2 Ekim 2009 Cuma

ders planları 2

Günlük Plan

Lüleburgaz Lisesi
Edebî Metinler-1
10. sınıf
Tarih:
Saat :
Konu: Roman türü; H.R.Gürpınar’ın Mürebbiye romanı
Amaç: Roman türünü tanıtmak, naturalizm akımın özelliklerini kavratmak.
Araç: Ders kitabı, Cumhuriyet Dönemi Edebiyat-A.Oktay,Türk Ed. Hikaye ve Roman-C.Kudret
Yöntemler: Örnekleme, soru-cevap, okuma, anlama.

Dersin İşlenişi:

Hüseyin Rahmi Gürpınar Padişah yaverliğinde bulunmuş Mehmed Sait Paşa'nın oğlu olan Gürpınar İstanbul'da doğmuş (1864), çok küçük yaşta annesini kaybedince Girit'te bulunan babasının yanına gitmiş, üç yıl sonra İstanbul'a dönerek, çoçukluğunu anneannesinin ve teyzesinin yanında geçirmiştir. Önce Ağayokuşu Mahalle Mektebi'nde, sonra Mahmudiye Rüştiyesi'nde okumuş, bir yandan da Özel Fransızca dersleri almıştır. İdadi'yi bitirdikten sonra Mekteb-i Mülkiye'ye girmiş, ancak hastalanması üzerine öğrenimini ikinci sınıfta yarıda bırakmıştır (1880). Önce Adliye Umur-ı Cezaiye Kalemi'nde, sonra "aza mülazimi" olarak ikinci Ticaret Mahkemesi'nde çalışmıştır. Hüseyin Rahmi memurluğu Nafia Nezareti Tercüme Kalemi, Meşrutiyet'in ilanı üzerine de devlet hizmetinden ayrılarak geçimini, ölümüne kadar yazarlıkla sağlanmıştır. Gürpınar Cumhuriyet'in ilanından sonra V ve VI dönemlerde (1935-1943) Kütahya milletvekili olmuş, İstanbul'un çeşitli semtlerinde oturduktan sonra Heybeliada'ya yerleşmiş ve İstanbul'da ölmüştür (1944). Gürpınar, hiç evlenmemiştir. Yazın Yaşamı Gürpınar, çok küçük yaşlardayken yazmaya başlamış, Rüşdiye öğrencisi iken 12 yaşında yazdığı Gülbahar adlı bir oyunu yangında kül olmuş, "Bir Genç Kızın Avaze-i Şikayeti" adlı ilk yazısı ise Ceride-i Havadis de yayımlanmıştır (1884). Hüseyin Rahmi'nin İlk romanı Şık (Ayine) Ahmet Mithat Efendi tarafında beğenilince Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefriki edilmeye başlanmıştır (1886). Daha sonra maaşlı olarak bu gazetede çalışmaya başlamış, ardından İkdam gazetesinde geçmiştir (1894) İkdam'da arka arkaya yayımladığı altı romanla ünü birden genişlemiş, Meşrutiyet döneminde Ahmet Rasim'le birlikte Boş Boğaz adlı bir mizah dergisi çıkarmıştır (1908). Bu dergi yüzünden mahkemeye verilmiş, ancak beraat etmesine rağmen dergisi kapatılmıştır. Gürpınar daha sonra Sabah, Ziya, Zaman İleri, Son Telgraf, Tevhit-i Efkar, Vakit, Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Sabah gazetelerinde romanlar yayımlamış, dergilere yazılır yazmıştır. Cumhuriyet ilanından sonra, 1924 yılında yayımladığı Ben Deli miyim? Adlı romanı yüzünden mahkemeye verilmiş, beraat etmiştir. Yapıtları Roman:Şık (1989), İffet (1896), Mutallaka (1898), Mürebbiye (1899), Bir Muâdele-i Sevda (1899), Metres (1899), Tesadüf (1900), Nimetşinas (1910), Şıpsevdi(1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Sevda Peşinde (1912), Gulyabani (1912), Cadı (1914), Hakka Sığındık (1919), Toraman (1919), Hayattan sayfalar (1919), Son Arzu (1922), Tebessüm-i Elem (1923), Cehennemlik (1924), Afsuncu Baba (1924), Ben Deli miyim? (1925), Billur Kalp (1926), Tutuşmuş Gönüller (1926), Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu?(1927), Muhabbet Tılsımı (1928), Mezarından Kalkan Şehit (1929), Kokotlar Mektebi (1928/1929), Şeytan İşi (1933), Utanmaz Adam (1934), Eşkıya İninde (1935), Kesik Baş (1942), Gönül Bir Değirmenidir, Sevda Öğütür, Sevda Öğütür (1943), Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1949), Kaderin Cilvesi (1964), Dünyanın mihveri Kadın mı, Para mı?(1949), Kaderin Cilvesi (1964), Deli Filozof (1964), Can Pazarı (1968), İnsanlar Maymun muydu? (1968), Ölüler Yaşıyor mu? (1973), Namuslu Kokotlar (1973) Uzun Öykü: Meyhanede Hanımlar(1968), Öykü: Kadınlar Vaizi (1920), Namusla Açlık Meselesi (1933), Katil Buse (1933), İki Hödüğün Seyahati (1933), Tünelden İlk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1953) Oyun : Hazan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince (1933), Tokuşan Kafalar (1973), İki Damla Yaş (1973). DÜZYAZILAR: Cadı Çarpıyor (1913), Şekavet-i Edebiye (1913), Sanat ve Edebiyat (1972-Der:H.A.Önelçin)
