisine malik
olmak arzusunda değilim. O halde bu bilmediğim hislerin
manası nedir? Kendisini gözümün önüne getirince yalnız bu
güzel çehre ile karşı karşıya oturmak, onu uzun uzun seyretmek
istiyorum. O zaman adeta bir yorgunluktan dinleniyormuş
gibi olacağım. Hatta şimdi bunları düşünmek bile bana
tatlı bir sükunet hissi veriyor: Aşık olduğum zaman duyduğum
ıstıraplı ve yakıcı heyecanlara hiç benzemeyen bir sükunet hissi.
Fakat bu kızın benim üzerimde yaptığı bu tesir nedir? Kendisini
on dakika bile devamlı görmediğim halde bütün gün onu düşündüm!..-

Bir türlü uyuyamıyordum. Dimağım şimdiye kadar bende
tesadüf etmediği bu acayip hislerin menşeini bulmadan rahat
etmek niyetinde değildi.

Birdenbire, hiç farkında olmadan dudaklarımın arasından
şu sözler döküldü:

-Ah, böyle bir kardeşim olsa!-

Derhal doğruldum. İçimde büyük bir hafiflik vardı, ancak
çok tatlı ve güzel rüyalarda görülen bir hafiflik. Kendi kendime
tekrar ettim:

-Ah, böyle bir kardeşim olsa!-

İnsan kendini ne kolay aldatıyor. Kafam hemen rehavetle
yastıklara doğru kaydı. Güzel ve şefkatli bir hemşirenin
kollarındaymış gibi tatlı bir uykuya daldım.

V

Bu şehir, bu şehrin insanları sahiden canımı sıkmaya başladı.
Açık saçık iki laf söylemeye imkan yok, derhal çehreler değişiyor
ve birisi kulağıma eğilerek:

-Bırak bu lafları Allah aşkına, ortalığı düzeltmek sana mı
kaldı?- diyor.

Ortalığı düzeltmek bana kalmadı ama, memleket ahvaliyle
alakadar olmaktan bu kadar sersemce bir çekingenllkle kaçan
bu adamlar artık bende nefret uyandırmaya başladı. Bilhassa:
-Hakkın var, var ama, bunları söylemenin sırası değil!- diye
beni candan ikaz etmek isteyenlere müthiş sinirleniyorum. Fikirlerime
itiraz etse, nihayet düşündüğünü söylüyordur ve fikirler
bir dereceye kadar hürmete layıktır.

Fakat bana: -Doğru düşünüyorsun ama, bunları söyleme!-
diyen adam. adeta namussuzluk tavsiye ediyor demektir ve bu
sersemler bunun farkında değil. Başkalarının malına, canına,
karısına hürmet etmeyi bilen bu adamlar -tabii yalnız sözde-
bunların hepsinden daha kuvvetli ve mühim olan fikirlere, kanaatlere
hürmet etmeyi bilmiyorlar. Bunu lüzumsuz, manasız
buluyorlar. Hatta birçokları için bir fikir ve kanaat sahibi olmak
yalnız lüzumsuz ve manasız değil, aynı zamanda tehlikeli ve
ayıp bir şey, muayyen fikirleri olan, yani kendisine düşünmek
için bir kafa verilmiş olduğunu unutmayan bir adama cemiyetin
sükunetine bomba koymaya gelmiş bir anarşist nazarıyla
bakıyorlar.

Kendileriyle daha fazla temas beni sıkmaya, sinirlendirmeye
başladığı için yavaş yavaş kendimi çektim. Şimdi bütün şehirdeki
en iyi ahbabım, kitaplarım için bir dolap yaptırdığım
marangoz Fazıl. Her gün mektepten çıkınca dükkanına gidiyor,
hem onu çalışırken seyrediyor, hem konuşuyorum.

Bizim arkadaşlar arasında tabii bu iyi tesirler bırakmıyor:
-Kendi ayarımda olmayan- adamlarla düşüp kalktığım için beni
ayıplıyorlar. Hatta bir gün mektep müdürü bile bunu hafifçe
çıtlatacak oldu: Mühim bir şey söyleyecekmiş gibi beni yanına
çağırdı:

-Nurullah Bey, daha gençsiniz, tecrübesizsiniz, ateşlisiniz.
Ben sizin ağabeyiniz sayılırım, hani aklınıza bir şey gelmesin,
fakat biraz daha ağır davranınız, her yerde açılmamanızı sizden
rica edeceğim; yok, bir şey olduğundan filan değil; fakat
malum, dedikodulu muhit!..-

-Ne yapmışım müdür bey?-

-Canım, bir şey yaptığınızdan değil. Fakat burada hiç yoktan
adamın aleyhinde cereyan uyandırmayı meslek tutmuş
olan kimseler vardır, hakkınızda söylenenleri bir duysanız!-

-Ne diyorlar?-

-Dehşetli bir muhalif, hükümete filan atıp tutuyor diyorlar!-

-Yalan!-

-Yalan olduğunu ben de biliyorum, sizden böyle hafiflikler
tabii beklenmez, ama gelin de bunu anlatın...-

-Ne halt ederlerse etsinler, vız gelir bana!-

-Böyle deme Nurullah Bey, siz buraları tanımıyorsunuz!-

-Allah aşkına müdür bey, bu cümleyi ikide bir elbirliği etmiş
gibi bana tekrarlayıp durmayınız. Ben Merih yıldızından
gelmedim. Ben de bu memleketin çocuğuyum, buraları ben de
sizin kadar, belki sizden iyi tanırım.-

Müdür acı acı güldü. İçinden bana -zavallı- dediği muhakkaktı.

-Vallahi siz bilirsiniz!- dedi. -Ben sizi kardeşçe ikaz etmek
istedim. Sonra sizin kendi seviyenizde olmayan insanlarla fazla
düşüp kalktığınız da söyleniyor, bilmem ki...-

Derhal atıldım:

-Konuştuğum adamlar bu memleketin namuslu hemşerileridir
müdür bey, ekmeklerini içtimai dalaverelerle değil, alınlarının
teriyle kazanan hemşerilerdir.-

-Fakat sizin fikri seviyenizde olmadıkları için fazla temasınız
nazarı dikkati celbediyor.-

Hanginiz bir fikri seviyedesiniz, hatta hanginizin bir fikri
var ki sizinle konuşayım, diye bağırmaktan kendimi güç zapt
ettim. Yalnız:

-Müdür bey- dedim, -onlar kendi seviyelerini bilen, bunun
haricine çıkmayı akıllarına bile getirmeyen adamlardır; bilmedikleri
şeylere burunlarını sokmazlar; bildikleri şeyleri oldukça
iyi bilirler. İhtirasları mahdut ve kabiliyetleriyle mütenasiptir.
Hulasa benim seviyemde olan adamların tamamen zıddı.
Bunlarla olan münasebetim beni tatmin etmese bile hiç olmazsa
sinirlendirmiyor. Bırakın beni kendi halime...-

Müdür: -Siz bilirsiniz- diye mırıldandı; fakat: -Sen görürsün!-
demek istediği besbelliydi.



Nihayet günün birinde o kızla daha yakından tanışmak
mümkün oldu.

Ailesinin ve bir sürü kötüsü çok insanın yanında göze batmadan
uzun uzun konuşmaya imkan yoktu. Mektebine, derslerine
dair birkaç sual sordum; başını yere eğerek ve ayaklarının
ucuna bakarak kısa cevaplar verdi. İsmi Beria idi, mektebi geçen
sene bitirmişti; bir seneden beri de derslere dair aklında bir
şey kalmamıştı. Neleri mi seviyordu? Ara sıra sinemaya gitmeyi,
roman okumayı filan. Tabii canı sıkılıyordu, ama ne yapılır
başka bu şehirde?

Söylediği buna benzer şeylerdi. Fakat bu basit laflar onun
minimini ağzından çıkarken öyle tatlı ve cazip bir ahenk alıyordu
ki insan asla sıkılmıyordu.

Çehresinin her uzvu yakından bakıldığı zaman ayrı ayrı
güzel olmamakla beraber hep birden nadir ve fevkalade bir
ahenk teşkil ediyorlardı. İnce, beyaz, çok mütenasip bir boynu,
narin bir vücudu, omuzlarına dökülen koyu kumral kıvırcık
saçları vardı.

Ben onu dinliyordum. Hayret! En zeki ve güzel kızları bile
dinlemekten sıkılan, kadınlarla yalnız aşıkdaşlık etmekten hoşlanan
ben, ciddi konuşan kadınlara için için gülen ve onları
baştan çıkarmak için planlar yapan ben, bu genç kızın basit
sözlerini samimi bir alaka ile ve akıllı uslu dinliyordum.

Zaman geçtikçe birçok kereler daha görüştük. Tabii gayet
ciddi. Hiçbir şey istemiyor, yalnız onu görebilmek, onun sesini
işitebilmek arzusunu duyuyordum. Bir zamanlar bana yabancı
gelen bu arzuları gülünç bulmaktan da vazgeçmiştim. Fikirlerim
birdenbire değişmişti: Artık zekayı her şeyin fevkinde bulmuyor,
hayatta ondan çok daha kuvvetli, çok daha hürmete layık
şeyler bulunduğunu seziyordum.

Budala adam olmadığım için kendi kendimi aldatmaya devam
etmiyor, bu tahavvüllerde (değişme; bir halden başka bir
hale girme) Beria'nın büyük rolü olduğunu itiraf ediyordum.
Hayatımda ilk defa olarak başka birisinin tesiri altında kalmıştım.
Tuhaf değil mi, bundan hiç müteessir olmuyordum: Tesiri altında
kaldığım kimsenin benden zayıf olduğunu bildiğim halde...

Hem de niçin o benden zayıf olsun? Zekayı ve aklı en büyük
kuvvet farz ediyoruz. Fakat bakalım bazı akıllıların kendilerine
göre verdikleri bu kıymet hükümleri doğru mu?

Eşyaya kendi dimağımızın mikyasları ile kıymetler veriyor,
bunlara körü körüne inanıyoruz. Halbuki tabiatın, asıl idare
eden kuvvetin verdiği kıymet hükümleri bizimkilerden kim bilir
ne kadar ayrıdır.

İşte ben de, kuvvetli olduğunu sandığım ve bana daima
böyle olduğu tekrar edilen zekanın, şimdiye kadar hiç tesadüf
etmediğim, hatta mevcudiyetinden bile haberdar olmadığım
kuvvetler karşısında eli kolu bağlandığını görüyor, şaşırıyordum.

Hiçbir telkin; hiçbir nasihat beni biraz olsun sükunete getiremezdi.
En akıllıların sözlerinde bile zayıf ve alay edilecek taraflar
bulmakta büyük bir maharet sahibi idim. Halbuki bu
genç kız, bana bir tek kelime ile böyle bir şey teklif etmediği,
bir tek tavrıyla benden böyle bir şey istemediği halde onun
mevcudiyeti beni sakinleştirmiş, ağırlaştırmıştı. Beni asla anlamadığı
muhakkaktı; ben de onu pek anlamış değildim. Birbirimizi
anlayan bir tarafımız herhalde vardı. Fakat bu, biz farkında
olmadan işini yürütüyordu. Yani şuurumuzun haricindeki
bir kuvvet, bir amil, bizi ve bizim aklımızı hiçe sayarak istediği
gibi hareket ediyordu ve biz bilmediğimiz, anlamadığımız kuvvetlere
itirazsız itaat, inkıyat (boyun eğme) mecburiyetinde olduğumuzu
görüyorduk.

Muhakkak ki o da aynı halde, fakat tabii daha şaşkın ve bihaber
vaziyette idi. Bazan etrafından çekindiği, belki de ne yapacağında
mütereddit kaldığı ve muhakkak bir hareket tarzı
seçmek istediği için bana soğuk davranır, suallerime kısa ve
susturucu cevaplar verirdi. Fakat ben bu şekil hareketten muğber
olduğumu (gücendiğimi) anlatacak bir tarzda yanından uzaklaşmak isteyince
derhal manasız ve çabuk bulunmuş bir sual ile beni
durdurur, dargın gitmemin bu şekilde önüne geçmek isterdi.
Bir zamanlar bunları dünyanın en gülünç, en soğuk ve çocukça
hareketleri telakki ederdim, şimdi ise gayet tabii, korkunç derecede
tabii buluyordum. Beni elinde tutan kuvvet yalnız itaat
değil, aynı zamanda hürmet ettirmesini ve inandırmasını da biliyordu.

Hayatımın bir dönüm noktasında olduğumu fark ediyordum.
Boş yere çabalamamak ve akıllıca teslim olmak için kararımı
kati olarak verdim: Bu genç kızla hayatımı birleştirecektim.

Vİİ

Bu kararı verdikten sonra yavaş yavaş daha düşünceli hareket
etmeye, etrafı da kollamaya başladım. Eski pervasızlığımı
şimdi lüzumsuz buluyor, eski sergüzeştlerime istihfafla değilse
bile lakayt gözlerle bakıyordum. İçimde müthiş bir yorgunluk
hissi vardı. Tıpkı bir nöbetten sonra gelen rehavet gibi... Yalnız
dinlenmek, mutlak bir sükun içinde dinlenmek istiyordum.
Nasıl bir fırtına bittikten sonra bile dalgalar bir müddet yorgun
kımıldamalarla harekette devam ederlerse, bende de herhalde
bazı ufak tefek taşkınlıklar eksik olmuyordu; fakat bunların da
zamanla geçeceği tabii idi.

İşte tam bu sıralarda bütün hayatıma tesir eden tesadüf vukua geldi.

Buranın muallimler birliği ara sıra eğlenceler vermeye özeniyordu.
Bu eğlenceler ekseriya perşembe akşamları ve muallimleri
bir araya toplayabilmek için yapılıyordu. Fakat manzara
bazan çok tuhaftı:

Kadınlar bir kenara çekilip kendi aralarında konuşuyorlar,
erkekler de başka bir kenarda kahkahalı musahabeler yapıyorlardı.
Bu hal bazan dağılıncaya kadar devam ediyor, bazan da
birlik reisinin ve muallimlerden birkaçı tarafından vücuda getirilen
cazbandın gayretiyle sonlara doğru hakikaten bir eğlence
çehresi alıyordu.

Böyle bir perşembe akşamı, yeni gelen bir muallim kadınla
tanıştım. Kız mekteplerinden birinde resim hocası idi ve diğer
meslektaşlarına hiç benzemeyen bir serbestliği, bir şuhluğu
vardı. Derhal ahbap olduk, hem adamakıllı... Bana İstanbul'dan,
oradaki akrabalarından uzun uzun bahsetti. Sempatisini
saklamayacak kadar serbest ve açıktı. Güzel olmamasına
rağmen hoşa giden bir yüzü, mat ve güzel bir teni vardı, fakat
bilhassa nerede bulunduğunu bilmiyor zannettirecek kadar etrafına
ehemmiyet vermeyişi beni hayrete düşürüyordu.

Ya hakikaten muhite ehemmiyet vermeyecek kadar kendisini
kuvvetli ve emin hissediyordu, yahut da ne yaptığının farkında
olmayacak kadar çocuk ve düşüncesizdi. Fakat benimle her
zaman görüşmek istediğini söylediği zaman memnun oldum ve
hakikaten bundan sonra kendisini sık sık görmeye başladım.

Hayatımın şeklini değiştirmek üzere olduğum bu zamanlarda
bu genç kadın bana eski günleri hatırlatan bir şey gibiydi.
Bunda da Selmin'e ve diğer bir sürü sevgililerime benzeyen taraflar
vardı ve ben eski Nurullah olsaydım kendisine muhakkak
delice aşık olurdum. Şimdi ise basit ve bana hoş gelen bir
arkadaştan başka bir şey düşünmüyordum. İçerimde hala eski
Nurullah'tan kalma bir şeyler vardı ve ben onlara hiç olmazsa
bu kadarcık bir tatmini çok görmüyordum.

Aklıma başka herhangi bir ihtimal gelmediği için çok açık
ve samimi davranmaktan da çekinmiyordum.

Bir gün anlatıp duruyordu:

-Vallahi Nurullah, hiç arkadaşlığa filan itimadım kalmadı...-

-Ne münasebet?-

-Kiminle samimi bir arkadaşlık tesis etmek istediysem olmadı...
Ne kadar fenadır şu erkekler: Bir sene güzel güzel konuşuyorlar
da en sonunda ilanı aşk ediyorlar...-

-Allah Allah!- dedim; -bir sene nasıl sabrederlermiş?..-

Katıla katıla güldü...

Bir gün de:

-Ben çok fakir bir kocaya varmak istiyorum. On parasız bir
kocaya!..- diyordu. Cevap verdim:

-Kızım, bu sözünü bir izdivaç teklifi gibi telakki ediyor,
şiddetle reddediyorum!..-

Bir kahkaha daha... Ve böyle devam ediyordu...

Sözlerimi mütemadiyen tartmak, her hareketimde etrafıma
dikkat etmek mecburiyetinde olduğum bu şehirde kendisiyle
endişesiz ve serbest iki laf atabildiğim bu kadın zararsız bir
arkadaştı benim için... Fakat fazla bir şey değildi ve olmasına da
ihtimal yoktu...

Vİİİ

Fakat bu arkadaşlık hiç beklemediğim neticeler aldı ve
bunları değiştirmek benim elimde değildi. Bütün vukuat hayret
verecek bir süratle cereyan etmiş, ben başımın üstünde dönen
bu hadiselere, şaşkın bakakalmıştım.

Bir gün yolda Şükufe'ye rastladım (Şükufe yeni arkadaşımın
ismiydi). Beni uzaktan görünce acayip bir tavır aldı, yolunu
değiştirmek ister gibi yaptı. Ben anlamayarak ona doğru bakarken
yanıma yaklaşmış bulundu. Kendisinde şimdiye kadar
görmediğim sert ve ciddi bir tavırla:

-Nurullah Bey-, dedi, -bundan sonra sizinle görüşmeyeceğim,
size çok dargınım...-

Afalladım ve sordum:

-Ne oldu yahu?-

-Siz gayet iyi bilirsiniz!-

-Vallahi bir şeyin farkında değilim!-

-Öyleyse öğrenirsiniz!-

-Söyleyin şimdi canım!-

-Olur mu böyle sokak ortasında?-

-Peki, ben mektebe gelir sizi görürüm!-

Cevap vermeden yürüdü. Olduğum yerde bir müddet kaldım.
Olan bitenden bir şey anlamış değildim. Şaşkın şaşkın gülümsemeye
çalışıyor, fakat beceremiyordum. Bu haddizatında
çok gülünç hadisesinin muhakkak ki adamakıllı ciddi tarafları
vardı.

Düşündükçe içerlemeye başladım; şimdiye kadar hiçbir
kadın bana karşı bu şekilde davranmak cesaretinde bulunmamıştı.
Evvela, buna meydan verecek şeylerden kaçınır ve herkese
tahammül edebileceği şekilde muamele ederdim. Sonra hepsi,
böyle lüzumsuz ve fazla -kadınca- tezahürlerin bende şiddetli
aksülameller (tepkiler) yaptığını bilirlerdi.

Şimdiye kadar olan münasebetlerimde, arkadaşlığımızın
lüzumsuz olmaya başladığını ilk söyleyen daima bendim ve
hiçbir hanım bunu kendisi yapmaya kalkışamazdı. Sebebi çok
basitti: Bütün münasebetlerimde, taşkınlığıma ve pervasızlığıma
rağmen, azami bir nezaheti (inceliği) muhafazaya dikkat eder, böylece,
benden hiç beklemedikleri bir tarz-ı hareketle onları şaşırtır,
üzerlerinde nüfuz sahibi olurdum. Her temiz olanın başkaları
üzerinde nüfuzu olduğu gibi.

Beni hakikaten birazcık anlayanların bana mutlak surette
itimat etmelerine alışmıştım. Herkes bilirdi ki benim sözlerimin
daima bir tek manası vardır ve her sözüm dinleyenin anlayabileceği
kadar sarih söylenmiştir. Bende dalavere olmadığını ve
olmayacağını bilmeyenler yalnız uzaktan bakıp hükümlerini
veren kısa görüşlülerdi...

