HAYDAR ERGÜLEN ŞİİRİNİ OKUMANIN
BİR ANLAMI:
"Dargınlar dile kavuşuyor gibidir."
I
Şiirin tam bir tanımı yapılamaz belki ama onun belli başlı, şiir tarihinin hemen hiçbir döneminde ihmal edilemeyen bazı öğeleri bulunduğu da bir gerçektir: imge, biçim, biçem... Yine, kalıplaşmış bir tanımın dışında olarak şu belirlemeyi yapmak da sanırım yanlış olmaz: Cins şiir bunların uyum içinde olduğu şiirdir. "Şiirde biçim ile biçem birbirini kendiliğinden belirler." derler; doğrudur. Cemal Süreya'nın "Aşk", Edgar Allan Poe'nun "Kuzgun", Rimbaud'nun "Sarhoş Gemi", Ece Ayhan'ın "Fayton", Apollinaire'in "Marızıbıll", Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Hatırlama", Edip Cansever'in "Çağrılmayan Yakup", Turgut Uyar'ın "Göğe Bakma Durağı" şiirleri bu bütünlüğün yakalandığı örneklerden bazıları olarak hafızamda duruyor.
Şiir serüvenini uzunca bir zamandır dikkatle izlediğim Haydar Ergülen'in şiiri hem tek tek bazı örneklerle hem de bir poetika bağlamında giderek bu bütünlüğü yakalama aşamasına gelmiştir. Tam olarak yakalamıştır diyemeyişimin nedeni, Kırk Şiir ve Bir'de -bu kitap üzerine daha önce yayımladığım bir yazımda da değindiğim gibi[1]- görülen bazı biçem oyunlarıdır. Biçim ve biçem oyunları bir şairin, poetik bütünlük oluşturmasında sakıncalı, kırıcı davranışlardır, kanımca... Bununla birlikte bu oyunlarda belli bir ustalığın izleri, bu ustalığın verdiği bir kendine-güven duygusunun varlığı hissedilmiyor da değil.
Haydar Ergülen, "Sözüne uçurumlar kapanan çocuk derviş" (Sokak Prensesi, s. 10) olarak bu meşakkatli yolda 1980'lerden beri yürümektedir. Ülkemiz şiir gündeminin politik yoğunluktan poetik yoğunluğa kıvrılıp uzayan çetin yolunda karşılığını aradığı sorularla ilerleyerek gelmiştir günümüze. Bir şair-kişi olarak, sorularının çoğuna cevap bulduğunu sanıyorum Haydar Ergülen'in. Kalemle kâğıdın her büyülü buluşmasında, sözcüklerin uslanmaz periler gibi hafızanın aurasında her uçuşmasında ondan bize aktarılan sözlerdir bunun en açık kanıtları!
II
Haydar Ergülen, bütün iyi şairlerin yaptığı gibi bir tek şiiri yazıyor. Haydi, kendisinin de sevdiği bir kelimeyle söyleyeyim: Bir tek şiir ağacını oluşturmak için onun dallarını uzatıyor dörtbir yana ve gökyüzüne. Karşılığını Bulamamış Sorular'dan Kırk Şiir ve Bir'e uzanan çizgide zaman zaman biçem sapmaları görülse de bu kitapları oluşturan şiirler aslında tek bir şiir olarak da okunabilir. Her kitap tek tek şiirlerden meydana gelmektedir elbette; ancak Sokak Prensesi'ndeki "Güzel Mektup" ile Eskiden Terzi'deki "Kuzguncuk Oteli"; yine Sokak Prensesi'ndeki "Küçük Alışkanlıklar Nergisi" ile Kırk Şiir ve Bir'deki "Mavi" arasında, okuyanı taşıdığı duyarlık bakımından hiçbir ayrım yok kanımca. Bu örneklerin sayısını artırmak mümkün. Arada "Çocukbaba" (Sokak Prensesi), "Bir Dedem Vardı Vefalı, Şimdi Hindistan" (Eskiden Terzi) gibi, bu bağlamın dışında okunması gereken şiirlere rastlanmıyor da değil; ancak ötekilerin yarattığı atmosfer içinde bunların etkin bir yer tutmadığını söyleyebilirim. Bu tip şiirler belki Ergülen'in şiir okyanusunu anlayabilmekte, tanıyabilmekte, belirleyebilmekte geçilmesi gereken iç-denizlerdir: Şairin dediği gibi: "içdenizlerden geçmeden okyanus anlaşılmaz." (Eskiden Terzi, s. 38)
Bu şiir giderek büyümekte, gelişmektedir. Kimi zaman ince bir rüzgâr gibi tenimizi ürperterek, kimi zaman da bir kasırga gibi bizi bilinçaltının karmaşıklığına, ilk-anıların derinliğine savurarak... Haydar Ergülen, estetik kaygı dediğimiz şeyi şiirin kendi akışına bırakmıştır. "Programsızlık" onun en sevdiği sözcüklerdendir kendini anlatırken. "Güzel tesadüflere inanan bir şairdir o. Hesaplı kitaplı davranmanın içtenliği zedeleyeceğine, bunun da "şiire zarar" olduğuna inanır. Kendiliğinden doğup gelişen, fakat bu arada "itina ile" beslenip büyütülen "çiçek"ler gibidir Haydar Ergülen'in şiirleri.