Doğalcılık, edebiyat, resim ve felsefede yaşamı olduğu gibi yansıtmayı öngören akımların genel adıdır. Natüralizm olarak da bilinir. Doğalcılığa göre doğanın, nesnel yasalar uyarınca işleyen bir düzeni vardır. Gözlem ve deneye dayalı bilimler, işte bu yasalar sayesinde doğa ile ilgili her alanda sağlam, kesin bilgilere ulaşabilir. Doğalcılık, doğa bilimlerinin sanata ve edebiyata uygulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Doğalcı anlayışa göre gerçek olduğu gibi yansıtılmalı, yaşamın kaba ve bayağı sayılarak ele alınmayan yönleri de işlenmelidir. Doğalcı anlayışa göre birey, içinde yetiştiği toplumsal ve doğal çevrede biçimlenir. Ekonomik ve toplumsal baskılar altında ezilen bireyler, içlerinden gelen güçlü dürtülerle hareket ederler. Alınyazılarını belirleyebilme gücünden uzak olduklarından davranışlarından da sorumlu tutulamazlar. Edebiyatta Doğalcılık, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da doğdu. Bu akımın kuramsal temellerini Fransız Hippolyte Taine'in oluşturdu. Taine'in düşüncelerinden etkilenen Goncourt Kardeşler, ilk Doğalcı roman olan Germinie Lacerteux‘u (1864) yazdılar. Ama edebiyatta Doğalcılık asıl anlatımını, Emile Zola'nın Le Roman expérimental (1880; "Deneysel Roman") adlı deneme yazılarında buldu. Goncourt Kardeşler’den etkilenen Zola'ya göre romancı, olguları yalnızca saptayarak yazmakla yetinen bir gözlemci değil, roman kişilerinin iç dünyalarını, duygusal ve toplumsal olguları bir dizi deneyden geçiren bir deneycidir. Doğalcılık'ın öngördüğü yöntemlere Zola kadar sıkı sıkıya bağlı kalmış çok az yazar vardır. Ama bir süre sonra, ünlü öykücü Guy de Maupassant, romancı Joris-Karl Huysmans, Alman oyun yazarı Gerhart Hauptmann, Portekizli romancı José Maria Eça de Queirós bu akımdan etkilenerek yazmışlardır. Doğalcı yazarlar, nesnel gerçekleri yazdılar ve idealleştirmeye karşı çıktılar. Yaşamın acımasız ve kaba yanlarını da yansıttılar. Kalıtıma ilişkin görüşlerinin etkisiyle, güçlü tutkuların pençesinde kıvranan basit tipleri ele alarak işlediler. Doğalcı yazarlar, çevrenin birey üzerindeki ezici bir etkisi olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı yapıtlarında, iç karartıcı mekânları, gecekondu semtlerini ve yeraltı dünyasını bir belgesel diliyle işlediler. Avrupa edebiyatında Doğalcılık'ın etkileri zayıflamaya başladığı bir dönemde ABD'de, Stephen Crane, Frank Norris ve Jack London bu anlayışla yazdılar. Theodore Dreiser, ABD'de Doğalcılık'ı doruğa ulaştırdı. James T. Farrell'ın Studs Lonigan (1932-35) başlıklı üçlemesi son Doğalcı yapıtlar oldu. Türk edebiyatına Doğalcılık, deneye dayalı bilimlerin ateşli savunucusu Beşir Fuad’ın etkisiyle girdi. Beşir Fuad roman ya da öykü yazarı değildi, ama bazı yapıtlarında Doğalcılığın temel ilke ve yöntemlerini savunarak dönemin romancı ve öykücülerini etkiledi. Türk edebiyatının ilk Doğalcı romanı, 1891'de Ahmed Midhat Efendi’nin yazdığı Müşahedat‘tır ("Gözlemler"). Bu akımın Türk edebiyatındaki ilk önemli temsilcisi ise Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. Gürpınar Doğalcılık'a, Mürebbiye (1899) adlı romanında kahramanlardan birinin ağzından bu akımın ne olduğunu anlatacak kadar önem vermiştir. Ben Deli miyim? (1925) adlı romanı müstehcen bulunarak dava açılınca yazar, "gerçek öykücülük, tüm bilimleri, fenleri kapsayan, her kötülüğü, her hastalığı, her gizli fesadı, yarayı aydınlığa çıkaran yüce bir güçtür" diyerek duruşmada kendisini ve Doğalcılık anlayışını savunmuştur. Doğalcılık, kısa ömürlü bir akım olmakla birlikte Gerçekçiliğin zenginleşmesini, yeni konuların bulunmasını, biçime öncelik tanımayan ve yaşama yakın olan bir anlatımın gelişmesini sağladı.
(Mürebbiye)
Servet-i Fünûncularla çağdaş olmasına rağmen, onlardan farklı düşünce, üslûp ve
teknikle yazan Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithat geleneğine bağlı bir romancımızdır. Yazı
hayatına “Şık” adlı romanıyla giren yazar, kalemiyle geçinen yazarlarımızdan biridir.
Yazdığı pek çok romanda, “Türkiye'nin yüz elli-iki yüz yıldan beri geçirdiği kültür ve
medeniyet buhranıyla ilgili alafrangalık, bâtıl inanç, ahlâk ve geçim sıkıntısı arasında
çatışma, aşk ve evlilikte anlaşmazlık, sosyal sefalet, eski ahlâk kaidelerine, örf ve âdetlere
isyan konularını e1e alır.”10
Hüseyin Rahmi’nin “Mürebbiye” romanında, “Fransız natüralizminin buluşu olan
“tecrübî roman” ve -çeşit olarak da- “töre romanı” üzerinde merkezleştiği görülür.”11
Bununla birlikte, kahramanlarını, sosyal yapıları, çevre şartları ve irsiyet durumlarıyla