Halbuki bu kadınla birbirimizi anlayacak kadar konuşmuştuk.
O, ne denirse densin ve ne duyarsa duysun, hatta ne
düşünürse düşünsün bana biraz evvel söylediği sözleri söylemeyecekti,
söylememesi lazımdı. Benim bir kadına bunları söyletecek
hiçbir harekette bulunmayacağımı bilmeliydi. En kuvvetli
olduğunu bildiğim tarafıma hücum edilmesinden doğan
bir hiddet duyuyor, aynı zamanda bu kıza karşı bu hisleri duyduğum
için kendi kendimi insafsız buluyordum. Belki hakkı
vardı. Belki bir hafiflik yapmıştım. Fakat ne yapsam yine bu
sözleri söyletecek, -Bundan sonra sizinle konuşmayacağım!-
dedirtecek şeyler yapamazdım. Bu kadın haddini bilmemiş,
çok ileri gitmişti. Hiddetimden adeta çırpınıyordum.

Kaç gündür ne rahattım. Nereden tanışırsın böyle sersem
mahluklarla? Sana hayatı tatlılaştıran, munis bakışlarıyla seni
hakikatlerden uzaklaştıracak kadar kendinden geçiren bir Beria
var. Hani eski Nurullah artık ölecekti? Seni böyle münasebetsizliklere
yuvarlasın diye onun hiç olmazsa bir kısmını içinde
sağ bıraktın değil mi?

Beria aklıma gelir gelmez hiddetim bir parça geçti. Onu
yalnız düşünmek bile başkalarına kızmaktan alıkoyacak kadar
beni yumuşatıyordu.

Mamafih münasip bir zamanda Şükufe'yi görüp o sözlerin
manasını sormaya karar verdim.

Ne kadar kendime hakim olsam içerimde böyle şeylere tahammül
edemeyen bir yer vardı ve insan herhalde beş on günde
değişik başka bir adam oluvermiyor.

Şükufe'yi görmek için mekteplerine gittiğim zaman bir talebeye
bir şeyler anlatmakla meşguldü ve beni adeta görmemezliğe
geldi. Talebe çıkıncaya kadar ayakta bekledim, talebe
de mümkün olduğu kadar geç çıkmaya niyet etmiş gibiydi. Şükufe
benim odada mevcudiyetimden haberdar değilmiş gibi
davranıyordu.

Hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyordum. Vaziyet benim
için çok azaplı idi. Şaşırmıştım, çünkü o zamana kadar
böyle şeylere rastlamış değildim. Çıkıp gitmek mi lazım, yoksa
bekleyip vaziyetin tavazzuhuna (açıklanmasına, aydınlanmasına)
çalışmak mı? Fakat bence ortada bir vaziyet de yoktu. Ne olmuş?
Bu hanım benimle görüşmek istemiyormuş! Pekala, görüşmesin, ne
çıkar bundan. Bu hanım benim için nedir? Ve gayet samimi cevap
veriyorum: Hiç!.. Şu halde neden geldim buraya?..

Can sıkıntısı, işsizlik ve bir şey yapmak ihtiyacı... Belki de
bir izzetinefis meselesi... Budalalık...

Tam bırakıp çıkmak üzereyken talebe odayı terk etti ve biz
yalnız kaldık.

-Niçin geldiniz?..- dedi.

Hay Allah belasını versin. İlk suali ben sorsaydım, hakim
vaziyette ben olacaktım. Onun çabuk davranması beni küçülttü.
Adeta buraya özür dilemeye gelmiş vaziyetine düştüm. Bunu
bilmek beni deli edecekti. Ne yapmak istiyordu bu kadın?
Ne demek istiyordu?

-Sormaya geldim!- dedim.

-Siz bilmiyor musunuz?-

-Hiçbir şey bilmiyorum!-

Birdenbire ve samimiye çok benzeyen bir infialle (gücenerek,
darılmayla) söylemeye başladı:

-Sizden hiç ümit etmezdim, Nurullah. Ben size hiçbir erkek
arkadaşa göstermediğim samimiyeti gösterdim, sizin bunu
bu kadar fena tefsir edeceğiniz aklıma bile gelmezdi!-

-Şükufe, anlamıyorum!-

-Ben şimdiye kadar kimsenin olmadım Nurullah, olsam bile
şurası muhakkak ki, sana şurada burada 'Şükufe artık benim
oldu demektir' dedirtecek en ufak bir harekette bulunmadım.-

-Neee!..- dedim. Ağzım açık kaldı. Söz söylemek şimdi bana
dehşetli güç geliyordu. Her söz bir inkar ve bir müdafaa olacaktı.
Bu kadar aşağılık bir şeyde kendimi müdafaa değil bir
kelime ile -hayır- demek bile bana ağır geliyordu.

Bir dükkandan yirmi beş kuruşluk bir çorap aşırmakla itham
edilsem bu kadar şaşırmaz ve kendimi küçülmüş hissetmezdim.

Bu kız hiç beklemediğim, yapabileceğine ihtimal vermediğim
hareketlerle beni şaşırtıyor, budalaya çeviriyordu. Ne istiyordu?
Bunu anlayamıyordum. Sahiden benim böyle bir şey
söyleyeceğime inanacak kadar budala mıydı? Benimle konuşurken
gözlerini kapayarak mı konuşmuştu? Buna inanmıyordum;
şu halde neydi bütün bu sözlerin manası?

-Şükufe- dedim, -en aşağılık bir külhanbeyi bile mahallede
yaptığı çapkınlıkları söylemeyecek kadar asalete maliktir ve
kadını düşünür. Kaldı ki ortada söylenecek bir çapkınlık yoktur
ve ben herhalde bir külhanbeyi kadar ruhi asalete malikimdir.
Sen bana yalnız yapmadığım muhakkak olan meselerlerden
değil, yapmama bilakaydu şart (kayıtsız şartsız) imkan olmayan
şeylerden bahsediyorsun. Benim tabiatım bunları yapmaya, istesem de
müsait değildir! Bunları söylemek bile bana tasavvur edemeyeceğin
kadar azap veriyor. Bunlara inanmanın bana doğrudan doğruya
hakaret demek olduğunu anlamıyor musun?-

-İnanmak istemedim Nurullah ama... Ben çok sinirli bir kızım.
Bakın, açık söylüyorum, bana bu sözleri söyledikleri gün
sizi görseydim çok fena kavga edecektim!-

Çocuk muydu bu kız sahiden? Bazan insana çok kuvvetli
olarak bu hissi veriyordu.

-Arkadaşlarım bilirler- diyordu, -sizi ne kadar beğendiği-
mi. Sizinle arkadaş olmayı çok istemiştim...-

-Benimle arkadaş olsanız ziyan etmezdiniz!- dedim.

Güldü, ben de güldüm:

-Barıştık mı?- dedim.

-Evet!- dedi.

Ellerimizi sıktık. Ayrıldım. Hala olan bitenden birşey anlamış
değildim. Yalnız hiç istemediğim ve aklıma bile gelmeyen
şeylerin olduğunu biliyordum. İçerimde bu karışmanın verdiği
bir... üzüntü vardı. Neden bilmem.

İX

Bu vakadan sonra kendisini belki bir ay görmedim.

Beria'yı her gün görüyordum. Hala aramızda ciddi ve
kalplerimize temas eden iki kelime bile teati edilmiş değildi.
Yalnız onun yüzünü görmek, böyle bir mükalemeye ihtiyaç bırakmayacak
kadar beni tatmin ediyordu. Gözlerinden, bakışından
her zaman için benimle beraber olduğunu, başkasıyla beraber
olmasına imkan bulunmadığını anlıyordum. Bu da bana
kafi idi. Dehşetle romantik olduğumun farkında, fakat bundan
şikayetçi değildim.

Beria'yı görmediğim zamanlarda boyuna kitap okuyordum.
Kadınlar, erkekler, münevverler vesaire bana yalnız can
sıkıntısı veriyordu ve bende artık bunları bağıra bağıra söylemek,
etrafa rastgele hücumlarda bulunmak hevesi kalmamıştı.
Daha ağır, daha sakin, fakat daha düşünceli ve emin adımlarla
ilerlemek lazım geldiği kanaatindeydim. Şimdiye kadar etrafa
yaptığım hücum ve tenkitlerin bana zarar vermekten başka bir
neticesi olmamıştı. Bu herifler kendileri gibi iki elli, iki ayaklı
bir adamın sözlerini dinlemeyi nedense haysiyetlerine yediremiyorlardı.
Bunları yola getirebilmek, bunlara bir şey yaptırabilmek
için, iptidai kavimlerde olduğu gibi, fevkalbeşer (insanüstü) zannolunan
kuvvetler lazımdı. Ben de, kafa itibariyle, onların yetişmelerine
değil, anlamalarına bile imkan olmayan bir seviyeye
çıkararak, gözlerine bir heyula, bir dimağ heyulası gibi görünmeye
karar verdim. Kendi basit dillerinde söylenen sözlere
metelik vermeyen bu adamlara ancak peygamber yalanları tesir
edebilirdi.

Okuyordum. Etrafla alakamı kesmiş gibiydim. Birkaç aklı
başında arkadaştan başka kimseyle mektuplaştığım bile yoktu.
Şehirde konuştuklarım mahduttu. Nadiren aile toplantılarına,
ara sıra sinemaya veya muallimlerin haftalık eğlentilerine gidiyordum.
Marangoz Fazıl'la bazı akşamlar buluşur, şehrin yanından
geçen demiryolu hizasında dolaşır, yahut tenha bir yere
çekilip iki üç kadeh atardık. Doğru dürüst maksadını ifadeye
bile muktedir olmadığı halde sohbeti beni sıkmıyordu. Bunda
derecesini bilen ve sınıfına uyan bir hal vardı. -Münevverler-de
olduğu gibi derecesi ve mevkii üzerinden eğreti elbise
gibi akmıyordu. Aynı zamanda teminata lüzum göstermeyen
bir dostluğu gözlerinden okumak kabildi, bunu ima edecek bir
tek kelime bile söylemekten çekindiği halde...

-Ne var ne yok, Fazıl?-

-Ne olsun beyefendi?-

-Yine mi beyefendi?-

-Canım, dilim alışmış işte, üstüne alınmasana sen!-

-Bu da pek fena oldu Fazıl...-

-Daha iyisi elimden gelmiyor...-

-Biraz gezelim mi?-

-Sen beni aylakçılığa alıştıracaksın!..-

-Sanki iş görüyormuş gibi... Yürü şöyle tren yoluna kadar
gidelim!-

-Beyimin ayakları yorulmasın?-

Ve sonra ciddi ciddi işten, güçten bahsederdik... Kibarlara
pek içerliyordu. Hele bir avukat yeni evi için yaptırdığı panjurları
karım beğenmedi diye dört defa geri göndermişti. Fazıl
görse herifin boğazına atılacaktı: -Bari karı da bir karı olsa!- diye
merhametle dudak büküyordu.

Böylece hayatım, hiç aklıma bile gelmeyen bir şekil almıştı
ve ben bundan memnundum.

X

Beria'ya aşık olmadan onunla hayatımı birleştirmek kararı
verdim ve bu kararı verdikten sonra ona aşık oldum yahut önceden
de aşıktım da bunu ancak bu karardan sonra kendime
itiraf ettim.

Muhakkak olan, bu aşkın şimdiye kadarkilere hiç benzemediği
idi. Şimdiye kadar olanlar bir kasırga, dalları budakları
kıran, ortalığı birbirine karıştıran ve bir müddet sonra çekilip
giden bir kasırga gibiydiler. Halbuki bu seferki aşkım bir mevsim
gibi sakin, ağır, belirsiz adımlarla gelmişti. Ve nasıl bir
mevsim bu belirsiz gelişine rağmen ortalıkta hayret verecek bir
değişiklik yaparsa bu aşk da beni bu tanınmayacak hallere sokmuştu
ve artık çekilip gideceğe hiç benzemiyordu.

Dünyada hiçbir aşkın ebedi, hatta uzun ömürlü olmadığı
muhakkaktır. Bunun aksini düşünenler başkalarını veya kendilerini
aldatmaya çalışan divanelerdir.

Dünyada en tahammül edilemeyecek şey de artık aşık olmadığımız
birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. Şu halde
aşık olduğumuz birisiyle hayatımızı birleştirmek, en hafif tabiriyle,
düşüncesizliktir.

Eğer ben bu kızla buna rağmen hayatımı birleştirmek istiyorsam,
bu sebepsiz değildi. Ben bu kızı gördüğüm zaman ona
malik olmak, onu öpmek arzuları duymuş değildim. Yalnız bir
beraberlik, hiç bitmeyecek bir beraberlik istiyordum, başka bir
şey değil. Ve çok samimi olarak daha evvel de söylediğim gibi,
kendisine karşı olan hissiyatımda biraz da, hatta birçok da kardeşlik
vardı. Bir sevkıtabii (içgüdü) bizim birbirimize herkesten daha
yakın olduğumuzu bana fısıldıyordu. Bilmediğimiz bir kuvvet
her ikimizin içine müşterek bir şey koymuştu. Bunun ne olduğunu
bilmiyorduk, fakat cinsi arzuların üstünde bir şey olduğu
şüphesizdi.

Biliyordum ki, bu herkesinkine benzeyen aşk az bir zaman
sonra yok olunca arkasında bir boşluk değil, bizi asıl birbirimize
bağlayan bu ebedi anlaşmayı bırakacaktır. Biliyordum ki, biz
birbirimizi bu aşk geçtikten sonra nihayetsiz bir sükun içinde
ve hiç yorulmadan daha çok seveceğiz.

Hatta bazan çok menfi düşünür, dünyevi ve adi birtakım
sebeplerin (çok kere hayatımızda asıl istikameti veren bu hiç
ehemmiyet vermediğimiz adi ve küçük şeylerdir) bizi birleştirmekten
menedebileceğini tasavvur ederdim. Hayatın hiç mantığı
olmayan cereyanı bizi başka başka istikametlere sürükleyebilirdi
ve biz, bu kadar birbirimize yaklaştığımız halde, tekrar
ve her zaman için ayrılabilirdik. Fakat bu bizim hayatımızdaki
iştirak noktasını yok edemezdi. Mademki bir kere birbirimizi
görmüştük, ne vaziyette ve nerede olursak olalım, artık unutamazdık.
Artık bundan sonraki hayatımız, tekrar birbirimizi
bulmak için sessiz, fakat ebedi bir didinme olurdu. Biri diğerinin
yaşayabilmesi için elzem olan iki mahluktuk biz, bunu istesek
de, istemesek de...

Acaba Beria bunların farkında mıydı? Hayatın, irademizle
alakası olmayan bu kanunlarına ve hükümlerine pek de vakıf
olacağını zannetmiyordum. İhtimal, o, birbirimiz için ne kadar
lazım olduğumuzu bilmiyor, masum ve daha çocuk olan ruhuyla
benden yalnız hoşlandığını zannediyordu. Ayrılmadığımız
takdirde böyle zannetmekte devam edecekti. Fakat herhangi
bir kuvvet bizi ayırırsa o zaman her şeyi anlayacak, bir çölün
ortasına bırakılmış küçük bir kuş yavrusu gibi kendini yalnız
bulacak ve çırpınacaktı. Hayat bir kere verdiği hükümleri biz
farkında olsak da, olmasak da tatbik eder ve onlara itaatle boyun
eğmek lazımdır.



Şükufe'yi bir ay kadar görmemiştim. Bir gün aklıma esti
mekteplerine gittim.

-Niçin geldiniz Nurullah Bey, bir şey mi söyleyecektiniz?-
dedi.

Suratıma bir kamçı yemiş gibi oldum. Evvelce de söylediğim
gibi, bu kız en ümit edilmeyen hareketleri yaparak insanı
şaşırtmak istiyordu; niçin bilmem.

-Konuşmaya geldim yahu!- dedim.

-Ben size, gelmeyiniz, dedikodu yapıyorlar, sık sık görüşmemiz
doğru değil dememiş miydim? Niçin geldiniz?-

Bu kız ya tamamen kaçık yahut haddinden fazla pişkindi.

Bir kere bana artık seyrek görüşelim manasına gelebilecek
bir kelime bile söylemiş değildi, ikincisi bir aydan beri kendisini
ilk defa görüyordum. Beni budala yerine mi koyuyordu acaba?
Yoksa kendisine herkesin inanacağı ve asla itiraz edemeyeceği
kanaatinde miydi?

-Darılmayın sakın Nurullah Bey- diye tekrar başladı.

-Muhiti biliyorsunuz. Bütün kabahat onda. Yoksa sizinle arkadaşlık
etmek beni her zaman memnun eder. Bana gücenmenizi
asla istemem.-

Kirpiklerimin ucuna kadar kıpkırmızı kesildiğimi fark ediyordum.
Ağzımın içi kurumuştu ve bir tek kelime söyleyemiyordum...
Niçin bu karşımdaki mahluk bir erkek değildi ve niçin
ben onu tokatlayamıyordum?

Bu şaşkınlığımı nasıl tefsir edeceğini tahmin ettiğim için
bütün bütün kızıyordum. Fakat mademki ona bu yaptıklarının
cezasını vermeye, hatta bunları yüzüne çarpmaya muktedir değildim
ve mademki karşımdaki bir kadındı, şu halde, susmak,
hazmetmek, aldırış etmemek lazımdı.

Gülümsemeye çalıştım. Hala kıpkırmızı olduğumu, yüzümün
yanışından anlıyordum. Kim bilir ne kadar komik vaziyetteydim
ve bu vaziyet karşımdakini kim bilir ne kadar eğlendiriyordu.

Tekrar gülmeye çalıştım. Bir türlü çekilip gidemiyordum.
Ben bu vaziyette sahneyi terk edecek adam değildim. Fakat
başka ne vardı yapılacak?

Ne talep etmiştim bu kızdan ki onu reddediyordu?

Bana yalnız kendi kafasının içinde yaşayan roller veriyor,
sonra bu hakikatmiş gibi tavırlar alıyordu. Bunlardan korunmak
kudretinde bile değildim, çünkü bu acayip genç kız bütün
bunları şaşırtıcı bir cüretle yapıyordu. İşi öyle şekillere döküyordu
ki, yapılacak herhangi bir hareket, menfi bile olsa, onun
istediği manada tefsir edilebilecekti, hatta sükut bile.

Nihayet: -Öyleyse gideyim!- dedim, sözler ağzımdan ben
farkında olmadan dökülmüştü.

-Darılmadınız değil mi?- dedi. -Yine her zamanki gibi arkadaşız?..-

Tebessüm ettim. İri ve biraz kabaca olan elini uzattı, sıktım
ve ayrıldım.

Çıkar çıkmaz kendi kendime çatmaya başladım:

-Ne gidersin a salak! Bu kadının kendisine macera, hiç olmazsa
eğlence aradığını anlayamadın mı? Bak, beğenmediğin
bu kadın Nurullah'ı parmağında çevirdiğini söyleyecektir ve
bunda hakkı da var. Bütün bunlar kendine fazla güvenmenin
neticeleri. Neydi o mektep talebesi gibi kızarmalar. Sen diyeceksin
ki, bu kadar küstahça bir cüret görülmüş şey değildir ve
ben öyle şeylere mukabele etmeyecek kadar mağrurum. Fakat a
sersem, senin bu gururunun nasıl anlaşılacağını hiç düşündün
mü? Bu sükutu, bu mukabele etmeyişi zillet zannedecekler ve
o, senin gibi bir erkeği neredeyse ayaklarına kapanacak hallere
getirdiğini düşünerek iftihar edecek. Gülüyorsun ve inanmak
istemiyorsun. İnsanların bazan ne kadar budala ve aşağılık olduğunu
bilmiyor gibisin be Nurullah!-

İçimde dehşetli bir can sıkıntısı ve üzüntü vardı. Kötü şeyler
yapabilecek kadar kızdığımı, hiç zedelenmeye gelmeyen bir
tarafıma dokunulduğunu hissediyordum.

Bu genç kız, ihtimal kudretini denemek, kadınlık gururunu
beslemek için birisiyle oynamak istemişti. Fakat bunun için beni
seçmekle büyük bir hataya düşmüştü.

Xİİ

Beria da benim Şükufe ile olan ahbaplığımı duymuştu. Fakat
bundan haberdar olduğunu herhangi bir şekilde ihsas etmeyecek
kadar mağrur ve asildi. Halbuki dedikodular pek
edepsizce olduğu için müteessir olmaması imkansızdı.

Bunları tashihe, kendisine izahat vermeye imkan yoktu.
Gözlerinden okuduğum dargınlık bana günlerimi zehir ediyordu.
Ve halkın dahi kafası her gün yeni bir rivayet çıkarmakta
devam etmekteydi.