III
Haydar Ergülen poetikasında şiir gelip "dize"ye dayanmıştır! Şiirin dayanağı "dize"dir onda... Çocukluk bahçesinden, kimi zaman serin kimi zaman güneşli balkonlardan, aşklardan ve anılardan derlediği sözcükleri dize dize, anlamsal derinliğe sahip "dize"lere ulaşmıştır. Yer yer kırılan, yer yer ince bir çizgi gibi uzayıp giden bir "dize"ler bütünüdür onun şiirleri. Bir yerde şöyle demişti: "Fakat okumazsam yazamıyorum. Yani her türlü kitabı, özellikle şiir kitaplarını, arkadaşlarımın kitaplarını okumazsam iki kelimeyi yan yana getirip şiir yazamıyorum."[2] Bu, her şairin cesaret edemeyeceği içten bir itiraf, bir "mîrî malı"na ortak olma itirafıdır. Cesur olduğu kadar doğru ve gerekli bir itiraftır. Bununla birlikte kitabî değildir Ergülen'in şiiri. Yaşanmışlığı, kişinin içtenliğini, hayatın belki de en görünmez fakat en gerçek parçaları olan durumları bulmak mümkündür onun şiirlerinde. Bir evin bir otel gibi algılanması, şairlerin terzi inceliğinde ve titizliğinde çalıştıklarının düşünülmesi, "sıradan bir aşkın sözlüğü gittikçe daralır" (Karşılığını Bulamamış Sorular, s. 22) gerçeğinin daha erken zamanlardan altının çizilmesi böyle durumları anlatır bize.
Bütün bir yaşamı özetleyen "ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım" (Eskiden Terzi, s. 28) ve "meğerli ateşli bir hastalıkmış hayat!" (Eskiden Terzi, s. 59); kendisini yolcu gibi değil ama daima yolda gibi hisseden şairin, yolculuğu mükemmel bir şekilde tanımladığı "sen, yüzüne yurt arayan yolcunun güzelliği" (Sokak Prensesi, s. 6); yalnızlığı en ince ve en incitici yerinden yakalayan "hayatımda kimse yok ben de olmasam" (Kırk Şiir ve Bir, s. 72) ve "atın beni içimden kimse yok artık!" (Kırk Şiir ve Bir, s. 49) gibi dizeleri şiirağacının gövdesinde parıldatan güç budur sanırım. Kadın ve şiir daima yan yana, iç içe durur şiirin içinde; birbirinden ayrılmaz, birbirini tamamlar... Biri yoksa ötekinin varlığı da anlamını yitirir çoğu zaman. "Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir / kadın gider ve bir şair doğar bundan /.../ Bütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!" (Kırk Şiir ve Bir, s. 40) demesi bundandır şairin; bunlar, şiirin içindeyse şiir de şairin içindedir. Şiir bir paratoner gibi kendine çeker aşkı; başka şeyleri korur onun şiddetinden, üstlenir aşkın vereceği her şeyi: "Cümleyi nereye kuralım, sokaklar hayli eski /.../ Aşk olsun sana Tanrım, aşka kur cümlemizi." (Kırk Şiir ve Bir, s. 38) Gövdelerin ve gölgelerin birbiriyle bütünleştiği gecede "yüzüne benzettiği maskelerden ağlayan kadın" (Sırat Şiirleri, s. 37) duygularıyla tutkularını ayırt edemez birbirinden. Bu kadın, "sevişmekten yorulunca aşktan korkuyor / hayatı başka hayatların çıplak gövdesi" (Sırat Şiirleri, s. 37) dizelerinde hayatın ve aşkın karmaşıklığını yaşıyor. Şairin "soluksoluğa geceye yetiştirdiği(n) kadın" (Sırat Şiirleri, s. 55) bizimle birlikte yıldızlardan yeni düşler kuruyor. Şiir, gözlerin birbirine değmesi, çekingen parmakların birbirine dokunması içindir. En çok da bunun içindir sanki: "gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde / Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?" (Kırk Şiir ve Bir, s. 26) Şiirin derinliği yalınlığında gizlidir. "Derinliğini sezdiren yalınlık" demiştim buna Ergülen şiirinden söz ederken.