birlikte değerlendirir. “Bu metodu ile realiteyi hem iyi, hem kötü yönleri ile olduğu gibi
vermek hususundaki büyük titizliği ile de tam bir natüralisttir.”12
Hüseyin Rahmi, natüralizm ve realizmin etkisinde kalsa bile, eserlerinde bazen fazla
teferruata boğulmaktan kendini kurtaramaz. Bilhassa, çevre tasvirlerinde ve
kahramanlarının bazı tasvir ve tahlillerinde sübjektif davrandığı gözlenir. Ancak bütün
bunlara rağmen denebilir ki: “Büyük ve sabırlı bir gözlemci olan Hüseyin Rahmi'nin
vaka’sı hep İstanbul'da geçen romanları, gerçek değerlerini, daha çok, yazıldıkları
devrin sosyal yapısını bütün canlılığı, bütün incelikleri ve tam bir objektif doğruluğu ile
verebilmiş olmalarına borçludur.”13
Yanlış batılılaşma i1e alay eden Hüseyin Rahmi'nin romanlarında başvurduğu
yöntemlerinden biri de sosyal tenkittir. Bu yüzden, romanlarında gerçekleri olduğu gibi
vermeye çalışmasının altında, sosyal tenkidine sağlam zemin hazırlama kaygısı yatar.
Gürpınar'ın sosyal tenkitlerinde başvurduğu bir başka yol da, mizah unsurudur. Hemen
her romanında görülen bu üslûp özelliği, onu rahat okunur bir romancı kılmıştır.
Konularını, kendi gördüğü, işittiği veya gazeteden okuduğu hadiselerden
çıkarmıştır. ”Eserlerinin hemen hepsinde: Fuhuş, taklitçilik, yoksulluk, boş inançlar,
gayrî meşru çocuklar, mirasyedilik, harp zenginliği, frengi, boşanma, mürailik, züppelik
gibi toplum yaralarına parmak basmış olması, bu yolda kararlı ve direnişli olduğunu
gösterir.” 14 “Hüseyin Rahmi, romanlarının çoğunda muayyen insan ve cemiyet
9 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi, Mürebbiye, Atlas Kitabevi, İstanbul, l970. Alıntılar ve
Mürebbiye Romanı, yazarın, cemiyetin önemli bir yarasına parmak bastığı için
önemlidir. “Çocukların eğitimi için, ne olduğu bilinmeyen yabancı mürebbiyelerin rol
almasının doğuracağı kötü sonuçlar, aile hayatını da olumsuz bir şekilde etkilemesi
kaçınılmaz olacaktır.” Ana fikri etrafında ele alınan Mürebbiye romanının birinci
derecede aslî tipi Anjel'dir. Anjel, Hüseyin Rahmi'nin daha önce yazdığı romanlarından
“Şık” ta karşımıza Madam Potich olarak çıkmıştı. Yabancı fahişe tipinin bir değişik
örneği olan Anjel, Hüseyin Rahmi'nin natüralist bakış açısı ile bütün özellikleriyle e1e
alınmış bir tiptir.
Hüseyin Rahmi'nin kahramanlarına verdiği isimler de orijinaldir. Anjel, melek anlamına
gelmesine rağmen, taşıdığı adın tam zıddına şeytan gibidir. Türk edebiyatında Fransız
fahişe tipinin bir örneği olan Anjel, romanı yönlendirmesi bakımından aslî tip olmuştur.
Berna Moran, Hüseyin Rahmi'nin romanlarında ele alınan kadın erkek ilişkilerini tenkit
eder. Moran, yazarın normal bir aşk ilişkisini ele almamasını, onun mizacından
kaynaklandığını ileri sürer.16
Anjel, annesini, kendisini ve daha bir çok genç kızı iğfal eden erkeklerden intikam
almak için önüne gelen her erkeği baştan çıkarmayı gaye edinmiştir. O, Hüseyin
Rahmi'nin daha sonraki romanlarında geliştirdiği cinsiyet nazariyesinin bir öncüsüdür.
Hayat görüşü bakımından Fransız natüralistlerinin fikirlerini benimseyen Anjel'e göre
ahlâk bir maskeden ibarettir. İnsanda esas olan tabiattır. Anjel'i daha iyi tanımak
için,onun yetiştiği çevreyi bilmek gerekir.
Anjel'in hayatında üç çevrenin yeri vardır. Bunlar:
l- İstanbul'a gelmeden önce, çocukluğunun ve genç kızlığının geçtiği Paris
çevresi;
2- İstanbul'a gelişi;
3- Dehri Efendi'nin konağına mürebbiye olarak girişi.
Anjel'in Paris yılları hakkındaki bilgiyi, Dehri Efendi'nin konağında mürebbiyelik
yaparken, zaman zaman geçmişine dönmesi ve geçmişini hatırlamasından öğreniriz.
Anjel, mazisi bakımından pek de parlak olmayan bir geçmişe sahiptir. Matmazel Anjel,
“has bahçenin baldıranı, mezbelenin gül fidanı olur.”(s.12)
Anjel, “Fransa'da “fiy püblik” denilen düşük kadınlardan iken burada mürebbiyeliğe
alındığına şaşar.” (s.12) Aslında o,”doğdukları zaman nüfus kütüğüne yalnız annelerinin
adıyla yazılan nikâhsız çocuklardan idi.” (s.12) Paris'te bulunduğu yıllarda, defalarca
annesine sormasına rağmen, bir türlü babasının kim olduğunu öğrenemez. Anjel,
annesine babasını adını sorduğu zaman ise, şöyle cevap alırdı:
“Anjel'in zorlamasından pek ziyade bıktığı günler kadıncağız bir kaç düzine erkek adı
saydıktan sonra: “Kimin kızı olduğunu ben ne bileyim? İşte bunların içinden babanı ara
da bul!” diye haykırırdı.” (s.13) Anjel, “Paris'in fuhuş süprüntülüğü içinde fışkıda