Bilhassa bu rivayetlerin bir kısmının Şükufe'den çıktığını
hissediyordum. Mesela onların mektebine de giden bir musiki
muallimi bir gün, -Yahu, Allah versin- dedi. -Şükufe'nin peşini
bırakmıyormuşsun.-

-Ne münasebet?-

-Hadi canım, ağız yapma, aranızda evlenmekten bile bahis
geçmiş. Ne inkar ediyorsun, bilmeyen mi var? Neyse, Allah iyi
etsin...-

Bu adamın da ne demek istediğini anlamadım; dilini bilmediğim
bir memlekette gibiydim bu şehirde.

Anladığım yegane şey, hiç istemediğim, bana adeta bulantıya
benzer hisler veren birtakım işlerin, etrafımda dönüp durduğu idi.

Ne istiyorlardı benden hep beraber bu adamlar ve bu karılar?
Filanca filan yerde benim lehimde söylemiş! Ne münasebet!
Hepsi birden yerin dibine geçsin!

Hiç başka işleri yok muydu bu heriflerin? Benden bahsetmeye
onları sevk eden neydi? Kendilerine doğrudan doğruya
ne bir fenalığım, ne bir iyiliğim dokunmuştu. Onlarla hiçbir zaman
ve hiçbir suretle alakadar olmuş değildim. Buna rağmen
tanımadığım bir sürü herif şurada burada beni çekiştirmek veya
müdafaa etmekle meşguldü. Anlamıyordum, bu adamları,
bunları yapmaya sevk eden saikler nedir? Bu hareketlerinin
mekanizmasını anlayamıyordum. O zamanlar insanların çok
cahili idim ve bazı adamların dimağlarında, sırf fenalık yapmak
için konulmuş, hususi bir cihaz bulunduğunu bilmiyordum.
O zamana kadar birisine fenalık yapmak için muhakkak
bir sebep lazım geldiği kanaatindeydim. Fisebilillah (karşılık
beklemeden) kötülük yapan adamlar bulunacağını, kötülüğün bazı
insanlara hususi zevkler verebileceğini tasavvur edemiyordum.

Güliverin cüceler memleketine düştüğü zamankinden daha
çok hayret içindeydim. Ve bana tiksinti veren bu ruh cüceleri
beni de her tarafımdan sımsıkı bağlamışlardı. Kıpırdanmaya
imkan yoktu.

Niçin bu adamlara mağlup oluyordum? Gayet basit. İlk zamanlarda
onların silahlarını bilmiyordum. Bana o zamana kadar
bilmediğim şekillerde hücum ediyorlardı. Mesela ben aklıselimi
en büyük hakem tanıdığım halde, onlar bunu herhangi
bir dalavereye feda etmekte tereddüt etmiyorlardı. Ve ancak
menfaatlerini haleldar etmediği müddetçe namuslu idiler. İcap
ettiği zaman yüzünüze karşı en hayasızca yalanları söylemekten,
en namussuzca hareketleri yapmaktan çekinmeyen bu
adamlar on dakika sonra size akılların almadığı bir küstahlık
ve pişkinlikle namustan, faziletten bahsederlerdi. Ve bunu gayet
samimi ve tabii olarak yaparlardı. Ben bu hareketler karşısında
eli kolu bağlı, hayret ve dehşetten ağzı açık bir vaziyette
bakakalıyordum.

Onların bütün hareketlerinin ve muvaffakıyetlerinin içyüzünü
öğrendiğim zaman bana öyle bir iğrenme hissi geldi ki,
aynı silahlarla mukabele değil, kendimi müdafaa etmek bile istemedim,
bu bile bana ağır göründü.

Yalnız bir gün dayanamayıp patlayacağımdan korkuyordum.

Xİİİ

Ve nihayet günün birinde korktuğum şey oldu. Nihayet benim
sabrım da tükendi, her şeyi unuttum ve o zamana kadar
gizli gizli benimle uğraşanların açıktan açığa hücumlarına, av
arkasında koşan bir köpek sürüsü gibi peşime düşmelerine sebep
oldum. Hem de ne manasız bir vesile ile yarabbi!

Yine muallimlerin toplandığı bir gece idi ve Şükufe de oradaydı.
Yalnız bir kere selamlaştık. Niyetim biraz durup gitmekti.
Yanına oturduğum arkadaşlardan biri bermutat Şükufe'yi
ima ederek manalı sözler söylemeye başladı. Nedense bu akşam
içimde böyle şeylere tahammül kabiliyeti yoktu, derhal surat
astım ve; -Sus!- dedim, -Bana bunlardan bahsetme, sinirleniyorum...-

-Hadi be- dedi, -kızın neredeyse yolunu kesecekmişsin!-

-Yaaa!!!- dedim, gidip bir kere de bütün bunları kendisinden
sormak istedim.

O esnada galiba bir fokstrot çalmaya başlamıştı, gittim, Şükufe'yi
davet ettim.

-Allah aşkına, şimdi yorgunum, biraz sonra!- dedi.

Bir dakika durakladım, fakat ısrar etmek beni daha feci vaziyete
düşürebilirdi.

Çekildim.

Fakat kararımı vermiştim, ona bu akşam ne pahasına olursa
olsun her şeyi söyleyecektim.

Bunu takip eden dansta ben daha gitmeye vakit bulamadan,
başka birisiyle kalktı. Etrafımda birkaç kişinin alaycı gözlerini
üzerimde hissettim.

Kati karar verenlere mahsus bir sükunetle bekledim ve biraz
sonra kendisini yine dansa davet ettim.

-Biraz sonra dedim ya Nurullah Bey!- dedi, -Bundan sonraki
dansı yapalım!-

Bir müddet sabit nazarlarla yüzüne baktım, gözlerini benden
çevirdi. Sallanarak uzaklaştım. Kafama şiddetli iki yumruk
yemiş gibi idim. Etrafımdaki müstehzi bakışlar gitgide çoğalıyordu.

Bir müddet bir köşede oturdum, dışarı çıkıp dolaştım, tekrar
içeri girerken kapıda ona rastladım. Gülmeye çalışarak:

-Hani ne oldu bizim dans?- dedim. Hala mağlubiyeti kabul
etmek istemiyordum.

-Ben bu akşam sizinle dans etmeyeceğim Nurullah Bey- dedi.

Derhal kafamın içinin allak bullak olduğunu hissettim.

-Bunu ilk geldiğim zaman söyleyemez miydin?- dedim.

-Maksadın beni kepaze etmek mi burada? Senin için bilmem
fakat bunun benim için hiç hoş bir şey olmadığını anlamıyor
musun?-

Daha ileri gitmekten kendimi menetmek için süratle döndüm
ve yerime oturdum.

Hiçbir şey görmüyor, işitmiyordum. Bir aralık kulağıma
Şükufe'nin sesi geldi; biraz ötede birkaç arkadaşıyla beraber
oturmuş, gözleriyle beni işaret ederek:

-Efendim, zorla mı kalkacağız, bir boğazıma sarılıp sürüklemediği
kaldı!..- diye söyleniyordu. Ağır ağır iskemlemden
kalktım. Kendimin de tanıyamadığım bir sesle ve parmağımla
göstererek:

-Susturun şu kadını!- dedim. -Söyleyin şu kadına çenesini
kapasın yoksa fena şeyler yapabilecek bir haldeyim.-

Ağır adımlarla çıktım, koridorda dolaşmaya başladım.

Az bir müddet sonra yanıma birisi geldi. Koluma girerek
beni küçük bir odaya götürdü:

-Beyim- dedi, -giderken iade ederiz, fakat şimdilik tabancanızı
bize veriniz!..-

-Ne tabancası?-

-Israr etmeyiniz, içerde bir hanıma tabanca çekmişsiniz.
Bütün aileler telaş içinde. Yakışır mı bu?..-

Vaziyet müsait olsa gülecektim. Yalnız:

-Hadi efendi, hadi- dedim, -ben jilet bıçağı bile taşımam;
kaçırdınız mı siz?..-

Bu esnada odaya birçok kimseler daha dolmuşlardı.

Odanın önü de kalabalıktı. Birtakım hanımlar vestiyerden
eşyalarını alıp gidiyorlardı.

Odaya girenlerin bir kısmı yakamdan tutarak bana yaptığımın
doğru olup olmadığını soruyorlar, bir kısmı ise beni himaye
etmek isteyerek diğerlerini teskine çalışıyorlardı. Bütün bunlara
dilim tutulmuş gibi aptal aptal bakıyordum. Nihayet ortalık
sükunet bulur gibi oldu. Davetlilerin bir kısmı söylenerek
salonu terk etmişlerdi. Benim müdafilerden biri de beni koluna
alarak tekrar içeri götürdü, bir iskemleye oturttu. Bir müddet
sessiz sessiz oturdum, arkadaşımın yanımdan uzaklaştığı bir
sırada yavaşça çıkarak vestiyerden şapkamı aldım ve savuştum.

Ertesi gün beni her gören:

-Yahu ne olmuş dün akşam?-

-Yahu ne yapmışsın dün akşam?- diye soruyordu.

Sanki gece eğlentiden çıkan herkes kapı kapı dolaşarak hadiseyi
ilan etmişti.

Kulağıma öyle rivayetler geliyordu ki, gülmek mi lazım,
ağlamak mı, ben de şaşırıyordum. Kimisi o akşam Şükufe'yi
dövdüğümü, kimi ise benim dayak yiyerek sokağa atıldığımı
söylüyordu.

Bütün şehir bu vakanın hikayesiyle çalkalanıyordu; sokakta
dolaşmak imkansızdı. Yoldan geçen kadınlar bile beni birbirlerine
gösteriyorlar, arkamdan bakıyorlardı.

Yerin dibine geçiyordum. Çırılçıplak soyularak şehrin ortasına,
herkesin gözü önünde bırakılmış gibi öldürücü bir hicap
duyuyordum. Çok kere ağlayacak derecelere geldim. Ne yapmıştım
ben bu kadına? Ne istemişti benden? Ufak bir kaprisi
için beni rezil etmekte tereddüt etmemişti. Ne kadar insanlıktan
uzak mahluklardı bu kadınlar. Onları anlamaya asla imkan
yoktu. Çünkü anlaşılacak tarafları yoktu. Onlar kendileri de ne
yaptıklarının farkında değillerdi ve sevkıtabiilerine tabi olarak
akıllarına eseni yapıyorlardı. Onların hareketlerinde sebep ve
şuur arayan bizler, böyle bir şey bulamayınca, -kadın anlaşılmaz
ve derin bir mahluktur!- diyoruz; şeytani bir kuvvetle bizim
üzerimizde hüküm yürüten bu mahlukun boş, manasız ve
basit bir -yarı hayvan- olduğunu kendimize itiraf etmek istemediğimiz
için...

Tabii bunların da müstesnaları olacaktı: Mesela Beria... Beria'yı
bu umumi tasnife dahil etmeye bir türlü gönlüm razı olmuyordu.
O başka bir mahluktu; o bu toprağın malı değildi; o
başka bir alemden tesadüfen buraya düşmüş gibiydi. Etrafına o
kadar az benziyordu ve onların o kadar üstünde idi ki, onu bu
zavallı mahluklarla bir tutmak günahtı.

Muhakkak ki, o da benim gibi bu dünyaya yabancı idi. Fakat
daha bunları düşünüp hükmünü veremeyecek kadar küçüktü.

Ve beni korkutan da bu idi. Ya ona hakikati anlatamazsam!
Ya o da bütün bu söylenenlere inanır, kendi hakiki benliğinin
değil, etrafın verdiği eğreti benliğin hükümlerine kulak verirse?
Ne yapardım ben o zaman? Bundan ötesini düşünmek bile bana
korkunç geliyordu. Beria'nın da beni itham edebileceğini tasavvur
etmek aklımı başımdan alıyordu. Odamda kendi kendime
onunla konuşuyor, yalvarıyordum:

-Beria, oh Beria, sen bunlara inanmıyorsun değil mi? Sen
bana, yalnız bana inanıyorsun! Ben sana bir tek kelime bile söylemeden
bana inanıyorsun değil mi? Eğer bugünlerimde beni
sen de yalnız bırakırsan ne yaparım ben o zaman? Nereye tutunabilirim?
Ben etrafa ve sana gösterilmek istendiği gibi değilim.
Beni bari sen anla Beria!..-

Yatağın üzerine kapanıyor, kuru gözlerle ağlıyordum...
Ayağa kalkıyor, odada aşağı yukarı dolaşıyor ve mütemadiyen
onun ismini tekrar ediyordum.

XV

Niçin onu gidip göremiyor, ona her şeyi anlatamıyordum?
Birbirimize bu kadar yakın olduğumuz halde niçin bir
aile meclisinde ve bir sürü gözün altında ancak birbirimizi anladığımızı
söyleyen bakışlar ve havadan sudan sözlerle iktifaya
mecburduk? Niçin ben onun ellerine sarılıp ağlayarak bütün
içimi dökemiyordum? Ve niçin o, ince parmaklarını yüzümde
gezdirerek bana, yalnız bana inandığını söyleyemiyordu?
Gözleri, yardımsızlık içinde çırpınan güzel gözleri etrafa
inanmak istemediğini bana söylüyordu. Fakat ne de olsa o
daha bir çocuktu ve etraf çok kuvvetliydi. Susmak bilmeyen
cehennemi bir makine gibi onun masum kulaklarının dibinde
uğulduyor ve benim yaptıklarımı sayıp döküyordu. O ne
kadar inanmak istemese, inanmak ona ne kadar azap verse,
günün birinde çelimsiz mukavemetinin kırılacağı muhakkaktı.
Ve ben, onu hemen her gün gördüğüm halde kendisine asıl
bize, bizim ikimize ve bizim ikimizin hayatlarına taalluk
eden meselelerden bahsedemezdim, buna -muhit müsait değildi!!!-
Etrafın keskin ve hain gözü bizim üzerimizdeydi.

Çenelerin yorulmak bilmeyen insafsız makinesi hiç durmadan
işliyor ve bana bulunduğum yeri cehennem ediyordu. Bir
köpek sürüsü tarafından kovalanarak bir köşeye sıkıştırılmış ve
etrafı sarılmış bir geyik gibi şaşkın, meyus, fakat mağrur ve çetin,
kendimi müdafaaya çalışıyordum. Uzaktan yaptıkları hücumlarla
iktifa etmeyerek bana daha çok sokulmak isteyen ve
dişlerini gösterenleri şiddetli, fakat ümitsiz darbelerle kendimden
uzaklaştırıyordum. Lakin onlar biraz sonra tekrar ve daha
kuvvetli hücuma geçiyorlardı.

Şükufe'nin evine sık sık devam eden birtakım nüfuzlu ve
yüksek zevat bile işe burunlarını sokarak daha yüksek makamlara
kadar bu meselenin aksetmesine sebep oldular. Tomar tomar
kağıtlar gitti, geldi. Bana resmen sualler soruldu. Raporlar
verildi ve fezlekeler yapıldı. -Mumaileyhin tabanca çektiği tespit
edilememişse de, nahoş bir hadiseye sebebiyet verdiği muhakkak
olduğundan...- gibi cümlelerle devam eden evrak kaleme
alındı. Ve bütün bunlar dakikası dakikasına şehre yayıldı.

Bu kadar gürültünün arkasından hiçbir şey çıkmayacağını
biliyordum, bu işgüzarlıklar, bu yaranmalar, bu -kerataya haddini
bildirmeli!-ler herhalde döne dolaşa aklı başında bir yere
de uğrayacak ve orada anlayışlı bir tebessüm doğurduktan
sonra kapanıp gidecekti. Birdenbire ortaya çıkan siyasi cürümlerimin
de pek ipe sapa gelir tarafı yoktu. O zamana kadar söylediğim
laflarda, bütün gayretlerine rağmen, kanuni bir cürüm
bulamıyorlardı. Fakat tekrar elde edilmesi mümkün olmayan
bir şeyi kaybetmiştim: En nihayet Beria'yı, Beria'nın kalbini
benden uzaklaştırmışlardı. Şimdi kendisini gördüğüm zaman
başını çeviriyor, suallerime soğuk ve kısa cevaplar veriyordu.
Birkaç kere bunu tekrar düzeltebilmek için mümkün olan şeyleri
yaptım. Şaka edecek oldum, daima soğuk ve hareketsiz kaldı.
Anladım ki, artık onun gözünde de ben maceraperest bir
serseri idim. Ve bu darbe, bana hepsinden daha ağır geldi. Kendimi
buna tahammül edebilecek kadar kuvvetli bulmadım. Dimağım
o zamana kadar görmediğim bir perişanlığa, bir atalete
düşmüştü. Ağlamak bile elimden gelmiyordu. Aptal bakışlarla
ve ne istediğimi bilmeyerek dolaşıyordum. Bir gün odamda aynaya
baktığım zaman tanınmayacak kadar değişmiş olduğumu
gördüm: Gözlerim içeri kaçmış, derim sarı ve kirli bir renk almış,
sakallarım uzamıştı. Aynadaki hayalime karşı acı acı güldüm,
o da bana güldü.

Birkaç gün sonra eşyamı marangoz Fazıl'a, kitaplarımı
mektebe hediye ederek İstanbul'a hareket ettim. İstasyona yalnız
Fazıl gelmişti, tren kalkıncaya kadar bir tek kelime konuşmadık;
yalnız son kampana çaldığı zaman, birbirimizin boynuna
sarıldık. Ayrılınca Fazıl'ın gözlerinin yaş içinde olduğunu
gördüm. Demek ki bu şehirde beni seven hiç olmazsa bir kişi
vardı...

Bir Kadın Dalaveresi, Yeni Anadolu Gaz., 08.05.1932-21.06.1932

:::::::::::::::::

SES

...

Ses

İ

Bizi Beyşehir'den Konya'ya götüren kamyon, Barsakderesi
dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör kapaklarını
açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları
bir sürü alet ve edevatı ortaya döktüler. Ondan sonra
saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin altına
sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motorun alt kısmını
kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve
motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı birtakım
memeleri yerlerinden oynatıyordu.

İkindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoseri
tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer birer atlayıp
dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor ve o dinlenmek
için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa:

-Bitti mi?- diye heyecanla soruyordu.

Daha az meraklı birkaç yolcu ile ben ve arkadaşım boğazın
garp tarafına, gölge bir yere doğru yürüdük ve birer taşın üstüne
oturup beklemeye ve etrafımıza bakınmaya başladık.

Kamyonun durduğu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında
iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek ile bir el
arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum taşımakla
meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu.

Güneş arkamızdaki sırta gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin
üzerine serpilmiş bulunan çam ağaçlarına gitgide kırmızılaşan
bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir loşluğa terk ediyordu.
Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere
mırıltıya benzer seslerini duyurmaya başlıyordu.

Yoldan birkaç araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun
yanında biraz durdular ve şoföre bir şey lazım mı, diye
sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe
telaşları artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan
iki kadını aldı, Konya'ya götürdü.

Diğer yolcular grup grup oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı.
Bizim yanımızda bulunan ve buraya yakın köylerden birinde
bakkal olduğunu söyleyen tahta ayaklı bir ihtiyar, kalkıp
otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür savurduktan
sonra yola düzüldü.

Adamakıllı akşam olmuştu. Yol amelesi, çadırlarına dönerek
ateş yakmaya başlamışlardı. Bizim kamyon şosenin bir kenarında
muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu.
Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah
terler damlayarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme
yapıyorlardı.

Yolcuların ekserisi bu gibi hadiselere alışık oldukları için,
sadece başlarını sallıyorlar ve sepetlerini, çıkınlarını açarak bir
şeyler yiyorlardı.

Bir müddet daha geçip, ortalık adamakıllı kararınca şoför,
yol amelesinden bir fener alarak yeniden işine koyuldu. Biz
yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz yerlere
uzanmış, kımıldamadan duruyorduk.

Arkamızda güneşin kaybolup gittiği tepenin ağaçları birdenbire
mavimtırak ve soluk bir ışığa gömüldü. Arkadaşımın
yüzüne baktım. O, gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine
seyrekçe serpilmiş olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne
titrek siluetler çiziyorlardı. Arkadaşım bir müddet bunları
seyrettikten sonra:

-Neredeyse ay görünecek!- dedi.

Tam bu sırada, kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı
hafiften gelen bir saz sesi titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik
mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak
dinlemeye başladı.

Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz sesi, ustaca çalınan
bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana
kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmeyen bir
halk şarkısı söylemeye başladı:

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa

Seher yeli, dağıt beni, kır beni;

Götür tozlarımı burdan uzağa

Yarin çıplak ayağına sür beni...