[3] Yukarıdan beri saydığımız kadın, aşk, çıplaklık-yalınlık ve şiir şu dizelerde ne kadar da iç içe değil mi: "üstünde yağmurdan başka hiçbir şey yoktu / anlam olmak için yeterince çıplaktın / şiirin nasıl birşey olması gerektiğini / hatırlatıyordu gözlerin, sana böyle inandım" (Kırk Şiir ve Bir, s. 12)
Şiir, aşkı olduğu gibi hayatı da kapsar. Yaşamın bütün görüntüleri / görüntüsüzlükleri şiirin film şeridine yansır. Ancak şiir o kadar geniş ve derindir ki, onun içinde kaybolur uzun hayatlar bile: "eski bir gemi bir denizi nasıl doldurmuyorsa, / Doldurmuyor bazı hayatlar da kısacık bir şiiri!" (Kırk Şiir ve Bir, s. 34) Doğanın tartışmasız dönüşümüdür ölü-çürük-sarı güz yapraklarının diri-taze-yeşil yaprakları besleyip büyütmesi: "Kaç ölü istiyor hayat biri yaşasın diye?" (Kırk Şiir ve Bir, s. 19) Anılar ancak birbiriyle çarpıştığında yerleşir hafızaya. Sert ve inciticidir ilk anılar, bilinçaltında kasırgalar yaratır: "sana, bir mine gümüş tartılacak ilk hatıradan / elması elmastan başkası çizemez çünkü!" (Sokak Prensesi, s. 9) Düşler ve anılar birlikte çıkar güz balkonlarına; anılara yenilmez düşler, her zaman daha sürekli, daha derindir: "çünkü anılarla ölmeyecek kadar eskidir / güz balkonlarında bir düşün iç geçirmesi" (Sokak Prensesi, s. 15) Kimi zaman hayattan gizlenmek için geçmişe, anılara, belki de bütün bir yaşam olarak algılanan ilk-anılara, çocukluğun yüzyıllarına sığınmak gerekir: "söyleseler çıkar mıydım hiç hayatın koynundan" (Sırat Şiirleri, s. 26) Kimi zaman da yalnızlık, yabancılık, aşk ve hayat bir arada gelir kalbe ve şiire: "oyuncular korkak / başka hayatlar kelepir / karanlığını / gölgelemeyen bir kadın çalmak / çünkü yabancıların işidir" (Sırat Şiirleri, s. 69)
IV
Her şarkının, her şiirin bizi götürdüğü yer başkadır. Haydar Ergülen'in şiiri aşka, hayata ve anılara götürüyor çoğunlukla. Hayatı aşkla anlamlı kılan, hayat şehrinin sokaklarının yumaklandığı anıları kendinden uzak etmeyen, fırtınasını içinde barındıran bir şiir onunki... Ancak bir şey var ki bütün yeniden okumalarımda bu şiir beni içime yöneltti. Aşkı, anıları, kadını; bunlarla birlikte ve bunların dışında hayat dediğimiz o şeyi bir arada tuttuğum / tutamadığım içime; yani uçuruma... Evet, bilhassa onun şiirlerini yeniden okuduğumda hissettim ki: "hiçbir şeye benzemez içimizdeki uçurum" (Karşılığını Bulamamış Sorular, s. 14)
Hiçbir şey benzemez içimizdeki uçuruma!
NOT:
Haydar Ergülen’in, yazıda adı geçen şiir kitapları
1. Karşılığını Bulamamış Sorular, 1981
2. Sırat Şiirleri, 1990
3. Sokak Prensesi, 1991
4. Eskiden Terzi, 1995
5. Kırk Şiir ve Bir, 1997
(Haydar Ergülen Şiiri: Antalya Altın Portakal Şiir Ödülü
Sempozyumu Bildirileri, Antalya, 1998)