yetişen mantar gibi olgunlaşmaya başlayınca, daha kadınlık çağına girmezden birçok
zaman önce o da anasının yoluna saptı. Henüz küçüktü. Fakat fahişelikte anadan doğma
istidadı yüzünden o işte anasından usta çıktı.” (s.13} Hüseyin Rahmi, bu ifade ile
Anjel'in fahişeliğini kalıtıma bağlar.
Paris’in rezalet alış verişi pazarında epey zaman dolaştıktan sonra sonunda bir gün o da
anasının uğramış olduğu kazaya uğradı, yani gebe kaldı. (s.13) Karnındaki çocuğun,
dostlarından Mösyö Andre'ye ait olduğunu söylerse de, onun, “Ben seninle serbest hâlde
yaşadım. Bu yaşamdan çıkacak bütün iyilik ve kötülük sana aittir matmazel.”(s.13)
demesi üzerine, o da yazarlardan Mösyö Bodler'i karnındaki çocuğun babası olduğuna
inandırmaya çalışır. Mösyö Bodler'den de şu cevabı almaktan kurtulamaz:
“- Sizin meslekte olan bir kadından doğacak çocuk kimsenin değildir. O, ancak sizindir,
matmazel.” (s.20) Anjel, sonunda doğurduğu çocuğu, “...büyük annesinin şefkatine
emanet ederek (...) yeni yakaladığı Mösyö Maksim adında bir herifle yaşamaya başlar.”
(s.24) Anjel, Mösyö Maksim ile umulandan daha uzun müddet birlikte yaşar ve onunla
İstanbul'a kadar gelir.
Anjel, sevgilisi ticaret işleriyle uğraşırken, kendisi de özel mesleğini icra eder. Nihayet,
işi o kadar ileri götürür ki, bir Rum genciyle sevgilisini aldatırken, sevgili tarafından
yakalanır. Bunun üzerine Mösyö Maksim Anjel’i terk eder.
“İki yo1 çantası ile iki eli böğründe beş parasız sokak ortasında kalan Anjel
kerhanelerden birine sığınmak yerine çirkin sanatını umumîlikten hususîliğe dökmek,
fahişelik yorgunluğundan bir parça dinlenmek isteyerek, İstanbul'da yerleşmiş itibarlı
bir Fransız ailesine başvurur.” (s.25) Kendisini bu aileye melek gibi göstererek, temiz
bir kız olarak tanıtır. “Birçok utangaç duraklamalar ve yapmacık hâllerden sonra yüzüne
mendil tutarak yaşamak için mürebbiyelik etmek gibi halis bir niyetle İstanbul'a gelmeyi
arzulamış...” (s.25) olduğunu söyler. Ancak, birlikte geldiği Mösyö Maksim isimli
birinin kendisine tecavüze yeltendiğini, bu yüzden de namusunu korumak üzere, sokağa
kaçtığını söyleyerek, kendini aileye acındırır. Anjel'in bu hayasız yalanlarına kanan
Fransız aile, onun bu durumuna acıyarak, kendisini Dehri Efendi'nin konağına
mürebbiye olarak yerleştirirler.
Anjel Dehri Efendi'nin konağına yerleştikten sonra, “orospuluk yorgunluğundan bir
zaman için vücut ve zihin dinlendirmeğe niyetlendiği hâlde 'Alışmış, kudurmuştan
beterdir' sözünce ara sıra katıldığı aile insanları içinde genç, ihtiyar birkaç erkek görür
görmez niyetinden cayıverir.” (s.26).
“Mürebbiye Anje1 görünüşte lâtif fakat koklayanın başını döndüren çiçeğe benzer.
Güzellik baharının kadınlık letafetinin tam olgunluk çağında, yani yirmi yaşındadır.
Boyu orta, posu narin, ama gerdanı yanakları dolgunca, elleri tombulca olması o beden
inceliğiyle hoş bir zıtlık meydana getirir.”(s.44)
Aslında Anjel'in “Beline bakan kendisini zayıf, yüzünü gören semiz sanabilir. Şişman
ve inceden hoşlanan iki çeşit zevk sahipleri de o vücudu beğenebilir. (...) Anjel'de renk
pembe beyaz. İnce kumral kaşlarının alt uçları biraz düşük, ağzı biraz büyük ama sarma
ipekle yapılmış kırmızı renkte ince dudakları arasında konuşma, daha tatlısı gülme
sırasında gözüken iki sıra inci diş, bu ağız büyüklüğü küsurunu her görene affettiriyor.
(...) İlle o gözler... İlle o gözler. Uzun kirpiklerle çevrili açık kestane rengindeki
gözlerini istediği vakit o kadar süzer, o kadar bayıltır ki gönül avcısı bakışa uğrayıp da
baygınlıklar geçirmek derecesine bir şeyler duymamak mümkün olmaz.” (s.44) Buradan
da anlaşıldığı gibi, Anjel, fizikî yapı bakımından güzel, aynı zamanda da çekici bir tiptir.
Anjel, konakta çok güzel bir şekilde döşettirilmiş bir odaya yerleştirilir. Ancak, Anjel
bu kadar güzellik ve Dehri Efendi'nin sıkıcı baskısına pek fazla tahammül edemez.
Uzun müddet erkek yüzü görmediğinden, konakta bulunan Şem'i ve Sadri Beyler
kendisine cazip görünmeye başlar. Bununla beraber, konakta bulunan erkekleri,
birbirine hissettirmeden, ayrı ayrı idare etmeye başlar. Bu durum o kadar ileri gider ki,
bir namus timsali olan Dehri Efendi bile, mürebbiyenin hain tuzağına düşmekten
kendini kurtaramaz. Hüseyin Rahmi, natüralist-realist mantığın bir gereği olarak, Anjel’in
bu tutumunu kalıtıma bağlar.