Bu sefer ben de doğruldum. Saz tekrar kıvrak bir ara nağmesine
başladığı halde, kulağımda hala deminki sesin çınlamaları vardı.

Arkadaşım:

-Bu ne?- demek ister gibi yüzüme baktı.

-Fevkalade!- diye mırıldandım.

Ses tekrar ve bütün vadiyi çınlatırcasına başladı:

Aldım sazı çıktım gurbet görmeye,

Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,

Ne lüzum var şuna, buna sormaya,

Senden ayrı ne hal oldum, gör beni.

Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim.
Bir insan gırtlağından bu kadar manalı ve sarıcı seslerin nasıl
çıkabildiğine hayret ediyordum. Arkadaşım kalktı, beni de kaldırdı.
Amelenin çadırına doğru yürümeye başladık.

Ovada, çadırın önünde, dört beş kişi oturmuşlardı. Etraflarında
kazma ve kürek serpilmiş duruyordu. Çadırın kapısına
asılmış bir fener sallandıkça, vadinin içine doğru uzanan ve
başları karanlıkta kaybolan gölgeler belli belirsiz kımıldıyorlardı.

Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir delikanlı çadırın
önünde, yan yatırılmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu.
Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu
için çehresini tamamen görmeye imkan yoktu. Fenerin aydınlattığı
alnı ter damlalarıyla kaplı idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı
bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında, canlı bir
mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat kendinden
emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça,
insan, sanki o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok
manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu.

Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti,
vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık, karşımızdaki
sırtı aşıp yukarı fırlayan ayı gördük.

Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak,
tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi
süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı
gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince
dudaklarının arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu
sefer aya hitap eder gibi, şarkısına devam etti:

Ayın şavkı vurur sazım üstüne,

Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne

Gel ey hilal kaşlım, dizim üstüne

Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.

Otomobilin diğer yolcuları da toplanmışlardı. Herkes hayretle
bu kıpkırmızı yüzlü gence bakıyorlardı. O, esrarlı bir dil
konuşan ellerini sazın üzerinde hareket ettirmeye başlamış ve
gözlerini yere yahut kucağından fırlamak ister gibi sıçrayan sazına
dikmişti. Pek az bir duraklamadan sonra, bu sefer başını
kaldırmadan, daha yavaş, fakat eskisi kadar tatlı ve derinden
gelen bir sesle şunları okudu:

Sekiz yıldır uğramadım yurduma,

Dert ortağı aramadım derdime,

Geleceksen bir gün düşüp ardıma,

Kula değil, yüreğine sor beni.

Ve sazını, iki kuvvetli vuruştan sonra, yanına bırakarak başını
kaldırdı. Orada bulunanlardan birkaçı, yaşa, diye bağırdılar.
O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmayarak, boşlukta
dolaştırmaya başladı. Hafifçe tebessüm etmeye de çalışıyordu.

Arkadaşım yanına sokularak sordu:

-Senin adın ne oğlum?-

-Ali!-

-Nerelisin?-

-Sıvaslıyım!-

-Sazı nerede öğrendin?-

-Ne bileyim? Küçükten beri çalarım.-

-Söylemeyi?-

-Onu da öyle... Sonra bir iki usta aşık yanında gezdim.-

Arkadaşım bana baktı:

-Harikulade bir ses azizim, yıllarca arasak bulamayız. Ben
bu oğlanın arkasını bırakmam!- dedi. Sonra tekrar ona dönerek
yaşını sordu. Yirmi iki imiş. Cebinden defterini çıkararak bir
şeyler not etti ve delikanlının adresini almak istedi. Çocuk evvela
şaşırdı. Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarın orda
amelelik yapıyordu. -Beyşehir yolunda Sıvaslı Ali desen olmaz
mı?- diye soruyordu. Nihayet Konya'da, gelip geçtikçe uğradığı
bir hanın ismini söyledi. Dostum onları da kaydetti. Bu sırada,
epeyden beri yanımızda durup bizimle saz dinleyen şoför:

-Beyler, otomobil hazır!- dedi.

Delikanlıya birkaç şarkı daha söyletmeye hazırlanan arkadaşım,
diğer yolcuların hemen yerlerinden fırladıklarını ve torbalarını,
çantalarını kavrayıp kamyona doğru yollandıklarını
görünce içini çekti, sonra yerinden doğrulmuş olan Ali'ye döndü:

-Seni arattırıp bulursam hemen gel. Sana paralı bir iş bulurum,
daha usta aşıkların yanında çalışır, sazını ilerletirsin, olmaz mı?-

Ali hiçbir şey anlamadan tasdik etti!

-Olur beyim!-

Omuzuna vurup:

-Hadi bakalım, allahaısmarladık!- dedik.

Bütün amele hep birden:

-Selametle- dediler ve biz ayrılırken, Ali'nin etrafına toplanıp
gülüşerek onunla konuşmaya başladılar. Herhalde, arkadaşımın
sözlerini kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak
neticeler çıkarmaya çalışıyorlardı.

İİ

Dostum, Ankara'ya geldikten sonra, hakikaten o delikanlının
işi ile hiç durmadan meşgul oldu. Onu bir müzik mektebinde
yetiştirmeye muhakkak azmetmişti. Bu kadar üstüne düştüğü
bu iş hakkında konuştuğumuz zaman:

-Bilmezsin, kardeşim- diyordu. -Oğlanın sesi kulaklarımdan
gitmiyor, ben bu işin acemisi değilim, aşağı yukarı kendime
insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir sesi az dinledim.-

Ben de kendisi gibi düşünmekle beraber, daha akıllı görünmek
için şöyle diyordum:

-Hakkın var. Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli
bir iz bırakmasında onu dinlediğimiz gecenin hiç tesiri
yokmu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı kah duyulan, kah kaybolan
küçük dere... İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi ve nihayet
hiç beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatın içine
yayılıveren bir ses... Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde
bizi garip bir romantizm içine atmış ve alelade veya biraz
daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermiş olamaz mı?-

Fakat bunlara rağmen, Sıvaslı Ali'yi buldurup Ankara'ya
getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve inkişaf
ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar yanılmış dahi
olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz
inkar edilemezdi.

Arkadaşım şimdiden hülyalar içinde yüzüyordu. Sıvaslı
Ali'nin bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru
olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini düşünüyor:

-Onun frak içindeki vücudunu ve beyaz yakasından fırlayan
kırmızı yüzünü görmek, harikulade bir şey olacak!- diyordu.

Nihayet istediğini yaptırdı. Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı
Ali'nin Ankara'ya getirilmesini temin etti. Bu işlerle uğraşan
makamlar, zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sık sık imtihanlar
yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek için talebe seçiliyordu.
Bu meyanda Konya'ya yazıldı. Pek uzun olmayan bir
araştırmadan sonra bizim genç tenor bulduruldu. Yol parası
Konya Belediyesi'nce temin edilerek Ankara'ya gönderildi.

İmtihanın yapılacağı mektebin müdür odasına girer girmez,
bir kenarda elinde sazıyla bekleyen Sıvaslı Ali'yi tanıdım.
Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı ürkekti. Ökçesi
basık ayakkabılarının arkasından topukları delik çorapları görünüyor
ve üzerinde bulunduğu halı, tabanlarını yakıyormuş
gibi sık sık ayak değiştiriyordu. Sazını bir silah gibi sağ ayağının
kenarına dayamış, sapını iki parmağıyla yakalamıştı. Odada
konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini yerde ve
karşı duvarda gezdiriyordu.

Odadakilerle selamlaştıktan sonra Ali ile konuştum. Yolculuğun
nasıl geçtiğini sordum. -Kötü değil!- dedi. Elindeki saz
yeni idi. Gülümseyerek yüzüne baktım, derhal anladı: -İndiğim
handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile
efendilere çalmak yakışık almaz herhalde!- dedi.

Siyah ve güzel gözleri, şimdi aydınlıkta ve açık olduğu halde,
bana o akşam gördüğüm gibi yarı kapalı hissini verdiler.
Dikkat edince, bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir rüya içinde
yaşadığını fark ettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak
istedim.

Buraya kim bilir neler düşünerek gelmişti? Herhalde dostumun
kafasından geçen opera muganniliği ve fraklı Avrupa
konserleri, ona yabancı idi. Olsa olsa Ankara'da -büyüklerden-
birkaç kişinin kendisini dinleyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini
düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin
kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik,
kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve ara sıra
-büyük- meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümit
ediyordu. Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını, onlara
meclislerinde saz çaldırdıklarını herhalde duymuştu.

Mektebin muhtelif milletlere mensup müzisyenlerinin Türkçe,
Almanca, Fransızca konuşmaları ortalığı doldururken, müdür
odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi. Bunlardan
biri, bir maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat
eden ve imtihan edilmek isteyen bir çocuğu getiriyordu. Orta
mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini
söyleyen bu çocuk; sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur
bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar: -Hay hay!- dediler.
Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini beraber de
dinleyebilirlerdi.

Hep birlikte çıktık. Arkadaşım memnun ve kendisinden
emin bir tavırla imtihan odasını açtı. Burası parke döşeli, bir tarafında
yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş bir salondu.
Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano
vardı. Oda birdenbire doldu. Grup grup Türkçe ve Frenkçe
konuşmalar başladı. Bazan münakaşalar birbirini bastırıyor ve
anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı ağrıtıyordu. Genç bir
Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali ömründe
hiç görmediği bu alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal
acemilik göstermemek için, lakayt bir hal almaya çalıştı.
Bu sırada genç müzisyenlerden biri sahneye beyaz boyalı demir
bir iskemle koyarak Ali'ye:

-Otur bakalım!- dedi.

Diğer bir müzisyen atıldı:

-Canım, iskemleye oturup şan yapılır mı? Ayakta söylesin!-

-Amma yaptın ha, ayakta saz çalıp şarkı söyleyen halk şairi
gördün mü?-

Bu münakaşa esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastane
ameliyathanesine benzeyen beyaz, çıplak duvarlarını, büyük,
perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle dolduran
bu bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın
doktorlara bakışına benzeyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.

Benim yanımdaki genç müzisyenlerden birine:

-Bunu iskemleye oturtup söyletmek doğru olmaz, bağdaş
kurup söylemeye alışmıştır, belki sıkılır!- dedim.

O bir an -doğru- der gibi bana baktı, fakat sonra:

-Yok canım, ne münasebet! Frenklere karşı bağdaş kurup
oturtmak olur mu? Herifleri kendimize güldürürüz!- dedi.

Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturuyormuş gibi
ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve kırışan alnından kirpiklerine ve
ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu.

Konuşanlar yavaş yavaş seslerini kestiler. Herkes bir köşeye
yaslandı veya bulabildiği bir iskemleye oturdu, gözlerini
sahnenin ortasında tek başına kalıveren Ali'ye dikti.

Genç adam iki dizini sımsıkı birbirine yapıştırmış, dişlerini
sıkmıştı. Sazı kucağına aldı. Fakat bir türlü yerleştiremedi ve
şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen gözleri görünce büsbütün
şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamaya başlamıştı.
Sağ eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç
kere dokundu.

Bu sesler onu bir an için açar gibi oldular. Yüzüne sükunete
benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldıktan sonra söylemeye
hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip utanıyormuş
gibi bir hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın
bizim tepemizdeki köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı.

Sesi yine güzel, fakat birtakım hışırtılarla karışıktı. Yükselince
pek belli olmayan bu yabancı sesler alçaklara inince derhal
kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun farkında idi. Kendini
toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının adalelerini
biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı.

Müthiş bir gayret sarf ediyordu. Çenesinin yanlarından
aşağı doğru uzanan ve iki çelik direk gibi kımıldamadan duran
yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali göğsünden
kuvvetle fırlattığı sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek
için ter döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline
alarak ayağa kalktı.

Alman müzisyenlerden biri derhal:

-Fena değil, fena değil... Ötekini de dinleyelim...- dedi ve
başıyla sarışın genci gösterdi.

Yüzünde kendinden emin bir tebessümle sahnenin dört
ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta odadakilerin
susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına
başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi, yavaş yavaş büyüdü ve
bütün odayı dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu.
Birkaç yerde, hanende taklidi bayağı hünerler yapmaya
özenmesine rağmen, mükemmel bir ses materyaline sahip olduğu
meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman
-Bravo!- diye söylendi. -Bu çocuğu yetiştirebiliriz!-

Bu aralık gözlerim Ali'ye ilişti. Bu odada olanların hiçbiriyle
alakası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdiriyor ve canı
sıkılan bir adam tavrı alıyordu. Piyanodaki genç kadın, eliyle
onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti.
Sağ eliyle basit bir melodi çalarak Almanca:

-Bunu aynen tekrar et!- dedi.

Türk müzisyenlerden biri izah etti:

-Piyanoya göre söyle bakalım!-

Ali bir bana, bir de gözleriyle arayarak dostuma baktı. Ben,
-eyvah!- dedim. Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini
duymadığı, adını işitmediği bir aletin karşısına getirilmişti.
Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek
istedim:

-Oğlum, bu hanımın çaldığına göre ses çıkar.-

Piyanodaki kadın aynı melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir
gayretle tekrar boynunu gererek:

Bir haber yolladım canan iline...

diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.

-Yok, iki gözüm- dedim, -şarkı söyleyecek değilsin, bu
sesleri çıkaracaksın.-

Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırladı, orada canı sıkılmış
gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak,
-Bu söylesin- dedi.

Piyanonun arka arkaya çaldığı birkaç küçük melodi bir ses
nehri halinde ve berrak olarak delikanlının ağzından dökülüyordu.
İşi çabuk bitirmek isteyenler, usulen Ali'ye bir şarkı daha
söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarf
eden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali,
en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar:
-Mükemmel!- der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat
şarkı bitip Ali sazıyla bir kenara çekilir çekilmez onu derhal
unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango
söyledi. Muhakkak ki güzel bir sesi vardı. Artık imtihan kafi
görülerek bu çocuğun ne yolda yetiştirilmesi lazım geldiğine
dair münakaşalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya atıldı. Hazirandan
evvel talebe olarak alınırdı, alınamazdı gibi sözler oldu.
Hiç kimse aynı odada bir kenarda bir de Sıvaslı Ali'nin bulunduğunun
farkında değildi. Onu ta buralara kadar getirten dostum,
münakaşa edenlerin yanında, hiçbir şey dinlemeden duruyordu.
İkimiz de Ali'nin yanına gitmeye cesaret edemiyor,
hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk.

Ben yavaşça gözlerimi kaldırınca, hayret içinde kaldım.
Ali'de hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktu. Boş
gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu. Sanki bu odadakiler
onu zerre kadar alakadar etmeyen kimselerdi. Yüzünde
en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça
uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin,
dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir
müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu.
Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.

Sazı yine silah gibi sağ ayağının yanında idi ve bu ayağı
gayet küçük bir hareketle yerden kalkıyor ve tekrar parkelere
dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu hissettim.
Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan
ümitleri bu ufak ayak hareketlerinde kendini gösteriyordu.
Vücudunun her tarafına hakim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle
bile içindekileri dışarı vurmayan gözleri sonsuz bir
derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlayan bu
adam, farkında olmadan kendini sağ ayağının bu minimini ve
sinirli kımıldamasıyla boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü,
hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı görünmemişti.

Kendimi toplayarak, onun yanına doğru yürüdüm. Onunla
muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lazımdı. Konya'ya
dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz.-
Ali bütün bunları, fevkalade ehemmiyetli bir şeymiş gibi,
kaşlarını hafifçe kaldırarak dinliyor, adeta ezberlemeye çalışıyordu.
Fakat gözleri bana, ilişince irkildim. Nedense bu siyah
ve büyük gözler bana, sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını
ifşa eder gibi geldi.

Herhangi bir şey yapmış olmak için:

-Gelin, bir lokantada yemek yiyelim!- dedim.

Odadakilerin münakaşası hala devam ediyordu. Bizim çıktığımızın
farkına bile varmadılar.

Bir kebapçıda karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hemen
hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmaya imkan yoktu.
-Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin!- de denilemezdi.

Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek
ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:

-Sizi mahçup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!-
dedi.

Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi, gözlerini
hafifçe açarak ilave etti:

-Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!-

Ve yanımızdan ayrılıp gitti.

Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine
vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için
Haymana Hanı'na giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Ali'nin, sazını
iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir
kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.

Her Ay, Haziran-Temmuz 1937

...

Köpek

Çok sıcak bir yaz günü idi. Vakit ikindiye yaklaştığı ve güneş
biraz yana düştüğü halde, bozkırın sarı otlarında en ufak
bir kıpırdanma bile yoktu: Her gün bu vakitlerde Koçhisar Gölü
taraflarında esmeye başlayan ve göz alabildiğine uzayan
ovayı yer yer toz bulutlarına gömen rüzgardan henüz bir eser
görünmüyordu.

Kıvırcık tüylerini, diken midir, ot mudur pek fark edilmeyen
bozkır nebatlarının üzerine sererek yan üstü uzanan tiftik
keçileri uyku sersemi gözlerini yarı kapalı tutuyorlar ve çapar
kirpiklerinin arasından, ufkun şark tarafında hareketsizce bekleyen,
avuç içi büyüklüğündeki birkaç beyaz bulutu seyrediyorlardı.

Birbirinden iri ve alacalı iki çoban köpeği uzakça ve sürüye
hakim birer tepede mevki alarak yatmışlardı. Uyur görünmelerine
rağmen ara sıra bir elektrik cereyanı geçmiş gibi kulakları
sarsılıp dikiliyor, küçük gözleri bütün sürüyü kısa bir an içinde
tarayarak tekrar kapanıyor ve yorgun başları ileri doğru uzanan
ayaklarının üzerine yavaşça düşüyordu.

Çoban daha yüksek bir sırtta oturmuş, değneğine dayanarak
uyukluyor ve iki üç yüz adım kadar uzaktan geçen Ankara-Konya
yolunun üzerinde yan yana uzanan yarımşar metre derinliğindeki
tekerlek izlerini gözleriyle ufka kadar takip ediyordu.

Bu izler on çift kadar vardı ve çok derinleşerek ortadaki kısımları
otomobillerin altına dokunmaya başlayınca terk ediliyorlar,
vazifelerini yanı başlarında birdenbire peyda olan yeni
arkadaşlarına bırakıyorlardı.

Genç çoban, yan yana ve kıvrıla kıvrıla uzanan bu olukların
zamanla ne kadar çoğalabileceğini düşünüyor, içerisi un gibi
bir toprakla dolu olan ve rüzgar esince bir anda yükselerek
ufku tozdan bir bulut şeridi halinde birbirine bağlayan bu çukurların
bir gün ovayı baştan başa kaplayıverdiğini görüyordu.

Kendi kendine:

-O zaman ağa keçileri satar herhalde!- dedi. Şimdi bile
hayvanlar saatlerce dolaşıyorlar ve bulabildikleri birkaç cılız
otu köye dönmeden eritiyorlardı. Baharda dört parmak kadar
yükselen yeşil ve seyrek otlar hemen bitiyor ve keçilere şurada
burada fırlayan ve sanki yeşermeden sararıp kuruyan birkaç
çalıyı çıtır çıtır kemirmek kalıyordu. Ama onlar bundan şikayetçi
görünmüyorlardı. Bu cılız otlara rağmen, tüyleri uzun ve
ipek gibiydi. Gözlerinde geniş bir memnunluk ve gevşeklikten
başka hiçbir ifade yoktu.

Çoban bütün ovanın tozlu otomobil yollarıyla kaplanarak
keçilere ot kalmaması ihtimalini düşünürken aklına birçok şeyler
daha geldi:

-Ağa koyunları satar, beni yolcu ederse, acaba yıllığımı
tam verir mi?- dedi.

Senede on iki lira alacaktı, ekmek ile katık da ağadandı, fakat
iki senedir on para aldığı yoktu. Ağası:

-Parayı nideceksin? Bende biriksin, toptan veririm!- diyor,
üstü başı perişan ise, eski bir pantolonla mintan vererek savıyordu.

-İki seneliğimi birden alsam iyi olur emme!- diye şüpheli
bir tavırla başını salladı.

Yaşı daha on sekiz ya var, ya yoktu. Buğday yüzlü, açık
kumral saçlı ve kahverengi gözlü idi. Biraz ileri fırlak dişleri ve
gözlerinin üzerine çökmüş kaşlarıyla kendisine pek güzel denilemezdi,
fakat duruşunda insanın hoşuna giden bir ağırbaşlılık,
bir ciddilik vardı.