Değerlendirmeler:





Planın İşlenişine İlişkin Görüşler:



Bülent Demiryapan

Uygundur.

Okul Müdürü















Günlük Plan

Lüleburgaz Lisesi
Edebî Metinler-1
10. sınıf
Tarih:
Saat :
Konu: Roman türü; R.N.Güntekin , Çalıkuşu
Amaç: Roman türünü tanıtmak, R.Nuri’nin gerçekçilik anlayışını göstermek.
Araç: Ders kitabı, Cumhuriyet Dönemi Edebiyat-A.Oktay,Türk Ed. Hikaye ve Roman-C.Kudret
Yöntemler: Örnekleme, soru-cevap, okuma, anlama.

Dersin İşlenişi:
ÇALIKUŞU

Başlıca Şahıslar
Feride: Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmiş, Dame de Sion'da okumuş, içli, iradeli, kültürlü ve güzel genç bir kız.
Kâmran: Feride'nin teyzesinin oğlu. Genç ve yakışıklı bir insan. Feride'nin gizli aşkı ve nişanlısı

Özet Roman, Feride'nin hâtıra defteridir. Feride, kendisine yabancı bir şehirde, bir otel odasında hâtıralarını yazarken geriye dönerek, çocukluk ve ilk genç kızlık dönemlerini anlatır:
Kendi deyimiyle "bambaşka bir çocuk" olan Feride, bir süvari binbaşısının kızıdır. Pek küçükken önce annesini, birkaç yıl sonra da babasını kaybetmiş, Erenköy Kozyatağı'ndaki teyzesinin himayesi altında büyümüştür. Besime Teyze onu, Nötre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'nde okutmuştur.
Besime Teyzenin genç ve yakışıklı oğlu Kâmran, ciddî ve ağırbaşlı bir insandır. Feride'nin çekindiği ve tatsız şakalarına muhatap edemediği Kâmran, çalıkuşuna benzeyen bu canlı, cıvıl cıvıl haşarı kızı sever. Onu sık sık okulunda ziyaret eder. Feride'nin yaramazlıkları tarife sığar gibi değildir. Herkes ondan yaka silker ama yine ondan kimse vazgeçemez. Çalıkuşu adı onun bu yaramaz hallerinden dolayı takılmıştır. Kâmran, Feride'yle evlenmeyi aklına koymuştur, önce nişanlanırlar. Kâmran dört yıl için Avrupa'ya gider. Bu arada Feride okulunu bitirir. Düğünden üç gün önce çarşaflı bir genç hanım, Feride'yi ziyaret ederek, İsviçre'de bulunduğu sırada Kâmran’ın Münevver adında hasta bir genç kadına evlenme vadinde bulunduğunu söyler. Kâmran'ın Münevver'e yazdığı mektupları verir. Münevver de Kâmran'ı sevmiştir. Bunun üzerine Feride köşkten kaçar. Herkes onun yeni bir delilik icat ettiğini sana dursun, emektar bir dadının evine sığınan Feride, lise diplomasından cesaret alarak Anadolu'da bir öğretmenlik ister. Bunu başarır da. B.. (Bursa) vilâyetinde bir okula tâyin edilir. O günden sonra da başından geçenleri bir mektup defterine not etmeğe başlar. Kasabada boş yer olmadığı için, Feride'yi Zeyniler Köyü denilen, hiç bir öğretmenin gitmeyi kabul etmediği kuş uçmaz kervan geçmez bir köye verirler. Orada, öğrencilerinden bir kaçı, küçük Vehbi ve bilhassa Munise, Feride'nin tesellisi olur. Bütün kız çocuklarının Ayşe ya da Zehra diye adlandırıldığı bu köyde Munise adı Feride'ye çok cana yakın gelmiştir. Kızı evlât edinmek ister. Munise, köylülerin sevmediği bir kötü kadının kızıdır. Kadın, kocasından başka bir erkeği sevdiği için, Munise'nin babası, köyden başka bir kadınla evlenmiş ve anasını boşamıştır. Ara sıra gelip, kaçamak olarak kızını görmektedir. Çalıkuşu birçok zorluğu yenerek Munise'yi yanına almayı başarır.