-Bizim kocakarı olmasa, şehre gider, beş on kuruş yapardım-
dedi. Fakat bu da ona pek tatlı bir ihtimal gibi görünmedi.
Şehre gidip üç dört sene kaldıktan sonra daha perişan, daha
bitkin ve ümitsiz köye dönen birkaç kişiyi hatırladı. Bunlar,
orada hamallık, kara amelelikten başka bir iş bulamadıklarını,
günde yirmi beş, otuz kuruş kazandıkları zaman kendilerini
zengin saydıklarını ve kaldırımlarda gecelerken köyün sıcak
samanlıklarını çok aradıklarını anlatıyorlardı.

-Neylemeli?- dedi.

Anası tarlada çalışamaz olduğundan beri, genç çobanın aklında
hep böyle şeyler dolaşıyordu. Fakat kendinden evvel aynı
şeyi düşünüp deneyenlerin halini gördükçe ümitsizliğe düşüyordu.

Mesela, akrabalarından biri, birkaç sene evvel İzmir'e gidip
bir fabrikaya amele yazılmıştı. İlk günlerde vaziyeti kötü değilmiş
diye haberler geliyordu, fakat günün birinde tek bacakla
köye döndü. Ayağını makineye kaptırmış; eline kırk elli bangonot
sıkıştırmışlar, kapı dışarı etmişler. Konya'ya dilenmeye gitti.
Orada da belediye rahat vermiyormuş. Zavallının hali berbatmış.

Köyde kalıp bir baltaya sap olmak büsbütün imkansızdı.
Az buçuk mahsul verir bir tarla almak için on sene, bir çift
öküz sahibi olmak için ise on beş sene çalışması lazımdı ve ondan
sonra da hayatın daha tatlı bir şekil alacağı şüpheli idi. Bir
tarlası ve bir çift öküzü olanların hali kendininkinden pek farklı
değildi. Bir sene kuraklık olunca onlar da bütün köylü gibi
dağlara ot yemeye gidiyorlar, üstelik öküzlerinin açlıktan öldüğünü
veya onda bir fiyatına satıldığını görüyorlardı. Kendisi
onlara nazaran, hatta daha iyi vaziyette idi, çünkü ağa kıtlık senelerinde
de onun ekmeğini ve katığını veriyordu. Belki bir
gün parasını da verecekti? Kim bilir?

Gözlerini keçilerin üzerinde dolaştırdı. Sonra sağ tarafındaki
sırtta yatan köpeğe doğru:

-Karabaş!- diye bağırdı.

Köpek hemen başını silkip doğrularak sesin geldiği tarafa
baktı, yavaş yavaş bacaklarını gerdi, süratli adımlarla çobanın
yanına geldi.

Diğer köpek de olduğu yerde doğrulmuş, başını çobana çevirmişti.
Kendisi çağırılmadığı için acele etmiyor, tüylerine yapışan
tozları ve otları itina ile silkiyordu.

Karabaş, çobanın bir adım kadar önünde durdu. Tüylü
kuyruğunu havada ağır ağır sallamaya ve bekleyen gözlerle
karşısındakine bakmaya başladı.

Çoban elini uzatarak hayvanı ön bacağından yakaladı, kendine
doğru çekti. Üç ayağının üzerinde sekerek yaklaşan köpek,
başını delikanlının kucağına koydu ve uzandı. İri vücudu
keyfinden sarsılıyor, kuyruğu iki tarafa gidip gelirken yerin küçük
çakıllarını yuvarlıyordu.

Çoban ve köpeği hiç ses çıkarmadan birbirlerinin gözüne
bakıyorlardı. Ta içlerine; en derin yerlerine kadar anlaştıkları ve
birbirlerine en iptidai, en köklü bir sevgi ile bağlı oldukları
görülüyordu. Çobanın ileri fırlak beyaz dişlerinin arasından çıkan
müsterih bir nefes, hayvanın yüzüne yayılıyor ve onun pembe
dili bu nefesi emiyormuş gibi titriyordu.

Soldaki tepede ayakta duran ve sürüye nezaret işinin şu
anda tek başına kendisinde olduğunu derhal hisseden diğer
köpek, birdenbire olduğu yerden fırladı ve havlayarak aşağı
atıldı. Çoban ve kucağında yatan Karabaş, kafalarını o tarafa
çevirdiler.

Uzaktan, Ankara yolundan bir toz bulutu yuvarlanıp geliyordu.
Yaklaşınca bunun bir otomobil olduğu fark edildi. Şimdi
çobanın önünden fırlayan köpek de aşağı inmiş, yolun, daha
doğrusu yolların kenarına varmıştı. İkisi de başlarını ileri uzatarak
havlıyor ve müthiş bir süratle yaklaşan düşmanı bekliyorlardı.
Aradaki mesafe azalınca ona doğru koştular. Bu esnada
keçiler hayret verici bir lakaytlığı muhafaza ediyorlar, uzun
ve çok boğumlu boynuzlarında, güneşin artık epeyce alçaktan
gelen ışığını parlatıyorlardı.

Otomobil, daha köpekler yaklaşmadan durdu. Bu, bembeyaz
tozların altında da açık mavi boyası belli olan büyük ve kapalı
bir araba idi.

Köpekler havlamalarını azalttılar. Çoban, bulunduğu yerden
onları çağırdı. İkisi de ağır ağır ve ara sıra arkalarına bakarak
uzaklaştılar.

Otomobilin ön kapısı açıldı ve dışarı siyah saçlı, ince bıyıklı
bir genç atladı, eliyle çobana gelmesini işaret etti.

Bu delikanlı, tahsilini kolejde ve sonra Amerika'da yapmış
bir mühendis idi. Memlekete bir sene evvel dönmüştü. İyi mevkili
akrabaların delaletiyle kısa zamanda bilmem hangi bankanın
bilmem ne seksiyonu şefi ile alakası olmayan bu vazifeden
şikayetçi değildi. Üzeri kristal masasının bir kenarında duran
ve içini birtakım riyazi (matematikle ilgili) formüller, işaretler
dolduran üç dört kitap; onun bir fen adamı olduğunu ispat eden ebedi
şahitler gibi el sürmeden yerlerini muhafaza ediyorlardı ve o, ne olduğunu
pek anlayamadığı halde hiç hatasız yaptığı birtakım kırtasiye
işlerini birkaç saatte bitirince, zamanını, İngilizce birkaç magazini
-belki üçüncü defa- gözden geçirmek suretiyle öldürüyordu.

Altı ay kadar evvel bankanın mühim erkanından birinin
kızıyla nişanlandıktan sonra boş zamanlarını daha iyi şekilde
geçirmenin de mümkün olabileceğini anladı.

O zaman satın aldığı ve nişanlısıyla günlük gezintilerini
yaptığı otomobili Ankara'da bir tane idi. Bir sokak köşesinden
sessizce belirip iri gövdesinde tatlı parıltılar yaparak bir köşede
kayboluşuna veya düz bulvarda uçar gibi süzülüşüne, gelen
geçen muhakkak bir kere durup bakıyorlardı.

Bugün de Konya'ya, kendisi gibi Amerika'da okumuş bir
mühendis arkadaşını ziyarete gidiyordu.

Nişanlısı ve onu yalnızca göndermeyi pek münasip bulmayan
kaynanası da beraberdi. Genç kadın bu değişiklikten memnun,
mütemadiyen gülümsüyor, anası ise tozdan ve sarsıntıdan
harap bir halde somurtuyordu.

Mühendis yere atlayıp çobanı çağırdıktan sonra ayaklarını
sallayıp dolaşarak uyuşukluğunu gidermeye çalıştı.

Sırtına gri İskoç kumaşından bir spor elbise ve başına aynı
renkte bir kasket giymişti. Golf pantolonunun altında, belki yirmi
beş renkli, kareli çoraplar; yuvarlak burunlu ve derisi tüylü
kalın iskarpinler vardı. Hususi otomobili olan ve işin lüksünü
tam yapmak isteyen herkes gibi onun da iskarpinleri benzin ve
makine yağıyla kirlenmiş ve sağ tekinin tabanı gaza basmaktan
delinmişti.

İki tarafa gidip gelirken otomobilin yanında durdu ve kollarını
yan kapının açık duran penceresine dayayarak, nişanlısına:

-Nereden aklına esti çobanla konuşmak!- dedi.

Genç kız, omuzlarını, kollarını, gözlerini oynatarak:

-Merak ediyorum ayol, ben hiç köylü görmedim ki!- dedi.

Yanında oturan annesi başını çevirmeden:

-Ne münasebet!- dedi. -Ankara'da pazarlarda, yollarda
hiç görmedin mi?-

-Aa! Onlar köylü mü, amele... Hem ben böyle çobanları falan
görmek isterim. Sonra yavru keçileri de okşayacağım.-

Mühendis:

-Burada yavru keçi yok ki, hepsi kocaman şeyler!- dedi.

Her söz söyleyişinde, her hareketinde, hatta her bakışında
muhakkak vücudunun birçok kısımları oynamaya başlayan ve
yarısı isteyerek yapılıyorsa, yarısı da sinir bozukluğundan gelen
bu cilveli kıpırdayışlarla, gülünç bir oyuncağı andıran genç
kız, infial ile silkindi ve incecik sesiyle:

-Aman, ne olmuş duralım dediysem? Canım öyle isteyiverdi
işte! Keçilerin yatışı hoşuma gitti.-

Bu sırada çoban yaklaşmış ve köpekler yerlerine dönüp sürüyü
gözlerinin himayesine almıştı.

Genç mühendis, biraz ileride durup bekleyen çobana:

-Yaklaşsana!- dedi. -Sen nerelisin?-

Çoban eliyle ovanın şimal tarafındaki bir köyü gösterdi:

-Buralıyım!-

-Bu keçiler senin mi?-

-Yok, ağanın!-

-Her gün buraya mı gelir otlatırsın?-

Çoban gözlerini bir an karşısındakinin üzerinde gezdirip
bu sualin ne münasebetle sorulduğunu anlamak istedi ve
omuzlarını silkerek:

-Neresi olursa olsun, gideriz; belli olmaz!- diye mırıldandı.

Mühendisin bu neviden daha birçok suallerine cevap vermek
mecburiyetinde kalan ve:

-Ne üstüne vazife de soruyorsun? Hadi işine gitsene!- diyemediği
için büsbütün canı sıkılan çoban, ikide birde başını
çevirip sürüye bakıyor ve ara sıra da otomobilin içine göz kaydırıyordu.

Bu sırada içerdekiler kapıyı açtılar. Genç kız beyaz keten
tayyörü ve alçak ökçeli iskarpinleriyle yere atladı. Annesi arkasından
ağır ağır iki tarafa tutunarak indi. İhtiyar kadının yüzü
büsbütün asıktı. -Ne diye burada vakit geçiriyoruz? Ne manasız
çocuklar şunlar!- diye düşünüyordu.

Genç kız, nişanlısının yanına gelip iki elini birbirine kenetleyerek
onun omuzuna asıldı, sonra dudaklarını öne doğru uzatarak:

-Baksana bana çoban- dedi. -Senin yavuklun var mı?-

Bu kelimeyi birkaç sene evvel okuduğu birkaç hikayede
görmüş bellemişti. Çoban hayretle sordu:

-O da ne ki?-

Kız, mühendise baktı. O izah etti:

-Canım, yavuklun işte... Yani nişanlın. Şöyle bir al yanaklı
dilber. Şöyle işte...-

Ve çenesini omuzuna dayamış bulunan nişanlısının yanağını sıktı.

Çoban, içi ekşimiş gibi yüzünü buruşturduktan sonra:

-Ne gezer, beyim- dedi. -Karnımızı zor doyuruyoruz.-

-Zengince bir kız bul... Bir ağa kızı falan.-

Çoban cevap vermedi. Gözlerini açmış, hayretle kayınvalide
hanıma bakıyordu. Boyalı sarı saçlarının sahte kıvrıntıları altında
salkım salkım küpeler sarkan, gözlerinin etrafı mora, yanakları
vişneçürüğüne yakın boyalarla örtülen bu kat kat gerdanlı
ve dallı emprime elbiseli kadın onu birdenbire fevkalade
alakadar etmişti. Bakıyor, bakıyor ve gözlerini başka tarafa
çeviremiyordu.

Suallerinin birçoğunun cevapsız kaldığını gören ve içini
yavaş yavaş, -halkla, köylü ile temas- cazibesi saran, daha doğrusu,
çobanın kendinden emin tavrından ve ağırlığından sinirlendiği
için, onu sıkıştırmak isteyen mühendis, kendisine hakim
olmaya çalışan bir eda ile, fakat asikar bir sitemle karşısındakine:

-Ne diye cevap vermiyorsun?- dedi. -Bak biz seninle nasıl
alakadar oluyoruz. Sen bizim köylü kardeşimizsin. Biz de sizdeniz!-

Çoban alaka ile sordu:

-Kimlerdensiniz?-

Mühendis evvela anlayamadı, sonra:

-Yok canım, öyle değil- dedi. -Biz de sizin gibi köylüyüz,
aslımız köylüdür. Hepimiz biriz demek istiyorum.-

Çoban gözlerini karşısındaki üç kişinin üzerinde bir müddet
gezdirdikten sonra garip bir çekingenlikle:

-Bilemedim beyim!- dedi ve tekrar valide hanımı seyre
başladı.

Mühendis artık açık bir iğbirar (gücenme) ile:

-Nereye bakıyorsun öyle?- dedi.

Hanımefendi arkadan cevap verdi:

-Nereye bakacak, gözlerini yiyecek gibi bana dikmiş duruyor.
Vahşi midir, nedir?-

Çobanın gözleri büsbütün büyüdü.

İhtiyar kadının ağzı açılınca meydana bir sürü kauçuk,
porselen, altın ve birkaç tane de sarı uzun diş çıkmıştı.

Mühendis, elinde olmadan güldü. Çoban başını çevirerek
arkasına baktı. Artık bu konuşmadan sıkıldığı anlaşılıyordu. O
zaman mühendis, halka hitap etmek ve ona doğru yolu göstermek
gibi içtimai bir vazifesi olduğunu hatırlayarak söze başladı:

-Beni dinle, çoban kardeş- dedi. -Siz daha çok gerisiniz.
Bak! Biz, yerimizden, yurdumuzdan kalkıp sizinle konuşmak,
derdinizi dinlemek için buralara geliyoruz; siz gözünüzü, kulağınızı
dört açıp istifade edeceğiniz yerde, etrafınıza bakınıyorsunuz.
Senin ihtiyaçların nedir? Sıkıntıların nedir? Bunları öğrenmek
istiyorum, bana bütün kalbini açmalısın. Ben senin kardeşinim.
Ha, öyle değil mi?-

Çoban kıpkırmızı olmuştu. Bütün bu sözlerden bir şey anlamıyor,
yalnız karşısındakini herhangi bir şekilde gücendirdiğini
hissederek üzülüyordu.

Mühendis tekrar lafa başladı:

-Ben mühendisim, senin için çalışıyorum; sen köylüsün,
benim için çalışıyorsun. Birbirimizle anlaşmazsak olur mu
ya?..-

Daha bir şeyler söylemek, uzun uzun anlatmak istiyordu.
Sahiden müteessir olmuştu. Bu anda karşısındakiyle anlaşmak
ihtiyacını duyuyordu; fakat onun anlayacağı dili pek tayin edemeyişi,
hatta alelumum (genel olarak) Türkçesinin biraz kıt oluşu, sözlerini
yarıda bıraktırıyordu.

Çoban eliyle birkaç kere kısa ve ret manasına gelmek isteyen
işaretler yaptı ve kekeledi:

-Ben bir şey demedim, bey... Kötü bir şey mi yaptım ki, bey?-

Mühendisin nişanlısı birdenbire değişen bu mükalemeden
bir şey anlamamış ve sıkılmaya başlamıştı. Annesiyle bir göz
işaretinden sonra genç erkeğin kolundan çekti ve:

-Hadi cicim, gidelim!..- dedi.

Mühendis birkaç şey daha söylemek için ağzını açtı. Kelime
bulamadı. Arabasına atlayarak motörü işletti ve otomobil
biraz kımıldadıktan sonra tozlar içinde hızla ileri atıldı.

Çoban bu kısa an içinde o zamana kadar duymadığı bir teessürle
şaşkına dönmüştü. Karşısındakine belki bir haksızlık
yaptığını, onu kızdırdığını müphem bir şekilde fark ediyor ve:

-Pek mi yabani durdum ki?- diye düşünüyordu.

Mühendis ise birdenbire müthiş bir hiddete kapılmıştı. Adi
bir çobanın karşısında yalvarır gibi sözler söylemiş olmak, ona
tahammül edilmez bir izzetinefis yarası gibi görünüyordu. Biraz
evvelki sözlerinde ileri sürdüğü kardeşliğe rağmen, çobanla
kendisi arasındaki büyük farkı vazıh (açık, belirgin) olarak görüyor,
dişlerinin arasından:

-Adam olmaz bu sersemler!- diye mırıldanıyordu.

Nişanlısının bir çığlığı ile silkindi ve başını yana çevirince
otomobilin iki tarafında havlayıp sıçrayan köpekleri fark etti.
Eli hemen arka cebine gitti. Sonra durdu. Düşündü. Farkında
olmadan yapmak istediği bu hareket, ona şimdi en lüzumlu bir
şeymiş gibi görünüyordu. Diğer birtakım düşünceler olmasa,
bu anda silahını ihtimal çobana karşı bile kullanacaktı. Küçük
ve babasından kalma mavzer tabancasını pencerenin yana doğru
açılan sürgülü camından dışarı uzatarak alacalı köpeğin açık
ağzına doğru ateş etti; sonra gaza basarak arabasıyla beraber
bir toz bulutunun içine gömüldü.

Karabaş uzun tüyleriyle yolun kenarına yuvarlanmış ve
derhal hareketsiz kalmıştı. Diğer köpek, Karabaş'ın yanında;
ayaklarını, daha ileri gitmesine mani olmak istiyormuş gibi, ileri
uzatmış, bekliyordu. Çoban koşarak oraya geldi. Diz çökerek
sevgili arkadaşının başını okşadı. Deminki teessürünün yerini
daha hakiki, daha yerinde bır acı almıştı. Gidenlere hiçbir alakası,
hiçbir yakınlığı olmadığını, bilakis onların kendisini en
sevdiği bir şeyden ayırdıklarını apaçık görüyor ve yaşaran gözleriyle
ölü köpeği okşuyordu.

Öteki köpek de eğilmiş, arkadaşının yüzünü kokluyordu.
Şimdi hepsi yerlerinden kalkmış bulunan beyaz, uzun tüylü,
masum gözlü tiftik keçileri, ufukta yuvarlanıp giden bir toz kümesine
hayretle bakıyorlar ve sırtlarında güneşin kırmızı ışığını
oynatarak, ağır ağır ölü köpeğin etrafına toplanıyorlardı.

Yedigün, 23.06.1937

...

Sıcak Su

İki candarma alacakaranlıkta köyün kenarına varınca, atlarından
indiler ve dizginleri karşıdan koşup gelen kahveci çırağına
vererek, bacaklarını gere gere yürümeye başladılar.

Köyün sokaklarında kimse yoktu. Uzaktan yanık bir inek
böğürmesi işitiliyordu. Rüzgar söğüt ağaçlarının dallarında hafif
mırıltılarla dolaşıyordu. Köyün batı tarafırtdaki sırtları kaplayan
orman, oraya çökmüş bir bulut yığını gibi kımıldıyordu.

Candarmalar kahveye girip kahveci ile yavaş sesle birkaç
kelime konuştuktan sonra dışarı çıkarak köye doğru yürüdüler.
Evler büsbütün karanlığa dalmıştı...

Tam köyün öbür ucunda, ormanın başladığı yerdeki ufak
bir eve yaklaştılar. Ses çıkarmak istemedikleri anlaşılıyordu.
Evin etrafını saran çite gelince, ayaklarının ucunda yükselerek
evin ışık görünen penceresine baktılar. İçeride bir kadın diz
çökmüş, çorba içiyordu. Birçok örgülere ayrılmış saçları arkasına
bırakılmıştı. İkide birde pencereden dışarıya da kaçamak bir
göz atıyordu.