İkisi mesut bir ömür sürmeye başlarlar. O günlerde bir posta soygunu olur. Eşkıya ile jandarma arasında çıkan çatışmada yaralanan bir zabiti köy odasına getirirler. Feride orada yaşlı bir askerî doktorla tanışır. Hayrullah Bey adındaki bu doktor, böyle bir yerde, aklından bile geçmeyecek böyle bir öğretmen bulmuş olmaktan o derece şaşırır ki, işin içinde bir sır olduğunu anlar ve Feride'nin daha iyi bir yere nakledilmesi için el altından gerekli teşebbüslere girişir. Bir teftiş sonunda Feride'nin okulu kapatılır. Ve Çalıkuşu, Zeyniler'den ayrılmak zorunda kalır. Vilâyet merkezindeki Darülmuallimat'a Fransızca öğretmeni tâyin edilir. Burada Şeyh Yusuf u tanır. Veremli, hassas, musikişinas bir insandır Şeyh Yusuf... Bu Şeyh Yusuf, Feride'yi ölesiye sever. Zaten veremli olan Yusuf Efendi bu ümitsiz aşkın acılarına dayanamaz ve ölür. Bu ölümden kendisini sorumlu tutan Feride, artık orada kalamayacağını anlar, yeni bir yere nakledilmesini ister. Bu sefer onu Ç.-(Çanakkale) Rüştiyesi'ne tâyin ederler.
Ç., de geçirdiği günlerden sonra, bir vapurla İzmir'e gelir. İzmir'de Reşit Bey adında zengin birisinin çocuklarına mürebbiyelik eder. Bunlar da sıkıntılı ve acı günlerdir. Bir tesadüf eseri, Reşit Bey'in uzaktan akrabası olduğunu öğrenir. Bir albümde Kâmran'ın resmini görmüştür. Reşit Bey'in kızı Sabahat, Kâmran'ın Münevver Teyzesinin kocası olduğunu söyler. Kâmran, uzun zaman kendi "Çalıkuşu"nu beklemiş, o dönmeyince Münevver'le evlenmiştir. Feride'nin, her gittiği yerde güzelliği bir takım olaylara sebep olduğundan burada da barınması güçleşmiştir. Böylece birkaç yer dolaşıp birkaç evlenme teklifini reddederek nihayet Kuşadası'na gelir. Doktor Hayrullah Bey de emekliye ayrılmış, orada yerleşmiştir. Yaşlı dost, kızın elinden tutar. Ona yardım eder, onu korur. Munise bu arada iyice büyümüş, süsüne düşkün bir kız olmuştur. Doktorun bir uzak köye hastaya gittiği sırada hastalanır. Nezle zannedilen hastalık giderek şiddetlenir ve Munisecik kuşpalazından ölür.
Kader, Feride'yi sanki bütün sevdiklerinden ayırmaya ahdetmiştir. Munise'den sonra çevrenin baskısı, dedikodusu o kadar artar ki Hayrullah Bey hiç olmazsa görünüşü kurtarmak maksadıyla Feride'yi alır, onunla kâğıt üzerinde evlenir. Bir müddet geçince Hayrullah Bey de zaten yaşlı olduğundan, ölür. Yalnız, ölmeden önce Feride'nin ailesinin yanına döneceğine dair söz almıştır. Onun defterini okumuş, başına gelenlerin sebeplerini öğrenmiştir. Feride'nin kaybolduğunu sandığı defteri, Hayrullah Bey tarafından bir zarfa konularak, Kâmran'a mahsus bir emanet haline getirilmiştir. Feride, rahmetli kocasının vasiyetini yerine getirmek için verdiğinin ne olduğunu bilmeden bu emaneti Kâmran'a teslim eder.
Feride'nin dönüşünden en çok memnun olan Kâmran'ın babası Aziz Bey'dir. O, bu dönüşte hayırlı bir alâmet görür. Feride birkaç günlüğüne izinli olarak gelmiştir. Kendisine kalırsa, mutlaka yine görevine gidecektir. Kâmran, vaktiyle verdiği söze bağlı kalmış, Münevverle evlenmiştir. Ama kadın zaten hasta olduğundan kısa bir süre sonra ölmüştür. Kâmran, kız kardeşi Müjgân’la bir gece sabaha kadar Feride'nin defterini okuduktan sonra Hayrullah Bey'in yazılı tavsiyesini yerine getirmeyi, Feride'yi bir daha ne olursa olsun hiç bir sebeple kaçırmamaya karar verir. Nitekim, Feride'nin gideceği gün, bütün hazırlıklar tamamdır. Kâmran güya onu almak için gelen arabadan iner ve Feride'ye kalbini açar. Aynı sersemliği iki defa tekrarlamayacağını söyleyerek gitmesine engel olur.