Candarmalardan biri:

-Bire domuzun karısı, nasıl da haberi yokmuş gibi yapar
ya!..- diye söylendi. Öteki:

-Bu dördüncü gelişimiz. Hiçbirinde kıstıramadık. Bu sefer
de İsmail yok gibi ama, bakalım!- dedi.

Çitin kapısını iterek girdiler. Bir candarma, bahçenin arkasına
dolandı. Ötekisi kapıyı vurdu.

İçerde hiç bir telaş eseri görülmedi. Yalnız yerinden kalkan
kadının üç etekli entarisinin yaklaşan hışırtısı duyuldu. Sonra
kapının arkasından taze bir ses:

-Kim o?- diye sordu.

-Aç... İsmail'i arıyoruz!-

Bir sürgü çekildi, kadın kapıyı açarak:

-Buyurun arayın, İsmail evde yok. Geçen sefer geldiğinizde
söyledim: Bahardan beri İsmail gelmiyor. Dört ay mı oldu ki
ne!..-

Candarma bağırdı:

-Sus, iki gündür buradaymış, bize haber geldi!-

Kadın yumuşak bir sesle:

-Yalan ağacığım, yalan! İsmail vukuatı yaptıktan sonra bu
yakalarda görunmedi bile. Kim bilir ne yanlara gitti? Belki de
dağlarda öldü kaldı!-

Candarma, yükü açtı, yatakları devirdi, sonra etrafına bakındı.
Ev bu bir tek odadan, bir de aralıktan, ibaretti. Aralıkta
bir zeytinyağı testisi ile bir ekmek tahtası ve ne oldukları pek
belli olmayan birtakım şeyler daha duruyordu. Biraz genişçe
olan odanın bir kenarında bir minder uzanıyor, onun bir köşesinde
de, açık bir mushaf duruyordu.

Candarma, evvela güzellikle işe başlamak isteyerek kadına
sokuldu:

-Bana bak, Emine- dedi, -inkarı bırak. Bu oğlandan gayrı
sana hayır gelmeyeceğini anladın. Devlet onu sana bırakmaz.
Ondan sorulacak hesabı var. Nesine acırsın yabanın katilinin?
Ama diyeceksin ki, o keyfinden adam vurmadı, canını kurtarmak
için vurdu. Peki, ne diye dağa çıktı öyleyse? Devletin mahkemesi
yok mu? Vurduğu uşak, ağa çocuğu diye onu yiyecek
değiller a! Hakkı ne ise o kadar yatıp çıkacaktı. Dedim ya, bırak
sen onun arkasını da, nerede olduğunu, bu akşam nereye kaçtığını
bize söyle. Bak gençliğin var. Kendine yazık etme... Hadi
Emine, deyiver bakayım, İsmail biraz evvel buradaydı değil
mi? Kim haber verdi bizim geldiğimizi?-

-Söyledim ya, ne diye üstelersiniz! Dört aydan beri İsmail'i
görmedim!..-

-Emine, bunun sonu kötü olacak. Biz de buraya keyfimizden
gelmiyoruz, yüzbaşı söylemedik laf komuyor; bu sefer de
yakalamadan gidersek, iflahımızı keser. Kim bilir hangi dağ başındaki
karakola gönderir.-

Kadın önüne bakıp susuyordu.

Candarmalar birbirlerine baktılar. Svnra yan yana gelip
birkaç kelime fısıldaştılar. Birisi:

-İhbar sahi miydi acaba?- dedi.

Öbürü kurnaz bir gülüşle:

-Şimdi anlarız!..- diye cevap verdi ve bu işlerin kurdu olduğunu
göstermek ister gibi elini salladı. Sonra kadına dönüp:

-Aç şurayı!..- diye bağırdı ve eliyle odanın bir köşesindeki
küçük tahta kapıyı gösterdi.

Kadın bir dakika tereddüt ettikten sonra, o tarafa giderek
tahta mandalı çevirdi ve kapı kendiliğinden açılıverdi. Burası
küçük bir gusülhaneydi.

İçerde kimse yoktu. Öbür candarma sorucu gözlerle arkadaşına baktı:

-Hani ya?- diye mırıldandı.

-Sus!-

İçinde isli bir teneke ile küçük bir tahta iskemle görünen
gusülhaneye yaklaşarak elini tenekenin içine soktu. Sonra parmakları
yanmış gibi hızla geri çekti:

-Bu sıcak su ne olacak?- dedi.

-Hiç!..-

-Hiç olur mu?- ve anlayışlı bir sırıtma dudaklarına yayıldı.

Kadın kızararak mırıldandı:

-Su dökünecektim...-

-Allah'ın gündüzü kalmadı mı? Kime yutturuyorsun? Kocan
burada değil de, gece vakti ne diye sıcak su hazır edersin?-

Sonra arkadaşına dönerek:

-Bu en sağlam usuldür!- dedi. -Bir kaçağın evini ararken
evvela gusülhaneye bakarım!..-

Birdenbire kadını kolundan yakalayıp çekerek bağırdı:

-Artık inkar para etmez! Söyle bakalım, İsmail nerede? Su
adamakıllı sıcak olduğuna göre, herhalde yeni kaçmış. Buralardan
uzak değildir. Söylemezsen kendin bilirsin!-

Kadın, benzi sapsarı kesilmiş bir halde, kolunu kurtarmaya
çalıştı, sesi titreyerek: -Bilmiyorum!..- dedi.

O zaman candarma, kadının kolunu hızla bırakarak odada
dolaşmaya başladı. Arkadaşı bir duvara dayanmış duruyor ve
kadının süratle inip kalkan göğsüne bakıyordu.

Dolaşan candarma birdenbire durdu, arkadaşını eliyle çağırarak
yavaş, fakat kadının duyabileceği bir sesle:

-İsmail herhalde uzakta değildir, bize teslim olmaya gelmezse,
karısının ırzını kurtarmaya da gelmez mi?..- dedi, sonra
daha yavaş bir sesle ilave etti:

-Ben şimdi Emine'yi yakalayıp mindere atarım, bağırırsa,
nasıl olsa İsmail dayanamaz, neredeyse çıkar gelir. O zaman
kapının yanında bekler, ya ölüsünü, ya dirisini yakalarsın... Bağırmazsa...
Eh, ne yapalım... Bir kere de sen denersin!..-

Kadın sapsarı kesilmişti ve titriyordu. Alt dudaklarını kanatacak
kadar ısırıyordu. İki tarafına bakındı. Dört duvardan
ve iki candarmadan başka bir şey yoktu.

Biraz evvel sıcak suya bakan candarma, gözleri parlayarak
kadını bileğinden yakaladı ve odanın kenarına sürükledi. Öbür
candarma silahını eline alarak dışarı çıktı.

Fakat ne öteki, ne de bu, kadının ağzından bir kelime bile
alamadılar... O, her şeye rağmen bir kere bile bağırmadı, yardıma
kimseyi çağırmadı.

Bir müddet sonra candarmalar silahlarını omuzlarına vurup
yüzlerinde tatlı bir yorgunluk ve içlerinde hafif bir endişe
ile evi terk ederlerken, Emine de yavaşça arkalarından dışarı
süzüldü. Çitin kenarlarına sine sine ormana daldı.

Sabaha kadar uzaktaki çalıların arasında bekleyen İsmail,
ortalık ağardığı halde hala evde ışık yandığını görünce sürüne
sürüne sokuldu ve yarı açık kapıdan garip bir üzüntü ile içeri
girdi.

Oda darmadağındı. Yağı bitmeye yüz tutan lamba, cızırtılarla
yanmaya çabalıyordu. Ortada kimseler yoktu.

Kapının önüne çıkarak bir ıslık çaldı. Köy tarafından on
dört yaşlarında bir çocuk göründü. Koşarak ve etrafına bakınarak
geldi. İsmail onu hemen aşağıya, kahve tarafına yolladı.
-Candarmalar Emine'yi götürdülerse n'eylemeli?- diye düşünüyordu.
Fakat yarım saate varmadan dönen oğlan, candarmaların
gece yarısına doğru atlarına binip kasabaya yollandıklarını
ve kimseyi götürmediklerini söyledi.

O zaman köyden gelen daha birkaç kişi ile beraber Emine'yi
aradılar. Her eve sordular, ormanda dolaşıp:

-Kız Emine... Nerdesin?- diye bağırdılar. Fakat ne o gün,
ne de ondan sonra, hiçbir yerden Emine'ye dair bir haber çıkmadı.

Ayda Bir, 01.07.1937

...

Mehtaplı Bir Gece

Yüksek ve üzerinde yer yer otlar fışkıran bir duvara dayanıp
yarı kapalı gözlerini yukarı kaldırınca etrafa alacakaranlığın
çökmüş olduğunu gördü. Gideceği yere yaklaşmış biri gibi
derin bir nefes aldı. Önünde, üzerinden demiryolu geçen bir
köprü vardı. Bunun altına doğru, duvarlara tutunarak yürüdü.
Ayakları titriyor ve göğsü müthiş hırıltılar çıkararak inip kalkıyordu.

-Buracıkta ölebilirim!- diye düşündü.

Fakat sanki onda bu ümidin bir andan fazla yaşamasını istemiyorlarmış
gibi, karşı taraftan, ellerinde çıkınlarıyla birkaç
adam göründü. Hızlı hızlı konuşarak yanından geçip gittiler;
tam arkasından gelen tek atlı bir araba, bozuk kaldırımlarda
hoplayarak, süratle ilerdeki yola daldı.

Burası da tenha değildi. Buradan da gelip geçenler vardı.
Sağda, solda yükselen kalın ve harap duvarlar onu insan gözlerinden
saklayamayacaklardı. Daha tenha ve kimsenin onu rahatsız
etmeyeceği, kendisinin de kimseyi rahatsız etmeyeceği
bir yer bulması lazımdı.

Çıplak ayaklarına geçirdiği tabanları delik pabuçları ağır
birer zincir gibi sürüyerek ve öksürdükçe yırtılır gibi acıyan
göğsünü eliyle bastırarak ilerlemeye başladı.

Üç günden beri tamamen açtı ve belki üç aydır doyuncaya
kadar yemek yememişti.

Açlık aklına gelince, bir eliyle, adeta okşar gibi karnını yakaladı.
Sonra, yer yer çatlamış dudakları gerilerek, yüzünü tebessüme
benzeyen korkunç bir ifade kapladı. Karnındaki kıvrandırıcı
ağrılar dün akşamdan beri kesilmişti. Şimdi onun yerinde
tam bir hissizlik ve biraz da bulantı vardı.

Demiryolu köprüsünün altından geçtikten sonra karanlık
bir sokağa daldı. İki tarafta ahşap evler ve sokaklarda tek tük
çocuklar ve kediler vardı. Bazı pencerelerin arkasından kadın
bağırışları, küfürler, çocuk ağlamaları geliyordu. Yer yer çirkef
çukurlarıyla örtülü olan yolda, birkaç adımda bir durarak ilerledi.
Biraz daha... Ondan sonra tenha bir köşe, insansız bir yer
herhalde gelecekti. Birkaç takunyalı kız, ellerinde su tenekeleri
ile geçerlerken durup ona baktılar. Yürüyüşünü hızlandırmak
isteyince bir öksürük nöbetine tutuldu. Göğsünde tel fırçalar
dolaşıyormuş gibi kıvranıyordu. Nihayet kapısı kapalı bir evin
eşiğine çöküverdi.

Öksürük nöbeti geçtikten sonra, yaşaran gözlerini önüne
dikti. Ayaklarının arasında patlıcan ve soğan kabukları ile iki
aşık kemiği vardı. Bir aralık bunlar kayboldular ve o, tükenmez
bir yolda giden bir adamı durup durup arkasına baktıran bir
hisle, bir anda ve hızla, hafızasında geriye doğru kaydı.

Memleketinden ayrılalı beş seneyi geçmişti. Çocuk denecek
bir yaşta gurbete atılmış, her türlü işe girmiş ve birçok şeyler
öğrenmişti. Son senelerde bir küçük fabrikada motörcü yamaklığı
yapıyordu, hastalığı orada iken başladı. Daha doğrusu
küçükten beri zaman zaman kendisini yoklayan nefes darlığı,
bu fabrikanın havasız, küçük motör dairesinde boğucu bir illet
haline geldi.

Bir müddet her şeye rağmen dayanmaya çalıştı. Baş aşağı
giden bir cereyana bir kere yakasını kaptırdıktan sonra kurtuluş
olmadığını seziyordu. Fakat günden güne artan bir halsizlik
ve göğsünün içinde zaman zaman diken demetleri gibi dolaşıp
gözleri kanlanıncaya kadar onu kıvrandıran öksürük nöbetleri
mütemadiyen arttı ve şiddetlendi. Yara haline gelen nefes boruları
motör dairesinin rutubetli, boğucu havasını içeri alırken bile
sızlamaya başladı.

Bir gün sabahleyin uyandığı zaman, yerinden kımıldayamayacak
halde olduğunu gördü. Birkaç gün aç açına yattıktan
sonra güç halle doğrulup fabrikaya gidince, onu içeri bile almadılar.

Aylardan beri korktuğu yuvarlanış başladı. Bir hafta kadar
cebindeki beş on kuruşu idare etti. Sonra tekrar birkaç gün açlık...

Memleketten gelip şehirde yerleşmiş, oldukça hali vakti
yerinde bir dayısı vardı. Onu aradı ve korka korka evin iki kanatlı
kapısını çaldı.

Buna birkaç gün için taşlığın bir kenarında yatacak yer verdiler
ve önüne birkaç lokma koydular. Fakat burada da dayısının
çocuklarından rahat yoktu. En büyüğü on iki yaşında olan
bu beş oğlan, bir türlü sebebini anlayamadığı bir zulüm ihtiyacıyla
onu canından bezdiriyorlar, uyurken başına su döküyorlar,
hatta bazan öksürük nöbetiyle sarsılırken uzun değneklerle
suratını ve vücudunu dürtüyorlardı.

Celeplikten epeyce para kazanan ve eve geç vakit gelip erkenden
giden dayısı, onun bir kere bile halini sormamıştı. Yanından
geçerken anlaşılmaz bir şeyler homurdanıyor ve gözlerini
hastanın üzerinde bir an tuttuktan sonra, yoluna devam
ediyordu.

Bir sabah, erkenden sokağa çıkıyordu, yeğeninim önünde
biraz durdu, sonra:

-Üç haftadır burada yatıyorsun... Bunun sonu yok, git,
devletin bir hastanesine başvur...- diyerek yoluna devam etti.

Hemen o gün kendisini kapı dışarı ettiler. Akşama kadar
birkaç hastane dolaştı ve her birinin kapısından daha yorgun,
daha ümitsiz ayrıldı. Bir müddet de hemşerilerine yük oldu.
Her biri kendisi kadar fakir olan bu adamlar, ona ellerinden gelen
yardımı yapmaya uğraştılar. Bu da birkaç haftadan fazla
sürmedi. Yeniden bir dolaşma başladı. Bir türlü bitmeyen ve
nereye varacağı belli olmayan bu yolculuklar belki hastalıktan
da beterdi. Dolaba koşulmuş bir hayvan gibi aynı caddeden bir
günde on beş defa geçtiği oluyordu. Bazan dileniyor, bazan polislerden
kaçmak için koşuyor ve tenha bir köşede öksürük
hamleleriyle yerlere yuvarlanıyor, bazan da sokaklardan ve
mahalle aralarındaki çöp tenekelerinden ekmek parçası ve
meyve kabukları toplamaya uğraşıyordu. Hastalığı bu işte bile
onun ellerini bağlayan bir engel idi. Çöp yığınlarının başına
üşüşen sekiz on yaşlarındaki çocuklar, onu kolayca bir kenara
itiyorlar, hatta kendisinin bulduğu bir şeyi bile kolayca elinden
alıveriyorlardı. Ekşi ve yapışkan kokular neşreden bu yığınları
karıştırırken eline geçen bir kavun kabuğunu, üzerinde birkaç
çürük üzüm tanesi bulunan bir salkımı veya henüz içinde yağ
bulaşığı görünen bir sardalya kutusunu yırtık gömleğinin altı-
na telaş ve korku ile saklıyor, bir köşeye çekilip, etrafında sinekler
gibi dolaşan aç çocuklara kaptırmadan, elleri titreyerek
yemeye, sıyırmaya çalışıyordu.

Fakat üç günden beri bunu da yapamıyordu. Midesi, kim
bilir nasıl bir istiğna ile kendisine gönderilen bu çeşitli maddeleri
hemen dışarı yolluyor, hiçbir şey, hatta su bile istemiyordu.

O zaman derhal her şeyi anlar gibi oldu. Bu hal, sonun
yaklaştığına alametti. Artık ölmekten başka yapılacak şey kalmamıştı.
Bunu gayet sakin karşılıyor, mümkün olduğu kadar
sıkıntısız bir şekilde bu dünyayı bırakıp gitmek istiyordu.

Garip bir his, ona, midesinin isyanına rağmen, açlıktan değil,
asıl hastalığından, göğsünden öleceğini söylüyordu. Bunun
için karnını hemen hemen unutmuş gibiydi. İlk günlerde kaburgalarının
aşağısına doğru yayılan ince ince sızılar ve ezilmeler
artık tamamen durmuştu. Şimdi sade göğsü, öksürüğü ve
halsizliği vardı. Her adımda canının biraz daha azaldığını sanıyor,
ağzından kesik darbeler halinde çıkan nefesini, parça parça
dışarı fırlayıp havada kaybolan ruhunu görmek ister gibi, sabit
bakışlarla araştırıyordu.

Dermansızlığı arttıkça, ölecek tenha bir yer aramak ihtiyacı
da çoğaldı. Bir tek korkusu vardı: Kalabalık bir yerde, mesela
bir sokak köşesinde düşüverirse, başına üşüşürler, ifade almaya,
itip kakalamaya, götürmeye kalkarlar, onu rahat can vermeye
bırakmazlardı. Can çekişirken hırpalamaktan ödü kopuyordu.
Kendisine herhangi bir şekilde yardım edilip kurtarılabileceği
düşüncesi kafasından o kadar uzaktı ve dünyada kendisiyle
meşgul olabilecek bir insan bulunabileceği ihtimali ona öyle
yabancı idi ki, bu bitip tükenmez yürüyüşte onun kütleşen sinirlerini
ne bir ümit, ne bir hiddet kıvılcımı harekete getirebiliyordu.

Hayatında yalnızlıktan başka bir şey görmediği için, müthiş
yalnızlığının farkında bile değildi. Etrafından gelip geçenlere,
herhangi ecnebi bir maddeye, bir duvara, bir ağaca, bir köpeğe
bakar gibi düz, alakasız belki biraz çekingen nazarlar fırlatıyordu.

Ölüm ona hiçbir zaman fevkalade bir şey gibi görünmemişti.
Etrafında, küçükten beri, en çok gördüğü şey ölümdü.
Yalnız ölümün bir şekli vardı ki, düşündükçe tüylerini ürpertiyordu.

Köyde ölen sığırlara, atlara ve diğer hayvanlara, gündüz
kargaların ve gece çakalların nasıl üşüştüklerini ve ertesi gün o
leşten nasıl birkaç parça kırmızı renkli kemikten ve birkaç tutam
kıldan başka bir şey kalmadığını çok görmüştü. Farkında
olmadan şimdi onu bu korku avucuna almış bulunuyordu:
Kim olduklarını, ne olduklarını bilmediği ve kendisine bir çakal
veya bir karga kadar yabancı bulduğu bu adamların ihtimal
onu aynı şekilde dideceğini, tanınmaz hale sokacağını sanıyordu.

Oturduğu kapının önunden kalktığı zaman, adamakıllı gece
olmuş ve evlerin alt kısımlarını karanlık sarmıştı. Biraz daha
yukarılarda, çatılara doğru gitgide açılan bir aydınlık vardı.
Birkaç adım attı. Evlerden birinden bir ud sesi, birkaç sokak
öteden sarhoş naraları ile köpek havlamaları geliyordu. Başı
önunde yürüdü. Karşısına tekrar yüksek bir sur çıktı. Onun kenarını
takip ederek on beş yirmi adım daha gidince önü birdenbire açıldı.

Alnından birisi dürtmüş gibi durakladı. Başını kaldırıp ileriye
doğru bakınca, önünde, birkaç adım ilerde, alabildiğine
uzanan ve ayın ışıkları altında hafif hafif şıpırdayan denizi gördü.

Bu gece, harikulade güzel bir geceydi. Her zamankinin iki
misli kadar büyük görünen ay, yerinden fırlamış, toprağa ve
denize adamakıllı yaklaşmış gibiydi. Duvar harabelerinin ve
çöp yığınlarının üzerinde fışkıran arsız nebatlar bir masal bahçesinin
çiçekleri gibi nazlı nazlı sallanıyorlardı. Sahili ara sıra
yalayan dalgaların ıslattığı yosunlu çakıllar, türlü renk oyunları
yapan kıymetli taşlar gibiydi. Her şeyde yarı sarhoş, yarı baygın
bir hal vardı. Her şeyden, bu sessizliğe ve baygınlığa rağmen,
oluk oluk hayat fışkırıyordu.

Gözlerini bir müddet denize, bir müddet aya dikti ve sonra
birdenbire içini bir sızının kapladığını, ölmek istemediğini
anladı. İşte burası sessiz ve kimsesizdi. Bir köşeye arkası üstü
uzanır ve gözlerini tepedeki soluk yıldızlara dikerek gelecek
anı bekleyebilirdi. Buna rağmen, sızlayan göğsünün derin ve
hayat dolu bir nefes almak için kabarmak istediğini fark etti.
Gözleri yaşarmıştı. Hayatında hiç başına gelmeyen bu hal;
ona hayret verdi. Daha fazla düşünmeye vakit kalmadan göğsünü
kaplayan bir öksürük onu birkaç dakika kıvrandırdı, giderken
de, garip ve o zamana kadar alışmadığı bir hüzün bıraktı.
Öleceğine olan kanaati sarsılmamıştı, fakat bu ona yarım
bir şey gibi geliyordu. Etrafında bir eksiklik vardı, düşünmeye
çalıştı: Kafasından sis halinde birtakım şekiller geçtiler,
kimisini köyüne, kimisini anasına benzetmek istedi, fakat hiçbir
şeyi tamamıyla seçemedi. Yavaşça bir taşın üzerine oturdu.

Ne kadar sonra olduğunu pek bilmiyordu, biraz ilerisinde
bir cisim harekete geçti. Eskiden beri orada mıydı, yoksa yavaş
yavaş mı sokulmuştu? Bunu düşüneyim derken ince bir kadın
vücudu ona doğru yaklaştı, bir adım ilerisinde durarak gözlerini
erkeğin yüzüne dikti.

Erkek başını kaldırınca her şeyden evvel karşısındakinin
gözleriyle karşılaştı. Renkleri belli olmayan, fakat acayip bir
ışıkla parlayan bu küçük noktacıklar, vücudu üzerinde ağır
ağır dolaşıyorlardı.

Kadın mehtabı arkasına aldığı için, yüzü karanlıkta kalmıştı.
Gölgesi erkeğin dizinin yanına düşüyordu. İri elleri incecik
kolların ucunda ağır bir cisim gibi sallanıyordu. Çıplak ayaklarında
atkıları bağlanmamış ve topukları kırık iskarpinler, sırtında
rengi belli olmayan, yalnız göğsü kirden ve lekelerden koyulaşan
kısa bir entari vardı.

Kadın bir adım daha attı, erkeğin yanına oturdu ve kaşlarını
manalı olmak isteyen bir şekilde kaldırarak yüzünü yanındakine
çevirdi.

Erkek, şimdi ay ışığının tamamıyla aydınlattığı bu yüze
hayretle baktı.

Bu esmer ve yağlı çehrede çiçek belki en korkunç tahribatını
yapmıştı. Derin çukurlar yer yer birleşmişler ve geniş sahaları
kaplamışlardı. Dudakları ince ve beyaz iki çizgi halinde geriliyor
ve yüzündeki çukurlara birçok da kırışıklar ilave eden yılışık
ve yalancı bir gülüş, gözlerinin altına kadar uzanıyordu.
Kesik ve yorgun nefes alan ve bulunduğu yerde yıkılıp kalmamak
için elleriyle iki tarafını tutan hasta adam, kadının bu gülüşüyle
ürperdi. Etrafındaki bütün çirkinliklere, bütün kirlere
gümüş bir örtü örten ve her şeyi bir an için güzelleştiren ay, bu
çiçekbozuğu yüzü bir kat daha iğrenç yapıyordu... Yalnız bir
şey biraz tuhaftı: Yaşının kaç olduğunun tahmin edilmesine imkan
olmayan bu kadının koyu siyah gözleri, en genç parıltılarla
hareket ediyor ve insanın üzerinde duruyordu. Bunların derinlerinde,
yüzdeki korkunç tebessümle tam bir tezat teşkil eden,
bir hüzün saklı gibiydi.

Kadın biraz daha sokularak:

-Konuşsana!- dedi ve bunu çatlak bir ses ve apaçık bir
köylü şivesiyle söyledi.

O zaman biraz kendine gelmeye çalışan delikanlı, dinlene
dinlene:

-Sen nerelisin?- diye sordu.

-N'ideceksin?-

-Hiç!-

-Gel biraz, şöyle gidelim.-

-Ne diye?- Kadın fevkalade bir tabiilikle:

-Burası pek ortalık yer. Gören olur!- dedi.

Bir an için parlamış olan alakası hemen sönen erkek, ters
bir omuz silkmesiyle homurdandı:

-Hadi, sen işine gitsene!-

Kadın bu hakareti duymamış gibi güldü. Bacak bacak üstüne
atarak, pişkin bir eda ile:

-Meteliksiz misin?- dedi ve sağ elinin baş ve şehadetparmaklarıyla
para işareti yaptı.

Erkeğin yüzünde gülümsemeye benzeyen bir ifade dolaştı.

Öteki, elini hastanın omuzuna koyarak:

-On beş kuruşun da mı yok?- dedi. Sonra bu miktarın azlığını
mazur göstermek ister gibi ilave etti:

-Biz alçakgönüllüyüz...-

Erkek boğuk bir sesle:

-Hadi git be!- dedi ve eliyle şiddetli bir hareket yaptı. Fakat
bu, onu derhal eskilerinden daha berbat bir öksürük nöbetinin
içine fırlattı. Yerinden hopluyor, iki kat oluyor, dışarı fırlayan
gözlerini yardım ister gibi etrafındaki eşyaya çeviriyordu. Kadının
orada bulunduğunu unutmuş gibiydi. Belki beş dakika kadar
süren bu nöbetten sonra, biraz evvel oturduğu taşın dibine
yığılıverdi. Gözleri donuklaşmış, yüzü manasız ve sarkık bir hal
almış, dudaklarının kenarında kanlı köpükler belirmişti.

Bu müddet zarfında ayakta ve kararsız bekleyen kadın yavaşça eğildi:

-Amanın- dedi, -sen hastaymışsın ya!-

Genç adamın ifadesiz gözleri bir müddet karşısındakinin
üzerinde kaldı, sonra başı yavaşça önüne düştü.

Kadın dizleri üzerine çökerek:

-Neyin var? Ne diye önceden diyivermedin!- diye mırıldandı.
-Kalk seni şuraya götüreyim, biraz uzanıp yatarsın!-
Sonra daha yavaş bir sesle ve başını sallayarak ilave etti: -Herhalde
açsın da!-

Hasta hiçbir şey söylemeden, çok güç bir iş yapıyormuş gibi,
başını doğrulttu. Gözleri karşılaşınca birdenbire yüzünü sükunete
benzeyen bir ifade kapladı.

Bir müddet evvel kadının gözlerinde görür gibi olduğu hüzün,
şimdi onun esmer ve çiçekbozuğu yüzünü, ince ve renksiz
dudaklarını da sarmıştı. Yerinden kımıldamaya çalıştı. Kadın
onu kolundan tuttu:

-Uzak değil, şuracıkta!- dedi.

Beş on adım yürüdüler. Önlerine yanmış bir evin dört duvarı
geldi. Boş bir delikten ibaret olan kapının iki ayak merdivenini
çıkarak içeri girdiler. Üstü açık olan ve etrafındaki kocaman
taş pencerelerden deniz görünen bu duvar harabelerinin
bir köşesine, bir metre kadar yükseklikte, bir çuval gerilmişti.
Onun altında bir küçük testi, örtüye benzeyen bir paçavra yığını
ve bir miktar otun üzerine serilmiş, yer yer yırtık bir keçe
vardı. Duvarın taşları arasına sokulmuş bir tahtada ezik bir sepet
asılı duruyordu. Kadın hastayı keçenin üzerine arkası üstü
yatırdı, sepeti duvardan alarak içinden birkaç kuru ekmek parçası
çıkardı ve:

-Ye bakalım!- dedi.

Erkek kaşlarını kaldırdı.

Kadın sordu:

-Kaç günden beri bir şey yemedin?-

Erkek parmaklarıyla üç diye gösterdi.

-Dur öyleyse, sana sıcak bir şey kaynatayım.-

Duvarın mukabil köşesine giderek yongalarla bir ateş yaktı.
Kapaksız ve eğri büğrü bir çaydanlıkta biraz su kaynattı.
Sonra sepetin içini uzun müddet araştırıp bulduğu üç tane şekeri
bu suya atarak karıştırdı ve hazırladığı şekerli sıcak suyu
yudum yudum genç adama içirdi.

Göğsünden aşağı yavaşça inen bu kaynar mayi, onun kaburgaları
arasındaki yaraları sanki yakıyor ve hiç arkası kesilmeyen
batmalar her yudumda bir miktar azalıyordu.

Bunu içtikten sonra yavaşça arkası üstü kaydı, olduğu yere
uzandı. Kımıldadıkça altındaki otlar hışırdıyordu.

Kadın bir kenarda duran paçavraları onun başının altına
doğru sürdü.

Genç adam bir müddet gözleri kapalı bu halde kaldıktan
sonra kendinden geçer gibi oldu, fakat birdenbire göğsünde
yanmalar ve gırtlağını parçalayan öksürüklerle yerinden fırladı.
Kadın onun çırpınan kollarını tutmaya çalışıyor, şaşkın gözlerle
etrafına bakınıyor ve mütemadiyen:

-Amanın Yarabbi!.. Ne yapsak ki?- diye söyleniyordu.

Sabaha kadar bu şekilde birçok kere nöbetler tekrarladı.
Her defasında kadın onun savrulan başını yakalıyor, eliyle terli
alnını siliyor, hala ılıklığını muhafaza eden şekerli sudan birkaç
yudum içiriyor ve sonra, nöbet geçince, başını yavaşça paçavraların
üzerine koyuyordu.

Ay, her şeyi yalancı bir güzelliğe bürüyen örtüsünü sürüyerek
garp tarafındaki sırtlara yaklaşıyor ve karşılarındaki dağların
tepeleri hafif pembe bir ışığa gömülüyordu.

Genç hasta uzun zamandan beri arka üstü yatarak, gökyüzünde
gitgide solan ve hala sallanır gibi kımıldayan yıldızları
boş gözlerle seyretmiş ve tekrar boğazına sarılacak bir nöbeti
korkuyla beklemişti. Nihayet bu beklemeden usanmış gibi gözlerini
yumdu ve müthiş bir yorgunluğun tesiriyle içi geçer gibi oldu.

Fakat bir müddet sonra garip bir hisle kendine geldi. Evvela
gözlerini açmayarak bunun ne olduğunu anlamak istedi: Yüzüne
kısa aralıklarla damlalar düşüyordu. Hafifçe gözlerini
araladı. Bütün vücuduna o zamana kadar bilmediği tatlı bir ürperme
yayıldı. Alacakaranlıkta yüzü pek belli olmayan kadın,
üzerine eğilmiş, ses çıkarmadan ağlıyor, yalnız ara sıra, göğsünde
boğmak istediği bir hıçkırıkla sarsılıyordu.

Genç adam, başının üst tarafında bir insan kalbinin hızla
çarptığını duydu. Gözlerini büsbütün açarak yukarıya baktı.
Kadının esmer, yağlı ve çiçekbozuğu yüzü ona öpülecek kadar
güzel geldi. Bu yüzde, şimdiye kadar hiçbir insanda rastlamadığı
bir alakanın izleri, bir kardeş, bir ana, bir sevgili alakasının
ifadesi vardı. Hiç tanımadığı, ne olduğunu, kim olduğunu bilmediği
bir insanın üzerine eğilerek böyle perişan, böyle acı
gözyaşları dökebilen bu kadın ona harikulade bir mahluk gibi
görünüyordu.

Gözleri birbirine rastlayınca kadınınkiler gülümser gibi oldu,
fakat bunun arkasında yine o her zamanki genç ve mahzun
ifade vardı.

Erkek, sebebini anlayamadığı bir gevşekliğe düştüğünü
hissetti. Elleriyle kadının kemikli, iri ve sert parmaklarını tuttu,
göğsüne doğru çekti. Gözlerini kapayarak, hala yüzüne damlayan
sıcak yaşların altında, belki senelerden beri ilk defa olarak,
sakin ve tatlı bir uykuya daldı.

Tan Gaz., 16.11.1937

...

Köstence Güzellik Kraliçesi

Dört seneden beri görmediğim Berlin'e yeni gelmiştim.
Kah kerpiç evli kasabalarda, kah kızgın güneşle açık mavi denizin
kavuştuğu Akdeniz kıyısındaki şehirlerde oturarak ve bazan
da yaşlı bir at sırtında ve fundalıklı yollarda köyden köye
giderek geçirdiğim bu dört seneden sonra; Berlin bana eskiden
hiç görmediğim bir yer gibi geldi. Alacakaranlıkta indiğim istasyonun
merdivenlerinde ayaklarım ve karşıma çıkan büyük
bir gazinonun şiddetle aydınlatılmış pencerelerinde gözlerim
acemileşti. Eşyamı bir otele bırakır bırakmaz, üstümü bile değiştirmeden,
sokağa fırladım, ağır ağır yürümeye başladım.

Fakat etrafımdaki evler üstüme yıkılacak gibi canlandılar;
sokaklarda yuvarlanan tramvaylar, otobüsler, telaşlı insanlar
hep birden bana doğru koşmaya başladılar. Kaçacak bir yer
aradım. Girmek isteyerek koştuğum gazinoların içinden doğru
fışkıran kalabalık kokusu ve insan gürültüsü beni geri fırlattı.
İçlerine kadar girdiğim yerlerde gene her şeyde o canlanmayı,
bana doğru koşuşu görür gibi oldum. Dans edenler benim etrafımda
dönüyorlarmış sanıyordum. Tavandaki donuk avizeler
yaklaşıp uzaklaşıyordu. Acele ile hesap görerek dışarı fırlarken,
garsonlar durup bana bakıyorlardı.

Büyük şehir beni sarmıştı. Onun içinde, uzun zamandır alışık
olmadığım midesinde biraz daha kalırsam boğulacaktım.
İlk gelen otobüse atlayarak rastgele bir istikamete yollandım.
Hava hafif yağmurlu olduğu için, arabanın üst katında kimseler
yoktu. Oraya çıktım. Nemli muşamba kanapelere oturdum.
Biraz kendime gelir gibi oldum. İnsanlar aşağıda, yaya kaldırımında
koşuşmakta devam ediyorlardı. İki taraftaki binalar
elektrik reklamlarının arkasına saklanmışlardı. Esmer renkli evlerin
pencerelerinden fırlayan ışıklar yolun iki tarafındaki ağaçlara
yapışıp kalıyordu. Bu ağaçların başucumda sallanan ve
birbiri arkasına geçip giden dallarına elimi uzattım. Yapraklar
parmaklarımı ıslattı. Bütün vücuduma bir serinlik yayıldı. O
zaman nasıl ateş gibi yandığımı anladım.

Otobüs, gitgide tenhalaşan yollarda, yolun tenhalığı nispetinde
hızını artırarak gidiyordu. Muayyen bir hedefim yoktu;
yalnız uzaklaşmak, beni birdenbire sarhoş eden, büyük ve canlı
bir mahluk gibi pençelerine almak isteyen şehirden kurtularak
kendime gelmek istiyordum. Berlin'in merkezinden uzaklaşıp
kenar semtlere geldikçe asfalt yollar bitmiş, kaldırım başlamıştı.
Araba hafif hafif sarsılarak ilerliyordu. Bir köşe başında durduk.
Biletçi gelerek buradan ileri gidilmeyeceğini söyledi. İndim.
Etrafıma bakındım. Hiç tanımadığım yerlerdi. Şehrin şimaline
doğru geldiğimizi biliyordum, o kadar. İki tarafımda
dümdüz cepheli yüksek binalar vardı. Otobüs homurdanarak
geri dönerken ben de rastgele yürümeye başladım. Birdenbire
kulağıma uzaktan bir müzik sesi geldi.

Bu, Berlin'de her evin herhangi bir penceresinden zaman
zaman sokağa dökülen bir piyano, bir ev müziği sesi değildi.
Buralarda herhalde, içinde çalgı olan bir gazino bulunmalıydı.
İçine girmek için değil, şöyle bir önünden geçmek için gözlerimle
araştırdım, o zaman sokağın karşı tarafında ve biraz ileride
ışıkları aşağıdan doğru sokağa vuran bir yer gördüm.

Burası bir bodrumdu. Dört ayak merdivenle inildikten sonra
alçak bir kapı vardı. O anda kapıldığım bir merakla merdivenleri
indim, kapıyı iterek içeri girdim.

Yüzüme içki kokusu ve ıslak bir hava çarptı. Girintili çıkıntılı
bir salonun kenarlarına dağıtılmış masalarda kırmızı suratlı
adamlar oturuyorlar ve zaman zaman iri bira bardaklarını dikiyorlardı.
Bir köşede, yüksekçe bir yerde, dört kişilik bir müzik
takımı (bir piyano, bir viyolonsel, bir keman ve bir davul), bu
kabil müzikli yerlerin hiç değişmeyen ebedi parçalarını çalıyordu.
Kapıya yakın boş bir masaya giderek oturdum. Girerken
vestiyere benzer bir şey görmediğim için şapkamı ve elimdeki
birkaç gazeteyi bir iskemleye bıraktım. Bir bardak bira getirdiler.
Ben de etrafa göz gezdirmeye başladım.

Üzerlerinde mavi damalı örtüler bulunan masalarda, ekserisi
işçi kılıklı insanlar oturuyor ve hızlı hızlı konuşuyordu.
Müzik ara sıra altmış senelik bir vals çalmaya başlıyor, iriyarı
herifler masalarındaki sarhoş kadınlardan birini alarak zıplamaya
başlıyordu. Bu kadınlar, yüzlerinde bir bıkkınlık ve çürüklük
ifadesi taşıyarak, ayaklarına basan bu bir gecelik hovardalara
gülümsüyorlardı. Danstan sonra, viyolonsel çalan esmer
adam, piyano ile beraber sanatını gösterdi. O zaman; pek de
acemi olmayan eller, buraların en yüksek müzik seviyesini teşkil
eden parçaları birbiri arkasına sundu. Her küçük gazinoda
yüzlerce defa çalınan bu eserler: Bu Barkarol, bu Noktürn, bu
Macar Rapsodisi ve Karmen... ve bunları çalanların yüzünü
kaplayan mühim ifade beni buradan da kaçıracaktı. Fakat bu
sırada içeriye garip bir adam girdi.

Kapı evvela hafifçe aralandı ve iki açık mavi göz salonda
dolaştı. Sonra korkak adımlarla, küçük, zayıf bir vücut içeri süzüldü.
Bakışları oradakileri incitecekmiş gibi, ürkek gözlerini
etrafta gezdiriyor, bir yere oturmaya cesaret edemiyordu. Ben
yanımdaki iskemleden şapkamı ve gazetelerimi aldım. Bunu
görünce yüzünde bir teşekkür dolaştı ve yanıma oturdu.

Yakından oldukça yaşlı gibi duruyordu. Gözlerinin kenarı
buruşuklar içindeydi. İncecik boynunda ta ensesine kadar uzanan
çizgiler vardı ve kulak memeleri tüylü idi. Gözleri bana ilişince
teşekkür etmek ister gibi sırıtıyor ve ince dudaklarının
arasından sarı dişleri görünüyordu. Gazinonun iç taraflarına
dikilen gözleri bir an parladı. O tarafa baktım. Uzun boylu bir
kadın bize doğru geliyordu. Yaklaşınca Almanca selamladı:
-Hoş geldin Gravila!- dedi. Sonra anlamadığım bir dilde konuştular.
Kadın bir iskemle çekip oturdu ve konuşmasına devam
etti. Ara sıra laf bitmiş gibi duruşlarından, muayyen bir
mevzu etrafında konuşmadıklarını anlıyordum. Kadının tavrında
garip bir melankoli vardı ve bu, onun zaten güzel olan
yüzünü büsbütün cazibelendiriyordu. Fakat bu, eski ve metruk
şatoların dış manzarasına benzeyen, biraz da ürkütücü bir cazibeydi.
Gülüşleri insanda beraber gülmek değil, belki gözleri çevirmek,
hatta kaçırmak isteğini uyandırıyordu. Bu gülüşlerin
arkasında bir şey saklı gibiydi. Bütün bunlar toplu bir halde,
insanı onun mukadderatına bağlamakta gecikmiyordu. Daha
şimdiden zor zapt ettiğim bir merakla onun gideceği dakikayı
bekliyordum. Hemen yanımdakine sormaya başlayacaktım.
Halbuki o, sıska boynunu ileri uzatmış, gözleriyle karşısındaki
kadına, mümkün olsa, onu ebediyete kadar bırakmamak ister
gibi yapışmıştı. Kadının her sözünü sanki içiyor ve vücuduna
bu sözler şiddetli bir mayi halinde giriyormuş gibi zaman zaman
sarsılıyordu.