Reşat Nuri Güntekin tarafından 1922 yılında yazılmış bir romandır. Türk edebiyatının en çok sevilen klasik eserleri arasında yer alır. Ağırlıklı olarak Anadolu'da geçen ve arka planda Osmanlı'nın son yıllarını anlatan bir romandır. Romanın ana kahramanı Feride'nin hatıra defteri şeklinde yazılmıştır. Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu'nu önce İstanbul Kızı adıyla dört perdelik bir oyun olarak yazdı. Yapıtı 1922'de Vakit Gazetesi'nde Çalıkuşu adıyla roman olarak yayınlanınca büyük ilgi gördü. Çalıkuşu, duygusal bir olayı anlatır. Ama bu duygusal olay içinde dönemin toplumsal sorunlarının eleştirel olarak ortaya konulması, Feride'nin varlığında özverili bir kişiliğin çizilmesi okurları etkileyen unsurların başında gelir. Çalıkuşu, Türkiye'de yeni bir dönemin başlamasını özendiren bir romandır.
Hayatı Asker bir hekimin oğlu olarak İstanbul'da doğan Reşat Nuri Güntekin, ilk öğrenimini Selimiye ve Çanakkale mahalle mektebinde tamamladıktan sonra (1909), Galatasaray Lisesi'nde ve İzmir Frere'ler okulunda okumuştur. Daha sonra İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesi'ne (Fakültesine) girmiş ve buradan mezun olmuştur (1912). Bursa Lisesi'nde, İstanbul'da Vefa, İstanbul Erkek, Çamlıca, Kabataş Erkek, Galatasaray, Erenköy liselerinde edebiyat öğretmenliği ve müdürlük yapmıştır. Daha sonra Milli Eğitim Müfettişliğine getirilmiştir (1927). Reşat Nuri Güntekin daha sonra Çanakkale milletvekili seçilmiş (1939), sonra yeniden Milli Eğitim'e dönmüş (1943), başmüfettiş olmuştur (1947). Bu görevdeyken UNESCO'nun Türkiye temsilcisi ve öğrenci müfettişi sıfatıyla aynı yıl Paris'e gitmiştir. Paris Kültür Ateseliği de yapmıştır. Daha sonra emekliye ayrılan (1954) Güntekin yurda dönüşünde İstanbul Şehir Tiyatroları Edebî Kurul üyeliğine seçilmiştir. Reşat Nuri Güntekin, hastalanması üzerine tedavi için gönderildiği Londra'da ölmüştür.
Yazarlığı Edebiyat ilgisinin, lalasının anlattığı bir masalda duyduğu dizelerle uyandığını, Fatma Aliye Hanım'ın Udî romanı ve Muallim Naci'nin şiirleri ile ilginin güçlendiğini, Halit Ziya'nın öykü ve romanlarını okuduktan sonra ise yazar olmaya yöneldiğini söyleyen Güntekin, yazın dünyasına imzasız yayımladığı şiirlerle girmiştir. Reşat Nuri, I. Dünya Savaşı sırasında Le Pensee Turque dergisine yazdığı Türk edebiyatı ile ilgili makaleler ve Zaman gazetesinde yazdığı tiyatro eleştirileriyle dikkati çekmiştir. Güntekin'in yayımlanan ilk öyküsü "Eski Ahbab" Diken dergisinde çıkmıştır (1917). Cemil Nimet takma adıyla yazdığı ilk romanı Harabelerin Çiçeği de Zaman gazetesinde tefrika edilmiştir (1918). Yazarlığının başka bir kanalını oluşturan oyunlarının ilki olan "Hakiki Kahraman"ı da bu yıllarda yazmıştır (1919). Bu arada Dersaadet gazetesinde tefrika edilmeye başlanan Gizli El daha ilk sayıda sansüre uğramış, ancak üç yıl sonra kitap halinde çıkabilmiştir. Güntekin, İbnürrefik Ahmet Nuri, Münif Fehim ve Mahmut Yesari ile Kelebek adlı bir mizah dergisi çıkarmış (1924), burada "Ateş Böceği", "Ağustos Böceği" gibi takma adlarla mizahî yazılar yayımlamıştır. Reşat Nuri, Cumhuriyet'in ideoloji ve devrimlerini savunan Memleket adlı bir günlük gazete de çıkarmış, ancak yaşatamamıştır (1947). Güntekin 1918-1955 yılları arasında İnci, Edebî Mecmua, Büyük Mecmua, Nedim, Şâir, Hayat, Güneş, Muhit, Yeni Türk, Ana Yurt, Ayda Bir, Akbaba, Yedigün, Aile, Varlık, Türk Dili, Türk Yurdu, Temaşa Mecmuası, Yeni Mecmua, Darülbedayi Mecmuası, Türk Tiyatrosu Mecmuası gibi tüm önemli dergilerde yazmıştır. Reşat Nuri Güntekin öykü, roman, oyun türlerinde yapıtlar vermiş, tiyatro eleştirileri yazmış ve çeşitli çeviriler yapmıştır.