Biraz sonra kadın do,ğruldu. Elini yanımdakinin omuzuna
vurduktan sonra ağır, fakat ahenkli adımlarla uzaklaştı. O zaman
erkeğin gözlerinde biraz evvelki tatlı ve yalvaran bakışın
yerini alev gibi parlayan bir ihtiras aldı. Ürperdiğimi hissettim.
Hayatımda hiçbir erkeğin bir kadına bu kadar isteyerek, bu kadar
deli gibi, bu kadar yeis içinde baktığını görmemiştim. Hiçbir
şey sormaya cesaret edemedim.

Kadın ileride birkaç yaşlı ve şişman adamın yanına oturdu.
Bunların halleri, evlerinden bir gecelik kaçamak yapan orta
halli esnaf olduklarını gösteriyordu. Zaman zaman yanlarındaki
kadını unutarak birbirleriyle münakaşaya dalıyorlar ve kadın
bu sırada uyuklar gibi oluyordu.

Yanımdaki adamın gözleri hala o tarafta idi. Yavaşça, bir
şey içmesini teklif ettim.

Hep o teşekkür etmek isteyen bakışı ile beni süzdü:

-Şarap içerim...- dedi.

Garsonu çağırdım. Yanımdakine şarap getirmesini söyledim.
Tanır gözlerle ona baktı ve yanılmadımsa gülümser gibi
oldu. Bu benim için pek de hoş olmayan bir gülümseme idi.

Yanımdaki bir bardak doldurup bir nefeste diktikten sonra
zeki bir bakışla:

-Burada beni tanırlar- dedi ve ilave etti: -Gene şarap ısmarlatacak
birini buldum diye gülüyor!-

Hayretle baktım.

-Her zaman sizin gibi biri çıkmıyor...- dedi. -Bütün gece
bir şey içmeden oturuyorum. Barın sahibi de kızıyor...-

Gözlerini buğulamaya başlayan şaraptan biraz daha içerek:

-Marina da ısmarlayabilir, fakat sarhoş olmamı hiç istemiyor.
Sonra beni eve götürmekte güçlük çekiyor.-

Gözleri tekrar kadına doğru kaydı ve deminki gibi alevleniverdi.

Zamanı geldiğini sanarak:

-Arkadaşınız mıdır?- dedim.

-Evet!- dedi. Fakat bu evette benim anlayamadığım bir
şeyler de gizli gibiydi. Yüzüne baktım.

-İkimiz de Romanyalıyız!- dedi. -Altı senedir de beraberiz...-

O zaman alelade bir vaka karşısında kalıvermekten doğan
bir inkisara uğradım. Fakat birbirlerine karşı olan hallerini
hatırlayınca, bu aleladeliğin arkasında başka şeyler, anlaşılmaz,
karanlık birtakım şeyler bulunması lazım geleceğini düşünerek
büsbütün meraklandım.

Yanımdaki ikinci şişeye de başlamıştı. Salonu gitgide daha
çok sis kaplıyordu. Masalar tenhalaşmış, kadınların yüzüne daha
açık bir yorgunluk çökmüştü. Masalarda uyuyup kalmamak
için kendilerini sarsıyorlardı. Büfedeki adam da bir kenara
oturmuş ve çenesini eline dayayarak düşünceye dalmıştı. Keman
bilmem kaç yüzüncü defa Toselli'nin serenadını haykırıyor
ve piyanist başını arkaya fırlatarak, bu parçayı ilk defa çaldığı
zamanki coşkunluğunu bulmaya çabalıyordu.

İkinci şişeyi de yarılayan adam, elini omuzuma koydu:

-Siz garip bir insansınız!- dedi. -Konuşmuyor, sormuyorsunuz.
Fakat öyle bir haliniz var ki, her şeyi anlayabilirsiniz
hissini veriyor.-

Eliyle yakasını tuttu, şarap şişesini itti. Bir şey söylemek istiyordu.
Masanın üstünde duran elime yapıştı: -Artık dayanamayacağım...-
dedi. -Artık dayanamayacağım. Söyleyin bana... Ben ne yapayım?-

Elimi çektim. O da toplanır gibi oldu ve önüne baktı. Sonra
hafif bir sesle:

-Affediniz... Affediniz. Aman Yarabbi, sizi ne kadar taciz
ediyorum...- diye yalvardı.

Kendisini teskin ettim:

-Söyleyiniz- dedim, -sizi alaka ile dinleyeceğim!-

-Ah!.. Alaka ile değil... Beni anlayarak dinleyiniz... Bana
acıyınız. Ahhh!..- diye inledi. Sonra birdenbire, mukaddeme filan
yapmadan, anlatmaya başladı:

-Sekiz sene evvel... O zaman Bükreş Üniversitesi'nde okuyordum.
Dişçi olacaktım. Babam Köstence'de doktordu. Vaziyeti
fena değildi. Bana neşeli bir talebe hayatı temin edebiliyordu.
Bilmem gittiniz mi, Bükreş, dünyanın en neşeli şehri, Bükreş
Üniversitesi dünyanın en neşeli mektebidir... Ben de oranın
en neşeli talebesiydim... Belki de en yaramaz talebesi. Kadınların
üzerinde de hususi bir nüfuzum vardı. Onları mühimsemeden
kendilerine lakayt olmadığımı hissettirmenin usulünü biliyordum.
Birçok istasyonları arkasında bırakan bir tren kadar
tabiilikle birinden ötekine atlıyordum. Fakat son sınıfta iken
küçük bir Besarabyalı kız beni kendine bağlamaya muvaffak
olmuştu. Hatta ikimiz aynı pansiyona taşınmıştık. Çok çapkın
bir mahluktu. Dünyada kederin ne olduğunu bilmiyordu. Birkaç
ay beraber yaşadıktan sonra kış vakansı geldi. Ben Köstence'ye
gidecektim. Hiç teessürsüz birbirimizden ayrıldık. On beş
gün sonra dönecektim.

Köstence'ye öğle üzeri geldim. Trenden çıkar çıkmaz kalabalık
bir alayla karşılaştım. Durup seyrettim. Bir sürü halk arasında,
çiçeklerle süslenmiş bir kamyon geçiyor ve bunun içinde
beyaz elbiseler giydirilmiş, adeta daha çocuk denebilecek bir
genç kız ayakta durup etrafa selamlar veriyordu. Başında hanımellerinden
bir taç vardı. Yanımdakilere sordum. 'Köstence
Güzellik Kraliçesi!' dediler; ilk kraliçe seçimi bu sene olduğu
için, halk pek coşkun ve dün akşamdan beri bütün Köstence
ayakta imiş.

Otomobildeki kıza baktım. Yüzü biraz yorgun, biraz şaşkın
ve biraz da mesuttu.

Alay geçtikten sonra evime gittim.

O gece kraliçenin şerefine bir balo veriliyordu. Arkadaşlarım
muhakkak benim de gelmemi istediler. Yorgun olduğumu
filan söyledim, ısrar ettiler.

Biliyor musunuz, bir dakika, hatta bir saniyede verilen veya
verilmeyen bir karar, bir tereddüt anı, insanın hayatı üzerinde
ne uçsuz bucaksız neticeler doğurabiliyor.

O gün baloya gitmesem, arkadaşlarımın muhakkak fazla
şiddetli olmayan ısrarlarını biraz kuvvetle reddetsem, hayatım
kim bilir nasıl bir istikamet almış olacaktı.

O akşam baloya gittim. Kalabalıktık. Kraliçe her dansta
başka bir gencin kollarında görülüyordu. Birkaç kere yanımdan
geçti. Yüzü gündüzki gibi biraz yorgun, biraz şaşkın ve biraz
da mesuttu.

Bir aralık büfeye gitmiştim. Arkamdan birisi çekti. Döndüm:
Arkadaşlarımdan biri. Yanında kraliçe vardı. Bizi tanıştırdı, sonra:

'Bükreşli üniversite talebesine bir dans bahşetmez misiniz?' dedi.

Dönmeye başladım ve ilk olarak o zaman bu kadına dikkatle
baktım. Ayaklarım dolaşır gibi ve içimde, uzak sezişlerle,
bir şey kırılır gibi oldu. Onun da gözleri bana dikilmişti. Kendimde
bir şey söyleyecek kudret bulamadım ve dans bitinceye
kadar kendime gelmeye çabaladım. Hiçbir şey konuşmadan
ayrıldık.

Fakat ondan sonraki danslarda, isminin Marina olduğunu,
bir mağazada satıcılık ederken güzellik kraliçesi seçildiğini ve
yarın gene işe başlayacağı için bu iki günlük yorgunluğun kendisini
düşündürdüğünü öğrendim.

Bu tatlı, fakat devamsız rüyadan artık uyanmak ister gibi
bir hali vardı. Bu hal beni büsbütün ona yaklaştırdı. İhtimal etrafımda
bu kadar tabii mahluklar görmüş olmadığım için bu
kızın yanı bana ılık ve gürültüsüz bir köşe gibi görünüyordu.
Ertesi günlerde de kendisini görmek için söz aldım.

Ne diye uzatmalı bu lafları, efendi!.. Hulasa o geceden sonra
onu her gün gördüm. Köstence'de kaldığım on beş gün bir
saat gibi geçti. Ah, o on beş günün hatırasını içimde nasıl bir
yerde saklıyorum bilseniz... O günlerde bütün dünyayı bir parmağımla
yerinden oynatabileceğimi sanıyordum. O günlerde
benim için her şey kabildi. Bütün kainatın ve milyonlarca senelik
hayatın hiçbir manası olmasa böyle bir on beş günün bunlara
mana verebileceğini düşünüyordum. Sahilde yan yana dolaşıyor
ve sadece birbirimize bakışıp gülümsüyorduk. Yalnız rüzgarın
dolaştığı ve dalgaların yaladığı plajlarda paltolarımıza
bürünerek koşuyor ve birbirimizin soğuktan kızaran yanaklarını
öpüyorduk.

Fakat on beş gün çok çabuk geçti. Bükreş'e dönmek zamanı
geldi. Ona evlenmeyi vaat etmiştim, fakat bunu aileme açmama
ihtimal yoktu. Bir mağazada satıcı olan ve sonra güzellik
kraliçeliği gibi, burjuva muhitlerinin aforozuna kafi bir sıfatı
üzerinde taşıyan bir kızın lafını evde ağzıma almak bile tehlikeli
olurdu.

Mektebi bitirince hemen gelip kendisini alacağımı, o zaman
müstakil olacağım için kimseye danışmaya hacet kalmayacağını
söyledim. İstasyona gelmesi doğru olmadığı için, bir
gün evvelden ayrıldık. O dakika hala gözlerimin önündedir.
Belki yarım saat birbirimizi kucakladıktan ve ağlaştıktan sonra,
ben uzaklaşırken, arkamdan seslendi. O zamana kadar kendisinden
duymadığım ciddi bir sesle:

'Sakın beni bırakma... Ben sonra çok fena olurum Gravila!'
dedi.

Ben bu ihtarın dehşetini hiç düşünmedim. Fakat ne bilirdim...
Bunun bu kadar şiddetle hakikat olacağını ne bilirdim?..-

Gravila biraz durdu. Gözlerini uzaktaki köşede uyuklayan
kadına çevirdi ve sonra şarap bardağını yakalayarak sonuna
kadar içti. Şarap damlaları tıraşlı çenesinden kirli gömleğine
süzülüyordu. Eliyle onları siler gibi yaptıktan sonra devam etti:

-Ben Bükreş'e döndükten sonra birkaç ay mektuplaştık.
Onun her mektubu daha ateşlenmiş olarak geliyordu. Fakat
ben dünyanın en neşeli şehrinde ve dünyanın en neşeli insanları
arasında Köstence Güzellik Kraliçesi'ni icap ettiği kadar çok
hatırlayamıyordum. Son mektuplarımdan bunu, hissetmiş olacağını
zannediyor ve üzülüyordum. Fakat o hiçbir şekilde bunu
ima edecek bir şey yazmıyordu. Benim mektuplarım gitgide
seyrekleşti. Dersler, arkadaşlar beni çok meşgul ediyorlardı ve
tekrar aynı pansiyona taşındığımız küçük Besarabyalı, insana
göz açtırmıyordu. O da beni unutmaya başladı diyordum. Çünkü,
üst üste üç mektubunu cevapsız bıraktıktan sonra o da yazmaz
olmuştu. Ben bu macerayı da diğer hatıraların arasına
gömdüm. Yalnız, onları hatırlamak bana tatlı bir iş gibi geldiği
halde, bunu aklıma getirmekten adeta korkuyordum.

Üniversite bitti. Ben hiç Köstence'ye uğramadan, o sıralarda
Bükreş'e gelmiş olan babamın ve annemin gönlünü yaparak,
buraya, Almanya'ya geldim. Mesleğimde ilerlemek istiyordum.
Neşeli ve hoş günler tekrar başladı ve bir buçuk sene sürdü.
Sonra Romanya'ya döndüm. Bir kabine açmak için lazım
olan parayı koparmak maksadıyla Köstence'ye gittim. Bu sırada
güzellik kraliçesi hakkında korka korka malumat almak istediğim
bir arkadaş, onun uzun zaman evvel birdenbire ortadan
kaybolduğunu söyledi. Oh, dedim, mukadderat bizim ayrı
yollarda yürümemizi istemiş, ne yapalım?

Fakat ne kadar yanılıyormuşum. Ah, efendi, bilseniz ne kadar
yanılıyormuşum. Fakat sizi sıkıyorum, değil mi? Affediniz,
sonuna geldim... Evet, babamdan bir miktar para alıp Bükreş'e
döndüğüm günlerde, birkaç kişi birlikte bir müzikhole gitmiştik.
Onu orada, birkaç sarhoş talebenin masasında gördüm.
Göğsü bağrı açık ve fitil gibi sarhoştu. Beni uzaktan tanıyamadı.
Yanına yaklaşınca gülerek doğruldu. Sonra birdenbire kaşları
çatıldı. Sarhoş dimağı birçok hatıraların hücumuna uğruyormuş
gibi gözleri bulandı ve beni eliyle göğsümden iterek sallana
sallana uzaklaştı; o akşam bir daha salonda görünmedi.

Ben harap bir halde kaldım. Fazla oturamayarak yattığım
yere döndüm ve ertesi akşam erkenden aynı müzikhole koştum.
Oradaydı, benim geleceğimi biliyormuş gibi, hayret etmeden
yanıma yaklaştı. Masama oturdu. Şundan bundan konuştuk.
Fakat ne bir kelime ile kendi vaziyetinden, ne de eski günlerden
bahsetti. Ben sözü açmak isteyince sert bir tavırla susturdu ve:

'Ben bütün geçen günleri unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum!'
dedi.

Her akşam oraya devama başladım ve her akşam aramızdaki
bu manasız konuşmalar tekrarlandı. Benimle bir arkadaş
gibi konuşuyor, beraber içiyor, dans ediyor, fakat bir kelimeyle
bile eski şeylere dokunmama müsaade etmiyordu.

Tekrar deli gibi ona aşık olduğumu hissettim. Bir uçurumun
kenarında ve yuvarlanmak üzere olan bir adam gibi çırpınıyordum.
Son bir ümitle kendisine buradan ayrılmasını ve benim
yanıma gelmesini söyledim; sadece güldü, acı acı güldü.

O zamandan beri benim için dayanılmaz hayat başladı.
Marina bir yerde durmuyor, muhtelif şehirleri, memleketleri
dolaşıyordu. Ben de her şeyi bırakarak onunla beraber dolaşmaya
başladım. O, buna itiraz etmedi. Hatta benimle alakadar
oldu. Bana yardım etti. Fakat başka hiçbir şey... Sanki etten, kemikten
ve sinirden yapılmış bir mahluk değildi. Sanki bir mermer,
bir kaya yahut bir ölüydü. Ne ağlamalarım, ne kendimi
mahvedercesine geçmişi tamire çalışışım fayda vermedi. Altı
senedir bu hayat, bu cehennem hayatı devam ediyor. Bu altı senede
onun kalbinin bana karşı bir kere bile yumuşadığını görmedim.
Demin gördüğünüz gibi, benimle çok alakadar ve dosttur.
Fakat o kadar. Bir kere kapadığı kalbini bir daha açmıyor.
Dolaştığımız şehirlerde aynı yerlerde, bazan aynı odada kalıyoruz.
O, aramızda görünmez, soğuk bir duvar bulundurmasını
biliyor. İstiyorum ki, bana kızsın, beni tahkir etsin, beni dövsün.
Her şeye razıyım. Hatta beni öldürsün. Yalnız aramızdaki
bu kahredici uzaklık bir parça azalsın. Tahammül edemeyeceğimi,
bu hayatı daha fazla sürükleyemeyeceğimi sandığım anlar
oldu. O zaman her şeye bir son vermek istedim. Fakat bir
ümit elimi bağladı. Bazan günlerce ortadan kayboldum. İstedim
ki, o benim artık bırakıp gittiğimi sansın ve başka bir erkek
bulsun. Bugünlerde onu hep uzaklardan gözetledim. Yanında
bir erkek görsem, eve başka bir erkekle girdiğini veya onun
başka bir erkeğe gittiğini görsem bir anda kurtulacak, hem onu,
hem kendimi öldürerek, bu parçalayıcı azaplara bir son verecektim.
Fakat bir kere bile, efendi, onu bir kere bile başka bir erkekle
görmedim. Beni asıl berbat eden bu... Onun beni sevdiğini,
hala beni sevdiğini, deli gibi beni sevdiğini, benden başkasını
asla sevemeyeceğini bilmek... Fakat bir kere olan şeyi artık
unutamadığını, sırf bunun için yaşamanın ikimiz için de dünyanın
en dayanılmaz işkencesi olduğunu düşünmek... Ah... bilseniz
o beni ne kadar seviyor. Bunu anlıyorum. Siz anlamadınız
mı?.. (O da ne kadar azap çekiyor görmüyor musunuz? Ne yapayım
efendi, ben ne yapayım?..-

Açık mavi gözlerinden yaşlar boşanıyordu.

İçeride kimseler kalmamış gibiydi. Marina ağır ağır geldi.
Hiçbir şey söylemeyen gözlerle beni süzdükten sonra onu
omuzlarından tutarak sarstı:

-Kalk Gravila, gene sarhoş oldun. Eve nasıl gideceğiz?..-

Gözleri çivilenmiş gibi, erkeğin ağlamaktan sarsılan başına
bakıyor ve anlaşılmaz ışıklarla, gizli bir muhabbete benzeyen
bir parıltı ile yanıyordu. Yüzünde bir an onu kucaklıyormuş gibi
bir tatlılık belirdi. Fakat hemen silindi. Şimdi bu çehrede demin
gördüğüm sarsıcı melankoliden başka bir şey yoktu. Aman
Yarabbi, bu kadın ne kadar azap çekiyordu.

Daha fazla duracak ve bu sahneyi seyredecek kudretim
kalmadığını hissederek yerimden fırladım. Sudan bir veda ile
kendimi dışarı attım. Sabah yaklaşmıştı. Kafama serinlik veren
bir sisin içinde yürümeye başladım. Büyük şehir bütün karmaşıklığı,
sonsuzluğu içinde sessiz sedasız uyuyor ve koynunda
birbirine benzemez milyonlarca insan ve macera saklıyordu.
Esmer taş duvarları aşan bir muhayyile için bunun tasavvuru
bile korkunçtu. Fakat bir insan kalbi bu şehirden daha karmakarışık,
daha uçsuz bucaksız değil miydi?
Ayda Bir, Haziran 1936