Reşat Nuri'nin Büyükadadaki evi (2005)
Çalıkuşu Reşat Nuri Güntekin, en bilinen romanı Çalıkuşu'nu önce İstanbul Kızı adıyla dört perdelik bir oyun olarak yazdı. Yapıtı 1922'de Vakit Gazetesi'nde Çalıkuşu adıyla roman olarak yayınlanınca büyük ilgi gördü.Romanın ana temasını Feride'nin bir aşk kırgını olarak Anadolu'da öğretmenlik yapmayı seçmesi, oradaki yoksul insanlara kendini adaması oluşturmaktadır. Reşat Nuri, bu romanında Kurtuluş Savaşı Anadolu'sunun insanını ve çevresini gerçekçi bir bakışla yansıtmıştır.Çalıkuşu, duygusal bir olayı anlatır. Ama bu duygusal olay içinde dönemin toplumsal sorunlarının eleştirel olarak ortaya konulması, Feride'nin varlığında özverili bir kişiliğin çizilmesi okurları etkileyen unsurların başında gelir. Çalıkuşu, Türkiye'de yeni bir dönemin başlamasını özendiren bir romandır.
Gizli El Gizli El, Reşat Nuri'nin en önemli romanlarından biri ve Türk Edebiyatı'nın klasiklerindendir. İlk olarak 1920'de Dersaadet Gazetesi'nde yayımlanmaya başladı. Romanda devlet adamlarına sataşıldığı gerekçesiyle sansür edildi ve gazetede yayınlanması durduruldu. Reşat Nuri de yapıtında değişiklikler yapmak zorunda kaldı.Gizli El yayınlandığında, Reşat Nuri yazdığı önsözde değişiklikleri açıkladı. O, yönetim mekanizmasını eleştirmek istemiş ama sansürün baskısı karşısında romanın özünü aile ve geçim sıkıntıları sorunlarına kaydırmak zorunda kalmıştı.
Yapıtları
Öykü Recm, Gençlik ve Güzellik (1919) Roçild Bey (1919) Eski Ahbab (Tarihsiz) Tanrı Misafiri (1927) Sönmüş Yıldızlar (1928) Leylâ ile Mecnun (1928) Olağan İşler (1930)
Roman Çalıkuşu (1922) Gizli El (1924) Damga (1924) Dudaktan Kalbe (1924) Akşam Güneşi (1926) Bir Kadın Düşmanı (1927) Yeşil Gece (1928) Acımak (1928) Yaprak Dökümü (1939) Değirmen (1944) Kızılcık Dağları (1944) Miskinler Tekkesi (1946) Harabelerin Çiçeği (1953) Kavak Yelleri (1961) Son Sığınak (1961) Kan Davası (1962) Ateş Gecesi (1953)
Oyun Hançer (1920) Eski Rüya (1922) Ümidin Güneşi (1924) Gazeteci Düşmanı, Şemsiye Hırsızı, İhtiyar Serseri (1925, üç oyun) Taş Parçası (1926) yeşil gece[[[Kategori:]] (1928) İstiklâl (1933) Hülleci (1933) Yaprak Dökümü (1971) Eski Şarkı(1971) Balıkesir Muhasebecisi (1971) Tanrıdağı Ziyafeti (1971)
Gezi Anadolu Notları (1936 iki cilt)
Değerlendirmeler:








Planın İşlenişine İlişkin Görüşler:











Bülent Demiryapan



Uygundur.


Okul Müdürü